21 -
KİRÂ, ÜCRET
Süâl:
Emânetci, mal sâhibinden
emânet parası alınca,
mal helâk olursa, malı
ödemesi lâzım geliyor.
[Kumar olmıyor.] Sigorta
da böyle değil midir?
Cevâb:
Sigortacıdan alınan
para, emânetcinin
ödemesi gibi değildir.
Çünki mal, sigortacıya
teslîm edilmiş değildir.
Gemiciye teslîm
edilmişdir. Eğer,
sigortacı, geminin
sâhibi olursa, ecîr-i
müşterek, ya’nî serbest,
genel işçi olur. Mal
elinde emânet olur.
Verilen sigorta parası,
emânetciye verilen para
gibi olur. Bundan başka,
emânetci ve ecîr-i
müşterek, batma, ölüm ve
benzerleri gibi,
sakınılamıyacak
sebeblerle elden çıkan
malı ödemezler.
Süâl:
Kefâleti anlatmağa
başlarken, deniliyor ki,
bir kimse, birine, (Bu
yoldan git! Bu yol
emîndir, korkusuzdur)
diyor. O da bu yoldan
gidiyor. Yolda
soyuluyor. Söyliyen
kimse, bunun malını
ödemez. (Bu yol emîndir.
Eğer korkulu ise,
soyulur isen öderim)
derse, ödemesi lâzım
olur. Sigorta da böyle
değil midir?
Cevâb:
Yol emîndir demek, emîn
olduğunu biliyorum
demekdir. Bir kimse,
bilmiş olduğunu
söylemekle kefîl olmaz.
(Eğer söylediğim gibi
değilse, öderim) deyince
kefîl olur. Kefîl olarak
aldatırsa, ödemesi lâzım
olur. (Yolda soyulur
isen öderim) demediği
için kefîl olmaz.
Ödemesi lâzım gelmez.
Kefîl olacağını
söylemesi, aldatmadığına
alâmetdir. Meselâ,
değirmene buğday getiren
köylüye, değirmenci, bu
kovaya koy dese, köylü
de koysa, kovanın
deliğinden, buğdaylar
suya dökülüp sürüklense,
gitse, değirmenci, koy
derken kovanın delik
olduğunu biliyorsa,
buğdayları öder. Çünki,
söylerken aldatmış oldu.
Demek ki, aldatmak demek
için, söyliyenin,
tehlüke bulunduğunu
bilmesi ve
karşısındakinin ise,
bilmemesi lâzımdır.
Köylü, kovanın delik
olduğunu görerek,
bilerek buğdayını
koyarsa, malını, kendi
isteği ile ziyân etmiş
olur.
Sigortacının, tüccârı
aldatmak kasdı olmadığı
meydândadır. Geminin
batıp, batmıyacağını
bilmez. Hırsızların, yol
kesenlerin tehlükesi
varsa, bunu, sigortacı
gibi, tüccâr da bilir.
Tüccârın sigorta parası
vermesi de, yolda
tehlüke olduğunu bilip,
malı elden çıkınca,
bedelini alabilmesi
içindir. Sigorta işi,
yolcunun veyâ köylünün
aldatılmasına
benzememekdedir.
Müslimân tüccârın, Dâr-ül-harbde,
[ya’nî İngiltere gibi
putlara tapınılan bir
memleketde] bulunan bir
harbî ortağı olup, bu
ortağı, orada, sigortacı
ile sözleşme (anlaşma)
yapar ve helâk olan
malın bedelini, orada
sigortacıdan alıp,
buradaki müslimân
ortağına gönderirse,
müslimân tüccârın, gelen
bu parayı alması halâl
olur. Çünki, fâsid olan
sözleşme, Dâr-ül-harbde
ve iki harbî arasında
olmuşdur. Onların malı,
kendi istekleri ile,
müslimâna gönderilmişdir.
Alması günâh olmaz.
Müslimân tâcirin, Dâr-ül-harbe
gidip, sigortacı kâfir
ile orada sözleşme
yapması ve helâk olan
malın değerini, Dâr-ül-islâmda,
sigortacının vekîlinden
alması câiz olur. Çünki,
Dâr-ül-harbde bir harbî
ile yapılan sözleşmenin
kıymeti yokdur. Harbînin
malını, onun rızâsı ile
almış olur. Kâfir ile
sözleşmeği Dâr-ül-islâmda
yapıp, malın bedelini
kâfirden Dâr-ül-harbde
alırsa, kâfirin isteği
ile olsa bile, alması
halâl olmaz. Çünki, bu
parayı Dâr-ül-islâmda
yapılan fâsid akd, ya’nî
sözleşme sonucu olarak
almakdadır. Dâr-ül-islâmda
yapılan her akd
mu’teberdir. Şer’î
hükmleri yapılır. Bu akd,
fâsid olduğu için
harâmdır. İbni Âbidînden
terceme, burada temâm
oldu.
Son asrın büyük
âlimlerinden Muhammed
Bahît-ül-Mutî-î
“rahmetullahi teâlâ
aleyh” (Sükertah)
risâlesinin 24. cü
sahîfesinde, (Te’mîn,
ya’nî sigorta
sözleşmesi, fâsid bir
akddir. Çünki, muhtemel
olan bir tehlükeye
bağlanan bir
sözleşmedir. Bu ise
kumardır) diyor. Ahmed
İbrâhîm efendi de, (Mecellet-üş-şübbân-ül
müslimîn)in 1941
senesinin 3. cü
sayısında, (Hayât
sigortası, bir tehlükeye
bağlanan bir kumardır)
demekdedir. Bu âlimlere
karşılık, doktor Sıddîk
Muhammed Emîn Darîr,
(Hedy-ül-islâmî)nin
1975 senesi altıncı
sayısında, (Sigorta
yardımlaşmadır. Bir
kimseye gelen tehlükeyi,
birçok kimsenin
paylaşmasını te’mîn
etmekdedir. Sigortacı bu
yardımlaşmağa kefîl
olmakdadır. Sigortalı ve
sigortacı, alacakları ve
verecekleri paradan
emîndirler. Sigorta,
tehlükenin zarârından
kurtulmak içindir. Kumar
ise kendini tehlükeye
atmakdır. Sigorta ciddî
bir sözleşmedir. Kumar
ise oyundur. Evet,
sigorta, (Garer)
bulunan, ya’nî sonu
muhtemel ve şübheli olan
bir (Akd)dir, bir
sözleşmedir. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve
sellem”, garer bulunan
satışı yasak etmişdir.
Yakalamadan önce balığı
satmak böyledir.
Sigortadaki garer, garer-i
fâhişdir. Fekat umûmî
ihtiyâc olunca ve başka
çâre bulunmayınca, garer
bulunan akdler câiz
olur. İmâm-ı Süyûtî
“rahmetullahi teâlâ
aleyh”, ihtiyâcı şöyle
ta’rîf etmekdedir:
Memnû’ olanı kullanmazsa
meşakkat hâsıl olacak
hâldir. Fekat,
kullanmazsa ölüm hâsıl
olmaz). Tehlükeye,
zarâra düşen insanın,
yardıma ihtiyâcı inkâr
edilemez. Fekat, kâr,
kazanc için kurulmuş
olmıyan teberru’ yardım
şirketleri bu işi görür.
Kâr, kazanc için
kurulmuş olan sigorta
şirketlerine lüzûm
yokdur. Yardım
şirketlerini, teberru’
edenler arasından
seçilenler veyâ
hükûmetler idâre eder.
Muhammed Emîn Darîr,
kendi fikri ile, kendi
mantıkı ile büyük fıkh
âlimlerine karşı
geliyor. Hâlbuki, fikri
de, mantıkı da fıkh
ilmine uygun değildir.
Evvelâ kumara
yardımlaşma diyor.
Düşünmiyor ki,
islâmiyyet, kumar
şeklinde şübheli olan
yardımlaşmayı harâm
etmiş, kazâ, felâket
gelene, hayr
sâhiblerinin teberru’
ederek, yardım
yapmalarını teşvîk
etmişdir. Zarâr görene,
harâm yoldan değil,
halâl yoldan yardım
etmek lâzımdır.
Sigortalı için,
alacağından emîn
olduğunu söylemesi,
felâket geleceğini
önceden bildiğini
söylemek olur ki, bu
sözü fıkh bilgisine ters
düşdüğü gibi, îmâna da
dokunmakdadır. Çünki,
gaybı bilmek sözü insanı
küfre götürür. Felâket
gelirse alacağından
emîndir demek istiyorsa,
bu söz, sigortanın kumar
olduğunu, harâm olduğunu
söylemekdir ki,
sigortayı savunurken,
red etmiş olmakdadır.
Birçok tüccâr, tehlükeli
kazanc yollarına
atılmakdadır. Bu
tehlükeler ticâreti ve
san’atı harâm etmemişdir.
Hâlbuki, kumarda bu
tehlükelerin hiçbiri
yokdur. Hattâ kumar,
tehlükesiz, zahmetsiz
bir kazanc olduğu için
harâm olmuşdur. Harbe
hâzırlık yarışlarındaki
ve ilm öğrenmekdeki
kumara oyun demek ise,
şaşılacak bir
haksızlıkdır. Evet,
oyunlarda kumar olur.
Fekat her kumara oyun
demek doğru değildir.
Merhûm şeyh Ebû Zühre
“rahmetullahi teâlâ
aleyh” de, sigortanın
kumar olduğunu, garer
bulunduğunu ve tehlüke
olunca, sigortacının,
tehlüke olmayınca da
sigortalının gaben-i
fâhiş ile zarar etdiğini,
her sözleşmede, iki
tarafın zarar ve
kârlarında müsâvât,
adâlet bulunmasının esâs
olduğunu bildiriyor.
Hayât sigortasının ise,
açık bir kumar ve fâiz
olduğunu yazıyor. Ayrıca
1972 yılında Libyada
Beydâ şehrinde toplanan
konferansda, zarar ve
tehlüke için olan
sigortalar, dört
mezhebin fıkh ilmlerine
uymuyor ise de, âdet
hâlini aldığından ve
idhâlâtı artdırdığından
câiz olacağına, hayât
sigortasının ise açıkca
kumar olup harâm
olduğuna karâr
verildiğini yazıyor.
Bütün bunlardan
anlaşılıyor ki, hiçbir
sigorta halâl değildir.
Tehlüke ve zarar
sigortasına da câiz
denilemez. Yardım
sandıkları bu işi
yapmakdadır. Fekat,
yardım sandıklarına,
hayr sâhibleri ve
hükûmet para koyar.
Buraya para koyan,
bundan, istifâde edemez.
İstifâdeye kalkışırsa
kumar olur, harâm olur.
Harâmların âdet hâlini
alması, halâl olmalarına
sebeb olamaz.
Görülüyor ki, müslimân
olsun, kâfir olsun,
herhangi bir sigortacı
ile Dâr-ül-islâmda
yapılan sözleşme
fâsiddir. Alınan ve
verilen paralar
harâmdır. Bir müslimânın,
kâfir olan sigortacılar
ile Dâr-ül-harbde
sözleşme yapması ve
ondan para alması halâl
olur. Dâr-ül-islâmda
semâvî, ya’nî kazâ ile
âfet ile olan zararlar,
sigorta şirketleri
tarafından değil,
(Yardım cem’iyyetleri)
tarafından
ödenmelidir. Böylece,
hem millete hizmet olur.
Hem, cem’iyyete teberru’
[bağış] yapan hayr
sâhibleri sevâb kazanır.
Hem de, millet büyük bir
günâhdan kurtulur.
Sigortaya arabîde (Te’mîn)
denilmekdedir. Sosyalist
darbe olmadan evvelki
Libya kanûnlarının ve
Mısr kanûnlarının 747.
ci ve Sûdân kanûnunun
617. ci maddelerinde,
(Ukûd-ül-gurer)
başlığı altında ve Libyâ
evkâf bakanlığının
çıkardığı (Hedy-ül-islâmî)
mecellesinin 1395
[m. 1975] mart
nüshâsında sigortalar
hakkında geniş bilgi
vardır. Bu bilgilerin
çoğunun islâmiyyete
uygun olmadığı (Hedy-ül-islâmî)nin
1975 ve 1976
nüshâlarında yazılıdır.
İslâmiyyetde sigortanın
hiçbir nev’i yokdur.
İslâmiyyetde (Vakf)
ve (Beyt-ül-mâl),
(Yardım cem’ıyyetleri)
vardır. İşçi
sigortalarının ve emekli
sandıklarının işlerini
Beyt-ül-mâl yapar. Beyt-ül-mâl,
işçiden, me’mûrdan
hiçbirşey almaz.
Aylıklarından ve
ücretlerinden, hiçbirşey
kesmez. Çünki bunlar
fakîrdirler. İşverenden,
tüccârdan zekât alır. Bu
işi hükûmet yapar.
İşverenlerin,
tüccârların
defterlerini,
hesâblarını inceliyerek
zekâtlarını alır. Beyt-ül-mâla
koyar. İşçilere,
me’mûrlara, emeklilere
buradan ev, ma’âş, geçim
te’mîn eder. Böylece her
müslimân, râhat, mes’ûd
olarak yaşar. İşçi
sigortalarında ve
emânetcide toplanan ve
ma’âşlardan kesilen
malların, paraların (Lukata)
hükmünde
olduklarını, büyük âlim
Abdülhakîm efendi,
va’zlarında bildirmişdir.
Lukata, yerde bulunan
mal demekdir. Bunlar ve
mâl-ı habîs, sâhiblerine
geri verilir. Sâhibleri
bulunmazsa, fakîrlere
verilir. Eline geçen
fakîrin mülkü olurlar.
Hükûmet, ticâret,
zirâ’at, hattâ fabrika,
ağır sanâyı’ yapmaz.
Bunları husûsî teşebbüs,
ya’nî millet yapar. Her
çeşid sigortanın harâm
olduğu, Yûsüf Kardâvînin
(El-halâl vel harâm)
kitâbında vesîkaları ile
yazılıdır.
Kızılay, İhlâs vakfı
gibi yardım teşkilâtı,
dînin (Hibe)
ahkâmına tâbi’dirler.
Vakf değildirler. Çünki,
altın ve kâğıd liralar
vakf edilince, kimsenin
mülkü olmazlar. Yardım
cem’ıyyetlerine teberru’
edilen malları, paraları
ise, alâkalı me’mûr kabz
edince, cem’ıyyet
reîsinin mülkü olur.
Cem’ıyyetde çalışan
me’mûrlar, cem’ıyyet
reîsinin vekîlleridir.
(Hindiyye)de
diyor ki, (Birisine para
verip, bunu falanca
fakîre ver dese, o
fakîre kendi parasından
verirse, aldığı parayı
tazmîn etmesi [mislini
ödemesi] lâzım olur. O
parayı başka fakîre
verirse, tazmîn etmez.
Verdiği hediyyeye ivez
[karşılık] olarak az
birşey [meselâ makbûz
denilen kâğıd]
verilince, hediyyesini
geri istiyemez. Aldığı
sadakayı harâma sarf
etdiği veyâ muhtâc
olmadığı bilinmiyen
sâili boş
çevirmemelidir.
Verdiklerini muhtâclara
dağıtacağım deyince,
sadaka vermesi lâzım
olur). Bunun için
teberru’ alırken,
(Bunları muhtâclara ve
hayr yapanlara
vereceğiz) demelidir.
Hediyye veyâ sadaka
vermeğe teberru’ etmek
denir. Alacağını afv
etmeğe ibrâ denir.
Yeni ilâc bulduk, diyor
tabîbler,
Lokman gibi, devâ bilse,
ne fayda.
Son nefesde söylemezse,
bu diller,
bülbül gibi dilin olsa,
ne fayda.
Milyonun olsa da,
rızkını yersin,
ecel şerbetini birgün
içersin!
Yalın ayak, başın açık
gidersin,
dünyâ dolu, malın olsa,
ne fayda!
İlmin, rütben çok olsa
da kardeşim,
îmânın yoksa, günâh ise
işin,
Secdeye hiç, koymadın
ise, başın,
dünyâya diktatör olsan,
ne fayda.
Sûr çalınıp, yıldızlar
dökülünce,
deniz kuruyup, sular
çekilince,
Dağlar da, pamuk gibi
atılınca,
harâmdan mal
toplamışsan, ne fayda.
Cehennem, uzakdan
gösterilince,
ateşin, mahşer yerine
sürünce,
Sırat köprüsüne, halk
yürüyünce,
arslan gibi gücün olsa,
ne fayda?
Halâl, harâm demez,
toplarsın malı,
yüzbin olsa, dersin
milyon olmalı.
Gözün aç, bu dünyâ
fânîdir fânî!
gidecek, sende çok
dursa, ne fayda?
Birgün olur, götürürler
evinden,
kurtuluş yok, Azrâilin
elinden.
(Allah) adını bırakma
dilinden,
bin yıl kadar ömrün
olsa, ne fayda?
Zahmetli iş yokdur,
islâmiyyetde,
kalbi, rûhu besler,
ibâdetler de.
Ne için müslimân
olmazsın, sen de?
kâfir, çok iyilik etse,
ne fayda? |