Hakîkat Ltd.Şti.Yayınları

   
     

TAM İLMİHÂL

     
   

 SE'ÂDET-İ EBEDİYYE

   
 

Birinci Kısm - İkinci Kısm - Üçüncü Kısm - İndeks

 
 

İKİNCİ KISM

 
     

47 - TEVEKKÜL

Süâl - İlâc kullanmamak kemâl olsaydı, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ilâc kullanmazdı. Hâlbuki kullanmışdır.

Cevâb - İlâc kullanmamak için altı sebeb vardır:

1) Bir kimse, kalbi uyanık, keşf sâhibi olur. Ecelinin geldiğini anlar. İlâc kullanmaz. Nitekim doktorlar da, çabuk öleceği belli hastaya, ilâc ve perhîz vermiyor. Halîfe-i müslimîn, Ebû Bekr “radıyallahü anh” hasta olunca, (Tabîb getirelim) dediler. (Tabîb beni gördü ve ben, irâde etdiğimi yapacağım dedi) buyurdu.

2) Hasta âhıret korkusu içindedir. İlâc düşünmez ve istemez. Ebüdderdâ “radıyallahü anh” hasta olunca inledi. Sebebini sorduklarında, günâhlarımı düşünüp, inliyorum buyurdu. Birşey istiyor musun dediler. Allahü teâlânın rahmetini istiyorum buyurdu. Tabîb çağıralım mı dediler. Beni tabîb hasta yapdı buyurdu. Ebû Zer-i Gıfârînin “radıyallahü anh” gözü ağrıyordu. İlâc yapmaz mısınız dediklerinde, ondan dahâ mühim işim var buyurdu. Bunların hâli, birini i’dâm etmeğe götürürlerken buna, yolda, yiyecek birşey ister misin diye sormağa benzer ki, aç olsa bile yimek acabâ hâtırına gelir mi? Sehl bin Abdüllah-i Tüsterîye, gıdân nedir dediler. Hayy ve kayyûm olanın zikridir dedi. Sana, kuvvetini nerden alıyorsun diyoruz, dediler. İlmden dedi. Gıdân nedir dediler. Fikr ve zikrdir dedi. Vücûdü besliyen gıdâ maddesini soruyoruz dediler. Vücûdü düşünmeyip, rızkı göndereni düşünmekdir dedi.

3) Sebebi bilinmiyen müzmin bir hastalık olup, hasta, tesellî ilâclarını kullanmak istemez. Tıb bilgisi olmıyanlar, birçok ilâcları böyle sanır.

4) Ba’zısı da, hastalığın sevâbından mahrûm kalmamak için, iyi olmak istememiş, sabr etmek sevâbına da kavuşmak istemiş, ilâc kullanmamışdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Şübhe edilen altını, ateşle mu’âyene etdikleri gibi, Allahü teâlâ, insanları derd ile, belâ ile imtihân eder. Ba’zısı, belâ ateşinden hâlis olarak çıkar. Ba’zısı da, bozuk olarak çıkar). Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hastalara ilâc verir, kendisi ise kullanmazdı. Hastalığa sabr ederek, oturarak kılınan nemâz, sağlam olanın, ayakda kıldığı nemâzdan dahâ kıymetlidir, derdi.

5) Günâhı çokdur. Hastalık çekmekle günâhlarının afv edilmesini ister. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Sıtma hastalığı, insanın günâhlarının hepsini temizler. Dolu dânesinde toz olmadığı gibi, sıtmalının günâhı kalmaz). Îsâ “aleyhisselâm” buyurdu ki, (Hasta olup, musîbete, felâkete uğrayıp da, günâhları afv olacağı için sevinmiyen kimse, âlim değildir). Mûsâ “aleyhisselâm”, bir hastayı görüp: (Yâ Rabbî! Bu kuluna merhamet et!) dedikde, Allahü teâlâ: (Rahmetime kavuşması için, gönderdiğim sebebler içerisinde bulunan bir kuluma, nasıl rahmet edeyim. Çünki, onun günâhlarını, bu hastalıkla afv edeceğim. Cennetdeki derecesini, bununla artdıracağım) buyurdu.

6) Sıhhatin hep yerinde olması, Allahü teâlâyı unutmağa, Ona ısyân etmeğe, harâm işlemeğe sebeb olacağını düşünüp, hasta kalmağı ister. Allahü teâlâ, acıdığı kullarını derd ile, hastalık ile, gafletden uyandırır. Nitekim, bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Mü’minlerde, üç şeyden biri bulunur: Kıllet ya’nî fakîrlik, ıllet ya’nî hastalık, zillet, ya’nî i’tibârsızlık) ve buyurdu ki, (Allahü teâlâ buyurdu ki: Hastalık benim kemendim, tuzağımdır ve fakîrlik zındânımdır. Buralara sevdiklerimi sokarım). Sıhhat, günâh işlemeğe sebeb olur. Âfiyet hastalıkda olur. Alî “radıyallahü anh”, bir kalabalığı eğlence içinde görüp sordukda, bugün bayramımızdır dediler. Günâh işlemediğimiz günler de, bizim bayramımızdır buyurdu. Büyüklerden biri, rast geldiği birine, nasılsın dedikde, âfiyetdeyim dedi. O da, âfiyetde olduğun, günâh işlemediğin gündür. Günâh işlemekden dahâ tehlükeli hastalık yokdur buyurdu. Fir’avnın, herkesin kendine tapınmasını istemesine sebeb, dört yüz sene yaşamışdı. Bir kerre başı ağrımamış, ateşi olmamışdı. Bir kerre başı ağrısaydı, o saygısızlık hâtırına gelmezdi. Bir kimse, hasta olup tevbe etmezse, Azrâîl “aleyhisselâm” der ki, ey gâfil! Sana kaç def’a haberci gönderdim. Aklını başına toplamadın. Büyükler buyurur ki, mü’mine kırk gün içinde, her hâlde üzüntü veyâ hastalık veyâ korku yâhud malına ziyân gelir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir hanımı nikâh ile alacakdı. Bu kadın hiç hasta olmamışdır diye medh etdiler. Almakdan vaz geçdi. Birgün baş ağrısını söyliyordu. Bir köylü: Baş ağrısı nasıl olur? Benim başım hiç ağrımadı deyince, (Benden uzak ol! Cehennemlik görmek istiyen, buna baksın) buyurdu. Âişe “radıyallahü anhâ”, şehîdlerin derecesine yükselen olur mu? deyince: (Hergün yirmi kerre ölümü düşünen kimse, şehîdlerin derecesini bulur) buyurmuşdu. Şübhesiz, hastalar, ölümü çok hâtırlar. İşte, bu altı sebebden dolayı, ba’zıları ilâc kullanmamışdır.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu sebeblere muhtâc olmadığı için ilâc kullanırdı.

(Dürr-ül-muhtâr)da ve bunu açıklıyan (İbni Âbidîn)de (Sular) kısmı sonunda buyuruyor ki: (Harâm olan şeylerin ilâc olarak içilmesi, bunun hastaya iyi geleceği bilinirse ve halâl olan ilâc bulunmazsa, câiz olur. (Buhârî)deki hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, harâm olan şeylerde, size şifâ yaratmamışdır) buyurulmuşdur. Bunun ma’nâsı, şifâsı olduğu tecribe edilen harâm maddeler, ilâc için halâl olur, demekdir. Nitekim, susuzlukdan ölecek kimseye, ölümden kurtaracak kadar şerâb içmek halâl olur. Harâm olan şeyde, şifâ bulunması, mütehassıs olan müslimân bir doktorun söylemesi ile anlaşılır. Yalnız, domuz eti ve yağı, şifâsı bulunsa da, ilâc olarak da kullanılmaz). Muhammed Zerkânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mevâhib-i ledünniyye) şerhi, sekizinci maksadda diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, tedâvî olunuz buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfe göre, ölüme veyâ bir farzı terk etmeğe mâni’ olacak tedâvî ve kalb hastalıklarının tedâvîsi farzdır. Başka hastalıkların tedâvîsi sünnetdir.)

(Tâtârhâniyye)de diyor ki, (Başka çâre olmayınca, ölümden kurtulmak için ameliyyât olmak câizdir.)

Son söz olarak deriz ki, hastalık sebeblerinden kaçınmak, tevekküle mâni’ değildir. Halîfe Ömer “radıyallahü anh”, Şâma gidiyordu. Şâmda tâ’ûn [ya’nî vebâ hastalığı] olduğu işitildi. Yanında bulunanların ba’zısı, Şâma girmiyelim dedi. Bir kısmı da, Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım dedi. Halîfe de, Allahü teâlânın kaderinden, yine Onun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermiş olur buyurdu. Abdürrahmân bin Avfı “radıyallahü anh” çağırıp, sen ne dersin? buyurdukda, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim. (Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!) buyurmuşdu, dedi. Halîfe de, elhamdü-lillâh, benim sözüm, hadîs-i şerîfe uygun oldu deyip, Şâma girmediler. Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebeb, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde, kirli hava [ya’nî mikroblu hava, vebâ basilleri], herkesin içine yerleşince, kaçanlar, hastalıkdan kurtulamaz [ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaşdırmış olurlar]. Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki, (Vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak, muhârebede kâfir karşısından kaçmak gibi, büyük günâhdır). [Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” (Fütûhât-ül-mekkiyye) kitâbında (Kazâ, belâ) bahsinde, (Belâlardan, tehlükelerden, gücünüz yetdiği kadar sakınınız. Çünki, tâkat getirilemiyen, dayanılamıyan şeylerden uzaklaşmak, Peygamberlerin âdetidir) buyurmakdadır. Eceli gelen hastanın ölmesine mâni’ olunamaz. Ancak, ölüm hastasının istigfâr okuması, hastalığın veca’larını gidereceği (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) ikinci cild, 80.ci mektûbunda yazılıdır. Bu mektûb, (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbımızda mevcûddur.]

(Redd-ül-muhtâr) beşinci cild sonunda ve (Bezzâziyye) fetvâsında diyor ki, (Kapalı yerde iken zelzele olursa, oradan açık bir yere kaçmak müstehabdır).

Birinci Kısm - İkinci Kısm - Üçüncü Kısm - İndeks