Giriş

Affına ve rahmetine ancak ümit sahiplerinin güvendiği Allah'a hamdolsun. O Allah ki O'nun öfkesinin ve savletinin neticesinden ancak muttakîler sakınırlar. O Allah ki, kullarını haberleri olmaksızın sevk ve idare edip, şehvetleri onlara musallat kılmıştır. İştahlarının çektiğini terketmeyi kendilerine emretmiştir. Onları öfkeye müptelâ kılmıştır.

Öfkelendikleri konularda öfkelerini yutmakla kendilerini zorunlu kılmıştır. Sonra onları şehvet ve lezzetlerle çepeçevre sarmış ve iradelerini yaptıklarını görmek için- ellerine vermiştir. Bu şekilde iddia ettikleri konuda doğruluklarını bilmek için sevgilerini denemiş ve kendilerine açık ve gizli yaptıkları hiçbir şeyin kendisine gizli olmadığını bildirmiştir. Habersizken, ansızın kendilerini yaka-paça, pençe-i kahrıyla yakalayacağını bildirerek şöyle buyurmuştur:

Onların işi sadece korkunç bir sese bakar. Çekişip dururlarken ansızın o kendilerini yakalar. Artık ne bir tavsiye yapabilirler, ne de ailelerine dönebilirler. (Yâsin/49-50)

Salât ve selâm, peygamberlerin altında toplanacağı sancağın sahibi olan Hazret-i Peygamber'e, âline, hidayete erişip, hidayete götüren ashâbına ve Allah'ın rızasına mazhar olan islâm büyüklerine olsun! Öyle bir salât ki onun adedi, Allah'ın yaratmış olduğu ve yaratacağı şeylerin sayınca kadar olsun! O salâtın bereketinden geçmiş ve gelecek müslümanlar nasipdar olsun!

Bundan sonra bil ki öfke, bir ateş kıvılcımıdır. Göğüslerde yanan Allah'ın ateşinden alınmıştır. Muhakkak ki öfke ateşi, küllerin altına gizlenen ateş közleri gibi, kalplerin kıvrımlarında gizlidir. Taşın, demirin ateş çıkarması gibi, bu öfke ateşini de inatçı ve zâlim olan kişinin kalbinde gizlenen gurur ve azamet dışarıya çıkarır. Yakîn nûruyla bakanlar bilir ki, İnsan oğlundan, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytana uzanan bir damar vardır. Bu bakımdan öfke ateşi kime galip gelirse, o kimsede şeytanın yakınlığı kuvvet bulur. Nitekim şeytan şöyle demiştir:

Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın! (A'raf/12)

Muhakkak ki çamurun durumu vâkar içinde sükûnettir. Ateşin durumu ise alevlenmek ve parlamak, hareket ve ızdıraptır. Kin ve hased, öfkenin doğurduğu kötü neticelerdir. Helâk olan kimseler bu iki kötü hasletten dolayı helâk olmuşlardır. Fesada uğrayanlar da onlardan dolayı fesada uğramışlardır. Kin ve hasedin kaynağı, bir çiğnem ettir. O et, doğru olduğu takdirde, onunla beraber bedenin tümü doğru olur. Madem kin, hased ve öfke, kulu felâkete sevkeden âmil ve sebeplerdendir, öyleyse insan, öfkenin tehlikeli durumlarını, çirkin taraflarını bilmeye muhtaçtır ki öfkeden sakınıp, korunsun! Eğer varsa, kalbinden silip söküp atsın. Eğer kalpte yerleşmiş ise, tedavi etmek sûretiyle sökülmesine çalışsın; zira şerri tanımayan bir kimse şerrin içine girebilir. Şerri tanıyana da, şerrin bertaraf edilmesinin ve uzaklaştırılmasının yolunu bilmedikçe sadece tanımak yeterli olmaz. Biz bu bölümde hased ve kinin âfetlerini, öfkenin kötülüğünü belirteceğiz. Bütün bunları, şu hususlarda toplayacağız: Öfkenin kötülüğünü ve hakikatini açıklamak, sonra öfkenin esasının riyazetle kalpten sökülmesinin mümkün olup olmadığını beyan etmek, sonra öfkeyi kabartan sebepleri beyan etmek, kabardıktan sonra ne yapmak gerektiğini belirtmek, sonra öfkeyi yutmanın faziletini izah etmek, sonra hilm'in faziletini, sonra konuşmanın ne kadarıyla insan davasına yardım edip içini rahat ettirebilir meselesini açıklamak, sonra kin ve doğurduğu kötü neticeler hakkında konuşmak, af ve şefkat göstermenin faziletini belirtmek, sonra hasedi kötülemek hususundaki sözü açıklamak, hasedin hakikatini, sebeplerini, tedavi yollarını, sökülmesi için en son gereken çarenin beyanını, sonra akran, arkadaş, amcazadeler ve akrabaların arasında neden hasedin çokça vâkî olduğunu belirtmek, bu saydıklarımızın dışında hasedin çoğalıp, azalmasını veya zayıflamasını izah etmek, hased hastalığını kalpten söken tedavi yolunu belirtmek, daha sonra kalpten hasedin sökülmesinin farz olan miktarını beyan etmektir. Tevfîk Allah'tandır!

25-1

Öfke'nin Zemmi

Âyet-i Kerîmeler

O zaman inkâr edenler, kalplerine öfke ve gayreti, o cahiliye öfke ve gayretini koymuşlardı, Allah da elçisine ve Mü'minlere huzur ve güvenini indirdi. (Fetih/26)

Görüldüğü gibi Allahü teâlâ, kâfirleri haksız öfke ve gayretlerinden dolayı zemm ve Mü'minleri de Allah tarafından kendilerine gönderilen vâkar ve sekinetten dolayı medhetmektedir.

Hadîsler

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) rivâyet ediyor ki, bir zatın Hazret-i Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana yapabileceğim bir ameli tavsiye et! Fakat az olsun!' demesi üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Öfkelenme!' buyurmuştur. Kişi aynı suali, başka bir zaman daha sordu. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yine 'Öfkelenme!' cevabını verdi. 1

İbn Ömer (radıyallahü anh) : Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Bana bir söz söyle! Fakat az olsun. Umulur ki ben onu, tam mânâsıyla kavrayıp yaparım' dedi. Hazret-i Peygamber 'Öfkelenme!'2 dedi. İbn Ömer aynı suali iki defa daha Hazret-i Peygamber'e sordu. O da her defasında 'öfkelenme' diye karşılık verdi.

Abdullah b. Amr'dan şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Peygamber'e 'Beni Allah'ın gazabından kurtaracak amel nedir?' diye sordum. Hazret-i Peygamber cevap olarak 'Öfkelenme!' dedi. 3

İbn Mes'ûd der ki, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Siz aranızda kimi pehlivan kabul edersiniz?' Biz cevap olarak dedik ki: 'Sırtı yere gelmeyen kimseyi pehlivan olarak kabul ediyoruz'. Hazret-i Peygamber 'O pehlivan değildir. Ancak öfkelendiği anda nefsine hâkim olan bir kimse pehlivandır' dedi,4

Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:

Kuvvetli bir kimse, başkasının sırtını yere getiren kimse değildir. Kuvvetli o kimsedir ki öfke anında nefsine hâkim olur. 5

İbn Ömer Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:

Kim öfkesini zaptederse, Allahü Azîmüşşân onun çirkin taraflarını örter. 6

Süleyman b. Dâvud (aleyhisselâm) şöyle demiştir: Ey oğul! Fazla öfkelenmekten kaçın! Çünkü fazla öfke, halîm bir kişinin kalbini bile hafifletir.

İkrime 'Seyyid, nefsine hâkim' (Al-i İmrân/39) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: 'Seyyid o kimsedir ki, öfke ona galebe çalmaz'.

Ebu'd Derda Hazret-i Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana, beni cennete sokmaya vesile olacak bir amel öğret!' dediğinde Hazret-i Peygamber cevap olarak 'Öfkelenme!'7 buyurmuştur.

Hazret-i Yahya, Hazret-i Îsa'ya şöyle demiştir: 'Öfkelenme!' Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) , cevap olarak 'Öfkelenmemek benim gücüm dahilinde değildir. Ben sadece beşerim' dedi. Hazret-i Yahya 'O halde mâl edinme!' deyince, Hazret-i Îsa 'Bu umulur!' demiştir.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Sabur denilen maddenin balı ifsad ettiği gibi, öfke de îmanı ifsad eder. 8

Bir kimse öfkelendiği zaman muhakkak cehenneme yaklaşır. 9

Bir kişi Hazret-i Peygamber'e 'Hangi şey daha şiddetlidir?' diye sorunca

cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Allah'ın gazabı!' Kişi 'Beni Allah'ın gazabından uzaklaştıran nedir?' deyince, Hazret-i Peygamber 'Öfke!'10 buyurdu.

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Ey Âdem oğlu! Hiddetle yerinden sıçradığın zaman, cehenneme düşecek şekilde oturmandan korkulur!'

Zülkarneyn, meleklerden birine rastladı ve meleğe 'Îman ve yakîn bakımından ilerlemeye vesile olan bir ilmi bana öğret!' diye dilekte bulundu. Melek ona 'Öfkelenme! Çünkü şeytanın insanoğluna en fazla hâkim olduğu zaman, öfkelendiği, zamandır. Bu bakımdan öfkeyi yutmakla reddet! Sevgi ile sükûnete kavuş! Acelecilikten sakın; zira sen acele ettiğin takdirde nasibini kaybetmiş olursun. Herkese karşı yumuşak huylu ol! Israrlı ve mütekebbir bir kimse olma!' dedi.

Vehb b. Münebbih'ten şöyle rivâyet ediliyor: Ayazmasında ibadet eden bir râhib vardı. Şeytan onu saptırmak istediyse de bir türlü muvaffak olamadı. Mabedin kapısına gelip onu çağırdı. 'Bana kapıyı aç' dediyse de rahipten müsbet bir cevap alamadı. Sonra 'Aç kapıyı! Eğer ben gidersem pişman olursun' dedi. Buna rağmen rahib onun sözüne iltifat etmedi. Bunun akabinde 'Ben mesih Îsa'yım!' dedi. Rahib 'Sen Mesih olsan dahi seni neyleyim! Sen bize ibadet ve ciddiyetle çalışmayı emretmedin mi? Bize kıyâmette buluşmayı va'detmedin mi? Eğer bugün, zamanında yapmış olduğun telkinlerden başkasını getirdiysen onları senden kabul etmeyiz' dedi. Bu durum karşısında kalan İblis dedi ki: 'Ben şeytanım! Seni saptırmak istedim, fakat muvaffak olamadım. Sana istediğin konuda sual sorman için gelmiş bulunuyorum. Sorduğun takdirde cevap alırsın!' Rahib 'Hiçbir şeyi senden sormak istemiyorum!' dedi. Bunun üzerine şeytan gerisin geriye dönüp gitti. Rahib 'Dinler misin beni?' diye seslendi. Şeytan 'Evet, dinlerim!' dedi. Rahib İnsanların aleyhlerinde sana en fazla yarayacak ve yardımcı olacak şeyleri bana haber verir misin?' dedi. Şeytan 'Hiddet ve öfkedir! Zira kişi katı kalpli olduğu zaman, çocukların oynadıkları topu evirip çevirdiği gibi biz de onu evirip çeviririz' dedi.

Hayseme (radıyallahü anh) şeytanın 'Âdem oğlu beni nasıl mağlup edebilir? Oysa Âdem oğlu razı olduğu zaman onun kalbine sokulacak derecede gelip yaklaşırım. Öfkelendiği zaman onun beyninde yerimi alıncaya kadar uçarım' dediğini rivâyet etmiştir.

Cafer b. Muhammed şöyle demiştir: 'Öfke her şerrin anahtarıdır'.

Ensâr-ı kirâmdan bir zat şöyle demiştir: 'Hamâkatın başı hiddettir. Sürücüsü öfkedir. Cehalete razı olan bir kimse halîm olamaz. Oysa halîm olmak kişinin süsü ve kazancıdır. Cehalet ise çirkinlik ve zarardır. Ahmağa karşı sükût etmek ise ona cevap vermektir'.

Mücâhid, İblis'in şunları söylediğini rivâyet eder: 'Âdem oğulları beni üç haslette yormamış ve hiçbir zaman da yormayacaklardır:

1. Onlardan biri sarhoş olduğu zaman onun yularına yapışır, istediğimiz tarafa çeker götürürüz ve sevdiğimizi ona yaptırırız.

2. Öfkelendiği zaman, bilmediğini söyler, pişmanlığını gerektiren hareketlerde bulunur.

3. Elinde bulunan mal hakkında onu cimri yapar, gücü yetmediği şeyler hakkında da uzun ümit ve emellere sahip kılarız'.

Bir hakîme denildi: 'Filan adam nefsine hâkimdir!' Hakîm

cevap olarak şöyle dedi: 'O halde şehvet onu kul ve köle edinmiş değildir, nefis onu mağlup etmemiştir ve öfke de ona hakîm olmamıştır'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Öfkeden sakın! Zira öfke seni özür dilemek zilletine sürükler'.

Denildi ki: Öfkeden sakınınız! Çünkü sabur denilen acı maddenin balı bozduğu gibi, öfke de îmanı bozar'. Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: 'Öfkelendiği zaman, kişinin halîmliğini deneyiniz! Tamahkârlığı anında da emin olup olmadığını tecrübe ediniz, kişi öfkelenmediği zaman, hilmini nereden bileceksin? Tamah sahibi olmadığı zaman emin olduğunu nereden anlayacaksın!'

Ömer b. Abdülaziz, bir valisine şöyle yazdı: 'Öfkelendiğin anda herhangi bir kimseye ceza tatbik etme! Öfken geçinceye kadar onu hapset! Öfken geçtiği zaman, adamı hapisten çıkar. Suçu nisbetinde kendisine cezayı tatbik et. Hiçbir zaman onbeş sopadan fazla vurma!'

Ali b. Zeyd (radıyallahü anh) der ki: Kureyş'ten bir kişi Ömer b. Abdülaziz'e sert ve kaba çıkışlar yaptı. Ömer uzun bir zaman başını eğerek düşündü. Sonra dedi ki: 'Saltanat izzetiyle şeytan beni tahrik etmeye kalkıştı ve senin benden yarın alacağını bugün senden almış olmayı istedim! (Fakat seni affediyorum) '.

Seleften biri oğluna dedi ki: 'Ey oğul! Akıl, gazap anında yerinde durmaz. Nitekim ısıtılmış fırın ve tandırlarda diri bir kimsenin durmadığı gibi. . . '

Bu bakımdan insanların öfkesi en az olanı, en akıllısıdır. Eğer dünya için az öfkeli olursa, bu deha ve hiledir. Eğer âhiret için olursa, hilm ve ilimdir.

Denilmiş ki; öfke aklın düşmanıdır. Öfke aklın helâk edicisidir.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) , hutbesinde şöyle demiştir: 'Tamahkârlıktan, hevâ-i nefisten ve öfkeden korunanınız felâha kavuşmuştur'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Şehvetine ve öfkesine itaat eden bir kimseyi onlar ateşe doğru sürükler götürür'.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'İmanda kuvvetli, yumuşaklıkta hazımlı, yakînde imanlı, ilimde halîm, şefkatte akıllı, hakta verici, zenginlikte iktisatçı, fakirlikte vâkur, kudrette ihsan edici, arkadaşlıkta tahammüllü ve şiddette sabırlı olmak müslümanın alâmetlerindendir. Böyle bir müslümana gazap galebe çalmaz. Cahiliyye taassubu kendisini felâkete sürüklemez. Şehvet kendisine galip gelmez. Midesi kendisini rezil etmez. Harislik kendisini hafif düşürmez. Niyeti kendisini geride bırakmaz. Bu bakımdan mazluma yardım eder, zayıfa merhamet gösterir, cimrilik yapmaz. Mübezzirlik ve israfta bulunmaz ve sıkılığa kaçmaz. Kendisine zulmedildiği zaman affeder. Cahilin kusurundan vazgeçer. Nefsi, elinden zahmet çeker. Halk ise kendisinden ferahlık ve genişlik görür'.

Abdullah b. Mübarek'e şöyle denildi: 'Güzel ahlâkı bizlere özetle söyle!'

Cevap olarak şöyle dedi: 'Öfkeyi terketmektir'

Peygamberlerden bir zat, ashâbına dedi ki: 'Öfkelenmeyeceğine dair kim bana söz verir ki benim derecemde olmuş olsun ve benden sonra da halifem olsun?' Onlardan bir genç 'Ben söz veriyorum' dedi. Sonra o peygamber, aynı suali ikinci bir defa tekrarladı. Genç 'Ben onu herkesten daha iyi yerine getireceğim' dedi. O peygamber vefat ettiği zaman, ondan sonra genç onun halifesi oldu. O genç Zülkifl'dir. Kendisine Zülkifl denilmesinin sebebi, öfkesine hâkim olacağına söz verdiğindendir. Bu va'dini de yerine getirmiştir.

Vehb b. Münebbih şöyle dedi: Küfrün dört rüknü vardır:

1. Öfke

2. Şehvet

3. Ahmaklık

4. Tamahkârlık (ve cimrilik)

1) Buhârî

2) Ebû Yâ'lâ (hasen bir senedle)

3) Taberânî, İbn Abdilberr (hasen bir senedle)

4) Müslim

5) Müslim, Buhârî

6) İbn Eb'id-Dünya

7) İbn Eb'id-Dünya, Taberânî

8) Taberânî, Beyhakî

9) Bezzâr, İbn Adiyy

10) İmâm-ı Ahmed

Öfkenin Hakikati

Allahü teâlâ, canlıları birtakım iç ve dış sebeplerle ölüme maruz kalacak şekilde yarattığı zaman, kendisini koruyucu imkânları da kendisine bahşetti. O imkânlar vasıtasıyla kitabında muayyen ecel diye tabir ettiği zamana kadar kendisinden ölümü uzaklaştırır.

Dahilî sebebe gelince, o sebep şudur: Allahü teâlâ canlıları hararet ve rutubetten mürekkeb olarak yaratmış, aynı zamanda hararet ve rutubet arasında zıddiyet kılmış, hararet durmadan rutubeti kurutur, buhar haline getirir. Eğer alınan gıdadan rutubete yardım yetişip hararet vasıtasıyla buharlaşan cüz'lerin yeri yenileriyle doldurulmazsa, hayat sahibi muhakkak ölür. Bu bakımdan Allah, canlının bedenine uygun gıda ve canlıda o gıdayı almaya iteleyici şehveti yarattı, Bu yaratılan şehvet tıpkı kırılanı düzeltici, yok olanın yerini doldurucu bir vekil gibidir. Allah bu şehveti, onun vasıtasıyla insanı helâktan korusun diye yaratmıştır.

İnsan oğlunda meydana gelen haricî sebeplere gelince, onlar kılıç, mızrak gibi İnsan oğlunun helâk olmasına sebep olan diğer şeylerdir. Bu hususta İnsan oğlu, içinden gelen bir hamiyet ve kuvvete muhtaçtır ki onun vasıtasıyla kendisinden helâk edicileri uzaklaştırsın! Bu bakımdan Allahü teâlâ, ateşten öfke tabiatını yarattı ve İnsan oğlunda o tabiatı yerleştirdi, onun hamuru ile yoğurdu. O halde İnsan oğlu hedeflerinin birinden menedildiği zaman, öfke ateşi alevlenir. Kalbin kanını kaynayacak şekilde kabartır. O kan, damarlara yayılır. Ateşin yükseldiği gibi, bedenin yukarılarına doğru yükselir. Çanakta kaynayan su gibi bedende kaynar ve bunun içindir ki insanın yüzüne yayılır ve insanın yüzü, gözü kızarır. İnsanın bedeni berrak olduğundan arkasında bulunan kan kırmızılığını dışarıya yansıtır. Nitekim camın, içinde bulunan maddeyi yansıttığı gibi. Kan, İnsan oğlu kuvvetçe kendisinden aşağı olan bir kimseye kızdığı zaman dağılır. Eğer kendisinden üstün olan bir kimseye karşı öfkelenirse ve ondan intikam almaktan ümitsiz ise, bu durumda kan, derinin dışından, kalbin içine doğru çekilir ve üzüntüye dönüşür ve bunun içindir ki İnsan oğlunun rengi sararır. Eğer İnsan oğlunun kızması, kendisinden üstün olup olmadığı hususunda şüphe ettiği birine karşı olursa, kan bu takdirde toplanma ve yayılma arasında tereddüt eder. Hem kızarır, hem sararır ve hem de titreme meydana getirir. Kısacası öfke kuvvetinin merkezi kalptir. Mânâsı ise intikam talebiyle kalp kanının kaynamasıdır. Ancak bu kuvvet eziyet vericiler oluşmadan önce kabaran ve yönelen bir kuvvettir. Eziyet vericiler oluştuktan sonra intikam ve iç rahatlığı maksadıyla bu kuvvet kabarır ve eziyet vericilere yönelir. İntikam ise, bu kuvvetin gıdası ve şehvetidir. İntikam içinde bu kuvvetin lezzeti vardır ve bu kuvvet ancak intikam ile sükûnet bulur. Sonra bu kuvvet hususunda insanlar, yaratılışın başlangıcında tefrit, ifrat, itidal olmak üzere üç gruba ayrılırlar ve üç derecede bulunurlar.

Tefrife gelince, tefrit, bu kuvvetin yok olmasından veya zayıf düşmesinden doğar. Bu ise dinen kötüdür ve böyle bir kimse hakkında gayreti yoktur denilmiştir. Bu sırra binaen İmâm-ı Şâfiî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Kim kızdırdığı halde kızmazsa o eşektir!'

Bu bakımdan kim temelinden öfke ve gayret kuvvetini kaybederse o gerçekten eksik bir kimsedir. Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'in ashâbını, şiddet ve gayretle nitelendirerek şöyle buyurmuştur:

Muhammed Allah'ın Rasûlü'dür. Onunla beraber olan Mü'minler, kâfirlere karşı şiddetli ve katıdırlar. Birbirlerine merhametli ve şefkatlidirler. . . (Feth/29)

Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et, onlara sert davran. (Tahrim/9)

Ayette geçen gılzet ve şiddet, öfkeden ibaret olan gayret kuvvetinin eserlerindendir.

İfrat'a gelince, bu niteliğin akıl, din ve itaatin siyasetinden çıkması demektir. Öyle ki kişinin basireti, düşüncesi ve mefkûresi kalmaz. İradesi tamamen elinden çıkar. Hatta mecburen hareket eden robot durumuna düşer. Bu sıfatın galebe çalmasının sebebi, birtakım tabii ve âdet edinilmiş şeylerdir. Çok insan vardır ki fıtraten ve yaradılışça çabuk öfkelenmeye hazırdır. Öyle ki sanki yaradılışta onun sureti, öfkelenmenin sureti şeklinde yaratılmıştır. Kalp mizacının harareti de buna yardımcı olur. Çünkü öfke ateştendir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Ancak mizacın serinliği onu söndürür ve şiddetini kırar. 11

Adî sebeplere gelince, öfkelerini dindirmemekle böbürlenen, öfkelerine itaat etmekle iftihar eden, buna erkeklik ve kahramanlık adı veren bir grupla kişinin karışmasıdır. O gruptan biri der ki: 'Ben o kimseyim ki hile ve kurnazlığa karşı sabretmem, hiç kimseden bir zorluğu kabul etmem!' Bu sözünün mânâsı şu demektir: 'Bende akıl ve hilm diye birşey yoktur!' Sonra bu söylediğini cehaletiyle iftihar etmek sadedinde söylemektedir. Bu bakımdan kendisini dinleyen bir kimsenin kalbinde öfkenin güzel olduğu ve onlara benzeme arzusu yerleşir. Dolayısıyla bununla öfkesi kuvvet bulur. Öfke, ateşi şiddetlendiği, alevleri kuvvet bulduğu zaman sahibini kör eder. Onu va'z ve nasihata sağır eder. Ona va'z edildiği zaman dinlemez. Hatta va'z ve nasihat onu daha da azıtır. Akıl nûruyla ışığa kavuştuğu ve nefsine müracaat ettiği zaman buna gücü yetmez; zira derhal öfke dumanı kendisini sarar, aklın nûrunu söndürür hatta dipten siler götürür. Çünkü düşüncenin kaynağı dimağdır. Öfkenin şiddetli anında kalp kanının kaynamasından kapkaranlık bir duman dimağa yükselir, fikir kaynaklarının tümünü kapsar. Fikir kaynaklarını kapladığı gibi, his kaynaklarına da sirayet eder. Bu bakımdan kişinin gözü kararır. Öyle ki görmez olur. Dünya tamamıyla kendisine kapkaranlık kesilir. Dimağı, içinde ateş yakılan bir mağara misaline benzer. Onun havası kapkaranlık kesilmiş, merkezi kızmış, her tarafı dumanla dolmuştur. Orada zayıf bir çıra vardır. O da sönmüş veya ışığı görünmez olmuştur. Bu bakımdan orada ayak durmaz, söz dinlenilmez. Herhangi bir suret görülmez. Ne içten, ne dıştan onu söndürmeye de artık güç yetmez. Yanmaya elverişli olan herşey yanıp kül oluncaya kadar sabretmek uygundur. İşte gazab da kalbe ve dimağa aynı şeyi yapar. O zaman gazabın ateşi kuvvetlenir. Kalp, hayatının kıvamı olan rutubeti yok eder. Sahibi öfkesinden ölür. Nitekim mağarada ateş kuvvetlenir, mağarayı çatlatır, altını üstüne getirir. Bu durum, mağaranın etrafındaki tutucu kuvvetin ateşle iptal olunmasından meydana gelir. O kuvvet ki parçaları bir araya getirmiştir, işte öfke anında kalbin durumu da böyledir. Gemi, denizin ortasında dalgalar arasında, kopan fırtınalarda sallandığı halde, durum bakımından öfkeli kalpten daha güzel ve selâmet bakımından daha ümitlidir; zira sallanan gemide gereken tedbirin alınması için çare arayan, gemiye bakıp kumanda eden bir kimse vardır. Kalbin ise kaptanı kendisidir. Öfke onu kör ve sağır ettiğinden bütün imkânlar onun elinden çıkmıştır! Zâhirde rengin bozulması, âzaların şiddetle titremesi, fiil ve hareketlerin tertib ve nizamdan çıkması, sallantılı olması, abur cubur konuşması, dudaklarda köpüğün belirmesi, gözlerin çanaklarından fırlayıp kızarması, burun deliklerinin kabarıp değişik hâl alması ve ahlâkın geçimsiz bir hâl alması, öfkenin görünen eser ve etkileridir. Eğer öfkelenen kişi, öfke halinde şeklinin çirkinliğini görmüş olsaydı, o çirkinlikten utanarak öfkesi derhal söner ve ahlâkı da değişirdi. Öfkenin iç çirkinliği ise, zâhirî çirkinliğinden kat be kat üstün ve felâketlidir. Çünkü görünen taraf, iç aleminin nişanesi ve tezahürüdür. Fakat iç suret çirkinleştiği için onun çirkinliği ikinci derecede dışa yansımıştır. Bu bakımdan zâhirin bozulması, iç âleminin bozulmasının ürünüdür. Durum bu iken meyveyi, meyve veren ağaca kıyaslayabilirsin. İşte bu, öfkenin bedendeki tesiridir.

Dildeki tesirine gelince, dili fâhiş konuşmak ve sövmekle serbest bırakmaktır. Öyle ki öfkesi geçtiği zaman, sarfettiği sözlerden akıllı bir kimsenin utandığı gibi, söyleyen de bu fâhiş konuşmasından utanır. Bu da ibarenin zikzaklı olmasıyla belli olur.

Âzalar üzerindeki eserine gelince, vurmak, hücum etmek, yırtmak, öldürmek, imkân anında çekinmeden yaralamaktır. Eğer kendisine öfkelenilen kaçar veya başka bir sebepten dolayı öfkelenenin elinden kurtulur veya öfkelenen ondan intikam almak suretiyle gönlünü rahatlatamazsa bu sefer öfke, sahibine döner. Kendi elbiselerini yırtar, kendisini yumruklar. Bazen de elini yere vurur. Sarhoş şaşkın bir kimsenin koştuğu gibi sağa sola koşar. Bazen de baygın olarak yere serilir. Ne koşmayı ve ne de -şiddetli öfke sebebiyle- kalkmayı becerir. Kriz geçirme gibi durumlara girer. Bazen cansızlara ve hayvanlara vurur. Mesela önündeki yemek tabağını yere çarpar. Yemek masasında öfkelendiği zaman, masayı kırar. Delilerin yaptığını yapar, hayvanlara ve cansızlara küfreder. Onlarla konuşur ve der ki: 'Ey filan filan! Ne zamana kadar senden bunu çekeceğim?!' Sanki akıllı bir kimseye hitap ediyormuş gibi davranır. Hatta bazı kere hayvan kendisine çifte attığında o da hayvana çifte atarak mukabelede bulunur.

Öfkenin, kendisinden öfkelenilenle beraber kalpteki eser ve etkisine gelince, o eser ve etki, kin tutmak, hased etmek, kötülük düşünmek, öfkelendiği kişinin kötü taraflarını yaymak, onun sevilmesine üzülmek, onun sırrını ifşa etmeye azmetmek, onun örtüsünü, maskesini yırtmak, kendisiyle istihza etmek ve bunlardan başka daha nice çirkinlikleri yapmaktır. İşte bu saydıklarımız, ifrat derecesindeki öfkenin ürünleridir.

Zayıf olan kıskançlığın semeresine gelince, o semere tiksinilmesi gereken şeyden az tiksinmektir. Mahremlerine, eşine ve cariyesine yapılan taarruzdan ve zelil kimselerden gelen zillet, nefsi küçültmek ve düşürmekten rahatsız olmayıp bu hareketleri kabullenmektir. Bu da kötüdür. Çünkü mahremine karşı kıskançlık duymamak, bunun meyvelerindendir. Bu ise kadınımsı bir harekettir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki Sa'd kıskançtır. Fakat ben ondan daha kıskancım. Allah da benden daha kıskançtır. 12

Gayret, neseblerin korunması için yaratılmıştır ve halk gayret hususunda gevşeklik gösterirse nesebler karışır. İşte bu sırra binaen şöyle denilmiştir. 'Hangi kavmin erkeklerinde kıskançlık varsa o kavmin nesebi sağlam olur'.

Münker olan işleri gördüğü halde susmak ve korkmak, öfkenin azlığındandır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Benim ümmetimin hayırlıları dinde hiddetli ve sert olanlarıdır. 13

Zina eden erkek ve kadına Allahü teâlâ'nın emri üzere merhamet ve şefkat etmeyerek yüz değnek vurun! (Nûr/2)

Öfkenin tamamen kaybedilmesi, nefsi terbiye etmekten aciz olmaya yol açar; zira nefsi terbiye etmek ancak öfkeyi şehvete musallat kılmak suretiyle mümkün olur ki nefsi, hasis şehvetlere meylettiği zaman nefsine öfkelensin! Bu bakımdan öfkeyi tamamen kaybetmek kötüdür. Ancak övülen öfke o öfkedir ki aklın ve dinin işaretini bekler. Gayretin gerektiği yerde kabarır, hilmin güzel olduğu yerde söner. Öfkeyi normal sınırda tutmak ve korumak, Allahü teâlâ'nın kullarını mükellef kıldığı istikametin ta kendisidir. Bu durum, Hazret-i Peygamber'in hakkında şöyle dediği durumdur:

İşlerin en hayırlısı orta olanlarıdır!14

Bu bakımdan nefsinde gayretin zayıflığını, gerekmediği halde zulüm ve zilleti kabullendiğini hissedercesine öfkesi gevşekliğe kayan bir kimseye, öfkesi kuvvet buluncaya kadar nefsini tedavi etmesi uygundur. Kimin öfkesi ifrata doğru kayar, kendisini tehevvür ve çirkin şeyleri pervasızca yapmaya sevkederse, böyle bir kimseye de en uygun olanı, öfkesinin gücünü kırmak için nefsini tedavi etmek ve öfkeyi ifrat ile tefrit arasında hak olan orta noktada durdurmaktır. Çünkü sırat-ı müstakim (doğru yol) budur ve bu yol kıldan daha ince ve kılıçtan daha keskindir. Eğer bundan aciz olursa, kişi buna en yakın olan yolu seçmelidir.

Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında (tam) adalet yapamazsınız. Öyle ise (birine) tamamen yönelip ötekini askıda (kocasızmış) gibi bırakmayın. (Nisâ/129)

Bu bakımdan, hayrın tamamını yapmaktan aciz olan kimse için şerrin tamamını yapmak uygun değildir. Şerrin bir kısmı, diğer bir kısmından daha ehvendir. Hayrın bir kısmı da diğer bir kısmından daha yücedir.

İşte öfkenin hakikati ve dereceleri bunlardır. Allah'tan kendisini razı eden hareketlere bizi sevkeden güzel tevfikini talep ediyoruz. Çünkü Allah dilediğine kâdirdir.

l1) Tirmizî

12) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

13) Taberânî, Beyhâkî

25-2

Öfkenin Riyazet Yoluyla Giderilmesinin İmkânı

Bazıları öfkenin tamamen silinmesinin mümkün olduğunu sanarak demişlerdir ki: 'Riyazet, öfkenin silinmesine doğru götürür, riyazetin hedef ve maksadı da budur!' Başkaları da öfkenin tedavi kabul etmez bir asıl olduğunu sanmışlardır ve bu son fikir huyun yaratılış gibi olduğunu ve ikisinin de değişme kabul etmediğini sanan bir kimsenin fikridir. Bu iki fikir de zayıftır. Bu hususta hakîkat bizim söyleyeceğimizdir. Şöyle ki, İnsan oğlunda bir şeyi sevmek, başka bir şeyden nefret etmek hasletinden bir eser kaldıkça İnsan oğlu gayz ve öfkeden yakasını kurtaramaz. Kendisine birşey uygun, başka birşey de zıd düşerse mutlaka kendisine uygun olanı sever, muhalif düşeni de hor görür. Öfke de buna tâbi olur. Çünkü kişiden sevdiği alındığı zaman şüphesiz öfkelenir. Sevmediği ile karşılaştığı zaman da şüphesiz öfkelenir. Ancak İnsan oğlunun sevdiği üç kısma taksim olunur:

Birinci Kısım

Herkes için zarurî olan gıda, mesken, giyecek ve beden sıhhati gibi şeylerdir. Kendisine vurulmak istenen kimse elbette öfkelenecektir. Kişi kendisinden avretini örten elbisesi alınmak, evinden çıkarılmak veya susuzluğunu gideren suyu dökülmek istendiği zaman öfkelenir. Bunlar yok olmalarından ötürü İnsan oğlunun rahatsız olduğu ve bunlara hücum edene karşı öfkelendiği zarurî şeylerdir.

İkinci Kısım

Rütbe, çok mal, çok hizmetçi ve çok hayvanlar gibi insanların hiçbirine zarurî olmayan şeylerdir. Çünkü bunlar, âdet ve işlerin hedeflerini bilmemekten ötürü güzel ve sevilen şeyler olarak kabul edilmişlerdir! Her ne kadar gıda olarak onları kullanmıyorsa da altın ve gümüşün maddeleri bile güzel görünür ki İnsan oğlu onları depo eder ve onları çalana kızar. İşte bu tür maddelerden dolayı olan öfkenin sebeplerinden uzaklaşması İnsan oğlunun ayrılması tasavvur edilebilir. Bu bakımdan insanın fazla bir evi olsa ve bir zâlim o evi yıksa, insan evini yıktığı için zâlime kızmayabilir; zira ev sahibinin dünya işleri hususunda basiret sahibi bir kimse olması, dünyalık hususunda ihtiyacından fazla zâhidlik göstermesi ve onu alana öfkelenmemesi mümkündür. Çünkü basiret sahibi olan bir kimse fazla mal varlığını sevmez. Eğer onun varlığını sevmiş olsaydı zarurî olarak onun alınmasından dolayı öfkelenecekti. İnsan oğlunun öfkesinin çoğu zarurî olmayan şeylerden dolayıdır: dünya mertebesi, nam, şöhret, meclislerde en üste oturmak, ilimle böbürlenmek gibi. . . Bu bakımdan bu sevgi kime galebe çalarsa, şek ve şüphe yoktur ki, meclislerde en başta oturmak hususunda kendisiyle yarışan bir kimseye yarışmaya girdiğinde öfkelenir. Şöhreti sevmeyen bir kimse ise, böyle şeylere perva etmez, isterse ayakkabıların yanında otursun. Başkası onun üstünde oturduğu zaman öfkelenmez. Bu çirkin âdetlerdir ki İnsan oğlunun sevgisini veya nefretini çoğaltmış, dolayısıyla öfkesi de çoğalmıştır, irade ve şehvetler çok oldukça, sahibi rütbece daha düşük ve daha eksik olur. Çünkü ihtiyaç, eksik bir niteliktir. Ne zaman çoğalırsa eksiklik de çoğalır. Cahil bir kimsenin ise daimî bir şekilde çalışması ihtiyaç ve şehvetlerini artırmak hususundadır. Bilmez ki, bunları artırmak suretiyle gam ve üzüntü sebeplerini çoğaltıyor! Hatta birtakım cahiller kötü âdetler ve kötü arkadaşlardan dolayı kendisine 'Sen kuşlarla güzel oynayamazsın, güzel satranç oynayamazsın. Fazla içki içmeyi, fazla yemek yemeyi beceremezsin!' gibi sözler veya bunlara benzer rezaletler söylenildiği zaman ona bile kızarlar. Bu bakımdan bu kısım için kızmak zarurî değildir. Çünkü onun sevgisi zaruri değildir.

Üçüncü Kısım

Bir kısım insanlar hakkında zarurî olup, diğer bir kısım hakkında zarurî olmayan şeylerdir. Mesela âlim kişi için kitap zarurîdir. Çünkü âlim kişi kitaba muhtaçtır ve onu sever. Kitabı yakan, suya atan bir kimseye öfkelenir. Sanat aletleri de çalışan kimseler için böyledir. O kimseler nafakalarını ancak o aletlerle temin edebilirler; zira zarurî ihtiyacın vesilesi olan şeyler sevimli olur. Bu ise şahıslara göre değişir.

Zarurî sevgi ancak Hazret-i Peygamber'in buyurduğu şu sevgidir:

Kim nefsinde veya sanatında emin, bedeninde sıhhatli ve afiyetli olarak -o günün gıdası da olduğu halde- sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıklarıyla o insana tahsis edilmiştir. 15

İşlerin hakikatlerini basiretiyle (kalp gözüyle) bilen bir kimsenin, bu üç kısımdan selâmet kaldığı takdirde bunlardan başkası için öfkelenmemesi düşünülebilir. İşte bunlar üç kısımdır. Bu kısımların herbirinin riyazet, gaye ve hedefini belirtmeye çalışalım:

Buradaki rizayet, kalbin öfkesinin tamamen yok olması için değildir. Fakat kalbini öfkeye itaat etmeyecek duruma getirmek içindir. Onu zahirde dinen müstehab olan bir hududda, aklen de benimsenen bir noktada çalıştırabilmek içindir. Kalbi bu duruma getirmek mücâhede ve bir müddet zorluklara katlanmak, hilm ve sabır sıfatlarını zoraki bir şekilde nefsinde meydana getirmekle mümkündür ki hilm ve zorluklara karşı sabretmek bünyesinde tabiileşen bir nitelik olsun!

Öfkeyi tamamen kalpten söküp atmaya gelince, bu tabiatın normal olarak istediği birşey olmadığı gibi mümkün de değildir. Evet! Heyecanın kabarmasını kırmak, hafifletmek, öfkenin iç âlemde şiddetli bir şekilde boralar koparmasını önlemek mümkündür. Onu zayıf düşürmesi, yüzdeki etki ve eseri görülmeyecek dereceye kadar olabilir. Fakat bunu becermek gerçekten zor birşeydir. Bu hüküm aynı zamanda üçüncü kısmın da hükmüdür; zira bir şahsın hakkında zarurî olan bir şeye başkasının muhtaç olmaması onu öfkelenmekten alıkoymaz. Bu bakımdan bu hususta riyazet, bununla amel etmeye mâni olur, içteki heyecanını kırar ki buna karşılık sabır göstermek suretiyle elemi şiddetlenmesin!

İki

Riyazet suretiyle o kısımdan dolayı öfkelenmekten kurtulmak mümkündür; zira onun sevgisi kalpten çıkarılabilir. Şöyle ki insan kabrin vatanı ve son karar kılacağı yer olduğunu, dünyanın ise üzerinden geçmeye değer bir köprü olduğunu ve bu dünyadan ancak zaruret miktarı azıklanmak gerektiğini, bundan fazlasının ise insanın esas vatanı olan kabir ve istikrar yeri olan âhirette vebal olduğunu bilir. Dolayısıyla dünyadan kaçınmak suretiyle zâhid olur. Dünyanın sevgisi kalbinden silinir. Eğer İnsan oğlunun bir köpeği varsa onu sevmiyorsa, başkası o köpeği dövdüğü zaman öfkelenmez. Bu bakımdan öfkelenmek sevgiye tâbidir. O halde bu hususta yapılan riyazet insanı öfkenin esasını silmeye doğru götürür. Fakat bu gerçekten az görünen bir durumdur. Bazen de riyazet, insanı öfkeyi kullanmaktan menedecek bir raddeye vardırır ve öfkenin gereğine göre amel etmekten insanı alıkoyar. Bu derece birincisinden daha kolaydır.

İtiraz: Birinci kısmın zarurî olanı, muhtaç olduğu şeyin elden kaçmasıyla öfkelenmek değildir, elem duymaktır. Mesela, bir kimsenin gıdası olan bir koyunu olsa ve koyun ölse, o koyunun ölümünden dolayı hiç kimseye öfkelenmez. Her ne kadar koyunun ölümü onda bir acı meydana getirirse de her acının gereği ille öfke değildir; zira İnsan oğlu kan aldırmak veya hacamat yaptırmak suretiyle de acı duyar. Fakat kan alana veya hacamat yapana hiç de öfkelenmez. Bu bakımdan Tevhîd onun üzerine bütün eşyanın Allah'ın kudret elinde ve Allah'tan olduğuna inanacak bir şekilde galip gelmiştir. O kimse Allah'ın hiçbir yarattığına kızmaz; zira onları kudretin kabzasında âlet olarak görür. Tıpkı kalemin, kâtibin elinde âlet olması gibi!. . . Bu bakımdan, padişah boynunun vurulmasını yazarsa, o kimse kaleme kızmaz. Tıpkı koyunun ölümüne kızmadığı gibi, ölmek üzere olan koyununu kesen kimseye de kızmaz; zira hem kesmeyi, hem de ölümü Allah'tan bilir. Bu bakımdan Tevhîdin galebe çalmasıyla öfke bertaraf edilir ve yine Allah hakkında hüsn-i zan ile de öfke bertaraf edilir. Şöyle ki, kişi herşeyi Allah'tan bilir ve Allahü teâlâ'nın kendisine ancak yapılmasında hayır olan bir şeyi takdir ettiğini görür. Çoğu zaman hasta düşmesinde, aç kalmasında yaralanmasında, öldürülmesinde hayır olduğunu düşünür. Bu bakımdan kan alan ve hacamat yapan bir kimsenin yaptıklarında hayır gördüğünden dolayı onlara kızmadığı gibi, bunlara da kızmaz.

Ey Allahım! Ben beşerim, beşerin kızdığı gibi kızarım. Bu bakımdan hangi müslümana kızmış veya lanet okumuş

Cevap: Bu yönde, bu gelişme muhal değildir. Fakat Tevhîdin bu raddeye kadar galebe çalması, ancak şimşek gibi gelip geçicidir. Ansızın çakan hallerde galebe çalar ve devam etmez. Halk derhal vasıtalara bakar. Bu kalbin tabiî bir dönüşüdür. Asla kalpten uzaklaştırılamaz. Eğer daimî bir şekilde Tevhîd galebesinin bu raddeye vardığı, herhangi bir beşer için tasavvur edilseydi muhakkak Hazret-i Peygamber için tasavvur edilmesi gerekirdi. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bazen yüzü ve yanakları kızaracak kadar öfkelenirdi. Hatta bir duasında şöyle buyurmuştur:

veya vurmuşsam, benim o yaptığımı kıyâmet gününde o müslüman için namaz, zekât ve o müslümanı sana yaklaştırıcı bir amel olarak kıl!16

Abdullah b. Amr b. Âs (radıyallahü anh) dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben senin mübarek ağzından gerek öfkeli anında, gerek öfkesiz anında çıkan her şeyi yazıp kaydediyorum'. Hazret-i Peygamber şöyle dedi:

Yaz! Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki benden ancak hak çıkar. 17

'Benden' sözüyle diline işaret etmiş ve 'Ben öfkelenmem' dememiştir. Sadece 'Öfkelenmek beni hakikatten dışarıya çıkarmaz' demiştir.

Hazret-i Âişe kendisinden şöyle sordu: 'Senin de şeytanın yok mu?' Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi:

Evet! Benim de şeytanım var. Fakat ben Allah'a yalvardım. Ona karşı bana yardımcı oldu. Bu bakımdan o teslim oldu, bana hayırdan başkasını emretmez.

Dikkat edilirse, Hazret-i Peygamber 'Benim şeytanım yoktur' dememiştir ve şeytandan gayesi öfke şeytanıdır. Fakat şöyle buyurmuştur: 'Benim şeytanım beni şerre itelemez'.

Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber dünya için öfkelenmezdi. Bir haktan ötürü öfkelendiği zaman, hiç kimse kendisini tanımaz ve öfkelendiği için hiçbir şey kıpırdamazdı. Ta ki o hak yerine gelinceye kadar. . . '18

Bu bakımdan o, haktan dolayı öfkeleniyordu. Allah için öfkelenmesi demek vasıtalara iltifat edip bakması demektir. Hatta zarurî nafakasını ve dini hakkında kendisine gerekli olan ihtiyacını elinden alana karşı öfkelenen bir kimse, ancak Allah için öfkeleniyor demektir ve Allah için öfkelenmekten böyle bir kimsenin ayrılması mümkün değildir. Evet, zarurî olan hakkında bazen gerekli olan öfkenin esası kaybolur. Bu da ancak kalp, o zarurîden daha mühim olan başka bir zarurî şey ile meşgul olduğu zaman mümkün olur. Bu bakımdan kalp, daha mühim ve zarurî olan için öfkelenmekle meşgul olduğundan ikinci bir öfkeye kalpte yer kalmaz; zira kalbin bir kısım önemli şeylerle meşgul olması onların dışındaki şeyleri hissetmekten onu meneder. Bu tıpkı Selman-ı Fârisî'ye küfredildiği zaman söylediği şu söz gibidir: 'Eğer benim terazim hafif gelirse ben senin dediğinden daha şerir ve daha çirkinimdir. Eğer terazimin sevap kefesi ağır basarsa, senin söylediğin bana hiçbir zarar vermez'.

İşte dikkat edildiği zaman görülür ki, Selman'ın himmeti âhirete yönelik olduğundan dolayı kalbi başkasının küfrüyle etkilenip müteessir olmamıştır. Rabia b. Hayseme'ye de küfredildiğinde küfredene şunları söylemiştir: 'Ey kişi! Allah senin konuşmanı dinledi. Kesinlikle cennetin yolunda engebeler ve gedikler vardır. Eğer ben onları geçersem senin söylediklerin bana zarar vermez. Eğer onları geçmezsem ben senin söylediklerinden daha düşük ve şeririmdir!'

Bir kişi Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk' a sövdü. Sıddîk (radıyallahü anh) ona cevap olarak dedi ki: 'Allah'ın örttüğü kabahatlerim senin bildiğinden daha çoktur!'

Ebû Bekir Sıddîk nefsi için, Allah'tan korktuğu için kendi kusurlarına bakmakla meşguldü. Allah'ı gereği gibi tanımak hususundaki kusurunu dikkate almakla meşguldü ve bundan dolayı başkasının onu eksikliğe nisbet etmesine öfkelenmedi; zira kendi nefsine, kendisi eksik gözüyle bakıyordu. Bu ise onun kıymetinin büyüklüğünden kaynaklanır.

Bir kadın, Mâlik b. Dinar'a 'Ey riyakar! Mâlik!' dedi. Cevap olarak 'Yemin ederim, senden başkası beni tanımış değildir!' dedi. Sanki Mâlik, nefsinden riya âfetini uzaklaştırmak ve şeytanın nefsine vesvese olarak telkin ettiklerini sökmekle meşguldü. Bu bakımdan kendisine nisbet edilene öfkelenmedi.

Bir kişi Şa'bî'ye sövdü. Şa'bî cevap olarak dedi ki: 'Eğer sen doğru isen Allah beni affetsin! Eğer yalancı isen Allah seni affetsin!'

İşte bunlar zâhirde selefin kalpleri dinlerinin mühim meseleleriyle meşgul olduğundan dolayı öfkelenmediklerine delâlet eden sözlerdir. İhtimal ki bu sözler, onların kalbine tesir etmiştir. Fakat onunla meşgul olmamışlar, önemsememişlerdir. Aksine kalplerine daha galip olanla meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan kalbin bir kısım mühimlerle meşguliyeti, birtakım sevilenlerin elden çıktığında kabarması gereken öfkenin kabarmasına mâni olması uzak bir ihtimal değildir. O halde, gayzın yok olması tasavvur edilebilir. Bu yok oluş; ya kalbin mühim birşeyle meşgul olmasıyla olur veya Tevhîd düşüncesinin galebe çalmasıyla veya üçüncü bir sebeple olur.

Bu üçüncü sebep de Allahü teâlâ'nın öfkelenmemeyi sevdiğini bilmesidir. Bu bakımdan Allah'a karşı olan sevgisinin şiddeti Öfkesini söndürür. Bu da pek nadir durumlarda olmakla beraber tahakkuk etmesi muhal olmayan bir durumdur. Artık anlaşılmıştır ki öfke ateşinden kurtulmanın yolu dünya sevgisini kalpten silmektir. Bu ise dünya âfetlerini ve açacağı belâları bilmekle mümkün olur. Nitekim dünyayı zemmeden bahiste bu durum gelecektir. Kim, kalbinden meziyetlerin sevgisini çıkarırsa, öfkenin birçok sebeplerinden kurtulmuş olur. Silinmesi mümkün olmayanın ise hiddetini kırmak, zayıf düşürmek mümkündür. Dolayısıyla öfke zayıf düşer ve öfkeyi defetmek kolaylaşır.

Allahü teâlâ'dan lûtuf ve keremi sayesinde, hüsnü tevfikini dileriz. Çünkü O herşeye kâdirdir. Hamd, bir ve tek olan Allah'a mahsustur!

15) Tirmizî, İbn Mâce

16) Müslim, Buhârî

17) Ebû Dâvud

18) Tirmizî

Öfkeye Yol Açan Sebepler

Anlaşıldı ki her illetin ilâcı, onun maddesini ve sebeplerini ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan öfkenin sebeplerini tanımak gerekir.

Hazret-i Yahya, Hazret-i Îsa'ya şöyle dedi:

- Hangi şey daha şiddetlidir?

-Allah'ın öfkesi ve gazabı. . .

-İnsanı Allah'ın öfkesine yaklaştıran nedir?

-Senin öfkelenmendir.

-Öfkeyi açığa çıkaran ve bitiren nedir?

-Kibir, böbürlenmek, kendini büyük görmek ve körü körüne taassub!

Öfkeyi kabartan sebepler, büyüklük taslamak, ucub, mizah yapmak, müstehcen konuşmak, başkasıyla alay etmek, başkasını ayıplamak, mücadele etmek, düşmanlık gütmek, hainlik, fazla mal ve mertebeye şiddetle harislik göstererek düşkün olmaktır. Bunların tümü, düşük ve dinen kötü sıfatlardır. Bu sebepler İnsan oğlunda kaldıkça öfkeden kurtulması mümkün değildir. Bu bakımdan herşeyden önce bu sebepleri, zıtları ile bertaraf etmelidir. O halde, tevazu göstermek suretiyle gururu öldürmelisin, nefsini tanımak suretiyle ucubu öldürmelisin. Nitekim bunun bahsi Kibir ve Ucub bölümünde gelecektir. Mağrur olmayı, senin de kölenin cinsinden olduğunu bilmekle silebilirsin. Çünkü insanlar bir babadan gelmişlerdir. Ancak fazilette değişik mertebelere ayrılmışlardır. Bu bakımdan Ademoğulları bir cinstir. Ancak faziletlerle iftihar edilir. İftihar etmek, ucub gütmek ve kibre kapılmak rezaletlerin en büyüklerindendir. Bunlar, rezaletlerin aslı ve başıdırlar. Sen bunlardan boşalmadıkça başkasından hiçbir üstünlüğün olmayacaktır. Kölenin cinsinden olduğun halde böbürlenmeye hakkın yoktur! Çünkü bünye, neseb, dış ve iç organlar bakımından kölenle aynı cinstensin.

Mizaha gelince, mizahı ancak insan ömrünün tamamını kapsayan dinî vazifelerle meşgul olmak suretiyle sökebilir. Bunu bildiğin zaman artık mizahtan uzaklaşırsın.

Müstehcen konuşmaya gelince, faziletlerin araştırılmasında, güzel ahlâkın ve seni âhiret saadetine ulaştıracak dinî ilimlerin araştırılmasında ciddiyet göstermek suretiyle onu bertaraf edebilirsin.

Başkasıyla istihza etmeye gelince, bunu insanları üzmekten kaçınmak ve nefsini istihza edilmekten korumak suretiyle silebilirsin.

Ayıplamaya gelince, çirkin sözlerden kaçınmak ve acı cevabı vermekten nefsini korumak suretiyle bu illetten kurtulabilirsin. Maişetin fazlalıklarına karşı gösterilen şiddetli kanaatsizlik olan harisliğe gelince, o da zaruret miktarıyla kanaat etmek suretiyle bertaraf edilebilir. Onu da muhtaç olmamanın azizliğini istemek ve ihtiyaç zilletinden kaçınmak için yapmalısın. Bu ahlâkların ve bu sıfatların tedavisinde İnsan oğlu riyazet yapmaya ve meşakkatleri yüklenmeye muhtaçtır. Bu riyazetin sonucu; tehlikelerini tanımaya dönüşür. Nefsin kendisinden uzaklaşması ve çirkinliğinden nefret etmesi için tehlikelerini tanımak gerekir. Bundan sonra uzun bir müddet, bilfiil bu çirkin ahlâkların zıdlarına devam edip nefse kolay ve alışkanlık hâline gelinceye kadar bu işe devam ettiğin takdirde nefisten onlar silinir. Nefisten silindiği takdirde de nefis gelişir ve bu rezaletlerden ayrılır. Bu rezaletlerden doğan öfkeden de kurtulmuş olursun. Cahillerin çoğunu öfkeye sevkeden sebeplerin en şiddetlilerinden biri öfkeye kahramanlık, erkeklik, izzet-i nefis ve himmetin büyüklüğü ismini vermeleridir. Öfkeyi cehalet ve hamakatlarından dolayı övülen sıfatlarla sıfatlandırmalarıdır ki nefisleri öfkeye meyletsin, öfkeyi güzel görsün ve iyi kabul etsin. Büyük insanlardan öfkenin şiddetini erkekliğin simgesi gibi hikâye etmekle bu durum kalpte daha da yerleşir. Nefisler de kendilerini büyüklere benzetmeye meyyaldirler. Dolayısıyla kalpte öfke kabarır. Bu şekilde öfkeye izzet-i nefis ve erkeklik ismini vermek katıksız bir cehalettir. Aksine bu, manevî kalp hastalığı ve akıl eksikliğidir. Bu nefsin zayıflığından ve eksikliğinden doğar. Bunun, nefsin zayıflığından doğduğunun belirtisi şudur: Hasta bir kimse sağlam bir kimseden, kadın erkekten, çocuk büyük insandan, zayıf ve yaşlı zayıf olmayan bir yaşlıdan, kötü ahlâk sahibi faziletler sahibinden daha çabuk öfkelenir. Bu bakımdan rezil bir kimse, lokması elinden kaçtığı zaman şehvetinden dolayı, parası elinden düştüğü zaman cimriliğinden dolayı öfkelenir. Hatta bu durumda aile efradına, çocuğuna ve arkadaşlarına bile öfkelenir. Kuvvetli o kimsedir ki öfkelendiği anda nefsine hâkim olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Şiddetli ve kahraman, başkasının sırtını güreşte yere getiren kimse değildir. Pehlivan ancak o kimsedir ki, öfkelendiği anda nefsine hâkim olur. 19

Bu cahil kimseleri, hâlim ve affedici kimselerin hikâyelerini okumak ve onların öfkelerini nasıl yuttuklarını anlatmak suretiyle tedavi etmek daha uygundur. Çünkü böyle yapmak, peygamberler, velîler, hükemâ ve âlimlerden nakledilmiştir. Faziletli padişahların büyüklerinden de nakledilmiştir. Bunun zıddı ise, Kürt ve Türk'ün zâlimlerinden, câhil, fazilet ve akıldan yoksun olan ahmaklardan nakledilmiştir.

Öfkeyi Yenmenin Çâresi

Bizim bu söylediklerimiz, öfkenin sebeplerini yok etmek ve kabarmasını önlemek içindir. Bu bakımdan öfke kabardığı zaman teenni ile hareket etmek farz olur ki öfkenin sahibi, kötü bir şekilde onu icra etmeye mecbur olmasın. Öfke kabardığı anda, ancak ilim ve amel macunu ile tedavi edilir. İlim ise altı kısımdır.

1. Bizim bundan sonra, öfkeyi yutmak, affetmek, hilm göstermek, eziyet ve meşakkatlere göğüs germek hakkında zikredeceğimiz sözleri düşünmektir. Dolayısıyla onun sevabını elde etmeye teşvik edilmiş olur. Bu bakımdan öfkeyi yutmaktan elde edilen sevaba karşı isteği olan kendisini intikam almak suretiyle gönlünü rahat ettirmekten meneder ve dolayısıyla kabaran öfkesini söndürür.

Mâlik b. Evse b. Hadsan20 şöyle anlatıyor: "Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bir kişiye kızdı ve onun dövülmesini emretti. Bu kişi Hazret-i Ömer'den 'Affet! İyiyi emret ve cahillerden yüzçevir!' (A'raf/199) ayetini okumasını istedi. Bu isteğine karşılık Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) âyeti okudu, âyet hakkında derin derin düşündü. Çünkü Hazret-i Ömer, kendisine Allah'ın Kitabı okunduğu zaman kıpırdamadan dururdu. Allah'ın Kitabı hakkında çok düşünürdü. Bu bakımdan Hazret-i Ömer, bu âyet hakkında da düşündü ve adamı serbest bıraktı".

Ömer b. Abdüiaziz bir adamın dövülmesini emretti. Sonra o adam 'Öfkelerini yutarlar' (Al-i İmrân/134) ayetini okudu. Bunun üzerine Ömer, hizmetkârına 'onu serbest bırak' diye emretti.

2. Nefsini Allah'ın azabıyla korkutmaktır. Şöyle ki: 'Allah'ın bana karşı olan kuvvet ve kudreti benim bu insana karşı olan kuvvet ve gücümden daha büyüktür. Eğer ben bu insana öfkemin icabını tatbik edersem, Allahü teâlâ'nın da kıyâmet günü affedilmeye en muhtaç olduğum bir anda, öfkesini benim hakkımda tatbik etmeyeceğinden emin değilim' demelidir.

Allahü teâlâ, kadîmkitaplarından birinde şöyle buyurmuştur:

Ey Âdem oğlu! Öfkelendiğin zaman beni hatırla ki ben de öfkelendiğim zaman seni hatırlayayım ve yok edilecekler arasında seni yok etmeyeyim.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Vâsı'ı bir iş için gönderdi. Vâsı' gecikti, geldiğinde Hazret-i Peygamber kendisine şöyle dedi:

Eğer kısas olmasaydı, kesinlikle senin canını yakardım. Burada 'Kıyâmet'teki kısas olmasaydı' denilmek istenmiştir.

Denildi ki, "İsrailoğulları'nda yanında bir hakîm bulunmayan hiçbir padişah yoktu. Padişah öfkelendiği zaman o hakîm, padişahın eline bir sahife tutuştururdu. O sahifede şunlar yazılıydı: Fakire acı! Ölümden kork! Âhireti an! Padişah, öfkesi dininceye kadar o sahifeyi okurdu".

3. Nefsini, düşmanlık ve intikamın akibetinden, düşmanın, mukabele etmek için çalışmasından ve hedeflerini yıkmak için gayret göstermesinden, musibetleriyle sevinmesinden korkutmaktır. Oysa kendisi hiçbir zaman musibetlerden kurtulmaz. Bu bakımdan nefsini öfkenin dünyadaki kötü neticelerinden -eğer nefis âhiretteki neticelerinden korkmasa bile- korkutmalıdır. Bu ise şehveti öfkeye saldırtmaya ve musallat kılmaya dönüşür. Bu, âhiret amellerinden değildir ve bundan dolayı sevabı da yoktur.

Çünkü kişi, geçici zevk ve safâlarının bir kısmını diğer bir kısmına tercih etmek suretiyle zevk ve safâsına koşmaktadır. Ancak kaçındığı hususlar ilim ve ameline engel olacak şeyler olup aradıkları ameline yardım edecek şeyler ise, bu takdirde sevabdar olur.

Şöyle ki, öfke anında başkasının yüzünü hatırlamak ve kendi öfkesinin çirkinliğini düşünmek ve öfke sahibinin saldırgan bir köpeğe ve adi bir yırtıcı hayvana benzerliğini düşünmek; halîm, sakin, öfkeyi terkeden bir kimsenin de peygamberlere, velî kullara, âlimler ve hükemâya benzediğini düşünmekdir. Bunları düşündükten sonra nefsini serbest bırakmalıdır. İsterse nefis kendisini köpeklere, yırtıcı hayvanlara ve insanların düşüklerine benzetsin, isterse âlimler ve peygamberlere benzetsin. Eğer zerre kadar aklı varsa, nefsi bunlara uymanın sevgisine meyleder.

5. Kendisini intikam almaya çağıran sebep hakkında düşünmektir. Öfkesini yutmasına mâni olan illeti süzmektir; zira her öfkenin mutlaka bir sebebi vardır ve olmalıdır. Mesela şeytan kendisine 'Sen öfkeni yutarsan senin âcizliğine, nefsinin küçüklüğüne, zilletine ve hakirliğine yorumlanır. Halkın gözünde hakir düşersin' der. Bu bakımdan şeytanın bu sözüne karşı, öfkelenen kişi nefsine şöyle söylemeli: 'Sen ne acaip mahluksun! Şimdi eziyetten kaçmıyorsun da kıyâmet gününün rezalet ve sefaletinden kaçınmıyorsun! O gün karşındaki adam senin elinden tutar ve senden intikam alır. İnsanların gözünde küçük düşmekten sakınıyorsun da Allah nezdinde, melek ve peygamberler katında küçük düşmekten kaçınmıyorsun!' Bu bakımdan kişi, ne zaman öfkesini yutarsa, öfkesini sadece Allah rızası için yutması uygundur. Bu niyetle öfkesini yutarsa Allah nezdinde alabildiğine kıymetli olur. Bu durumda insanların yanında kıymetli olmanın ne önemi kalır! Dünyada kendisine kötülük edenin kıyâmet günü uğrayacağı zillet, daha şiddetli olur. Acaba kişi kıyâmet gününde 'Allah katında ecri olan ayağa kalksın!' diye çağırıldığı zaman ayağa kalkanın kendisi olmasını istemez mi! Zira bu çağrıya ancak, dünyada affedenler icabet ederek ayağa kalkar. Bu ve bunun benzerleri îmanın mârifetlerindendir. Bunları kalpte yerleştirmek gerekir.

6. Öfkesinin Allah'ın isteğine göre cereyan eden birşeye şaşıp hayret ederek geldiğini bilmelidir. Evet, bu şey kendi isteğine göre cereyan etmediğinden dolayı öfkelenir! Acaba 'Benim isteğim Allah'ın isteğinden daha evlâdır' demesi nasıl olur? Oysa Allah'ın kendisine kızması, kendisinin kızmasından -tehlike bakımdan- daha büyüktür. Amele gelince, senin dilinle eûzübillâhi min'eşşeytan ir-racîm demendir; zira Hazret-i Peygamber, öfke anında böyle söylemeyi emretmiştir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) zevcesi Âişe validemiz öfkelendiği zaman ağzını eliyle kapatır ve şöyle derdi:

Ey Ayşecik! De ki: . 'Ey Allahım! Ey Muhammed'in (aleyhisselâm) Rabbi! Benim günahımı affet! Kalbimin öfkesini gider. Fitnelerin saptırmasından beni koru!'21

Bu bakımdan senin de bu duayı okuman müstehabdır. Eğer öfken bu duayı okumakla da gitmezse ayakta isen otur, oturuyorsan uzan. Kendisinden yaratılmış olduğun toprağa yaklaş ki nefsinin zilletini bilmiş olasın. Oturmak ve uzanmakla sükûnete kavuşmaya çalış! Çünkü öfkenin sebebi hararettir, harareti oluşturan harekettir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Muhakkak öfke, kalpte parlayan bir ateş közüdür. Siz öfkelenen kişinin avurtlarının şiştiğini, gözlerinin kızardığını görmez misiniz? Bu nedenle bazılarınız böyle bir şeyi hissettiği zaman eğer ayakta ise derhal otursun, eğer oturuyor ise derhal uzansın. 22

Eğer bununla da öfke geçmezse o zaman soğuk su ile abdest alsın veya gusletsin. Çünkü ateşi ancak su söndürür. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Biriniz kızdığı zaman su ile abdest alsın; çünkü kızgınlık ateştendir. 23

Başka bir rivâyette 'muhakkak öfke şeytandandır. Muhakkak şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. O halde biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın!' demiştir.

İbn-i Abbâs, Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder: Öfkelendiğin zaman sus!24

Ebû Hüreyre der ki: 'Hazret-i Peygamber öfkelendiği zaman, ayakta ise otururdu. Oturduğu halde öfkelendiği zaman uzanırdı ve öfkesi geçerdi'. 25

Ebû Said el-Hudrî, Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:

İyi bilin ki öfke, Âdem oğlu'nun kalbinde bir parça ateştir. Siz onun gözlerinin kızardığına, boyun damarlarının gerildiğine bakmaz mısınız? Bu bakımdan kim böyle birşey hissederse, yanağını yere yapıştırsın. 26

Hazret-i Peygamber 'Yanağını yere yapıştırsın' sözü ile secdeye işaret etmiştir. Bu, azaların en azizini, yerlerin en zelili olan toprağa değdirmeye işarettir. Böylece nefsi zilletini hissetmiş olsun, nefsin gururu ve öfkenin sebebi olan bencilliği ortadan kalksın.

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Ömer birgün öfkelendi. Derhal su isteyip burnuna su çekti ve şöyle dedi: 'Öfke şeytandandır. Su ise öfkeyi giderir!'

Urve b. Muhammed şöyle diyor: Yemen'e vali olarak tayin edildiğim zaman babam bana 'Vali mi oldun?' diye sordu. Ben 'evet' cevabını verince şöyle dedi: 'Öfkelendiğin zaman üstündeki göklere ve altındaki yere bak. Sonra onları yoktan varedeni yücelt (ve hatırla. . ) '

Rivâyet ediliyor ki, Ebû Zer Gıfârî bir kişiye aralarında geçen bir olay nedeniyle 'Ey kızılcığın oğlu!' diye hakaret etti. Bu söz Hazret-i Peygamber'in kulağına gitti. Hazret-i Peygamber Ebû Zer'e şöyle hitap etti:

Ey Ebû Zer! Kulağıma geldiğine göre, sen bugün (din) kardeşini annesinden dolayı ayıplamışsın!

Ebû Zer 'Evet! Doğru!' dedikten sonra arkadaşını razı etmek için hemen faaliyete geçti. Fakat o kişi, Ebû Zer kendisini görmeden önce Hazret-i Peygamber'in huzuruna vardı ve Ebû Zer'in yaptığı hakaretleri Hazret-i Peygamber'e söyledi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, Ebû Zer'e şöyle hitab etti.

Ebû Zer! Başını kaldır da bak! Sonra bil ki sen bu kainatta bulunan ne bir kırmızıdan ve ne de bir siyahtan üstünsün. Meğer ki amelinle kendisinden üstün olasın. Öfkelendiğin zaman ayakta isen otur! Oturuyorsan yaslan! Yaslanmış vaziyette isen uzan. . 27

Mu'temer b. Süleyman28 şöyle anlatıyor: Sizden önce geçmiş milletlerin arasında bir kişi vardı. Öfkelenir ve öfkesi şiddetli olurdu. Bu kişi üç kağıda birşey yazarak her sayfayı bir kişiye verdi. Birinci sayfayı verdiği kişiye dedi ki: 'Ben öfkelendiğim zaman bana bu sayfayı ver!' ikincisine 'Öfkem biraz dindiği zaman benim elime bu sayfayı sıkıştır' dedi. Üçüncüsüne de 'Öfkem tamamen geçtikten sonra bu sayfayı elime ver' dedi. Bir müddet sonra öfkesi alabildiğine kabardı. Kendisine birinci sayfa verildi. Sayfayı açınca sayfada şöyle yazılı olduğunu gördü: 'Sen nerede bu öfke nerede! Sen ilâh değilsin, beşersin. Senin bir kısmını diğer kısmının yeme ihtimali vardır'. Bu yazıları okuduktan sonra öfkesinin bir kısmı dindi. Bunun üzerine kendisine ikinci sayfa verildi. Baktı ki ikinci sayfada şunlar yazılıdır: 'Yeryüzünde olanlara şefkatli ve merhametli ol ki göklerde hükmü olan Allah da sana merhamet etsin!' Bunun akabinde kendisine üçüncü sayfa verildi. Baktı ki üçüncü sayfada şunlar yazılıdır: 'İnsanları ancak

Allah'ın hakkını zayi ettiğinden dolayı muâhaze et. Çünkü onları ancak bu ıslah eder. '

Mehdî b. Muhammed b. Abdullah el-Abbâsî, bir kişiye kızdı (ve intikam almak istedi) . Şebih ona dedi ki: "Allahü teâlâ için Allahü teâlâ'dan daha fazla kızma!'

20) H. 93 senesinde vefat etmiştir.

21) Müslim, Buhârî

22) Tirmizî

23) Ebû Dâvud

24) İmâm-ı Ahmed, İbn Eb'id-Dünya, Taberânî

25) İbn Eb'id-Dünya

26) Tirmizî

27) İbn Eb'id-Dünya

28) Tarhan Teymî'nin torunu olan bu zatın künyesi Ebû Muhammed'dir, Basralıdır. Güvenilir olan bu zat, H. 87 senesinde vefat etmiştir.

Öfkeyi Yenmenin Fazileti

Allahü teâlâ 'Öfkelerini yutarlar' (Al-i İmrân/134) buyurmuştur ve bunu müslümanları medhetmek için söylemiştir.

Hadîsler

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Allah öfkesini frenleyen bir kimseye azabını durdurur. Rabbine mazeretini arzeden bir kimsenin özrünü Allahü teâlâ kabul eder. Kim dilini korursa Allah onun çirkin taraflarını örter. 29

Sizin en pehlivanınız ve en erkeğiniz o kimsedir ki öfkelendiği zaman nefsine hâkim olur! Sizin en haliminiz, düşmanından intikam alma imkânı olduğu halde onu affeden kimsedir. 30

Öfkesinin gereğini yerine getirme imkânı varken bundan vazgeçen kimsenin kalbini Allahü teâlâ kıyâmet gününde rızasıyla doldurur. 31

Bir rivâyette 'O kimsenin kalbini Allah emniyet ve îman ile doldurur' diye vârid olmuştur.

ibn Ömer Hazret-i Peygamberin şöyle dediğini rivâyet eder:

Allah rızası için öfkesini yutmaktan, ecir bakımından daha büyük bir şey yoktur ki kul onu yapsın. 32

İbn-i Abbâs Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:

Kesinlikle (bilinsin ki) cehennemin bir kapısı vardır. O kapıdan ancak Allah'a isyan etmek suretiyle öfkesine uyup gönlünü rahat ettiren bir kimse girer. 33

Allah nezdinde kulun öfkesini yutmasından daha sevimli hiçbir şey yoktur. Kul öfkesini yuttuğu takdirde Allah onun kalbini îman ile doldurur. 34

Kim yerine getirmeye kudreti olduğu halde öfkesini yutarsa, Allahü teâlâ mahlukatın gözleri önünde onu çağırır ve cennet hurilerinden 'hangisini istersen al' diye onu serbest bırakır. 35

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Allah'tan korkan bir kimse, öfkesini yutar ve bu hususta nefsinin isteğini yapmaz. Allah'tan korkan bir kimse istediğini yapamaz. (Ancak Allah'ın isteğini yerine getirebilir) . Eğer kıyâmet günü olmasaydı siz bugün benden gördüğünüzün tam aksini görecektiniz!'

Lokmân Hakîm oğluna şöyle demiştir: 'Ey oğul! Dilencilik etmek suretiyle yüzünün suyunu dökme! Rezil olman pahasına öfkenin isteğini yapma! Kıymetini bil ki hayatın sana fayda versin!'

Eyyub b. Sehtiyanî şöyle der: 'Bir saat halîmlik İnsan oğlundan birçok şerri uzaklaştırır'.

Süfyân es-Sevrî, Ebû Huzeyme, Fudayl b. İyaz bir araya geldiler, Zühdün ne olduğunu müzakere ettiler. Sonunda şu karara vardılar: 'Amellerin en üstünü kızdığı anda halîmlik, musibetler anında da sabır göstermektir'.

Adamın biri Hazret-i Ömer'e şöyle haykırdı: 'Yemin olsun, sen adaletle hükmetmiyor ve çok mal vermiyorsun!' Buna karşılık Hazret-i Ömer yüzünde öfkenin alâmetleri görülecek derecede kızdı. Bu esnada bir kişi kendisine şöyle hitap etti: "Ey Mü'minlerin emiri! Sen Allahü teâlâ'nın ' Affet! iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir' (A'raf/119) buyurduğunu işitmedin mi? İşte bu kişi de câhillerdendir. (Bu bakımdan sen de onu affet!) " Bu söz karşısında Hazret-i Ömer 'doğru söyledin' dedi. Sanki o öfke bir ateşti, söndü.

Muhammed b. Ka'b şöyle demiştir: Üç haslet kimde varsa o kimse Allah'a olan imanını kemâl derecesine vardırmıştır:

1. Razı olduğunda bu durumu kendisini bâtıla sokmaz.

2. Öfkelendiğinde öfkesi kendisini haktan çıkarmaz.

3. Kuvvet ve kudreti yettiğinde hakkı olmayan bir şeye el uzatmaz!

Bir kişi Selman-ı Fârisî'nin yanına gelerek şöyle dedi: 'Ey Allah'ın kulu bana nasihatta bulun!' Buna karşılık Selman şöyle dedi:

-Öfkelenme!

-Öfkelenmemek benim elimde değil!

-O halde, öfkelendiğin zaman diline ve eline hâkim ol!

29) Taberânî, Beyhâkî

30) İbn Eb'id-Dünya, Beyhâkî

31) İbn Eb'id-Dünya, Ebû Dâvud

32) İbn Mâce

33) Lisanın Âfetleri bölümünde geçmişti.

34) İbn Eb'id-Dünya

35) Lisanın Âfetleri bölümünde geçmişti.

25-3

Hilm'in Fazileti

Hilm, öfkeyi yutmaktan daha üstündür. Çünkü öfkeyi yutmak, olmayan halîmlik sıfatını kazanmaya çalışmaktır. Oysa öfkeyi yutmaya ancak öfkesi kabaran bir kimse muhtaç olur ve bu hususta şiddetli bir mücahedeye muhtaçtır. Fakat bunu bir müddet âdet edindiği zaman kendisine alışkanlık olur ve artık bir daha öfkesi kabarmaz. Kabarsa da onu yutmakta herhangi bir zorluk sözkonusu değildir. Bu tabii halîmliktir. Bu, aklın kemâle ermesi ve bedeni kontrol altına almasının delâletidir. Öfke kuvvetinin kırılması ve akla teslim olmasıdır. Fakat bunun başlangıcı, kendini hilme zorlamak, zoraki bir şekilde öfkeyi yutmaktır.

Hadîsler

İlim ancak öğrenmekledir. Hilm de halîmliğe kendini zorlamakladır. Kim hayrı kasdederse ona hayır verilir. Şerden sakınan bir kimse ise şerden sakındırılır. 36

Hazret-i Peygamber bu hadîs-i şerîfiyle hilm sıfatının yolunun önce kendini hilme zorlamak ve onun ağırlığına katlanmak olduğuna işaret etmiştir. Nitekim ilim öğrenmenin yolunun da öğrenmek ve bu husustaki zahmete katlanmak olduğu gibi.

Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:

İlmi isteyiniz ilimle beraber sekineti (vâkarı) ve hilmi de isteyiniz. Öğrettiğiniz ve kendisinden ilim öğrendiğiniz kimselere yumuşak davranınız. Sakın âlimlerin katılarından olmayınız ki cehaletiniz hilminize galebe çalmasın. 37

Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber bu hadîs-i şerîfiyle gururun, katılığın, öfkeyi tahrik edip kabartan biricik âmil olduğuna işaret buyurmuştur. Hilm ve yumuşaklığın engelinin bu sıfatlar olduğunu belirtmiştir. Şu dua, Hazret-i Peygamber'in duasındandır:

Ey Allahım! Beni ilimle zengin kıl! Hilimle süslendir. Takvâ ile şereflendir. Afiyet ile güzelleştir!38

Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder: Allah'ın katında yüksek derece arayın,

Ashâb 'O yücelik nedir?' diye sorunca Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Senden alâkayı kesene karşı ilgiyi devam ettirmelisin. Seni mahrum edene vermelisin. Sana karşı cehalet ile hareket ederek vaziyet alana hilm göstermelisin. 39

Beş şey peygamberlerin sünnetlerindendir: 1. Hayâ, 2. Hilm, 3. Hacamat (kan aldırmak) , 4. Misvak kullanmak, 5. Güzel koku sürünmek. 40

Hazret-i Ali Hazret-i Peygamberin şöyle dediğini rivâyet eder:

Müslüman kişi, hilim sıfatı sayesinde gündüz oruçlu, gece ibadet yapan bir kimsenin derecesine varır. Müslüman kişi himayesi altında ailesi olduğu halde Cebbâr zorbalardan yazılır. 41

Ebû Hüreyre der ki: 'Bir zat Hazret-i Peygamber'e gelerek: 'Benim birtakım akrabalarım vardır. Ben onlara sılayı rahim yaptığım halde onlar benden alâkayı kesiyorlar. Ben onlara iyilik yapıyorum. Onlar ise, bana kötülük. . Onlar câhillikle bana karşı çıktıkları halde ben onları hilimle karşılıyorum' dedi.

Cevap olarak şöyle buyurdu:

Eğer dediğin gibi ise sen âdeta onların yüzüne kum serpiyorsun. Durmadan bu ahlâka devam edersen, seninle beraber Allah'tan gelen bir yardımcı olacaktır. 42

Metinde geçen mel kelimesi kum demektir. Müslümanlardan bir kişi dedi ki:

Ey Allahım! Benim yanımda bir mal yok ki sadaka vereyim. Bu bakımdan bir kişi, benim hakkımdan herhangi bir şeyi ihlâl ederse, o hakkım onun için sadaka olsun.

Bunun üzerine Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Ben onu affettim' diye vahyetti.

Bazılarınız Ebû Damdan gibi olmaktan âciz midir?

Ashâb-ı kîram 'Ebû Damdan kimmiş ya Rasûlüllah!' diye sorunca şöyle buyurmuştur:

Ebû Damdan sizden önce yaşamış biriydi. Sabahladığı zaman şöyle derdi: 'Ey Allahım! Muhakkak ben bugün bana zulmedene hakkımı sadaka olarak vermiş bulunuyorum'. 43

Rabbâniyyûn (Al-i İmrân/79) kelimesinin tefsirinde şöyle denilmiştir: 'Bunlardan maksat hâlim olan âlimler'dir'.

Hasan-ı Basrî'nin 'Câhiller onlara hitap ettikleri zaman, onlar selâm derler' (Furkan/63) âyetinin tefsirinde 'Hâlim kimselerdir ki eğer cehaletle kendilerine karşı yapılan bir hakarete mâruz kalırlarsa, o şekilde karşılık vermezler' dediği rivâyet olunur.

Atâ b. Ebî Rebah der ki: "Hevnen (Furkan/63) tabiri hilm mânâsındadır".

İbn Ebî Habib; ve kehlen (Al-i îmran/46) kelimesinin tefsirinde 'Kehl, hilmin son mertebesidir' demiştir.

Mücâhid 'Onlar lağvın yanından geçerken şerefli olarak geçerler' (Furkan/72) âyetinin tefsirinde 'Onlara eziyet edildiği zaman affederler' demiştir.

Rivâyet ediliyor ki, İbn Mes'ûd kendisine hakaret edenlerin yanından geçti. Fakat hiçbir karşılık vermedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

İbn Mes'ûd şerefli olarak sabahladı ve akşamladı. 44

Sonra bu hadîsin râvisi İbrahim b. Meysere 'Cahiller kendilerine lâf atarsa selâm derler': (Furkan/63) ayetini okumuştur.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Allah bana o günü göstermesin, öyle bir zaman gelecek ki âlimlere uyulmayacak, hilm sahibi insanlardan utanılmayacaktır. İşte o zaman dilleri Arab, fakat gönülleri Acem gönlüdür!45

İçinizden akıl sahipleri beni takip etsin! Onlardan sonra gelenler ve daha sonra gelenler, sakın ihtilaf etmeyin, yoksa gönülleriniz de ayrılır. Sokak fitnelerinden de korununuz!46

Rivâyet ediliyor ki Eşeç 47 adlı zat Hazret-i Peygamber'e elçi olarak geldi. Devesini kapıda çöktürdü. Sonra deveyi bağladı. Sırtında bulunan iki elbiseyi çıkardı. Torbasından iki tane güzel elbise çıkarıp onları giydi. Bütün bunları Hazret-i Peygamberin gözü önünde yapıyordu. Hazret-i Peygamber onun yaptığını görüyordu. Sonra Hazret-i Peygamber'e doğru, yürümeye başladı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber kendisine şöyle dedi:

-Ey Eşec! muhakkak sende iki'ahlâk vardır. Allah da,Peygamber de onları sever!

-Annem ve babam sana feda olsun! Onlar nelerdir?

-Onlar hilm ile sabırdır!

-Acaba bu iki ahlâkı ben çalışarak mı elde ettim, yoksa tabiî olarak mı bende vardı?

-Hayır! Allah seni o ahlâklar ile beraber yaratmıştır.

-Hamd o Allah'a mahsustur ki beni Allah ve Rasûlü tarafından sevilen iki ahlâk ile yaratmıştır!48

Allah, hâlim olan, Allah'tan utanan, zengin, namuslu, çoluk çocuk babası ve muttaki bir kimseyi sever ve muhakkak ki fâhiş konuşan, çenesi düşük olan, dilencilik yapan, ısrarcı olan bir ahmaktan da nefret eder. 49

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberin şöyle dediğini rivâyet eder:

Kim de şu üç hasletten birisi bulunmazsa, o kimsenin amelinden hiçbir şeye güvenmeyiniz:

1. Kendisini Allah'a karşı olan günahlardan menedecek takvâ,

2. Sefih bir kimseyi durduracak hilm,

3. İnsanlar arasında idare etmesine vesile olacak bir ahlâk. 50

Allahü teâlâ kıyâmet gününde mahlukları bir araya getirdiği zaman bir dellâl şöyle çağırır: 'Fazilet ehli nerede?' Bu çağrı üzerine, az oldukları halde, bir kısım insanlar kalkıp süratle cennete doğru yürürler. Melekler bunları karşılar ve kendilerine şöyle derler:

-Biz sizin süratle cennete doğru gittiğinizi müşahede ediyoruz!

-Biz fazilet ehliyiz!

-Sizin faziletiniz neydi?

-Biz zulme uğradığımız zaman sabrederdik. Bize kötülük yapıldığı zaman affederdik. Bize karşı cehaletle muamele edildiği zaman hilm gösterirdik.

-Cennete giriniz! Çalışanların ecri olmak bakımından cennet ne güzel evdir!51

Ashâb'ın ve Alimlerin Sözleri

Hazret-i Ömer şöyle demiştir: İlim öğreniniz! İlim için sekinet ve hilm öğreniniz!'

Hazret-i Ali şöyle der: 'Hayr, malının ve evladının çoğalması değildir. Hayr, ilminin çoğalması, hilminin büyümesi, ibadetinle halka karşı böbürlenmemen, iyilik yaptığın zaman Allah'a hamdetmen, kötülük yaptığın zaman Allah'tan af dilemendir. '

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: İlmi arayınız! Fakat onu vâkar ve hilimle süslendiriniz!'

Eksem b. Sayf şöyle demiştir: 'Aklın direği ve dayanağı hilm'dir. İşin temeli de sabırdır'.

Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Ben halkın dikensiz yaprak oldukları bir zamanda onlara yetiştim. Sonra yapraksız dikenler oluverdiler. Onları tanıdığın takdirde seni tenkid ederler. Onları bıraktığın takdirde seni bırakmazlar'.

Dinleyenler, kendisine 'O halde ne yapmalıyız?' diye sorunca cevap olarak şöyle demiştir: 'Kendi hakkından fakirlik günün için onlara borç vermelisin?

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Halîm bir kimsenin hilminden ötürü kendisine ilk verilen mükâfat şudur ki; bütün insanlar câhile karşı ona yardımcı olurlar'.

Muaviye şöyle demiştir: 'Kulun, hâlimliği câhilliğini, sabırlılığı da şehvetini mağlup etmedikçe ictihad derecesine varamaz ve buna da ancak ilim kuvvetiyle varabilir'.

Muaviye, Amr b. Ethem'e52 şöyle dedi: 'İnsanların hangisi daha cesur ve kahramandır?' Cevap olarak Amr şunu söyledi: 'Hâlimliğiyle cahilliğini geri çeviren kimse'.

Muaviye devamla dedi ki: 'Erkeklerin hangisi daha fazla cömerttir?' Amr cevap olarak 'Dünyasını dininin salâhı için feda eden kimse insanların en cömertidir' dedi.

Enes b. Mâlik 'İyilikle kötülük, mücazat ve mükâfat hususunda eşit değildir. O halde sen kötülüğü en iyi şekilde defet' (Fussilet/34-35) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: 'Gazabı (öfkeyi) sabırla, cehaleti ilimle, kötülüğü affetmekle defet!'

Aranızda düşmanlık olan bir kimseye böyle davranırsan o kimse sana dost gibi olur. Bu haslete ancak sabır ve nefislerini intikamdan men edenler ve îman ve kemâl-i nefis sahipleri sahip olur. Bu güzel ahlâk sayesinde cennet ehli olurlar!.

Bahsi geçen kişi öyle bir kişidir ki onun arkadaşı kendisine küfrettiği halde arkadaşına 'Eğer sen yalan söylüyorsan Allah seni affetsin, eğer doğru söylüyorsan Allah beni affetsin' diyendir.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Basra halkından birine küfrettim. O da bana karşı hilm gösterdi ve bu göstermiş olduğu hilimden dolayı beni uzun bir zaman kendisine kul ve köle gibi mutî kıldı'.

Muaviye, Arabe b. Evs'e53 şöyle sordu: 'Ey Arabe! Sen neyle milletinin efendisi oldun?' Arabe cevap olarak şöyle dedi: 'Ey Mü'minlerin emiri! Ben kavmimin cahillerine karşı hilm gösterirdim. İsteyenlere verirdim. Onların ihtiyaçlarına koşardım. Bu bakımdan benim yaptığımı yapan bir kimse benim gibidir. Bu hususta beni geçen bir kimse benden üstündür. Benden geri kalan kimseden ise, ben daha hayırlıyımdır'.

Bir kişi İbn-i Abbâs'a (radıyallahü anh) küfrederek, içindekini döktükten sonra İbn-i Abbâs kölesine şöyle hitap etti: 'Ey İkrime! Acaba kişinin bizce görülecek bir ihtiyacı var mıdır ki görelim?' Bunun üzerine adam başını eğerek utandı ve yaptığından pişman oldu.

Bir kişi Ömer b. Abdulaziz'e hitaben: 'Ben şahidlik ederim ki sen fâsıklardansın!' dedi. Ömer 'Senin şahidliğin kabul olunmaz!' diye karşılık verdi.

Bir kimse, Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelâbidîn'e küfretti. Buna karşılık o, sırtında bulunan gömleği o kişiye verdi ve bir de kendisine bin dirhem de para verilmesini emretti. Bundan dolayıdır ki seleften biri şöyle demiştir: 'Zeynelâbidîn için övülen beş haslet bir araya gelmiş oldu:

1. Hilm,

2. Eziyeti kaldırmak,

3. Kişiyi Allah'tan uzaklaştıran hasletlerden kurtarmak,

4. Kişiyi pişman olmaya ve tevbe etmeye teşvik edip zorlamak,

5. Kişinin kendisini kötülemesine rağmen onu medhetmeye mecbur etmek. Bütün bunları az bir miktarla (bir abâ, bin dirhem) satın aldı!

Bir kişi Cafer b. Muhammed'e54 dedi ki: "Benimle bir kavmin arasında herhangi bir hususta münâzaa vâki oldu. Ben onu terketmek istiyorum. Fakat bana 'onu terketmen senin için zillettir' denilmesinden korkuyorum". Bunun üzerine Câfer cevap olarak şöyle dedi: 'Zelil, zâlim kimsedir'.

Halil b. Ahmed55 şöyle demiştir: 'Önce deniliyordu ki: 'Kim kötülük yaptığı halde kendisine iyilik yapılırsa, bu iyilik onun kalbinde bir engel olur. Onu o kötülüğün benzerinden meneder'.

Ahnef b. Kays derdi ki: 'Ben hâlim bir kimse değilim. Fakat hâlim olmaya kendimi zorluyorum'.

Vehb b. Münebbih dedi ki: 'Acıyana acınır. Susan bir kimse selâmet bulur. Cahillik yapan bir kimse mağlup olur. Acelecilik yapan bir kimse yanılır. Şerre karşı halislik gösteren bir kimse selâmette kalmaz. Kim cedeli bırakmazsa kendisine küfredilir. Şerden nefret eden bir kimse korunur. Allah'ın emirlerine tâbi olan bir kimse korunur. Allah'ın kahrından çekinen bir kimse emin olur. Kim Allah'ı kendisine velî edinirse, her türlü tecavüzden menolunur. Kim Allah'tan istemezse fakir olur. Kim Allah'ın azabından emin olursa, mahrum olur. Kim Allah'tan yardım talep ederse muzaffer olur!'

Bir kişi Mâlik b. Dinar'a 'İşittiğime göre sen beni kötülükle yadetmişsin!' deyince, Mâlik cevap olarak dedi ki: 'Böyle yaptığım takdirde, sen benden, nezdimde daha fazla şerefli olursun. Ben bunu yaptığım takdirde sevaplarımı sana hediye etmiş olurum'.

Alimlerden biri şöyle demiştir: 'Hilm akıldan daha yücedir. Çünkü Allahü teâlâ hilm ile isimlenmiştir'.

Bir kişi hükemadan birine 'Allah'a yemin ederim, ben sana öyle bir küfredeceğim ki seninle beraber kabrine girecek!' Hakîm ona dedi ki: 'Benimle beraber değil, aksine seninle beraber kabre girecektir!'

Meryem'in oğlu Îsa Mesih (aleyhisselâm) , yahudilerden bir grubun yanından geçti. Onlar Hazret-i Îsa'ya çirkin laflar attılar. Hazret-i Îsa da onlara güzel sözlerle karşılık verdi. Bunun üzerine Hazret-i Îsa'ya şöyle sordular: 'Onlar çirkin, sen ise hayırlı konuşuyorsun!' Îsa (aleyhisselâm) , cevap olarak şöyle dedi: 'Herkes yanındaki sermayeden harcar!'

Lokmân Hakîm şöyle demiştir: Üç haslet vardır, onlar ancak üç durumda bilinirler:

1. Hâlim bir kimse ancak öfkelendiği zaman bilinir.

2. Kahraman bir kimse ancak savaş halinde bilinir.

3. Kardeş de ancak kendisine ihtiyaç olduğu zaman bilinir.

Hakimlerden birisinin dostu evine misafir geldi. Hakîm kendisine yemek takdim etti. Bu arada hakîmin kötü ahlâklı hanımı çıkıp misafirin önünden sofrayı kaldırdı, kocasına küfürler savurdu. Bu manzara karşısında hakîmin dostu, öfkeli olarak hakîmin evinden çıktı. Hakîm onun arkasından çıkarak kendisine dedi ki: 'O günü hatırla ki senin evinde yemek yiyorduk. Yukardan bir tavuk sofranın üzerine düştü. Sofrada bulunan yemekleri dağıttı ve bu manzara karşısında hiçbirimiz de öfkelenmedik! (O halde neden öfkeleniyorsun?) ' (Hakîmin dostu) 'doğru söyledin' dedi. Hakîm dedi ki: 'O halde bu kadını da o tavuk gibi kabul edip kızmamalısın!' Böylece adamın öfkesi geçti ve yoluna devam ederek 'Hakîm doğru söyledi. Hilm her elemin şifa veren ilâcıdır' dedi.

Adamın biri, bir hakîmin ayağına vurup acıttı. Hakîm buna rağmen öfkelenmedi, hakîme 'Neden öfkelenmedin?' diye sorunca cevap olarak şöyle dedi: 'Ben o kişiyi ayağıma takılıp kaymama sebebiyet veren bir taş yerine koydum. Dolayısıyla öfkeyi boğazlamış oldum'.

Mahmud el-Verrak şöyle dedi: Her günahkarı, bana karşı işlediği cürümleri çok olsa dahi affetmeyi, nefsime gerekli bir vazife kılacağım; zira insanlar ancak üç sınıftan biridir: 1. Şerefli olan, 2. Şeref bakımından mağlup olan ve 3. Mukavemette denk olan! Benden üstün olana gelince, onun kıymetini bilir ve bu yüzden ona karşılık vermem ve onun hakkında hakka uyarım. Hakka uymak da lâzımdır. Derece bakımından benden küçük olana gelince, o birşey söylerse kendisine cevap vermemekle namusumu korurum, cevap vermemekten dolayı bir kimsenin kınamasına uğramış olsam dahi. Benim gibi olana gelince, eğer o kayar veya düşerse, ben faziletli olurum. Çünkü hilimden dolayı olan fazilet, herşeye hâkimdir!'

36) Taberânî, Dârekutnî

37) İbn Sinnî

38) Irakî aslına raslamadığını kaydeder.

39) Hâkim, Beyhakî

40) Hakim-i Tirmizî, Nevadir'ul-Usûl

41) Taberânî

42) Müslim

43) Ebû Nuaym, Beyhâkî

44) İbn Mübarek

45) İmâm-ı Ahmed

46) Müslim

47) Eşec, Abdî kabilesindendir. Kendisine Abduhaysın Eşecî denirdi. Adı

Münzir b. Âbid b. Hars'tır. Vakidî'ye göre H. 10 senesinde gelmiştir. Bir rivâyete göre de H. 8'de Mekke'nin fethinden önce gelmiştir. (İthâfu's-Saâde)

48) Müslim, Buhârî

49) Taberânî

50) Ebû Nuaym, Taberânî

51) Beyhâkî

52) Temim soyundan olan bu zatın künyesi Ebû Nuaym'dır. Kendisine Ebû Ribî de denir. Sahabîdir.

53) Evs kabilesinin Haris koluna mensuptur. İbn Sa'd, cömertlikle meşhur olduğunu söyler.

54) Adı Câfer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebi Tâlib'dir.

55) Bu zat, Nahiv ilminin imamlarından kabul edilmiştir.

Haksızlığa Nasıl Karşı Konulmalıdır?

Bir şahıstan sâdır olan zulme, benzeriyle karşılık vermek caiz değildir. Mesela gıybete gıybetle, tecessüse tecessüsle, sövmeye sövmekle mukabele caiz değildir! Diğer günahlar da böyledir. Ancak kısas ve cezalandırma, Allah nizamının belirttiği oranda olur. Biz bunları yazmış olduğumuz fıkıh kitaplarında belirtmiş bulunuyoruz. Sövmeye gelince, ona benzer bir sövmekle karşılık verilmemesi hususu sabittir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Eğer bir kişi sende bulunan bir hasletten dolayı seni ayıplarsa, sakın onda bulunan bir hasletten dolayı onu ayıplama!56

Küfreden iki kişi birbirine ne söylerlerse, mazlum haddini aşmadıkça günah ilk başlayan zâlimin boynunadır.

Birbirlerine küfreden iki kişi birbirleriyle toslaşan iki şeytan gibidir. 57

Bir kişi Ebû Bekir Sıddîk'a küfretti. Hazret-i Ebû Bekir de susarak dinliyordu. Hazret-i Ebû Bekir adama karşılık vermeye başlayınca Hazret-i Peygamber ayağa kalkıp yürüdü. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir Hazret-i Peygamber'e 'O bana küfrettiği zaman sen susmuş dinliyordun. Ben ona karşılık vermeye başlayınca kalkıp gidiyorsun!' dedi. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona şöyle cevap verdi:

Çünkü sen sustuğun zaman, bir melek senin yerine ona cevap veriyordu. Sen konuştuğun zaman melek gitti, şeytan geldi. Ben, içinde şeytan bulunan bir mecliste oturmam. 58

Bir grup dedi ki: 'Karşıdaki insana yalan olmayan bir sözle karşılık vermek caizdir'. Ancak Hazret-i Peygamber, ayıplamaya ayıplama ile karşılık vermeyi tenzihi olarak nehyetmiştir. En faziletlisi, karşılık vermeyi terketmektir. Fakat karşılık verirse günahkâr olmaz. Ruhsat verilen durum 'Sen kimsin? Sen ancak filan soydansın!' demektedir.

Sa'd b. Ebî Vakkas, İbn Mes'ûd'a şöyle demiştir: 'Sen ancak Benî Huzeyl soyundan bir kimsesin!' İbn Mes'ûd da cevap olarak şöyle demiştir: 'Sen de ancak bir cariyeciğin oğlusun!'

Kişinin 'Ey ahmak!' demesi de bunun gibidir. Mutarrıf59 der ki: 'Herkes Allah ile arasındaki muamele hususunda ahmaktır. Ancak insanların bir kısmının bu husustaki ahmaklığı, diğer bir kısmının ahmaklığından daha azdır'.

İbn Ömer şöyle demiştir: 'Bütün insanları Allah'ın zatı hakkında ahmak olarak görürsün. . . '60

Kişinin 'ey cahil!' demesi de böyledir; zira hiç kimse yoktur ki onda cehalet bulunmasın! Bu bakımdan böyle diyen bir kimse karşısındaki insanı yalan olmayan bir sözle üzmüş olur. Kişinin 'ey kötü ahlâklı!' veya 'ey ince yüzlü!' veya 'ey haysiyetlere saldıran köpek!' demesi de -eğer bu sıfatlar muhatabında varsa- böyledir, kişinin 'Eğer sende haya olsaydı seninle konuşmazdım. Sen yaptığınla benim gözümde çok hâkir düştün. Allah sana müstehakını versin ve senden intikam alsın' demesi de böyledir.

Nemime (kovuculuk) , gıybet, yalan, anne ve babaya küfretmeye gelince, bütün ulemanın ittifakıyla haramdır. Çünkü rivâyet ediliyor ki, Halid b. Velid ile Sa'd b. Ebî Vakkas arasında bir tartışma oldu. Bir kişi Sa'd'ın yanında Hazret-i Halid'in aleyhinde konuştu. Hazret-i Sa'd ona sert bir çıkış yaparak sus dedi: 'Bizim aramızdaki kırgınlık dinimize tesir edecek dereceye varmamıştır!' Yani 'Birimizin diğeri hakkında günahkâr olacak raddeye varmamıştır' deyip kötü konuşmayı dinlemedi. Bu bakımdan, böyle karşılık vermek hiç de caiz olmaz.

Zinaya nisbet etmek, fuhuş ve küfür gibi yalan ve haram olmayanla hasmına karşılık vermenin caiz olduğuna delil, Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettiği şu hadîs-i şeriftir: Hazret-i Peygamberin zevceleri Hazret-i Peygamber'e elçi olarak kızı Hazret-i Fâtıma'yı gönderdiler. Hazret-i Fâtıma Hazret-i Peygamber'e gelerek dedi ki: 'Zevcelerin beni elçi olarak sana gönderdiler. Ebû Kuhafe'nin kızı hakkında (Hazret-i Âişe kasdediliyor) adalet yapmayı senden talep ediyorlar!' Hazret-i Fâtıma bu sözleri söylerken Hazret-i Peygamber uzanmış bulunuyordu. Ona cevap olarak şöyle dedi:

Ey kızım! Benim sevdiğimi sever misin?

-Evet

-O halde şunu (Aişe'yi) sev!

Bunun üzerine Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Peygamber'in zevcelerine dönüp onlara bu konuşmayı anlattı. Onlar dediler ki: 'Ey Fâtıma! Sen bizim için hiçbir şey yapamadın?' Bunun üzerine Cahş'ın kızı Zeyneb'i Hazret-i Peygamber'e elçi olarak gönderdiler. O Zeyneb ki Hazret-i Peygamber'in sevgisi hususunda benimle yarışırdı. Zeyneb, Hazret-i Peygamber'e gelerek 'Ebû Bekir'in kızı, Ebû Bekir'in kızı!' diye aleyhimde durmadan atıp tuttu. Ben de susarak dinliyordum. Hazret-i Peygamberin bana cevap vermek hususunda izin vermesini bekliyordum. Nihayet Hazret-i Peygamber bana cevap vermek hususunda izin verdi. . Ben de dilim kuruyuncaya kadar Zeyneb'e karşılık verdim. Bundan sonra Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

Ey Zeyneb! Öyle söyleme! Muhakkak o, Ebû Bekir'in kızıdır. (Sen hiçbir zaman konuşmakta onu mağlup edemezsin!) 61

Metindeki ona küfrettim ibaresinden fâhiş konuşma kastolunmaz. Yalan katılmaksızın onun konuşmasına cevap vermek kastediliyor. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Birbirine söven iki kişinin söylediklerinin mesuliyeti önce başlayanın boynunadır. Ta ki mazlum, kendisine söylenilenden daha fazlasını söyleyinceye kadar. . 62

Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, mazlum bir kimseye haddi aşmamak şartıyla karşılık verme hakkını tanımıştır. İşte bahsi geçen grubun helâl gördükleri miktar bu kadardır. Bu, zâlimin eziyetine karşılık ona eziyet vermek hususunda bir ruhsattır. Ruhsat, bu söylenen miktardan öteye gitmez. Fakat en faziletlisi terketmektir. Çünkü zâlimin söylediği nisbetinde ona cevap vermek her ne kadar mübah ise de onun ötesine insanı sürüklediğinden dolayı ve hak olan miktarın sınırını geçmemenin mümkün olmamasından dolayı en faziletlisi terketmektir. Esasında cevap vermemek daha evlâdır. Çünkü böyle yapmak cevap vermekten daha kolay ve cevaptaki şeriatın çizmiş olduğu sınırı tesbit etmekten daha rahattır. Fakat buna rağmen insanlardan birtakım kimseler vardır ki öfkeleri kabardığı sırada kendilerini zaptetmeye güçleri yetmez. Ancak öfkeleri çabuk geçer. Bir kısım da vardır ki nefsini başlangıçta tutar. Fakat daimî bir şekilde karşısındaki adamdan nefret eder.

İnsanlar öfke hususunda dört sınıfa ayrılırlar:

1. Bazıları kındıra otu gibi erken yanar ve çabuk söner.

2. Bazıları seksek ağacı gibi geç tutuşur, çabuk söner.

3. Bazıları ise geç tutuşur, tez söner. Eğer bu durumu gayret hususunda gevşekliğe sürükleyici olmazsa bu en iyisidir.

4. Bazıları da çabuk tutuşur, geç söner. Bu ise en şerlileridir.

Mü'min bir kimse çabuk öfkelenir, çabuk razı olur.

Yani parlamasıyla sönmesi aynı andadır. Düşmanlık göstermez. Öyle ise onun parlayışına kefaret olarak çabuk razı olması kifayet eder. 63 İmâm-ı Şâfiî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Kim kızdırıldığı halde öfkelenmezse o eşektir. Kim razı olması istenildiği halde razı olmazsa şeytandır!'

Ebû Said el-Hudrî Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:

İyi bilin ki Âdem oğulları çeşitli derece ve tabakalarda yaratılmışlardır. Onlardan bazıları vardır ki geç öfkelenir, çabuk sakinleşir. Bir kısmı vardır ki çabuk öfkelenir, çabuk sakinleşir. Onun sakinleşmesi öfkelenmesinin kefareti olur. Bir kısmı da vardır ki çabuk öfkelenip, geç sakinleşir. Dikkat edilsin, insanların en hayırlısı geç öfkelenip çabuk sakinleşenlerdir. En şerlisi ise çabuk öfkelenip geç sakinleşenlerdir. 64

Öfke, her insanda heyecana yol açar ve tesir eder, o halde sultana, öfkeli olduğu zaman, hiç kimseye ceza tatbik etmemesi farzdır. Çünkü sultan öfkeden dolayı gereken cezanın hududunu aşabilir veya kendisine ceza tatbik edilen adama kızgın olabilir. Dolayısıyla gönlünü rahat ettirmek için aşırı gidebilir. Bu bakımdan saltanat sahibinin intikam alması ve zâlime tatbik edilen cezayı kendi nefsi için değil sadece Allah için tatbik etmesi lâzımdır.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bir sarhoş gördü. Onu tutup cezalandırmak istedi. Sarhoş Hazret-i Ömer'e küfretti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer onu cezalandırmaktan vazgeçti. Bu durum karşısında kendisine 'Ey Mü'minlerin emiri! Bu adam sana küfrettiği zaman onu bıraktın' denildiğinde,

cevap olarak şöyle demiştir: 'Çünkü o beni öfkelendirdi. Eğer ben tazir ederek cezalandırmış olsaydım, kendi nefsim için öfkelendiğimden dolayı bunu yapmış olurdum. Oysa ben kendi nefsimin himaye ve korunması için hiçbir müslümana vurmayı sevmem'.

Ömer b. Abdülaziz kendisini öfkelendiren bir kişiye şöyle dedi: 'Eğer sen beni öfkelendirmeseydin mutlaka seni cezalandırırdım'.

56) İmâm-ı Ahmed

57) Daha önce geçmişti

58) Ebû Dâvud

59) Abdullah oğlu Mutarrıf tâbün-i kiramdandır. Güvenilir bir zattır.

60) İlim bahsinde geçmişti.

61) Müslim

62) Müslim ve İmâm-ı Ahmed

63) Daha önce geçmişti.

64) Daha önce geçmişti.

Hıkd'ın (Kin'in) Anlamı, Neticeleri, Affetmenin ve Şefkat Göstermenin Fazileti

Hâli hazırda intikam almak sûretiyle gönlünü rahat ettirmekten âciz olduğundan dolayı öfkesini yutmak lâzım geldiği zaman öfke içeride birikmeye başlar ve kin'e dönüşür. Hıkd'ın (kin'in) sonucu, kalbe ağırlığını yükleyip buğzetmek ve buğzettiği kimseden uzaklaşmak ve bu durumu devam ettirmektir. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Mü'min bir kimse kindar bir kimse değildir. 65

Bu bakımdan hıkd, öfkenin meyvesidir. Hıkd sekiz şeyi doğurur:

1. Hased etmeye yol açar. Hased kin'in seni buğzettiğin insanın nimetinin yok olmasını temenni etmeye zorlaması demektir. Bu bakımdan ona verilen bir nimetten dolayı sen üzülür, ona isabet eden bir musibetten dolayı da sevinirsin. Bu ise münafıkların hasletlerindendir. Allahü teâlâ'nın izniyle, böyle yapmanın aleyhinde vârid olan âyet ve hadîsler ilerdeki bahislerde gelecektir.

2. Bâtında (iç âleminde) fazlasıyla hasedi saklamayı artırmaktır. Böylece buğzettiğin kimseye isabet eden musibet ve belalardan ötürü sevinmiş olursun.

3. Buğzettiğin kimseyi terketmek, onunla gırtlak gırtlağa gelmek ve kendisinden uzaklaşmaktır. O seni arayıp istese bile yine bu duruma devam edersin!

4. Onu küçük gördüğünden dolayı ondan yüz çevirmendir. Bu dördüncü netice, üçüncü neticeden (ceza bakımından) daha hafiftir.

5. Helâl olmayan yalan, gıybet, sırrı açıklamak, örtüsünü yırtmak ve benzeri şeylerle onun hakkında konuşmaktır.

6. Onunla istihza etmek, onu alaya almak için onun taklidini yapmandır.

7. Vurmak ve bedenine elem verici bir şey ile ona eziyet etmektir.

8. Zulmen kendisinden alınan bir şeyin geri verilmesine veya sıla-yı rahmine veya hakkı olan bir alacağının verilmesi gibi haklarına mâni olmandır.

Bütün bunlar haramdır. Hıkd'ın en az derecesi, bu belirtilen sekiz kötü neticeden sakınmandır. Böylece hıkd'dan dolayı Allahü teâlâ'ya karşı isyan olacak durumlara düşmezsin. Fakat buna rağmen içinde onu ağır görürsün. Kalbini, ona buğzetmekten bir türlü vazgeçiremezsin! Öyle ki daha önceden ona gösterdiğin güler yüzlülük, şefkat, ona verdiğin ihtimam, onun ihtiyaçlarını yerine getirmek, Allah'ı anmak hususunda onunla oturmak, ona yardım etmek veya ona daha önceden yapmış olduğun duayı terketmek veya kendisine yapılacak iyilik ve insanlığı teşvik etmekten vazgeçersin.

İşte bütün bunlar din hususunda senin derecenin eksilmesine vesiledirler. Bunlar seninle büyük bir faziletin ve hudutsuz bir sevabın arasına girer. Her ne kadar bu şekildeki buğz seni Allah'ın azabına maruz bırakmazsa da yukardaki tehlikeler sözkonusudur.

Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) , kızı Aişe'ye yapılan iftira meselesinde dedikodu yapan ve aynı zamanda akrabası olan Mıstah'a66 nafaka vermeyeceğine dair yemin ettiği zaman şu âyet nâzil oldu:

Sizden fazilet ve servet sahibi olan kimseler akrabasına, fakirlere ve Allah yolunda hicret edenlere infak ve ihsan etmemeye yemin etmesinler, affetsinler geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allahü teâlâ mağfiret ve rahmet edicidir. (Nûr/22)

Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) 'Evet! Biz Allah'ın affetmesini sever ve isteriz' deyip yeniden (eskisi gibi) Mıstah'a infak ve ihsanda bulundu,

Buğzettiği insana yeniden infak ve ihsanda bulunmalı, mümkünse nefsini gemlemek ve şeytanın burnunu yerlere sürmek için ihsanını daha da artırmalıdır. Bu ise sıddîkların makamıdır, mukarreb (Allah'a yakın) kimselerin amellerinin faziletlilerindendir. Bu bakımdan kendisine hased edilen ve kin duyulan bir kimsenin üç durumu vardır:

Birincisi: Hakkını eksik ve fazla olmamak şartıyla tam almaktır ki bu adalettir.

İkincisi: Hasedciyi affetmek, sıla-yı rahim yapmak suretiyle ona iyilikte bulunmaktır ki bu fazilettir.

Üçüncüsü: Hasedcinin müstehak olmadığı zulmü kendisine yapmasıdır ki bu da zulüm ve eziyet etmektir!

Bu üçüncü şıkkı ancak düşük insanlar seçerler. İkinci şık ise, sıddîkların seçtiği bir şıktır. Birincisi ise sâlih kimselerin derecelerinin zirvesidir. Bu bakımdan biz şimdilik af ve ihsanın faziletini zikredelim.

65) İlim bahsinde geçmişti.

66) Mıstah b. Esase b. Ubbad b. Mutallib b. Abdimenaftır. Annesi Ebû Bekir in halasının kızı idi. İslâm'ın başında müslüman olmuştu. Hazret-i Ebû Bekir, yakınlığından dolayı ona nafaka verirdi.

25-4

Af ve İhsan'ın Fazileti

Affın mânâsı, kısas veya bir tazminattan dolayı meydana gelen bir hakka müstehak olduğun halde o hakkı almaman ve borçluyu ondan affetmendir. Af, hilim ve öfkeyi yutmadan ayrı birşeydir. Bunun için de biz onu müstakil bir konu olarak zikretmiştik.

Sen bağışlama yolunu tut! İyiliği emret ve cahillerden yüz çevir! (A'raf/199)

Sizin bağışlamanız takvâya daha yakındır! (Bakara/237)

Üç şey vardır, nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer ben yemin etmiş olsaydım onlar için yemin ederdim:

1. Hiçbir mal, sadaka vermekten eksilmez. Bu bakımdan siz sadaka veriniz!

2. Bir kişi Allah nzası için kendisine yapılan bir zulmü affederse Allahü teâlâ kıyâmet gününde onu şeref yönünden, yükseltir.

3. Bir kişi nefsi için dilencilik kapısını açarsa Allah da onun için fakirlik kapısını açar. 67

Tevâzu göstermek, kulun derecesini yüceltir. Bu bakımdan mütevazi olunuz ki Allah da derecelerinizi artırsın. Affetmek ise kulu şeref yönünden geliştirir. Bu bakımdan affediniz ki Allah sizi aziz kılsın. Sadaka ancak malı çokluk bakımından etkiler. Bu bakımdan sadaka veriniz ki Allah size rahmet ve şefkat versin. 68

Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) şöyle diyor: 'Hiçbir zaman Hazret-i Peygamber'in şahsına yapılan bir zulümden dolayı intikam aldığını görmedim. Meğer ki Allahü teâlâ'nın haram kıldığı şeyler yapılmış olsun'.

Bu bakımdan Allahü teâlâ'nın yasaklarından biri işlendiği zaman Hazret-i Peygamber, herkesten daha şiddetli kızardı. Hazret-i Peygamber ne zaman iki şey arasında muhayyer bırakılsa, günah olmadığı takdirde kolayını seçerdi.

Ukbe (radıyallahü anh) der ki: "Bir gün Hazret-i Peygamber ile bir araya geldik. Ben acele ederek onun elini tuttum veya o acele ederek benim elimi sıktı ve şöyle dedi:

Ey Ukbe! Dünya ve âhiret ehlinin en üstün ahlâkından sana haber vereyim mi? Seni mahrum edene ihsanda bulunmak! Sılayı rahmini kesen akrabana sıla-yı rahim yapmak, sana zulmedeni affetmektir,69

Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) şöyle münacâtta bulundu:

-Yarab! Senin nezdinde hangi kulun daha şereflidir?

-O kulum ki kudreti olduğu halde affeder. 70

Ebu'd Derda'ya 'insanların en şereflisi' sorulduğu zaman cevap olarak 'Gücü ve kuvveti yettiği zaman affeden kimsedir. Bu bakımdan siz affediniz ki Allah da sizi aziz kılsın' demiştir.

Bir kişi Hazret-i Peygamber'in huzuruna gelerek şikayette bulundu. Hazret-i Peygamber onu oturttu. Adam kendisine reva görülen zulmün karşılığını almak istedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber kendisine şöyle buyurdu:

Kıyâmet gününde mazlum kimseler felâh bulan kimselerdir. 71

Kişi, bu hadîsi dinlediğinde artık intikam almaktan vazgeçti. Hazret-i Âişe Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle söylediğini rivâyet eder:

Kim, kendisine zulmedenin aleyhinde bedduada bulunursa, ondan intikamını almış sayılır.

Enes Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle söylediğini rivâyet eder:

Allahü teâlâ kıyâmet gününde, mahlukâtı haşrettiği zaman arşın altından bir dellâl üç defa şöyle bağırır: 'Ey ehl-i Tevhîd zümresi! Muhakkak Allahü teâlâ sizi affetmiştir. Bu bakımdan siz de birbirinizi affediniz. 72

Ebû Hüreyre'den şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethettiği zaman, Kâbe'yi ziyaret edip iki rek'at namaz kıldı. Sonra Kâbe'ye geldi. Kapının iki eşiğine yapışarak şöyle dedi: 'Ey Mekkeliler! Ne diyorsunuz? Ne yapacağımı düşünüyorsunuz?' Hepsi bir ağızdan dediler ki: 'Bize kardeşsin, amca oğlusun, rahim ve kerim bir kimsesin, deriz'. Bunu üç defa tekrar ettiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

Ben de Yûsuf'un dediği gibi derim: 'Bugün size ayıplama yok! Allah sizi bağışlasın! O merhamet edenlerin en merhametlisidir'. (Yûsuf/92)

Ravi der ki: 'Onlar sanki kabirlerinden çıkarcasına İslâm dinine girdiler'.

Süheyl b. Amr'dan şöyle rivâyet edilir: Hazret-i Peygamber Mekke'ye geldiği zaman ellerini Kâbe kapısının yanlarına koydu. Etrafında da ashâb-ı kîram bulunuyordu. Bu esnada şöyle buyurdu:

Allah'tan başka ilâh yoktur. O birdir. O'nun ortağı ve şeriki yoktur. Va'dini doğruladı, kuluna yardım etti. Tek başına Ahzâb (Medine'yi basmak üzere toplanan Arab kabileleri) ordusunu püskürttü.

Sonra şöyle dedi:

Ey Kureyş topluluğu! Ne diyorsunuz ve size ne gibi bir muamele yapacağımı sanıyorsunuz?' Süheyl der ki: "Ben 'Biz hayr deriz. Hayırlı şeyler söyleriz ve hayırlı olacağını sanıyoruz. Kerim bir kardeşsin. Merhametli ve şefkatli bir amca oğlusun! Şimdi gücün ve kuvvetin bize yetiyor (Elbette affedersin) ' dedim". Bu söz üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: 'Ben kardeşim Yûsuf'un dediği gibi derim: 'Bugün size ayıplama yok! Allah sizi bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir'. (Yûsuf/92) 73

Enes Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle söylediğini rivâyet eder:

Kullar Allah'ın huzurunda (kıyâmet gününde) durdukları zaman bir dellâl şöyle bağırır: 'Allah'ın katında ecir ve sevabı olan bir kimse ayağa kalksın ve cennete girsin!'

Bu söz üzerine biri Hazret-i Peygamber'e 'Allah katında ecir ve sevabı olan kimdir?' diye sordu. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Halkı affedenlerdir! Bu yüzden şu şu kadar bin kişi kalkar ve hesaba çekilmeden cennete girer' dedi. 74

İbn Mes'ûd der ki: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Herhangi bir konuda idareci olan bir kimseye bir suçlu getirildiği zaman mutlaka onu cezalandırmak gerekmez. Çünkü Allah affedicidir ve affı sever' dedikten sonra şu âyeti okudu:

Kusurlarını bağışlasınlar! Aldırmasınlar! Allah'ın bağışlamasını sevmez misiniz?

(Nûr/22) 75 Câbir, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle söylediğini rivâyet eder:

Üç haslet vardır. İmanla beraber o üç haslete sahip olan bir kimse cennetin hangi kapısından isterse girer, elâ gözlü hûrîlerden hangisiyle isterse evlenebilir:

1. Gizli (delilsiz ve şahidsiz) bir borcunu ödeyen kimse,

2. Her namazın akabinde İhlâs suresini okuyan kimse,

3. Kendisiyle savaşanı affeden kimse. 76

Ebû Bekir 'Bu üç hasletten birine sahip olana da aynı mükafat var mı?' deyince, Hazret-i Peygamber 'Veya onlardan birini yapana. . ' diye cevap verdi.

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: 'Bana zulmeden kişiye ben merhamet ederim. Bu ise affetmenin ötesinde bir ihsandır. Çünkü o, zulmetmek suretiyle kalbini Allah'ın masiyetine maruz bırakır. Kıyâmet gününde sorumlu tutulur. Oysa verilecek cevabı da olmaz'.

Biri şöyle demiştir: Allahü teâlâ bir kuluna ihsan etmeyi irade ettiği zaman, ona zulmeden birini kendisine musallat kılar'.

Bir kişi Ömer b. Abdülaziz'in huzuruna girip kendine zulmeden birinden şikayet ederek aleyhinde bulundu. Bunun üzerine Ömer ona: 'Senin sana yapılan zulümle Allah'ın huzuruna gitmen, o zulmün intikamını zâlimden alarak Allah'ın huzuruna gitmenden daha hayırlıdır.

Yezid b. Meysere der ki: 'Eğer sen sana zulmedene beddua edersen, Allahü teâlâ, ulûhiyet lisanıyla sana şöyle der:

Muhakkak başkası da, sen ona zulmettiğin için sana beddua eder. Eğer sen dilersen, hem senin bedduanı, hem de aleyhinde yapılan bedduayı kabul edelim. Eğer dilersen ikisini de kıyâmet gününe tehir edelim ki benim affım ikinizi de kapsamış olsun. 77

Müslim b. Yesar kendisine zulmedilen bir kişiye şöyle dedi: 'Zâlimi zulmüne havale et. Böyle yapman, onun aleyhinde yapacağın bedduadan daha süratle kabul olunur. Ancak zâlim onu sâlih bir amele telafi edip bir daha yapmamaya niyetlenirse o zaman başka'.

İbn Ömer, Hazret-i Ebû Bekir'den şöyle rivâyet eder: 'Kulağımıza geldiğine göre Allahü teâlâ kıyâmet gününde bir dellâla emreder. Dellâl şöyle çağırır: 'Kimin Allah nezdinde bir hakkı varsa ayağa kalksın' Böylece dünyada affedenler ayağa kalkarlar. Allahü teâlâ dünyada insanlara göstermiş oldukları aflarına karşı onları mükafatlandırır'.

Hişam b. Muhammedi'den şöyle rivâyet ediliyor. Numan b. Münzir'in78 huzuruna iki kişi getirildi. Bunlardan biri büyük bir suç işlemişti. Hükümdar onu affetti. Diğeri ise hafif bir suç işlemişti. Hükümdar onu cezalandırdı. Bunun üzerine bir şair şöyle dedi. Padişahlar büyük suçları, faziletli olduklarından dolayı affederler. Küçük suçu ise, karşılıksız bırakmaz! Böyle yapmaları da cahilliklerinden değildir. Ancak bunun hikmeti şudur: Padişahların hilmi bilinsin. Müdahalenin şiddetinden korkulsun!'

Mübarek b. Faddale der ki: Abdullah'ın oğlu Suvar79, Basralılardan bir heyetin başında beni Ebû Cafer'in huzuruna gönderdi. Ben halifenin huzurunda iken bir kişi huzura getirildi. Onun öldürülmesini emretti. Ben kalbimden 'müslümanlardan bir kişi benim hazır bulunduğum bir cemaatte öldürülür de ben nasıl durabilirim?!' dedim ve halifeye hitaben şunları söyledim: 'Ey Mü'minlerin emîri! Hasan-ı Basrî'den dinlediğim bir hadîsi size nakledeyim mi?' Halife 'Nedir o hadîs?' dedi. Dedim ki: 'Hasan-ı Basrî'den şöyle duydum: 'Kıyâmet günü olduğu zaman Allahü teâlâ insanları bir yerde toplar. Öyle ki çağıran onlara duyurur, göz onları görebilir. Bu sırada bir dellâl ayağa kalkıp şöyle seslenir: 'Kimin Allah katında bir hakkı ve iyiliği varsa ayağa kalksın!' Dünyada insanları affedenlerden başka kimse ayağa kalkamaz". Halife 'Allah'a yemin ederim ben de bu hadîsi Hasan-ı Basrî'den dinledim' dedi. Ben 'Ben de Allah'a yemin ederim ki bu hadîsi Hasan-ı Basrî'den dinledim' dedim. Bunun üzerine halife 'O halde biz bu adamı affettik' dedi.

Muaviye şöyle demiştir: 'Fırsat elinize düşünceye kadar hilm ve eziyetlere karşı göğüs germekten ayrılmayınız. Fırsatı elde ettiğiniz takdirde de affetmek ve faziletli olmaktan ayrılmayınız'.

Rivâyet ediliyor ki, bir rahib, Hişam b. Abdulmelik'in huzuruna girdi. Hişam, rahibe 'Sen Zülkarneyn'i biliyor musun? Peygamber midir acaba?' dedi. Rahib şöyle cevap verdi: Hayır! Peygamber değildir. Fakat ona verilen saltanat ve hüküm, kendisinde bulunan dört hasletten dolayı verilmiştir:

1. Gücü yettiği zaman affederdi.

2. Söz verdiği zaman sözünü yerine getirirdi.

3. Konuştuğu zaman doğru söylerdi.

4. Bugünün işini yarına bırakmazdı.

Biri şöyle demiştir: 'Kendisine zulmedilince hilm gösterip (sabredip) sonra gücü ve imkânı olduğunda intikam alan kimse halîm değildir. Aksine hâlim o kimsedir ki kendisine zulmedildiği zaman hilm gösterir, gücü yettiği zaman da intikam almaz, affeder'.

Ziyad şöyle demiştir: 'Kudret (gücün yetmesi) , kin ve nefreti siler'.

Hişam'ın huzuruna bir kişi getirildi. O kişinin Hişam'ın aleyhinde dedikodu yaptığı halifenin kulağına gelmişti. Adam halifenin huzuruna getirildiği zaman kendisini müdafaa etmek sade dinde delillerini serdetmeye başladı. Bu durum karşısında Hişam kendisine 'Sen bir de konuşuyorsun ha!' dedi. Kişi "Ey Mü'minlerin emiri! Allahü teâlâ 'O gün herkes gelir, kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı tamamıyla ödenir. Hiçbirine de zulüm yapılmaz' (Nahl/111) buyurmuştur. Bu bakımdan biz Allah'ın huzurunda kendimizi müdafaa eder, nefsimizi kurtarmaya uğraşır da senin huzurunda bu haktan nasıl mahrum oluruz?" dedi. Hişam 'Evet haklısın! Allah sana merhamet etsin, konuş!' diye karşılık verdi.

Rivâyet ediliyor ki, bir hırsız Sıffîn'de Ammâr'ın çadırına girdi. Hazret-i Ammar'a denildi ki: 'Onun elini kes! Çünkü o bizim düşmanımızdır'. Ammar 'Hayır! Ben onu Allah kıyâmet gününde beni teşhir etmesin diye gizlerim' dedi.

İbn Mes'ûd pazardan yiyecek satın alıyordu. İsteğini satın aldıktan sonra sarığın bir kenarına bağladığı paraları vermek istedi, fakat sarığın açılıp paraların düştüğünü gördü ve şöyle dedi: 'Ben oturduğumda da paralar yerinde duruyordu'. Bu söz üzerine etraftakiler parayı çalana beddua etmeye başlayıp şöyle dediler: 'Ey Allahım! O parayı alan hırsızın elini kestir. Ey Allahım! Onun başına şunu getir, bunu getir!' Bunun üzerine İbn Mes'ûd şöyle dedi: 'Ey Allahım! Onu parayı çalmaya zarurî bir ihtiyacı sevketmişse, o paraları onun için bereketli kıl! Eğer günaha dalmak cesareti ve cüreti onu böyle yapmaya sevketmişse bunu ona en son günah olarak kıl!'

Fudayl şöyle demiştir: "Ben Horasanlı olan bir kişiden daha zâhid bir kimseyi görmedim. Benimle beraber Mescid-i Haram'da oturdu. Sonra Kâbe'yi ziyaret etmek üzere kalktı. Beraberinde bulunan dinarları (paraları) çalındı. Başladı ağlamaya. . . Ben kendisine 'Sen para için mi ağlıyorsun?' diye sorunca şu cevabı verdi: 'Hayır! Para için ağlamıyorum. Fakat kendimle o adamı Allahü teâlâ'nın huzurunda düşündüm. Baktım ki aklım onun delilini çürütmeye galebe çaldı. Ona merhamet ve şefkatimden dolayı ağladım' dedi".

Mâlik b. Dinar şöyle anlatıyor: Geceleyin Hakem b. Eyyub'un evine geldik. O zaman Basra valisi idi. Hasan-ı Basrî de korkmuş olarak oraya geldi. Hasan-ı Basrî ile beraber valinin huzuruna girdik. Biz Hasan'a nisbetle ancak tavuklar mesabesinde idik. Bunun üzerine Hasan başlayıp Hazret-i Yûsuf un kıssasını ve kardeşlerinin kendisini nasıl sattıklarını ve nasıl kuyuya attıklarını izah etti ve dedi ki: 'Onlar kardeşlerini sattılar, babalarını üzdüler' ve devamla Yûsuf (aleyhisselâm) için kadınların hilelerini anlattıktan sonra şöyle dedi:

Ey emir! Acaba Yûsuf (aleyhisselâm) hakkında Allah ne yaptı?! Onun için kardeşlerinden intikam aldı. Onun şânını yüceltti. Onun sözünü geçerli kıldı. Onu yeryüzünün hazinelerine bekçi kıldı. Acaba onun işini kemâle erdirdiği ve aile efradını çölden Mısır'a getirdiği zaman o ne yaptı? O ancak şöyle dedi: 'Bugün size ayıplama yok! Allah sizi bağışlasın! O, merhamet edenlerin en merhametlisidir!' (Yûsuf/92)

Hasan-ı Basrî bunu nakletmekle Hâkem'e 'arkadaşlarını affetmesini' târiz yoluyla bildirmek istedi. Bunun üzerine vali Hâkem dedi ki: "Ben de 'Bugün size ayıplama yok' diyorum. Eğer ben sırtımdaki bu elbiseden başka birşey edinmeseydim, muhakkak sizi bu elbisenin altında örterdim".

İbn Mukaffa bir dostuna mektup yazarak bir kısım arkadaşlarını affetmesini kendisinden talep etti ve 'Filan adam hatasından ötürü senin affına sığınıyor. Senden sana sığınıyor. Bil ki günah ne kadar büyürse af da fazilet bakımından o kadar büyür' dedi.

Abdülmelik b, Mervan'ın huzuruna Eş'as'ın80 oğlunun adamları esir olarak getirildiğinde Abdülmelik, Reca b. Hayat'a şöyle sordu:

-Senin görüşün nedir?

-Allahü teâlâ senin sevdiğin zaferi sana ihsan etmiştir. Bu bakımdan sen de Allah'ın sevdiği affı Allah'a ver! Bunun üzerine Abdülmelik onları affetti.

Rivâyet ediliyor ki Ziyad, Hâricîlerden bir kişiyi yakaladı. Bu kişi Ziyad'ın elinden kurtuldu. Bunun üzerine Ziyad onun kardeşini yakaladı ve ona dedi ki: 'Eğer sen kardeşini getirirsen ne âlâ! Aksi takdirde senin boynunu vururum!' Bu söze karşılık olarak adam şöyle sordu: ;Acaba Mü'minlerin emîrinden sana bir mektup getirirsem beni serbest bırakır mısın?' Ziyad 'Evet!' dedi. Kişi İşte ben sana Hakîm ve Azîz olan Allah'ın Kitabı'nı getireyim ve onun üzerine Musa ve İbrahim'i de şahid kılayım' deyip sonra şu âyeti okudu: 'Yoksa kendisine haber mi verilmedi? Musa'nın sâhifelerinde bulunan ve çok vefakâr İbrahim'in sahifelerinde bulunan ki hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez!' (Necm/36-38) Bunun üzerine Ziyad 'Onu serbest bırakın. Çünkü bu kişi, kendisine delili telkin edilen bir kişidir' dedi.

İncil'de şöyle yazılıdır: 'Kim kendisine zulmeden bir kimse için af talebinde bulunursa muhakkak o kimse şeytanı mağlup etmiştir'.

67) Tirmizî

68) İsfehanî

69) Tirmizî

70) Taberânî, Beyhâkî

71) İbn Eb'id-Dünya

72) Ebû Said Ahmed b. İbrahim el-Mukrî

73) Daha önce geçmişti.

74) Taberânî

75) İmâm-ı Ahmed, Hâkim

76) Taberânî

77) İbn Eb'id-Dünya

78) Münzir, Gassânî soyuna mensup asr-ı saadetten evvel yaşamış bir Arab emîridir.

79) Teymî soyundan olan bu zat Basra kadısı idi.

80) Bu zat Abdurrahman b. Kays b. Muhammed b. Eşas'tır. Dedesi Eşas sahabîdir. Hazret-i Ali ile beraberdi. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) kızkardeşi Ferve'yi kendisine nikâhlamıştır. Onlardan Muhammed doğup dünyaya geldi. Bu zat, Haccâc-ı Zalim'e karşı kıyâm etmiş, sonra mağlup olarak kaçmış ve daha sonra ele geçirilmiştir. Sicistan valisi Ammara b. Temim'in yanına gönderilmiş, orada büyük bir köşkten atılmak suretiyle öldürülmüştür. Ammar diğer arkadaşlarını da öldürüp başlarını Haccâc'a, o da Abdülmelik'e göndermiştir.

Şefkatin Fazileti

Rıfk (şefkat) göstermek güzeldir. Bunun zıddı şiddet ve ihtirastır. Şiddet ve hiddet, öfke ve katılığın neticesidir. Şefkat ve yumuşaklık ise, selâmetle olmanın ve güzel ahlâkın neticesidir. Bazen de hiddetin sebebi öfkedir.

Bazı kere de sebebi insan kalbini kapsayan amansız harisliktir. Öyle ki insanı düşünmekten uzaklaştırır ve doğru karar vermekten meneder. Bu bakımdan işlerde şefkat göstermek bir meyvedir. Bu meyveyi de ancak güzel ahlâk ağacı verir. Ahlâk da ancak öfke ve şehvet kuvvetlerini zaptetmek ve normal sınırda durdurmak suretiyle güzelleşir. Bunun için de Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şefkati överek ve şefkat hakkında cömertçe medh u senâda bulunarak şöyle buyurmuştur:

Ey Âişe! Kim şefkat ve merhametten nasibdâr olmuşsa, ona dünya ve âhiret hayrından nasibi verilmiştir. Kim şefkatteki nasibinden mahrum kalmışsa, o kimse dünya ve âhiret hayrından olan nasibinden de mahrum kalmıştır. 81

Allah bir ailenin fertlerini sevdiği zaman onların aralarına şefkat ve merhameti sokar. 82

Allahü teâlâ, şefkatten dolayı öyle ihsanda bulunur ki şiddetli ve yoğun çalışmaktan dolayı bile kimseye öyle bir ihsanda bulunmaz. Allah bir kulunu sevdiği zaman, ona şefkat ihsan eder. Hiçbir aile fertleri yoktur ki şefkatten mahrum olsunlar da Allah'ın sevgisinden mahrum olmasınlar!83

Hazret-i Âişe Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle söylediğini rivâyet eder:

Allahü teâlâ, şefkat ve merhamet sahibidir. Şefkati sever. Şiddetinden dolayı vermediğini şefkatinden dolayı verir. 84

Ey Âişe! Şefkat et! Allahü teâlâ, bir ailenin fertlerine iyilik murad ettiği zaman, onları şefkat kapısına muttali kılar. 85

Şefkatten mahrum olan bir kimse, bütün hayırdan mahrum olur. 86

Hangi idareci, idarecilik makamına getirildiğinde şefkat gösterir ve yumuşak davranırsa kıyâmet gününde Allahü teâlâ'da ona karşı şefkat gösterir. 87

Acaba bilir misiniz kıyâmet gününde ateşe kimin haram olduğunu? Kolaylaştıran, yumuşak davranan, rahat ettiren ve cana yakın herkes kıyâmet gününde ateşe haram olur. 88

Şefkat, berekettir. Şiddetli ve yoğun çalışmak ise (eğer Allah için olmazsa) (oburluk) ve bereketsizliktir. 89

Teenni Allah'tandır. Acele ise şeytandandır. 90

Rivâyet ediliyor ki, bir kişi Hazret-i Peygamber'e gelerek 'muhakkak ki Allahü teâlâ bütün insanlar için sende bir hayır ihsan etmiştir. Bu bakımdan ben de senden bir iyilik istiyorum' dedi. Hazret-i Peygamber iki veya üç defa elhamdülillâh dedikten sonra kişiye yönelerek iki veya üç defa 'Sen tavsiye mi istiyorsun?' diye sordu. Kişi 'Evet! Bana tavsiyede bulunmanı istiyorum' dedi. Hazret-i Peygamber de bunun üzerine şöyle buyurdu:

Bir işi yapmak istediğin zaman onun neticesini düşün! Eğer doğruluk ise devam et. Eğer değilse ondan sakın!91

Hazret-i Aişe'den şöyle rivâyet ediliyor: Bir seferde Hazret-i Peygamber ile beraber serkeş bir devenin sırtında bulunuyorduk. Deve beni sağa sola götürüyordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi:

Ey Aişe! Deveye şefkat göster. Çünkü şefkat, herhangi bir işe girdi mi onu süslendirir ve herhangi bir işten şefkat ve merhamet çıktı mı mutlaka onu çirkinleştirir. 92

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hazret-i Ömer'in kulağına, halkın valilerinden şikayet etikleri haberi geldi. Valilerin huzuruna gelmesini emretti. Valiler huzura geldikleri zaman kalkıp Allah'a hamd ve senâ ederek şöyle dedi:

Ey insanlar! Muhakkak biz idarecilerin sizin üzerindeki iki hakkımız vardır. Gıyabımızda nasihat yapmanız ve hayır hususunda yardımcı olmanızdır. Ey çobanlar! (idareci ve valiler!) Muhakkak ki halkın sizin üzerinde hakları vardır. Biliniz ki Allah nezdinde bir imamın (idarecinin) Miminden ve şefkatinden daha sevimli ve daha aziz birşey yoktur ve yine Allah nezdinde bir idarecinin cehaletinden ve ahmaklığından daha çirkin ve daha nefret edilen birşey yoktur.

Vehb b. Münebbih 'Şefkat, hilmin ikiz kardeşidir' demiştir.

İlim Mü'minin dostu, hilim onun veziri, akıl onun delili, amel onun sevkedicisi, şefkat onun pederi, yumuşaklık kardeşi, sabır ise onun ordusunun emîridir. 93

Seleften biri şöyle demiştir: 'Îman ilimle süslenirse ne güzeldir. İlim amelle süslenirse, amel de şefkatle süslenirse ne güzeldir. Hilmin ilme izafe edilmesi gibi hiçbir şey diğer birşeye izafe edilmiş değildir'.

Amr b. el-As, oğlu Abdullah'a şöyle sordu:

-Rıfk nedir?

-Sabırlı olman ve dolayısıyla idarecileri yumuşatmandır.

-Ahmaklık nedir?

- İmamına (idarecine) karşı düşmanlık gütmen, sana zarar vermeye kudretli olana karşı koymandır.

Süfyân es-Sevrî arkadaşlarına şöyle sordu: 'Rıfkın ne olduğunu biliyor musunuz?'

Arkadaşları cevap olarak "Ey Ebû Muhammed! Sen bize ne olduğunu söyle!' dediler. Süfyân şöyle dedi: 'Herşeyi gerekli yerlerine koymandır. (Mesela) şiddeti yerinde, yumuşaklığı da yerinde, kılıcı yerinde, sopayı da yerinde kullanmandır'. Bu söz, katılığı yumuşaklıkla, şiddeti şefkatle karıştırmanın gerekliliğine işarettir.

Nitekim şöyle denilmiştir:

Kılıç yerine cömertliği koymak, büyüklüğe zarar verir. Cömertlik yerine kılıcı koymanın zarar verdiği gibi. .

Bu bakımdan şiddet ile yumuşaklık arasındaki normal ahlâk övülmüştür. Nitekim diğer huylarda da durum böyledir. Fakat tabiatlar şiddet ve hiddete daha meyilli olduklarından dolayı onları şefkat tarafına teşvik etmek gerekir ve bunun içindir ki ilâhî nizam, şiddet tarafını değil de şefkat ve merhamet tarafını övmüştür; her ne kadar şiddet de yerinde kullanıldığında yerinde kullanılan şefkat gibi güzel ise de. . . Farz olan şiddetin yerine getirilmesi söz konusu olduğunda ise, hak ile birbirine uygun düştüğünden bal ile kaymaktan daha lezzetli olur.

Rivâyet ediliyor ki Amr b. As, Muaviye'ye yazarak, teenni ile hareket ettiğinden ötürü Muvaviye'yi kınadı. Bunun üzerine Muaviye kendisine teenni hakkında şu mektubu yazdı:

Hamd, salât ve selâmdan sonra; hayırda anlayışlılık, istikametin fazlalığıdır. Doğru bir kimse o kimsedir ki aceleci davranmaz. Mahrum o kimsedir ki teenniden mahrumdur. Teenniyle hareket eden bir kimse musibdir veya musib olmaya yaklaşmıştır. Muhakkak ki aceleci yanlış yapar veya yanlış yapmaya yaklaşmıştır. Şefkatin kendisine fayda vermediği kimseye, şiddet zarar verir. Deneme ve tecrübelerin fayda vermediği bir kimse yüksek makamlara yükselemez.

Ebû Avn el-Ensarî şöyle demiştir: 'Halk ağır bir söz söylediği zaman, eğer ona yumuşak bir söz eklerse muhakkak o yumuşak söz, ağır sözün kefareti olur'.

Ebû Haraza el-Kûfî şöyle demiştir: 'Hizmetçilerden ancak zarurî olanları edinin; zira her insanla beraber bir şeytan vardır'.

Bil ki insanlar şiddetle sana hiçbir şey vermezler. Mutlaka şiddetle verdiklerinden daha üstününü yumuşaklıkla verirler,

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'müslüman bir kimse çok duraklar, teenni ile hareket eder, o geceleyin odun toplayan kimse gibi değildir'.

İşte bu sözler ilim ehlinin şefkati övmeleridir. Onların şefkati övmeleri, güzel olduğundan, her zaman fayda verdiğinden ötürüdür. Şiddete bazen ihtiyaç doğar. Fakat bu pek nadirdir. Kâmil o kimsedir ki şefkat yerlerini şiddet yerlerinden ayırır ve her işe hakkını verir. Eğer basireti az ise veya herhangi bir hâdisenin hükmü kendisine şüpheli görünürse mutlaka şefkate meyletsin; zira çok zaman kurtuluş şefkatledir.

81) İmâm-ı Ahmed, Ukaylî

82) İmâm-ı Ahmed, Beyhâkî

83) Taberânî

84) Müslim

85) İmâm-ı Ahmed

86) Müslim

87) Müslim

88) Tirmizî

89) Taberânî, Beyhâkî

90) Ebû Yâ'lâ

91) İbn-i Mübârek

92) Müslim

93) Ebû Şeyh Hased'in Zemmi, Hakikati, Sebepleri, Tedavisi, İzalesinde Gerekli Olan Davranış Şekilleri

25-5

Hased'in Zemmi

Hased kin'in neticelerindendir. Kin de öfkenin neticelerindendir. Bu bakımdan hased, öfkenin yavrusunun yavrusudur. Öfke ise onun esasının esasıdır. Hased'in sayılmayacak kadar çok ve kötü dalları vardır. Hasedin kötülüğü hakkında birçok hadîs vârid olmuştur:

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ateşin odunu yediği gibi hased de hasenatı yer!94

Hasedden, sebeplerinden ve semerelerinden nehyederek, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

94) İbn Mâce

Sakın birbirinize hased etmeyiniz! Küsüşmeyiniz, birbirinizden nefret etmeyiniz. Birbirinize sırt çevirmeyiniz. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olunuz!95

Hazret-i Enes şöyle anlatır: "Biz birgün Hazret-i Peygamber'in yanında oturuyorduk, şöyle buyurdular:

Şimdi, şu yoldan, cennet ehlinden bir kişi çıkıp yanımıza gelecektir.

Biraz sonra ensâr-ı kîram'dan bir kişi çıkageldi. Sakalından abdest suyu dökülüyordu. Ayakkabılarını sol eline almıştı, bize selâm verdi. Ertesi gün, yine Hazret-i Peygamber aynı şeyi söyledi. Yine aynı kişi oradan çıkıp geldi. Üçüncü gün gelip yine aynı şeyi söyleyince, yine aynı kişi çıkıp geldi. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kalkıp giderken Abdullah b. Amr el-As o kişiyi arkasından takip etti ve dedi ki: 'Ben babamla bir hususta mücadele ettim. Üç gün babamın evine gitmemek için yemin ettim. Eğer bu üç gün bitinceye kadar beni misafir edersen sana misafir olurum'. Adam 'Evet! Seni misafir ederim!' dedi.

Abdullah bu kişinin geceleyin kalkıp namaz kıldığını görmedi. Ancak yattığında her kıpırdadığında Allahü teâlâ'yı anıyordu. Sabah namazına kalkıncaya kadar yatıyordu. Abdullah der ki: 'Üç gün geçtikten sonra nerdeyse onun amelini az görerek ona dedim ki: 'Ey Allah'ın kulu! Benimle babam arasında herhangi bir öfke ve küsüşme yok. Fakat ben Hazret-i Peygamberi şöyle söylerken dinledim. Bu bakımdan senin amelini görmek için bunu yaptım. Oysa senin fazla ibadet ettiğini görmedim. Acaba seni bu mertebeye getiren nedir?'

Adam 'Senin gördüğünden başka bir amelim yok!' dedi. Abdullah "Ben ayrılırken adam beni çağırdı ve 'Senin gördüğünden başka birşey yok! Ancak ben nefsimde herhangi bir müslümana karşı, Allah'ın kendisine verdiğinden dolayı hile ve hased taşımamaktayım' dedi".

Abdullah der ki: "Ben ona İşte seni bu mertebeye getiren ve bizim de gücümüzün yetmediği haslet o!' dedim".

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Üç şey vardır. Onlardan hiç kimse kurtulamaz: 1. Zan, 2. Bir şeyi uğursuz saymak, 3. Hased. İşte ben size bunlardan kurtuluş yolunu haber vereceğim. (Bir kimse hakkında) zanda bulunduğun zaman zannını tahkik safhasına koyma! Herhangi bir şeyi uğursuz saydığın zaman (bunun tam aksine) onu yap! Hased ettiğin zaman zulmetme!

Hadîsin bir başka rivâyetinde lâfız şöyledir:

Üç şey vardır, onlardan hiç kimse kurtulmaz ve onlardan kurtulan da pek azdır. . .

İşte bu son rivâyette kurtuluş imkânını ispatlamış oldu. . .

Fakirlik nerdeyse küfre yaklaştı. Hased ise kadere galebe çalmaya yaklaştı. 97

Sizden önceki ümmetlerin hastalığı size de sirayet etmiştir. (O da hased ve buğzetmektir) . Buğzetmek, sıyırıcıdır. Ben 'o tüyleri sıyırıyor' demiyorum. Aksine 'dini sıyırıyor' diyorum. Muhammed'in (aleyhisselâm) nefsini kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, siz îman etmedikçe cennete giremezsiniz ve birbirinizi sevmedikçe de îman etmiş olamazsınız. Sevgiyi aranıza yerleştiren hasletten size haber vereyim mi? Aranızda selâmlaşmayı yayınız!96

Benim ümmetime de diğer ümmetlerin hastalığı isabet edecektir. Ashâb-ı kiram 'O ümmetlerin hastalığı nedir?' diye sordu, Hazret-i Peygamber 'Kibir, zulüm, malıyla veya soyuyla böbürlenmek, dünya hakkında münafese ve mücadele etmek, uzaklaşmak, birbirlerine hased etmek, öyle ki sonu zulüm, sonra karmakarışık olur'. 98

Sakın müslüman kardeşinin musibetine sevinme yoksa Allah ona afiyet, sana da belâ verir. "

Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) rabbinin münâcaatı için acele ettiği zaman, arşın gölgesinde bir kişi gördü. Onun o makamına gıpta etti ve 'Bu adam rabbinin nezdinde pek kerîmdir' dedi. Rabbinden o kişinin ismini kendisine haber vermesini diledi. Allahü teâlâ onun ismini Musa'ya haber vermedi ve 'Onun amelinden üç hasleti sana söyleyeceğim' dedi:

1. Allahü teâlâ'nın fazl ve kereminden insanlara vermiş olduğundan dolayı onlara hased etmiyordu.

2. Annesine ve babasına karşı gelmiyordu.

3. Dedikodu yapmıyordu.

Zekeriyya (aleyhisselâm) şöyle demiştir: "Allahü teâlâ 'Hased edici bir kimse benim nimetimin düşmanı, kaza ve kaderime küsmüş, kullarımın arasında yapmış olduğum taksimata razı olmamış bir kimsedir' buyurmuştur".

Ümmetim için en fazla korktuğum şey onların elinde malın çoğalması, dolayısıyla birbirlerini kıskanmaları ve savaşa tutuşmalarıdır. 100

İhtiyaçların yerine getirilmesi hususunda gizlilikten yardım talep ediniz. Çünkü her nimetin sahibine hased edilir. 101

Allahü teâlâ'nın nimetlerinin düşmanı vardır.

Denildi ki: 'Onlar kimlerdir?' Hazret-i Peygamber 'Onlar o kimselerdir ki Allah'ın fazl-ı kereminden vermiş olduklarına hased edip insanları kıskanırlar' buyurdu. 102

Altı sınıf vardır. Hesaptan bir sene önce cehenneme girerler. Denildi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar kimlerdir'. Hazret-i Peygamber şöyle cevap verdi: 'Emirler zulümden, bedevî araplar cahiliye âdetinden, ağalar gururdan, tüccarlar hainlikten, köylü ve çiftçi ise cehaletten, âlimler de hasedden. '103

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Seleften biri şöyle demiştir: 'Yeryüzünde ilk vukû bulan hata haseddir. İblis'in Hazret-i Âdem'e mertebesinden dolayı hased etmesi ve ona tâzim secdesinde bulunmamasıdır. Bu bakımdan İblis'i isyana hased zorlamıştır'.

Hikâye ediliyor ki, Avn b. Abdullah104 Fadl b. Muhalleb'in huzuruna girdi. Fadl o zaman Vâsıt şehrinin valisi idi. Avn dedi ki:

-Sana bir nasihat vermek istiyorum!

-Nedir o?

-Kibirden kaçın! Çünkü kibir, Allah'a karşı işlenen ilk günahtır.

Bunu söyledikten sonra şu âyeti okudu:

Meleklere 'Âdem'e secde edin' demiştik de bütün melekler secde etmişlerdi. Ancak İblis secde etmekten yüz çevirip kibirlendi ve kâfirlerden oldu. (Bakara/34)

-Harislikten de kaçın! Çünkü harislik, Âdem'i (aleyhisselâm) cennetten çıkardı. Allahü teâlâ Âdem'i, eni gökler ve yer kadar olan bir cennete bırakmıştı. Yasakladığı bir ağaç hariç, o cennetin meyvelerinden istediği şekilde yiyebilirdi. Fakat o ağaçtan yedi ve Allah

Teâlâ kendisini cennetten çıkardı.

Sonra şu âyeti okudu:

'Hepiniz oradan inin' dedik. Yalnız benden size bir hidayet (peygamber ve kitab) geldiği zaman, kimler benim hidayetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.

-Hasedden sakın! Çünkü Âdem'in oğlu (Kabil) , kardeşine (Hâbil'e) hased ettiği zaman onu öldürdü.

Sonra şu âyeti okudu:

Onlara Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek (bir kıssa olarak) oku! Hani herbiri birer kurban sunmuşlardı, birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan (Kabil) , diğerine (Habil'e) 'Seni öldüreceğim!' demişti. O da 'Allah, ancak takvâ sahiblerinin kurbanını kabul eder!' dedi. (Mâide/27)

Hazret-i Peygamberin ashâbından bahsedildiği zaman onlar hakkında menfi fikir beyan etmekten sakın. Kaderden bahsedildiği zaman sükût et105 Yıldızlardan bahsedildiği zaman sus!

Abdullah b. Ebû Bekir şöyle anlatıyor: Adamın birisi bir padişaha gider. Padişahın karşısında durur ve şöyle der: İyilik yapana iyiliğinden dolayı iyilik yap! Çünkü kötülük yapanın kötülüğü ona yeter'. Kişinin bu makamından dolayı başka biri ona hased etti ve onu padişaha ihbar ederek dedi ki: 'Padişahım! Senin karşına dikilen ve söylediklerini söyleyen o kişi var ya! O 'Padişahın ağzı kokuyor' diyor.

-Senin bu sözlerine nasıl inanayım?

-Onu huzuruna çağır. Sana yaklaştığı zaman ağzındaki kötü kokuyu koklamamak için eliyle burnunu kapadığını göreceksin.

-Sen git biz bu durumu tedkik edelim.

İhbarcı padişahın yanından çıktı ve o adamı evine davet etti. Ona sarımsaklı bir yemek yedirdi. O kişi ihbarcının evinden çıkarken âdeti üzere padişahın karşısına dikildi. İyilik yapana, iyiliğinden dolayı iyi davran, çünkü kötülük yapana kötülüğü yeter de artar!' dedi. Bunun üzerine padişah ona 'Bana yaklaş!' dedi. Padişaha yaklaştı. Padişah kendisinden sarımsak kokusunu hissetmesin diye eliyle ağzını kapattı. Bunun üzerine padişah ihbarcıyı kasdederek içinden 'Ben filan adamı doğru söylemiş olarak görüyorum' dedi. O padişah, kendi el yazısıyla ancak büyük bir hediyeyi veya bir caizeyi yazardı. Bu adama kendi el yazısıyla memurlarından birisine bir mektup yazdı: 'Bu mektubu taşıyan kimse sana geldiği zaman onu öldür, derisini yüz ve içini saman doldur ve bana gönder!' Adam mektubu padişahın elinden aldı, dışarı çıktı. Karşısına kendisini ihbar eden kişi çıktı. İhbarcı 'Bu elindeki mektup nedir?' diye sordu. Adam 'Padişahın el yazısıdır. Bana büyük bir hediye verilmesini emrediyor!' dedi. İhbarcı 'Bana hibe eder misin?' dedi. Adam 'Senin olsun!' dedi. İhbarcı mektubu alarak doğruca idareciye gitti. İdareci mektubu okurken, getirene şöyle dedi:

-Senin mektubunda seni öldürüp derini yüzmem emrediliyor!

-Bu mektub benim değildir. Benim için Allah'tan kork! Padişaha müracaat etmeden beni öldürme!

-Padişahın mektubu için müracaat olmaz.

Sonra adamı öldürüp, derisini yüzdü, saman doldurdu ve padişaha gönderdi. Sonra öbür adam, âdeti üzerine padişahın huzuruna geldi ve yine eskiden söylediklerini söylemeye başladı. Padişah hayretler içerisinde kaldı ve şöyle sordu:

-Sen mektubu ne yaptın?

-Filan adam bana rastladı. Mektubu kendisine hibe etmemi talep etti. Ben de mektubu kendisine verdim.

-O adam bana dedi ki: 'Sen padişahın ağzından pis koku geliyor' diyormuşsun.

-Hayır! Ben böyle birşey demedim.

-O halde o gün huzuruma gelirken ağzını neden elinle kapattın?

-O adam (ihbarcı) , bana sarımsaklı bir yemek yedirdi. Sarımsağı sana koklatmayı hoş görmediğimden öyle davrandım!

-Doğru söyledin. Kendi yerine geç! Kötüye kötülük kâfi geldi.

İbn Sîrin der ki: 'Dünya nimetinden hiçbir şey için başkasına hased etmedim. Çünkü o kimse eğer cennet ehlindense cennete nazaran pek hakir olan dünya için ben ona nasıl hased edebilirim? Eğer cehennem ehlinden ise, ben dünya için ona nasıl hased edeyim? Oysa o ateşe doğru gidiyor'.

Bir kişi Hasan-ı Basrî'ye şöyle dedi: 'müslüman bir kimse hased eder mi?' Hasan-ı Basrî

cevap olarak şöyle dedi: 'Yakub'un oğullarını sana unutturan nedir? Evet müslüman hased eder. Fakat hasedinin üzüntüsü göğsünde kalır. Çünkü hasedin gereğini elinle ve dilinle yapmadıkça onun zararı sana dokunmaz'.

Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Bir kul fazlasıyla ölümü hatırlarsa, onun sevinmesi ve hasedi pek az olur'.

Muaviye şöyle demiştir: 'Her insanı razı edebilirim. Ancak nimetten dolayı hased eden bir kimse müstesna! Çünkü onu ancak o nimetin ortadan kalkması razı eder'. Bunun için denilmiştir ki:

Bütün düşmanlıkların öldürülüp kalpten atılmaları mümkündür!

Ancak hasedden dolayı düşmanlık yapanın düşmanlığı müstesna!

Hükemadan biri şöyle demiştir: 'Hased iyileşmez bir yaradır. Hasedçinin hasedi atılmaz'.

Bir bedevî şöyle dedi: 'Ben hiçbir zâlim görmedim ki hasedçiden daha fazla mazluma benzesin! Çünkü hasedçi senin nimetini kendisi için bir hikmet ve azap olarak görmektedir'.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Ey Âdem oğlu! Neden kardeşine hased ediyorsun? Eğer ona nimeti veren, ondaki bir şereften dolayı o nimeti kendisine vermişse, sen Allah'ın ikram ettiği bir kimseye nasıl hased edebilirsin? Eğer böyle değilse sonu ateş olan bir kimseye neden hased ediyorsun?'

Biri şöyle demiştir: 'Hasedçi kendisiyle beraber oturduğu bir kimsenin ancak kötü ve zelil telâkki edilmesine sebep olur. Meleğin de ancak lanet ve buğzuna kavuşur. Halktan da üzüntü ve gamdan başka birşey elde etmez. Ölüm anında da ancak şiddet ve korku elde eder. Mahşerde de rezillikten ve azaptan başka birşey kazanmaz'.

94) İbn Mâce

95) Müslim, Buhârî

96) Tirmizî

97) Ebû Müslim, Beyhâkî

98) İbn Eb'id-Dünya

99) Tirmizî

100) İbn Eb'id-Dünya

101) İbn Eb'id-Dünya, Taberânî

102) Taberânî

103) Deylemî

104) Hüzeyl kabilesinden olan bu zat Mekkeli ve güvenilir bir zattı. H.

120'den önce vefat etmiştir. Yezid b. Muâviye'nin zamanında Emeviler'e baş kaldırdığından dolayı bütün aile fertleriyle öldürülmüştür. Allah rahmet eylesin!

105) Çünkü kader Allah'ın sırlarından bir sırdır, ona dalmak uygun değildir. (İthâfu's-Saâde, VI/55)

Hased'in Hakîkati, Hükmü, Kısımları ve Mertebeleri

Hased ancak nimete karşı yapılır. Bu bakımdan Allahü teâlâ, kardeşine bir nimet ile ikramda bulunursa, o nimet hakkında iki durumda olabilirsin:

Birincisi: O nimeti hoş görmemen ve onun yok olmasını istemendir. Bu durumun ismi haseddir. Bu bakımdan hasedin tarifi nimeti hoş görmemek ve kendisine nimet verilenden o nimetin yok olup gitmesini istemek demektir.

İkincisi: Nimetin yok olmasını sevmez, onun varlığını ve devamlılığını kerih görmez, fakat onun benzerini kendisi için de ister. Bu durumun adı gıbta'dır. Bazen de buna münafese denir. Bazen de münafeseye hased, hasede münafese denilir. İki lâfzın herbiri diğerinin yerinde kullanılır. Mânâlar anlaşıldıktan sonra isimlerin kullanılmasında herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Mü'min gıbta, münafık ise hased eder.

Birincisi, her durumda haramdır. Ancak bir fâcir veya kâfirin sahip olduğu ve fitne çıkarıp müslümanların arasını bozan, halka eziyet etmekte kullanılan bir malın veya rütbenin onunla bu adamın elinden alınmasını temenni etmek bir zarar vermez. Çünkü sen nimetin nimet olması hasebiyle yok olmasını istemiyor, fesada alet edildiği için yok olmasını istiyorsun. Eğer onun fesadından emin olsaydın onun nimeti seni üzmezdi. Hasedin haram olduğuna bizim naklettiğimiz haberler delâlet etmektedir. Bu tür hased Allahü teâlâ'nın bir kısım kullarını diğer bir kısmından üstün kılan kaza ve kaderine küsmektir. Bu ise ne özür ne de ruhsat kabul eder. Acaba bir müslümanın rahat etmesinden kıskançlık duyulmasından daha büyük bir günah mı olur? Oysa ondan sana hiçbir zarar da sözkonusu değildir. Kur'ân, buna şöyle işaret etmektedir:

Size bir iyilik dokunsa (bu) onları tasalandırır, size bir kötülük dokunsa ona sevinirler. (Al-i İmrân/120)

İşte ayetteki sevinmek, şamata diye tabir edilen durumdur. Hased ile şamata biri diğerinden ayrılmayan eş mânâlardır.

Kitab ehlinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıklarından ötürü sizi imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler. (Bakara/109)

Görüldüğü gibi Allahü teâlâ onların, îman nimetinin müslümanlardan yok olmasını istemelerinin hased olduğunu haber veriyor.

Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki onlarla bir olasınız. (Nisa/89)

Allahü teâlâ, Hazret-i Yûsuf'un kadeşlerinin hasedini zikretmiş ve onların kalplerindekini şu şekilde tabir etmiştir:

(Kardeşleri) demişlerdi ki: 'Yûsuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir topluluğuz. Babamız açık bir yanlışlık içindedir!' İçlerinden bir sözcü 'Yûsuf'u öldürün, yahut onu uzak bir yere atın ki babanızın sevgisi yalnız size kalsın ve ondan sonra (tevbe edip) sâlih bir topluluk olursunuz!' (Yûsuf/8-9)

Yûsuf un kardeşleri, babalarının Yûsuf'u sevmesini hoş görmedikleri ve bu sevgi onlara nahoş geldiği ve bu sevginin Yûsuf'a gösterilmemesini istediklerinden dolayı Yûsuf'u babalarından uzaklaştırdılar.

Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa bile (onları nefislerine tercih ederler) . . (Haşr/9)

Yani göğüsleri, kardeşlerine verilenden dolayı daralmaz ve ondan dolayı üzülmezler. Allahü teâlâ ensâr-ı kiramı hasedleri olmamakla övmektedir.

Yoksa Allah'ın fazlından insanlara verdiği nimetlere hased mi ediyorlar? Gerçekten biz İbrahim hanedanına kitap ve hikmet verdik. Hem de onlara büyük bir mülk ve saltanat ihsan ettik. (Nisâ/54)

İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onlarla beraber ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere hak ile kitabı indirdi. Hüküm etmek için o peygamberlerle kitab gönderdi. Oysa kendilerine kitap verilenler, kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki bağy'den (zulüm ve kıskançlıktan) ötürü o (Kitab hakkı) nda anlaşmazlığa düştü (ler) . (Bakara/213)

Ayette geçen ve zulümle tefsir ettiğimiz bağyen kelimesi hased mânâsına yorumlanmıştır.

Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. (Şûrâ/14)

Allahü teâlâ, ilmi, onları bir araya getirsin, Allah'ın ibadet ve taatinde onları birleştirsin diye ihsan ederek ilimde birleşmelerini emretmiştir. Fakat onlar birbirlerine hased ettiler, ihtilâfa düştüler. Çünkü onların herbiri reis olmak ve sözünün kabul edilmesi sevdasında idi! Bu bakımdan birbirlerinin sözünü reddettiler.

İbn-i Abbâs şöyle demiştir: 'Hazret-i Muhammed (sallâllahü aleyhi ve sellem) peygamber olmadan önce yahûdîler bir kavimle savaştıkları zaman, Allahü teâlâ'ya şöyle dua ederlerdi: 'Yarab! Göndereceğini bize va'dettiğin peygamberin hürmetine, indireceğin kitabın hürmetine bize yardım et'. Allahü teâlâ da onlara yardım ederdi. Ne zaman Hazret-i İsmail'in evladından Hazret-i Muhammed peygamber olarak gönderildi, onu tanımalarına rağmen inkâr ettiler.

Vakta ki onlara Allahü teâlâ tarafından yanlarında bulunanı tasdik edici bir Kitab geldi, daha önce Arap müşriklerine karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti kâfirler üzerinedir. Allah'ın, kullarından dilediği kimseye lütfuyla (vahiy) indirmesini çekemeyerek Allah'ın indirdiği Kur'ân'ı inkâr etmek için kendilerini ne alçak şeye sattılar da gazap üstüne gazaba uğradılar. (Bakara /89-90)

Ayette geçen bağy kelimesi hased mânâsınadır. Hazret-i Safiye şöyle anlatır: 'Bir gün babam, amcama 'Sen bu zat (Hazret-i Muhammed) hakkında ne dersin?' diye sordu. Amcam 'Bence Musa'nın müjdelediği peygamber budur!' Babam 'O halde ne yapmalıyız?' dedi. Amcam 'Hayatta oldukça ona düşmanlık edelim!' diye cevap verdi.

İşte haramlık hususunda hased'in hükmü budur. Münafese ise haram değildir. Aksine münafese ya vâcib veya mendup veya mübahdır. Bazen münafese terimi yerine hased tabiri kullanılır. Hased'in yerine de münafese tabiri kullanılır

Kusem b. Abbas106 der ki: 'Kardeşim Fadl ile Hazret-i Peygamber'e gidip zekât toplama memuru olmak için ricada bulunmayı düşündük. Hazret-i Ali 'gitmeyiniz! O sizi zekât toplamaya memur etmez!' dediği zaman onlar Hazret-i Ali'ye şöyle dediler: 'Senin bu sözün bize karşı ancak bir münafese'den ibarettir. Allah'a yemin ederiz ki Hazret-i Peygamber kızını sana verdiği zaman, biz bunun için sana karşı münafese etmedik'.

Münâfese lûgatta nefaset (imrenmek) kökünden gelir. Münâfese'nin helâl olduğuna delâlet eden âyet şudur:

Ki sonu misktir. İşte yarışanlar, bunun için yarışsınlar. (Mutaffifin/26)

Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yerin genişliği gibi olan bir cennet için yarışın ki o, Allah'a ve peygamberlerine îman edenler için hazırlanmıştır. O, Allah'ın ihsanıdır. Onu dilediği kimselere verir. Allah çok büyük ihsan sahibidir. (Hadîd/21)

Müsabaka ve yarışma elden çıkma korkusu olduğu zaman yapılır. Bu, mevlâlarının hizmetine koşuşan iki köle gibidir; zira bu kölelerin herbiri, arkadaşı kendisinden önce mevlâsının hizmetine yetişip, mevlâsının nezdinde kendisine nasip olmayan bir mertebeyi elde eder diye korkar. Bu nasıl böyle olmasın? Zira Hazret-i Peygamber açıkça belirterek şöyle buyurmaktadır:

Hased ancak iki haslette vardır:

1. Allah bir kişiye mal vermiş ve onu o malı hak yola sarfetmeye muvaffak kılmıştır.

2. Bir kişi ki Allah kendisine ilim vermiş, o da kendisine verilen ilimle amel eder ve o ilmi halka öğretir. 107

Sonra Hazret-i Peygamber, bu hadîs-i şerifini Ebû Kebşe el-Enmarî'nin108 rivâyet ettiği hadiste (tefsir ederek) şöyle buyurmaktadır:

Şu ümmetin misâli, dört kişinin misâline benzer:

1. Bir kişidir ki, Allah ona mal ve ilim vermiştir, o da ilminin gereğiyle malından tasarruf eder.

2. Bir kişi ki Allah ona ilim vermiş, mal vermemiştir. O da şöyle der: 'Yarab! Eğer filan adamın malı kadar benim malım olsaydı, ben onun yaptığı kadar malımdan tasarruf eder, senin yolunda harcardım'. Bu iki kişi ecirde eşittirler.

İkinci kişinin bu temennisi, yani başkasının malı kadar malının olmasını ve onunla o mal sahibi gibi infak etme temennisi, diğer kişinin nimetinin zâil olmasını istemek değildir.

Ve devamla şöyle buyurmuştur:

3. Bir kişi ki Allah ona mal vermiş, ilim vermemiştir. O da kendisine verilen o malı Allah'ın günah saydığı yerlerde sarfeder.

4. Bir kişi ki Allah kendisine ne ilim, ne de mal vermiştir. O da der ki: 'Eğer filan adamın malı kadar benim malım olsaydı ben de onun gibi günah yerlere sarfederdim!' İşte bu iki sınıf günahta eşittirler!109

Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , (dördüncü kişiyi) mâsiyet için temennide bulunduğundan dolayı kötülemiştir. Yoksa başkasına verilen nimet kadar kendisine de nimet verilmesini istemesinden dolayı kötülemiş değildir.

Bu bakımdan başkasına bir nimetten ötürü imrenip onun nimeti gibi nimet isteyene herhangi bir zarar sözkonusu değildir. Şu şartla ki, başkasının nimetinin yok olmasını istemeyip o nimetin devamlılığından rahatsız olup kıskanmıyorsa. . . Evet! Eğer o nimet îman, namaz ve zekât gibi dinî ve farz olan nimet ise, burada münafese etmek de farzdır. Kişi imanlı, namazlı ve zekâtlı bir kimse gibi olmayı istemelidir. Çünkü böyle olmayı istemediği takdirde günaha razı olmuş olur. Bu ise haramın ta kendisidir. Malları şerefli yerlerde, sadakalarda sarfetmek gibi eğer nimet faziletlerdense burada münafese menduptur. Eğer nimet mübah bir şekilde kendisinden istifade edilen nimetlerden ise, burada münafese mübahtır. Bütün bunlar kişinin nimet sahibiyle eşit olmayı isteyeceği yerlerdir. Nimette ona yetişmeyi temenni etmeye ve nimetten rahatsız olmamak şartıyla bu nimetin altında iki şey vardır:

1. Kendisine nimet verilenin rahatlığı

2. Başkasının bu hususta eksikliği ve kendisinden geri kalması

Kişi bu iki şeyden birini kerih görür, O da nimet sahibinin geri kalması ve onunla eşit olmayı sevmesidir. Bu bakımdan nefsinin başkasından geri kalmasını hoş görmemekte ve mübahlar hususunda nefsinin eksik kalmasını kerih görmekte bir sakınca yoktur. Bu hareket faziletleri eksiltir. Zühd, tevekkül ve rızaya ters düşer. İnsan oğlunu yüce makamlardan mahrum eder. Fakat günahı gerektirmez. Burada ince ve çözümlenmesi zor bir nokta vardır. Şöyle ki: Kişi öyle bir nimete varmaktan ümitsiz olduğu zaman -oysa bu hususta geri ve eksik kalmayı kerih görür- şüphe yok ki bu takdirde kişi eksikliğin ortadan kalkmasını ister. Eksiğin ortadan kalkması ise ya nimet sahibi gibi bir nimete konmasıyla veya o nimetin sahibinden alınmasıyla mümkündür. O halde bu iki yoldan biri kapandı mı kalp ikinci yolu istemekten ayrılmaz. Hatta nimet sahibinin nimeti yok olduğu zaman, nimetin devamından göğüse daha şifâ verici ve serinletici olur; zira nimetin zevaliyle geri kalması ve başkasının önde olması ortadan kalkar. Bu ise kalbin onulmaz bir durumudur. Eğer böyle bir durumda iş kendisine havale edilir, ihtiyarına bırakılırsa, mutlaka nimet sahibinin nimetini ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Bu takdirde şer'an ve dînen ayıplanan bir hasedci olur. Eğer takvâ onu nimet sahibinin nimetini ortadan kaldırmaktan alıkoyarsa, o da nimet sahibinin nimetinin ortadan kalkmasıyla meydana gelen rahatlıktan vazgeçebiliyorsa, aklı ve diniyle nefsinin bu hareketini hoş görmemesi gerekir. Hazret-i Peygamber'in, şu hadîs-i şerîfiyle böyle bir kimse kastedilmiş olabilir:

Üç haslet vardır ki hiçbir insan o hasletlerden ayrılamaz. Birisi hased, ikincisi zan, üçüncüsü tefe'üldür.

Mü'min için bunlardan çıkış yolu vardır: Birisine hased ettiğin zaman zulme kaçma!110

Yani kalbinde hasedden birşey hissettiğin zaman onun gereğini yapma!

İnsan oğlu nimet hususunda kardeşine yetişmek iradesinde olup bu hedefine varmaktan da aciz ise, bütün bunlara rağmen yarıştığı kimsenin nimetinin ortadan kalkmasına meyletmekten sakınması pek uzak bir ihtimaldir; zira nimet sahibinin nimeti devam ettikçe, şüphesiz onun ağırlığını hisseder. Bu derecedeki bir münafese haram olan hasedle boğuşmaktadır. Bu bakımdan bu

Hased ve Münafese'nin (İmrenmenin) Sebepleri

Münâfese'nin (İmrenmenin) Sebebi

Münâfese'nin sebebi, hakkında münâfese yapılan şeyin sevgisidir. Eğer o şey dinî birşey ise, onun sebebi Allah'ın ve Ona ibadetin sevgisidir. Eğer dünyevî birşey ise, onun sebebi, dünyanın mübah şeylerini sevmek ve onlarla nimetlenmektir. Bizim şu anda düşüncemiz kötü olan hased ve onun gerçekten çok olan giriş noktaları hakkındadır. Bütün bunlar yedi kısımdır.

Birincisi adavet (düşmanlık) , ikincisi taazzuz, üçüncüsü kibir, dördüncüsü ucub, beşincisi sevilen hedeflerin elden gitmesinden korkmak, altıncısı riyaset sevdası, yedincisi nefsin habaseti ve cimriliği'dir. Çünkü kişinin başkasının nimetini hoş görmemesi onun kendisinin düşmanı olmasından kaynaklanır. Bu ise, sadece akran ve emsallere mahsus bir durum değildir. Hatta bazen hasis bir kimse padişaha da hased eder. Yani padişahın nimetinin yok olmasını ister. Çünkü hasis, ya padişah kendisine kötülük yaptığından dolayı veya bir sevdiğini üzdüğünden dolayı padişaha buğzeder veya hased eden bir kimse, hased ettiği kimsenin malıyla kendisine karşı kibir ve gurur tasladığını bildiği için hased eder.

Hased eden ise, onun kibrine tahammül etmemekte, nefsinin izzetli oluşundan dolayı onun gururuna dayanamamaktadır. İşte taazzuzdan gaye budur veya hased edenin tabiatında hased edilene karşı kibir vardır. Fakat hased edilenin nimeti ve serveti olduğundan dolayı bir türlü ona güç yetirip ona karşı kibirlenememektedir. İşte kendisini kibre zorlamaktan gayesi budur. Veya nimet ve mertebesinin büyüklüğüdür. İşte o nimetin benzerini emsalinin elde etmesinden hayrete düşer. Hayretten maksad da budur veya o nimetten dolayı maksatlarına ulaşamamaktan korkmasıdır. Şöyle ki, hased edilen adam o nimetten dolayı hased edenle hedeflerinde boy ölçüşür veya hased edilen adamın elinde bulunan ve o hususta o adamla eşit olmayan nimetin üzerine bina edilen riyaseti sevmez veya bu sebeplerden birisiyle değil de sadece nefsinin habaseti ve Allah'ın kullarına verdiği nimeti çok görmesinden olur. Bütün bu sebepleri açıklamak gerekir.

1. Düşmanlık ve Buğz

Bu sebep, hasedin en şiddetli sebeplerindendir; zira herhangi bir sebepten dolayı kendisine eziyet eden herhangi bir yönden ve hedeften kendisine muhalefette bulunan bir kimseden İnsan oğlunun kalbi nefret eder ve ona kızar. Nefsinde ona karşı kin besler, kin ise içinin rahat etmesini ve intikam almayı ister. Buğzeden kimse kendi nefsiyle içini rahat ettirmekten aciz kaldı mı, bu sefer zamanın o adamdan intikam alması ile içini rahat ettirmeyi ister ve çoğu zaman da bu şekilde hâdiseleri Allah nezdindeki büyük derecesine yorarak tefsir eder! Bu bakımdan düşmanına bir belâ isabet etti mi sevinir ve zanneder ki kendisi o düşmana buğzettiğinden dolayı Allah o belâyı vermek suretiyle kendisini mükafatlandırmıştır ve kendisinin hatırı için vermiştir! Ne zaman düşmanına bir nimet isabet ederse kızar. Çünkü bu onun muradının aksidir ve çoğu zaman da kalbine Allah nezdinde hiçbir dereceye sahip olmadığı zannı gelir! Çünkü kendisine eziyet veren düşmanından Allah intikam almamış aksine nimet vermiştir. Kısaca hased, buğz ve düşmanlığı gerektirir ve onlardan ayrılmaz. Takvânın gayesi, zulmetmemektir ve böyle bir şeyi nefsinde görmeyi çirkin saymaktır. İnsan oğlu başka bir insana buğzetsin, sonra o insanın nezdinde kendisini sevmesi ile sevmemesi eşit olsun, yani buğzunun icabına göre hareket etmesin, bu mümkün değildir. Bu durum yani düşmanlıktan dolayı hased öyle bir durumdur ki Allah kâfirleri onunla vasıflandırmıştır. Çünkü şöyle buyurmuştur:

(Siz) kitabın tamamına inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman 'inandık' derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında, size karşı öfkeden parmak uçlarını ısırırlar. Deki: 'Öfkenizden ölün! Şüphesiz Allah göğüslerin özünü bilir'. Size bir iyilik dokunsa (bu) onları tasalandırır; size bir kötülük dokunsa ona sevinirler. Eğer sabreder, Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır. (Âli İmrân/119-120)

Onlar size fenalık yapmakta, fesat çıkarmakta kusur etmezler ve sıkıntıya girmenizi arzu ederler. Onların size olan kin ve düşmanlıkları taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür. (Al-i İmrân/118)

Buğzetmekten dolayı meydana gelen hased, bazen işi mücadeleye hatta savaşa kadar götürür. Hayatını, hilelerle ve ihbarcılıkla perdeyi yırtmaya ve benzer hareketlerle hased edilen adamın nimetini ortadan kaldırmaya sarfedip heder eder durur.

2. Taazzuz

Taazzuz demek, başkasının kendisinden maddeten ve mânen yüksek olmasına tahammül etmemek ve bunu dayanılmaz görmektir. Bu bakımdan akran ve emsallerinden birisine büyük bir mevki, ilim veya servet verildiğinde onun bu mertebesinden dolayı kendisine karşı böbürlenmesinden korkarak, buna da tahammül edemeyeceğini tahmin ederek ve nefsinin o arkadaşının ahmakça bir hareketini kaldıramayacağından endişe ederek hased etmektir. Gayesi gurur ve kibir taslamak değildir. Aksine kibirlenmek suretiyle karşısındakinin kibrini bertaraf etmektir. Çünkü kendisi onun eşitliğine razı olmuştur, fakat onun büyüklük taslamasına razı değildir ve tahammül etmez.

3. Kibir

Kibir demek, kişinin tabiatında hased ettiği insana karşı böbürlenmenin bulunması demektir. Onu küçümsemesi, hizmetlerine koşturması, ondan elpençe divan durmayı beklemesi, onu gaye ve hedeflerinin arkasında sürüklemeyi istemesi demektir. Bu bakımdan kendisine hased edilen adam herhangi bir nimete konduğu zaman hasedçi, kendisinin nimetten gelen gururunu hazmedemeyeceğinden, tebaiyetinden yüz çevireceğinden veya kendisiyle eşit olmaya doğru adımlar atacağından ve nefsini kendisinden daha yüksek göreceğinden korkar. Bu bakımdan daha önce altta olduğu halde bu sefer üste çıkması sözkonusu olur! Kâfirlerin çoğunun Hazret-i Peygamber'e karşı hasedleri, tekebbür ve taazzuzdan ileri geliyordu; zira onlar dediler ki: 'Yetim bir genç bizi nasıl geçer, biz ona nasıl başeğeriz!' İşte bu hakikati ilân eden âyet!

Yine şöyle dediler: 'Şu Kur'ân iki kentten (Mekke ve Tâif ten) büyük bir adama (mal ve mevkii büyük bir kimseye) indirilmeli değil miydi?' (Zuhruf/31)

Yani 'Böyle bir kimseye Kur'ân indirilseydi ona baş eğmek bize ağır gelmezdi. Malca büyük olan o kimseye biz tâbi olurduk!'

Böylece biz onların bir kısmını diğer bir kısmıyla imtihan ettik ki 'Allah aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?' desinler! (En'âm/53)

Onların bu sözleri, fakir müslümanları tahrik etmek ve onlara karşı böbürlenmek içindir.

4. Taaccüb

Nitekim Allahü teâlâ, gelmiş ve geçmiş ümmetlerden haber vererek onların şöyle dediğini bize nakletmektedir:

Sizler ancak bizim gibi beşersiniz! (Yâsîn/15)

Bizim gibi olan iki beşere mi îman edelim? (Mü'minûn/47)

Eğer siz sizin gibi bir beşere itaât ederseniz o zaman siz, mutlaka zarar edenlersiniz demektir. (Mü'minûn/34)

Kâfirler peygamberlerin Risalet mertebesinden, vahy almalarından ve Allah'a yakın olmalarından hayrete düştüler. Çünkü peygamberler de onlar gibi beşer idiler. Bu bakımdan peygamberlere hased ettiler. Peygamberliğin onlardan alınmasını istediler. Kendileri gibi beşer olan ve yaradılışta benzerleri olan kimselerin kendilerinden üstün olmasından sıkıldılar. Onların böyle yapması tekebbür kasdından veya riyaset talebinden veya eski bir düşmanlıktan veya diğer sebeplerin birisinden ileri gelmiyordu. Onlar hayret ederek şöyle dediler:

Allah bir beşeri mi rasûl olarak gönderdi?! (İsrâ/94)

Üzerimize melekler indirilse ya! (Furkan/21)

Korunup da merhamet edilmeniz için, aranızdan sizi uyaracak bir adam aracılığı ile bir zikir gelmesine şaştınız mı? (A'raf/63)

5. Maksatların Elden Kaçmasından Korkmak

Bu tür hased, bir tek maksadın etrafında birbirini kıskananlar arasında meydana gelir ve bunların herbiri maksadını elde etmekte yardımcı olacak her nimet hususunda arkadaşına hased eder. Kumaların kadınlık maksatlarından ötürü birinin diğerine hased etmesi bu türdendir. Anne ve babanın kalbindeki şefkate erişmek için kardeşler arasındaki hased de bu tür hasedtir. Bu hasedi mal ve şeref maksadlarına varmak için güderler. Aynı hocanın talebeleri arasında hocalarının kalbindeki şefkate nail olmak için yapılan hased de bu türdendir. Padişahın yakınları ve hizmetçileri de onun gözüne girmek için bu tür bir kıskanma içerisindedirler. Gayeleri gözde olup mal ve mertebeye ulaşmaktır. Belli fakîhlerin takdirini kazanmak için sürtüşen ve biri diğerine hased eden âlimlerin kıskanması da böyledir; zira birtakım gaye ve hedeflere varmak için onların herbiri insanların kalbinde taht kurmak isterler.

6. Riyaset Sevgisi

Bu sebep; riyaset sevgisi ve herhangi bir maksada ulaşmak için değil de sadece (kuru bir hevesle) kendi nefsine rütbe ve nüfuz istemesidir. Bu, herhangi bir sanatta emsali olmasın diye çırpınan bir kişi gibidir. Bu kişiye halkın methetme sevgisi galebe çaldığı ve 'filan adam ihtisas sahasında asrının biricik adamıdır' diye övgüler yağması kişiyi bu bâdireye sürükler! Çünkü bu kişi kâinatın en ücra köşesinde bile bir benzerinin olduğunu işittiği zaman rahatsız olur ve onun ölümünü ister veya kendisine eşit olmasına vesile olan nimetinin ortadan kalkmasını ister. Mesela kahramanlık, ilim, ibadet, sanat, güzellik, servet veya özelliği olan herhangi bir hususta kendisine ortak ve eşit olan bir kimsenin bu nimetinin elinden gitmesini ister ve bu hususta tek başına kalmak kendisini sevindirir. Bu hasedin sebebi, daha önce vâki olan bir düşmanlık, taazzuz ve tekebbür değildir. Sadece tek başına 'filan sahada önder ve reistir' denmesinden duyduğu övünçten ve başka gayesinin yok olma korkusu da değildir. Bu mânâ reislik haricinde bulunan birtakım maksadlarına varmak için halkın kalbinde taht kurmak isteğinden ibaret olan birtakım âlimlerin arasında cereyan eden mânânın ötesinde bir mânâdır. Yahûdî âlimleri, Hazret-i Peygamberi (sallâllahü aleyhi ve sellem) tanıdıklarını inkâr ediyorlar ve ona îman etmiyorlardı. Çünkü ilimleri Hazret-i Peygamberin gelmesi sebebiyle ortadan kalktığı zaman, baş olmaları ve reislikleri iptal olunmuş ve ortadan kalkmıştı!

7. Nefsin Habâseti

Yedinci sebep, nefsin habâseti ve Allah'ın kullarına isabet eden hayırdan ötürü onları kıskanmasıdır; zira riyaset ve gururla meşgul olmayan, mal istemeyen bir kimseyi görürsün ki onun yanında Allah'ın kullarından birinin iyi durumlarından bahsedildiği ve Allah'ın kullarına nimet olarak verdiklerinden bahsedildiği zaman kendisine ağır gelir! Kendisine insanların işlerinin bozukluğundan ve karışık durumlarından, amaçlarının suya düştüğünden, hayatlarının bulanık geçtiğinden bahsettiğin zaman sevinir! Bu kimse hiçbir zaman başkasının rahatlığını hoş görmez. Daima başkasının perişanlığı hoşuna gider. Allah'ın nimetlerini kullarına çok görür. Cimrilik yapar. Sanki o kullar o nimetleri onun mülkünden ve hazinelerinden almışlar gibi davranır. İki türlü bahil (cimri) vardır. Biri, öz malıyla halka karşı cimrilik yapar. Diğeri, başkasının malıyla halka karşı cimrilik yapar. İşte bu insan da Allah'ın nimetleriyle başkasına karşı cimrilik yapar. Kendisiyle aralarında herhangi bir bağ ve düşmanlık olmayan kullara Allah'ın vermiş olduğu nimetleri çok görür! Bunun zâhirî bir sebebi yoktur. Ancak nefiste bulunan bir habaset ve tabiatta bulunan bir rezaletten başka! Bu insanın yaratılışı böyle bir habâset üzerinedir, bunu tedavi etmek gayet güçtür. Çünkü diğer sebeplerle meydana gelen hasedin sebepleri ârızî olduğu için onun sökülmesi ve tedavisi düşünülebilir ve insan tedavisine ümit bağlar. Hasedin şu son kısmı ise, insanın yaradılışında bulunan bir çirkinliktir. Herhangi bir ârızî sebepten doğmamıştır. Bu bakımdan onun sökülmesi güçtür; zira mucize kabilinden olmazsa normal yollardan sökülüp atılması imkânsızdır.

İşte bunlar hasedin sebepleridir. Bazen bu sebeplerin bir kısmı veya tümü veya çoğu bir şahısta toplanır, dolayısıyla o şahısta hased oldukça kabarık olur. Öyle bir duruma gelir ki kişi onu düzeltmek ve karşısındaki insana zâhirde olsun idare-i kelâm etmek kuvvetine bile sahip olamaz. Aksine idare-i kelâm etmek perdelerini yırtar, açıkça belirtmek suretiyle düşmanlığı su yüzüne çıkar. Hased edenlerin çoğunda bu sebeplerin bir veya birkaçı bulunur. Herhangi bir sebebin bunlardan ayrılması pek enderdir

Emsal Akran, Kardeş, Amca Çocukları ve Akrabalar Arasındaki Hased Çokluğunun Sebebi ve Başkaları Arasındaki Hasedin Azlı

Hased, daha önce belirttiğimiz sebepler bir kavmin arasında çoğaldığı takdirde çoğalır. Bu sebeplerden bir kısmı bir kavmin arasında belirgin bir şekilde kuvvet bulursa, hased de onların arasında kabarır, kuvvetlenir; zira bir şahsa birkaç sebepten ötürü hased edilmesi mümkündür. Mesela başkasının kibir ve gururlanması ağırına gider ve başkalarına karşı kibir gösterir veya düşmanlığından ötürü kibir gösterir. Bunlar gibi daha nice sebepler vardır.

Bu sebeplerden biri, diğerine çeşitli bağlarla bağlı bulunan kimseler arasında çoğalır. O bağlar ki onlardan dolayı sohbet meclislerinde bir araya gelirler. Yine o bağlardan dolayı hedeflerde birleşirler. Bu bakımdan onlardan bir kimse herhangi bir gayede arkadaşına muhalefet ederse, arkadaşının tabiatı ondan nefret eder ve böylece arkadaşının kalbinde kin yerleşir, kin yerleşince de arkadaşı kendisini tahkir eder ve kendisine karşı böbürlenir.

Gayesinde kendisine muhalefet etmesinin bir karşılığı olarak bunu yapar ve kendisini gayelerine ulaştıracak nimete, başkasının sahip olmasından hoşlanmaz. İşte bu sebeplerden bir yığını arka arkaya gelir. Çünkü uzak iki memlekette bulunan iki şahsın arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Bu bakımdan böyle olan iki şahsın arasında kıskanma ve hased de sözkonusu olamaz. İki ayrı mahallede oturanlar için de böyledir.

Evet! Bir meskende veya bir çarşıda veya bir medresede veya bir mescidde komşu olan, gayeleri çarpışan, maksat ve hedefleri aynı olan insanlar arasında gayelerden dolayı zıddiyet, nefret ve hasedleşme belirir ve kabarır. Bundan da hasedin diğer sebepleri doğup meydana gelir. İşte bunun için âlim âbide değil de âlime hased eder. Âbid âlime değil de başka bir âbide hased eder. Tüccar tüccara hased eder. Öyle ki ayakkabı tamircisi kumaş satıcısına değil de başka bir ayakkabı tamircisine hased eder. Ancak, sanat birliği değil de başka bir sebepten dolayı ayakkabı tamircisi kumaş satıcısına buğzediyorsa, o zaman başka! Kişi öz kardeşine ve amcasının oğluna, yabancı kimselere hased ettiğinden daha fazla hased eder. Kadın, kumasına ve kocasının cariyesine kayın validesine ve kocasının başka hanımından olan kızına hased ettiğinden daha fazla hased eder. Çünkü bezzazın hedefi, ayakkabı tamircisinin hedefinden başkadır. Bu bakımdan onlar maksad ve hedeflerde sürtüşmemektedirler; zira bezzazın gayesi servettir. Bunu da ancak fazla bezzaziye getirmek suretiyle elde eder. O halde bu bezzazla başka bezzazın gayeleri çarpışır; zira bezzazın müşterisi, ayakkabı tamircisi tarafından davet edilmez. Aksine başka bir bezzaz onu davet edebilir. Sonra manifaturacının bitişiğindeki manifaturacı ile yarışması, kendisinden uzak olup çarşının öbür tarafında olan bir manifaturacı ile yarışmasından daha fazladır. Bu bakımdan hiç kuşkusuz komşusuna karşı hissettiği hased daha fazladır. Kahraman bir kimse de başka bir kahramana hased eder, âlime hased etmez. Çünkü onun gayesi kahramanlıkla yâdedilmesi ve şöhret bulmasıdır. Bu haslette tek başına kalmasıdır. Âlim bir kişi bu hedefte onunla yarışmaz. Böylece âlim âlime hased eder, kahramana hased etmez. Sonra vâizin vâize hased etmesi, vâizin fakihe ve doktora hased etmesinden daha fazladır. Çünkü iki vâiz arasındaki mücadele, fakih ve doktor ile müşterek olduğu hedeften daha özel bir hedef içindir. Bu bakımdan bu hasedlerin kökü düşmanlıktır. Düşmanlığın kökü de bir hedef üzerinde çarpışmaktır. O tek hedef de uzak olan kimseleri değil de bir diğeriyle münasebeti ve ilgisi olan kimseleri kapsar. Öyle ise bu sırra binaen hased, münasebetleri olan iki kişi arasında daha çok vâki olur. Evet! Post kapmak hususunda amansız bir hırsa sahip olan ve bütün kâinatın en ücra köşelerine kadar nam ve şöhretinin yayılmasını isteyen bir kimse, uzak da olsa bu hususta kendisiyle boy ölçüşen herkesi kıskanır ve hased eder! Bütün bunların menşei dünya sevgisidir. Çünkü toslaşanlar için daralan saha ancak dünyadır. Âhiret ise, orada darlık sözkonusu değildir. Âhiretin misali, ilim nimetinin misâli gibidir. Şüphe yoktur ki Allah'ın sıfatlarının, meleklerinin, peygamberlerinin, gökler ve yer melekûtunun marifetini seven ve isteyen bir kimseden hiç kimse bu isteği bilinse bile nefret etmez. Çünkü marifet, âriflerin çokluğuyla daralmaz. Hatta bir tek malûmu bir milyon âlim bilir ve onu bilmesinden dolayı sevinir ve zevk duyar. Hiçbirinin lezzeti diğerinin lezzetinden dolayı eksilmez. Aksine âriflerin çokluğu sebebiyle yakınlık daha da artar. İstifade ve ifade etmenin semeresi ve meyvesi daha da çoğalır. İşte bu sırra binaendir ki din âlimleri arasında kin ve hased yoktur. Çünkü maksadları Allah'ın mârifetidir. Bu ise engin bir denizdir. Hiç kimsenin dalmasıyla daralmaz. Din âlimlerinin gayeleri Allah nezdinde büyük bir makama sahip olmaktır. Allah katında ise darlık diye birşey yoktur. Çünkü Allah katındaki nimetlerin en güzeli onunla mülâki olmaktır. Bu lezzette ise hiçbir mümanaat ve toslaşma sözkonusu olmaz. Doya doya seyredenlerin bir kısmı diğer bir kısmına yeri daraltmaz. Aksine onların çokluğuyla yakınlık daha da artar. Evet! Âlimler ilimleriyle mal ve dünya rütbesi istedikleri zaman, biri diğerine hased eder. Çünkü mal, görünen cisimlerdir. Birisinin eline girdi mi başkasının eli ondan boş kalır. Makam ve mertebenin amacı, kalpleri elde etmektir. Ne zaman bir şahsın kalbi bir âlimin yüceltilmesiyle dolarsa, o kalp âhireti yüceltmekten yüz çevirir veyahut bu hususta eksilir. İşte böylece bu durum hasedleşmeye ve toslaşmaya sebep olur. Bir kalp Allah'ın mârifetinin sevgisiyle dolduğu zaman bu sevgi başkasının da kalbinin dolmasına mâni değildir ve başkasının sevinmesine engel de teşkil etmez.

İlim ile mal arasındaki fark şudur: Mal, Zeyd'in elinden çıkmadıkça, Amr'ın eline giremez. İlim ise âlimin kalbinde istikrar bulmuştur. Başkasının kalbine de o âlimin öğretmesiyle yerleşir. O âlimin kalbinden göç etmeksizin başkasına da nasib olur. Mal, cisimler ve ayinlerdir. Bunların ise sonu vardır. Bu bakımdan eğer insan yeryüzündeki bütün serveti elde ederse, başkasının elde edeceği bir servet kalmaz. İlmin ise sonu yoktur ve tamamının bir insan tarafından elde edilmesi de düşünülemez. Bu bakımdan Allah'ın celâl ve büyüklüğü hakkında, yerin ve göklerin büyüklüğü hakkında düşünmeyi kendi nefsine âdet edinen bir kimsenin katında bu düşünce her nimetten daha tatlı gelir ve bu kimse bundan menedilemez ve bu hususta bununla çekişen hiç kimse de bulunmaz. Bu bakımdan bu kimsenin kalbinde hiç kimseye hasedi olmaz! Çünkü bu kimseden başkası da onun mârifeti gibi mârifet sahibi olursa, lezzetinden zerre dahi eksiltmez. Aksine o ikinci kimsenin ünsiyetinden dolayı lezzeti gittikçe artar. Bu bakımdan bu kimselerin lezzeti daimî bir şekilde melekût âleminin acaibliklerini mütalâa etmekten gelir ve cennetin ağaçlarına ve bahçelerine zâhir gözüyle bakan bir kimsenin lezzetinden daha büyük olur. Çünkü ârif bir kimsenin nimeti ve cenneti, onun zâtının sıfatı olan mârifetidir. O mârifetin gitmeyeceğinden emindir! Arif kişi daima o mârifetin meyvelerini koparıp yemektedir!. .

Bu bakımdan ârif kişi ruhuyla, kalbiyle, ilminin meyveleriyle gıdalanmaktadır ve bu meyve herhangi bir elle kesilip ambalajlanmış, başkasının bedavadan yemesinden menedilmiş bir meyve değildir. Aksine bu meyveler, isteyenlere yaklaşmış meyvelerdir. Ârif kişi eğer zâhirî gözünü kapatırsa, onun ruhu daima yüce cennetlerde pırıl pırıl parlayan bağ ve bahçelerde yayılır. Eğer âriflerin çok olduğu farzedilirse, bunların biri diğerine hased ediciler olmazlar. Aksine Allahü teâlâ'nın haklarında şöyle buyurduğu kimseler gibi olurlar:

Biz o cennettekilerin kalplerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. (Hicr/47)

İşte onların, daha dünyada iken halleri böyledir. Acaba perde kalktığı zaman âhiret âleminde mahbub görüldüğü zaman onlar nasıl olurlar. Bu bakımdan cennette hasedin varlığı düşünülemez. Cennet ehlinin dünyada da hased etmeleri sözkonusu değildir. Çünkü cennette ne darlık, ne de çekişme vardır. O cennet ancak Allah'ın mârifetiyle elde edilir. O mârifet ki dünyada bile onda çekememezlik sözkonusu değildir. Cennet ehli zarurî olarak, gerek dünyada gerek âhirette hasedden beridir.

Genişliğinden uzaklaşmış, siccîn'in darlığına yaklaşmış kimselerin sıfatlarındandır ve bunun için de Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytan bu vasıfla vasıflandırılmıştır. Onun sıfatlarından biri, Hazret-i Âdem'e ihsan edilen özellikten dolayı Hazret-i Âdem'e hased etmesidir. İblis secdeye davet edildiği zaman gururlanarak secde etmekten çekinmiş ve isyan ederek temerrüd etmiştir. Anlaşılmıştır ki hased, ancak hepsine yetmeyecek bir hedefe üşüşmekten ileri gelir. Bunun için halkın, göğün ziynet ve süsüne bakmakta birbirlerine hased etmediklerini, ancak yeryüzünün küçücük bir parçası olan dağ ve bahçelerden dolayı hased ettiklerini görürsün. Oysa bütün arzın semaya nisbeten hacim bakımından hiçbir kıymet ifade etmediği âşikârdır. Sema, genişliğinden dolayı insanların bakışları için yeterlidir. Sema için insanlar arasında çekişmek ve hasedleşmek asla sözkonusu olamaz. Eğer basiretli isen ve nefsin için şefkatli isen öyle bir nimeti aramalısın ki o nimetten dolayı hiç kimse ile çekişme ve o nimetin hiçbir zaman yok olması sözkonusu olmasın. Bu nimet dünyada ancak Allah'ın mârifetinde, sıfat ve fiillerinin marifetinde, gökler ve yerin melekûtunun acaibliklerinde bulunabilir. Âhirette de bu mertebeye ancak bu mârifet ile varılabilir. Eğer sen Allah'ın mârifetine müştak değilsen, onun lezzetini duymazsan, bu husustaki görüşün gevşemiş, bu husustaki isteğin dumura uğramışsa, o vakit sen mâzur sayılırsın; zira cinsî ilişkiden mahrum olan bir kimse, asla cimanın lezzetine iştiyak göstermez. Çocuk da taht ve tacın lezzetine ihtiyaç duymaz. Çünkü bunlar öyle lezzetlerdir ki çocuklar ve erkek olmayanlar değil de ancak erkekler o lezzetleri idrak edebilirler. Mârifetin lezzeti de böyledir. Onun idrâki, ancak erkeklerin şânındandır.

Kendilerini ne ticaretin, ne de bir alışverişin Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymadığı kimseler. . . (Nûr/37)

Bu lezzete onlardan başkası iştiyak göstermez. Çünkü iştiyak ancak tatmaktan sonra olur. Tatmayan bilmez, bilmeyen müştak olmaz. Müştak olmayan aramaz. Aramayan idrâk etmez. İdrâk etmeyen de esfel-i sâfilînde mahrumlarla beraber olur.

Kim Rahmân'ın zikrini görmemezlikten gelirse, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu ona arkadaştır! (Zuhruf/36)

Hasedi Kalpten Söküp Atmanın Çaresi

Hased, kalplerin en büyük hastalıklarındandır. Kalplerin hastalıkları ancak ilim ve amelle tedavi edilir. Hased hastalığı için faydalı ilim ancak şudur: Hasedin senin için, âhirette ve dünyada zararlı olduğunu, öteki adama ise ne âhirette ve ne de dünyada zararlı olmadığını bilmendir. Hatta kendisine hased edilen adam; hem âhirette hem de dünyasında kendisine karşı güdülen hasedden fayda görür. Sen bunu basiretinle bilip gördüğün zaman nefsinin düşmanı, düşmanının dostu değilsen, kesinlikle hasedden vazgeçmen gerekir.

Hasedin Dindeki Zararı

Sen hasedin yüzünden Allah'ın kaza ve kaderine küsmüş olur, kulları arasında taksim ettiği nimetini hor görür, gizli hikmetiyle mülkünde ikame ettiği adaletini çirkin sayar, kerih görürsün. Bu ise Tevhîdin özüne karşı işlenilen bir cinayet, îmanın gözünde bir çapaktır. Din hususunda cinayet olması sana yeter de artar bile! Sen bununla Mü'minlerden bir kişiye hile yapmayı, ona nasihat etme vazifesini terketmeyi, Allah'ın veli ve peygamber kullarının, diğer kullar için hayır istemeleri hususunda onlardan ayrılmış olursun. İblis ve diğer kâfirlerin Mü'minlere belâlar verilmesine ve Mü'minlere verilen nimetlerin kalkmasına sevinmeleri hususunda onlara uymuş olursun. Bütün bunlar kalpte bulunan habaset ve çirkinliklerdir. Ateşin odunu yediği gibi bunlar da kalbin hasenelerini yer. Gecenin gündüzü silip ortadan kaldırdığı gibi, haseneleri silip ortadan kaldırırlar.

Hasedin Dünyadaki Zararı

Sen dünyada, hasedinden dolayı elem duyar veya durmadan üzüntü içerisinde kendi kendine sıkıntı yüklemiş olursun; zira Allahü teâlâ onlara vermiş olduğu nimetten onları uzaklaştırmaz. Sen ise onlara verilen nimeti gördükçe durmadan sıkıntı çeker, onlardan uzaklaşan her belâdan dolayı elem duyar, mahrum, üzüntülü, kalbin dağınık, göğsün dar bir vaziyette yaşarsın. Düşmanlarının senin için istedikleri belâ dolayısıyla senin başına gelmiş olur. Oysa sen düşmanlarına böyle bir belâ istiyordun. Sen düşmanına meşakkat istiyordun, oysa buna karşılık olarak sana meşakkat ve üzüntü verilmiştir. Bununla beraber senin hasedin den ötürü, hased edilen kimsenin nimeti yok olmaz. Eğer sen ölümden sonra dirilmeye ve hesap vermeye inanmıyorsan, hiç olmazsa akıllılığın gereği olarak -eğer aklın varsa- hasedden sakınmalısın. Çünkü hasedde kalbin elemi ve hoşnutsuzluğu vardır ve bununla beraber hiçbir fayda da yoktur. Nasıl olur? Oysa sen hased hususunda âhirette başına gelecek şiddetli azabı bilen bir kimsesin! Akıllı bir kimse elde edeceği hiçbir fayda olmadığı halde, üstelik yüklendiği bir zararla beraber, çektiği meşakkate rağmen, nasıl kendisini Allah'ın gazabına maruz bırakır da dinini ve dünyasını faydasız bir şekilde yok eder.

Din ve dünyası hususunda kendisine hased edilen zatın hiçbir zararı olmadığı keyfiyetine gelince, bu güneşten daha bâriz bir hakikattir. Çünkü ona verilen nimet senin hasedinden ötürü ondan alınmaz ki! Aksine Allahü teâlâ'nın takdir ettiği ikbal ve nimet, muhakkak yine takdir ettiği zamana kadar devam edecektir. Onu kaldırmaya hiçbir güç yetmez. Herşey Allah katında bir ölçüye göredir ve her müddetin bir hududu vardır. Bu sırra binaen peygamberlerden bir zat (Salât ve selâm onların üzerine olsun) halka musallat olan zâlim bir kadından şikayet etti. Allahü teâlâ, o peygambere 'onun günleri sona erinceye kadar onun önünden kaçmamasını' vahyetti.

Ezelde bizim takdir ettiğimizin değişmesine imkân yoktur. Bu bakımdan kaza ve kaderde onun ikbal ve izzetinin devamlılığı için takdir edilen müddete kadar sabret!

Madem nimet hasedle ortadan kalkmaz, o halde kendisine hased edilen kişinin dünyada hiçbir zararı yoktur. Âhirette de suçu olmadığından dolayı günahkâr olamaz. Sen şöyle diyebilirsin: 'Keşke nimet, benim hasedimden dolayı, hased ettiğim kimseden alınsaydı!'

Senin böyle demen, cehaletin son derekesidir. Çünkü bu bir belâdır ki önce sen kendi nefsine istiyorsun; zira sen de hasedinden dolayı düşmandan kurtulamazsın. Eğer hasedden dolayı nimet ortadan kalksaydı, o vakit Allahü teâlâ sana da hiçbir nimet bırakmazdı ve hiçbir mahlukuna da îman nimeti dahil, hiçbir nimeti bırakmaması icabederdi. Çünkü kâfirler imanlarından dolayı Mü'minlere hased ederler.

Kitab ehlinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra nefislerindeki hasedlerinden ötürü sizi imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler! (Bakara/109)

Zira hasudun istediği olmaz. Evet! Hasûd bir kimse kendi iradesiyle başkasına dalâleti istediğinden dolayı dalâlete gider; zira küfrü istemek küfürdür. Bu bakımdan nimetin hasedden dolayı hased edilenden alınmasını isteyen bir kimse, sanki kâfirlerin hasediyle îman nimetinin kalkmasını ve diğer nimetlerin de kalkmasını istiyor gibidir! Eğer kendi hasedinle halktan nimetin zâil olmasını istemiyorsan bu cehaletin katmerlisidir; zira hasedçi ahmaklar Allah'ın kendisine bu özelliği vermesini ister. Oysa sen başkasından bu özelliği almak hususunda evlâ ve gözde değilsin. Bu bakımdan hasedle sana verilen nimeti senden almamak nimetine karşı Allah'a şükretmek sana farzdır. Sen ise cehaletinle onu hor görmektesin.

Kendisine hased edilen şahsın, hasedçinin hasedinden hem dünya hem de âhirette fayda göreceği hususuna gelince bu husus da açıktır. Din hususunda fayda görmesi, ona hased ettiğin için mazlum olmasıdır. Hele hased seni onun aleyhinde atıp tutmaya, bilfiil onun gıybetinde bulunmaya, ona zarar vermeye sürüklerse, onun perdesini yırtmaya, onun kötülüklerini anmaya sevkederse, bütün bunlar ona takdim ettiğin hediyelerdir. Bu sözden benim gayem, sen bunlarla kendi sevaplarını ona hediye etmiş olursun ve kıyâmet gününde onun karşısında mahrum bir durumda kalırsın. Tıpkı dünyada nimetten mahrum olduğun gibi.

Evet! Allah'ın senin üzerinde bir nimeti vardır. Çünkü Allahü teâlâ seni hasene ve sevapları elde etmeye muvaffak kılmış, sen ise o hasenelerini kıskandığın kimseye nakletmiş bulunuyorsun. Ona verilen nimete ikinci bir nimeti ekledin, kendi nefsinin şekavetine ikinci bir şekavet kattın. Kendisine hased edilen kişinin hasedden dolayı dünyada fayda görmesine gelince, bu durum da şöyledir: Halkın gayelerinin en mühimi; düşmanlarını kötülemek, üzmek, şekavete sürüklemektir. Onların üzülmelerini görmektir. Oysa kendisi hasedden doğan elem içinde kıvranır, ondan daha şiddetli bir azap yoktur. Düşmanlarının temennilerinin en son noktası, kendilerinin nimet içinde yüzmeleri, senin ise, onlardan dolayı üzüntü ve hasret içinde kıvranmandır. Oysa sen onların maksadlarını bizzat kendi başına getirmiş bulunuyorsun ve bundan dolayı da düşmanın senin ölümünü istemez. Aksine hayatının uzamasını ister. Ancak bu hayatın hased azâbı içinde devamlı olmasını ister ki sen Allah'ın ona vermiş olduğu nimetlere bakıp kalbin kıskançlık ve hasedden paramparça olsun! Bu sırra binaen şöyle denilmiştir:

Düşmanların ölmemişler, sende gizli bulunan hasedi görünceye kadar diri kalmışlardır.

Sen nimetten dolayı hasede mâruz kalıyorsun. Ancak kâmil o kimsedir ki kendisine hased edilir!

Bu bakımdan düşmanlarının, senin üzüntü ve hasedinden dolayı sevinmeleri, ellerindeki nimetlerden dolayı sevinmelerinden daha büyüktür. Eğer düşmanın senin hasedin elem ve azâbından kurtulacağını bilirse, onun bu bilgisi kendisi için en büyük musibet ve belâdır. O halde sen içinde kıvrandığın hased üzüntüsüyle ancak düşmanının istediği bir durumdasın. Bunu düşündüğün zaman senin, kendi nefsinin düşmanı ve düşmanının da dostu olduğunu anlamış olursun; zira sen hem dünya ve hem de âhirette sana zarar, düşmanına fayda veren bir yoldasın, Allah'ın nezdinde çirkin bir durumdasın. Gerek hâli hazırda, gerek gelecekte insanlar nezdinde de çirkin durumdasın. Sen istesen de istemesen de hased ettiğin insanın nimeti devam edecektir. Sonra sen düşmanına kâr sağlamakla kalmadın, düşmanlarının en katısı olan İblis'i de sevindirdin. Çünkü İblis seni ilim, takvâ, mertebe ve düşmanına verilen maldan mahrum olarak görüp, senin hased ettiğin adama verilen nimete razı olup sevapta -onu sevdiğinden dolayı- ona ortak olacağını bilir ve korkar. Çünkü müslümanlar için hayrı seven, hayırda onların ortağı olur. Kim, din hususunda büyük olanların mertebesini elden kaçırırsa onları sevmek sevabı daima elindedir. Bu bakımdan İblis, senin, Allah'ın kuluna verdiği din ve dünya nimetinden dolayı sevineceğini ve bu sevinç sebebiyle de muzaffer olacağını düşünerek korkar. Bu sırra binaen onu sana çirkin gösterir ki amelinle onun mertebesine varmadığın gibi, sevgiyle de varamayasın.

Bir bedevî Hazret-i Peygambere şöyle dedi:

-Kişi dindar olan kavmi sever, oysa onların derecesine yetişemez,

-Kişi sevdiğiyle beraberdir. 111

Bir bedevî Hazret-i Peygamber hutbe okurken yanına sokularak şöyle der:

-Kıyâmet ne zaman kopacak?

-Kıyâmet için ne hazırladın?

-Kıyâmet için çok namaz, çok oruç hazırlamış değilim. Ancak ben Allah'ı ve onun Rasûlü'nü seviyorum.

-Sen sevdiğinle berabersin. 112

Enes der ki: 'müslümanlar, müslüman olduktan beri o gün sevindikleri kadar hiçbir zaman sevinmiş değillerdi'. Bu da müslümanların en büyük hedeflerinin Allah'ın ve Hazret-i Peygamber'in sevgisi olduğuna işarettir.

Enes der ki: 'Biz Hazret-i Peygamberi, Ebû Bekir ve Ömer'i sever, fakat onların ameli gibi amel edemeyiz! Ümit ederiz ki onlarla beraber olalım!'

Ebû Musa şöyle demiştir: Ben 'Kişi namaz kılanları sever, fakat kendisi namaz kılmaz. Oruçluları sever. Fakat kendisi oruç tutmaz' diyerek birkaç kişi saydım. Cevap olarak Hazret-i Peygamber şöyle dedi:

O, sevdiğiyle beraberdir. 113 Bir kişi Ömer b. Abdülaziz'e şöyle sorar:

-Deniliyor ki, eğer âlim olmaya gücün yetiyorsa âlim ol! Eğer buna gücün yetmiyorsa öğrenci ol! Eğer buna da gücün yetmiyorsa onları sev! Eğer onları sevmeye gücün yetmiyorsa bari onlara buğzetme!

-Sübhanallah! Allahü teâlâ bizim için çıkar yol kılmıştır!

Şimdi dikkat et! İblis sana nasıl hased etmiştir? Sevginin sevabını senin elinden nasıl çıkarmıştır? Sonra bununla da kanaat etmemiş, müslüman kardeşini sana mebğuz göstermiştir. Seni onu sevmemeye teşvik etmiştir. Sen günâhkar oluncaya kadar yakanı bırakmamıştır. Nasıl öyle olmasın? Umulur ki sen, âlimlerin birisine buğzediyor, onun dinde yanılmasını istiyorsun ki yanıldığı görülsün ve dolayısıyla rezil olsun! İstiyorsun ki konuşamayacak şekilde dili tutulsun. Öğrenemeyecek derecede hastalansın! Artık bundan daha fazla derecede hangi günah olabilir? Keşke sen, ona yetişmek fırsatı elinden kaçtığı ve bundan dolayı üzüldüğün zaman, bari günah ve âhiret azabından sâlim kalmış olsaydın!

Cennet ehli üç sınıftan ibarettir:

1. Muhsin

2. Muhsini seven

3. Muhsini savunan!114

Yani muhsin'den eziyetini uzaklaştıran, ona hased, buğz ve kerahet getirmeyen. . .

Dikkat et! İblis seni bu üç giriş noktasından da uzaklaştırmıştır ki sen asla bu üç gediğin hiçbirisinin ehlinden olmayasın! İşte İblis'in hasedi sana nüfuz etmiş, fakat senin hasedin düşmanından değil, aksine öz nefsinden nüfuz etmektedir. Ey hasedci, hâlin uyanıklık veya uyku hâlinde sana gösterilse, nefsini, okunu düşmanının öldürücü bir yerine isabet etsin diye atan ve isabet ettiremeyen, aksine oku dönüp sağ gözünün bebeğine değip de gözünü çıkaran bir kimsenin suretinde göreceksin. Bu kimse bundan sonra oldukça öfkelenir ve ikinci bir ok atmak ister. Birinci atıştan daha şiddetli bir şekilde atar. Bu sefer o ikinci gözüne gelir ve kendisini iki gözden de mahrum eder. Üçüncü defa ok atar ve geri tepen ok gelip başını deler. Oysa her durumda düşmanı sapasağlamdır. Oku zaman zaman kendisine döner. Düşmanları ise etrafında sevinmekte, gülmekte ve tepinmektedirler. İşte bu hasedçinin hali şeytanın onunla oynamasıdır. Halbuki senin hased hususundaki halin bundan daha çirkindir. Çünkü geri tepen oklar, sadece adamın iki gözünü götürmüştür. Eğer o iki göz yerinde kalsaydı bile mutlaka ölümle yine yok olacaklardı. Oysa hased günah getirir. Günah ise ölümle sona ermez. Günahın İnsan oğlunu Allah'ın gazabına ve ateşe sürüklemesi sözkonusudur. İnsan oğlunun dünyada gözünün kör olması, gözü kalıp da o kalan gözle cehenneme girmesinden daha hayırlıdır. Çünkü cehenneme o gözle girdi mi alevler onu çıkaracaktır. Dikkat et! Allah, hased edenden nasıl intikam alır? Çünkü hased eden, hased edilenin nimetinin alınmasını istedi. Allah ondan o nimeti almadı. Sonra o nimeti hased edenden aldı. Zira günahtan zak kalmak bir nimettir. Gam ve üzüntüden sâlim kalmak da nimettir. Oysa bunların ikisi de hased edenden uzaktırlar.

Yeryüzünde kibirlenmeleri ve kötü tuzak (lar) kurma (larını artırdı) . Kötü tuzak, ancak sahibinin başına geçer. (Fâtır/43)

Hased eden insan çoğu zaman düşmanının istediğinin ta kendisiyle müptelâ olur. Bir müslümanın düşüşü ile sevinen bir kimse çoğu zaman aynı şeyle karşılaşır.

Hazret-i Aişe der ki: 'Ben Hazret-i Osman için neyi temenni etmişsem hepsi benim başıma geldi. Hatta ben onun için ölümü temenni etseydim, mutlaka öldürülürdüm'.

İşte hasedin günahı budur. Acaba sürüklediği ihtilâf, hakkı inkâr etmek, dil ve eli serbest bırakıp düşmandan intikam almak için kötülükler işlemek gibi çirkinlikler nasıl olur? Hased öyle bir hastalıktır ki geçmiş milletler onunla helâk olmuşlardır.

İşte buraya kadar söylediklerimiz ilmî ilâçlardır. İnsan oğlu saf bir zihin ve hazır bir kalp ile bu ilâçları tedkik ederse onun kalbindeki hased ateşi söner. Kendi nefsini hasedle helâk edip düşmanını sevindirmiş olduğunu, rabbini kızdırıp hayatını karmakarışık ettiğini anlar.

Bu husustaki faydalı amele gelince, bu hasede hükmetmektir. Bu bakımdan hasedin istediği her söz ve fiilin zıddını yapmaya nefsini zorlamalıdır. Eğer hased kendisini, hased ettiği kimseyi zemmetmeye zorluyorsa onu övmeye, dilini onu medhetmeye zorlmalıdır. Hased ona karşı gururlu davranmasını isterse, ona karşı nefsine yüklenmelidir, ondan özür dilemelidir. Hased kendisini, ona karşı iyilik yapmamaya zorlarsa, nefsini daha fazla ona iyilik yapmaya zorlamalıdır. Bunu zoraki bir şekilde yaptığı ve kendisine hased edilen adam bunu bildiği zaman o adamın kalbi sevinir. Dolayısıyla o da bunu sevmiş olur, Onun sevgisi görüldüğü zaman hased eden de onu sevmeye başlar. Bundan da aralarında uygunluk doğmuş olur ve onunla da hasedin maddesi ortadan kalkar. Çünkü tevâzu, övgü ve nimete sevindiğini belirtmek, kendisine nimet verilenin kalbini rikkate getirir, şefkat ve merhametini gerektirir, iyilikle buna karşılık vermeye kendisini zorlar. Sonra bu iyilik birincisine dönüşür. Onun da kalbi hoşlanır. Böylece başlangıçta zoraki yaptığı birşey kendisine tabiî ve normal gelmeye başlar. Şeytanın kendisine "Eğer sen, kıskandığın adama karşı tevazu gösterir, kendisini översen, düşmanın bunu senin acizliğine veya münafıklığına veyahut korkaklığına hamleder. Düşmanın bu şekilde telâkkisi senin için zillet olur!' demesi, onu bu şekilde davranmaktan alıkoymamalıdır. Bu vesveseler şeytanın kandırma ve hilelerindendir. Hatta zoraki bir şekilde tatlılık göstermek tarafların saldırganlığını önler. Düşmanlık isteğini azaltır. Kalplere karşılıklı yakınlık ve sevgi girer ve bununla da kalpler, hasedin eleminden, karşılıklı buğzetmenin üzüntüsünden kurtularak rahata kavuşmuş olur. işte bunlar hasedin şifalı ilâçlarıdır. Ancak kalplere pek acı gelir. Fakat fayda acı ilâçtadır. Kim ilâcın acılığına tahammül göstermezse şifanın tatlılığına varamaz. Ancak bu ilâcın acılığı, yani düşmana karşı tevazu göstermek, övmek suretiyle onlara yaklaşmak, daha önce zikrettiğimiz mânâları bilmekle kolaylaşır. Allah'ın kaza ve kaderine rıza göstermek, Allah'ın sevdiğini sevmekle kolaylaşır. Nefsin mağrur olması, isteğinin hilâfına kâinatta bir şeyin olmasını kabul etmeyişi cehalettir. Bu cehaleti takınan bir nefis olmayanı istiyor demektir. Onun isteğinin olacağından herhangi bir ümit yoktur. İstenilenin elde edilmemesi zillettir. Bu zilletten kurtuluş ancak iki şeyle olur: Ya isteğin olması ile veya olacak bir şeyin istenmesiyle!

Birincisi senin elinde değil!. . Zorlama ve çabanın burada hiçbir müdahalesi yoktur. İkincisi ise, onun hakkında mücadele etmenin giriş noktası vardır. Onun riyazetle elde edilmesi mümkündür. Bu bakımdan her akıllı kimsenin bunu elde etmesi gerekir. İşte bu umumi bir devâ ve ilâçtır.

Mufassal ve izahlı devâya gelince; hasedin, kibir, gurur, nefsin izzeti, fayda vermeyen şeylere şiddetli harislik göstermek gibi sebeplerini araştırmaktır. Eğer Allah dilerse bu sebeplerin tedavilerinin izahı özel bahislerinde gelecektir; zira bu hastalığın maddeleri ve mikroplarıdır. Hastalık ancak mikrobun sökülmesiyle sökülür. Eğer sen maddeyi sökemezsen, bizim söylediklerimizle sadece teskin edebilirsin. Fakat zaman zaman geri gelir. Maddelerin kalmasıyla beraber onu teskin etmek için uğraşmak uzayıp gider; zira kişi rütbe âşığı olduğu sürece, kendisinden başka halkın kalbinde mertebe edinenlere hased eder ve onların mertebe edinmesi kendisini üzer. Oysa gayesi nefsinin üzüntüsünü azaltmak, bunu ne diliyle, ne de eliyle belirtmemektir. Bundan tamamen boşalmak ise mümkün değildir. Tevfîk Allah'tandır!

111) Müslim, Buhârî

112) Müslim, Buhârî

113) Müslim, Buhârî

114) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

Hasedin Kalpten Silinmesi Gereken Miktarı

Eziyet, tabii olarak sevilmez. Sana eziyet verenden nefret etmemek, çoğu zaman mümkün değildir. Onun eline bir nimet geçtiği zaman o nimeti kerih görmemek senin imkânın dahilinde değildir. Düşmanının güzel veya perişan halinin nezdinde eşit olması ve nimetini hoş karşılamak senin elinde değildir. Sen nefsinde bu iki durum arasında fark hissedersin. Şeytan da daima seni karşıdaki insana hased etmeye çağırır. Eğer bu durum sende fiil ve sözle hasedi gösterecek raddeye sürükleyecek kadar kuvvet kazanmışsa ve bu da senin ihtiyarî fiillerinden biliniyorsa, sen hem hasedçi ve hem de hasedinden dolayı günahkâr bir kimsesin. Eğer sen tamamen zâhirini kontrol altına alıp ancak içinden nimetin zevâlini istiyorsan ve senin nefsinde de bu durumu kınayıcı ve kerih telâkki edici birşey yoksa, sen yine asi bir hasedçisin. Çünkü hased, fiilin değil kalbin sıfatıdır.

Ve onlardan önce Medine'yi yurt ve îman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeyden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. (Haşr/9)

Sizin de kendileri gibi küfre sapmanızı istediler ki hepiniz eşit olasınız! (Nisa/89)

Eğer sana herhangi bir iyilik isabet ederse onların hoşuna gitmez. (Al-i İmrân/120)

Fiile gelince, o gıybet ve yalan demektir. O, hasedden doğan bir ameldir. Hasedin bizzat kendisi değildir. Hasedin kaynağı kalptir, âzalar değildir. Evet, bu hased bir zulüm değildir ki onun için helâlleşmek farz olsun. O, seninle Allah arasında geçen bir günahtır. Sadece âzâların yaptığı şeyler için helâlleşmek farz olur. Sen zâhirini günahtan menettiğin ve bununla beraber tabii olarak kalbin den hased edilenin nimetinin kalkmasından ibaret olarak kalp sızıntısından iğrendiğin zaman, âdeta tabiatından olan bu kötülükten dolayı nefsine kızarsın. Bu takdirde o kerahet, tabiat cihetinden gelen o kötü meylin karşısına akıl cihetinden dikilen bir siper olur. Evet, böyle yaptığın takdirde üzerindeki farz ve vazifeyi yerine getirmiş olursun. Birçok durumlarda bundan daha fazlası senin imkân ve ihtiyarının dahilinde değildir. Eziyet veren ile iyilik yapanın eşit olması ve onlara verilen nimetten dolayı sevinmenin veya onların başına gelen musibetten dolayı üzülmenin eşit olması hususunda tabiatın değişmesine gelince, bu durum, tabiat dünya lezzetlerine iltifat ettiği müddetçe, tabiatın itaat etmeyeceği bir durumdur. Ancak tabiat Allah sevgisiyle sendeleyen sarhoş gibi sarhoş olursa kalbi kulların hallerinin tefsirine bakmaz. Aksine tümüne aynı gözle bakar. O da şefkat gözüdür. Tümünü Allah'ın kulu olarak görür. Onların fiillerini Allah'ın yarattıkları olarak ve kendilerini de Allah'a müsahhar olarak görür. Bu durum -eğer olursa- çakan şimşek gibi gelir-geçer, devam etmez. Sonra kalp yine tabiatına döner. Düşman da onunla mücadele etmeye gelir; zira şeytan vesvese ile kalple mücadele etmektedir. Ne zaman İnsan oğlu bunu kerih görür, kalbine bu durumu gerekli kılarsa, mükellef olduğu vazifesini edâ etmiş olur.

Bazı ulema, kişinin hasedi âzalarına (ortaya) dökmedikçe günahkâr olmayacağına kail olmuştur. Nitekim Hasan-ı Basrî'ye hased hakkında sorulduğunda, cevap olarak şöyle demiştir: 'Onu dışarıya çıkarmadıkça sana zarar vermez!'

Mevkûf olarak Hasan-ı Basrî'den, aynı zamanda merfû olarak Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet edilir:

Üç haslet vardır. Hiçbir Mü'min onlardan boşalmaz. Fakat Mü'min için onlarda çıkar yol vardır.

Bu bakımdan Mü'minin hasedden çıkış noktası zulmetmemesidir. En- doğrusu, bu Hadîs-i şerîfin bizim söylediğimize hamledilmesidir. Yani tabiatın düşmanın nimetinin zâil olmasını istediği zaman, karşısına din ve akıl cihetinden gelen bir tiksinmenin çıkmasıdır. O tiksinme, İnsan oğlunu zulmetmekten ve eziyet vermekten engeller; zira hasedin aleyhinde vârid olan bütün hadîslerin zâhirî delâlet eder ki hasedçi bir kimse günahkârdır. Sonra hased, fiillerden değil de kalbin sıfatından ibarettir. Bu bakımdan kim bir müslümanın kötülüğünü isterse o hasedçidir. O halde sadece kalbin hasediyle -ortada fiil yokken- kişinin günahkâr olup olmadığı içtihada açıktır. En açık fetva, âyet ve hadîslerin zâhirinden ve mânâ bakımından belirttiğimizdir; zira bir müslüman için kötülük istemesi ve kalbinin bundan tiksinmemesi kul için affedilmesi uzak bir ihtimaldir. Bütün bunlardan anlaşılmıştır ki senin için düşmanların hakkında üç durum vardır:

Birincisi, tabii olarak onların kötülüğünü istemen ve fakat bu duruma sevindiğini de hoş karşılamamandır. Aklınla bunu çirkin görür, kendi kendini kötüler, bu arzuna ulaşmak istemezsin. Hatta bu hastalığın tedavisi için elinden geleni yaparsın. Bunlardan sonra böyle bir eğilim kesinlikle affolunmuştur. Çünkü bundan daha fazlası insanın ihtiyarı dahilinde değildir.

İkincisi, bunu istemen ve düşmanının kötülüğüne karşı sevindiğini açıkça göstermen, dilinle veya âzalarınla bunu belirtmendir. İşte kesinlikle mahzurlu olan hased budur.

Üçüncüsü -ki bu birinci ve ikinci durumlar arasında bir durumdur- kalben hased etmendir. Fakat hasedinden dolayı nefsine buğzetmezsin kalbine karşı senden bir tiksinme belirmez, ancak âzalarını hasedin istediği istikamette, kalbin emrine vermezsin. Bu da ihtilâf yeridir! Açık fetvaya göre bu da günahtan hâli değildir. O sevginin kuvveti ve zayıflığı nisbetinde bir günah sözkonusudur. Allah en doğrusunu bilir!

Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur. Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!