Hakîkat Ltd.Şti.Yayınları

   
     

TAM İLMİHÂL

     
   

 SE'ÂDET-İ EBEDİYYE

   
 

Birinci Kısm - İkinci Kısm - Üçüncü Kısm - İndeks

 
 

BİRİNCİ KISM

 
     

78 - ZEKÂT VERMEK

ZEKÂT KİMLERE VERİLİR? - Zekât, yalnız aşağıda yazılı, yedi sınıfda bulunan müslimânlara verilir. Sekizinci sınıf, (Müellefet-ül-kulûb) idi. Ya’nî, azılı kâfirlerin şerlerini def’ için bunlara zekât verilirdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” zemânında buna lüzûm kalmadı.

1 - (Fakîr): Nafakasından fazla, fekat nisâb mikdârından az malı olana fakîr denir. Ma’âşı kaç lira olursa olsun, evini idârede güçlük çeken her fakîr me’mûr, îmânı var ise, zekât alabilir ve kurban kesmesi, fıtra vermesi lâzım olmaz. [Birinci kısm seksenbirinci maddeye bakınız!].

2 - (Miskîn): Bir günlük nafakasından fazla birşeyi olmıyan müslimâna miskîn denir. Din adamı olarak tanıtılan Hamîdullah (İslâma giriş) kitâbında, miskîn, gayr-i müslim vatandaş demekdir diyor. Bu fikri yanlışdır. Dinde reform yapmakdır. Müslimân olmıyana zekât vermek câiz değildir.

3 - (Âmil): Ya’nî Sâime hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplayan (Sâ’î) ile, şehr dışında durup rastladığı tüccârdan ticâret malı zekâtını toplıyan (Âşir), zengin dahî olsalar, işleri karşılığı zekât verilir.

4 - (Mükâteb): Ya’nî efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince, âzâd olacak köle.

5 - (Münkatı’): Cihâd ve hac yolunda olup, muhtâc kalanlar. (Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, din bilgilerini öğrenmekde ve öğretmekde olanlar da, zengin olsalar bile, çalışıp kazanmağa vaktleri olmadığı için zekât alabilirler. İbni Âbidîn bunu açıklarken buyuruyor ki, (Câmi-ul-fetâvâ)da bildirilen hadîs-i şerîfde, (İlm öğrenmekde olanın kırk yıllık nafakası olsa da, buna zekât vermek câizdir) buyuruldu.

6 - (Medyûn): Borcu olan ve ödeyemeyen müslimânlar.

7 - (İbnüs-sebîl): Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında mal kalmamış olan ve çok alacağı varsa da, alamayıp muhtâc kalan.

Bunların hepsine veyâ birine vermelidir. Zekât parası ile meyyite kefen alınmaz. Meyyitin borcu ödenmez. Câmi’, cihâd, hac yapılmaz. Zimmîye, ya’nî gayr-i müslim vatandaşa zekât verilmez. Zimmîye fıtra, adak, sadaka, hediyye verilebilir. Zenginin kölesine ve zenginin küçük oğluna da verilmez. Zenginin büyük çocuğu veyâ zevcesi veyâ babası veyâ yetîm kalan küçük çocuğu fakîr iseler bunlara, başkaları zekât verebilir. Küçük çocuk akllı ise, ya’nî parayı başka şeyden ayırabiliyor ve aldatılarak elinden alınamıyor ise, buna verilir. Böyle âkıl değilse, babasına veyâ vasîsine yâhud akrabâsından veyâ yabancıdan çocuğa bakan kimseye vermek lâzım olur. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve amcalarının evlâdlarından, kıyâmete kadar geleceklere zekât verilmez. Çünki, her mühârebede, düşmandan alınan ganîmetin beşde biri bunların hakkıdır. Ahmed Tahâvî, (Emâlî) kitâbının şerhinde diyor ki, (İmâm-ı a’zam buyurdu ki, bunlara ganîmet hakları verilmediği için, zekât ve sadaka vermek câizdir). Câiz olduğu (Dürr-i Yektâ)da da yazılıdır.

Anaya, babaya ve dedelerin, ninelerin hiçbirine ve kendi çocuklarına ve torunlara zekât verilmez. Bunlara, sadaka-i fıtr, adak ve keffâret gibi vâcib olan sadakalar da verilmez. Fakîr iseler, nâfile sadaka verilebilir. Zevceye de zekât verilmez. İmâm-ı a’zam buyurdu ki, kadın da, fakîr olan zevcine zekât veremez. İmâmeyn ise, fakîr zevcine zekât verir dediler. Fakîr olan gelinine, dâmâdına, kayın vâlideye, kayın pedere ve üvey çocuğuna zekât verilir. Zimmîye sadaka ve hediyye verilir.

Zekât verilebileceğini soruşdurup anlıyarak, zekâtını verdikden sonra, bunun zengin veyâ zimmî olan kâfir veyâ ana, baba, evlâd veyâ kendi zevcesi olduğu anlaşılsa, zararı olmaz. Ya’nî kabûl olur. (Nehr-ül-Fâik)da diyor ki, (Zekât verilecek olan kimse, fakîrler arasında bulunuyor ve onlar gibi ise yâhud fakîr olduğunu söyleyip, zekât istemiş ise, bu kimsenin zekât almağa hakkı olup olmadığını araşdırmağa lüzûm yokdur. Buna zekât verince, soruşdurarak, araşdırarak vermiş sayılır).

Abdülkâdir Gazzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Eşbâh hâşiyesi)nde diyor ki, (Debbûsînin (Mültekıt)de bildirdiği gibi, vasîsi bulunduğu yetîme, zekât olarak giyecek ve yiyecek vermek câizdir. Çünki, yetîm onun ıyâli, evlâdı gibidir). Vasîsinin, zekât malı ile yetîme lüzûmlu şeyleri alıp buna vermek hakkı vardır. Yetîm, alış verişi anlıyacak kadar akllı ise, giyeceği ve yiyeceği, çocuğun eline vermek lâzımdır.

Fakîrin, hiç olmazsa, bir günlük ihtiyâcını karşılayacak kadar vermek müstehabdır. Borcu olmıyan ve çoluk çocuğu bulunmıyan fakîre, nisâb mikdârı veyâ malını nisâb mikdârına temâmlıyacak kadar zekât vermek mekrûhdur. Çoluk çocuğu olan fakîre, bunların herbirine bölünce, nisâb mikdârı düşmiyecek kadar, çok zekât vermek câizdir. Zekâtı, fakîr olan kardeşe ve hala, amca, dayı ve teyze gibi yakın akrabâya vermek dahâ sevâbdır. Yakınları muhtâc iken, başkalarına verirse, sevâbı olmaz [İmdâd]. Zî-rahm mahrem olan akrabâsına nafaka vermesine mahkemece hükm olunan kimsenin zekât niyyeti ile, zekât malından nafaka vermesi câizdir. Zekâtı başka şehre göndermek mekrûh ise de, akrabâya vermek için veyâ kendi şehrinde fakîr müslimân bulamazsa, başka şehre göndermek câizdir. Zekâtı, borcu olana vermek, fakîre vermekden dahâ iyi olduğu (Bezzâziyye) fetvâsında yazılıdır. Malını isrâf edene, harâmda kullanana zekât vermek lâyık olmadığı (Dürr-i Yektâ)da yazılıdır.

Zenginin vekîli, zekâtı, zenginin emr etdiği kimseye verir. Başkasına veremez. Başkasına verirse veyâ gayb ederse, öder. Vasıyyet de böyledir. Emr olunan fakîre verilir. Zengin, vekîline, dilediğine ver derse, vekîl kendi fakîr olan çocuğuna ve zevcesine de verebilir. Kendi fakîr ise, kendi de alabilir. Hâlbuki, nezr böyle değildir. Vekîl, adak sâhibinin emr etdiğinden başkasına da verebilir. İbni Âbidîn, bu satırları açıklarken, onikinci sahîfe başında buyuruyor ki, (Vekîl zenginden aldığı altın ve gümüş yerine, kendi altın ve gümüşünü fakîre verip sonra zenginin verdiğini, kendi kullanması câizdir. Fekat, zenginin parasını önce kendi kullanıp, sonra kendi parasından zekâtı verirse, câiz olmaz. Kendi için sadaka vermiş olur. Zekâtı, zengine öder. Nafaka vermek, satın almak, borc ödemek için aldığı parayı kullanan vekîl de böyledir. Görülüyor ki, zekâtı kendi malından ayırıp vermek şart değildir. Zenginin vekîli, zekâtı vermek için, izn almadan bir başkasını da vekîl edebilir).

Zekât ayrılmakla verilmiş olmaz. Ayrılan zekât, kendinde veyâ vekîlinde iken gayb olursa, tekrâr ayırıp vermesi lâzımdır. Vekîli gayb edince, öder. (Âmil)in veyâ fakîr vekîlinin gayb etdikleri zekâtı tekrâr vermek lâzım olmaz. Vekîl fakîre öder. (Âmil), hem (Sâ’î), hem de (Âşir) demekdir.

Meyyit kefenlemek ve câmi’ yapmak, cihâd edenlere yardım etmek için, kâğıd para zekâtını anlatırken bildirdiğimiz gibi, fakîrler, zekâtlarını alması ve bildirdiği yere vermesi için, güvenilen birini vekîl ederler. Bu vekîl, fakîrler için zekâtları alır. Fakîrlerin emr etmiş olduğu yere verir. Hayr cem’ıyyetlerine zekât vermek için de, böyle yapılır. Vekîlin zekâtı alırken ve verirken, birşey söylemesi lâzım değildir. Yalnız, vekîl eden fakîrlerin, zekât alabilecek müslimân olmaları lâzımdır. Zekâtı kâğıd para olarak verebilmek için de, böyle yapılacağını yukarıda bildirmişdik.

Alacaklarını ve malını eline geçiremeyen, elindeki bononun ödeme zemânı gelmeyen zengin kimse, fâizsiz ödünç veren bulamazsa, ihtiyâcı kadar, zekât alabilir. Malına kavuşduğu zemân, almış olduğu zekâtı, fakîrlere dağıtmaz. Hâlbuki fakîr, ihtiyâcından fazla, nisâbdan az zekât alabilir. Altın ile gümüşün ve ticâret eşyâsının zekâtının fakîre veyâ fakîrin vekîline teslîm edilmesi lâzımdır. Başka yerlere, kurumlara verilen zekât, müslimân fakîrin eline geçmezse, zekât ödenmiş olmaz.

Bir günlük yiyeceği bulunan kimsenin ve hiç yiyeceği yok ise de, sağlam çalışacak, ticâret edecek hâlde olan kimsenin, yiyecek, içecek veyâ bunları almak için para istemesi, dilenmesi harâmdır. Bunun varlığını bilerek, istediğini vermek de harâmdır. İstemeden verilmesi ve verileni alması câizdir. Bu kimsenin yiyecek, içecekden başka ihtiyâclarını meselâ, elbise, ev eşyâsı, kirâ paraları istemesi câiz olur. Aç veyâ hasta olanın, oturacak evi olsa da, yiyecek istemesi câizdir. Bir günlük yiyeceği olan, olmasa da, çalışabilecek hâlde olan kimse, ilm öğrenmekle [veyâ öğretmekle] meşgûl ise, yiyecek istemesi, yine câiz olur. [İkinci kısmda, otuzsekizinci maddeye bakınız!] Parasını harâma sarf edene ve isrâf edene sadaka verilmez.

BEYT-ÜL-MÂL - Uşr ve kırda otlıyan hayvanların zekâtı, fakîrlere verileceği gibi, beyt-ül-mâla da teslîm edilmesi câizdir. Beyt-ül-mâla verilmesi lâzım olan bir şeyi eline geçiren kimse, beyt-ül-mâldan hakkı varsa, bu şeyi kendi kullanır. Kendi hakkı yoksa, beyt-ül-mâldan hakkı olan bir müslimâna verir. Bu şeyi, beyt-ül-mâla vermez. İbni Âbidîn, ikinci cild, ellialtıncı sahîfede buyuruyor ki, (Beyt-ül-mâldan hakkı olan fakîrler, zekât me’mûrları, âlimler, mu’allimler, vâ’ızlar, din dersi öğrenen talebe, borclular, Ehl-i beyt-i nebevî, ya’nî seyyidler ve şerîfler, askerler, beyt-ül-mâl parası ellerine geçerse, hakları kadar almaları câizdir).

(Bezzâziyye) fetvâsının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Halvânîden alarak diyor ki, (Elinde emânet bulunan kimse, sâhibi ölürse, emâneti vârislerine verir. Vârisleri yoksa, beyt-ül-mâla verir. Beyt-ül-mâla verince zâyı’ olacak ise, kendi kullanır veyâ beyt-ül-mâldan nasîbi olanlara verir).

Zekât, fakîrlerin hayâtını, ihtiyâclarını, cem’ıyyetin tekeffül eylemesi, garanti etmesi demekdir. Bir şehrin bir köşesinde, bir müslimân, açlıkdan ölse, şehrdeki zenginlerden birinin, az bir zekât borcu kalsa, onun kâtili olur. Zekât, müslimânlar arasında, sigorta teşkilâtıdır. İslâmiyyet (beyt-ül-mâl) denilen sigortayı, şahsların, açık gözlerin, kendi menfe’atlerini düşünenlerin eline bırakmamış, devletin emrine vermişdir. Bu sigorta, başka sigortalara benzemez. Fakîrlerden para istemez, zenginlerden alır. Zekât veren zenginlerin dünyâda malı artar. Âhıretde de, bol sevâb verilir. İslâm sigortası, her fakîre yardım eder. Bir âile reîsi ölünce, fakîr âilesine ma’âş bağlayıp, herkesi mes’ûd eder. İşte islâmiyyet, zekât ile, böyle sosyal bir sigorta kurmuşdur.

İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: (Dört nev’ zekât malından ikisine, ya’nî zekât hayvanları ile toprakdan elde edilen mallara (Emvâl-i zâhire) denir. Bunların zekâtlarını, halîfenin me’mûrları gelip toplar. Bu me’mûrlara (Sâ’î) denir. Hükûmet, bu toplanan malı [ve (Âşir) denilen me’mûrların, yolcu tüccârdan aldıkları emvâl-i bâtına zekâtını] beyt-ül-mâlda saklayıp, yedi sınıfdan herbirine sarf eder. Zekât mallarından altın, gümüş ve ticâret eşyâsına (Emvâl-i bâtına) denir. Bunların mikdârını sâhibine sormak câiz değildir. Bunların zekâtını mal sâhibi, yedi sınıfdan dilediğine, kendi verir. Böyle verilmiş olan zekâtları, hükûmet ayrıca istiyemez. Bir şehrdeki zenginlerin hiç zekât vermedikleri anlaşılırsa, emvâl-i bâtınalarının zekâtını da hükûmet toplıyabilir. (Dıyâ-ul-ma’nevî) ve (Îzâh)da diyor ki, (Hükûmet beş malı alamaz: Emvâl-i bâtına zekâtı, fıtra, kurban, nezr ve keffâret).

[Son zemânlarda, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” büyüklüklerini anlıyamıyanlar çoğalmakdadır. Çünki, âlimi âlim anlar. Câhiller anlıyamaz. Din adamı geçinen câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Birbirlerini, millete, islâm âlimi diye tanıtıyorlar. Biz, yalnız Kur’âna ve hadîslere inanırız diyerek, Selef-i sâlihînin ictihâdlarını beğenmiyorlar. Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden, kısa görüşlerine ve kısır düşüncelerine uygun yeni yeni ma’nâlar çıkarıyorlar. Hadîs-i şerîfde öğülmüş olan ikinci yüzyılın büyüklerine, din imâmlarımıza dil uzatıyorlar. Onların kıymetli kitâblarını lekelemeğe uğraşıyorlar. İbni Teymiyye, Mevdûdî, Reşîd Rızâ, Seyyid Kutb, Hamîdullah, fizikci Abdüsselâm ve Ahmed Didad gibi mezhebsizlerin kitâbları, islâm âlimlerinin sözbirliği ile bildirdiklerine uymıyan bilgileri yaymakdadır. Meselâ, (Cihân Sulhu ve İslâm) ve (İslâma Giriş) kitâblarında, (Zekât hükûmete verilen vergi demekdir. Zenginlerin, diledikleri fakîrlere verdikleri paraya zekât denmez. Zekât yalnız hükûmete verilir. Hükûmet, bunu kâfirlerin fakîrlerine de verebilir. Çünki (Miskîn), kâfirlerin fakîrleri demekdir) yazılıdır. Mezhebsizlerin yanlış yolda oldukları, (Fâideli Bilgiler) kitâbının (Din Adamı Bölücü Olmaz) kısmında uzun bildirilmekdedir.]

Zâlim olan sultânlar, (Emvâl-i zâhire)den vergi alırken, zekât niyyeti ile verilirse, kabûl olur diyen âlimler vardır. (Emvâl-i bâtına)dan alırlarsa veyâ kâfir ve mürted olanların aldığı her nev’ vergi verilirken, zekât olarak niyyet edilse de, zekât yerine geçmez. Ayrıca zekât vermek lâzım olur.

Beyt-ül-mâlda, birbirlerinden ayrı dört cins mal bulunur:

1 - Hayvânlardan, toprak mahsûllerinden alınan ve (Âşir)in, ancak yolda rastgeldiği müslimân tüccârdan aldığı zekâtlar olup, yukarıdaki yedi sınıfa verilir.

2 - Ganîmetin ve yerden çıkarılan ma’denlerin beşde biri olup, yetîmlere, miskînlere ve parasız kalan yolculara verilir. Bunların üçünde de, önce (Benî Hâşim) ve (Benî Muttalib) olanlara verilir. Petrol gibi sıvılardan ve oksidler, tuzlar gibi ateşde erimiyen filizlerden ve denizden çıkarılanlardan birşey alınmaz.

3 - Gayr-i müslimlerden alınan, harâc ve cizye ve âşirin bunlardan aldığı maldır. Bunlar, yol, köprü, han, mekteb, mahkeme gibi umûmî ihtiyâclara ve millî müdâfe’aya sarf edilir. Memleket hudûdunu bekliyen, memleket içindeki yolları bekliyen müslimânlara, köprü, mescid, havuz, nehr yapmağa ve ta’mîrlerine, imâma, müezzine, hademe-i hayrâta, islâm ilmlerini, ya’nî din ve fen bilgilerini okutanlara ve okuyanlara, kâdîlara, müftîlere, vâ’ızlara ve dîni ve milleti, devleti yaşatmak için çalışanlara verilir. Bunlar, zengin olsalar bile, çalışmaları, hizmetleri karşılığı, âdete ve ihtiyâc eşyâsının değerine göre, uygun bir pay verilir. [(Hadîka) el âfetlerinde, beyt-ül-mâldan hakkı olanları geniş anlatmakdadır.] Öldükleri zemân, çocukları değerli ise, başkalarına tercîh olunur. Çocukları câhil, fâsık iseler, babalarının yerine ta’yîn edilmez. (Eşbâh) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Sultân, câhil birini, mu’âllim, hatîb, vâ’ız ta’yîn ederse, sahîh olmaz. Zulm etmiş olur).

4 - Vârisi olmıyan zenginlerin bırakdığı mal ve (lukata), ya’nî yerde bulunup sâhibi çıkmayan şeyler; hastahânelere ve fakîrlerin cenâzelerini kaldırmağa sarf edilir ve çalışamıyacak hâlde olan kimsesiz fakîrlere verilir. Bu dört sınıf malı, hakkı olanlara ulaşdırmak, hükûmetin vazîfesidir.

Hükûmet şehr dışına (Âşir) adında me’mûr koyar. Bunlar, tüccârı hırsızdan ve her tehlükeden korur. Bu âşir, yoldan geçen tüccârdan, yanındaki malın mikdârını sorar. Nisâb mikdârı ise ve yanında bir sene kaldı ise ve ticâret malı ise, her çeşid maldan, müslimândan kırkda birini, zimmîden yirmide birini, harbîden onda birini alır. Müslimândan alınan bu mal, onun zekâtı yerine geçer. Şehrde zekâtını vermişdim veyâ bir yıl olmadı diyenden birşey almaz. Müslimân tüccârdan birşey almayan kâfir memleketin tüccârından birşey alınmaz. Onların müslimân tüccârlardan ne kadar aldıkları bilinirse, o kadar alınır. [Kâfir memleketlerinde çalışanların, o hükûmete vergi vermelerinin lâzım olduğu buradan da anlaşılmakdadır.]

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” ikinci cild, elliyedinci sahîfede buyuruyor ki, (Beyt-ül-mâlın dört hazînesinden birinde mal tükenir ise, diğer üç hazînesinde bulunan maldan buraya ödünc olarak aktarılıp, bu hazîneden hakkı olan yerlere dağıtılır). Buna göre de, üçüncü hazînede harâc, cizye malı bulunmadığı zemân, din adamlarına ve cihâd edenlere birinci hazînedeki zekât ve uşr mallarından verilir. Din düşmanlarının yazı ile, her çeşid propaganda ile islâmı yıkmağa, müslimân yavrularını dinden çıkarmağa saldırdıkları zemân, bunlara cevâb veren ve müslimânları aldanmakdan koruyan yazarlar, dernekler, Kur’ân-ı kerîm kursları, matba’a ve kitâblar ve gazeteler hep mücâhid ve islâm kahramanıdırlar. Böyle soğuk harbde, islâmiyyeti ve müslimânları koruyan bu mücâhidlere, beyt-ül-mâlda bulunan uşr ve zekât mallarından vermek farzdır. Sultân uşru kaldırsa, müslimânların uşr vermesi afv olmaz. Uşru kendilerinin vermesi farzdır. Bu mücâhidlere vermelidirler. Hem farz yapılmış olur, hem de cihâd sevâbı kazanılır.

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cild ikiyüzkırkdokuzuncu sahîfede diyor ki, (Beyt-ül-mâl, halâl olarak, hak üzere toplanmayıp, zulm ile alınmış ise, böyle haksız alınan malları sâhiblerine geri vermek farz olur. Beyt-ül-mâldan hakkı olanlara verilmez. Bunların alması harâm olur. Mal sâhibleri ma’lûm değilse, beyt-ül-mâlın dördüncü kısmına konur. Buradan hakkı olanlara verilir).

ZEKÂT VERMİYENLER - (Riyâd-un-nâsıhîn) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki: Emîrülmü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” buyuruyor: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, vedâ’ haccında buyurdu ki, (Malınızın zekâtını veriniz! Biliniz ki, zekâtını vermiyenlerin, nemâzı, orucu, haccı ve cihâdı ve îmânı yokdur). Ya’nî, zekât vermeği vazîfe bilmez, farz olduğuna inanmaz, vermediği için üzülmez, günâha girdiğini bilmezse, kâfir olur. Senelerle zekât vermiyenlerin zekât borcları birikerek, bütün malını kaplar. Malı kendinin sanıp, müslimânların o malda hakkı olduğunu, hâtırına bile getirmez. Kalbi hiç sızlamaz. Bu mala sımsıkı sarılmışdır. Böyle kimseler, müslimân olarak tanınır. Fekat bunlardan, îmânını kurtaran pek nâdir olur. Zekât vermek, Kur’ân-ı kerîmin otuziki yerinde, nemâzla birlikde emr edilmekdedir. Tevbe sûresi, otuzdördüncü âyet-i kerîmesi, böyle kimseler için olup, meâl-i  şerîfi, (Malı, parayı birikdirip zekâtını, müslimân fakîrlerine vermeyenlere çok acı azâbı müjdele!)dir. Bu azâbı, bundan sonraki âyet-i kerîme bildirmekde olup, meâl-i şerîfinde: (Zekâtı verilmiyen mallar, paralar, Cehennem ateşinde kızdırılıp, sâhiblerinin alınlarına, böğürlerine, sırtlarına mühür basar gibi basdırılacakdır) buyurulmuşdur.

Ey mağrûr zengin! Dünyânın çabuk geçip, gidici malı, parası, seni aldatmasın! Bunlar, senden önce, başkalarının idi. Senden sonra da, başkasının olacak. Cehennemin şiddetli azâbını düşün! Zekâtını ayırıp vermediğin o mal, uşrunu vermediğin o buğday, hakîkatde zehrdir. Malın hakîkî sâhibi, Allahü teâlâdır. Zenginler, Onun vekîlleri, me’mûrları, fakîrler de, âilesi, akrabâsı demekdir. Vekîllerin, Allahü teâlânın borcunu fakîrlere vermesi lâzımdır. Zerre kadar iyilik eden iyiliğini bulacakdır. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, iyilik edenlere, karşılığını elbette verecekdir) buyuruldu. Haşr sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmede, (Zekâtını veren, elbette kurtulacakdır) müjdelendi. İmrân sûresinde, yüzsekseninci âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlânın ihsân etdiği malın zekâtını vermeyenler, iyi etdiklerini, zengin kalacaklarını sanıyor. Hâlbuki, kendilerine kötülük yapmış oluyorlar. O malları, Cehennemde azâb âleti olacak, yılan şeklinde boyunlarına sarılıp, başdan ayağa kadar onları sokacakdır) buyurulmuşdur. (Elbasît) ve (Vasît) tefsîrlerinde böyle yazılıdır. Kıyâmete ve Cehennem azâbına inanan zenginlerin, mallarının zekâtını, tarla mahsûllerinin, meyvelerin uşrunu vererek, bu azâblardan kurtulmaları lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Zekât vererek, malınızı zarardan koruyunuz!) buyuruyor. (Tefsîr-i Mugnî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki: (Kur’ân-ı kerîmde üç şey, üç şeyle berâber bildirildi. Bunlardan biri yapılmazsa, ikincisi kabûl olmaz. Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” itâ’at edilmedikce, Allahü teâlâya itâ’at edilmiş olmaz. Anaya, babaya şükr edilmedikce, Allahü teâlâya şükr edilmiş olmaz. Malın zekâtı verilmedikce, nemâzlar kabûl olmaz). Ey gaflet şerâbının serhoşu! Dünyânın zevk ve safâsı peşinde, dahâ ne kadar koşacaksın? Bu kıymetli ömrü harâmdan, halâldan mal yığmakda, ne zemâna kadar ziyân edeceksin? İslâmiyyetin emr ve yasaklarına aldırış etmezsin! Azrâîl aleyhisselâmın gelip cânını zorla alacağı, ecel arslanı pençesini sana takacağı, can verme acılarının başına geleceği, şeytânın, îmânını çalmak için kasd edeceği, dostlarının, vah vah öldü, siz sağ olun, diye evlâdına ta’ziye edecekleri vakti düşün! Firâk sesi gelip, bize yarayan birşey yapmadın. Hep beğenmediklerimizi işledin. Biz de sana, senin bize yapdığın gibi yaparız, diyecekleri zemândan korkmuyor musun?

Düşün, kabr ve âhıret süâllerine ne cevâb hâzırladın? Allahü teâlânın tekdîrine ne behâne yapacaksın? Kendine acı! Süâle çekileceksin. Hâlbuki, verecek cevâbın yok. Cehenneme girersen, ateşine dayanamazsın. Kendine ve herkese öyle iyilik et ki, başkası iyilik yapınca, sen yapdın sansınlar. Kendine ve kimseye kötülük etme ki, başkası bir fenâlık yapınca, sen yapdın sanmasınlar.

(Sahîh-i Müslim)deki bir hadîs-i şerîfde, (Ey Âdem oğlu! Benim malım, benim malım dersin. O maldan senin olan, yiyerek yok etdiğin, giyerek eskitdiğin ve Allah için vererek, sonsuz yaşatdığındır) buyuruldu. Eğer malını seviyorsan, niçin düşmanlarına bırakıp da gidiyorsun. Sevdiğinden ayrılma, berâber götür! Hepsini veremezsen, bâri kendini de, bir vâris yerine koyup, hisseni âhıret yolunda gönder. Bunu da yapamazsan, bâri, zekâtını ver de, azâbdan kurtul! Nükte [güzel ma’nâlı söz]: Hiratlı üstâd, Hâce Abdüllah-i Ensârî diyor ki: (Malı seviyorsan, yerine sarf et de, sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, yi de, yok olsun!).

Hikâye: Ferîdeddîn-i Attâr, (Tezkire-tül-Evliyâ) kitâbında diyor ki: (Cüneyd-i Bağdâdî, yedi yaşında idi. Mektebden gelince, babasını ağlıyor görüp sordu: Bugün, zekât olarak, dayın Sırrî Sekatîye birkaç gümüş göndermişdim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının, beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum, dedi. Cüneyd, babacığım, o parayı ver, ben götüreyim deyip, dayısına gitdi. Kapıyı çaldı. Dayısı sorunca, ben Cüneydim. Dayıcığım kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri al! dedi. Dayısı, almam, deyince, Cüneyd: (Adl edip, babama emr eden ve ihsân edip, seni serbest bırakan Allahü teâlâ için al!) dedi. Sırrî: (Babana ne emr etdi ve bana ne ihsân etdi?) dedi. Cüneyd: (Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emr etmekle adâlet eyledi. Seni de fakîr yapıp, zekâtı kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsân eyledi) dedi. Bu söz, Sırrînin hoşuna gidip, (Oğlum! Gümüşleri kabûl etmeden önce, seni kabûl etdim) dedi. Kapıyı açıp parayı aldı. (Riyâd-un-nâsıhîn)in sözü burada temâm oldu.

 

Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl, bir nazar,

gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.

 

Herbir çiçek bir nâz ile, öğer Hakkı, niyâz eder,

kurdlar, kuşlar, durmaz söyler, ol Hâlıka âvâz eder.

 

Öğer onun kâdirliğin, herbir işe hâzırlığın,

ille onun kâhirliğin, anlayınca, rengi döner.

 

Rengi döner günden güne, toprağa dökülür yine,

bu ibretdir anlayana, hakîkatı, ârif sezer.

 

Ger bu sırrı duya idin, yâ bu gammı yiye idin,

yerinde eriye idin, insan değil misin, meğer.

 

Bilir, gelen gider imiş, konan geri göçer imiş,

mevt şerbetin içer imiş, her kim, bu ma’nâdan geçer.

Birinci Kısm - İkinci Kısm - Üçüncü Kısm - İndeks