Ben Londrada, tam bir protestan
terbiyesi alarak yetişdim. 1930 senesinde, dahâ genç bir talebe iken, her genç
gibi ba’zı
hâdiselerle karşılaşıyor, bunları anlamağa çalışıyordum. Bunlardan birisi, din ile
dünyâ arasında
bir münâsebet aramak, ya’nî râhat ve huzûr içinde yaşamak için, dinden nasıl
fâidelenebileceğimi
düşünmek oldu. O zemân, ilk def’a olarak, farkına vardım ki, mensûb olduğum hıristiyan
dîni, bu husûsda çok za’îf ve çok âciz. Zîrâ hıristiyanlık, dünyâyı yalnız fenâlıklarla dolu
bir işkence yeri, insanları günâhkâr doğan mahlûklar olarak kabûl ediyor. Onlara hayâtda
râhat bir yol göstermek şöyle dursun, her yapdıkları işin günâh olduğunu, bu
günâhdan kurtulmak için, hiç bir çâre bulunmadığını, insanlar için ancak râhiblerin Allahü teâlâya
düâ edebileceğini
söylüyordu. Hıristiyanlık, insanları temâmen başı
boş bırakmış ve yalnız pazar
günleri, insanı hiç
bir sûretde tatmîn etmiyen bir (kilise havası) içinde ibâdete teşvîk etmişdir. O senelerde, İngilterede
büyük bir ekonomik buhran ve fakîrlik vardı. İnsanlar hayâtlarından ve hükûmetden hiç memnûn değildi. Hıristiyanlık, onlara bu ızdırâb dolu
günlerde hiç yardım
etmiyor, insanlar ondan bir tehammül kudreti bulamıyorlardı. Bu
keyfiyyet, benim üzerimde çok fenâ bir te’sîr yapmışdı. Aklımdan çok,
hislerime kapılarak,
dînin ma’nâsız bir
şey olduğuna
karâr verdim. Hıristiyanlığı red ederek,
kendimi, birçok gençler gibi, dinsizliğe ve komünizme verdim.
Komünistlik, uzakdan işitilince
gençlere bir haz veriyordu. Çünki, ekonomik sıkıntılar içinde bunalan ve yaşama kudreti bulamayan
genç nesl, servet ve rütbe farkını
ortadan kaldırdığını iddi’â eden
komünizmi bir kurtarıcı olarak
görüyordu. Fekat, kısa
bir zemân sonra, farkına
vardım ki,
komünizmin iddi’âları,
yalnız bir
propagandadan ve boş lafdan ibâretdir. Onlarda da, hem rütbe, hem servet farkı aynen vardı. Her şey,
her memleketde aynı idi.
Bunun üzerine komünistlikden vaz geçerek, kendimi felsefeye verdim. Böylece
kendimi, bir (panteist) olarak, (Vahdet-i vücûd) i’tikâdında olarak,
yetişdirmeğe
başladım.
Garb memleketlerinde, islâmiyyet ile
temâs etmek çok müşkildir. Çünki, orada islâmiyyete karşı, tâ Haçlı
seferlerinden kalma bir düşmanlık vardır. Avrupalılar hiç tanımadıkları islâmiyyeti, nefret ile red ederler. Çocuklarını müslimân
düşmanı
olarak yetişdirirler. Müslimânlıkdan bahs etmek çok ayıp sayılır. Birisi
bu bahsi açdı mı, herkesin suratı asılır ve herkes susar. Bu aralarda, beni bir vazîfe
ile Avustralyaya göndermişlerdi. Bana verilen, (müslimânlıkdan nefret)
terbiyesine rağmen,
birgün, nasılsa
merak ederek, bir Kur’ân tercemesini elime aldım. Fekat, dahâ kitâbı terceme
edenin önsözünü okuyunca, kitâbı hemen kapatdım. Çünki, kitâbı terceme eden, dahâ önsözde Kur’ân-ı kerîm aleyhinde
o kadar ağır
laflar söylüyor, Kur’ân-ı
kerîmi o kadar tahkîr ediyordu ki, böyle bir kitâbı okumak
ma’nâsız
olurdu. Sonra düşündüm. Mâdemki, hıristiyanlar müslimânlardan nefret ediyorlardı. O hâlde,
tercemeyi yapan hıristiyanın, bu te’sîr
altında
kalarak, bozuk bir terceme yapması, ba’zı yerleri yanlış anlaması imkânı vardı. Bir kerre meraklanmışdım. Artık işi
ciddiyyet ile ele aldım ve
birkaç hafta sonra, Avustralyanın garb tarafında Perth şehrine gitdiğim zemân, bu
şehrin büyük kütübhânesine uğrayarak müslimânlar tarafından tefsîr edilmiş bir Kur’ân-ı kerîm
bulunup bulunmadığını araşdırdım. Bana böyle
bir terceme bulup verdiler. Bunu açıp, içindeki ilk sûreyi, (Fâtiha-i şerîfe)yi
okuyunca, ne kadar mütehassis olduğumu size anlatamam. Fâtiha,
(Âlemlerin rabbine hamd) ile başlıyordu. (Bize doğru yolu göster) diye yalvarıyordu. Ne
güzeldi! Fâtiha-i şerîfi birçok def’alar okudum. Burada zikr edilen büyük hâlık, (Rahmân ve Rahîm) ya’nî
çok merhametli idi. Hıristiyanların dediği gibi,
insanları
günâhkâr olarak yaratmamışdı. Kur’ân-ı kerîmi okumağa başladım ve okudukça
kendimden geçdim. Bütün arzûlarımın,
tesavvurlarımın aynını bu kudsî
kitâbda buluyordum. Sâatler geçmiş ve ben nerede olduğumu, zemânı, her şeyi
unutmuşdum. Bana Kur’ân-ı
kerîmle berâber, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin hayâtına dâir ba’zı kitâblar da
bulup getirmişlerdi. Kendimden geçerek bunları okuyordum. Nihâyet kütübhâne me’mûru
yanıma
gelerek, (Vakt geldi, artık
kütübhâneyi kapatıyoruz)
deyince kendime geldim. Kütübhâneden evime dönerken, (İşte şimdi
maksadıma
kavuşdum. Ben artık
müslimân oldum) diye tekrâr edip duruyordum. Artık, Allahü teâlânın inâyeti
ile, hidâyete kavuşdum.
Eve dönerken sıcak bir kahve
içmek için münâsib bir yer aradım. Caddeden aşağı doğru inerken aklımda yalnız Kur’ân-ı kerîm, müslimânlık ve Allahü teâlâ vardı. Nereye
gitdiğimin
farkında
değildim.
Birdenbire ayaklarım
kendiliğinden
durdu. Başımı kaldırınca, kırmızı tuğladan yapılmış bir binânın önünde olduğumu gördüm.
Bacaklarım
kendiliğinden
beni buraya kadar getirmişdi. Binânın üzerindeki levhaya bakdım. Burası
Avustralyadaki bir câmi’ idi.
Kendi kendime, (Allahü teâlâ sana doğru yolu ihsân
etdi ve sana ne yapman îcâb etdiğini bildirdi. Sen müslimânlığı tanıdın. Allahü
teâlâ seni câmi’in kapısı önüne kadar
getirdi. Hemen içeri gir ve bu dîni kabûl et) dedim. İçeri girdim
ve müslimân oldum.
O zemâna kadar bir tek müslimân tanımamışdım. İslâmiyyeti
kendi kendime buldum ve kabûl etdim. Kimse bana bu husûsda rehberlik etmedi.
Benim rehberim yalnız
akl-ı
selîmim oldu.
Bundan tahmînen 25 sene evvel,
Burmada bulunurken, ferâhlanmak için her gün nehrde bir Çinli kayığı ile dolaşırdım. Benim kayığımın kürekçisi
Doğu
Pâkistânlı Şeyh
Alî isminde bir müslimândı.
Müslimânlığın emr
etdiği
bütün dînî vecîbeleri, büyük bir gayret ile yerine getirirdi. Onun, hiç bir
vaktini geçirmeden büyük bir dikkat ile ibâdet etmesini hem takdîr ile karşılar
ve beğenir,
hem de müslimânlığın ne
olduğunu
merak ederdim. Böyle basît bir insanı, bu kadar büyük îmân ve itâ’at altında tutabilen
müslimânlığın
hakîkatini anlamağa
karar verdim. Etrâfımızda bulunan
insanların çoğu, Burma
budistleri idi. Onlar da, dinlerine son derecede bağlıydılar. Zan
ediyorum ki, Burmanın
bütün insanları
dünyâda en dindâr kimselerdir. Fekat budistlerin ibâdet tarzında göze
çarpan birçok noksanlar vardı. Budistler, Pagoda adını alan ma’bedlerinde toplanıyor ve aşağıdaki sözleri
durmadan tekrarlıyorlardı:
(Buda-karana-Gaçkami-Dama-karana-Gaçkami-sanga-karana-Gaçkami)
Bunun ma’nâsı, bana anlatdıklarına göre,
(Buda, sen bize rehber ol! Sen bize kânûn ol! Sen bizim rûhumuzu yücelt) imiş.
Bu düâ çok sâde, fekat insânı tatmîn etmeyen, onun rûhuna hiçbir te’sîr yapmayan
birkaç sözden ibâret idi. Büyük bir hâlıkdan hiç bahs olunmuyordu.
Hâlbuki, benim müslimân kayıkçımın ibâdeti, ne
kadar güzeldi! Ben, bu sefer kayıkçım ile islâmiyyet üzerinde konuşmağa başladım. Onunla
berâber bulunduğum
sâatlerde, kendisine müslimânlık hakkında pek çok süâller sordum. Bu sâde adam, bana müslimânlık hakkında o kadar
güzel, o kadar mantıkî
cevâblar verdi ki, islâm dîni hakkında yazılmış kitâbları okumağa başladım. Bu kitâbları okuyunca, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellemin Arabistânda, kısa
zemânda neler yapmağa
muvaffak ol-
duğunu,
hayret ve takdîr ile öğrendim.
Kendime müslimân arkadaşlar buldum. Onlarla islâm dîni üzerinde mubâhaseler,
sohbetler yapmağa
başladım. O
sırada
Birinci Cihân Harbi patlak vermişdi. Bana derhal Arabistânda cebheye katılma emri
verildi ve gitdim. Burada artık budistler yokdu. Etrâfımı müslimânlar çevirmişdi. Arablar, ilk
müslimânlardı.
Allahü teâlânın
kitâbı olan
Kur’ân-ı
kerîm, Arabî olarak nâzil olmuşdu. Arablarla olan temâsım, İslâmiyyete
olan merâkımı dahâ ziyâde
artırdı. Harb
bitince, Arabî öğrenmeğe başladım. Bir
tarafdan da, islâmiyyet hakkındaki eserleri okumağa devâm ediyordum. İslâmiyyetde beni kendisine cezb eden
en büyük husûs, müslimânların bir tek Allaha inanışları oldu. Hâlbuki ben, hıristiyan
olarak, tam üç dâne tanrıya
inanmak zorundaydım.
Bu, bana hiç mantıkî
gelmiyordu. Bunu düşündükçe, yavaş yavaş islâmiyyetin çok dahâ doğru bir din
olduğunu
anladım.
Bir tek hâlıka
inanan dînin hak din olabileceğini kabûl etmeğe başladım. Nihâyet 1932 ile 1942 arasında,
Filistinde, 10 sene vazîfe gördükden sonra, müslimân olmağa karâr
verdim. 1942 senesinde resmen müslimân oldum. O zemândan beri, herşeyimle
müslimânım.
Arabların (Mukaddes şehr) adını verdikleri
Kudüsde, müslimânlığımı resmen i’lân
etmişdim. O zemân, İngiliz
ordusunda kurmay binbaşı idim. Müslimân olduğumu i’lân edince, başıma bir takım nâ-hoş
işler geldi. Hükûmetim müslimân olmaklığımı hoş görmemişdi. Ordudan ayrılmak zorunda
kaldım.
Bunun üzerine, evvelâ Mısra,
sonra Pâkistâna giderek müslimân kardeşlerimle birlikde yaşamağa başladım. İslâmiyyet
hakkında
yazılar
yazdım.
Bugün dünyâda 500 milyondan fazla müslimân vardır ve bunlar birbirinin kardeşidir.
Müslimân olmak demek, hakîkî ma’bûd olan Allahü teâlâya îmân etmek ve Ona bağlanmak
demekdir. Ona bağlanmak
için de, Onun büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şeklde
olmak lâzımdır. Şimdi,
bana islâmın
nûrlu yolunu, hâlis ibâdeti gösteren ve beni Allahıma kavuşduran
o basît zan etdiğim,
mütevâzi’ kayıkcının hâtırasını hurmet ile
yâd ediyorum. Hayâtımda
onun gibi, hâlis bir müslimân olmağa çalışıyorum. Böyle yapdıkça, insanın zararlı şeylerden
kendini kurtardığını görüyorum.
Müslimânlar arasında şimdi ben
de, Elhamdülillâh, bir müslimânım. Her ibâdet edişimde, belki de, Allahü teâlânın rahmetine
kavuşmuş olan, mürşidim, eski kayıkcım Şeyh Alî efendiye düâ etmeği, onun
mübârek rûhu için fâtiha okumağı da hiç unutmuyorum.
Bir insan, çocukluğunda
kendisine telkîn edilen bir dinden ayrılıp başka bir din seçecek olursa, bunun yâ hissî,
yâ felsefî veyâ ictimâ’î bir sebebi vardır. Benim içimdeki coşkun arzû, yukarıdaki
sebeblerden hiç olmazsa ikisini karşılayacak bir dîne îmân etmek için beni
zorluyordu. Onun için, tahsîl devremi ikmâl etdikden sonra, dünyâda bulunan
dinlerden hangisine îmân etmek gerekdiğini ta’yîn etmek maksadıyle, bunları birer birer
tedkîk etmeğe
başladım.
Annem ve babam koyu bir katolik ile
bir yehûdî idiler. Fekat her ikisi de katoliklik ve yehûdîlikden vazgeçerek,
protestan olmuşlar ve İngiliz
kilisesine devâm ediyorlardı. Ben mektebde iken, muntazaman İngiliz
kilisesinin âyinlerine devâm etmiş, râhiblerin verdiği dersleri
dinlemişdim. Fekat, onların
bana öğretmeğe uğraşdıkları hıristiyanlık akîdeleri
içinde anlamadığım,
bana ters gelen birçok husûslar vardı. Her şeyden evvel, üç birlikden, ya’nî baba, oğul ve
Rûhulkudsden ibâret bir tanrı manzûmesi, bana o kadar mantıksız geliyordu
ki, buna inanmak mümkin değildi. Benliğim bunu şiddet ile red ediyordu. Sonra, Allaha
kavuşmak için keffâret verilmesi îcâb etdiği hakkındaki kilise akîdesini de, temâmen ma’nâsız buluyordum.
Benim düşündüğüm,
büyük ma’bûd, kullarından
mecbûrî keffâret istemezdi.
Bunun üzerine, yehûdî dînini incelemeğe başladım.
Yehûdîlerin, Allahü teâlânın birliğini ve azametini çok dahâ mantıkî bir tarzda
kabûl etdiklerini ve Ona şerîk koşmadıklarını gördüm. Belki yehûdî dîni, bugünkü hıristiyan dîni
kadar bozulmamışdı. Fekat, bu
dinde de anlamadığım ve
kabûl edemediğim
garîb kısmlar
vardı.
Yehûdî dîni o kadar merâsim, düâ, mecbûrî yapılması gereken ibâdetler ile doluydu ki, eğer dînine bağlı bir yehûdî
bütün bunları
yaparsa, dünyâ işlerine hiç vakt ayıramıyacakdı. Bu merâsimlerden çoğunun,
insanlar tarafından
sonradan dîne ilâve edilen, lüzûmsuz ve mantıksız husûslar olduğunu anladım. Böylece
yehûdîlik, ictimâ’î [sosyal] hayâtdan temâmen ayrılarak, bir ekalliyyet, azınlık dîni hâline
geliyordu. Dünyâya bir fâide sağlıyamıyacağını anladığım yehûdî
dînini, bir tarafa bırakarak,
diğer
dinleri tedkîk etmeğe
başladım.
Hem kiliseye, hem de havraya devâm ediyordum. Fekat bu ziyâretlerim, sırf dinsiz
kalmamak içindi. Yoksa, ben ne hıristiyan, ne de yehûdî idim. İngiliz
kilisesi
yanında
Roma kilisesini, ya’nî katolikliği de biraz tedkîk etdim. Gördüm ki, katoliklerin
i’tikâdları, İngiliz
kilisesine bağlı protestanların i’tikâdlarından dahâ
fazla hurâfelerle doludur. Hele, katoliklerin Papaya bağlı olmaları ve onu
günâhsız
kabûl ederek ona âdetâ yarı ilahlık vermeleri, onlardan dahâ fazla nefret etmeme sebeb
oldu.
Şimdi yüzümü şarka çevirerek, şark
dinlerini incelemeğe
başladım. Mecûsîlerin
dînini hiç beğenmedim.
Çünki bunlar, râhib sınıfına pek çok
imtiyâzlar veriyorlardı.
Paryalara ise, âdetâ hayvan mu’âmelesi yapıyorlardı. Fakîre şefkat elini uzatmak akllarına
gelmiyordu. Onların
fikrince, bir insan fakîrse, bu onun kendi kabâhatiydi. Eğer, hiç ses çıkarmadan,
şikâyet etmeden çile doldurursa, belki râhiblerin düâsı sâyesinde
hâli dahâ iyi olabilirdi. Bu fikri, râhibler ehâlinin kendilerinden korkması ve onlara sıkı sıkı bağlanması için yayıyorlardı. Onun için,
mecûsîliği
nefret ile karşıladım.
Hele mecûsîlerin, hayvanlara da tapması, nefretimi artdırdı. Böyle bir din, hak din olamazdı.
Budistliğe gelince,
budistler felsefî düşünce ve inançlara bağlıydılar.
Onlar bana, eğer
gayret edecek olursam, çok uğraşırsam, gereken fedakârlıkları yaparsam, büyük kudretlere varacağımı ve dünyâ ile
âdetâ kimyâ tecribeleri yapar gibi, oynayabileceğimi söylediler. Fekat budistlikde,
ben hiçbir ahlâk kâ’idesi bulamadım. Burada da râhibler, diğer
insanlardan farklıydılar ve
onlardan çok dahâ yüksek bir mevkı’de bulunuyorlardı. Bana, hakîkaten insanı hayretlere
düşüren birçok ma’rifetler öğretdiler. Fekat bunların din ve Allah ile hiçbir ilgisi yokdu.
Bu ma’rifetler, spor veyâ hokkabazlık yapar gibi
vakt geçirmeğe,
bunları
bilmiyenleri hayrete düşürmeğe yarıyordu. İnsanın rûhunu temizlemekden ve onu Allahü teâlânın rızâsına,
muhabbetine yaklaşdırmakdan
çok uzakdı.
Allahü teâlâ ile ve Onun yaratdığı varlıklarla hiç bir ilgisi yokdu. Biricik fâideleri, insanı tâm disiplin
sâhibi yapmasıydı.
Buda, muhakkak ki çok okumuş, zekî
bir insandı. O,
insanlardan her şey için fedâkârlık istiyordu. (Bir fenâlığa karşı
koyma!), (Bütün arzû ve ihtirâsları terk et!), (Yarını düşünme!) gibi emrlerveriyordu. Îsâ aleyhisselâm
da, aynı
şeyleri söylemiyor muydu? Fekat insanlar, bu gibi emrleri, ancak hıristiyanlığın başında,
dahâ îsevîlik tertemiz iken ta’kîb etmişler, sonra bırakmışlardı. Budistlerde
de, aynı hâli
gördüm. Eğer
insanlar, Îsâ aleyhisselâm veyâ Buda kadar temiz olabilseler, belki onların gösterdiği yollardan giderek
Allahü teâlânın rızâsına
kavuşabilirlerdi. Ama bugün
dünyâda bu kadar temiz rûhlu, yüksek ahlâklı, her fenâ
şeyden seve seve elini eteğini çekebilen, fedâkâr kaç kişi vardı? Demek
oluyor ki, Budanın
koyduğu
ahlâk esâsları,
bugünün insanının düşüncelerine
uymuyordu.
İslâm dünyâsı içinde bulunduğum hâlde, diğer dinleri
araşdırırken, İslâmiyyeti
düşünmeyişim ne garîbdi! Müslimânlık bir dürlü aklıma gelmemişdi. Bunun sebebi ise
âşikârdı:
Müslimânlık
hakkında
bize verilen ma’lûmât, onun hakkında Avrupada yazılan eserler, dâimâ bu dînin çok yanlış, uydurma,
ma’nâsız,
uyuşdurucu, sahte bir din olduğunu iddi’â ediyordu. Hele Rodwellin terceme etdiği Kur’ân-ı kerîm
tercemelerini okuyunca, bende bu fikr hâsıl oldu. Rodwell, Kur’ân-ı kerîmin
birçok kısmlarını anlaşılmaz
bir tarzda terceme ederek, bir büyük kısmını da, bile bile tahrîf ederek, onu büsbütün başka bir
şekle çevirmişdi. Hakîkati ancak Londrada (İslâm Cem’iyyeti) ile temâs edince ve doğru bir
Kur’ân-ı
kerîm tercemesi okuyunca anlıyabildim. Burada, şunu teessüf ile söyliyeyim ki,
müslimânlar bu güzel dinlerini dünyâya tanıtmak için pek az gayret sarf etmekdedirler. Eğer hakîkî
islâmiyyeti, dikkatle ve bilerek bütün dünyâya yaymak için çalışırlarsa,
emînim ki, çok iyi netîceler alacaklardır. Yakın şarkda, ecnebîlere karşı hâlâ çekingenlik
gösterilmekdedir. Onlarla temâs ederek, onları aydınlatmak yerine, onlardan kâbil olduğu kadar uzak
durmak tercîh edilmekdedir. Bu çok hatâlı bir hareketdir. En büyük misâl, benim. Çünki,
bir dürlü İslâm
dîni ile ilgilenemiyordum. Bereket versin ki, bir gün çok muhterem ve kültürlü
bir müslimânla tanışdım. Benimle
ahbâb oldu. Beni dikkat ile dinledi. Bana bir müslimân tarafından İngilizceye
çevrilmiş bir Kur’ân-ı
kerîm tercemesi hediyye etdi. Sorduğum bütün süâllere çok güzel ve mantıkî cevâblar
verdi. 1945 senesinde beni alıp bir câmi’e götürdü. Hayâtımda ilk def’a orada ibâdet eden
müslimânları
büyük bir dikkat ve hurmet ile seyretdim. Allahım, bu ne muhteşem ve ulvî bir manzara
idi! Her ırkdan,
her milletden, her sınıfdan insanlar
ibâdet ediyorlardı.
Fekat hepsi Allahü teâlânın
huzûrunda hiçbir fark gözetmeksizin yanyana gelmiş, kendilerini temâmen Allahü
teâlâya adamışlardı. Zengin bir
Türkün yanında
çok fakîr, âdetâ, bir dilenci kıyâfetinde bir Hindli bulunuyordu. Onun yanında da, bir
tüccâr olduğunu
zan etdiğim
bir Arab vardı.
Onun yanında
da, bir zenci yer almışdı. Bunların hepsi,
büyük bir huşû’ ile ibâdet ediyorlardı. Aralarında hiçbir fark yokdu. Onlar Türklüklerini,
Hindliliklerini, Arablıklarını, zenginliklerini,
fakîrliklerini, mevki’lerini, rütbelerini temâmen unutmuş, kendilerini Allahü
teâlâya tevcîh etmişlerdi. Kimse, kendisini kimseden üstün
görmüyordu. Zengin fakîri küçük görmüyor, yüksek
rütbeliler de diğerlerine
tekebbür etmiyordu.
Ben, bütün bunları gördükden
sonra, aradığım hak
dînin islâm dîni olduğunu
anladım.
Şimdiye kadar diğer
bütün dinleri incelediğim
hâlde, hiç birisi, benim üzerimde böyle te’sîrli olmamışdı. Fekat,
müslimânlığı
böyle yakından
görünce ve müslimânlığın
esâsını öğrenince, bu
hak dîni tereddüdsüz kabûl etdim.
Şimdi müslimân olduğum için
iftihâr ediyorum. İngilterede
üniversitede (İslâm
Kültürü) derslerini ta’kîb etdim ve gördüm ki, Kurûn-u vüstâ [Orta çağ]da Avrupa
müdhiş bir karanlık
içinde iken, ancak islâm nûru, bu zulmeti aydınlatmağa muvaffak olmuşdur. Birçok büyük
keşfler, müslimânlar tarafından yapılmış,
birçok ilm ve fen ve tıb
bilgileri Avrupalılara,
islâm Dâr-ül-fünûnlarında
[Üniversitelerinde] öğretilmiş,
birçok cihangirler islâm dînini kabûl ederek büyük devletler kurmuşlardır.
Müslimânlar yalnız
büyük bir medeniyyet kurmakla kalmamış, hıristiyanlar tarafından tahrîb edilen eski
medeniyyetleri de, yeniden meydâna çıkarmışlardır. Benim müslimân olduğumu öğrenen
arkadaşlarım,
bana, (Sen şimdi gerici oldun) dedikleri zemân, ben gülümsiyerek, (Temâmen
aksine, Müslimânlık
gericilik değil,
ileri medeniyyet demekdir) diyor ve onlara hakîkî müslimânlığı anlatıyordum. Ne
yazık ki,
bugün müslimânlar çok geri kalmışdır.
Çünki müslimânlar, kendi dinlerinin ne kadar yüksek bir din olduğunu gitdikçe
unutmakda ve onun emrlerini yerine getirmeği ihmâl etmekdedirler. Bunda kabâhatin bir kısmı da, hakîkî
din ve fen âlimi, dünyâyı da
iyi bilen müslimân din adamlarının çok
az mevcûd oluşudur.
İslâm memleketlerinde hâlâ, büyük bir
müsâfirperverlik bulunur. Bir müslimânın evine gidince, o sizi tanısın veyâ tanımasın, kapılarını açar ve
hemen imdâdınıza koşar.
Çünki, islâm dîni, başkalarına yardım etmeği emr eder. Zenginin fakîre yardım etmesi,
servetinin bir kısmını yoksullara
vermesi, islâm dîninin beş büyük esâsından biridir. Bu, başka hiçbir dinde yokdur.
Demek oluyor ki, islâm dîni bu asrın ictimâ’î [sosyal] hayâtına en uygun
olan dindir. Onun içindir ki, islâm memleketlerinde komünizme yer yokdur. Çünki
islâm dîni, bu mes’eleyi çok dahâ evvelden ve çok dahâ esâslı olarak hâl
etmişdir.
İnsana sadâkat yaraşır,
görse de ikrâh,
Yardımcısıdır doğruların hazret-i Allah.
Ben hayâtımın büyük bir kısmını denizlerde
geçiren ve 1914 de Birinci Cihân Harbine ve 1939 da İkinci Cihân
Harbine, İngiliz
deniz subayı
olarak katılmış bir
bahriyeliyim.
Yirminci asrın en mükemmel
âlet ve makinaları
bile, tabî’atın
korkunç kuvvetlerine karşı koyacak evsâfda değildir. En basît bir misâl vereyim.
Sis ve fırtınaya mukavemet
için elimizde hiçbir imkân yokdur. Bir harb zemânında ise, bu tehlükelere dahâ birçok
tehlükeler ilâve olur. Bir bahriyelinin, dâimâ dikkatli olması lâzımdır. İngiliz
Bahriyyesinde, Kraliçenin Ta’limâtı ve Amirallik Dâiresinin koyduğu ta’lîmâtı ihtivâ eden
bir kitâb mevcûddur. Bu kitâbda, her deniz subayına düşen vazîfeler, tehlüke ânında yapılacak işler
kayd edilmiş olduğu
gibi, vazîfesini iyi yapanlara verilecek mükâfâtlar, iyi hareket edenlere
verilecek takdîrnâmeler, para mükâfâtları, ma’aş ve ücretler, bir subayın ne zemân
emekli olacağı yazılıdır. Aynı zemânda,
kabâhatli olanlara verilecek cezâlar, emrlere karşı gelenlere yapılacak hareket
tarzı v.s.
de birer birer kayd edilmişdir. Eğer bu kitâba dikkat ile riâyet olunacak olursa,
denizde hayât gâyet râhat ve muntazam geçer, tehlüke çok azalır ve deniz
subayları
sâkin ve bahtiyâr yaşarlar.
Allahü teâlâ, kusûrumu ve günâhımı afv etsin!
Aradaki büyük farkı hiç
bir zemân unutmıyarak
ve hurmetde kusûr etmiyerek, ben Kur’ân-ı kerîmi, işte bu kitâba benzetiyorum. Kur’ân-ı kerîmde, bu
esâsları
koyan Allahü teâlâdır. O,
dünyâ üzerinde bulunan bütün erkek, kadın ve çocuklara nasıl hareket etmeleri îcâb etdiğini,
tehlükenin nereden geleceğini
ve ona karşı ne yapmak lâzım olduğunu, iyi hareket edenlerin nasıl mükâfâtlandırılacağını ve fenâ
hareket edenlerin nasıl
cezâlandırılacağını, son
derecede açık ve
güzel bir şeklde ve herkesin anlıyacağı bir tarzda öğretmekdedir. Son 11 senedir, emekliye ayrıldıkdan sonra,
bağçemde
çiçek yetişdiriyorum. İşte
asl bu zemân, Allahü teâlânın büyüklüğünü, bir kerre dahâ yakından gördüm. Nebâtlar ve çiçekler,
ancak Allahü teâlânın
emri ile yetişmekde ve büyümekdedir. Onun emri olmadan dikdiğiniz hiçbir
şey yetişmez. Ne kadar uğraşırsanız uğraşınız, ne
yaparsanız yapınız, sizin uğraşmalarınız, ancak Onun
yardımı ile bir
netîce verir. Bu yardım
yoksa, gayretlerimiz boşa gider. Nebâtların neşvü nümâsı [ya’nî yetişmesi] için lâzım olan hava
şartlarını evvelden
ta’yîn etmek kimsenin elinde değil-
dir. Allahü teâlânın bir emri ile hava bozulur ve ekdiğiniz herşey
mahv olur. İnsanlar
hava şartlarını evvelden
tahmîn edebilmek için, birçok şey yapdılar. Bugün güyâ havanın nasıl olacağı evvelden
haber veriliyor. Ben, buna ancak gülüyorum. Zîrâ, bu hava tahmînlerinden ancak
yüzde biri doğru çıkmakdadır. Bu işde
ancak Allahü teâlânın
takdîri hâsıl
olur. Allahü teâlânın
emrine uymıyanların bağçelerinde
güzel çiçekler yetişmiyor. Bu, Allahü teâlânın onlara verdiği cezâdır.
Ben, Kur’ân-ı kerîmin
Allah kelâmı olduğuna ve Allahü
teâlânın bu
mukaddes kitâbı
dünyâya yaymak için, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemi seçdiğine, bütün
kalbimle îmân ediyorum. Kur’ân-ı kerîm, dünyâdaki insan hayâtı ile tam bir
tevâfuk hâlindedir ve içinde hiçbir mübâlağa ve hurâfe olmayan, temâmen mantıkî, aklı başında
olanların,
temâmen sahîh, doğru
olduğuna
inanacağı
kâ’ideler vardır.
Kur’ân-ı
kerîmde, ibâdet korkuya değil, muhabbete ve hurmete bağlanmışdır.
Bir hıristiyan, hıristiyanlık muhîti ve
te’sîri altında
uzun seneler kalınca,
dîninden vazgeçip müslimân olmak için, evvelâ iknâ’ olunmak ister. Fekat ben,
islâmiyyeti tedkîk etdikden sonra, başkası tarafından iknâ’ edilmek lüzûmunu his etmedim. Çünki,
kendiliğimden
bu dînin hak bir din olduğuna
inanmışdım. Kimse beni
müslimân yapmağa
zorlamadı.
Kimsenin te’sîri altında
kalmadım.
Müslimânlık,
benim hıristiyanlıkda cevâbını bulamadığım birçok
şübheleri hemen cevâblandırmış, beni her
husûsda tatmîn etmişdi. İşte
bunun için, kendi kendime ve seve seve müslimân oldum.
Ben, farkına vardım ki, Îsâ
aleyhisselâmın
getirdiği
temiz din ile İslâmiyyet,
aslında
birbirinin aynıdır. Fekat
temiz nasrânî dîni, birçok hurâfelerle, puta tapanlardan alınmış yanlış âyin ve
i’tikâdlarla karışarak,
temâmen bozulmuş ve hıristiyanlık hâline
gelmişdir. O kadar ki, Martin Luther bu hurâfelerin çoğunu
temizliyerek, dinde reform yapmak ve protestanlığı kurmak zorunda kalmış, fekat,
islâh edeyim derken, büsbütün ifsâd etmişdir. İngiliz kraliçesi birinci Elizabeth,
memleketini tehdîd eden katolik İspanyollar ile mücâdele ederken, Osmânlı Türkleri de
Avrupada katoliklerle cihâd ediyordu. Bu iki devlet de, protestan ve müslimân
olarak, puta tapan katoliklerle mücâdele ediyorlardı. Yalnız Martin
Luther, farkına
varmamışdı ki, Muhammed
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kendisinden tam 900 sene evvel bozulmuş hıristiyan dîni
ile diğer
bütün dinleri temâmiyle temizlemiş, tasfiye etmişdi.
Bugün, hıristiyanlık putlar ve
hurâfelerle doludur. Hıristiyan-
lık,
uzun zemânlar haksızlığın, zulmün,
vahşetin, âdetâ mubâh görüldüğü bir din olarak kalmış ve bugün bu korkunç hüviyyetini temâmen muhâfaza
etmekdedir. İspanyada
hıristiyanların, Engizisyon
mahkemelerinde ne kadar haksız karârlar verdiklerini, ne gibi vahşetler yapdıklarını hâtırlamanızı isterim.
Onların bu
vahşetinden kaçan yehûdîleri, ancak müslimân Türkler kabûl etdiler ve onlara
insan mu’âmelesi yapdılar.
Îsâ aleyhisselâm, ümmetinden, Allahü
teâlânın
Tûr-i Sînâda [Sînâ tepesinde] Mûsâ aleyhisselâma teblîg etdiği Evâmir-i
Aşereye [On emre] itâ’at etmeği istemişdi. Bu emrlerden birincisi şudur: (Ben senin
Allahınım. Benden
başka hiç bir ilaha tapmayacaksın!) Hâlbuki hıristiyanlar, Allahü teâlâyı üçe çıkarmışlar, ya’nî
Allahü teâlânın
verdiği ilk
emre muhâlefet etmişlerdir. Ben, müslimân olmadan evvel bile, üç tanrıya inanmadım. Allahü
teâlâyı
dâimâ tek, merhametli, afv edici, hidâyet yolunu gösterici, bir büyük varlık olarak
kabûl ediyordum. İşte
beni müslimânlığa
götüren en büyük sebeb, bu oldu. Çünki müslimânlar, Allahü teâlâya tam benim
düşündüğüm
gibi îmân ediyorlardı.
Hayâtdaki yaşama tarzınız temâmen
sizin elinizdedir. Eğer
siz, bir muhâsebeci iseniz ve mal sâhibinin kasasından para aşırırsanız, sizi
yakalar ve habse sokarlar. Kaygan bir yoldan giderken dikkat etmezseniz,
yuvarlanır ve
bir tarafınızı kırarsınız.
Otomobilinizi çok sür’at ile sevk eder ve bu sebeb ile bir kazâ yaparsanız, bundan
yine siz mes’ûl olursunuz. Bütün bu kabâhatleri, başkasının üstüne
yüklemeğe
kalkmak, büyük bir ahlâksızlıkdır. İnsanların fenâ huylu
olarak doğduklarına inanmıyorum. İnsanlar,
muhakkak iyi huylu olarak doğmuşdur. İnsanların ba’zılarının, fenâ rûhlu
olarak dünyâya geldiğini
iddi’â edenler var ise de, bunlara inanmıyorum. Bence, insanı fenâ rûhlu yapan, önce, anası babası, sonra
muhîti [çevresi], zararlı
neşriyyât ve sonra fenâ arkadaşlarıdır. Buna bir de zararlı muallimleri eklemek gerekir. Çocuklar, baba ve
analarının ve
mektebdeki muallimlerinin ve yazarların hareket ve fikrlerine çok kıymet verirler
ve onlara benzemeğe çalışırlar. Ba’zan
çocukların,
bilinmeyen sebeblerden ötürü isyân etdikleri veyâ lüzûmsuz yere ortalığa zarar verdiği görülür. O
zemân, onlara nasîhat vermek, onları tatlılıkla, fekat ciddiyetle yola getirmek lâzımdır. Fekat, biz
çocuklarımıza fenâ örnek
olursak, kendimiz fenâ hareketler yaparsak, onları yapdıkları hareketin doğru olmadığı husûsunda
iknâ edemeyiz. Biz her dürlü kabâhati işlersek, bunların kötü şeyler
olduğunu
çocuklarımıza nasıl
anlatabiliriz? Demek oluyor ki, her şeyden evvel çocuklarımıza
mükemmel bir nümûne olmalıyız. Îcâbında onları cezâlandırabilmeliyiz. İngilizlerin sporcu olduğunu
bilirsiniz. Spor bizde âdetâ kutsaldır. Spor yaparken, yanlış hareket
eden, hele hîle yapan, hemen cezâlandırılır ve
şerefinden çok şey gayb eder. İslâm dîni, insanlar için tıpkı bizim spor kâ’ideleri gibi çok güzel ve mantıkî hareket
tarzı ve
doğru
yaşama kâ’ideleri koymuşdur. İşte ben de, İslâm dînini tedkîk ederken, konulan bu kâ’idelere
hayrân oldum. Bu mantık ve
intizâm da beni hak olan islâm dînine kavuşdurdu.
On emrin ikincisi şudur: (Sen, tapınmak için,
hiçbir put veyâ resm veyâ işâret yapmıyacaksın.) Hâlbuki, bugün hıristiyan
kiliseleri resmlerle, heykellerle doludur ve hıristiyanlar bunların önünde
yerlere kadar eğilirler!
Ben, Îsâ aleyhisselâmın
mu’cizeleri, [hıristiyanların i’tikâdınca] haç
üzerinde öldürülmesi, kabre konuldukdan sonra tekrar dirilip göğe çıkması gibi
mu’azzam hâdiselerin, o zemân Filistinde bulunan yehûdîler, Romalılar ve diğer insanlar
üzerinde çok az bir etki yapdığına ve oradaki hayât tarzını hiç değişdirmediğine dâimâ hayret etmişdim. Yehûdîler Îsâ
aleyhisselâma çok kaydsız
kalmış ve hıristiyanlık ancak yüzyıllar sonra
yayılmağa başlamışdır. Hâlbuki,
Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin teblîg ve neşr etdiği İslâm dîni,
çok kısa
zemânda her tarafa yayılmış, oralardaki
hayât tarzını hemen değişdirmiş, yarı vahşî
insanları kısa zemânda,
medenîleşdirmişdir. Zan ediyorum ki, bunun sebebi, îsevî dîninin kısa zemânda
bozularak, anlaşılması güç,
yarı
putperest yeni bir hıristiyan
dîni hâlini alması,
islâm dîninin ise, herkes tarafından anlaşılabilen mantıkî bir din olmasıdır. 1919 ile
1923 arasında,
bana Türk sularında
vazîfe verildi. Müslimânlarla görüşdüm. Her gün minârelerden duyduğum (Ancak bir
Allahü teâlâ vardır.
Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Onun resûlüdür) sesi kulağıma ne hoş
geliyordu! İslâmiyyet
hakkında
okuduğum İngilizce
kitâblardan çoğu, İslâmiyyeti
tahkîr ediyordu. Hele son üçyüz sene içinde, aynı zemânda halîfe olan Türk sultânlarının yapdıkları iddiâ edilen
birçok fenâ hareketleri, haksızlıkları, Türklerin
yalancılığı, düzenbazlığı, rüşvete
düşkün olmaları, azınlıklara fenâ
mu’âmele etmeleri gibi iftirâlar, hep onların aldığı islâm terbiyesine isnâd ediyor, bir
müslimânın hiç
bir zemân bir hıristiyan
gibi dürüst olmıyacağını ileri
sürüyordu. Acabâ kabâhat hakîkaten İslâm dîninde miydi? Ben buna inanmıyordum.
Nihâyet bu husûsda bilgi edinmek için, bir müslimân din adamına mürâce’at
etmeğe
karâr verdim. Bir tarafdan da İslâmiyyet hakkında müslimânlar tarafından yazılmış eserleri
aradım. İn-
gilterede bulunan müslimân din adamları, bana böyle
eserler bulup yolladılar.
Bu kitâbları
okuduğum
zemân, islâmiyyetin ne kadar temiz olduğunu, Ortaçağda nasıl parladığını, karanlık hıristiyan âlemini nasıl aydınlatdığını, fekat
zemânla dîne ri’âyetsizlik yüzünden, islâm âleminin nasıl za’îflediğini, şimdi
onu yine eski hakîkî hâline getirmek için uğraşıldığını öğrendim. Bugünkü ilmî terakkîler hıristiyan
dîninde yer bulamaz. Hâlbuki, islâmiyyet ile tam bir ittifak hâlindedir. Demek
oluyor ki, islâm âleminin gerilemesinde kabâhat, islâm dîninde değil, bu güzel
dîni lâyıkı ile tatbîk
edemeyen bugünkü müslimânlardadır. Artık islâm dîninin meziyyeti hakkında hiçbir
şübhem kalmamışdı. Seve seve,
îmân ederek müslimân oldum.
Bugün Avrupada ba’zı filozoflar,
muharrirler, dinlerin lüzûmsuz olduğunu ileri sürerler. Emîn olunuz ki, böyle bir
fikrin hâsıl
olmasına
sebeb, hıristiyan
dîninin akla uymaz kâ’ideleri ve 20. asrda kabûl olunamıyacak
hurâfeleridir [ya’nî bâtıl
akîdeleridir]. Hâlbuki islâm dîninde bunların hiçbiri yokdur.
Hıristiyanlar, İslâmiyyeti kabûlümün sebebini bir dürlü anlıyamamakda ve
müslimân olanlara (eksantrik = Kimseye uymıyan bir yol tutanlar) demekdedirler. Bu temâmiyle
yanlış bir
düşüncedir.
En son olarak şunu söyliyeceğim: Ben
islâmiyyeti hem teorik, hem pratik, anlaşılması kolay ve mantıkî ve her bakımdan mükemmel
bir din olduğu ve
insanlara iyi bir rehber olduğu için seçdim. İslâm dîni, insanı Allahü teâlânın rızâsına, dünyâ ve
âhiret se’âdetine götüren en doğru yoldur ve kıyâmete kadar böyle kalacakdır.
Niçin müslimân olduğum hakkında sorduğunuz süâle
aşağıda kısa bir cevâb
vermek istiyorum. Din ve îmân hakkında size uzun bir konferans verecek değilim. Din ve
îmân insanın
rûhunda doğan,
her şeyden temâmen farklı bir
meziyyetdir. Tıpkı çölde kalmış bir insanın susamasına benzer. İnsanların muhakkak
istinâd edecek, güvenecek, kendisine rehber olacak bir îmâna mâlik olması lâzımdır. Ben, önce
din târîhlerini tedkîk etdim. İnsanları dîne da’vet eden zâtların hayâtlarını ve onların ne öğretdiklerini
dikkat ile okudum. Anladım ki,
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” başlangıçda, öğretdiği esâs kâ’ideler zemânla bozulmuş ve
büsbütün başka şekllere dönmüşdür. Bunlardan ancak pek az
doğru kısmı günümüze
kadar devâm edebilmişdir. Bu büyük, seçilmiş insanların hayâtlarına dürlü
dürlü efsâneler karışdırılmış, yapdıkları işler bize
büsbütün başka ve esrârla dolu bir şeklde intikâl etmişdir. İşte bunların yanında yalnız İslâm dîni,
intişâr etdiği
günden bugüne kadar aynı saflığı, aynı temizliği muhâfaza
etmiş, içine hiç bir hurâfe ve efsâne katılmadan, günümüze kadar devâm etmişdir. Kur’ân-ı kerîm,
Muhammed aleyhisselâm zemânında ne ise, bugün de odur. Bir kelimesi bile değişmemişdir. Muhammed
aleyhisselâmın
mübârek sözleri, kendi ağzından çıkdığı şeklde,
hiçbir tehavvüle uğramadan
günümüze vâsıl
olmuşdur.
Allahü teâlâ, lüzûm gördükçe,
insanlara Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” göndermişdir. Bunlar
birbirini temâmlar. Diğer
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” öğretdiği husûsların değişdirilmiş ve
başka şekllere sokulmuş olduğu göz önünde tutulursa, en temiz, en saf ve en doğru kalan İslâm dînini
kabûl etmekden dahâ mantıkî ne
olabilir? Esâsen, kendime sâde, fâideli ve içinde mantığa uymıyan hurâfeler
katılmamış bir hak din
arıyordum.
İslâm
dîni, böyle bir ilâhî dindir. İslâm dîni, Allahü teâlâya ve komşularıma ve sâir
insanlara karşı olan vazîfelerimi bir bir göstermekdedir. Bütün dinlerden
maksad bu olduğu
hâlde, onlarda bu husûs için anlaşılmaz felsefî akîdeler konulmuşdur. Hâlbuki,
islâm dîninde bu husûsda herkesin anlıyabileceği, sâde, mantıkî, inandırıcı,
fâideli kâ’ideler vardır.
Ben, dünyâda ve âhiretde, huzûr ve selâmete kavuşmak için, neler yapmak îcâb etdiği hakkındaki
bilgileri, ancak İslâm
dîninde buldum. Onun için müslimân olmakla şereflendim.
1931 senesinde doğdum ve 6
yaşında ilk mektebe gitmeğe
başladım.
Yedi sene sonra, ilk mektebi temâmlıyarak, orta kısma devâm etdim. Âilem beni katolik terbiyesi ile
yetişdirdi. Sonradan, Anglikan kilisesine bağlandım. En sonunda, Anglo-katolik oldum. Bütün bu
tehavvüller esnâsında,
hep aynı
şeyle karşılaşıyordum. Hıristiyanlık, insanın normal
günlük hayâtından
temâmen ayrılmış, yalnız Pazar
günleri giyilen ve onun için sandıkda saklanan bir elbiseye benzemişdi. İnsanlar, hıristiyanlık dîninde
aradıklarını bulamıyorlardı. Hıristiyan
dîni, insanları
kiliseye dürlü renkli ışıklar,
resmler, günnük kokuları,
zevkli müzik ve Azîzler
için yapılan dürlü parlak merâsim ve düâlarla bağlamağa çalışıyor. Fekat,
insanları bir
dürlü toplamağa
muvaffak olamıyordu.
Çünki hıristiyan
dîni, yalnız
efsânevî husûslarla meşgûl oluyor, kilise dışındaki olan bitenle hiç alâkası olmuyordu. İşte bunun
için, ben hıristiyanlıkdan temâmen
nefret etdim ve yaldızlı reklâmlarla
medh olunan komünistlikle faşistliği tecribe etmeğe karâr verdim.
Komünist olurken, komünistlikde sınıf farkı olmadığına inanmış ve buna çok
sevinmişdim. Fekat zemân geçdikçe, komünistlerin, sınıfsız olmak şöyle
dursun, âdetâ bir esîr hayâtı yaşadıklarını,
içlerindeki küçük bir zümrenin diğerleri üzerine zulm ve işkence yapdığını, kimsenin
birşey söylemeğe
hakkı
olmadığını ve ufak ve
haklı bir
i’tirâzda bulunsa, hemen cezâlandırıldığını ve bu
cezâlandırmanın ölüme kadar
gitdiğini
dehşet ile gördüm. Komünizmin hakîkî yüzü hakkında, bize Stalin en bâriz bir
misâldir. Bunun üzerine komünistliği bırakarak, faşist olmağa karâr
verdim.
Faşistlikde gördüğüm disiplin
ve intizâmı, çok
beğendim.
Fekat faşistler, ancak kendilerini beğeniyorlar. Kendilerinin dışında olan
bütün insanları,
başka ırkları hakîr
görüyorlardı.
Burada da, zulm, ızdırab, haksızlık ve tahakküm
vardı.
Birkaç ay içinde, faşistlikden de, temâmen nefret etdim. Çünki, İngilterede
Mosley, Almanyada Hitler, İtalyada Mussolini, tâm bir terör, merhametsiz ve keyfî
bir zulm nümûnesi olmuşlardı. Fekat buna rağmen, faşistlikden ayrılamıyordum. Çünki
başvuracak başka bir yer kalmamışdı.
Bu sırada, rûhî ızdırâblar arasında çırpınırken, bir
kitâb satıcısında, (The İslamic Review
= İslâm
Mecmû’ası) adında bir dergi
gördüm. Bunu biraz karışdırdım. Bedeli 2
şilin 6 pens olan (bugünkü para ile 15 lira) ve benim için çok pahalı sayılan bu
mecmû’ayı,
niçin satın aldığımı hâlâ anlıyamıyordum. Kendi
kendime, (Beyhûde para sarf etdim. Her hâlde bunun içindekiler de hıristiyanların,
komünistlerin, faşistlerin söyledikleri ve iki para etmiyen laflara benzer)
diye düşünüyordum. Fekat mecmû’ayı dikkat ile okumağa başlayınca, şaşırıp kaldım. Okudum,
bir kerre, bir kerre dahâ okudum. O zemân islâmiyyetin, hıristiyanlığın ve sonu
(izm) ile biten bütün ideolojilerin en iyi taraflarını kendinde
toplayan mükemmel bir din olduğunu gördüm ve anladım. Fakîrliğime rağmen, bu mecmû’aya abone oldum. Birkaç ay sonra,
müslimân olmağa
karâr vermişdim. O günden beri, yeni dînime iki elle sarılmış bulunuyorm.
Üniversiteye girer girmez, Arabî öğrenmeğe başlayacağımı ümmîd
ediyorum. Şimdiki hâlde, Latince, Fransızca ve İspanyolca öğreniyor ve (İslâm Mecmû’ası)nı okuyorum.
Ben, İrlandalı olmama ve İrlandalıların çoğunun katolik
dînine bağlı bulunmasına rağmen,
protestan mezhebinde yetişdirildim. Fekat, dahâ çocuk yaşında iken, hıristiyanlık hakkında bana öğretilen
şeyleri hiç beğenmiyor,
bunların doğruluğundan şübhe
ediyordum. Üniversiteye başlayıp, birçok yeni ilmler öğrenince, şübhem artık kanâ’ate
vardı. Hıristiyan
dîni, artık
bana hiçbir şey vermiyordu. Ondan temâmen nefret etdim ve ona inanmıyordum. İçimdeki,
(beni hak yola kavuşduracak bir rehberi aramak) arzûsu, o kadar şiddetliydi ki,
bir müddet, düşündüğüm
tarzda bir i’tikâd yolu kurmuş ve bununla kendimi tatmîn etmeğe çalışmışdım. Bu karışık rûh hâleti
oldukça uzun sürdü. Birgün, elime (İslâm ve Medeniyyet) isminde bir kitâb geçdi. Bunu
okuyunca, büyük bir hayret ve sevinç ile gördüm ki, aklımdan geçen
bütün ümmîdler, süâller ve bunların cevâbları, bu kitâbda mevcûd idi. Hıristiyan fırkalarının zulm ve
baskılarına karşı
islâm dîninin huzûr dolu, canlı kâ’ideleri, beşeriyyete doğru yolu göstermişdi. İslâm
memleketlerindeki ilm ve medeniyyet kaynakları, karanlık ve vahşet
içinde bulunan Avrupaya nûr saçmışdı. Hıristiyanlıkla kıyaslandığı zemân, islâm
ne kadar mantıkî,
fâideli bir din idi.
İslâmiyyetde beni, ilk görüşde kendisine hemen bağlıyan husûs, hıristiyanlıkda bulunan (İnsanların günâhkâr
olarak doğduğu ve dünyâda
keffâret vermek mecbûriyyeti bulunduğu) akîdesinin islâm dîninde red edilmesiydi.
Sonraları,
islâmiyyetin insânî, medenî diğer ahkâmını öğrenerek, bu
dînin büyüklüğüne
hayrân oldum. İslâmiyyetde
zengin, fakîr ayrılığı yokdu. İslâmiyyetde
her ırkdan,
her renkden, her dilden insanlar birbirinin kardeşi sayılıyordu. İslâmiyyet,
insanların
aralarındaki
servet, mevkı’, ırk, memleket,
renk farklarını bir hamlede
yıkıyordu. İşte bunun için
müslimân oldum.
Allahü teâlâya hamd-ü senâ ile söze
başlıyorum.
Allahü teâlâdan başka bir ma’bûd bulunmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın Onun kulu
ve resûlü olduğuna
şehâdet ederim.
Bundan beş sene evvel müslimânlarla
görüşdüm. Dostlarım-
dan biri, birgün, Kur’ân-ı kerîmi merak etdiğini ve onu
okumağa
başladığını söylemişdi.
O zemâna kadar, Kur’ân-ı
kerîm hakkında
hiçbir şey bilmiyordum. Arkadaşımın Kur’ân-ı kerîm okumağa başladığını öğrenince, onun yanında küçük düşmemek için ben de
Kur’ân-ı
kerîmi tedkîk etmeğe karâr
verdim ve İsveççe
bir Kur’ân-ı
kerîm tercemesini bulmak için şehrimizin kütübhânesine mürâce’at etdim. Oradan,
böyle bir terceme buldum ve okumağa başladım. Kütübhâneden aldığım bir kitâbı ancak onbeş
gün yanımda
tutabiliyordum. Fekat, Kur’ân-ı kerîm, benim üzerimde o kadar büyük bir te’sîr yapdı ki, onbeş
gün kâfî gelmedi. Kitâbı geri
verdikden birkaç gün sonra, tekrar kütübhâneye gidiyor ve onu tekrar alıyordum.
Böylece, her 15 günde bir geri vererek ve birkaç gün sonra tekrar alarak, bu
Kur’ân-ı kerîm
tercemesini def’alarca okudum. Kur’ân-ı kerîmi okudukça, ona hayrân oluyor ve müslimânlığın hakîkî din
olduğuna
inanmağa
başlıyordum.
1950 senesi Kasım ayında, artık müslimân
olmağa
karâr vermişdim. Fekat islâmiyyetin hakîkî ma’nâsına vâkıf olmak ve onun derinliğine nüfûz
etmek için biraz dahâ beklemek ve bu dîni biraz dahâ tedkîk etmek istiyordum.
Bunun için, Stockholmda umûmî kütübhâneye giderek, islâm dîni hakkında yazılmış eserleri
araşdırdım. Bu eserler
arasında,
Muhammed Alînin Kur’ân-ı
kerîm tercemesini buldum. Muhammed Alînin, Kadıyânî ve Ahmedî denilen bir sapık teşkîlâtın mensûblarından olduğunu sonradan
öğrendiğim hâlde, bu
kifâyetsiz kimsenin yapmış olduğu tercemeden
bile, çok fâidelendim. Artık müslimân olmak için hiç bir şübhem kalmamışdı. Müslimânlarla
görüşmem işte o zemân başladı. 1952 senesinden i’tibâren onlarla birlikde ibâdetlere
iştirâk etdim. Büyük bir tâli’ eseri olarak, Stockholmda müslimânlar tarafından te’sîs
edilmiş bir cem’iyyet buldum. Onlarla tanışdım. Onlardan da, birçok şeyler öğrendim. 1372
hicrî senesinin Ramezân bayramında İngiltereye gitdim ve bayramın birinci günü (Woking) câmi’inde
resmen müslimân oldum.
Müslimânlıkda beni
kendisine en çok cezb eden şey, müslimânlığın son derece mantıkî bir din
olmasıdır. İslâmiyyetde,
akl-ı
selîmin kabûl etmediği
hiçbir şey yokdur. İslâmiyyet,
Allahü teâlânın bir
olduğuna
inanmağı emr
eder. Allahü teâlâ gafûr ve rahîm (afv edici ve çok merhametli)dir. İnsanlara
râhat ve huzûr içinde yaşıyabilmeleri için, her an sayısız lutf ve
ihsânlarda bulunur.
İslâm dîninde en çok sevdiğim şeylerden
biri de, islâm dîninin
yalnız Arabların dîni olmayıp, bütün insanların dîni olmasıdır. Allahü
teâlâ, bütün âlemlerin rabbidir. Hâlbuki yehûdîler, kendi kudsî kitâblarında, hep (İsrâîlin Allahı)ndan bahs
ederler. Ya’nî, Allahü teâlâyı sırf
kendilerine tahsîs ederler.
Yine İslâm dîninde sevdiğim bir husûs,
bu dînin şimdiye kadar gelen bütün Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” kabûl etmesi, hepsine hurmetkâr olması ve başka
dîne inananlara büyük bir şefkat ile mu’âmele etmesidir. Bir müslimân, temiz
olan her yerde, tarlada, hattâ bir kilisede bile nemâz kılabilir.
Hâlbuki bir hıristiyan,
bir câmi’in yanına
bile yaklaşmaz.
İslâmın en doğru ve en son din, Muhammed aleyhisselâmın da en son
Peygamber olduğunu,
Kur’ân-ı
kerîm, ne güzel ta’rîf etmekdedir:
Mâ’ide sûresinin üçüncü
âyetinde meâlen, (Bugün, dîninizi
kemâle erdirdim. Size olan ni’metlerimi temâmladım ve sizin için din olarak İslâmı seçdim)
buyurulmuşdur.
Âl-i İmrân
sûresi ondokuzuncu âyetinde meâlen, (Ve, kat’î olarak biliniz ki, Allahü teâlâ katında din, İslâmiyyetdir)
buyurulmuşdur.
Niçin müslimân oldum? Çünki islâm dîni, Allahü teâlânın birliğini, ölümden sonra, ikinci bir hayât olduğunu, kıyâmet günü, insanların dünyâda yapdıkları işler için muhâkeme edileceğini bildirmekdedir. Sevgiyi, doğruluğu, dürüstlüğü ve son derece temiz ahlâklı olmağı emr etmekdedir. Bütün bunlar, bir insanın hak yolda râhat ve huzûr içinde yaşaması için en lüzûmlu olan husûslardır. Bunlar, hiçbir dinde bu kadar açık ve vecîz olarak bildirilmemişdir. İslâmda, sadâkat [doğruluk] çok kıymetlidir. Allahü teâlâya ve kullara karşı doğruluk, islâmiyyetin esâsını teşkîl eder. Ben de, hakîkati ararken, onu islâm dîninde buldum ve müslimân oldum.
Bütün dinleri tedkîk etdim. Edindiğim kanâ’ati aşağıda açıklıyorum:
Bugünkü hıristiyanlık, hiçbir zemân, Îsâ aleyhisselâmın telkîn etdiği temiz din olamaz. Îsâ aleyhisselâmın Allahü teâlâdan aldığı ve insanlara teblîg etdiği emrler temâmen değişdirilmişdir. Bugünkü İncîllerde, onun sözleri diye başka şeyler konulmuşdur.
Zuhûrundan bugüne kadar, saf ve temiz kalan tek din, islâm dînidir. Kur’ân-ı kerîm, bir kelimesi bile değişmeden, bugüne kadar gelmişdir.
Bugünkü İncîllerde, Allahü teâlânın emrleri değil, yalnız Îsâ aleyhisselâmın zemânla değişdirilen sözleri ile, yapdığı işler yazılıdır. Hâlbuki, islâm dîninde Allahü teâlânın emrleri ile Peygamberinin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sözleri birbirinden ayrılmışdır. Allahü teâlânın emrleri Kur’ân-ı kerîmde yazılıdır. Hazret-i Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sözleri ise, (Hadîs) ismi altında ayrıca toplanmışdır.
Müslimânlıkda, Allahü teâlâ doğrudan doğruya kullarına hitâb eder. Hıristiyanlıkda böyle birşey yokdur.
Hıristiyanlıkda, akl-ı selîm sâhiblerinin kabûl edemiyeceği en mühim mes’ele, (Üç Tanrı) akîdesidir. Hıristiyanlar, tek Allaha değil, üç Tanrıya inanırlar. Hiç bir hıristiyan din adamı, bugüne kadar, bu husûsu mantıkî bir tarzda îzâh edememişdir. Etmesine de imkân yokdur. Zîrâ, bu akîde temâmiyle temelsiz ve anormaldir. Bu dünyâyı ancak bir tek büyük yaratıcı yaratabilir. Üçlü Tanrıya inanmak, puta tapmak demekdir. Aklı başında olan bir insan, ancak bir tek hâlıka [yaratıcıya] inanır.
Bundan mâ’ada hıristiyanlar, insanların günâhkâr olarak doğduğunu, bu günâhlardan temizlenmek için, keffâret vermek mecbûriyyetinde bulunduklarını, eğer insanlar, hıristiyanların esâs i’tikâdları olan üç tanrıya inanmıyacak olurlarsa, sonsuz bir ölüme mahkûm olarak, tekrâr dirilmiyeceklerini telkîn ederler. O hâlde, esâsen günâhkâr olarak doğan ve bir dahâ dirilmek imkânından da mahrûm bulunan insanların dünyâda beyhûde yere ibâdet edecekleri yerde, hâzır ellerine fırsat geçmişken, zevk ve safâ ile vakt geçirmeleri, birbirlerini aldatmaları, her dürlü fenâlıkları yapmaları kadar tabî’î ne olabilir? Bunun içindir ki, bugün hıristiyanlar, ahlâk ve din kâ’idelerine uymadan yaşamakda ve büsbütün dinsizliğe doğru gitmekdedirler. Bunlar, makina hâline gelmişlerdir ve rûhları bomboşdur.
Şimdi Japon dinlerine gelelim: Japonyada esâs olarak iki din vardır. Bunlardan biri olan Mahayana Budistliği, ibtidâî budistlik ile sâf budistliğin birleşdirilmiş şeklidir. Biraz Brahmanizme benziyor. Bunların i’tikâdları tedkîk edilince, Budanın bir ateist [Allahsız] olduğu görülür. Çünki Buda, Allahü teâlâdan hiç bahs etmemekde ve beden öldüğü zemân, rûhun ölmiyeceğine de inanmamakdadır. Brahmanların rûh hakkındaki kanâ’atleri, bu kadar maddî değildir. Ama, öyle karışık ifâde olunmakdadır ki, ne de-
mek istedikleri pek iyi anlaşılamamakdadır. Esâsen, Brahmanların Brahma hakkındaki kanâ’atleri, ya’nî onun Allah mı, kul mu, yoksa Peygamber mi olduğu hakkındaki düşünceleri, açık ifâde olunmamışdır. Brahmanlar, dinden ziyâde, din felsefesi ile uğraşırlar. Brahmayı dâimâ gözlerinin önüne getirmek için, ona benzetdikleri veyâ ona yakışdırdıkları eşyâyı [meselâ çiçekleri] kudsî kabûl eder ve bu yüzden Allahü teâlâya tapacakları yerde, Allahü teâlânın yaratdığı eşyâ veyâ hayvanlara tapmağa başlarlar.
Bütün bu karmakarışık akîdeler arasında yalnız islâm dîni, Allahü teâlâyı en doğru olarak bize tanıtmakdadır. (Allahü teâlâ birdir. Azîmdir. Bütün âlemlerin rabbidir. Ne doğmuş, ne doğurmuşdur. Dünyâda ve Âhiretde ne varsa, hepsi Onun mahlûklarıdır. Ondan başka kimseye tapılmaz. Ondan başka kimse, kullarına emr veremez.) Japonyada ikinci din Şinto dînidir. Bu din, budistlikden dahâ fenâdır. Çünki, ahlâkî bir din değildir. Ayrıca, birçok tanrılara inanırlar ve ibtidâî kavmlerde olduğu gibi, bunların hepsine ayrı ayrı taparlar. [Ya’nî putperestdirler]
Size yukarıda, dünyâda bulunan ba’zı dinler hakkında gâyet samîmî ve muhtasar ma’lûmât verdim. Bunları böylece görüp öğrendikden sonra, acabâ hanginiz islâmı bir tarafa bırakarak, bunlardan birini seçerdiniz. Buna imkân var mıdır? Siz de görüyorsunuz ki, birçok karmakarışık, insan aklının aslâ kabûl edemiyeceği akîdeler arasında, islâm dîni, pırıl pırıl parlamakdadır. Tâm mantıkî ve insânî kâ’ideleri ile, tek hak din olduğu ilk bakışda görülmekdedir.
İşte ben de, rûhumun huzûr ve selâmete kavuşması için, göz yaşları ile hakîkat yolunu ararken, en ma’kûl ve mantıkî din olarak müslimânlığı buldum ve (işte aradığım din budur) diyerek, iki elle ona sarıldım, seve seve müslimân oldum.
Allahü teâlânın inâyeti ile müslimân oldum.
Müslimân olmağa aşağıdaki sebebler ile karâr verdim:
1) İslâmiyyetde çok kuvvetli bir kardeşlik rûhu vardır.
2) İslâmiyyet, bir insanın hayâtında zuhûr edebilecek her nev’den müşkilâtın bir çâresini bildirir. Din ile dünyâyı birbirinden ayırmamışdır. İslâmiyyetde yalnız ma’nevî husûslar değil, bunun aksine, insanları bir araya toplamak, hangi ırk ve sınıfdan
olursa olsun, aynı sâfda berâber ibâdet etmek, fakîrlere mu’âvenet etmek, birbirlerinin derdlerini öğrenip müştereken çâre bulmak gibi, bugünkü nizâmlara temâmen muvâfık ictimâî husûslar da mevcûddur.
3) İslâm dîni, hem rûhu, hem de bedeni terbiye etmekdedir. Ya’nî islâmiyyet rûhânî ve cismânî husûsları kendisinde cem’ etmişdir.
İslâmiyyetdeki uhuvvet [kardeşlik], ne ırk, ne de sınıf farkı tanımaz. Bütün dünyâdaki müslimânlar birbirlerinin kardeşidir. Dünyâda çok müslimân vardır. İslâmiyyet, akl-ı selîm sâhiblerinin dînidir. İster Hindli, ister Pâkistânlı, ister Arab, ister Afganlı, ister Türk, ister Japon veyâ Çinli olsun, dünyâda bulunan bütün müslimânlar birbirlerini kardeş bilirler. Bu sebebden, islâm dîni temâmiyle beynel-milel bir dindir. Bugün bozulmuş, perîşân hâle gelmiş insan cem’ıyyetlerini doğru yola sokacak, onun kusûrlarını düzeltecek biricik vâsıta, islâm dînidir. Allahü teâlânın ihsân etdiği bir din olduğu içindir ki, hangi ırkdan, hangi milletden olursa olsun, hepsinin uyacakları mezhebler vardır. İslâm dîni, medeniyyet târîhinde çok mühim rol oynamış, yarı barbar insanları kısa bir zemân içinde, medeniyyete vâsıl etmişdir. İslâm dîni, insanların sulh ve huzûr içinde yaşamalarını ister. Onların, se’âdete, huzûra kavuşmaları için, îcâb eden ahkâmı vaz’ etmişdir. Bu husûsda diğer dinlerin, meselâ hıristiyanlık veyâ budizmin emrleri temâmen farklıdır. Bu iki din, insanları bir araya getirmek şöyle dursun, insanların dünyâdan elini eteğini çekmesini ve birbirlerinden uzaklaşmalarını emr eder. Birçok Buda ma’bedleri, güç aşılabilen dağların tepesinde kurulmuşdur. Bunun sebebi, buralara mümkin olduğu kadar az insanın gelmesini temîn etmekdir. Japonların dînî akîdeleri tedkîk edilecek olursa, onların da birbirinden mümkin olduğu kadar uzak yaşamağı esâs tutdukları görülür. Hıristiyanlara gelince, koyu hıristiyanların kiliseleri hep tenhâ yerlerde kurulmuşdur. İçleri mümkin olduğu kadar karanlık tutulmuşdur. Ancak son zemânlarda, kiliseler şehrin içine girebilmişdir. Hıristiyanlar, insanların günâhkâr olarak doğduğunu, onun için dünyâda dâimâ azâb çekmeleri îcâb etdiğini ileri sürerler. Görülüyor ki, bütün bu dinlerde din ile insan hayâtı birbirinden ayrılmış, dünyâdaki hayâtın ancak çile çekmek olduğu telkîn edilmişdir.
Hâlbuki islâm dîni, insanları Allahü teâlânın sevgili kulları olarak kabûl eder. Mescidler köylerin tam ortasına, insanların arasına kurulmuşdur. İçerleri ferâh ve aydınlıkdır. İnsanlar bura-
ya seve seve ibâdete gelirler. Bir araya gelir, cemâ’at ile ibâdet ederler. İbâdetden sonra, birbirlerine hayr düâ ederler. Hâtırlarını sorar, îcâb ederse, birbirlerine yardım ederler. İslâmiyyetde muhtâc olanlara yardım etmek, hattâ yardım edemiyenin, güler yüz, tatlı dil ile bir müslimânı sevindirmesi çok sevâb olur.
Bir insanda hem rûh, hem beden vardır. Allahü teâlâ, bize hem rûh, hem beden vermişdir. Biz hayâtımız müddetince hem rûhu, hem de bedeni farklı terbiye etmeğe ve bunları birbirinden ayırmamağa mecbûruz. İşte islâmiyyet, insanın yalnız rûhî ihtiyâcını değil, aynı zemânda bedenini de hesâba katmış, her ikisi için de son derece mantıkî ve ilâhî ahkâm koymuşdur.
Ben yeni bir müslimânım. Müslimânlığı iki sene evvel kabûl etdim. İslâmın, rûhî ve bedenî bütün ihtiyâçlarımı birlikde karşıladığına emînim. Bugün Japonya, teknolojide son derecede ilerlemiş bir memleketdir. Bütün dünyâ ile başarılı olarak yarışmakdadır. Japon halkı, bu mu’azzam fennî terakkî ve maddî kazanç yüzünden temâmen değişmişdir. Japonyada tabî’î kaynaklar yokdur. Bütün ibtidâî maddeler hâricden gelir. Buna rağmen, diğer memleketlerden dahâ mükemmel ve dahâ ucuz mal yapabiliyoruz. Bu da, devâmlı çalışmak ve aza kanâ’at etmek sâyesinde oluyor. İşte, mütemâdiyen, durmadan, gayret etmek, çalışmak ihtiyâcında olan Japonların, rûhiyyât ve ma’neviyyât ile meşgûl olmağa vaktleri kalmamış, birer makina hâline gelmişlerdir. Japonlar, şimdi kendilerini Avrupalıların maddî hayâtına uydurmuşlardır. Dinleri, îmânları kalmamış, ma’neviyyât ile alâkayı kesmişlerdir. Bugünkü Japonların karınları mükemmel sûretde doymuşdur. Ceplerinde çok para vardır. Amma, rûhları gitdikçe fakîrleşmekde ve boş kalmakdadır. Ma’nevî fakîrlik karşısında, maddî zenginliğin ne kıymeti olabilir. Vücûdü güzel elbiselerle süslenmiş, fekat rûhu boş kalmış olan insanların dünyâya ne fâidesi olabilir?
Benim kanâ’atimce, şimdi Japonyada İslâm propagandası yapmanın tâm zemânıdır. Çünki, maddî varlık bakımından kemâle varmış olan Japonlar, rûhlarındaki noksanlığı çok iyi his etmekde ve kendilerine bir rehber aramakdadır. Rûhlarındaki bu iflâsı, yalnız ve yalnız islâm dîni telâfî edebilir. Çünki islâmiyyet, onlara aynı zemânda hayâtda da rehberlik edecekdir. Ben şuna emînim ki, eğer Japonyada islâm dîninin tanınması için ciddî ve muntazam bir teşkîlât kurulacak olur ve îcâb eden neşriyyât yapılırsa, iki üç nesl sonra, bütün Japonlar müslimân olacakdır. Böyle olunca, müslimânlık, yalnız uzak şarkı şerefli bir mevkı’a ulaşdırmakla kalmıyacak, bütün beşeriyyet bundan fâidelenecekdir.
Bundan tâm 18 sene evvel, ya’nî 1929 senesinde ben Mançuryada bulunuyordum. O zemânlar, Japonya şarkda çok kudretli bir devletdi.
Mançuryada dolaşırken Pieching civârında bir çölde müslimânlarla ahbâb oldum. Bunlar gâyet sâde ve dindârâne bir hayât sürüyorlardı. Onların hayât tarzına, Allahü teâlâya olan itâ’atlarına, birbirlerine karşı olan tatlı mu’âmelelerine, yabancılara karşı gösterdikleri müsâfirseverliğe ve sadâkatlarına hayrân olmuşdum. Mançuryaya girdikçe, dahâ birçok müslimânlarla tanışmış, hepsinde aynı temiz ve güzel ahlâkı görmüş, onlara karşı büyük bir muhabbet beslemeğe başlamışdım.
Bundan sonra, ancak 1946 senesinde tekrar Japonyaya dönebildim. Bu arada Japonya İkinci Dünyâ Savaşına katılmış ve bu savaşdan mağlûb bir hâlde çıkmışdı. O kudretli Japon İmperatörlüğünden artık hiçbir şey kalmamışdı. O zemâna kadar, Japonların çoğunun can ve yürekden bağlı olduğu budizm, temâmen bozulmuş, esâsını gayb etmiş, mantıkî kısmları unutulmuş, cem’iyyet üzerine artık fenâ bir te’sîr yapmağa başlamışdı.
Japonların bir kısmı artık hıristiyanlığı kabûl etmişdi. Evet, hıristiyanlık 90 seneden beri Japonyaya gelmiş bulunuyordu. Fekat hıristiyan olan Japonlar pek azdı. Şimdi bunların çoğalmış olduğunu görüyordum. Çünki, Japonlar, Budanın artık kendilerine bir fâidesi olmadığını, onları mağlûb olmakdan ve felâketden kurtaramadığını görmüşler, Budaya olan i’timâd ve muhabbetlerini gayb etmişlerdi. Şimdi yeni bir din arıyorlardı. Bilhâssa gençler, hıristiyanlığın, gayb etdikleri îmânın yerine geçeceğini sanmışlar ve hıristiyan olmuşlardı. Fekat kısa bir zemân sonra, onları hıristiyanlığa teşvîk eden misyonerlerin Amerikan veyâ ingiliz kapitalistlerinin birer âleti olduğunu ve onları hıristiyan yaparak yalnız budistlikden değil, aynı zemânda temiz ve dürüst Japonlukdan da uzaklaşdırdıklarını görmüşlerdi. Hıristiyan misyonerler, onları hıristiyan yaparken, durmadan Amerikan ve İngiliz mallarının nefâsetinden bahs ediyor, onlarda Japon mallarına karşı bir nefret uyandırıyor, memleketimize mütemâdiyen yabancı mal gelmesine sebeb oluyorlardı. Ya’nî kapitalistler hıristiyanlık sâyesinde, bizim sırtımızdan zengin oluyorlardı.
Japonya, Rusya ile Amerika arasında bulunan bir memleket-
dir. Bu iki büyük devletin her biri, Japonyayı kendi nüfûzu altına almak ister. Onların bize yapdıkları telkînler, bizim rûhumuzun selâmeti için değil, kendi menfe’atlarını te’mîn içindir. Hâlbuki Japonların, doğru dürüst bir rûhî mürebbîye ihtiyâçları vardı.
Benim kanâ’atimce, Japonların bu ihtiyâcını tatmîn edecek, onların rûhunu sükûn ve selâmete kavuşduracak, onlara hayâtda ta’kîb edecekleri en doğru yolu gösterecek olan, ancak islâm dînidir. Ben her şeyden önce, islâmiyyetdeki, müslimânların birbirlerini kardeş bilmeleri meziyyetine hayrânım. İslâmiyyet, bütün müslimânların, renk ve ırk farkı yapmadan, kardeş olduğunu kabûl eder ve Allahü teâlâ, insanların sulh ve selâmet içinde, birbirine hiçbir fenâlık yapmadan kardeş olarak yaşamalarını emr eder. Bugünkü dünyânın perîşân hâline bakınca, bundan dahâ mükemmel, dahâ doğru bir emr düşünülebilir mi? Böyle bir emri veren büyük varlığın hakîkî Allah olduğundan kim şübhe edebilir? Geçen sene, üç müslimân Tokoşimaya gelmişlerdi. Bunlar Pâkistânlı idiler. Ben hemen kendilerini ziyâret etdim. Onlardan müslimânlık hakkında çok güzel, çok derin ma’lûmât öğrendim. Ondan sonra, müslimân Japonlarla sohbet etdim. Bunlardan Tokyoda bulunan Bay Molivala ile Bay Mita beni aydınlatdılar ve müslimân olmamı tavsiye etdiler. Ben de, müslimânlığı kabûl etdim.
Bütün kalbimle temennî ediyorum ki, en mantıkî, en temiz ve hak din olan müslimânlık, bütün dünyâ üzerine yayılarak, insanları felâketden kurtarsın. Eğer bütün dünyâ müslimân olursa, bu perîşân dünyâ bir Cennet hâline girecekdir. Allahü teâlânın lutf ve azameti, insanların rûhunu tenvîr edecek, onları doğru yola sevk edecek ve insanlar nihâyet selâmete kavuşacaklardır. İnsanlar, ancak islâmiyyet sâyesinde, hem rûhî, hem maddî bahtiyârlığa ve Allahü teâlânın râzı olacağı kulları olmak se’âdetine erişeceklerdir.
(Ömer Mita, ekonomi
mütehassısı,
ictimâ’î [sosyal] işlerde çalışan, fekat bir müddet budist râhibliği
de yapmış ve va’zlar vermiş, müslimân oldukdan
sonra, bütün fe’âliyyetini İslâmiyyeti yaymak
için neşriyyât yapmağa hasr etmiş olan bir
Japon fikr adamıdır.)
Allahü teâlâya hamd-ü senâ olsun ki, üç seneden beri müslimânım. Mes’ûd bir hayâta nâil oldum. Bana, hakîkî ve dürüst bir
hayâtın nasıl olduğunu, Pâkistânlı müslimân kardeşlerim öğretdi. Bu Pâkistânlı kardeşlerim, Japonyayı ziyârete geldikleri zemân, benimle tanışdılar. Bana müslimânlığı anlatdılar ve beni müslimân yapdılar. Kendilerine minnet borcum çokdur.
Japonyada ehâlînin çoğu budistdir. Fekat, hakîkatde budistlikle hiç ilgileri kalmamışdır. Artık budist âyinlerine katılmamakdadırlar. Dînî bilgilerin hemen hemen temâmını unutmuşlardır. Bunun sebebi, budistliğin çok muğlak, çok karmaşık bir felsefe olması ve bu dîni seçenlere dünyâda hiç bir fâide vermemesidir. Hayâtda her gün mücâdele etmek zorunda olan veyâ başına gelen muhtelif hâdiselere nasıl karşı koyacağını, nasıl hareket etmek îcâb etdiğini bilmiyen vasat düşünceli bir insana, budizmin hiç yardımı olmaz. Böyle bir insan, bu dîni anlıyamaz ve bu dinden hiç fâidelenemez. Hâlbuki islâm dîni, böyle değildir. İslâmiyyet, herkesin anlıyabileceği, sâde, insânî ve ilâhî bir dindir. Bu din, insan hayâtının bütün safhalarına nüfûz eder ve müslimânlara her bir hâdise karşısında, nasıl hareket etmek lâzım geldiğini öğretir. İslâmiyyetde esâs, temizlikdir. İslâmiyyet, rûhu temiz olan insanların en mükemmel rehberidir. İslâmiyyet, o kadar mantıkîdir ki, en câhil bir insan bile, onun ne dediğini anlar. İslâmiyyetde, diğer dinlerde olduğu gibi, imtiyâzlı bir râhibler sınıfı ve râhib inhisârı (monopolu) yokdur.
Benim kanâ’atimce, Japonyada islâmiyyetin yayılması çok kolay olacakdır. Belki başlangıçda, ba’zı müşkilât meydâna çıkacakdır. Fekat, bu mâni’ler izâle edilebilir ve Japonlar müslimân olmağa başlarlar. Bu işi yapmak için, her şeyden önce Japonlara hakîkî müslimânlığı tanıtmak lâzımdır. Japonlar, gün geçdikçe maddîleşiyorlar. Fekat, bundan memnûn değildirler ve rûhlarındaki boşluğu his etmekdedirler. Onlara islâm dîninin yalnız rûhânî bilgiler verdiğini değil, aynı zemânda, insanlara dünyâda yapacakları bütün işler, sürecekleri hayât için de tâm ve mükemmel bir rehber olduğunu öğretmek îcâb eder.
İkinci iş olarak, Japonyaya bu neşriyyâtı yapabilecek kudretde, çok bilgili hakîkî müslimânların gelmesi lâzımdır. Ne yazık ki, Japonyaya muhtelif müslimân memleketlerinden gelen talebeler, bu mühîm vazîfeyi yapabilecek kudretde değildir. Bunlarla temâs etdiğim zemân, onların kendi dinleri hakkında bilgi sâhibi olmadıklarını, hattâ kendi dinlerine tâbi’ olmadıklarını, büyük bir teessür ile gördüm. Bunlar bize rehber olamazlar. Bunlar garb dünyâsına hayrân olan, Avrupa terbiyesi almış, batılıların kolejlerinde, papaz mekteblerinde okumuş kimselerdi. İslâmiyyet hakkında
hiçbir şey bilmiyorlardı.
İslâm dîninin Japonyaya yayılması mes’elesini bütün müslimânlar ciddiyyet ile düşünmeli ve yukarıda da söylediğim gibi, bizim memlekete hakîkî âlimler göndermelidirler. Bu gelen müslimânlar, Japonlara yalnız lafla değil, kendi hâl ve hareketleri ile de bir İslâm nümûnesi olmalıdır. Biz Japonlar, sulha, hakîkate, doğruluğa, samîmiyyete, fazîlete müştâkız. Gün geçdikçe, bu güzel hasletlerimizi gayb ediyoruz. İşte, ancak İslâmiyyet, bizim imdâdımıza yetişebilir ve bizi harâb olmakdan kurtarabilir.
Müslimânlar büyük ve tek hâlık Allahü teâlâya îmân eder. Japonların da böyle bir îmâna ihtiyâcları vardır.
İkinci Cihân Harbinden sonra, dînimize olan rağbetin gitdikçe za’îflemekde olduğunu görüyordum. Japonlar, yavaş yavaş Amerikalıların hayât tarzına alışıyorlardı. Bu hayât tarzı, insanın dinle alâkasını azaltıyor, onu bir makina hâline sokuyordu. Fekat, böyle maddîleşen insanlarda bir büyük nâkısa vardır. Ben bu eksikliği his ediyordum. Rûhumda bir boşluk vardı. Bu hayât tarzından memnûn değildim. Fekat, noksan olan neydi, bunu anlamağa imkân bulamıyordum.
Bir müddet kalmak için, Tokyoya gelen bir müslimânı ziyâret etdim. Onun din hakkındaki sözlerine ve ibâdet tarzına son derecede hayrân oldum. Ona birçok süâller sormağa başladım. Verdiği cevâblar, hem beni memnûn ediyor, hem de rûhumdaki boşluğu dolduruyordu. O, bir tek hâlık [yaratıcı] olduğunu, bu yaratıcının, se’âdet ve selâmet ile yaşamamız için neler yapmamız lâzım geldiğini bize bildirdiğini, kendisinin de, onun emrlerine uygun olarak yaşadığını anlatdı. Bu sözler, benim üzerimde o kadar derin bir te’sîr yapdı ki, ben de onun dînini kabûl etmek istediğimi bildirdim ve onun rehberliği ile müslimân oldum. Müslimân ol-
dukdan sonra, yaratana bu kadar yakın olarak yaşamanın ne büyük bir se’âdet olduğunu kalbimde his etmeğe başladım. Hayât tarzım değişdi ve huzûra kavuşdum.
Müslimânlığın hak din olduğunu anlamak için, birbirlerine selâm verişlerine dikkat etmek yeter. Biz birbirimize (Gün aydın) veyâ (geceler hayr olsun) der geçeriz. Bu kuru, maddî sözlerin yerine, müslimânlar birbirlerine, (Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühu) derler ki, bunun ma’nâsı, (Huzûr ve selâmet, Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun) demekdir. Bundan dahâ güzel bir söz, bir selâm tarzı düşünülebilir mi? Müslimân arkadaşım, bana müslimânların nelere îmân etdiği, islâmiyyetin hangi esâslara dayandığı ve nasıl ibâdet edildiği hakkında birçok kıymetli ma’lûmât verdi. Bunlar çok sâde, çok mantıkî ve insânî idi. Gördüm ve inandım ki, İslâmiyyet, temiz, sâde, mantıkî ve sulh içinde bir hayâtı mümkin kılan bir dindir. Gerek şahsî, gerek ictimâ’î hayâtda, insanların sulh ve sükûna kavuşabilmeleri için, bu dîne tâbi’ olmaları lâzımdır. Bunun için, kendim sulh ve selâmete kavuşdukdan sonra, bütün âilem ferdlerini, dostlarımı, ahbâblarımı müslimân olmağa kavuşdurmak için çalışıyorum.
Niçin müslimân olduğumu size bildirmek için, müslimân olmadan evvel ve müslimân oldukdan sonra, neler his etdiğimi ve müslimânlık ile nasıl temâs edip, bundan nasıl feyz aldığımı anlatmam îcâb etmekdedir. Her şeyden evvel, şunu bildireyim ki, binlerce Kanadalı ve Amerikalı, benim, müslimân olmadan evvel, düşündüğüm gibi düşünmekde, aynı noksanlığı duymakda, kendilerine hakîkî müslimânlığı öğretecek Ehl-i sünnet âlimlerini beklemekdedir.
Ben çocuk iken, dînim olan hıristiyanlığa iki elimle sarılmışdım. Çünki din, benim için rûhî bir ihtiyâcdı. Fekat büyüdükçe, hıristiyanlıkda birçok noksanlıklar bulunduğunu görmeğe başladım. Îsâ aleyhisselâmın hayâtı ve Onun [hâşâ] Allahın oğlu olduğu hakkında verilen bilgiler, bana hurâfe, hayâlî şeyler gibi geliyordu. Çünki aklım kabûl etmiyordu. Kendi kendime, (Eğer hıristiyanlık, hak din ise, niçin dünyâda hıristiyan olmayan birçok insan var? Niçin yehûdîlerle hıristiyanların esâs din kitâbları birbirinin aynı iken, diğer husûslarda birbirlerinden ayrılmışlar? Hıristiyan olmıyanlar, başka hiç bir kabâhat işlemedikleri hâlde, ni-
çin mahv ve perîşân olacaklar? Birçok milletler, niçin hemen hıristiyan olmuyorlar?) gibi süâller soruyordum.
Bu esnâda Hindistânda vazîfe görmüş olan bir misyonere tesâdüf etdim. O bana, (Müslimânlar çok inatçıdır. Ne kadar uğraşsam, onları aslâ hıristiyan yapamıyorum. Onlar hakîkî dînin hıristiyanlık değil, müslimânlık olduğunu ileri sürüyor ve dinlerini değişdirmek için yapdığım bütün gayretlerim netîcesiz kalıyor) diye dert yandı. Bu sözler, müslimânlık hakkında duyduğum ilk ta’rîf oldu. İçimde, hem müslimânlığa karşı bir merak, hem de dinlerine bu kadar sâdık olan müslimânlara karşı büyük bir takdîr hissi uyandı. (Şu müslimânlığı biraz yakından tedkîk edeyim) dedim. Üniversitede (Şark Edebiyyâtı) derslerini ta’kîbe başladım. Şarklıların, bizim inandığımız (üç tanrı) akîdesini red ederek, akl-ı selîme tam muvâfık olan (Tek Allah) akîdesini kabûl etdiklerini gördüm. Îsâ aleyhisselâm, kendi dînini neşr ederken muhakkak, bir tek Allahdan ve kendisinin yalnız Onun bir kulu ve Peygamberi olduğundan bahs etmişdi. Onun bahs etdiği Allah, muhakkak, merhametli bir Allah olmalıydı. Hâlbuki, bu güzel ve doğru îmân, birtakım ma’nâsız efsâneler, sonradan eklenen hurâfeler, puta tapanların hıristiyanlığa sokduğu bid’atler arasında gayb olup gitmiş, merhametli ve müşfik tek Allah yerine, kendisine ancak râhibler vâsıtası ile erişilebilinen, insanları dahâ doğarken günâhkâr halk eden bir üçlü tanrı zuhûr etmişdi. O hâlde, sâf ve temiz (tek Allah) akîdesini insanlara tekrâr telkîn için yeni bir dîne, yeni bir Peygambere lüzûm vardı. Avrupa, o sıralarda yarı barbar bir hâldeydi. Bir tarafdan vahşî kavmler memleketleri isti’lâ ediyor, bir tarafdan ufak bir zümre, din perdesi altında, her dürlü kötülüğü, fenâlığı yapıyordu. İşte insanlık böyle feci’ bir hâlde iken ve temâmiyle putperestliğe ve dinsizliğe dönmüşken, Îsâ aleyhisselâmdan [târîhcilere göre] altı asr sonra, şarkda Allahü teâlânın son Peygamberi Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zuhûr ederek, insanlara hakîkî Allahın hakîkî dînini telkîne başladı ki, bu dînin esâsını, tek hâlıka îmân etmek teşkîl ediyordu.
Ben bunları okuyup öğrenince, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin, Allahü teâlânın son ve hakîkî Peygamberi olduğuna inandım. Çünki:
1) Yukarıda da söylediğim gibi, insanların yeni bir Peygambere ihtiyâcları vardı.
2) Benim, Allahü teâlâ hakkındaki bütün düşüncelerim, bu büyük Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” neşr etdiği dîne temâmen uyuyordu.
3) Kur’ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğunu, onu okuduğum zemân hemen his etmişdim. Kur’ân-ı kerîmin bildirdikleri ile Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin hadîs-i şerîfleri [sözleri] beni her cihetden tatmîn ediyor, rûhumu huzûra kavuşduruyordu. İşte, bunun için müslimân oldum.
Emîn olunuz ki, yukarıda da beyân etdiğim gibi, binlerce Amerikalı ve Kanadalı, hıristiyanlıkdaki noksanları ve yanlışlıkları benim gibi his etmekdedir. Amma ne çâre ki, onlar benim gibi İslâm dînine tâm nüfûz etmek imkânını bulamamışlardır ve bir rehbere muhtâcdırlar.
TENBÎH:
(Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbını hâzırlayan biz, Hakîkat Kitâbevi, İslâm dînini doğru olarak öğrenmek istiyen temiz insanlara hizmet etmek için, İngilizce, Fransızca, Almanca ve dahâ başka dillerde kitâblar hâzırladık. Bunların hepsi büyük ve hakîkî islâm âlimlerinin eserlerinden toplanan bilgilerden meydâna gelmişdir. Bu kitâbların ismleri, bâzı kitâblarımızın sonunda bildirilmişdir. Adresi, kitâbımızın başında yazılı olan (Hakîkat Kitâbevi)nden, mektûbla isteyenlere hemen gönderilmekdedir. Bu kitâbları dikkat ile okuyan insâflı her insanın islâm dînine samîmî olarak îmân edeceğine ve seve seve müslimân olacağına inanıyoruz. Çünki İslâm dîni, akl-ı selîm sâhiblerinin kabûl edeceği akîdelerden ve ahkâmdan ibâretdir. Akl-ı sakîm sâhibleri, rûhları hasta olanlar, nefslerine düşkün olanlar, yalnız kendi çıkarlarını düşünenler, İslâm dînini idrâk ve takdîr edemez.(Prof. Dr. Germanus, Budapeşte
Üniversitesinde “Şark ilmleri” profesörü olup, bütün dünyâca meşhûrdur. Kendisi
Birinci ve İkinci Cihân Harbleri esnâsında Hindistânı gezmiş ve bir müddet Tagorenin idâre
etdiği (Şanti Naketen) Üniversitesinde hocalık yapmışdır.
Bundan sonra, Delhîye gelmiş ve (Câmi’a-i Milliyye)de müslimân olmuşdur. Prof.
Germanus bilhâssa Türk lisânı ve Türk edebiyyâtı üzerinde büyük bir nüfûz sâhibi [otorite] kabûl
edilmekdedir.)
Dahâ yeni delikanlı olmuşdum. Yarı çocuk sayılırdım. Yağmurlu birgün, elime eski bir resmli dergi geçdi. Bunda uzak memleketlere âid resmler bulunuyordu. Sahîfeleri kaydsızca çevirirken, birdenbire bir resme gözlerim takıldı. Bu resmde birtakım tek katlı küçük evler, bunların etrâfında, içinde güller bulunan bağçeler vardı. Evlerin damları üzerinde bizim bilmediğimiz biçimde birtakım güzel elbiseler giymiş insanlar oturuyor ve bir yarım ayın ancak aydınlatdığı alaca karanlık semâ altında kendileri ile sohbet eden birisini dikkat ile dinliyorlardı. İnsanlar, elbiseler, evler, bağçeler Avrupadakilerden temâmen farklı idi. Resm altında bulunan ifâdeden anlaşıldığına göre, bu resm, Arabistânda, küçük bir şehrde, bir meddâhı dinleyen Arabları gösteriyordu. Ben, o zemân onaltı yaşındaydım. Macaristanda, koltuğa kurulmuş bir üniversite talebesi Macar olarak, bu resme bakdıkça, kendimi sanki orada, o Arabların yanında, meddâhın tatlı ve gür sadâsını duyuyor, bundan zevk alıyordum. Bu resm, hayâtıma bir istikâmet verdi. Hemen Türkçe öğrenmeğe başladım. Çünki artık şark ile alâkam hâsıl olmuşdu. Türkçe öğrendikçe, farkına vardım ki, Türk dilinde Türkçe kelimeler azdır ve Türkçenin şi’ri, Fârisî, nesri ise, Arabî ile takviye edilmişdir. O hâlde şarkı iyice anlamak için, bu iki dili de öğrenmek îcâb ediyordu. İlk Üniversite ta’tîlinde Macaristana en yakın olan Bosnaya gitmeğe karar verdim. Hemen yola çıkdım. Bosnaya gelince, bir otele iner inmez (Buradaki müslimânlar nerede bulunur?) diye sordum. Bana bir yer ta’rîf etdiler. Oraya gitdim. Türkçeyi dahâ ancak yarım yamalak biliyordum. Acabâ Türklerle anlaşabilecek miydim? Müslimânlar, kendi mahallelerinde, bir kahvede toplanmışlar, keyf çatıyorlardı. Bunlar şalvarlı, bellerinde kuşak ve kuşağın içinde parlak kınlı hançerler bulunan ciddî sûretli, iri yarı insanlardı. Başlarındaki sarık-
lar ve geniş şalvarları ile hançerleri, onlara biraz acâib bir görünüş veriyordu. Ben, biraz mahcûb, biraz korkak bir hâlde kahveden içeri girerek, bir köşeye büzüldüm. Biraz sonra, onların kendi aralarında gizli gizli hafîf sesle konuşduklarını ve gözleri ile bana işâret etdiklerini gördüm. Muhakkak benden bahs ediyorlardı. Aklıma, Macaristanda işitdiğim ve müslimânların hıristiyanları nasıl öldürdüklerini anlatan hikâyeler geldi. (Şimdi yerlerinden kalkacaklar, hançerlerini çekerek beni boğazlıyacaklar) diye düşünüyor, buraya geldiğime bin kerre pişmân oluyordum. Nasıl firâr edeceğim diye plânlar yapıyor, fekat, korkudan yerimden kımıldayamıyordum. Birkaç dakîka sonra, garson bana güzel kokulu bir fincan kahve getirdi. İşâretle, bunun bana kendilerinden, o kadar korkduğum müslimânlardan ikrâm edildiğini bildirdi. Korka korka onlara bakdığım zemân, onlardan biri samîmî ve tatlı bir gülümseme ile bana bakarak selâm verdi. Ben de korkudan titreyen dudaklarımla gülümsemeğe çalışarak selâmına mukâbele etdim. Benim düşmân zan etdiğim bu adamlar, yerlerinden kalkarak yanıma geldiler.
Kalbim hâlâ şiddet ile çarpıyor, (şimdi bana saldıracaklar) diye bekliyordum. Hâlbuki, hepsi dostça etrâfıma dizildiler. Tekrar selâm verdiler. Biri sigara uzatdı. Sigarayı yakarken, kibritin verdiği ışıkda, uzakdan vahşî görünen bu adamların yüzlerinde çok mubârek bir ifâde olduğunu hayret ile gördüm. Korkum biraz zâil oldu. Pek noksan Türkçem ile onlarla konuşmağa gayret etdim. Dahâ ağzımdan ilk Türkçe kelimeler çıkarken, onların yüz ifâdeleri büsbütün güzelleşdi. Artık dost olmuşduk. Hançerle saldıracak zan etdiğim kimseler, beni evlerine da’vet etdiler. Birçok ikrâmlarda bulundular. Bana şefkat ellerini uzatdılar. Onlar yalnız benim istirâhatımı, iyiliğimi istiyorlardı. İşte müslimânlarla ilk muârefem [tanışmam], böyle oldu. Ondan sonra, birçok hâdiseler birbirlerini ta’kîb etdi. Her yeni hâdise, gözümde başka bir perdeyi açdı. İslâm memleketlerini birer birer ziyâret etdim. Bir müddet, İstanbul Üniversitesinde okudum. Anadolunun ve Sûriyenin güzel yerlerini ziyâret etdim. Bu arada Türkçeden başka, Arabî ve Fârisî de öğrenmiş olduğumdan, Budapeşte Üniversitesi beni (İslâm Eserlerini Araşdırma) Enstitüsüne profesör olarak ta’yîn etdi. Üniversitede asrlardan beri toplanmış birçok eski eserleri buldum. Bunları incelemeğe başladım. Pekçok güzel şeyler öğrendim. Bu esnâda, İslâm dîni hakkında da bilgiler topluyordum. Bunları inceledikce, İslâmiyyet kalbime nüfûz ediyor ve ben okuduğum kitâbların [bunların arasında özellikle Kur’ân-ı kerîm ile
Hadîs-i şerîf kitâblarının] te’sîri altında kalıyordum. Nihâyet, tekrar şarka giderek bu sefer islâm dînini çok yakından tedkîk etmeğe karâr verdim. Bu seferki seyâhatim, beni Hindistâna götürdü. Rûhum boşdu. Rûhum susamışdı. Delhîye geldiğim gece, rü’yâmda Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” bana göründü. Üzerinde sâde, fekat çok kıymetli bir elbise vardı. Bu elbiselerden bana doğru, çok güzel bir koku geliyordu. Kibâr, çok güzel, sevimli, parlak yüzü ve nûr saçan tatlı gözleri karşısında, dilsiz kalmışdım. Bana çok tatlı, fekat emr edici bir sesle ve arabî olarak, (Neden üzülüyorsun? Önündeki yolu artık biliyorsun. Doğru yolun hangisi olduğunu seçecek bir seviyeye vardın. Hiç durma ve hemen o yola gir!) buyurdu. Bütün vücûdüm titriyordu. Kendisine arabî olarak, (Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sen Allahın Peygamberisin! Ben artık buna inandım. Fekat acabâ müslimân olursam huzûra kavuşacak mıyım? Sen çok büyük bir varlıksın! Sen, bütün düşmanlarını yendin ve dâimâ doğru yolu gösterdin! Fekat, ben zevallı, âciz bir kul, göstereceğin yolda bulunabilecek miyim?) dedim. Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” ciddî ciddî bana bakdı ve yavaş yavaş Kur’ân-ı kerîmden meâl-i şerîfi,
(Biz dünyâyı size bir mesken, dağları da dayanak olarak yaratmadık mı? Sizleri çift olarak dünyâya getirdik ve size dinlenmek için, uyku ni’metini verdik)
olan, Nebe’ sûresinin yedi, sekiz, dokuz ve onuncu âyetlerini okudu. Bunları söylerken, ağzından çıkan kelimeler, gümüş çıngırakların sesi gibi, tatlı tatlı çınlıyordu. Kan ter içinde kalmışdım. (Allahım, ben artık uyuyamıyorum, etrâfımda bulunan ve kalın örtüler içinde saklı duran muammaları [anlaşılmaz şeyleri] çözemiyorum. Yâ Resûlallah, yâ Muhammed “aleyhissalâtü vesselam”! Bana yardım et, beni aydınlat!) diye bağırmağa başladım. Bir yandan da, o büyük Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” eziyyet vermekden korkuyordum. Buğazımdan anlıyamadığım sadâlar çıkıyor, çırpınıyordum. Nihâyet, kendimi bir boşluğa yuvarlanıyormuş gibi his etdim ve tere batmış bir hâlde uyandım. Kalbim şiddet ile atıyor, kulaklarım çınlıyordu.Cum’a günü, Delhîde Şâh cihân câmi’inde şöyle bir hâdise oldu. Sarı saçlı, donuk beyâz yüzlü yabancı bir genç, ba’zı yaşlı müslimânların arasında câmi’e giriyordu. Bu bendim. Üzerimde bir Hindli elbisesi vardı. Yalnız, göğsüme bana İstanbulda verilen bir altın madalyayı takmışdım. Câmi’deki müslimânlar, bana hayret ile nazar ediyorlardı. Ben ve arkadaşlarım minberin yakînine vâ-
sıl olduk. Biraz sonra, ezân sesi duyulmağa başladı. Câmi’in içinde bulunan yaklaşık 4000 kişinin, sanki bir ordu gibi sür’at ile bir hizâya geldiğini gördüm. Nemâz başlamışdı. Ben de onlarla berâber nemâza durdum. Bu benim için unutulmaz bir ân idi. Nemâz bitip hutbe de okundukdan sonra, Abdülhay beni elimden tutarak minbere götürdü. Minbere giderken, yere bağdaş kurmuş olanlara çarpmamak için, son derece dikkat ediyordum. Nihâyet minberin yakînine vâsıl oldum ve merdivenlerini çıkmağa başladım. Dahâ ilk adımlarımı atdığım zemân, beyâz sarıklar altında bulunan birçok yüzlerin, tarla içindeki papatyalar gibi, bana çevrildiğini görüyordum. Minber etrâfında toplanmış olan ulemâ bana teşvîk edici nazarlarla bakıyorlardı. Onların bu bakışı, lâzım olan kuvveti bana veriyordu. Minbere çıkdım. Etrâfıma bakdım. Önümde mu’azzam bir insan denizi vardı. Herkes başını kaldırmış, dikkat ile beni dinliyordu. Ağır ağır ve arabî olarak söze başladım. (Ey burada hâzır bulunan çok muhterem insanlar! Ben buraya uzak bir memleketden, orada öğrenemiyeceğim şeyleri öğrenmek için geldim. Burada maksadıma kavuşdum ve rûhum huzûr ile doldu.) Sonra, onlara, târîhde islâmiyyetin aldığı mevki’, Allahü teâlânın, büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın elinde muhtelif mu’cizeler yaratdığını, bugün islâm devletleri, eski kudretlerini gayb etmişlerse, bunun sebebinin, müslimânların, dinlerine, îcâb eden ri’âyeti göstermemeleri olduğunu anlatdım. Ba’zı müslimânların, çok kerre insanın kendi başına birşey yapamıyacağını, bunun için, çalışmağa lüzûm olmadığını, çünki her şeyin Allahü teâlâdan geldiğini, insanın bunu değişdiremiyeceğini söylediklerini, hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlânın (İnsanlar kendilerini düzeltmedikce, hiçbir şeyin düzelmiyeceğini ve kendileri gayret etmezlerse, hiçbir şeyi başaramıyacaklarını), (Çalışanlara yardım edeceğini) beyân buyurduğunu ilâve etdim. Kur’ân-ı kerîmde, insanların dâimâ çalışması, âciz kalmaması hakkında yazılı olan âyet-i kerîmeleri ele alarak, bunları birer birer îzâh etdim. Nihâyet, muhtasar bir düâ yaparak minberden indim.
Minberi terk ederken, gök gürültüsü gibi, bir “ALLAHÜ EKBER!”! sesi câmi’i çınlatdı. Büyük bir heyecân içindeydim. Etrâfımı göremiyordum. Refîkım Aslanın beni kolumdan tutarak sür’at ile câmi’den çıkardığının farkına vardım. (Neden böyle acele ediyoruz?) diye sordum. (Arkana bak!) dedi. Başımı arkaya çevirdim. Aman Allahım, bütün cemâ’at arkamdan koşarak bana yetişmeğe çalışıyordu. Yanıma geldiler. Bir kısmı boynuma sarıla-
rak beni kucaklıyor, bir kısmı ise, elimi öpmeğe çalışıyordu. Başka bir kısmı, onlara düâ etmemi taleb ediyordu. (Allahım, benim gibi çok âciz bir kulun, onların gözünde âlî bir insan olarak görünmesine müsâade etme!) diye yalvarıyordum. O kadar mahcûb olmuşdum ki, kendimi bu temiz müslimânların malını çalmış veyâ onlara hıyânet etmiş zan ediyordum. İşte o gün anladım ki, halkın beğendiği bir politikacının eline mu’azzam bir kuvvet geçiyor! Eğer böyle bir politikacı, halkın ona verdiği kuvveti fenâ kullanırsa, memleket harâb olur.
O gün, bütün müslimân kardeşlerime, çok âciz bir kul olduğumu söyliyerek evime döndüm. Fekat onların dostluğu, sevgisi, bana karşı gösterdikleri hürmet, haftalarca devâm etdi. Bana, o kadar büyük bir sevgi gösterdiler ki, bunun te’sîri, hayâtımın sonuna kadar bana kâfî gelecekdir.
Ben, müslimân olmadan evvel katolik bir hıristiyandım. Misyonerler beni katolik yapmışdı. Fekat, bu dîne bir dürlü ısınamıyordum. Çünki, râhibler, üç Allaha inanmaklığımı istiyorlar ve sonraİşâ-i rabbânîyi ya’nî [Îsâ aleyhisselâmın etinin ekmek ve kanının şerâb olduğunu temsîl eden âyini] ve kudsî ekmeğe tapmak mecbûriyyetini emr ediyorlardı. Papanın, günâhsız olduğunu ve o ne derse yapmak îcâb etdiğini ve buna benzer aklın kabûl etmediği birçok şeyleri öğretiyorlar, bilhâssa hıristiyanların islâm dînine düşman olmaları lâzımdır, diyorlardı. Bunlara inanılmazsa, insanın mahv ve perîşân olacağını söylüyorlardı. Râhiblerden, söyledikleri şeylerin ne demek olduğunu soruyor, onlardan aklımın kabûl edeceği bir îzâh bekliyordum. Fekat hiç biri, bu husûsda tafsîlat veremiyor, (Bunlar kudsî sırlardır. Kimsenin aklı ermez) demekle iktifâ ediyorlardı. Bir insan aklı ermediği bir şeyi nasıl kabûl ederdi? Ben yavaş yavaş bu işde bir sakatlık olduğunu, hıristiyanlığın doğru bir din olmadığını düşünüyor ve ondan büsbütün nefret ediyordum. Hele, râhiblere başka bir dinden, meselâ islâmiyyetden bahs edilse, hemen ifrit kesiliyorlar, (Muhammed bir yalancıdır. İslâm uydurma bir dindir) diye bar-bar bağırıyorlardı. (Peki, bu din, niçin yalancı bir dindir?) diye sorduğum zemân, buna da bir cevâb veremiyorlar, kekeliyorlardı. Onların bu hâli, beni islâm dînini yakından tedkîk etmeğe sevk etdi. Malayada bulunan müslimânlarla temâs etdim. Onlardan dinleri hakkında bilgi taleb eyledim. Bunlar râhiblere hiç benzemiyordu. Bana islâmiyyet hakkın-
da çok güzel ma’lûmat verdiler. Şunu da sözlerime ilâve edeyim ki, başlangıçda kendileri ile adamakıllı münâkaşa etdim. Fekat onlar, benim bütün süâllerime o kadar inandırıcı cevâblar verdiler, bunları o kadar metânet ve sabrla karşıladılar ki, yavaş yavaş gözümün önünde bir perde açıldığını, içime büyük bir huzûr ve ferâhlık geldiğini his ediyordum. Birçok hurâfelerle dolu olan hıristiyanlığın tam aksine, bu dinde herşey akla uygun, mantıkî ve fikrî idi. Müslimânlar tek bir hâlıka [yaratıcıya] inanıyorlardı. Bu büyük yaratıcı, insanların günâhkâr olduğunu söylemiyor, onlara ni’metini bol bol ihsân ediyordu. Verdiği emrler arasında, benim anlamadığım tek şey yokdu. İbâdetleri, sırf Allahü teâlâya hamd etmek içindi. Onlar muhtelif resmlere, işâretlere tapmıyorlardı. Kudsî kitâbları olan Kur’ân-ı kerîmin her âyetinin lezzetini rûhumda duyuyordum. İbâdet için muhakkak bir ma’bede gitmek mecbûriyyeti yokdu. İnsan, evinde yâhud herhangi bir yerde ibâdet edebilirdi. Bütün bunlar, o kadar güzel, doğru ve insânî şeylerdi ki, ben artık, hakîkî Allah dîninin, müslimânlık olduğunu kabûl etdim ve seve seve müslimân oldum.
1900 senesinde Polonyada Krokov şehrinde doğdum. Âilem Polonyanın ismi târîhe geçen meşhûr bir âilesidir. Babam tam bir ateist [dinsiz] idi. Fekat, buna rağmen çocuklarının katolik terbiyesi almasına izn vermişdi. Polonyada çok katolik vardı. Annem de koyu bir katolik olduğundan, bizim de katolik olarak yetişmemizi istiyordu. Ben, dîne karşı büyük bir saygı sâhibi idim. Gerek ferdin, gerek cem’ıyyetin hayâtında dînin en mühim bir rehber olduğuna inanıyordum.
Bizim âile, sık sık yabancılarla görüşürdü. Babam gençliğinde, çok seyâhatlar yapmış ve birçok ecnebî ahbâblar te’mîn etmişdi. Bundan dolayı biz, diğer ırklara, medeniyyetlere, dinlere karşı bir saygı besliyorduk. Kimseyi kimseden ayırmaz, her millete, her ırka, kısaca her insana karşı hürmet duyardık. Ben kendimi Polonyalı değil, dünyâ vatandaşı sayardım.
Âilemin dünyâ işlerinde düşüncesi, tam (orta yolu tutmak) fikrine dayanıyordu. Babam, hiçbir iş görme âdeti olmıyan aristokrat [imtiyâzlı] bir sınıfdan gelmiş olmasına rağmen, tenbelliği, işsizliği hiç sevmez, herkesin muhakkak bir işi olmasını tavsiye ederdi. Diktatörlüğün temâmiyle aleyhinde idi. Fekat, dünyâda
kurulmuş olan nizâmı ve intizâmı bozacak bir sosyal inkılâbı [devrimi] da aslâ kabûl etmiyordu. Eski zemânın getirdiği âdetlere büyük bir saygısı vardı. Bunların bozulmasını istemiyordu. Kısaca, babam kurûn-u vüstânın [Orta çağın] modernleşmiş ve orta yoldan yürüyen bir şövalyesi idi. Babamın bana verdiği hür terbiye, beni bir müdekkık [araşdırmacı] yapmış, sosyal mes’eleleri araşdırmağa başlamışdım. Dünyâda çözülmesi lâzım birçok sosyal, siyâsî, ekonomik problemler vardı. Bunları çözmek ve doğru yolu bulmak için ne yapmak gerekiyordu? Görüyordum ki, insanlar bu işlerde birbirinden çok uzak iki cebheye ayrılmışdı. Bir tarafda kapitalizm, diğer tarafda komünizm. Bir tarafda baskı ve terör, diğer tarafda temâmen başıboşluk. Hâlbuki, insanların râhat ve huzûr içinde yaşaması için, bu iki cebhenin bir anlaşmaya varması ve orta bir yol bulması îcâb ediyordu. Benim kanâatime göre insan cem’iyyeti, hür, fekat disiplinli, bugünkü hayât şartlarına uygun, fekat eski âdetlere de saygılı bir esâsa dayanmak zorunda idi. (Tam orta yolda yürümek) prensiplerine uygun olarak yetişdirilen, benim gibi bir insanın böyle düşünmesi gâyet tabî’î idi. Bize (İlerlemiş muhâfazakârlar = Progressive Traditionalist) adını koymuşlardı.
Onaltı yaşına basdığım zemân, (Acaba katolik dîni, bu esâsı kuramaz mı?) diye düşünmeğe başladım. Bunun için, katolik dînini dahâ yakından inceledim. O zemân, kilisede bana telkîn edilen akîdelerin ba’zısının, bir dürlü aklıma yatmadığını gördüm. Bunların en başında üç tanrı mes’elesi geliyordu. Sonra İşâ-i rabbânî [Îsâ aleyhisselâmın etinin ekmeğe, kanının şerâba dönmesi] inancı, Allahü teâlâya düâ ederken, muhakkak araya bir papaz koymak mecbûriyyeti ve bizim gibi bir insan olan Papanın, günâhsız olduğu iddi’âsı, ya’nî ona bir nev’ tanrılık verilmesi, birtakım işâret, resm ve heykellere, ibtidâî insanlar gibi tapılması, birtakım garîb hareketler yapılması, beni yavaş yavaş hıristiyanlıkdan nefret duymağa sevk etdi. Bu dînin insânlığı felâketlerden halâs etmesi şöyle dursun, esâsı çürük ve hiçbir kıymeti olmıyan bâtıl bir inanış olduğunu düşünmeğe başladım. Artık dîne karşı temâmen kayıdsız kaldım.
İkinci Cihân Harbinden sonra, içimde tekrâr bir dîne inanma ihtiyâcı duydum. Farkına vardım ki, insanlık hiçbir zemân dinsiz kalamaz. İnsanların rûhu dîne muhtacdır. Din, en büyük rehber, en derin tesellî menbâ’ıdır. Dinsiz insan mahv olmağa mahkûmdur. İnsanlara en büyük fenâlık, dinsizlikden gelmekdedir. Tâm ve mükemmel bir cem’iyyet hayâtı yaşayabilmek için, insanların
birbirine bağlanması, doğru yolda yürümesi, ancak din sâyesinde mümkindir. Şunun da farkına vardım ki, bugünkü mütekâmil bir insan, bugünün hayât şartlarına, ilmin bugün erişdiği dereceye uymıyan, yalnız birtakım garîb fikrlerden ibâret olan ve akl-ı selîme uygun gelmiyen bir dîni de kabûl edemez. Hıristiyanlık dîni böyle idi. Acabâ diğer dinler nasıldır diye merak ederek, dünyâda bulunan bütün dinleri tedkîk etmeğe karâr verdim. Amerikalı Quakerlerin dînini, Unitarianları, hattâ Behâîleri bile tedkîk etdim. Fekat bunların hiçbiri, beni temâmiyle tatmîn etmedi.
Nihâyet İslâmiyyeti keşf etdim. Elime Esperanto lisânında yazılmış (İslâmo Esperantiste Regardata) isminde bir kitâb geçdi. Bu kitâbı, müslimân bir İngiliz olan, İsmâ’îl Colin Evans neşr etmişdi. İşte bu kitâb, beni 1949 senesinde, müslimânlığa götüren rehber oldu. Onu okudum. Kâhirede (Dâr-ut-teblîg-ul-islâm) teşkilâtına mürâceat etdim ve onlardan müslimânlık hakkında ma’lûmât istedim. Oradan bana gönderilen, gene Esperanto dilinde yazılmış (İslâmo Chies Religio) isminde bir kitâb, benim îmânımı temâmladı ve müslimân oldum.
Müslimânlık, çocuklukdan beri taşıdığım düşünce, arzû ve temennîlerime tam cevâb vermekdedir. İslâmiyyetde hem hürriyyet, hem de disiplin vardır. İslâmiyyet, Allahü teâlâya karşı olan vazîfelerimizi sayarken, dünyâda da râhat ve huzûr içinde yaşamak için lâzım olan şeyleri bildirir. İslâmiyyet, bütün insanlar için, hattâ her canlı için, haklar tanır. İctimâ’î mes’elelerde, islâmiyyet en mühim problemleri en doğru tarzda çözmüşdür. Ben bir sosyolog olarak, islâmiyyetdeki (zekât) ve (Hac) vazîfelerinin büyüklüğüne ve mükemmelliğine hayrân kaldım. Kendisine, dünyâ malından fazla pay verilmiş kimsenin, malının belli bir kısmını fakîrlere dağıtması [zekât] ve zengin, fakîr, büyük rütbeli, küçük rütbeli, yaşlı, genç, tüccâr, esnâf, asker, bütün müslimânların bir araya gelerek yanyana Allahü teâlâya ibâdet etmeleri ve birbirini tanımaları [cemâ’at ile nemâz ve hac], bugün sosyal ilmlerin erişmek istediği ve bir dürlü vâsıl olamadıkları yüksek gâyelere, islâm dîninin çokdan vardığını göstermekdedir. İslâm dîni bu sâyede, kapitalizm ile komünizm arasında en mükemmel vasat yolu göstermiş, bütün insanların arzûladığı husûsları te’mîn etmişdir. İslâmiyyet, hangi ırk, hangi milliyyet, hangi sosyal derece, hangi renkden ve dilden olursa olsun, dünyâdaki bütün insanları bir araya getirebilen, onlara aynı hakları veren, servet farkını, ictimâ’î [sosyal] yardımı ayarlayan, aynı zemânda onlara Allah korkusunu da aşılayarak, maddî ve mâ’nevî disiplini sağlıyan mu’azzam bir dindir. İslâ-
miyyetde tenkid edilen poligami [ya’nî teaddüd-i zevcât, birkaç kadınla evlenmek] bile, insanların biyolojik ihtiyâcına göre bildirilmiş bir keyfiyyet olup, hiç bir zemân tek kadınla yaşamayan katoliklerin, iki yüzlü monogamisinden [tek kadınla evlenmek] dahâ dürüst bir hükmdür.
Bir zemânlar, islâmın en büyük düşmanıydım. Çünki, bütün âile efrâdım, bütün tanıdıklarım bana islâmın saçma sapan, uydurma ve insanı doğru Cehenneme götürecek bir din olduğunu söylüyor ve benim müslimânlarla konuşmamı men’ ediyorlardı. Ben de müslimânları gördükçe hemen kaçıyor, arkalarından onlara la’net ediyordum. O zemânlar, rü’yâmda, birgün bu dîni yakından tedkîk ederek ona hayrân kalacağımı ve müslimânlığı kabûl edeceğimi görseydim, muhakkak hayra yormazdım.
Niçin müslimân oldum? Buna vereceğim cevâb çok kısadır. İslâmda beni kendisine çeken en büyük meziyyet, bu dînin çok sâde, tertemiz, gâyet mantıkî, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilen, bunun yanında, içinde çok derin nasîhatlar ve hikmetler bulunan bir din olmasıdır. İslâm dînini dahâ tedkîk etmeğe başlar başlamaz, benim üzerimde büyük bir te’sîr yapdı ve onu hemen kabûl edeceğimi anladım.
Ben hıristiyan terbiyesi gördüm. Elime verilen İncîlden dahâ kıymetli bir din kitâbı bulunmadığını zannediyordum. Fekat Kur’ân-ı kerîmi okumağa başlayınca, bu kitâbın elimdeki İncîlden kat kat üstün olduğunu, bana İncîlin öğretmediği birçok güzel şeyleri öğretdiğini hayret ile gördüm. Hıristiyan dîninde, akl-ı selîmin kabûl edemiyeceği birçok efsâne, garîb i’tikâdlar vardı. Kur’ân-ı kerîm, bütün bunları red ediyor, insanlara onların anlıyacağı ve her bakımdan doğru bulacağı esâsları öğretiyordu. Yavaş yavaş İncîl gözümden düşmeğe başladı. Artık, iki elimle Kur’ân-ı kerîme sarılmışdım. Onda okuduğum her şeyi anlıyor, beğeniyor, hayrân oluyordum. Demek oluyor ki, hak din, islâm dîni idi. Bunu idrâk edince, İslâmiyyeti kabûle karâr verdim ve îmân ederek huzûr ve sevgi dînine kavuşdum.
İslâmiyyetde en çok beğendiğim ve beni kendisine kuvvet ile cezb eden husûs, müslimânların birbirini kardeş kabûl etmesidir. Renk, ırk, meslek, milliyyet, memleket farkı olmadan, dünyâda bütün müslimânlar, birbirlerini kardeş bilirler, severler, birbirlerine iyilik etmeği, yardım etmeği mukaddes vazîfe kabûl ederler. İncîlin (Komşunu kendin gibi seveceksin) kâ’idesi, ancak müslimânlarda vardır. Diğer dinlerin hiçbirinde yokdur. İslâmiyyetdeki kardeşlik, yalnız lafda kalan bir bağlılık değildir. Dünyâdaki bütün müslimânlar, her zemân, her yerde, birbirini tanısın, tanımasın, dâimâ el ele verirler, birbirlerine yardıma koşarlar.
İslâmiyyetde takdîr etdiğim ikinci bir husûs da, bu dinde hiçbir hurâfenin, anlaşılmaz bir husûsun bulunmayışıdır. Müslimânlık ahkâmı, mantıkî, pratik, aklî ve moderndir. İslâm dîni, tek bir hâlık [yaratıcı] tanır. Rûh-ul-kuds kelimesi Kur’ân-ı kerîmde vardır. Fekat bu, Allahü teâlânın kudsiyyeti veyâ Cebrâîl ismindeki melek ma’nâsına gelir. Ayrı bir ilâh değildir. İslâmın ahkâmı, ya’nî emr ve yasakları, son derece sâde, mantıkî ve her bakımdan, en modern yaşama tarzına uygundur. Bütün dünyânın kabûl edebileceği tek hak din, İslâm dînidir.
TENBÎH:
Rûh-ul-kuds kelimesi, Kur’ân-ı kerîmde birkaç sûrede vardır. Bulundukları yere göre, çeşidli ma’nâlara geldiği, tefsîr kitâblarında yazılıdır. Kısaca, Cebrâîl ismindeki melek, Allahü teâlânın hayât verici, koruyucu sıfatları, Îsâ aleyhisselâmın rûhu, İncîl kitâbı ma’nâlarına gelmekdedir. Kelimenin ma’nâsı, temiz rûh demekdir.Müslimânlığı, büyük Peygamber Muhammed aleyhisselâma hayrân olduğum için kabûl etdim. Zengibarda birçok müslimân ahbâbım vardı. Müslimânlık hakkında çok güzel şeyler anlatıyorlardı. Bana verdikleri müslimânlığa âid kitâbları âile fertlerimden gizli olarak okuyordum. Nihâyet, 1940 senesinde, ne olursa olsun, müslimân olmağa karâr verdim. Âilemin ısrârlarına ve o zemâna kadar mensûb bulunduğum Parsi dîninin râhiblerinin tazyîklerine rağmen, müslimân oldum. Bu sebebden başıma neler geldiğini, ne gibi zorluklarla karşılaşdığımı uzun uzadıya anlatmıyacağım. Âilem beni, îmândan mahrûm etmek için akla sığmaz vâsıtalara başvurdu. Bana çok eziyyet etdiler. Fekat, bir kerre hidâyete erişdikden sonra, her cins tehdîde mukavemet ederek, hak dînime kuv-
vet ile sarıldım. Şimdi tek Allahı ve Onun son Peygamberi Muhammed aleyhisselâmı, cânımdan çok seviyorum.
Âilemin bana çıkardığı her dürlü müşkillere, Cebel-i târık kayaları gibi karşı koydum. Bu zorluklarla uğraşırken (Ben Allahü teâlânın emr etdiği yoldayım. Allahü teâlâ her şeyin doğrusunu bilir ve beni korur) i’tikâdım bana kuvvet ve cesâret veriyordu.
Guyratide Kur’ân-ı kerîmi okuyup tedkîk etmek fırsatı buldum. Kur’ân-ı kerîmi okudukça, ona temâmen bağlandım. Dünyâda başka hiçbir dînin insanlara doğru yolu gösteremiyeceğine bütün kalbimle inandım. Kur’ân-ı kerîm, insanlara sâdelik içinde yaşamağı, kardeşliği, eşitliği ve insanlığı öğreten, dünyâda ve âhiretde râhat ve huzûr içinde bir hayât bahş eden mukaddes bir kitâbdır. İnsanlar için en büyük rehber olan, Allahü teâlânın bu kitâbının getirdiği islâm dîni, dünyânın sonuna kadar devâmlı kalacakdır.
[Fransada müslimânlık, her san’atda, her cihetde şöhret kazanmış kimseler arasında hızla intişar ediyor. Hıristiyanlığı bırakarak İslâm dînini tercîh edenlerin adedi yüzbine ulaşdı. Katolikliğin Fransada en yüksek makâmı olan “Paris Arşovekliği” bu rakamı tasdîk eyledi.
İslâm dînini tercîh edenlerin sâdece işsizler, memurlar değil, her cihetde şöhret kazanmış kimseler olması, nazar-ı dikkati celb etmekdedir.
Müslimânlığı tercîh edenlerin arasında denizaltı araştırmaları ile bütün dünyânın yakından tanıdığı Kaptan Kusto yer alıyor.
Fransada dünyâca meşhûr kimselerin müslimânlığı kabûl etmelerinin te’sîrleri devâm ederken, dünyânın en meşhûr denizaltı kâşiflerinden Kaptan Kusto, İslâm dînini tercîh etmekle hayâtının en doğru karârını verdiğini söyledi.
Televizyonda yayınlanan (Yaşayan Deniz) programı ile okyanusların sırlarını bir bir gözler önüne getiren Kaptan Kusto, İslâm dînini tercîh etmesine asl sebeb olan vak’anın, Atlas Okyanusu ile Akdeniz sularının birbirine karışmadığını tesbît etdikden sonra, bunun 1400 sene önce dünyâya indirilen Kur’ân-ı kerîmde beyân buyurulduğunu görmesi olduğunu bildirdi.]
Kaptan Kusto, İslâm dînini tercîh etmesine sebeb olan hâdise
yi şöyle anlatdı:
(1962 senesinde Alman ilm adamları, Aden körfezi ile Kızıldenizin birleşdiği Mendeb boğazında, Kızıldenizin suyu ile Hind Okyanusunun suyunun birbirine karışmadığını bildirmişlerdi. Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdenizin sularının birbirine karışıp, karışmadığını tedkîk etmeğe başladık. Evvelâ, Akdenizin kendine hâs sıcaklığı, tuzluluğu ve kesâfeti ile ihtivâ etdiği canlıları tesbît etdik. Aynı tedkîkatı Atlas Okyanusunda tekrârladık. İki su kütlesi binlerce seneden beri Cebelitârık boğazında birleşiyordu. Bu vaz’iyyetde, iki su kütlesinin karışması ile tuzluluk, kesâfet gibi unsurların birbirlerine müsâvî, hiç olmazsa yakın olması îcâb ediyordu. Hâlbuki, her iki denizin en yakın kısmlarında bile deniz suyu kendi hâssasını koruyordu. Ya’nî, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi iki deniz suyunun birbirine karışmasına mâni’ oluyordu. Bu hâli anlatdığım Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslâmın kudsî kitâbı Kur’ân-ı kerîmin bunu açık bir şeklde yazdığını söyledi. Hakîkaten bu hâl Kur’ân-ı kerîmde dosdoğru açıklanıyordu. Bunu öğrenince Kur’ân-ı kerîmin (Allahü teâlânın kelâmı) olduğuna inandım. Hak din olan İslâmiyyeti seçdim. İslâm dîni, mânevî gücü ile bana gayb etdiğim oğlumun acısına dayanma sabrını verdi.)
İlâhî nedir bu aşk, yakdı
cismü cânımı?
bundaki zevk başkadır,
duyulur izhâr olmaz.
Ne tarafa giderim, bırakıp sultânımı,
seni sevdi bu gönül, ölse ele yâr olmaz!
Herkese nasîb olmaz, huzûrundaki ânlar,
ebedî hâtıradır, bu bulunmaz zemânlar.
Kadrinizi biz gibi, bir nebze anlayanlar,
derler ki, bu devrde, sen gibi serdâr olmaz.
Feth etdiniz kalbimi, gizli bir miftâh ile,
bundan sonra, nefsimin ısyânları nâfile!
Her bülbül âşık olur, böyle vefâlı güle,
kim demiş zemherîrde, ılık bir behâr olmaz.
Her sözünüz kalbime âb-ı
hayât katresi,
senden başka rûhumun yok kurtuluş çâresi.
Ey! Cihânın şu ânda, bir teki, bir
dânesi!
biz günâhkârlar için, bundan büyük kâr olmaz!