Hakîkat Ltd.Şti.Yayınları

   
     

TAM İLMİHÂL

     
   

 SE'ÂDET-İ EBEDİYYE

   
 

Birinci Kısm - İkinci Kısm - Üçüncü Kısm - İndeks

 
 

BİRİNCİ KISM

 
     

46 - ÜÇÜNCÜ CİLD - 17.MEKTÛB (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)

İ’TİKÂD EDİLMESİ ÇOK LÂZIM OLANLAR:

Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep var idi ve hep var olacakdır. Varlığının önünde ve sonunda yokluk olamaz. Çünki, Onun varlığı lâzımdır. Ya’nî (Vâcib-ül vücûd)dur. O makâmda, yokluk olamaz. Allahü teâlâ birdir. Ya’nî şerîki, benzeri yokdur. Vâcib-ül vücûd olmakda ve ülûhiyyetde ve ibâdet olunmağa hakkı olmakda ortağı yokdur. Ortağı olmak için, Allahü teâlânın kâfî olmaması, müstekıl olmaması lâzımdır. Bunlar ise kusûrdur, noksanlıkdır. Vücûb ve ulûhiyyet için noksanlık olamaz. O kâfîdir, müstekıldir. Ya’nî kendi kendinedir. O hâlde şerîke, ortağa lüzûm yokdur. Şerîkin, ortağın lüzûmlu olması ise, bir kusûrdur ve vücûba ve ulûhiyyete yakışmaz. Görülüyor ki, şerîki olduğunu düşünmek, ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor. Ya’nî şerîk bulunmasını düşünmek, şerîk bulunamıyacağını meydâna çıkarıyor. Demek ki, Allahü teâlânın şerîki yokdur. Ya’nî birdir.

Allahü teâlânın kâmil, noksan olmıyan sıfatları vardır. Bunlara (Ülûhiyyet sıfatları) denir. Bunlar, hayât [diri olmak], ilm [bilmek], sem’ [işitmek], basar [görmek], kudret [gücü yetmek], irâde [istemek], kelâm [söylemek] ve tekvîn [yaratmak]dır. Bu sekiz sıfata, (Sıfât-ı sübûtiyye) ve (Sıfât-ı hakîkiyye) denir. Bu sıfatları da kadîmdir. Ya’nî, sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bildirmekdedir. “Allahü teâlâ, onların çalışmalarını meşkûr eylesin!”. Ehl-i sünnetden başka, yetmişiki fırkadan hiçbiri, Allahü teâlânın ayrıca sıfatları olduğunu bilememişdir. Hattâ, Sôfiyye-i aliyyenin, ya’nî tesavvuf büyüklerinin sonradan gelenleri, Ehl-i sünnetden oldukları hâlde, bu sıfatlara, Zât-ı ilâhînin aynıdır diyerek yetmişiki fırkaya benzemişlerdir. Evet bunlar onlar gibi, sıfatları yok demiyor ise de, sözlerinin gelişinden sıfatları yok bildikleri anlaşılıyor. Yetmişiki fırka, sıfatları yok bilmekle, Allahü teâlâyı kusûrdan koruyor, Onu kâmil bilmiş oluyoruz diyor. Akllarınca kusûru kemâl sanarak, Kur’ân-ı kerîmden ayrılıyorlar. Allahü teâlâ, onları doğru yola, Kur’ân-ı kerîme kavuşdursun!

Allahü teâlânın, bunlardan başka sıfatları, yâ i’tibârî [var kabûl edilen] veyâ selbî [bulunması câiz olmıyan]dir. Meselâ kıdem [varlığının evvelinde yokluk olmamak], ezeliyyet [varlığının başlangıcı olmamak] ve vücûb [yokluğu mümkin olmıyan] ve ülûhiyyet gibi. Meselâ, Allahü teâlâ cism değildir. Cismden değildir. Madde değildir. A’raz, ya’nî hâl değildir. Mekânı yokdur. Zemânlı değildir. Birşeye girmiş, bir yere yerleşmiş değildir. Hudûdlu, birşeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafda, bir cihetde değildir. Birşeye mensûb değildir. Birşeye benzemez. Misli, ortağı ve zıddı yokdur. Anası, babası, zevcesi, çocukları yokdur. [Allah baba diyen kâfir olur.] Bunların hepsi mahlûkda, sonradan yaratılanlarda olan şeylerdir. Hepsi noksanlık ve kusûr alâmetleridir. Bütün bunlar, (Sıfât-ı selbiyye)dir. Bütün kemâl sıfatları, Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan sıfatlar, yokdur.

Allahü teâlâ küllîleri, cüz’îleri, büyükleri, zerreleri, âlimdir, bilir. Her gizliyi bilir. Yerlerde ve göklerde en küçük zerreleri bilir. Herşeyi yaratan, Odur. Yaratdıklarını elbette bilir. Yaratmak için, bilmek lâzımdır. Ba’zı zevallılar, zerreleri bilmez diyor. Zerreleri bilmemeği, kemâl, büyüklük sanıyor. Bunun gibi, Allahü teâlâ ister istemez, akl-ı fe’âl dedikleri birşeyi yaratmışdır diyerek bunu da, kemâl sanıyorlar. Bunlar, ne kadar câhildir ki, câhilliği kemâl sanıyor. Fizik ilminin tanıdığı kuvvetler gibi, ister istemez iş yapmağı büyüklük zan ediyorlar. Akl-ı fe’âl diye birşey uydurmuşlar. Herşey, bundan hâsıl oluyor diyorlar. Yerleri, gökleri ve bunlarda bulunan herşeyi yaratanı, kuvvetsiz, te’sîrsiz biliyorlar. Bu fakîre göre, dünyâda, bunlardan dahâ câhil ve dahâ alçak kimse yokdur. Ba’zıları da, bu ahmakları fen adamı, müsbet ilm sâhibi sanıp, birşey bilir zan ediyor ve doğru söyleyici sanıyorlar.

Allahü teâlâ, ezelden ebede, ya’nî öndeki sonsuzdan, sonraki sonsuza kadar, bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrleri, o bir sözdendir. Bütün yasakları, yine o bir sözdendir. Bunun gibi, bütün haberleri, süâlleri, hep o bir sözden çıkmakdadır. Tevrât ve İncîl kitâbları o bir sözü gösteriyor. Zebûr ve Kur’ân-ı kerîm de, o söze işâret ediyor. Bunun gibi, diğer Peygamberlere nâzil olan kitâblar ve sahîfeler, hep o bir sözün açılmasıdır. Ezel ve ebed, o sonsuzlukları ile berâber, o makâmda bir ân olunca, hattâ ân demek bile sığmaz ise de, başka kelime olmadığından ân deniliyor, o ânda bulunan söz de, elbette bir kelime, hattâ harf, belki de bir noktadır. Nokta demek de, ân demek gibi, başka kelime bulunmadığı içindir. Yoksa nokta demek de, yerinde olmaz. Allahü teâlânın kendindeki ve sıfatlarındaki genişlik ve darlık, bizim bildiğimiz ve alışdığımız gibi değildir. O, mahlûkların sıfatı olan genişlik ve darlıkdan münezzehdir, uzakdır.

Allahü teâlâyı mü’minler Cennetde görecekdir. Fekat, nasıl olduğu bilinmiyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmiyeni, anlaşılmıyanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmıyan bir görmek olur. Belki, gören de, nasıl olduğu bilinmiyen bir hâl alır ve öyle görür. Bu, bir mu’ammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyâda, Evliyânın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmişdir. Bu derin, güç mes’ele herkese gizli iken, bunlara hakîkat olmuşdur. Bunu, Ehl-i sünnetden başka, ne mü’minlerin fırkaları, ne de kâfirlerin bir ferdi anlıyamamışdır. Bu büyüklerden başkası, Allahü teâlâ görülemez, demişdir. Bunlar, bilmedikleri şeyleri, gördükleri şeylere benzeterek düşündükleri için, yanılmışdır. Böyle benzetmelerin, ölçmelerin, bozuk netîce vereceği meydândadır. [Bugün birçok kimse de, bu yanlış ölçü ve benzetmekden dolayı îmânlarını gayb edip, ebedî felâkete sürükleniyor.] Bu gibi derin mes’elelerde îmân şerefine kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselâmın sünnetine [ya’nî yoluna] uymak ışığı ile nasîb olur. Allahü teâlâyı Cennetde görmeğe inanmak şerefinden mahrûm olanlar, bu se’âdete kavuşmakla nasıl şereflenebilir ki, (inkâr eden, mahrûm kalır) sözü meşhûrdur. Cennetde olup da görmemek de uygun değildir. Çünki, islâmiyyet, Cennetde olanların hepsi görecekdir diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmiyecek demiyor. Bunlara, Mûsâ aleyhisselâmın Fir’avna verdiği cevâbı söyleriz ki, Tâhâ sûresi 51 ve 52. âyetlerinde meâlen buyuruyor ki: (Fir’avn dedi ki: Bizden evvel gelip geçenlerin hâlleri ne oldu?). Cevâbında dedi ki: (Onların hâlleri ve istikbâllerini, Rabbim bilir. Levh-il-mahfûzda yazılmışdır. Rabbim hiçbir şeyde yanılmaz ve unutmaz.) Ben ise, sizin gibi bir kulum. Ancak, bana bildirdiği kadar bilirim.

Cennet de, herşey gibi, Allahü teâlânın mahlûkudur. Allahü teâlâ, mahlûklarının hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fekat mahlûklarının ba’zısında Onun nûrları zuhûr eder. Ba’zısında ise, o kâbiliyyet yokdur.  Aynada, karşısındaki cismlerin görünüşleri, zuhûr ediyor. Taşda, toprakda ise etmiyor. Allahü teâlâ, her mahlûkuna aynı nisbetde ise de, mahlûklar, birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu âlem, Onu görmek ni’metine kavuşmağa elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen, yalancıdır, iftirâcıdır. Doğruyu anlıyamamışdır. Bu dünyâda, bu ni’met nasîb olsaydı, herkesden önce, Mûsâ “aleyhisselâm” görürdü. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râcda, bu devletle şereflendi ise de, bu dünyâda değildi. Cennete girdi. Oradan gördü. Ya’nî, âhıretde görmüş oldu. Dünyâda görmedi. Dünyâda iken, dünyâdan çıkdı, âhırete karışdı ve gördü.

Allahü teâlâ, yerlerin, göklerin yaratıcısıdır. Dağları, denizleri, ağaçları, meyveleri, ma’denleri, [mikropları, hayvanları, atomları, elektronları, molekülleri] yaratan Odur. Birinci semâyı yıldızlarla süslediği gibi, yeryüzünü, insanları yaratmakla süslemişdir. Basît cismleri, elemanları, O  yaratmışdır. Bileşik cismler, Onun yaratması ile hâsıl olmuşdur. Herşeyi yokdan var eden Odur. Ondan başka herşey yok idi. Hiçbiri kadîm değildir. Bütün doğru dinler, Allahdan başka, herşeyin yok iken, sonradan var olduğunu, Ondan başka kadîm bulunmadığını bildirmekdedir. Başkasını kadîm bilenlere kâfir demişlerdir. Huccet-ül islâm, İmâm-ı Gazâlî, (El-münkız-ü anid-dalâl) kitâbında, Allahü teâlâdan başkasını kadîm bilene, kâfir dedi. [Bu kitâbı, Hakîkat Kitâbevi, ofset ile basdırmışdır.]

Gökleri, yıldızları ve başka şeyleri kadîm bilenlerin, yalan söylediklerini Kur’ân-ı kerîm bildirmekdedir. Yerlerin yokdan var edildiğini gösteren âyet-i kerîmeler çokdur. Her zemân yanılan akla uyarak, Kur’ân-ı kerîme inanmıyan kimse, ne kadar sefîhdir. (Allahü teâlâ, bir kimseye nûr vermezse, o münevver olamaz.)

İnsanlar, mahlûk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de, Allahü teâlânın mahlûkudur. Çünki Ondan başka, kimse birşey yapamaz, yaratamaz. Kendi mahlûk, yaratılmış olan, başkasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretin az olduğuna alâmetdir ve ilmin noksan olduğuna işâretdir. Bilgisi, kuvveti az olan, yaratamaz. Îcâd edemez. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Ya’nî o iş, kendi kudreti ve irâdesi ile olmuşdur. O işi, yaratan, yapan, Allahü teâlâdır. Kesb eden, kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî işleri, istiyerek yapdıkları şeyler, insanın kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydâna gelmekdedir. İnsanın yapdığı işde, kendi kesbi, ihtiyârı [ya’nî beğenmesi] olmasa, o iş, titreme şeklini alır. [Mi’denin, kalbin hareketi gibi olur.] Hâlbuki, ihtiyârî hareketlerin, bunlar gibi olmadığı meydândadır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yaratdığı hâlde, ihtiyârî hareketle, titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri gelmekdedir. Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kasdlarına, arzûlarına tâbi’ kılmışdır. Kul isteyince, kulun işini yaratmakdadır. Bunun için de, kul mes’ûl olur. İşin sevâbı ve cezâsı, kula olur. Allahü teâlânın kullarına verdiği kasd ve ihtiyâr, işi yapıp yapmamakda müsâvîdir. Her işi yapmanın ve yapmamanın iyi veyâ fenâ olduğunu, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile kullarına açıkca bildirmişdir. Kul, her işinde, yapıp yapmamakda serbest olup, ikisinden birini elbette seçecek, iş, iyi veyâ fenâ olacak, günâh veyâ sevâb kazanacakdır. Allahü teâlâ kullarına, emrlerini ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret [ya’nî enerji] ve ihtiyâr [ya’nî beğenmek, seçmek] vermişdir. Dahâ çok vermesine, lüzûm yokdur. Lüzûmu kadar vermişdir. Buna inanmayan, kolay şeyleri anlayamıyan kimsedir. Kalbi hasta olduğundan, ahkâm-ı islâmiyyeye uymamağa behâne aramakdadır.

[Allahü teâlâ, insanlara irâde denilen kuvveti vermeği ve insanların, istediklerini yapmakda, istemediklerini yapmamakda serbest olmalarını ezelde irâde etmişdir. Hiçbirşeyi zorla yapdırmamakdadır. İnsanların irâde sâhibi olmaları, Allahü teâlâ böyle istediği içindir. İnsanın, dilediğini yapabilmesi, insanın irâde sâhibi olduğunu gösterdiği gibi, Allahü teâlânın da ezelde bu irâdeyi irâde etmiş olduğunu göstermekdedir. Allahü teâlâ, insanda irâde olmasını ezelde irâde etmeseydi, insanda irâde yaratmasaydı, insan bir işi yapmakda serbest olamaz, mecbûr olurdu. Böyle olmakla berâber, insan birşey yapmağı irâde edince, dileyince, Allahü teâlâ da irâde ediyor ve yaratıyor. İnsanların irâde etdiklerini yaratan, Allahü teâlâdır. İnsan, hiçbir dileğini yaratamaz, yapamaz. İnsanın irâde etdiğini, sonra Allahü teâlâ da, irâde ediyor ve yaratıyor. Herşeyi yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı yokdur. Ondan başkasına yaratıcı demek, yaratdı demek, hem yanlışdır, hem de, Allahü teâlâya başkasını şerîk, ortak yapmak olur ki, ençok yasak etdiği, en şiddetli ve sonsuz azâb yapacağını bildirdiği birşeydir.]

Bu söylediklerimiz, kelâm ilminin derin mes’elelerindendir. Bunun en kolay, en açık bildirilmesi de, yazdığımızdır. Doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine inanmak lâzımdır. Bu konuda münâkaşa etmekle, araşdırmakla uğraşmamalıdır.

Nazm:

Hücûm edilemez, her meydânda,

siperlenmek lâzımdır, ba’zan da!

 

Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” göndermişdir. Bunlarla kullarına doğru yolu, se’âdet-i ebediyye yolunu göstermiş, kullarını kendine çağırmışdır. Rızâsının, sevgisinin yeri olan Cennete da’vet etmişdir. Böyle bir ihsân sâhibinin da’vetini kabûl etmiyen, ne kadar zevallıdır. Onun ni’metlerinden mahrûm kalan ne kadar ahmakdır. Bu büyüklerin, Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine îmân etmek lâzımdır. Akl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gelmesi ile temâmlanmışdır. Kullara özr, behâne kalmamışdır. Peygamberlerin birincisi hazret-i Âdemdir. Sonuncusu ise, hazret-i Muhammed Resûlullahdır “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsine îmân etmek lâzımdır. Hepsini ma’sûm [ya’nî günâhsız] ve doğru sözlü bilmelidir. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak demekdir. Çünki, hepsi aynı îmânı söylemişdir. Ya’nî, hepsinin dinlerinin aslı, temeli [ya’nî îmân edilecek şeyleri] birdir. [Vehhâbîler, Âdem aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmıyorlar. (Keşf-üş-şübühât) kitâblarının başında, (Peygamberlerin evveli Nûh aleyhisselâmdır) diyor. Bozuk inanışlarından biri de budur.] Îsâ “aleyhisselâm” ölmedi. Yehûdîler, kendisini öldürmek istedikleri zemân, Allahü teâlâ onu diri olarak göke kaldırdı. Kıyâmete yakın bir zemânda gökden [Şâma] inecek ve Muhammed aleyhisselâmın dînine tâbi’ olacakdır. Evliyânın büyüğü, tesavvuf deryâsının dalgıcı Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yetişdirdiği Evliyânın büyüklerinden olan hâce Muhammed Pârisâ hazretleri (Fusûl-i sitte) kitâbında buyuruyor ki: (Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” gökden inip, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe mezhebine uygun ictihâd edecek, onun halâl dediğine halâl diyecek, harâm dediğine harâm diyecekdir).

Birinci Kısm - İkinci Kısm - Üçüncü Kısm - İndeks