Gaybı bilen, kalplerin gizliliklerine muttali olan, büyük günahlardan vazgeçen, kalpler tarafından işlenen gizli ayıplara âgâh olan, niyetlerin gizliliklerini gören ve İnsan oğlunun içindeki gizli şeyleri müşahede eden Allah'a hamd olsun! O Allah ki, kâmil ve tam mânâsıyla yapılan amelleri, riya ve şirkten uzak olanı kabul eder. Çünkü O, tek başına melekûtun hâkimidir. Bu bakımdan O, her türlü ortaktan münezzehtir. Salât ve selâm, Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), hiyânet ve iftiradan berî olan âlinin ve ashâbının üzerine olsun! Yarab! Onlara bolca selâm et!
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Gerçekten ümmetim için en fazla korktuğum, riya ve gizli şirktir. O şirk öyle bir şeydir ki siyah karıncanın karanlık gecede siyah taşın üzerindeki izinden daha gizlidir. 1
Bu sırra binaendir ki âbid ve muttakîler şöyle dursun, âlimlerin dâhileri bile, bu şirkin tehlikelerine vâkıf olup onu sezmekten aciz kalmışlardır. Bu tehlike, nefsin son tehlikelerinden ve hilelerin gizli kısımlarındandır. Bu riya felaketine, âlimler, âbidler ve âhiret yolu için kollarını sıvayanlar mübtelâ olurlar. Çünkü bunlar, ne zaman nefislerini kahredip, onunla mücâhede ederlerse, onu şehvetlerden kesip, şüphelerden korunurlarsa ve cebren onu ibâdet çeşitlerine zorlarlarsa, nefisleri âzaların yaptığı zâhirî günahlara tamahkârlık etmek hususunda âciz olur. Bundan dolayı da hayır ve hasenatı belirtmek, ilim ve ameli izhar etmek suretiyle istirahata çekilmeyi ister. Böylece mücâhedenin zorluğundan halkın hoşuna giden, tâzim ve hürmet etmelerini sağlayan bir yol bulur. Derhal ibâdet ve taatlerini anlatarak halkı ibâdetine muttali kılar. Hâlık'ın bilmesiyle kanaat etmez. Yalnız Allah'ın hamdine kanaat etmeyip insanların övmesiyle sevinir.
İnsanlar, şehvetleri terkettiğini, şüphelerden korunduğunu, ibâdetlerin zorluklarına katlandığını bildikleri takdirde kendisini överler. Mübalağalı bir şekilde takrizde bulunurlar. Ona tâzim ve ihtiram gösterirler. Onu görüp, konuşup duasını almak isterler. Görüşüne tâbi olmak hususunda harîs olurlar. Hizmet etmek ve selâm vermekle ona yaklaşmak isterler. Mahfellerde son derece ikramda bulunurlar. Alışveriş ve muamelelerde müsamaha ederler. Meclislerde öne geçirirler, yemek ve elbiselerde kendi nefislerine tercih ederler. Tevazu göstererek kendisine hürmet ederler. Hedeflerine hürmet ettikleri halde kendisine itaat ederler.
Bu bakımdan nefis, bu hususta her lezzetten daha büyük bir lezzete sahip olur. Böylelikle şehvetlerin hepsinden daha büyük bir şehvet elde eder. Dolayısıyla bunun yolunda günahları ve hataları terketmeyi pek kolay birşey sanır. Bâtında lezzetlerin lezzetini ve şehvetlerin şehvetini idrâk ettiğinden dolayı, ibâdetlere devamlılıktan meydana gelen sertlik onun için yumuşar. Bu bakımdan İnsan oğlu zanneder ki hayatı Allah iledir ve Allah'ın ibâdetiyle nefsi razı olmuştur. Oysa hayatı ancak bu gizli şehvetle kaimdir. Öyle bir şehvet ki onun idrâkinden nâfiz ve kuvvetli akıllar bile körleşir. İnsan oğlu kendisini Allah'ın ibâdetinde muhlis ve haramlarından korunmuş olarak görür. Oysa nefis, kullara süslü görünmek, halk için yapmacık hareketlerde bulunmak, halkın yanında elde ettiği makam ve îtibara sevinmek hususunda bu şehveti içinde gizlemiştir. Bunun vasıtasıyla ibadetlerin sevabını yakmış, amellerin en iyisini bile kül haline getirmiştir. Kişinin ismini münafıkların listesine yazdırmıştır. Buna rağmen kişi Allah'ın nezdinde makbul kullardan olduğunu zanneder.
İşte bu, nefsin bir hilesidir. Bu hileden ancak sıddîk olanlar kurtulurlar. Bir düşüş yeridir ki ondan Allah'ın dergâhına yakın olanlar ancak çıkarlar. Nitekim şöyle denilmiştir: 'Sıddîkların zihninden en son çıkacak şey riyaset (reislik, baş olmak) sevgisidir'. Madem ki riya, gizli ve şeytanların en büyük ağı olan bir hastalıktır. Öyle ise riyanın sebebini, hakikatini, derecelerini, kısımlarını, tedavi yollarını ve kendisinden sakınma yolunu izah etmek farz olmaktadır. Bu bölümü iki kısım üzere tertip etmekteki gaye, böylelikle vuzuha kavuşmuş olmaktadır.
Birinci Bölüm " Rütbe ve Şöhret Sevgisi "
Bu bölümde şöhretin kötülenmesi, nâmsızlığın fazileti, rütbenin kötülenmesi, rütbenin mânâ ve hakikati, maldan, rütbenin daha sevgili olmasının sebebi, rütbenin hakîkî değil de vehmî bir kemâl olduğu, rütbe sevgisinin övülen ve kötülenen kısımları, övgü ve sena sevgisindeki sebebi, kötülenmesindeki kerahiyeti, rütbe sevgisindeki tedavi usûlü, övgü sevgisindeki tedavi usûlü, kötülemenin kerahiyetinin tedavisi, övgü ve zemm hususundaki insanların değişik durumları izah ve beyan edilmiştir. Bu bakımdan bunlar on iki fasıldan ibarettir. Bu on iki fasıldan riyanın mânâları neşet eder. Bu bakımdan bunları daha önce sayıp belirtmek gerekir. Lûtfuyla, minnet ve keremiyle kulunu sevaba muvaffak kılan ancak Allah'tır!
Allahü teâlâ seni ıslah eylesin. Bil ki rütbenin esası nâm ve şöhretin yayılmasıdır. Bu ise kötüdür. Aksine övülen nâm ve nişansızlıktır. Ancak dininin neşri için Allahü teâlâ tarafından şöhrete ulaştırılan ve şöhrete ulaşmak için hiçbir zorluk ve çaba harcamayan bir kimse bu hükmün dışındadır.
Enes, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
İnsanlar tarafından dini ve dünyası hakkında parmakla gösterilmek, şer yönünden kişiye yeter de artar! Bundan ancak Allahü teâlâ'nın koruduğu bir insan müstesnadır.2
Câbir Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Allah'ın koruduğu hariç, şer yönünden kişiye dini veya dünyası hususunda parmakla gösterilmek yeter de artar bile! Allah sizin şöhretlerinize bakmaz. Ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.3
Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh), bu hadîs için bir te'vil belirtmiştir ki zararsız bir te'vildir; zira o bu hadîsi rivâyet ederken kendisine denildi ki: 'Ey Ebû Said! Gerçekten insanlar seni gördükleri zaman parmakla sana işaret ediyorlar!'
Cevap olarak şöyle demiştir: 'Hadîs bunu kasdetmiyor. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu hadîsle, ancak dini hususunda bid'atçı, dünyası hususunda fâsık olan bir kimseyi kasdetmiştir'.
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Haşmeti bırak, fakat şöhret peşinde koşma! Anılmak için şahsını yüceltme. İşini gizle, sükût et ki selâmette kalasın. Böylece iyi insanları memnun edip fâsık ve fâcirleri kızdırmış olursun!'
İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: 'Şöhreti seven bir kimse Allah'ı tasdîk etmemiştir'.
Basralı Eyyûb es-Sahtiyanî şöyle demiştir: 'Allah'a yemin olsun! Mevkiinin bilinmemesi kendisini sevindirmeyen bir kul, Allahü teâlâ'yı tasdîk etmiş sayılmaz'.
Hâlid b. Ma'dan4 halkası çoğaldığı zaman şöhret korkusundan meclisi terkederdi.
Ebû Aliye5 yanında üç kişiden fazla oturan olduğu zaman kalkardı!
Hazret-i Talha (radıyallahü anh), beraberinde on kadar kimsenin yürüdüğünü gördüğünde 'Tamahkârlık sinekleri ve ateşe atılan çekirgelerdir bunlar!' demiştir.
Selim b. Hanzele şöyle anlatıyor: Bir ara Ubeyy b. Ka'b'ın arkasından yürüyorduk. Hazret-i Ömer gördü ve derhal onu kamçıladı. O itiraz ederek 'Ey mü'minlerin emîri! Ne yaptığına dikkat et! (Beni niçin dövüyorsun?)' dedi. Hazret-i Ömer şöyle cevap verdi: 'Bu durum, tâbi olan için zillet, tâbi olunan için de fitnedir'.
Hasan-ı Basrî'den şöyle rivâyet ediliyor: İbn Mes'ud birgün evinden çıktı. Halk arkasındaydı. Dönüp halka baktı ve şöyle dedi: 'Neden bana tâbi oluyorsunuz? Allah'a yemin ederim, eğer benim üzerine kapımı kilitlediğim günahlarımı bilmiş olsaydınız, sizden iki kişi dahi bana tâbi olmazdı'. Muhakkak etrafındaki ayakkabı seslerinden ahmakların kalpleri az zaman sâbit kalır!
Hasan-ı Basrî birgün dışarı çıktı. Bir grup arkasına takıldı. Onlara 'Sizin bir ihtiyacınız mı var? Eğer ihtiyacınız yoksa gelmeyin. Çünkü böyle bir durum, mü'minin kalbini alt-üst eder' dedi.
Rivâyet ediliyor ki, bir kişi seferde İbn Muhayriz6 ile arkadaşlık yaptı. İbn Muhayriz'den ayrılırken 'Bana nasihat et!' dedi. Bunun üzerine İbn Muhayriz 'Eğer tanınıp, tanınmamaya, başkasına gidip, başkasının da sana gelmemesine, isteyip, senden istenmemesine gücün yetiyorsa bunu yap!' dedi.
Eyyûb es-Sahtiyanî sefere çıktı. Birçok kimse onu uğurladı. Dedi ki: 'Eğer kalbimin sizin bu uğurlamanızdan tiksindiğini bilmeseydim, mutlaka bu yaptığınızdan dolayı Allah'ın kahrından korkardım!'
Muammer b. Râşid şöyle der: Eyyûb es-Sahtiyanî'yi entarisinin uzunluğundan dolayı kınadım. Cevap olarak dedi ki: 'Geçmiş zamanda bunun uzunluğunda şöhret vardı. Bugün ise şöhret bunun kısalığındadır'.
Biri şöyle anlatıyor: Ebû Kulâbe ile beraber bulunuyordum. Onun huzuruna, sırtında kısa denilen elbise bulunan biri içeri girdi. Bunu görünce 'Şu çok konuşan eşekten sakının!' dedi. Bununla şöhretin talep edilmesine işaret ediyordu.
Süfyan-ı es-Sevrî dedi ki: 'Selef-i Sâlihîn yeni ve eskimiş elbiselerden gelen şöhreti kerih görürlerdi; zira gözler, bu iki çeşit elbiseye dikilir'.
Bir kişi, Bişr b. Hâris'e 'Bana tavsiyede bulun!' diye ricada bulundu. Bişr ona 'Nâmını gizle! Yemeğini helâlinden ye!' dedi.
Havşeb ağlar ve şöyle derdi: 'Benim ismim cuma kılınan mescide kadar vardı'.
Bişr şöyle demiştir: 'Bir kişi tanınmayı sevsin de dini gidip rezil olmasın!'
Yine şöyle demiştir: 'Halk tarafından bilinmesini isteyen bir kimse âhiretin halâvetini tatmamıştır.' Allah'ın rahmeti onların üzerine olsun!
2) Beyhakî {zayıf bir senedle)
3) Taberânî, Evsat; Beyhakî, Şuab'ul-Îman, (zayıf bir senedle)
4) Humusludur. Güvenilir bir âbiddir. H. 103'de vefat etmiştir.
5) Adı Rafi b. Mehran'dır. Güvenilir bir zattır.
6) Adı Abdullah b. Muhayriz b. Cumade b. Vehb Cemehî'dir ve Mekkelidir. Kudüs'te otururdu. Güvenilir bir âbiddir. H. 99'da vefat etmiştir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Nice saç ve sakalı karışık, toz toprak içerisinde bulunan, yırtık pırtık elbiseye bürünmüş olan ve kendisine iltifat edilmeyen kişi vardır ki, eğer Allah'tan istese ve 'şöyle yap' dileğinde bulunsa muhakkak Allahü teâlâ, onu isteğinde mahrum etmez ve dâvetine icâbet eder. Onlardan biri de Berrâ b. Mâlik'tir.7
İbn Mes'ud, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Nice yırtık elbiseye bürünmüş ve kendisine iltifat edilmeyen kişi vardır ki, eğer Allah'tan istese, muhakkak Allah onun isteğini verir. Eğer 'Ey Allahım! Ben senden cenneti istiyorum!' dese, Allah ona cenneti verir. Oysa Allahü teâlâ dünyadan ona hiçbir şey vermemiştir.8
-Sizi cennet ehline muttali kılayım mı?
-Evet.
-Her zayıf ve halk tarafından zayıf telâkki edilen kimsedir.Eğer o, Allahü teâlâ'dan isterse, muhakkak Allahü teâlâ ona istediğini verir. Cehennem ehli de her mütekebbir ve kibre özenen, yürüyüşünde azamet taslayan kimsedir.9
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivâyet eder:
Muhakkak ki cennet ehli, saçı sakalı karışık, tozlu topraklı, yırtık elbiseye bürünmüş ve kendisine iltifat edilmeyen kimselerdir. O kimseler ki, emirlerin huzuruna girmek için izin istedikleri zaman kendilerine izin verilmez. Evlenmek istediklerinde onlara kız verilmez. Söyledikleri zaman sözlerini dinlemek için kulak verilmez. Onların herhangi birinin ihtiyaçları, umursanmaz. Eğer kıyâmet gününde onun nûru insanlara taksim olunsa onlara yeter.10
Benim ümmetimden öyle kimseler vardır ki, eğer herhangi birine gelip bir dinar istese kendisine vermez. Eğer bir dirhem istese yine vermez. Eğer bir fils (kuruş) istese onu da vermez. Eğer Allah'tan cenneti istese, kesinlikle Allah ona cenneti verir. Eğer Allah'tan dünyayı istese Allahü teâlâ ona dünyayı vermez. Allahü teâlâ dünyayı ondan, ancak dünyanın Allah katında kıymetsiz olduğundan dolayı menetmiştir. Nice yırtık elbiseye bürünmüş ve kendisine iltifat edilmeyen iyi kimse vardır ki, eğer Allahü teâlâ'dan istese, muhakkak Allah onun isteğini vermek suretiyle ona icabet eder.11
Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) mescide girdi. Baktı ki Muaz b. Cebel (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamberin kabrinin yanında ağlamaktadır. Ömer 'Seni ağlatan nedir?' diye sordu. Muaz Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini nakletti:
Gerçekten riyanın azı şirktir. Muhakkak Allah ancak gizli olan muttaki kullarını sever. O muttakîler ki gizlenseler aranmazlar. Hâzır olurlarsa bilinmezler ve tanınmazlar.
Kalpleri hidayet çıralarıdır. Onlar karanlık ve bulanık olan herşeyden kurtulurlar.12
Muhammed b. Süveyd13 şöyle anlatıyor: Medineliler bir sene kıtlığa yakalandılar. Medine'de kendisine iltifat edilmeyen ve Hazret-i Peygamber'in mescidinden ayrılmayan salih bir kişi vardı. Onlar yağmur duasını yaparken onların yanına sırtında iki yırtık elbise bulunan bir kişi geldi. İki rek'at namaz kıldı. Onlarda (rek'atlarda) kısa sûreler okudu. Sonra ellerini açtı ve şöyle dua etti: 'Yarab! Ancak şu saatte yağmur yağdırmanı senden diliyorum!' O daha elini indirip, duasını bitirmeden önce gök bulutlarla kaplandı. Medineliler boğulmak korkusundan çığlık ve figanlar koparacak derecede yağmur yağdı. Bunun üzerine şöyle dedi: 'Yarab! Eğer onlara kifayet edecek kadar yağdırdığını biliyorsan artık onlardan yağmuru kes!'
Böylece yağmur dindi. Kişi, bu duayı yapan arkadaşını takip etti. Evini öğreninceye kadar arkasından gitti. Sonra ertesi gün sabahleyin onun kapısını çaldı. O dışarı çıktı. Kapıyı çalan dedi ki:
-Bir ihtiyaç için sana geldim!
-Nedir o ihtiyacın?
-Bana hususî bir dua et!
-Sübhânallah! Sen sensin! Oysa gelmiş sana hususi bir dua etmemi talep ediyorsun!
-Gördüğüm mertebeye seni ulaştıran nedir?
-Bana emir ve yasak ettiği hususlarda Allah'a itaat ettim.
Allah'tan diledim, bana verdi.
İbn Mes'ud şöyle demiştir: İlmin pınarları, hidayetin çıraları, evlerin süsü, gecenin lâmbaları, kalplerin yenileyicileri, elbiselerin yırtıkları olunuz! Bu takdirde gök ehli arasında tanınacak, yer ehli arasında gizleneceksiniz!
Ebû Umâme, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Benim velîlerimin hayırlı ve kârlısı, yükü hafif, namazdan nasibi olan, rabbinin ibâdetini güzelce yapan, parmakla gösterilmeyen, sonra buna karşı sabreden bir kuldur.14
Hazret-i Peygamber eliyle yeri eşerek şöyle buyurmuştur: 'Onun ölümü hemen geldi. Bırakmış olduğu miras az, arkasından ağlayanları azdır".
Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Allah katında, kullarının en sevimlisi gariplerdir'. Denildi ki: 'Bu garipler kimlerdir?' Cevaben şöyle dedi: 'Dinlerini fitneden kaçıranlardır. Kıyâmet gününde bunlar Hazret-i Îsa'nın yanında toplanırlar!'
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Rivâyet olunduğuna göre, Allahü teâlâ kuluna verdiği bazı nimetler hakkında şöyle buyurmuştur: 'Ben sana nimet vermedim mi? Ben senin kabahatlerini örtmedim mi? Ben senin zikrini gizlemedim mi?'
Halil b. Ahmed şöyle dua ederdi: 'Yarab! Beni katında mahlukâtının en yücesi, nefsimin katında en mütevazisi kıl, halkın yanında ise normal kıl!'
Süfyan-ı es-Sevrî şöyle demiştir: 'Kalbimi gördüm ki Mekke ve Medine'de (zarurî) gıda ve meşakkat sahibi bulunan gariblerle beraber olduğunda daha düzgün oluyor'.
İbrahim b. Edhem şöyle der: 'Dünyada hiçbir gün, bir defası hariç gözüm kuru kalmamıştır. Bir gece Şam köylerinin bir mescidinde geceledim. Karnımda gaz olduğu için müezzin ayağımdan tutarak camiden çıkarmcaya kadar beni sürükledi'.
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: 'Eğer sen bilinmemeye muktedir isen, yap! Senin tanınmaman sana hiçbir zarar vermez. Halk tarafından övülmesen ne zararın olur? Allah katında övülmüş bir insan olduktan sonra halk nezdinde kötü olsan bundan ne zararın var?'
İşte bu rivâyetler, şöhretin nasıl kötü olduğunu ve tanınmamanın faziletini sana bildirmektedirler. Şöhret, nâm ve nişanın yayılmasından gaye, insanların kalbinde mertebe kazanmak, taht kurmaktır. Rütbe sevgisi her fesadın kaynağıdır.
Soru: Acaba peygamberlerin, hulefâ-i râşidînin, imamların şöhretinden daha fazla bir şöhret var mıdır? Acaba şöhretsizliğin fazileti nasıl bunlara isabet etmemiştir?
Cevap: Kötü olan, şöhreti talep etmektir. Kulun dahli olmadan Allah tarafından şöhret verilmesi ise kötü değildir. Evet! Böyle bir şöhretten kuvvetliler değil, zayıflar için fitne ve korku vardır. Onlar boğulmak üzere olan zayıf bir kimse gibidir. Zayıf bir kişinin yanında boğulmak üzere olan bir grup varsa, bu kişi için en iyisi kendisini o boğulmak üzere olanlardan uzak tutmaktır; zira onlar ona yapışırlar. Onları sudan çıkaramadığı gibi kendisi de onlarla beraber helâk olur.
Kuvvetli bir kimseye gelince, onun için en iyisi, boğulmak üzere olanları kurtarıp sevaba nail olmaktır.
7)Müslim
8)İbn Eb'id-Dünya
9)Müslim, Buhârî
10)Taberânî
11)Taberânî
12)Taberânî, Hâkim
13)Adı Muhammed b. Süveyd b. Gülsüm el-Fahrî'dir. H. 100'den sonra vefat etmiştir.
14)Tirmizî, İbn Mâce,
İşte âhiret yurdu! Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyen kimselere veririz. (Güzel) sonuç, sakınanlarındır (Kasas/83)
Görüldüğü gibi Allahü teâlâ, bozgunculuk yapma ile gururlanmayı bir arada zikretmiş ve bu iki kötü sıfattan arınan kimselere cennetin verileceğini beyan buyurmuştur.
Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara oradaki amellerinin karşılığını tamamen öderiz ve onlar orada hiç- bir eksikliğe uğratılmazlar. Ama onlar öyle kimselerdir ki ahirette kendilerine ateşten başka birşey yoktur. Yaptıkları ameller boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmış oldukları şeyler boştu.(Hud/15-16)
Bu âyet-i celîle de umumiyeti bakımından rütbe sevgisini kapsamaktadır. Çünkü o, dünya hayatının en büyük lezzeti ve en muhteşemidir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
Mal ve rütbe sevgisi, suyun sebzeleri bitirdiği gibi kalpte nifakı bitirirler.15
Bir koyun sürüsüne saldıran iki yırtıcı kurdun tahribatı, fesad bakımından rütbe ve mal sevgisinin müslüman kişinin dininde yapmış olduğu tahribattan daha süratli değildirler.16
Başka bir hadîste, Hazret-i Aliye hitaben şöyle buyurmuştur:
İnsanların helâk olması ancak heva-i nefse tâbi olmalarından ve övülmeyi sevmelerinden ileri gelir.17
15)Daha önce geçmişti.
16)Daha önce geçmişti.
17)İlim bölümünde geçmişti; (başka bir lâfızla
Mal ve rütbe, dünyanın iki rüknüdürler. Mal, kendilerinden faydalanılan şeyler demektir. Rütbe, kalpleri elde etmek, yani onların tâzim ve itaat etmesini sağlamak demektir. Nasıl ki zengin bir insan, dirhem ve dinarları elde edendir (maksatlarına para vasıtasıyla varmak için mal edinir) şehvetlerini ve nefsin diğer isteklerini yerine getirmek de böyledir. Böylece rütbe sahibi de insanların kalplerini elde eden kimsedir. Yani o kalplerde tasarruf etmeye muktedir olur. Öyle ki rütbe vasıtasıyla insanları gaye ve hedeflerinde çalıştırabilir. Nasıl ki malları çeşitli sanatlarla elde ediyorsa, halkın kalplerini de çeşitli muamelelerle elde eder. Kalpler ancak mârifet ve inançla müsahhar olurlar. Bu bakımdan kalp kimin kemâl sıfatlarından birine sahip olduğuna inanıyorsa, ona itaat eder, o inancın kalpteki kuvveti nisbetinde ve kalp sâhibinin nezdindeki o kemâl derecesinin oranında ona tâbi olur. O sıfatın Haddi zatında kemâl derecesine varması şart değildir. Aksine kişinin yanında kemâl derecesinde olması kâfidir. Bazen kişi kemâl olmayan bir sıfatı kemâl olarak telâkki eder. O sıfatla sıfatlanmış kimseye inancının gereği zarurî olarak itaat eder. Çünkü kalbin itaati bir haldir. Kalplerin halleri ise kalplerin iançlarına, ilim ve hayallerine tâbidir. Nasıl ki mal aşığı olan bir kimse, köleler edinmek isterse, rütbe aşığı bir kimse de hür kimseleri köleleştirmek ister. Kalplerini elde etmek suretiyle onların omuzlarına biner. Hatta rütbe sahibinin köle edinmek istediği kimseler, malla alınan kölelerden daha büyük bir kölelik içindedirler; zira mülk sahibi köleyi, bizzat kölenin kendisi için istemediği halde elde eder. Çünkü köle tabiatça kölelikten kaçar. Eğer onu rahat bırakırsa efendisine itaat etmekten kaçınır. Fakat rütbe sahibi, isteyerek kendisine itaat edilmesini ister. Hür insanların, kendisine isteyerek köle olmalarına sevinir. Bu bakımdan rütbe sahibinin isteği, esas köleyi isteyenin isteğinden pek fazladır. O halde, rütbenin mânâsı, insanların kalplerinde taht kurmaktır. Yani kalpleri, kemâl sıfatlarından birinin kendisinde olduğuna inandırmaktır. Bu bakımdan kendisine uyanların, varlığına inandıkları kemâl nisbetinde kalpleri ona itaat eder. Kalplerin itaati nisbetinde kalplere musallat olur! Kalplere musallat olması nisbetinde rütbe sevgisi kabarır.
İşte câh'ın (mertebenin) mânâ ve hakikati budur. Mübalâğalı bir şekilde övmek gibi meyilleri vardır. Çünkü kişinin kemâline inanan bir kimse, inandığını söylemeden edemez. Bu bakımdan ister istemez kâmil bulduğu bir insanı över.
Bu telâkkinin, bir de yardım etmek ve hizmete koşmak gibi meyveleri vardır; zira kişinin kâmil olduğuna inanan bir kimse, inancı nisbetinde onun itaatine nefsini âmâde etmekten çekinmez. Bu bakımdan kul, efendisinin hedeflerinde kullanıldığı gibi, o da isteyerek kâmil bildiğinin hedeflerine koşar. Bir de rütbenin îsar, mücadeleyi terketmek, büyümek, önce selâm vermek suretiyle tâzîm etmek, meclislerde baş köşeyi kendisine vermek ve bütün maksatlarda kendisini öne almak gibi meyveleri vardır. Bu bakımdan bu eserler, kişinin kalbinde, rütbenin yerleşmesinden meydana gelir. Kalpte rütbenin yerleşmesinin mânâsı, kalbin, şahısta bulunan kemâl sıfatlarına inanması demektir. Bu kemâl sıfatları ya ilimle olur veya ibâdet veya güzel ahlâk veya soy sop veya sosyal mevki veya zâhirî güzellik veya bedendeki bir kuvvet veya halk tarafından kâmil sıfat olarak inanılan sıfatlardan biri ile olur. Bu sıfatların kalplerdeki yerleri pek büyüktür. Bu bakımdan bunlar karşıdaki insanın kalbinde rütbenin yerleşmesine vesiledirler, Allah en doğrusunu bilir!
Rütbenin güzel olmasını gerektiren sebep, altın, gümüş ve diğer mal çeşitlerinin güzel olmasını gerektiren sebebin aynısıdır. Miktarda eşit oldukları zaman altının gümüşten daha sevimli olması gibi aynı sebepten, rütbenin de maldan daha sevimli olması gerekir. Şöyle ki: Dinar ve dirhemlerin bizzat kendilerinde hiçbir maslahat ve faydanın olmadığını bilirsin. Çünkü ne yenir, ne içilir, ne de giyilir. Bu bakımdan taş ile aynı derecededirler. Fakat onlar bütün sevilen şeylerin vesilesi ve şehvetlerin yerine getirilmesine vasıta olduklarından dolayı sevilirler. Rütbe de böyledir. Çünkü rütbenin mânâsı, kalpleri elde etmek demektir. Nasıl altın ve gümüş İnsan oğlunu diğer hedeflerine vardıracak bir kuvvet ifade ediyorlarsa, hür kimselerin kalplerini elde etmek, onları hizmetçi yapmak da İnsan oğlunu bütün hedeflerine vardıracak bir kuvvete mâlik kılar. Bu bakımdan sebepte ortaklık sevgide ortaklığı gerektirir. Rütbeyi mala tercih etmek ise, rütbenin maldan daha sevimli olmasını gerektirir. Rütbe mülkünün, mal mülküne tercih edilmesi üç şeyden ileri gelir:
Birincisi
Rütbe ile mal elde etmek, mal ile rütbe elde etmekten daha kolaydır. O halde âlim veya rütbe sahibi eğer mal edinmek isterse daha kolay olur; zira kalp sahiplerinin malları kalpler için müsahhardır. Hakkında kemâl sıfatına inandığı kimseye verilir. Hasis kişi, kemâl sıfatıyla sıfatlanamaz, bir hazine bulduğu zaman -malını koruyacak bir rütbesi yoksa ve bu mal ile rütbe elde etmeye teşebbüs ederse- muvaffak olamaz. Bu bakımdan rütbe, mal edinmek için âlet ve vesiledir. O halde, rütbeyi elde eden malı da elde etmiştir. Malı elde eden ise, her zaman rütbeyi elde edemez. Bunun için rütbe, maldan daha sevimlidir.
İkincisi
Mal, felâketlere ve telef olmaya mâruzdur. Meselâ çalınır, gasbedilir, padişah ve diktatörlerin pây u mâl etmesine mâruz kalır. Malda bekçilere, koruyucuya ve depolara ihtiyaç vardır. Buna rağmen birçok tehlikelere mâruz kalabilir.
Kalplere gelince, elde edildikleri zaman, bu âfetler onlar için sözkonusu değildir. Kalpler sağlam depolardır. Hırsızlar oralara giremez, yağmacı ve gaspçıların elleri oralara uzanamaz, Malları ve gayr-i menkulleri insana temin ederse de bunların gasbedilmesinden ve zulmen alınmasından insan emin olamaz! Çünkü korumaktan müstağni değildir.
Kalplerin hazinelerine gelince, onlar kendiliklerinden korunmuştur. Rütbe ve mevkî kalplerde, gasbedilmekten, çalınmaktan emindir. Kalpler ancak değiştirmek, halin çirkinleşmesi ve tasdik ettiği kemâl sıfatları hakkında inancının bozulmasıyla gasbolunurlar. Bunun da defedilmesi pek kolaydır ve bu teşebbüse girişen rahatlıkla da muvaffak olamaz.
Üçüncüsü
Zahmet ve yorgunluk çekilmeksizin kalplerin mülk edinmesi başka kalbe sirayet eder, gelişir ve artar. Çünkü kalpler bir şahsa itâat ettikleri, onun ilim, amel veya başka bir sıfattan dolayı kemâline inandıkları zaman, şüphesiz diller kalplerdeki düşüncenin tercümanı olurlar. Onları açıkça belirtirler. Bu bakımdan başkasına da inandığını vasıflandırır ve başkasının kalbini de avlar. Bu mânâdan dolayı tabiat, şöhretinin ve isminin yayılmasını ister. Çünkü bu durumu, memleketlere dağıldığı zaman milletin kalbini avlar. O kalpleri şöhret sahibine itaat ve tâzim etmeye dâvet eder. Böylece biri diğerine bakarak tâzimde bulunur ve durmadan fazlalaşır. Oysa üzerinde durulacak belli bir fert de yoktur.
Mala gelince, maldan herhangi birşeyi edinen onun sahibidir. Onu yorgunluk, zorluk çekmekle artırıp temin edebilir. Rütbe ve mevkî ise daima kendiliğinden artar. Onu durduracak bir engel de yoktur! Mal ise durgundur. Bunun için rütbe ve mevkî büyüdükçe, şöhret yayıldıkça halk övgüsünü yaptıkça buna karşılık malları hakir görür.
İşte bunlar rütbenin, mala tercih edilmesinin sebeplerinin hulâsasıdır. Bunlar tafsil edildikçe tercih yönleri artar.
Soru: Müşkilât hem malda, hem de rütbede vardır. Bu bakımdan İnsan oğlunun mal ve rütbeyi sevmesi uygun değildir! Evet! Zararın define, faydanın gelmesine yarayan miktar malûmdur. Tıpkı yemek, mesken ve elbiseye muhtaç olan veya herhangi bir felâkete yahut da hastalığa müptelâ olup, onu ancak mal ile kaldırabilen bir kimse gibi... Bu kimse, o felâketi nefsinden, ancak mal ve rütbe ile defedebilir. Bu bakımdan onun mal ve rütbeyi sevmesi malûmdur; zira insanın kendisiyle hedefine ulaştığı şey de güzeldir. Tabiatlarda bunun ötesinde garip bir durum vardır. O da mal toplama sevgisi, hazineler yığması, zehirleri toplaması, bütün ihtiyaçlardan sonra fazlasıyla hazinelerin edinilmesidir. Öyle ki eğer kulun altın dolu iki vâdisi varsa, muhakkak üçüncüsünü ister. Böylece İnsan oğlu rütbesinin yükselmesini, şöhretinin hayatında hiç ayak basamayacağını ve insanlarını göremeyeceğini bildiği memleketlerin en ücra köşelerine kadar yayılmasını sever ve ister ki oranın insanları onu tâzîm etsinler veya mallarını hayır ve hasenat niyetiyle ona versinler veya herhangi bir gayesinde ona yardımcı olsunlar. Böyle yapmalarından ümitsiz olmasına rağmen yine de şöhretinin buralara yayılmasından son derece zevk almaktadır. Bunun sevgisi, tabiatta vardır. Bu istek, cehalet sayılmaya yaklaşır. Çünkü bu, öyle birşeyi sevmektir ki ne dünyada, ne de ahirette faydası vardır.
Cevap: Evet! Bu sevgiden kalpler ayrılamaz. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi açıktır. Herkes onu idrâk edebilir. İkincisi gizli ve iki sebebin de en büyüğüdür. Fakat en incesi, en gizlisi ahmakların değil, zeki kimselerin bile zihinlerinden en uzağıdır. Çünkü nefiste bulunan gizli bir damardan, tabiatta örtülü bulunan bir huydan yardım alır. Öyle ki dalanlar bile o gizli damara vâkıf olmamaktadırlar.
Birinci Sebep
Birinci sebep, korku elemini defetmektir. Çünkü korkak bir kimse, su-i zan hastalığına müptelâdır. İnsan oğlunun her ne kadar hal-i hazırda serveti kendisine kifayet ediyorsa da onun uzun emeli vardır. Kalbine, kendisine kifayet eden mal çoğu zaman telef olur düşüncesi gelir. Dolayısıyla başkasına muhtaç olur. Bu vesvese insanın kalbine geldi mi, kalpte korku belirir. Korkunun elemini başka bir malın varlığıyla meydana gelen emniyet siler. Eğer hâl-i hazırdaki malına bir belâ isabet ederse, öbür mala sığınır. Bu bakımdan bu kimse daima nefsi için korktuğundan ve hayatı sevdiğinden uzun hayatı ve ihtiyaçların hücumunu takdir eder, Âfetlerin mallara isabet etme imkânını hesaba katar ve bundan korku hisseder. Korkusunu kaldıracak birşey arar. O da malın çokluğudur ki malının bir kısmı belli bir miktarda durmaz. Dolayısıyla böyle bir korkunun dünyada olan her şeyi mülk edininceye kadar durması sözkonusu değildir ve bunun için de Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İki tür aç kimse vardır ki doymazlar: İlmin açlığını çeken, malın açlığını çeken! Bu illetin benzeri, vatanından ve memleketinden uzak olanların kalplerinde rütbe ve mevkî sevgisinde de geçerlidir. Çünkü kişi kendisini vatanından uzaklaştıracak veya öbür insanları vatanlarından uzaklaştırıp kendi vatanına getirecek herhangi bir sebebi hesaba katmaktan bir türlü kendisini kurtaramaz! Dolayısıyla okuların yardımına muhtaç olacağını hisseder. Bu duygu mümkün oldukça, kişinin onlara muhtaç olması açıkça muhal sayılmadıkça, nefis için onların kalplerinde mevkî edinmekten zevk almak sözkonusu olur. Çünkü böyle bir mevkî sayesinde yukarıda bahsedilen korkudan emin olmak vardır.
İkinci Sebep
Bu, en kuvvetli sebeptir ve oda şudur: Ruh, rabbânî bir emirdir. Allahü teâlâ, onu rabbanî bir emir olmakla vasıflandırmıştır.
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: 'Ruh, rabbimin emrindendir ve size ilimden ancak az birşey verilmiştir'.(İsra/85)
Ruh'un rabbanî oluşunun mânâsı şudur: Ruh, mükâşefe ilimlerinin sırlarındandır. Onu izhar edip belirtmekte ruhsat yoktur; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onu belirtmemiştir. Fakat sen bunu bilmeden önce, biliyorsun ki kalbin yemek ve cinsî ilişki gibi behimî sıfatlara; eziyet etmek, vurmak ve öldürmek gibi yırtıcı sıfatlara, fesadlık, kandırma ve hile gibi şeytanî sıfatlara, yücelik talep etmek, cebretmek, azîz olmak ve kibir gibi rububiyet sıfatlarına meyli vardır. Bunun hikmeti de şudur: Kalp, izah ve tefsir edilmesi uzun uzadıya süren çeşitli asıl ve unsurlardan müteşekkildir. Bu bakımdan kalp, içinde bulunan rabbânî emirden dolayı tabiî olarak rubûbiyyeti sever. Rubûbiyyet'in mânâsı, kemâlde bir olmak, istiklâl yoluyla varlıkta farklı olmaktır. O halde kemâl, ilâhî sıfatlardan bir sıfattır ve bu bakımdan tabii olarak İnsan oğluna güzel gelir. Kemâl'e ermek ise varlıkta müstakil olmakla olur. Çünkü varlıkta ortaklık, şüphesiz eksikliktir. Bu bakımdan güneşin kemâli, tek başına olmasındadır. Eğer onunla beraber ikinci bir güneş olsaydı, bu durum güneş hakkında bir eksiklik olurdu. Çünkü güneşlik mânâsındaki kemâl de tek başına olmazdı. Varlıkta müstakil olan Allahü teâlâ'dır; zira onunla beraber ve ondan başka bir varlık yoktur. Çünkü O'ndan başkası O'nun kudretinin eserlerinden bir eserdir.
O eserin, zatı itibariyle kıvamı (varlığı) yoktur. Aksine o, Allah ile kaimdir. Bu bakımdan O'nunla mevcut değildir. Çünkü beraberlik, rütbede eşitliği gerektirir. Rütbede eşitlik ise, kemâlde eksikliktir. Hatta kâmil, rütbede benzeri olmayandır. Nasıl ki güneş ışınlarının ufkun etrafında parlaması, güneşte bir eksiklik olmayıp, aksine onun kemâlinin cümlesinden ise ve güneşin noksanı; rütbede kendisine eşit olan ve varlığına ihtiyaç olmayan başka bir güneşin varlığına bağlı ise, tıpkı bunun gibi âlemde bulunan herşeyin varlığı kudret nûrlarının parlamasına dönüşür. Bu bakımdan o varlık, metbû değil de tâbidir. Oysa rubûbiyetin mânâsı, varlıkta istiklâl demektir. Bu da kemâldir. Her insan tabiatıyla kemâlde münferid olmayı sever ve bunun için de sûfi şeyhlerinden biri şöyle demiştir: 'Hiçbir insan yoktur ki onun bâtınında Firavun'un açıkça söylediği 'Ben sizin en yüce rabbinizim!' (Nâziat/32) sözü bulunmasın! Fakat İnsan oğlu, bunun revaç bulacağı bir fırsatı bulamamaktadır!'18
Bu söz, denildiği gibi doğrudur. Çünkü kulluk, nefsi kahretmektir. Rubûbiyet, tabiî olarak sevilen bir şeydir. Rubûbiyet'in tabiî olarak sevilmesi 'De ki: Ruh, rabbimin ermindendir' (İsra/89) ayetinin işaret ettiği rabbanî nisbetten doğar. Fakat nefis, kemâlin zirvesini idrâk etmekten aciz olduğu zaman, kemâl için olan şehveti düşmez. Bu bakımdan o, kemâli sever ve kemâli arzular. Kemâlin ötesinde bulunan başka bir mânâdan değil de zatından dolayı ondan zevk alır. Her mevcut zatını ve zatının kemâlini sever. Zatının yokluğu veya zatında kemâl sıfatlarının yokluğundan nefret eder. Varlıkta farklılık, teslim edildikten sonra, ancak kemâl, bütün mevcudatı istilâ etmektedir. Çünkü kemâlin en mükemmeli, senden başka bulunanın varlığının senden olmasıdır. Eğer o varlık senden değilse, eğer onları istilâ etmişsen, bu takdirde hepsini istilâ etmek tabiî olarak sevilir. Çünkü bu bir nevi kemâldir. Zatını bilen her mevcut zatını sever, zatının kemâlini sever ve ondan zevk alır. Birşeyi istilâ etmek, ancak onda tesir etmeye kâdir olmakla, istediği şekilde onu evirip çevirmekle mümkündür. Bu bakımdan İnsan oğlu ister ki beraberinde mevcut olan bütün eşyayı istilâ etsin. Ancak mevcud olanlar, Allah'ın zatı ve sıfatları gibi, haddi zatında tağyiri kabul etmeyen denizler, dağlar; denizlerin ve dağların altındaki şeyler, şeytanlar, cinler ve meleklerin nefisleri, göklerin melekûtu, yıldızlar ve felekler gibi bozulmayı kabul eden, fakat halkın kuvvet ve kudretinin istilâsına mâruz kalmayacak olan yer, yerin parçaları, yerin üzerindeki madenler, bitkiler ve hayvanlar gibi kulun kudretiyle bozulmayı kabul eden kısımlara bölünmektedir. İnsan oğlunun kalbi, değişiklik ve bozulmayı kabul eden kısımdandır. Çünkü kalpler, insanların ve hayvanların bedenleri gibi, tesir altında kalıp bozulmayı kabul etmeye elverişlidir. Bu bakımdan varlıklar arızî olanlar gibi İnsan oğlunun kendisinde tasarruf etmesi mümkün olan kısım ile Allah'ın zatı, melekler ve gökler gibi İnsan oğlunun kudretinin dahilinde olmayan kısımlara ayrıldığından insan ister ki ilim ve göklerin sırlarına vâkıf olmakla gökleri istilâ etsin! Çünkü bu da istilânın bir nevidir; zira ilimle bilinen birşey, ilmin altına giren şey gibidir. Dolayısıyla âlim de onu istilâ etmiş olur ve bu sırra binaen kişi, Allahü teâlâ'yı bilmeyi, melekleri, felekleri, yıldızları, göklerin bütün acaipliklerini, denizlerin, dağların ve benzerlerinin bütün acaipliklerini bilmeyi ister. Çünkü bunları bilmek bir nevi istilâdır. İstilâ ise kemâlin bir nevidir. Bu ise, tıpkı acaip bir sanatı yapmaktan aciz kalanın, o sanattaki inceliğin bilgisine iştiyak duymasına benzer.
Meselâ kişi, satrancı yapmaktan acizdir. Buna rağmen kişi satranç oynamayı bilmek ister.19 Onun nasıl olduğunu bilmek ister. Hendese veya hokkabazlıkta acaip bir sanatı görüp veya ağır birşeyi çekmek veyahut başka bir hususu görüp nefsinde onu yapmak hususunda aciz ve kusurlu olduğunu hisseden bir kimse, buna rağmen bunun keyfiyetini bilmeyi merak eder. Her ne kadar âciz ise de ilmin kemâliyle lezzetlenip duygulanır.
İkinci kısma gelince, Âdem oğlunun istilâ etmesine kudretli bulunduğu yerdeki şeylerdir. İnsan bunları istilâ edip tasarrufu altına almak ister ki kendisine müsahhar olsunlar, işaret ve iradesine bağlı bulunsunlar. Çünkü böyle olmalarında istilânın kemâli ve Rubûbiyet sıfatlarına benzerlik vardır. Kalpler ancak sevgi ile müsahhar olurlar. Sevmek de ancak kemâl inancından doğar. Çünkü her kemâl sevimlidir; zira kemâl, ilâhî sıfatlardandır. İlâhî sıfatların hepsinin de güzel olması tabiîdir. Çünkü rabbânî mânâ, insan mânâlarının içinde vardır. Öyle bir mânâ ki ölüm onu çürütüp yok etmez! Toprak ona musallat olup onu yemez; zira o, îman ve mârifetin merkezidir. Allah ile mülâkata varan ve o mülâkata doğru çaba sarfeden odur. Durum bu iken rütbenin mânâsı; kalpleri müsahhar kılmaktır. Kalplerin kendisine müsahhar olduğu kimsenin kudreti ve kalpleri istilâ etme gücü vardır. Kudret ve istilâ ise kemâldir. Kemâl de rubûbiyet sıfatlarındandır. Bu bakımdan tabiî olarak kalbin isteği, ilim ve kudret ile meydana gelen kemâldir. Mal ve rütbe ise, kudretin sebeplerindendir. Ne malûmatın sonu, ne de kudretin dahilinde olanların sonu vardır. Bir mal veya makdur devam ettikçe şevk durmaz. Eksiklik ortadan kalkmaz. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: İki aç vardır ki doymazlar: Mala karşı aç olan ile ilme karşı aç olan'. O halde, kalplerin isteği kemâldir. Kemâl de ilim ve kudretle meydana gelir.Buradaki değişik dereceler sayılmayacak kadar çoktur. Bu bakımdan her insanın sevinci ve zevki, idrâk ettiği kemâl nisbetindedir.
İşte ilim, mal ve rütbenin sevimli olmasındaki sır budur. Bu sır, ilim, mal ve rütbenin, zevklerin elde edilmesine vesile olduklarından dolayı sevilmesinin ötesinde bir sırdır. Çünkü bu sır, zevklere ulaşamasa bile yine de kalmaktadır. Hatta İnsan oğlu, kendisini gayelerine ulaştırmayan ilimleri de sever. Bazen insanoğlunun elinden birtakım gaye ve zevkleri çıkar. Fakat insan tabiatı bütün acaiplikler ve müşkilâtlarda ilmi talep etmeyi gerektirir. Çünkü ilimde malûmu (bilineni) istilâ etme mânası vardır. Bu ise rubûbiyet sıfatından olan kemâlin bir nevidir. Bu bakımdan tabiî olarak sevilir. Ancak ilim ve kudret kemâlinin sevgisinde birtakım yanlışlıklayüz fen) mânâsına gelen bir kelimeden Arap diline nakledilmiştir. Vâzı Hindli bir hakimdir. Hindli bir padişah için yapmıştır. Şâfiî'ye göre ibadetleri geçirmemek şartıyla satranç oynamak mübahtır.r vardır. Allah'ın izniyle onları belirtmek gerekir.
18) Bu sözle, İbn Lâl'in Mekârim 'u1-Ahlâk 'ta Câbir'den rivâyet ettiği mânâ uzlaşır. 'Ceberrût kalptedir' ve 'Zulüm nefiste saklıdır. Acizlik onu gizler. Kudret de onu açığa çıkarır!' meşhur sözleri bu söz ile telif olunur. (İthaf us-Saade, VIII/243)
19) Satranç Farsça'daki 'Sedrenk'
Anlaşıldı ki varlık hususunda müstakil olmayı kaybettikten sonra kemâl ancak ilim ve kudrette vardır. Fakat buradaki hakîkî kemâl, vehmî ve hayalî kemal ile karıştırılmaktadır. İzahı şöyledir: İlim kemâlî, Allah'ındır. Bu da üç şekilde olur:
Birincisi
Malûmatların çokluk ve genişliğinden gelir; zira Allahü teâlâ bütün malûmatları ihâta edicidir. Bunun içindir ki kulun ilmi çoğaldıkça Allah'a (mertebece) daha fazla yakın olur.
İkincisi
Olduğu gibi ilmin malûmla ilgilenmesi cihetindendir: Malûmun tam bir keşifle, ilimle keşfolunması cihetiyledir; zira malûmatlar Allahü teâlâ'ya, mahiyetleri hasebiyle, en mükemmel keşif ile keşf olunmaktadır. Bu sırra binaen kulun ilmi, en vâzıh, en kesif, en doğru ve ilim sıfatının tafsilâtı hususunda malûma en uygun olduğu zaman kulun Allah'a (mânen) en yakın olduğu zamandır.
Üçüncüsü
İlmin bozulmaz ve değişmez olması bakımından ebediyyen kalacağı cihetinden ileri gelir. Çünkü Allah'ın ilmi bâkîdir. Değişmesi düşünülemez. Bu bakımdan ne zaman kulun ilmi de değişine kabul etmeyen malûmatlarla ilgilenirse, kul daha fazla Allah'a yakın olur.
Malûmat iki kısımdır; bir kısmı mütegayyir (değişmeyi kabul eden) olanlar, bir kısmı da ezelî olanlar!
Birinci Kısım
Değişmeyi kabul edenlere gelince, bunların misâli Zeyd'in evde olduğunu bilmektir. Bu bilgi, malûmu olan bir ilimdir. Fakat Zeyd'in evden çıkacağı düşünülebilir ve evde olduğu inancı olduğu gibi kalabilir. Dolayısıyla cehalete dönüşebilir. Dolayısıyla kemâl değil de eksiklik olabilir. Ona uygun bir şekilde inandıkça, onun inancının tam tersine olabileceği düşünüldükçe, kemâlinin eksikliğe, ilminin cehalete dönüşme ihtimali vardır. Kâinatın bütün değişenleri bu misâle iltihak eder. Mesela bir dağın yüksekliğini, bir yerin ölçüsünü, bir memleketin nüfusunu, merkezlerin arasındaki mesafe ve fersahları bilmen, melekler ve memleketler hakkında zikredilen diğer malûmatların gibidir.
Lisanları bilmek de böyledir. Lisanlar zamanla milletlerin ve âdetlerin değişmesiyle değişen ıstılahlardır. İşte bunlar, malûmatları civa gibi olan ilimlerdir. Bir halden bir hale girerler. Onlarda ancak hâl-i hazırda kemâl vardır. Kalpte ise kâmil olarak devam etmez.
İkinci Kısım
İkinci kısım, ezelî olan malûmatlardır. O malûmatlar caiz olanların cevazı, vâcib olanların vücubu, muhal olanların muhalliğidir; zira bunlar ezelî ve ebedî malûmatlardır. Hiçbir zaman vâcib caize, caiz muhale, muhal vacibe dönüşmez. Bütün bu kısımlar Allah'ın marifetine dahildirler. Allah'a vacib, Allah'ın sıfatlarında muhal, fiilerinde caiz olan kısımların mârifetine dahildirler. Bu bakımdan Allah, sıfatları, fiilleri, yer ve gök melekûtundaki hikmeti, dünya ve ahiretin tertibi ve bununla ilgili ilim, hakîkî kemâldir. Bu kemâl sıfatına sahip olan bir kimse Allah'a yaklaşır, ölümden sonra da nefsin kemâli olarak devam eder. Bu mârifet ölümden sonra âriflerin nûru olur. Onların önünde ve sağlarında yürür. Onlar derler ki: 'Ey rabbimiz! Bizim nûrumuzu tamamla!'
Yani bu mârifet sermaye olur. Dünyada keşfolunmayan şeylerin keşfine ulaştırır. Nasıl ki beraberinde gizli bir çıra olan bir kimse için o çıranın ondan alman başka bir çıra vasıtasıyla ışığının artmasına sebep olması mümkün oluyorsa ve dolayısıyla tamamlamak yoluyla o gizli ışık kemâle eriyorsa tıpkı onun gibi...
Beraberinde çıranın aslı olmayan bir kimse ise böyle bir raddeye varmasını umma imkânına dahi sahip değildir. Bu bakımdan beraberinde Allah mârifetinin temeli olmayan bir kimse için bu nûru ummak sözkonusu değildir. Bu kimse karanlık içerisinde kalıp, bir türlü o karanlıklardan çıkamayan bir kimse gibi olur. Hatta engin bir denizin içindeki karanlıklar gibi olur. Dalga üstünde dalgaya, onun üstünde bulutun karanlığına, karanlık üstüne karanlıklara dalar. O halde, saadet ancak Allah'ın mârifetinde vardır. Onun dışındaki mârifetlere gelince, o mârifetlerin bir kısmı vardır ki şiiri, Arap neseblerini ve benzerlerini bilmek gibi hiçbir faydası yoktur. O mârifetlerin bir kısmının -Arap dilini, tefsir ve fıkıh ilimlerini ve hadîsleri bilmek gibi- Allah mârifetine yardım etmekte faydası vardır. Çünkü Arap dilinin bilgisi Kur'ân tefsirinin bilgisine yardımcı olur. Tefsirin bilgisi, Kur'ân'daki ibareleri ve nefsin tezkiyesini ifade eden amellerin keyfiyetinin bilinmesine yardım eder. Nefsin tezkiye yolunun bilinmesi, nefsi Allah marifetine hidayet etmeyi kabule hazırlanmayı ifade eder.
(Allah'tan başkasına tapmayarak) nefsini temizleyen iflah olmuştur.(Şems/9)
Ama biz bizim uğrumuz da cihad edenleri elbette yollarımıza iletiriz.(Ankebût/69)
Bu bakımdan bu mârifetlerin tamamı, Allah'ın mârifetinin tahkikine birer vesile olurlar. Kemâl, ancak Allah'ın sıfatlarının ve [fiillerinin mârifetidir. Mevcûdâtı kapsayan bütün mârifetler de bu kemâle dahildir; zira mevcudâtın hepsi Allahü teâlâ'nın fiillerindendir. O halde mevcudâtı, Allah'ın fiili olması, hikmet, irade ve kudretiyle bağlı bulunması hasebiyle bilen bir kimsenin bu bilgisi Allah'ın mârifetini tamamlayıcı olur.
İşte bu, ilim kemâlinin hükmüdür. Her ne kadar rütbe ve riyanın hükümleri bahsinde bunu belirtmek uygun değil ise de biz bunu kemâl kısımlarının tamamını saymak için zikrettik.
Kudrete gelince, kudrette kul için hakîkî bir kemâl yoktur. Kulun hakîkî bir ilmi vardır. Hakîkî bir kuvvet ise sözkonusu değildir. Hakîkî kudret ancak Allah'ın kudretidir. Kulun irâdesinden, kudret ve hareketlerinden sonra meydana gelen şeyler ise Münciyât bölümünün birçok yerinde, tevekkül, şükür ve sabır bahislerinde söylediğimiz gibi, Allah'ın icadıyla var olmuştur. İlmin kemâli, ölümden sonra da kendisiyle beraber kalır. Kendisini Allah'a ulaştırır. Kudretin kemâli ise böyle bir hususiyete sahip değildir. Evet! Hâl-i hazıra nisbeten kudret cihetinden kişinin bir kemâli vardır ve bu kudret onu ilim kemâline, tıpkı âzalarının selâmeti, elinin çalışmak için kuvveti, ayağının yürümek için, duyularının idrâk için kuvveti gibi ilim kemâline vesiledir. Çünkü bu kuvvetler, kişiyi ilim kemâlinin hakikatine ulaştırmanın âletidir. Bazen kişi bu kuvvetleri elde tutmak için mal ve rütbe kudretine muhtaç olur ki onunla yemek, içmek, elbise ve meskene varabilsin. Bu da belirli bir miktar ve hududa kadardır. Eğer bunu Allah'ın celâlinin mârifetine varmak için kullanmazsa burada hiçbir şekilde feyz yoktur. Ancak hâl-i hâzırdaki lezzet yönünde vardır. Öyle lezzet ki çok çabuk yok olur! Kim bunu kemâl zannederse, o cehalete düşmüştür. Bu bakımdan halkın çoğu bu cehaletin bataklığında helâk olur. Onlar zannediyorlar ki haşmetin kahrıyla bedenlere güç yetirmek, geniş zenginlikle malları ele geçirmek, rütbe sayesinde kalplerde tâzim ve ihtirama sahip olmak kemâldir! Buna inandıkları ve aradıkları zaman, onunla meşgul olurlar. Bunun için de tehlikelere girerler. Allah'a ve Allah'ın meleklerine yaklaşmayı gerektiren hakîkî kemâl -ki ilim ve hürriyettir- onu unuturlar. (Buradaki) ilim, Allahü teâlâ'nın zikrettiğimiz mârifetinden ibarettir.
(Buradaki) hürriyete gelince, bu hürriyet, şehvetlerin esaretinden, dünya üzüntülerinden, şehvete zebun olmayan, öfkeye meftun bulunmayan meleklere benzemek bakımından cebren dünyayı istilâ etmekten kurtulmak demektir. Çünkü şehvetin ve öfkenin eserlerini nefisten bertaraf etmek, meleklerin sıfatlarından olan kemâldendir.
Allahü teâlâ için bozulmanın ve tesir altında bulunmanın muhal olması onun kemâl sıfatlarındandır. Bu bakımdan kim ârızî sebeplerden ötürü tağyir ve tesirden daha uzak kalırsa o, Allah'a daha yakın olur, meleklere daha çok benzer, derecesi Allah katında daha büyür. Bu kemâl, ilim ve kudret kemâlinin dışında kalan üçüncü bir kemâldir. Biz bunu kemâlin kısımları bölümünde zikretmedik. Çünkü bunun hakikati, yokluk ve eksikliğe dönüşür; zira tağyir, noksanlık, var olan bir sıfatın yok olmasından ibarettir. Helâk ise, lezzetlerde ve kemâl sıfatlarında eksikliktir. Çünkü kemâlât -eğer biz şehvetlerle bozulmamayı ve şehvetlere itâat etmemeyi ilim ve hürriyet kemâli gibi, kemâl sayarsak- üç kısımdır. Bundan gayem; şehvetlere kulluk yapmamak, dünyevî sebepleri irade etmektir. Kul için kudretin kemâli, ilim ve hürriyet kemâlinin elde edilmesinin yoludur. Fakat ölümden sonra bâki kalacak kudret kemâlini elde etmeye yol yoktur; zira kulun mallara, kalplere ve bedenlere güç yetirmesi ölümle sona erer! Mârifet ve hürriyet ise, ölümle sona ermez. Aksine onlar kulda bir kemâl olarak kalırlar ve Allah'a yaklaşmasına vesile olurlar.
Câhillerin ne duruma düştüklerine dikkat et! İki gözden âma olanların düşmesi gibi yüz üstü düşmüşlerdir! Rütbe ve mal ile kudret kemâline yönelmişlerdir Oysa bu sahip olunamayacak bir kemâldir. Eğer sahip olunursa da devamı yoktur. Hürriyet ve ilmin kemâlinden yüz çevirmişlerdir. O kemâl ki insanda meydana geldiği zaman, ebediyyen kalır, ölümle bile kesilmez. "Bunlar o kimselerdir ki dünya hayatını ahirete bedel satın almışlardır. Şüphe yoktur ki onlardan azap hafifletilmez ve onlar yardıma da mazhar olmazlar".
Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdürler. Kalıcı olan güzel ameller ise, Allah'ın katında, sevap yönünden, daha hayırlı, ümit yönünden daha faydalıdırlar.(Kehf/46)
Bu bakımdan ilim ve hürriyet, bâki kalır. Mal ve mevkî ise çabuk yok olacak kemâldir. Bu, Allahü teâlâ'nın, misâl getirdiği gibidir.
Dünya hayatının misali, tıpkı şöyledir: Gökten bir su indirdik, insanların ve hayvanların yediği arz bitkisi o su ile birbirine karıştı; nihayet yer ziynetini takınıp süslendiği, halk da on(un ürününü toplamaya) kadir olduklarını zannettikleri sırada birden emrimiz ona gece veya gündüz geldi; sanki dün o hiç şenlenmemiş gibi, onu (kökünden) biçilmiş yaptık.(Yunus/24)
Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten bir su indirdik, yerin bitkisi onunla karıştı ve (sonunda bitkiler), rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları hâline geliverdi.(Keh/45)
Ölüm rüzgârlarının saçıp savurduğu herşey dünya hayatının (solması yakın olan) çiçeğidir. Ölümün kökünü kazıyamadığı şeyler, insandan sonra kalan salih amellerdir. İşte bununla anlaşıldı ki mal ve rütbe ile olan kudretin kemâli, vehmî bir kemâldir. Aslı astarı yoktur ve yine anlaşıldı ki vaktini bu çeşit bir kemâle hasreden ve bunu esas hedef sanan, cahilin ta kendisidir. Buna şair Ebû Tayyib el-Mütenebbî Ahmed b. Hüseyin şu şiiriyle işaret etmiştir:
Kim saatlerini mal toplamaya sarfederse, hem de bunu fakirlikten korkarak yaparsa,
Kesinlikle onun yaptığı fakirliğin ta kendisidir.
Ancak mal ve rütbenin insanı hakîkî kemâle ulaştıracak miktarı, bu hükmün dışındadır.
Yarab! Bizi hayra muvaffak kıldığın, lûtfunla hidayete erdirdiğin kullarından eyle!
Rütbe'nin mânâsının, kalpleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmek olduğunu bildiğin takdirde onun hükmünün, malları mülk edinme hükmü olduğunu da öğrenmişsin demektir. Çünkü o da dünyanın gelipgeçen ârazlarından bir arazdır. Mal gibi ölümle sona erer. Dünya, ahiretin tarlasıdır. Bu bakımdan dünyada ne yaratılmışsa ondan ahiret azığı edinmek mümkündür.
Nasıl yemek, içmek ve giymek zarureti için az bir mal mutlaka lâzım ise, halk ile beraber yaşamak için küçük bir mevkî de öylece lâzımdır. Nasıl ki insan yemekten müstağni değilse ve dolayısıyla yemeği veya yemeğe vereceği malı sevmesi caiz ise, tıpkı onun gibi, hizmet eden bir hizmetçiye, yardımcı olan bir arkadaşa, irşad eden bir üstada, koruyan ve şerlilerin zulmünü defeden bir sultana (saltanat sahibine) muhtaçtır. Bu bakımdan kulun, hizmetçisini hizmetine dâvet edecek bir hürmetinin hizmetçinin kalbinde bulunmasını istemesi dinen kötü değildir. Arkadaşının kalbinde kendisiyle güzel arkadaşlık yapacağına ve yardımını kendisinden esirgemeyeceğine sevkedecek bir kıymetinin bulunmasını istemesi de kötü değildir. Üstadının kalbinde kendisinden irşadını, öğretmesini, ihtimamını esirgemeyecek derecede bir kıymetinin bulunmasını istemesi de yasaklanmış bir istek değildir.
Sultanın yanında kendisinden serleri defedecek kadar bir kıymetinin bulunmasını istemesi de kötü değildir. Çünkü mal gibi mevkî de gayelere götürücü bir vesiledir. Bu bakımdan mevkî ile mal arasında fark yoktur. Ancak kesin olan şudur ki mal ve mevkînin bizzat kendileri kişinin isteği değildir, hatta def-i hacet için muhtaç olması, evinde bir helânın bulunmasını istemesi gibidir ve onun yerine geçer. Buna rağmen İnsan oğlu helâdan kurtulmak için def-i hacete muhtaç olmamayı isterdi. Bu bakımdan bu, hakîkatte İnsan oğlunun helâya muhib olmadığını gösterir. Öyleyse sevgiliye ulaştırmak için istenilen şeyler sevgili değil, aksine onunla varılmak istenilen gaye sevgilidir.
Fark başka bir misalle daha iyi idrâk edilebilir. Şöyle ki: Kişi bazen yemeğin fazlasını helâ vasıtasıyla bertaraf ettiği gibi, şehvetinin fazlasını eşi vasıtasıyla bertaraf ettiğinden dolayı eşini sever. Eğer şehvetten kurtulmuş olsaydı muhakkak eşinden uzaklaşırdı. Tıpkı def-i hacetten kurtulsaydı helâyı bırakıp ona uğramayacağı gibi... Bazen de âşıkların sevgisi gibi, eşini şahsiyetinden dolayı sever. Eğer şehveti başka bir şekilde bertaraf edilse dahi, yine onu nikâhının altında bırakır. İşte sevgi birincisine değil de bu ikincisine denir. Mal ve mevkî de böyledir. Onlar da bu iki yönden sevilirler. Bu bakımdan bedenin mühim vazifelerine onlar vasıtasıyla varmak için onları sevmek kötü değildir.
Bedenin zaruretinin ve ihtiyacının dışında kalan şeyleri, bizzat kendilerinden dolayı sevmek ise kötüdür! Fakat sevgi, günah işlemeye, yalan, dalavere ve mahzurlu bir işi yapmak suretiyle elde edilen birşeyi kazanmaya, herhangi bir ibâdetle elde edilen birşeye kendisini ulaştırmaya, para ve mevki sahibini zorlamadıkça fâsıklık ve günahkârlıkla vasıflanmaz; zira ibâdet vasıtasıyla mal veya mevkîye ulaşmak, din nâmına bir cinayettir. Bu ise haramdır. Geleceği gibi mahzurlu olan riyanın mânâsı da buraya dönüşür.
Soru: 'Kişinin, sultanın, arkadaşının, hizmetçisinin, hocasının veya kendisine bağlı olan bir kimsenin kalbinde mevkî sahibi olmayı talep etmesi, nasıl olursa olsun mübah mıdır veya hususî bir yönden, hususî bir hududa kadar mı mübahtır?'
Cevap: Bu, üç şekilde istenir. Bu üç şekilden ikisi mübah, biri mahzurludur.
Mahzurlu olan vecih ilim, takvâ ve soy gibi kendisinde bulunmayan bir sıfatın varlığına inandırarak kalplerinde mevkînin yerleşmesini istemesidir. Onlara Hazret-i Ali'nin soyundan geldiğini veya âlim kişi olduğunu veya muttaki olduğunu söyler. Oysa böyle değildir. İşte böyle yapması haramdır. Çünkü böyle yapmak, yalan ve göz bağcılıktır. Gözbağcılık da ya sözle veya muamele ile olur.
Mübah olan iki vechin biri; onların kalbinde, kendisinde bulunan bir sıfatla yerleşmek istemesidir. Hazret-i Yusufun, rabbi tarafından haber verilen sözünde olduğu gibi:
Beni Mısır'ın hazineleri üzerine me'mur et! Çünkü ben iyi korur, iyi bilirim.(Yûsuf/55)
Görüldüğü gibi Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) korumak ve iyi bilmek vasfı ile Aziz'in kalbinde mertebe talep etti. Hem de Aziz kendisine muhtaç olduğu halde... Aynı zamanda Yûsuf dediğinde de doğru idi.
İkincisi ise, ayıplarından birini örtmek, günahlarından birini bilip de kalbindeki kıymeti düşmesin diye gizlemesini istemesidir. Bu da mubahtır. Çünkü çirkinleri örtmek caizdir. Bu hususta perdeyi yırtmak, çirkini göstermek caiz değildir. Burada kandırma yoktur. Aksine bu, bilinmesinde fayda olmayan bir bilginin yolunu kapatmaktır. Tıpkı idareciden içki içtiğini gizleyip, muttaki olduğunu ona telkin etmeye çalışmayan bir kimse gibi... Zira kişinin 'ben muttakîyim' demesi kandırmak olur. Fakat içki içtiğini söylememesi muttaki olmasını gerektirmez. Sadece içtiğinin bilinmesini istememiş olur. Yönetici kendisi hakkında güzel inanca sahip olsun diye kişinin onun huzurunda güzelce namaz kılması da mahzurlu kısımdandır. Çünkü böyle yapmak riyâ ve adam kandırmaktır; zira böyle yapmakla adama Allah'tan korktuğu, hâlis kimselerden olduğu imajını vermektedir. Bu ise riyakârlık ve gösteriş yapmaktır.
Bu takdirde bir insan nasıl ihlâs sahibi olabilir? Dolayısıyla bu şekilde mevki istemek haramdır. Günah ve mâsiyetle mevkî istemek de haramdır. Bu hareket, haram mal kazanmaktan zerre kadar farklı değildir. Nasıl ki karşılıksız veya başka bir dalavere yapıp başkasının malını elde etmek caiz değilse, o kişinin kalbini tezvir ve kandırmak yoluyla mevkî elde etmek de caiz değildir; zira kalpleri mülk edinmek, malları mülk edinmekten tehlike yönünden daha büyüktür!
Övülmenin sevilmesi ve kalbin ondan zevk alması için dört sebep vardır:
Birinci Sebep
Sebeplerin en kuvvetlisi olan birinci sebep, nefsin kemâlini sezmesidir. Biz, kemâlin sevimli ve her sevimlinin idrâk edilmesinin de lezzetli olduğunu belirtmiştik. Bu bakımdan nefis, ne zaman kemâlini sezerse, rahata kavuşur, gelişir ve lezzetlenir. Medh ise, medhi yapılanın nefsine, kâmil olduğunu sezdirir; zira medhedenin söylediği vasıf, ya açıkça görünen veya şüpheli olan bir vasıftır. Eğer o vasıf görünen ve açık bir vasıf ise, bununla lezzetlenmek daha azdır. Fakat lezzetten de uzak değildir. Onu uzun boylulukla veya beyaz tenlilikle övmesi gibi... Her ne kadar bu bir nevi kemâl ise de nefis bundan gâfil olup lezzetinden boş olur. Sen ona sezdirdiğin zaman, sezişin oluşması, lezzetin oluşmasını sağlar. Eğer o vasıf, şüphe götürür bir vasıf ise, bu takdirde lezzet daha büyük olur. İlim veya takva kemâliyle veya mutlak güzellikle övülmesi gibi... İnsan oğlu, güzelliğinin kemâlinden çoğu zaman kuşku duyar. İlminin ve takvasının kemâlinden tereddüt eder. Bu şüphenin giderilmesine müştak olur. Bu işlerde emsalsiz olduğunu anlamış olur. Böylece kalbi de bu hususta mutmain olur. Ne zaman başkası onu anarsa, bu ona itminan ve o kemâli sezişinden dolayı bir güven verir. Lezzeti büyüdükçe büyür. Lezzetin bundan dolayı büyümesi, bu sıfatları bilen ve gören bir kimseden sâdır olduğu takdirde ancak sözkonusu olur, Bu kimse sözünden ancak tahkikten dolayı inhiraf edip cayar. Bu, tıpkı talebenin zekî, çok faziletli ve kavrayışlı sayılarak üstadının övgüsüne mazhar olmasından sevinmesi gibidir; zira bu, lezzetin son zirvesine varmaktır. Eğer bu övgü sözüne itibar edilmeyen veya o vasfı bilmeyen bir kimseden gelirse, lezzeti azalır. Bu illetten dolayı kötülemeden nefret edilir. Çünkü kötüleme, nefsinin eksik olduğunu kendisine sezdirir. Eksiklik ise, sevilen kemâlin zıddıdır. Bu bakımdan bundan nefret edilir. Bunu sezmek de elem vericidir ve bu sırra binaen kötüleme, güvenilir basîret sahibi bir kimsenin ağzından çıktığı zaman, elemi daha da büyür. Nitekim biz bu hususu Medh bölümünde zikretmiştik.
İkinci Sebep
Medh delâlet eder ki, medhedenin kalbi, mehdedilenin mülküdür. Onu irade eder. Onda iyiliğin bulunduğuna inanır. İsteğine müsahhar ve râm olur. Kalplerin elde edilmesi sevilir ve istenir. Böyle olduğunu sezmek lezzettir. Bu illetten dolayı -idareciler ve büyükler gibi- kudreti geniş, kalbini elde etmekten fayda gelecek bir kimseden övgü sâdır olduğu zaman lezzet oldukça büyür. Medhedici itibarsız olduğu veya birşeye gücü yetmeyen kimselerden ise, lezzet azalır; zira böyle bir kimsenin kalbini elde edip güç yetirmek, kıymetsiz birşeye güç yetirmektir. Bu bakımdan onun medhi ancak az bir gücün varlığına delâlet eder.
Zemmin çirkin görülmesi, ferdin ondan elem duyması da bu sebeptendir. Kötüleyen, büyüklerden ise felâketi daha da büyük olur. Çünkü bununla elden kaçan fırsat daha büyüktür.
Üçüncü Sebep
Senâcının senâsı, medhedenin medhi, her dinleyenin kalbini avlamaya sebeptir. Hele medheden, sözü geçerli ve övmesine güvenilir bir kimse ise... Bu durum, cemaat arasında vâki olan medhle ilgilidir. Bu bakımdan cemaat ne kadar fazla ise ve senâ edenin sözüne ne kadar fazla iltifat edilirse, övgü de o kadar lezzetli olur. Bu tür kötüleme de nefse o denli ağır gelir.
Dördüncü Sebep
Medh, medhi yapılanın haşmetine, medhedenin diliyle isteyerek veya istemeyerek onu övmeye mecbur olduğuna delâlet eder. Haşmet de içindeki kahır ve kudretten lezzetlidir. Bu lezzet, medheden için de söylediklerine inanmasa bile lezzetlidir. Fakat bunu belirtmeye mecbur olması, kendisi için bir nevi kahr ve istilâ demektir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin zevki, medhedenin medhten kaçmabilmesi ve güçlü olması nisbetindedir. O halde, tevazudan ötürü övmekten kaçınan kuvvetli bir kimsenin medhinin lezzeti daha fazladır. Bu dört sebebin tümü bazen bir medhedicinin medhinde toplanır. Dolayısıyla onunla lezzetlenme oldukça büyür. Bazen de ayrılma olur. Sadece bazıları bulunur, bu takdirde zevk azalır.
Kemâli sezdirmek olan birinci illete gelince, bu illet medhi yapılanın medhedenin sözünde doğru olmadığını bilmesiyle ortadan kalkar. Nitekim soylu veya cömert veya herhangi bir ilmi bilir veya şer'î yasaklardan sakınır diye övüldüğü ve nefsinin bunların tam zıddıyla muttasıf olduğunu bildiği gibi... Böylece sebebi kemâlin sezdirmesi olan lezzet ortadan kalkar. Dilini ve kalbini istilâ lezzeti ile lezzetlerin diğer kısımları kalır. Eğer medhedenin söylediğine inanmadığını ve bu sıfatın kendisinde olmadığını anlamışsa, kalbin üzerine istilâsı demek olan ikinci lezzet de ortadan kalkar. Övgüsüyle konuşmaya insanı mecbur ettiği büyüklük ve istilâ lezzeti ortada kalır! Eğer bu övmek korkudan değil, eğlence ve alay yoluyla geliyorsa, bütün zevkler iptal olunurlar ve burada hiçbir zevk kalmaz. Çünkü üç sebep de ortadan kalkmıştır. İşte övgüden zevk alan, kötülemeden eziyet duyan, nefsin illet perdesini aralayan bu beyan ettiklerimizdir.
Biz bunu, mevkî ve övgü sevgisinin ve yergi korkusunun tedavi yolu bilinsin diye zikretmiştik; zira sebebi bilinmeyen birşeyin tedavisi mümkün değildir. Çünkü ilaç, hastalık sebeplerini ortadan kaldırmaktan ibarettir.
Lûtuf ve keremiyle muvaffak kılan Allah'tır. Allahü teâlâ her seçkin kulunun üzerine rahmet deryalarını boşaltsın!
Kalbine mevkî ve rütbe sevgisi galip gelen bir kimsenin himmeti, halkın gözetilmesine yönelir. Onlara kendisini sevdirmekle ve onların takdiri için riyâkârlık yapmakla meşgul olur. Söz ve hareketlerinde onların yanında derecesini büyütecek şeylere dikkat eder. Bu ise münafıklığın tohumu ve fesadın esasıdır. Şüphesiz ki bu, insanı ibâdetlerde gevşeklik göstermeye ve riyakârlık yapmaya sürükler. Kalpleri elde etmek için mahzurlu hareketlere zorlar ve bunun için de Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) insanların şeref ve mal sevgisini ve dini ifsad etmelerini, saldırgan iki kurda benzeterek şöyle buyurmuştur:
Suyun otu bitirdiği gibi, bu sevgi münafıklığı bitirir.
Zira münafıklık, fiilde veya sözle zâhirin bâtına muhalif olması demektir. Kim, halkın kalbinde mevkî edinmek istiyorsa, münafıklık yapmaya ve kendinde bulunmayan birtakım güzel ahlâkları belirtmeye mecbur olur. Bu ise nifakın ta kendisidir. Bu bakımdan mevkî sevgisi helâk edici şeylerdendir. O halde onu tedavi etmek ve kalpten söküp atmak farzdır. Çünkü kalp, mal sevgisi temeli üzerine yaratıldığı gibi, bu tabiat üzerine de yaratılmıştır. Bunun ilacı ilim ve ameldir.
İlme gelince, ilim demek, mevkîyi kendisinden dolayı sevdiği sebebi bilmek demektir. O sebep de halkın kalpleri üzerinde tam kuvvet ve kudret (tesir) kurmak dernektir. Biz 'Eğer böyle bir durum İnsan oğlu için müyesser olursa da sonu ölümdür ve İnsan oğlundan sonra kalacak salih amellerden değildir' demiştik. Hatta şarktan garba kadar yeryüzünde olan herkes -hâşâ- sana secde etse bile, elli seneye kadar ne secde eden, ne de kendisine secde edilen kalabilir. Senin halin, senden önce kendilerine tevazu gösterenlerle beraber ölüp giden mevkî sahiplerinin hali gibidir. Bu bakımdan sonu olmayan ve ebedî hayattan ibaret olan dini, böyle birşey için terketmek uygun değildir! Daha önce geçtiği gibi, hakîkî ve vehmî kemâli bilen bir kimsenin gözünde mevkî ve rütbe küçülür. Ancak bu, âhireti görüp ahirete bakan ve çarçabuk geçen dünyayı hakir sayan bir kimsenin gözünde küçülür. Böyle kimse, ölüm onun yanında hazır imiş gibidir. Hali, Hasan-ı Basrî'nin, Ömer b. Abdülâziz'e yazdığındaki hali gibi olmalıdır: 'Sanki sen, kendisi hakkında en son ölecektir diye takdir edilen bir kimsesin!'
Dikkat et! Hasan-ı Basrî geleceğe bakışını nasıl uzatmış, onu o an olmuş gibi takdir etmiştir?
Hâli yine Ömer b. Abdülâziz'in hali gibi olmalıdır ki cevabında 'Sanki dünya olmamıştır ve sanki ahiret ortadadır' diye yazmıştır.
İşte bu kimselerin bakışı ve iltifatları neticeye göreydi. Bu bakımdan netice almak için takva ile çalışırlardı; zira bilirlerdi ki iyi neticeyi muttaki kimseler elde ederler. Böylece dünyada mal ve mevkîyi hakir saydılar. Halk tabakasının çoğunun kalp gözleri zayıftır. Sadece geçici dünyaya bakarlar. O gözlerin nûru neticeleri müşahede etmeye uzanmaz!
Fakat siz dünya hayatını (ahirete) tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.(Âlâ/16-17)
Hayır hayır! Doğrusu siz, peşini (dünya zevklerini) seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz. (Kıyâme/20-21)
Bu bakımdan durumu bu olan bir kimsenin geçici âfetleri bilmek suretiyle mevkî sevgisinden kurtulmak için kalbini tedavi etmesi gerekir. Dünyada mevkî ve rütbe sahiplerini hedef edinen tehlikeleri düşünmeli; zira her rütbe ve mevkî sahibine eziyet edilmek istenir ve hased edilir. Daima mertebesinden sakınır. Oysa kalpler kaynayıp altüst olan kazandan daha fazla değişmektedirler. Kalpler ikbal (yönelmek) ve i'râz (yüz çevirmek) etmek arasında kıvranmaktadır.
Bu bakımdan kalpler üzerine inşa edilen herşey, deniz dalgaları üzerine inşa edilen şeye benzer. Bunun da temel tutması sözkonusu değildir. Kalpleri gözetmekle meşgul olmak rütbeyi korumak, hased edicinin hilesini bertaraf edip düşman eziyetini engellemek, bütün bunlar acele gelen üzüntülerdir. Rütbenin zevkini bulandırırlar. Bu bakımdan dünyada rütbeden istenilen ve umulan şeyler, hiçbir zaman korkusuna denk değildir. Ahirette elden kaçan da ayrı!
O halde bundan dolayı, zayıf olan basireti tedavi etmen uygundur. Basireti nâfiz ve îmanı kuvvetli olan bir kimse ise, dünyaya iltifat etmez. İşte ilim bakımından ilaç budur. Amel bakımından tedaviye gelince, halkın kalbinden mevkîsini kınanacak fiillerde bulunmak suretiyle düşürmektir. Böylece, halkın gözünden düşer. Halk tarafından kabul edilme zevkinden uzak kalır. Şandan şöhretten kaçar, tanınmamayı yeğler. Halkın reddetmesine aldırmaz. Hâlık'ın kabul etmesine kanaat eder. İşte Melamiyye mezhebi budur.20 Zira onlar, kendilerini halkın gözünden düşürmek, şöhretin âfetinden selâmet kalmak için, sûreten çirkin olan hareketlere dalarlar. Önder olan bir kimse için böyle yapmak dinen caiz değildir! Zira önder olan bir kimsenin böyle yapması, müslümanların kalbinde dini zayıf düşürür.
Önder olmayanlara gelince, şöhret elde etmesi için bir mahzuru irtikâb etmesi caiz değildir. Halkın gözünde kıymetini düşürücü mübahları yapması gerekir. Nitekim rivâyete göre padişahlardan biri, bir zâhidi ziyarete gelmiş, zâhid onun yaklaştığını görünce bakla ve sebze istemiş, obur bir şekilde yemeye başlamış, büyük lokmalar yapmış. Bu manzarayı gören padişahın gözünden düşmüş ve padişah geri dönüp gitmiştir. Bunun üzerine zâhid şöyle demiştir: "Seni benden çeviren Allah'a hamdolsun!'
Onlardan biri de şarap içiyor zannını vermek ve halkın gözünden düşmek için şarap rengindeki kadehlerde şerbet içmiştir. Böyle yapmanın da caiz olup olmadığı fıkhî bakımdan tartışmalıdır. Ancak hal sahipleri bazen fâkihin fetvâ verdiği birşey ile nefislerini tedavi ederler. Burada kalplerinin ıslahını görürlerse böyle yaparlar. Sonra bazılarının yaptığı gibi kusur şeklinde kendilerinden sâdır olanı telâfi ederler. Nitekim zâhidlikle tanınan bir kimse vardı, halk kendisine rağbet gösterirdi. Birgün bu zat hamama girdi. Başkasının elbisesini giyip çıktı. Yolda durdu ki kendisini tanıyıp elbiseyi kendisinden alsınlar ve kendisini dövsünler ve 'Bu adam hırsızdır!' desinler de kendisini terketsinler.
Şöhretten uzaklaşmada yolların en kuvvetlisi halktan uzaklaşıp, bilinmeyen bir yere hicret etmektir. Çünkü evinde uzlete çekilen bir kimse şöhret bulduğu bir memlekette bunu yaparsa, uzletinden dolayı halkın kalplerinde iyice yerleşen şöhret sevgisinden uzak olamaz; zira böyle bir kimse çoğu zaman şöhreti sevmediğini zanneder. Oysa aldanır. Onun nefsi, maksadını elde ettiğinden dolayı sükunete kavuşmuştur. Eğer halk onun hakkında inandığından cayarsa, onu zemmedip veya ona uygun olmayan bir duruma kendisini nisbet ederlerse, nefsi feveran edip elemdar olur. Çoğu zaman da böyle olmadığını mâzeret beyan etmek suretiyle ispata çalışır. O tozu onların kalplerinden silmeye gayret sarfeder. Çoğu zaman da halkın kalbinden silmek için yalan söylemeye, hile yapmaya mecbur olur. Bunu, perva etmeden yapar. Böylece kendisinin şöhreti sevdiği anlaşılır. Şöhreti seven bir kimse için şöhretin fitnesi daha büyüktür.
Halktan ümit ettikçe halkın kalbinde mevkî sahibi olmamasını sevmesi mümkün değildir. Bu bakımdan nafakasını çalışmasından veya başka bir yönden temin ettiği, halktan ilişkisini kestiği zaman, bütün insanlar onun yanında düşük insanlar gibi olurlar. Bu takdirde onların kalbinde bir mertebesi olup olmadığına değer vermez. Nitekim şarkın en ücra köşesinde bulunan kimselerin kalbinde değerinin olmamasına aldırmadığı gibi. Çünkü onları görmez ve onlardan bir şey ummaz.
İnsan oğlu ancak kanaatla halktan ümidini keser. Bu bakımdan kanaat eden bir kimse halktan müstağni olur. Müstağni olduğu zaman kalbi halk ile meşgul olmaz. Kalplerde mertebesinin bulunması gözünde beş para etmez. O halde, mertebenin terki ancak kanaat edip halktan ümidi kesmekle olur. Bütün bunlara mertebe hakkında vârid olan, nâm ve nişansızlığı övmek için söylenilen hadîslerle yardım edilir. Selefin şu sözüyle yardım edildiği gibi: 'Mü'min zillet, kıllet veya illetten kurtulamaz'. Bu kişiler, selefin bunları izzete nasıl tercih ettiklerini, ahiret sevabına nasıl rağbet gösterdiklerini görmelidir. Allahü teâlâ onların hepsinden razı olsun!
20) Melâmiyye, fukarâdan bir gruptur. Tarikatlarının esası, tam ihlâs üzerine bina edilmiştir. (İthaf'us-Saâde, VIII/253). Günümüzde kadınlı erkekli toplantılar yapan, müslüman-kâfîr demeden cemaatlerinde herkese yer veren, ibadetleri bırakıp sohbete (!) önem verenlerin, melâmilikle uzaktan yakından hiçbir alâkaları yoktur.
Riya haramdır. Riyakâr, Allah katında sevilmeyen kişidir. Bu hususa âyetler, hadîsler ve eserler şehadet etmektedir.
Ayetler
Şu ibadet edenlerin vay haline ki onlar salâtlarndan gaflet ederler. (Maun/4-6)
Tuzak kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzağı bozulacaktır.
(Fatır/10) Mücâhid 'Bunlar riyakârlardır' demiştir.
'Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz' derler. (İnsan/9)
Allahü teâlâ, Allah'ın vechinden (zatından) başka her iradeyi kendilerinden nefyetmek suretiyle muhlisleri överek şöyle buyurmuştur:
Kim rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, salih bir amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin. (Kehf/110) Hadîsler
Bir kişi 'Ey Allah'ın Resûlü! Kurtuluş nerededir?' diye sorunca Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kulun, Allah'a ibâdet edip onunla halkın (iltifatını) istememesindedir.
İhlas bölümünde bahsettiğimiz gibi, Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği ve Allah yolunda öldürülen, malını sadaka veren ve Allah'ın Kitabı'nı okuyan üç kimsenin hakkında vârid olan hadîste Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
Allah onların her birine 'Yalan söyledin. Sen beni değil, aksine filân adam cömerttir denilsin diye bunu yaptın! Yalan söyledin! Falan kahramandır denilsin istedin. Yalan söyledin. Maksadın filân Kur'ân okur dedirtmekti.
Böylece Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onların sevap kazanmadıklarını ve riyakârlıklarının amellerini yakan yegâne sebep olduğunu haber vermiştir. 27
İbn Ömer, Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:
Kim (amelini) gösterir, riyakârlık yaparsa Allah da onun rezaletini kıyâmette gösterir. Amelini ikram edilsin diye duyuranın, Allah da kabâhatini ifşâ eder. 28
Allahü teâlâ meleklerine 'Bu adam ameliyle beni kasdetmedi. Bu bakımdan onu Siccîn'e koyun!' buyurur. 29
Sizin için en fazla korktuğum şey gizli şirktir.
Ashâb 'Ey Allah'ın Rasûlü! Gizli şirk nedir?' dedi. Hazret-i Peygamber şöyle cevap verdi:
Riyadır. Çünkü Allah kıyâmet gününde kullara amellerin karşılığını verdiği zaman, onlara 'Dünyada kendilerine riyakârlık yaptıklarınızın yanına gidin! Bakın acaba onların yanında bir mükâfat görebilir misiniz?' diyecek!30
Hazret-i Peygamber şöyle buyurur:
-Hüzün kuyusunun şerrinden Allah'a sığınınız!
-Ya Rasûlüllah! Bu 'hüzün kuyusu' nedir?
-Cehennemde riyakâr hafızlar için hazırlanmış bir deredir. 31
Bir kudsî hadîste şöyle denir:
Kim ibadetinde başkasını bana ortak yaparsa, o ibâdetin tamamı onundur. Ben o amelden uzağım. Ben şirk hususunda müstağnilerin en müstağnisiyim. 32
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Biriniz oruç tuttuğunda başını ve sakalını yağlayıp dudaklarını temizlesin ki halk onun oruçlu olduğunu bilmesin! Sağ eliyle verdiğini sol elinden gizlesin. Namaz kıldığında kapısının perdesini örtsün. Çünkü Allah rızkı taksim buyurduğu gibi güzel nâm ve nişanı da taksim buyurmuştur'.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
İçinde zerre kadar riya bulunan bir ameli Allahü teâlâ kabul etmez. 33
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Muaz b. Cebel'in ağladığını görünce 'Seni ağlatan nedir?? diye sordu. Muaz 'Bu kabrin sahibinden (Hazret-i Peygamber'den) dinlediğim şu hadîs beni ağlattı:
Muhakkak ki riyanın en azı dahi şirktir'. 34
Sizin için en fazla korktuğum şey riya ile gizli şirktir. 35 Gizli şehvet de riyanın yanlışlıkları ile inceliklerine dönüşür.
Arşın gölgesinden başka gölgenin olmadığı bir günde, ancak sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden gizleyen bir kişi durur. 36
Gizli yapılan amel, açıkça yapılan amelden yetmiş derece üstündür. 37
Riyakâra, kıyâmette 'Ey fâcir! Ey hileci! Ey riyakâr! Senin amelin boşa gitti. Ecrin yanıp kül oldu. Git, kime amel ediyor idiysen ondan ecrini ve mükâfatını al' denir. 38
Şeddad b. Evs39 şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamberi ağlarken gördüm. 'Seni ağlatan nedir, ya Rasûlallah?' dedim, Şöyle buyurdu: 'Ümmetim için şirkten korktum. Onlar ne puta, ne güneşe, ne aya, ne taşa tapmazlar. Fakat amelleriyle riya (gösteriş) yaparlar!'40
Allah (c. c. ) yeri yarattığında yer, üstündeki mahlûklarla beraber sallandı. Bunun için dağları yarattı. Onları yer için kazık yaptı. Melekler 'Rabbimiz dağlardan daha şiddetli bir mahlûk yaratmadı' deyince bu sefer demiri yarattı. Demire dağları parçalattı. Sonra ateşi yarattı. Ateş demiri eritti. Sonra Allahü teâlâ ateşi söndürme emrini suya verdi. Rüzgâra emretti. Suyu bulandırdı. Bunun üzerine melekler ihtilâfa düşerek 'Ey rabbimiz! Mahlûkatın hangisini daha kuvvetli yarattın?' diye sordular. Allahü teâlâ 'Âdem oğlu bir sadaka verip sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden gizlediği zaman, onun kalbinden daha şiddetli bir mahlûk yaratmadım. Evet! Bu yarattığımın en kuvvetlisidir' dedi. 41
Abdullah b. Mübarek senedli olarak şöyle rivâyet ediyor. Bir kişi, Muaz b. Cebel'e 'Hazret-i Peygamber'den dinlediğin bir hadîs-i şerîfî bize nakleder misin?' dedi. Bunun üzerine Muaz (radıyallahü anh) hüngür hüngür ağladı. Hatta susmayacağını sandım. Sonra sustu, devam ederek dedi: Hazret-i Peygamber bana 'Ey Muaz!' dedi. 'Buyur! Anam babam sana fedâ olsun ya Rasûlüllah!' dedim. O zaman şöyle buyurdu:
Söyleyeceğimi ezberlersen sana fayda verir. Eğer unutursan kıyâmette Allah katında delilin olmaz. Ey Muaz! Allahü teâlâ, yer ve gökleri yaratmadan önce yedi melek yarattı. Sonra gökleri yarattı. Yedi göğün herbiri için bir melek vazifelendirdi. O meleği orada kapıcı yaptı. O gökleri, büyüklük yönünden oldukça yüceltti. Hafaza melekleri, sabahtan akşama kadar ibâdet ve taatta bulunan kulun amellerini göklere yükseltirler. Dünyamıza en yakın göğe varıncaya kadar, o amelin, güneşin ışığı gibi bir ışığı olur. Oraya varıncaya kadar hafaza melekleri temizler ve çoğaltır. Gök kapıcısı melek, hafaza meleğine 'Bu ameli götürüp sahibinin yüzüne vurun! Ben gıybetleri tesbit eden meleğim. Halkın gıybetini yapanın amelinin benden geçip başka bir meleğe varmasına asla müsamaha etmem! Rabbim bana böyle emir buyurmuştur' der.
Sonra hafaza meleği, kulun salih olan bir amelini getirir. (O meleğin yanından geçirir) . O ameli ikinci göğe ulaştırıncaya kadar temizler ve çoğaltır. İkinci göğün bekçisi 'Durun! Bu ameli, sahibinin yüzüne vurun! O bu amelle dünya malını kasdetti. Rabbim bana onun amelinin benden geçip başka bir meleğe varmasına müsaade etmememi emretti. Çünkü o, meclislerde insanlara karşı böbürlenirdi' der.
Hafaza melekleri, kulun nûrunu saçan, oruç ve sadakadan mürekkeb olan amellerini yükseltip götürürler. Hem de kendilerini hayrette bıraktığı halde üçüncü göğe kadar götürürler. Burada üçüncü göğün bekçisi olan melek 'Durun ve bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Ben kibir ve gurura bakan meleğim! "Rabbim bana şu emri vermiştir: Onun amelinin senden geçip başkasına varmasına fırsat verme! Çünkü o, meclislerde, halka karşı kibir ve azamet taslardı" buyurmuştur'.
Hafaza melekleri, kulun, parlak yıldız gibi parlayan ve ses veren tesbih, namaz, hac ve umreden oluşan amelini dördüncü göğe kadar götürürler. Orada bekçi bulunan melek 'Durun! Bu ameli, sahibinin sırtına ve karnına vurun! Ben ucub'u kaydeden meleğim. Rabbim, bu kişinin amelinin benden geçip başkasına varmasına engel olmamı emretti! Zira o, ibâdet yaptığında, ameline ucub ve kibir sokardı!' der.
Hafaza melekleri, kulun amelini dâmada takdim edilen gelin gibi süsleyerek beşinci göğe götürürler. O semanın meleği 'Durun! Bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Onun omuzuna yükleyin. Ben hasedi kaydeden meleğim. Bu kimse insanları kıskanırdı. Kim onun yaptığını yaparsa, kim fazla ibâdete sarılırsa, onları kıskanır, aleyhlerinde bulunurdu. Bu bakımdan rabbim bana, onun amelinin beni geçip başkasına gitmesine engel olmamı emretti!' der.
Hafaza melekleri kulun namaz, zekât, hac, umre ve oruç (tan ibaret olan) amelini altıncı göğe götürürler. Oranın bekçisi olan melek 'Onu durdurun, bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Çünkü o, Allah'ın kullarından hiçbir kimseye merhamet etmezdi. Belâya uğrayan, zarar gören kimselerin haline acımazdı. Hatta belaya uğramalarına sevinirdi! Ben ise rahmet meleğiyim. Amelinin yanımdan geçmemesini rabbim bana emretti!' der. Hafaza melekleri, kulun namaz, oruç, sadaka, zekât, faydalı çalışma ve takvasını gök gürültüsü gibi bir gürültü ve güneşin ışığı gibi bir ışığı olduğu halde, beraberinde üç bin melekle yedinci semaya götürürler. Oranın bekçisi olan melek, onlara 'Durdurun ve bu ameli sahibinin yüzüne çarpın. Onun âzalarına vurun. Onlarla kalbini kitleyin. Çünkü o, o ameliyle fâkihlerin yanında büyüklük, âlimlerin yanında şöhret ve ülkelere nâm salmak isterdi. Bu bakımdan rabbim onun amelinin benden geçmemesini emretti'der. "Allah için olmayan amel riyadır. Allah , riyakârların amelini kabul etmez" der'.
Hafaza melekleri kulun namaz, zekât, oruç, hac, umre, güzel ahlâk, sükût ve Allah'ın zikrinden oluşan amelini gök melekleriyle beraber bütün perdeleri geçip Allah'ın huzurunda durdururlar. Hâlisen Allah için yapılan salih ameli hususunda şahidlik ederler.
Allahü teâlâ onlara 'Siz kulumun amelinin koruyucususunuz. Ben ise, onun nefsini murakabe edenim. O, bu ibâdetleriyle beni değil başkasını kasdetti. Bu bakımdan ona lânet olsun' der. Buna karşılık bütün melekler, bir ağızdan, 'Bizim de lânetimiz onun üzerine olsun!' derler. Yedi kat gök ile yedi kat yer ve içindekiler, hep beraber ona lânet ederler.
Muaz 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen Allah'ın Rasûlü, ben ise Muaz'ım!' dedi. Hazret-i Peygamber buyurdu ki: 'Senin amelinde, her ne kadar eksiklik varsa da bana uy! Ey Muaz! Hamele-i Kur'ân'dan olan arkadaşlarının aleyhinde bulunma! Günahlarını onlara değil, kendine yüklet! Onları zemmedip, yermekle nefsini temize çıkarma! Nefsini onlardan yüce görme! Dünya amelini âhiret ameline karıştırma! Meclisinde, halk senin kötü ahlâkından hazer etsin diye gururlanma! Yanında bir kimse varsa, başkasıyla gizlice fiskos yapma. Halka karşı büyüklük taslama ki senden dünya hayrı kesilmesin. Halkın hayâ perdesini yırtma ki kıyâmet gününde ateş köpekleri seni yırtmasınlar! Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Hemen çekip alanlara. . . ( Nâziât/2)
"Ey Muaz! Bunların kim olduğunu bilir misin?" Ben 'Onlar kimlerdir, annem babam sana fedâ olsun ya Rasûlüllah?' dedim. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Ey Muaz! Allah kime kolaylaştırırsa onun için kolaydır.
Râvî der ki: 'Bu hadîstekilerin korkusundan Muaz'dan daha fazla Kur'ân okuyan görmedim'.
Ashâb'ın ve Alimlerin Sözleri
Hazret-i Ömer, boynunu büken bir kişiyi gördü ve şöyle dedi: 'Ey kişi! Boynunu düzelt! Korku, boyunda değil, kalplerdedir!'
Ebû Umame el-Bahilî, camide, secde halinde ağlayan bir zat gördü ve şöyle dedi: 'Eğer bu durum evinde olsaydı sen sen olurdun!'
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Riyakârın üç alâmeti vardır. 1. Yalnız olduğunda tembelleşir, 2. Halk arasında olduğunda pek faal olur, 3. Övüldüğünde fazla ibâdet eder. Kötülendiği zaman ibâdeti azaltır!'
Bir zat, Ubâde b. Sâmit'e 'Ben Allah yolunda, hem Allah'ın rızasını irade ederek, hem de halkın övgüsünü kasdederek, kılıcımla muharebe ederim' dedi. Ubade 'Senin için hiçbir sevap yoktur!' dedi. Kişi bunu üç defa tekrarladı. Her defasında, Ubade 'Sana bir sevap yoktur' dedi. Sonra üçüncüde "Allah 'Ben şirk hususunda müstağnilerin en müstağnisiyim' buyurmuştur" dedi.
Biri Said b. Müseyyeb'e 'Bazılarımız iyilik yapar, övülmeyi ister!' dedi. Said 'Senden nefret edilmesini ister misin?' dedi. Kişi 'hayır!' dedi. Said 'O halde Allah için bir ibâdet yaptığın zaman onu riyadan arındırmaya çalış!' dedi.
Dahhâk şöyle demiştir: "Sakın hiç biriniz, 'Bu Allah'ın, bu da senin içindir' 'Bu Allah için bu da sılayı rahim içindir' demesin! Çünkü Allahü teâlâ'nın şeriki yoktur".
Hazret-i Ömer, kamçı ile bir kişiyi dövdü. Sonra ona 'Benden kısas al!' dedi. Adam 'Hayır! Senden kısas almam! Onu Allah ve senin için bırakıyorum ve kısas almaktan vazgeçiyorum' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer kendisine 'Sen bana birşey yapmadın. Ya beni bağışla, ben de senin iyiliğini bilip takdir edeyim veya sadece Allah için bırak' dedi. Kişi 'O halde, sadece Allah için bırakıp terkettim' dedi. Hazret-i Ömer "O zaman ne güzel!' dedi.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Bir kavimle (ashâbı kastediyor) arkadaşlık yaptım. Onlardan birine hikmet arzolunurdu. Eğer o hikmetle konuşsaydı muhakkak hem kendisine, hem de arkadaşlarına fayda verirdi. Fakat şöhret korkusu onu konuşmaktan menederdi. Onlardan biri geçerken yolda eziyet verici birşey gördüğünde şöhret korkusundan onu yoldan süpürmezdi'.
Riyakâr, kıyâmet'te dört isimle çağrılır:
1. Ey riyakâr! 2. Ey hilebaz! 3. Ey zarar eden! 4. Ey facir (yalancı) ! Git! Kime çalıştınsa ecrini ondan al! Bizim katımızda sana ecir yoktur' denir. 42
Fudayl b. Iyâz şöyle demiştir: 'Öncekiler, yaptıkları ile, şimdikiler ise yapmadıklarıyla riyakârlıkta bulunuyorlar'.
İkrime şöyle demiştir: Allahü teâlâ, kuluna, amelinden ötürü vermediğini niyetinden ötürü verir. Çünkü niyette riyâ yoktur'.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Riyakâr, Allah'ın kaderini mağlup etmek ister. Kötü bir kimse olduğu halde, halkın, kendisi için 'iyi bir kimsedir' demesini ister. Acaba halk nasıl böyle diyecektir? Oysa rabbinin katında düşüklerin içine girmiş bulunuyor. Bu bakımdan Mü'minlerin onu tanımaları gerekir'.
Katade şöyle demiştir: "Kul riyakârlık yaptığında Allahü teâlâ, meleklerine 'Bakın! Kulum benimle istihza ediyor!' der".
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: 'Kurralar (Kur'ân okuyucuları/hafızlar) üç sınıftır:
Fudayl b. Iyâz 'Bir riyakâra bakmak isteyen varsa, bana baksın!' demiştir.
Muhammed b. Mübarek es-Sûrî43 şöyle dedi: İbâdet kisveni gece takın! Çünkü o, senin gündüz takındığın kisvenden daha şereflidir; zira gündüzün kisvesi mahlûklar için, gecenin kisvesi ise Allahü teâlâ içindir'.
Ebû Süleyman şöyle demiştir: 'Ameli korumak, amel yapmaktan daha zordur'.
İbn Mübarek şöyle demiştir: 'Kişi Horasan'da olduğu halde Kâbe'yi ziyaret eder!' Denildi ki: 'Bu nasıl olur?' Cevap olarak dedi ki: 'Mekke-i Mükerreme'de mücavir olduğunun bilinmesini ister'.
27) Müslim
28) Buhârî, Müslim
29) İbn-i Mübârek
30) İmâm-ı Ahmed, Beyhakî
31) Tirmizî
32) İmâm-ı Mâlik
33) Irâkî bu şekilde vârid olmadığını söylemektedir.
34) Taberânî
35) Daha önce geçmişti.
36) Müslim, Buhârî
37) Beyhâkî
38) İbn Eb'id-Dünya İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: 'Şöhret meraklısı hiçbir zaman Allah'ı doğrulamaz!'
39) Adı Şeddad b. Evs b. Sabit b. Münzir el-Hazrecî'dir. Hazret-i Peygamber'in şâiri Hassan b. . Sabit'in yeğenidir. Künyesi Ebû Yâ'lâ olan bu zat, ashâbdandır. Şam'da vefat etmiştir.
40) İbn Mâce
41) Tirmizî
42) İbn Eb'id-Dünya, (zayıf bir senedle)
Riya 'rüyet' kökünden gelir. Süma ise sima (duymak) kökünden gelir. Riyanın temeli, halka hayırlı hasletleri göstermek suretiyle kalplerinde taht kurmak istemektir. Kalplerde taht kurmak, bazen ibâdet olmayan şeylerle, bazen de ibadetlerle istenilir. Riya tâbiri ise âdet hükmüne göre, ibâdetler ve onları belirtmekle kalplerde taht kurulmasına mahsustur. Bu bakımdan Riya 'Allah'a ibadet ederek kulları kandırmaktır'.
Riyakâr; âbid, kendilerine riya yapılmak istenenler ise halktır. Maksat, onların kalbinde taht kurmak için onlara riyakârlık yapmaktır. Kendisiyle riya yapılan şey, riyakârın göstermek istediği hasletlerdir. Riya ise, onları gösteriş için yapmasıdır.
Kendileriyle riyakârlık yapılan şeyler pek çoktur, fakat onları beş kısımda toplayabiliriz: Bu beş kısım da kulun halk gözünde kendisiyle süslendiği şeylerin toplamıdır. Onlar: Beden, kisve, söz, amel, etbâ ve haricî şeylerdir. Dünya ehli de bu beş şeyle riyakârlık yaparlar. Ancak ibadet olmayan amellerle mertebe istemek ve riyakârlık yapmak, ibâdetle talep edilen riyâdan (ceza bakımından) daha hafiftir.
Birinci Kısım
Beden yönünden dinde riya yapmak. Bu da beden zayıflığını belirtmek ve rengin sarardığını göstermektir ki bu durum, muhâtablarına, ahiretten çok korktuğunu ve din hususunda çok üzüldüğünü göstermek içindir. Beden zafiyetiyle, az yediğine ve sararmakla da geceleyin uykusuz kaldığına, fazla çalıştığına ve din için pek üzüldüğüne inandırmak ister. Böylece saçının tozlu, topraklı olmasıyla da riyakârlık yapar. Bununla da devamlı dinle meşgul olduğunu, saç ve sakalını taramaya bile vakit bulamadığı vehmini verir. Bu sebepler belirdiğinde, halk o adamda bu güzel hasletlerin olduğuna istidlâl eder. Nefis onların bilmesinden dolayı rahata kavuşur. Bu sırra binaen nefis, sahibini bunları göstermeye davet ederek rahata kavuşmak ister. Sesin alçalması, gözlerin çukurlaşması ve dudakların pas tutması da buna yakındır. Bunları bu şekilde göstermekle, daimî bir şekilde oruçlu olduğunu, ilâhî nizama riayet ettiğinden ve fazla aç kaldığından bu şekilde zayıf düştüğünü göstermek ister.
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) bunun için şöyle demiştir: 'Biriniz oruç tuttuğunda başını yağlasın! Saçını tarasın ve gözlerine sürme çeksin'. Benzeri Ebû Hüreyre'den de rivâyet edilmiştir. Bütün bunların sebebi, riya ile şeytanın hilesinden korkmaktır. Bunun için İbn Mes'ud arkadaşlarına 'Onları yağladığınız halde oruçlu olarak sabahlayın!' demiştir. İşte bunlar, dindarların beden ile yaptıkları riyakârlıklarıdır.
Dünya ehline gelince, onlar şişmanlığı belirtmek, pürüzsüz bedeni göstermek, tığ gibi vücut, güzel yüz, beden temizliği, âzaların kuvveti ve uygunluğuyla gösteriş yaparlar.
İkinci Kısım
Görünüş ve kisve ile riyakârlık yapmak. Görünüş, saçın pejmürdeliği, bıyığın tamamının traş edilmesi, yürürken başın öne eğilmesi, harekette sükûnet göstermesi, yüzünde secde eserinin bırakılması, kaba ve sert yünlü elbise giymesi, baldırının yakınına kadar elbisesini kısaltması, yenlerini kısaltıp, elbisesini kirli ve yırtık bırakmasıdır. Bütün bunlarla riyakârlık yapar. Sünnet'e tâbi olduğunu ve bu hususta Allah'ın salih kullarına uyduğunu belirtmek ister. Bâtınında (kalbinde) tasavvufun hakikatlerinden mahrum olduğu halde sûfîlere benzemek için kırmızıya çalar boya ile boyanmış elbiseleri giymesi, seccade üzerinde namaz kılması ve parçalanmış, yamalı elbise giymesi de bu türdendir.
Sarık üzerine izar denilen elbiseyi sarkıtmak, gözlerinin üzerine abâsını salmak, 'yolun tozundan bile sakınır derecede gözleri yorulmuştur' zannını uyandırmak ve o alâmetlerden dolayı gözlerin kendisine dikilmesi için, bunları yapmak da yukarıda bahsi geçen konunun içindedir. Derâ (kaftan) ve teylesanî adlı kisveleri ilimden mahrum olan bir kimse kendisini ehl-i ilimden göstermek için giyerse, o da bu türdendir.
Kisve ile riyakârlık yapanlar birçok tabakaya ayrılırlar. Onlardan bir grup vardır ki zâhidlik göstererek takva sahiplerinin gözüne girmek isterler. Bu bakımdan kirli, yırtık, kısa ve kaba elbiseleri giyerler ki kabalığı, kirli, kısa ve yırtıklığıyla dünyayı önemsemediğini göstersinler! Eğer bu kimseye, normal, temiz ve selefin giydiği elbiselerden giymek teklif edilirse, onun için bu teklif, kendisini boğazlamak kadar zor gelir! Bu kadar zor gelmesinin sebebi, halkın 'o zühd ve takvadan döndü, o yolu terketti ve dünyaya daldı' deme ihtimalidir.
Başka bir tabaka vardır. Bunlar da hem dindarlar, hem de padişah, vezir ve tüccarlar yanında kabul görmek isterler. Eğer güzel elbise giyerlerse, kurra (okuyucular) onları reddeder. Eğer yırtık pırtık elbiseleri giyerlerse, idareciler ile zenginlerin gözünden düşerler. Bu zümre din ve dünya ehlinin gözünde makbul olmayı ister ve ona göre giyerler. Bunların elbiselerinin kıymeti, zenginlerin elbisesinin kıymetindedir. Rengi ve şekli, sâlihlerin elbisesinin renk ve şeklindedir. Bu bakımdan iki grubun da kalplerini kazanmak isterler. Eğer bu kimselere kaba veya kirli bir elbisenin giyilmesi teklif edilirse, idarecilerin ve zenginlerin gözünden düşme korkusundan, bu teklif onlara kesilmekten daha ağır gelir.
Eğer kıymetçe elbisesinden daha az olan Diybekî,44 beyaz ve ince veya desenli ketenden bir elbisenin giyilmesi bunlara teklif edilirse, ehl-i salâh'ın 'Bunlar dünya ehlinin elbiselerine rağbet ettiler' demelerinden korktukları için kendilerine bu teklif zor gelir.
Bu grupların herbiri, mertebesini özel bir kıyafette görmektedir. O kıyafetten daha üstün veya daha düşük bir kıyafete bürünmek kendisine ağır gelir! Her ne kadar bu elbiseyi giymek mübah ise de, kötülenmekten korkarak giymez.
Dünya ehlinin riya ve gösterişi ise, güzel elbiseler, kıymetli binekler, genişlikler, mesken, ev eşyası (mobilya), atlar, rengârenk libaslar ve nefis teylesanlardır. Bu durum, halk arasında ayan-beyandır. Çünkü halk, evlerinde kabâ elbise giyerler. Fakat aynı kılıkla halk ile oturup-kalkmak kendilerine gayet zor gelir. Süslerini takmadan edemezler!
Üçüncü Kısım
Sözle yapılan riya, Din ehlinin riyası va'zetmek, hatırlatmak, hikmetle konuşmak, haber (hadîs)leri ve eserleri ezberlemekledir.Bunları, ilminin çokluğunu isbat etmek, selef-i salihînin durumlarına işaretle itina ettiğini göstermek, halkın huzurunda dudaklarını zikirle kıpırdatmakla gözleri önünde emr-i bi'l-ma'ruf (iyiyi emretme) ve nehy-i an'il münker (kötüyü yasaklama) yapmak, münkerlere karşı kızıp reaksiyon göstermek, halkın günahları pervasızca yapmasına teessüfünü belirtmek, konuşurken sesini zayıf çıkarmak, Kur'ân'ı mahzun olup korktuğunu göstermek için ince sesle okumak, hadîs-i şerifler hıfzettiğini iddia edenin lâfzında bir eksikliği hadîste mâhir olduğu tebeyyün etsin diye- olduğuna dikkati çekmek, hadîsin sahih veya sahih olmadığına dikkati çekmek, bu hususta faziletini belirtmek için acele ile söylemek, hasmını susturmak için mücadele etmektir. Bütün bunları din ilmindeki kuvvetini halka göstermek için yapar!
Sözde olan riya çoktur ve türleri kontrol altına alınamaz. Dünya ehlinin sözle riyaları, şiirleri ezberlemek, darb-ı meselleri hıfzetmek, ibarelerde fesahat ve belâgat göstermek, ehl-i fazilete karşı garabet göstermek ve kalplerini tarafına çekmek için halka izhar-ı muhabbet etmek bakımından nahiv ilminin garip meselelerini ezberlemektir.
Dördüncü Kısım
Amelle yapılan riya. Namaz kılanın uzun bir zaman ayakta durması, sırtını düzeltmesi, uzunca secdede ve rükûda kalması, başını eğmesi, sağa-sola bakmayı terketmesi, sükûneti belirtmesi, ayaklarını ve ellerini düzgün tutması gibi. Oruç, gazâ, hac, sadaka, yemek yedirmek ve karşılama sırasında yürürken huşû göstermek gibi. Konuşmada vekâr, başı eğmek ve göz kapaklarını indirmek gibi. Hatta riyakâr, ihtiyacına bir an önce varmak için bazen acelece yürür. Ne zaman din ehlinden birini görürse derhal vâkara ve başını önüne eğmeye döner. Çünkü hafifliğe ve aceleciliğe nisbet edilmekten korkar. Eğer o kişi gözden kaybolursa, yine aceleyle yürümeye başlar. Yine onu gördüğünde yavaşça yürümeye döner. Allah hatırına gelmez ki Allah'tan korksun. Aksine bir insanın kendisi için âbid ve salihlerden olmadığına inanmasından korkar!
Onlardan bir grup daha vardır ki bunu dinlediği zaman, halvetteki yürüyüşünün halkın yanındaki yürüyüşüne benzememesinden utanır. Nefsini halvette güzel yürümeye zorlar ki halk kendisini gördüğünde yürüyüşünde bir değişiklik yapmaya muhtaç olmasın! Bu kişi böyle yapmakla riyadan kurtulduğunu zanneder. Oysa riyası katmerleşmiştir. Çünkü halvethanesinde de riyakâr oldu; zira o halvet ve tenhada halkın gözleri önünde güzel yürüyebilmek için güzel yürümeye kendini alıştırmıştır. Allah'tan korkarak veya ondan hayâ ederek yapmış değildir.
Dünya ehline gelince, onların riyakârlıkları, kibir, hayalperestlik, elleri kolları sallamak, sık adımlarla yürümek, zeylin (eteğin) etrafına yapışmak, omuz silkmektir ki bunlarla önemine dikkat çekmiş olsun!
Beşinci Kısım
Arkadaşlara, ziyaretçilere ve oturup-kalktığı insanlara riyakârlık yapmak. 'Filân adam filanı ziyaret etti' desinler diye, ulemadan birinin kendisini ziyaret etmesini sağlar veya 'Din ehli kendisini ziyaret ediyor, ona gidip geliyor' denilsin diye bir âbidin, ya da bir sultanın valilerinden birinin 'dinî rütbesinin büyüklüğünden dolayı bunlar kendisinden feyz alır, bereketlenirler' denilsin diye kendisini ziyaret etmelerini sağlar. Şeyhlerle görüştüğünü ve istifade ettiğini göstermek için fazlasıyla şeyhleri anan bir kimse gibi... Bu kimse, kendilerinden ilim ve irfan aldığı kimseler ile böbürlenir. Böbürlenmesi ve riyakârlığı mücadele ettiği anda kendisinden dışarıya sızar.
Başkasına 'Sen hangi âlimleri gördün. Oysa ben falan ve falan zatları gördüm, memleketler gezdim ve üstadlara hizmette bulundum' der ve bu sözlere benzer daha nice sözler söyler. İşte bu, riyakârların kendileriyle riyakârlık ettikleri şeylerin esas noktalarıdır. Hepsi de bununla kulların kalplerinde rütbe ve makam kazanmak peşindedirler.
Başka bir grup vardır ki sadece kendisi için güzel amellere kanaat eder. Nice rahip vardır ki uzun seneler manastırında inzivaya çekilir! Nice âbid vardır ki uzun bir zaman için bir dağın başına çekilmiştir. Sakin sakin durup ibâdete devam etmesi, ancak halkın kalbinde mertebesinin olduğunu bildiğindendir. Eğer halkın kendisini manastırında bir suça nisbet ettiğini bilse, muhakkak bundan ötürü kalbi karmakarışık olur. Allah'ın kendisinin suçsuz olduğunu bilmesiyle kanaat etmez. Aksine bu dedikodudan dolayı üzüntüsü pek büyük olur! Her ne pahasına olursa olsun, o nisbeti insanların kalbinden silmeye çalışır. Mallarından tamahını kesmesine rağmen böyle inanmalarını temine çalışır. Çünkü mertebe peşindedir! Biz Sebepler bahsinde dediğimiz gibi mertebe pek tatlı ve lezzetlidir! Çünkü her ne kadar süratle gelir geçer ise de hal-i hazırda bir nevi kemâl ve kudrettir. Bununla ancak cahiller aldanırlar. İnsanların çoğu da cahildirler.
Riyakârlardan bir grup vardır ki halkın kalbinde mevkî sahibi olmakla kanaat etmez. Bununla beraber dilleriyle kendisini övmelerini de ister.
Başka bir grup da halk fazlasıyla ziyaretine gelsin diye nâm ve şöhretinin yayılması peşindedir!
Diğer bir cemaat ise sultanların yanında meşhur olmayı ister ki aracılığı kabul olunsun, kendisinin eliyle ihtiyaçlar görülsün, dolayısıyla cahiller tabakası yanında menzil ve mertebesi bulunsun!
Başka bir grup, şöhret ile mal toplamak için vakıflardan, yetim malları ve başka haram kaynaklardan da olsa mal kazanmaya çalışır. Bunlar, zikrettiğimiz sebeplerden dolayı gösteriş peşinde olan riyakârların en şerlileridir. İşte riyanın hakikati ve vesileleri bunlardır.
Soru: Riya mutlaka haram mı yoksa mekruh veya mübah mıdır veya haram, mekruh ve mübah oluşu, açıklamaya mı muhtaçtır?
Cevap: Riya konusunda birçok tafsilât vardır. Çünkü riya, rütbe ve mevkî istemektir. Bu istek, ya ibâdetlerle veya ibâdetlerin dışındaki şeylerle olur. Eğer ibâdetlerin dışındaki şeylerle mertebe istenilirse, bu mal istemek gibidir. Yeterli mal kazanmak haram olamaz. Çünkü insanın muhtaç olduğu az mal, övülen maldır. Bu bakımdan kişinin felâketlerden selâmet kalmasına vesile olan mevkîyi elde etmesi de övülür.
Hazret-i Yûsuf un istediği mertebe bu kadardır.
Beni Mısır'ın hazineleri üzerine me'mur et! Çünkü ben iyi korur, iyi bilirim.(Yûsuf/55)
Nasıl malda hem öldürücü zehir ve hem de faydalı panzehir varsa mertebe de böyledir. Fazla malın insanı şaşırtıp yoldan çıkardığı, Allah'ın zikrini ve ahireti unutturduğu gibi, fazla makam ve mertebe de böyledir. Hatta daha şiddetlidir. Mertebe ve makamın fitnesi, malın fitnesinden daha (tehlikeli ve daha) büyüktür. Nasıl biz 'fazla mal edinilmesi haramdır' demiyorsak, 'fazla kalpleri elde etmek de haramdır' demiyoruz. Ancak fazla mal veya fazla rütbe, insanı yapılması caiz olmayan şeylere sürüklerse o zaman hüküm değişir.
Evet! Bütün gayreti fazla ve geniş mertebe elde etmeye sarfetmek, malın çoğalmasına sarfetmek gibi, şerlerin başlangıcıdır. Mertebe ve mal aşığı, kalp, dil ve diğer âzaların günahlarını terketmeye muktedir olamaz.
Haris olmadığın ve gittiği zaman da üzülmeyeceğin mertebe genişliğine gelince, bunda hiçbir zarar yoktur; zira Hazret-i Peygamberin, Hulefâ-i Râşidîn'in ve onlardan sonra gelen din âlimlerinin mertebesinden daha geniş bir mertebe yoktur. Fakat himmeti mertebenin talebine sarfetmek, dinde bir noksanlık ve eksiklik ise de haramlıkla vasıflanmaz. Bu bakımdan deriz ki: Kişinin halk arasına çıkmak için giydiği elbise gösteriştir. Fakat haram değildir. Çünkü ibâdetle değil, dünya ile riyakârlık yapmaktır.
İnsanlar için takılan süsleri de buna kıyas et! Bunun delili, Hazret-i Aişe'den rivâyet edilen şu hadîs-i şeriftir: 'Hazret-i Peygamber birgün ashâbının yanına çıkmak istedi. Bunun üzerine su küpüne bakarak sarığını ve saçını düzeltti. Bu manzara karşısında Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) 'Ey Allah'ın Rasûlü Sen de mi?' dedi. Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Evet! Allah, kulunun arkadaşlarının huzuruna çıkmak istediğinde onlar için süslenmesini ister!
Evet! Bu, Hazret-i Peygamber için bir ibâdetti. Çünkü o, halkı dâvet etmeye, onları kendisine uymaya, teşvik ve terğib etmeye ve kalplerini kazanmaya memurdur. Eğer halkın gözünden düşerse, ona tâbi olmaya rağbet göstermezler. Bu bakımdan gözlerinde küçük görünmemek için görünüşünün güzel olmasına gayret etmesi kendisi için farzdı; zira halkın gözleri, gizli taraflara değil, görünür taraflara kayar. Hazret-i Peygamber'in kasti buydu. Fakat eğer bir kimse böyle yapmakla onların kötülemesinden, ayıplamasından kurtulmayı, hürmet ve tâzim göstermelerini kastederse, bu kasdı mübah bir kasıttır; zira kınanmanın eleminden korunmak, insanlarla yakınlık kurup rahata kavuşmayı istemek, insanın tabii hakkıdır. İnsanlar kendini pis ve kötü gördükleri zaman insan tahammül edemez hale gelir. Bu takdirde onlarla yakınlık kurması sözkonusu olamaz. O halde anlaşıldı ki ibadetlerin dışında olan şeylerde riya ve gösteriş yapmak, bazen mübah olur, bazen de kötü olur, bazı vakitlerde de ibâdet olur. Bunlar o gösterişten istenen maksada göre değişir. Bu sırra binaen deriz ki kişi malını, ibâdet ve sadaka için değil, kendisine 'cömert' dedirtmek için ihtiyaç sahibi olmayanlara infak ederse, yaptığı gösteriştir. Fakat haram değildir. Benzerleri de böyledir.
Sadaka, namaz, oruç, gazâ ve hac gibi ibadetlere gelince, riyakârın burada iki hali vardır.
Birinci hal: Katıksız riyadan başka emeli olmamaktır! Bu riya ameli iptal eder; zira ameller, ancak niyet ve kasıtlara bağlıdır. O ise bunun ibâdet niyetiyle yapmamıştır. Sonra riyakârlık sadece ibâdetin bozulmasıyla kalmaz ki biz 'İbâdetten önceki gibi oldu' diyelim. Âyet ve hadîslerin delâlet ettiği gibi, riyadan dolayı günahkâr olur!
Mânâda iki şey vardır: Birincisi, kullara hile yapmaktır. Çünkü kişi halka, muhlis ve Allah'a mutî olduğunu gösterir, din adamı olduğu hissini verir. Oysa hiç de öyle değildir. Dünya işlerinde de hile yapmak haramdır. Hatta bir cemaatin alacağını edâ ederken halk -cömert olduğuna inansın diye- onlara yardım ettiğini hissettirirse, hilekârlığından dolayı günahkâr olur; zira kalpleri hile ve dalavere ile elde etmektedir!
İkincisi, Allah ile ilgilidir. O da, Allah'a yaptığı ibâdetiyle, insanları kandırmayı kasdetmektir. Bu bakımdan o kimse Allah ile alay etmiştir. Bu sırra binaen Katâde şöyle demiştir: "Kul riyakârlık yaptığında Allahü teâlâ meleklerine 'Kuluma bakın! Benimle nasıl istihza ediyor!' der".
Bunun misâli, hizmetkârların âdetinden olduğu gibi bütün gün sultanlardan birinin huzurunda elpençe durmasıdır. Oysa orada durması ancak sultanın cariyelerinden bir cariyeyi veya hizmetkârlarından bir hizmetkârını seyretmek içindir. Muhakkak ki bu durum, sultanla alay etmek demektir; zira hizmetiyle sultana yaklaşmak istemiyor! Aksine o hizmetle onun kölelerinden birini kastediyor!
Acaba kulun, Allah'ın ibâdetiyle zayıf, fayda ve zarara sahip olmayan bir mahlûka yaklaşmak isteğinden daha korkunç bir hareket tasavvur edilebilir mi?!
Bu ancak şu demektir: Riya yapan kişi zanneder ki kendisini seyreden kul, gayelerinin tahakkuku hususunda -maâzallah-Allah'tan daha kudretlidir. Allah'a yaklaşmaktan ona yaklaşmak daha iyidir! Çünkü onu padişahlar padişahına tercih ederek ibâdetinde hedef yapmıştır.
Acaba bir kulu Allah'tan daha fazla yüceltmekten daha korkunç bir istihza var mıdır? İşte bu, mühlikât (helâk ediciler)in en büyüklerindendir. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu duruma 'küçük şirk' adını vermiştir. Evet! Riya derecelerinin bazısı bazısından daha şiddetlidir. Nitekim -eğer Allah dilerse- bunun beyanı Riyanın Dereceleri bahsinde gelecektir.
Riyanın az veya çok günahtan uzak olan bir kısmı yoktur. Günahlar, riyanın vesilelerine ve âletlerine göre sınıflanır. Eğer riyada Allah'tan başkasına secde etmek ve rükû yapmaktan başka bir hata yoksa, bu (cinayet ve günah bakımından) yeter de artar. Çünkü riyakâr, Allah'a yaklaşmayı kasdetmediği takdirde, muhakkak Allah'ın gayrisine yaklaşmayı kasteder!
Yemin olsun, eğer Allah'tan başkasını secde ile tâzim ederse, açıkça kâfir olur. Ancak riya, gizli küfürdür. Çünkü riyakâr, kalbinde halkı büyütmüştür. O büyütmede ona secde ve rükû etmek vardır. Bu bakımdan onun secdesiyle tazim edilip büyütülen bir yönden insanlardır.
Secde ile Allah'ın tâzîmi ortadan kalkıp halkın tâzîmi kalınca, bu durum şirke yakın bir durum olur. Ancak görünüşte secde ile Allah'ı tâzim etmekte, aslında ise gayesi büyük saydığı kimsenin kalbinde kendi nefsini büyütmektedir. Bu sırra binaen riya açık şirk değil gizli şirk olur. Bu durum cehaletin katmerlisidir. Ancak şeytan tarafından kandırılmış kullar kendisine fayda veya zarar, rızık, ecel, hali hazırdaki veya gelecekteki durumu hakkında Allah'tan daha fazla yardım edeceğini hayal eder! Bunun için de Allah'tan yüz çevirip onlara yönelir, kalplerini kazanmak için taptıklarına havâle ederse, yaptığının en az karşılığı bu olur. Çünkü bütün kullar nefislerini idare etmekten acizdirler. Kendilerine bile fayda veya zarar vermeye kudretleri yoktur. Acaba dünyada bunu nasıl başkasına verebilirler? Acaba babanın evladı yerine, evladın baba yerine cezalandırılmadığı, peygamberlerin bile 'nefsim, nefsim' dediği bir günde, nasıl başkasına fayda veya zarar verebilirler? Acaba cahil, dünyadaki yalancı tamahkârlığıyla halktan beklediği şeylerde nasıl ahiret sevabını ve Allah'ın (rahmetine) yaklaşmayı değiştirir? Bu bakımdan şüphe etmemek gerekir ki Allah'ın ibâdet ve taati ile riyakârlık yapan bir kimsenin, kıyasla (akılla) da, nakille de Allah'ın gazabına uğrayacağı sabit olmuştur.
Bu durum, eğer ecir istemezse sözkonusudur. Sadakasında veya namazında ecir ile hamdi birlikte istediği zaman bu istek ihlâsın ruhuna zıd düşen şirktir. Biz şirkin hükmünü İhlâs bölümünde belirtmiştik. Bizim naklettiklerimizin doğruluğuna Said b.Müseyyeb ile Ubade b. Sâmit'in 'Burada onun hiç bir eşi yoktur' demeleri delâlet eder.
43) Bu âbid zat Şam'ın şeyhidir. Ebî Müshir'den sonra bu mertebeyi ihraz etmiştir. H. I53'de doğmuş, H. 215'de vefat etmiştir.
44) Diybek köyüne mensub bir elbisedir. Dimyat'a yakın bulunan bu köy şimdi harebe halindedir. Bu elbise ipekten yapılır.
Riya kısımlarının bazısı diğerinden daha şiddetli ve kabadır. Değişiklik rükünlerinin ve içindeki derecelerinin değişikliği sebebiyledir.
Rükünleri üçtür:
a) Kendisiyle riyakârlık yapılan şey
b) Kendisi için riyakârlık yapılan şey
c) Riya kasdının kendisi
Birinci Rükün
Riya kasdının kendisidir. Bu kasd ya Allah'ın ibadetiyle sevab irade etmeksizin mücerred (soyut) bir kasıt veya sevab irade eden bir kasıttır. Eğer kasdı bu ikinci kısım ise sevabın iradesi ya daha kuvvetli ve galip olur veya daha zayıf, yahut da ibâdet iradesine eşit olur. Bu bakımdan dereceleri dört olur:
Birinci Derece: Riya derecelerinin en kabası olan bu derece muradının asla sevab olmaması demektir. Halk arasında olduğunda namaz kılıp, tek başına kaldığında namaz kılmayan kimse gibi. . . Bu tür adamlar, çoğu zaman, halkla beraber olduğunda, abdetsiz namaz kılar! O halde bu adam, maksadını sadece riyakârlığa tevcih etmiştir. Bu bakımdan Allah'ın katında nefret edilen bir kimsedir. Sevabı kasdetmeyip sadece halkın korkusundan sadaka veren de böyledir; zira bu kimse tek başına kalsaydı, muhakkak o sadakayı vermezdi. Bu derece, riyanın en yüksek derecesidir.
İkinci Derece: Hem riya hem sevap kasdı vardır. Fakat sevap kasdı zayıftır. Şöyle ki, eğer tek başına bulunsaydı yapmaz ve sadece o kastı onu harekete geçirmezdi.
Eğer sevap kastı olmasaydı, riya ve gösteriş onu bu hususta harekete geçirirdi. Riyanın bu derecesi, bir önceki derecesine (tehlike bakımından) yakındır. Burada bulunan sevabı kasdetme kokusu şayet tek başına kalsaydı onu harekete geçirmezdi. Allah katındaki, günah ve buğzu bertaraf etmezdi.
Üçüncü Derece: Riya ve sevabı eşit derecede kasdetmesidir. Öyle ki eğer bunlardan hangisi tek başına kalsaydı onu harekete geçiremezdi. İkisi bir arada bulunduğunda çalışma rağbeti gelişip kabarır veya eğer onların biri tek başına kalırsa, kişiyi harekete geçirmeye yeterlidir. İşte bu durum, ıslah ettiği gibi, ifsad da eder. Bizim Allah'tan ümidimiz, onun bu durumdan başabaş kurtulmasıdır. Ne lehinde, ne de aleyhinde olmasıdır veya üzerindeki ceza kadar sevabı olmasıdır. Biz bu hususu İhlâs bölümünde anlatmıştık.
Dördüncü Derece: Halkın ameline vâkıf olması, gönülden o amelde çalışmasını takviye eder. Eğer bu durum olmasaydı, ibâdeti terketmezdi. Eğer sadece riya kastı olsaydı, o ibâdete yönelmezdi. Hakîkat ancak Allah'ın katındadır. Fakat bizim zannımıza göre bu davranış, sevabı temelinden yakmaz. Ancak azaltır veya riya kastının nisbetinde ceza görür. Sevab kastının nisbetinde de mükâfat görür.
Hazret-i Peygamberin Allahü teâlâ ben şirkten müstağni olanların en müstağnisiyim. Bir amel yapıp benimle başkasını ortak yapanı şirkiyle başbaşa bırakırım'45 hadîsi ise, iki maksadın (riyâ ile sevap maksadı) eşit olduğu veya riya kastının daha ağır bastığı duruma hamledilir.
İkinci Rükün
Kendisiyle riyakârlık yapılan alettir. O da ibâdetlerdir. Bu kısım da ibâdetlerin esasları veya vasıflarıyla riyakârlık yapmak üzere ikiye ayrılır.
Birinci Kısım
İbâdetlerin esaslarıyla olan ve en kabası bulunan birinci kısım, üç dereceye ayrılır:
Birinci Derece: İmanın esasıyla riya yapmaktır. Bu tür riya, riyakârlığın en çirkini ve en kabasıdır. Bu tür riyanın sahibi cehennemde ebedî kalır. Bu kişi, şehâdet kelimelerini diliyle söyler. İçi ise yalanlamakla doludur. Fakat buna rağmen İslâm'ın zahiriyle gösteriş yapar!
Münafıklar sana geldikleri zaman 'Şahidlik ederiz ki sen, muhakkak Allah'ın peygamberisin' derler. Allah senin kendisinin elçisi olduğunu muhakkak bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder. (Münâfikun/1)
Yani sözleriyle kalplerinin doğruluğuna dair yapmış oldukları istidlâlde tamamen yalancıdırlar.
İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına ait sözü hoşuna gider. Kalbinde olana (sözlerinde samimi olduğuna) Allah'ı şahid tutar. Oysa o, düşmanların en şiddetlisidir. (Bakara/204)
Ey Mü'minler! Din kadeşlerinizden başkasını dost edinmeyin! Onlar size fenalık yapmakta, fesad çıkarmakta kusur etmezler ve sıkıntıya girmenizi arzu ederler. Onların size karşı olan kin ve düşmanlıkları, ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür.
Tenhada başbaşa kaldıkları vakit size olan kinlerinden ötürü parmaklarının uçlarını ısırırlar. (Âl-i İmrân/118-119)
Onlar namaza kalktıkları zaman istemeyerek kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı pek az anarlar. O münafıklar, küfürle îman arasında yalpalayıp dururlar. (Nisa/142-143) Onların hakkında vârid olan âyetler pek çoktur.
İslâm'ın başlangıcında, kötü bir gaye için İslâm'a girenler pek çok olurdu. Bu durum, bizim zamanımızda pek az görülen bir durumdur. Fakat gizlice dinden çıkan, cennet, cehennem ve kıyâmeti inkâr ederek mülhidlerin sözünü edenlerin münafıklıkları pek çoktur veya ibahî (herşeyi mübah bilen ve ortak mal sayan) kimselerin inancına meylederek ilâhî nizam ve ahkâmın kaldırıldığına inanan, küfür veya bid'ata inandığı halde tersini gösteren bir kimse gibi düşünen münafıklar çoğalmıştır. Bunlar cehennemde ebedî ve daimî kalacak riyakâr ve münafıklardandırlar. Artık tehlike bakımından bu riyanın ötesinde bir riyanın olduğu düşünülmez. Bunların hali alenen fısk ve fücur yapanların halinden daha şiddetlidir. Çünkü bunlar gizli küfür ile zâhirî münafıklığı bir araya toplamışlardır.
İkinci Derece; Dinin esasını tasdik edip doğrulamakla beraber, ibâdetlerin esasıyla riyakârlık etmektir. Bu da Allah katında büyük bir cürüm (suç) tur. Fakat birinci dereceden daha hafiftir.
Bunun misâli, kişinin malı başkasının elinde olur. Ona malının zekâtını çıkarıp vermesini -aleyhinde konuşmasın diye emreder. Oysa Allah bilir eğer mal, kendisinin elinde olsaydı, onun zekâtını vermezdi. Veya namaz vakti gelip çatar, kendisi de bir cemaatte bulunur ve kalkıp namaz kılar. Oysa âdeti tenha bir yerde olduğunda namaz kılmamaktır. Böylece Ramazan orucunu tutar. Oysa tenha bir yerde olup orucunu yemeyi ister. Cum'a namazında da durumu böyledir. Fakat halkın dedikodu korkusu olmasaydı gitmezdi. Veya halkın korkusundan sılayı rahim yapar, anne ve babasına iyi davranır, hacca ve gazaya gider! Bu, beraberinde Allah'a inanmak olduğu halde yapılan riyadır.
Riyakâr, Allah'tan başka mâbud olmadığına inanır. Eğer Allah'tan başkasına secde etmeye veya ibâdet yapmaya zorlanırsa bunu yapmaz. Fakat tembelliğinden dolayı ibâdetleri terk eder. Halkı gördüğü zaman neşesi kaçar. Halk nezdindeki mertebesi, Allah katındaki mertebesinden daha sevimli gelir. Bu bakımdan Allah'ın cezasından daha çok, halkın kötülemesinden korkar. Onların kendisini övmeleri, Allah'ın kendisine vereceği sevaptan daha çok hoşuna gider! Bu ise cehaletin en son derecesidir. İnanç bakımından îmanın esasından her ne kadar çıkmamışsa da bunu yapanın Allah'ın gazabına müstehak olması pek uygundur.
Üçüncü Derece: Ne îman, ne de farz ibâdetlerle gösteriş yapmaz. Fakat eğer terk ederse günahkâr olmayacağı nafile ibâdetlerle ve sünnetlerle gösteriş yapar. Fakat sevabına pek rağbeti olmadığı ve umulan sevaba tembelliği tercih ettiği için tenhada olduğunda onları yapmaz. Buna rağmen riya onu yapmaya zorlar. Buna misâl: Namazda cemaatte bulunmak, hastaları ziyaret etmek, cenazeleri kaldırmak, ölüyü yıkamak, gece teheccüdünü (gece namazı) kılmak, Arefe günü oruç tutmak, aşura, pazartesi ve perşembe günü oruç tutmak gibi. . .
Riyakâr, bunları ya halkın korkusundan veya övmesinden ötürü yapar. Allahü teâlâ da bilir ki tek başına kaldığında farzların edasından başka hiçbir nafile kılmaz. Bu da büyük günahtır. Fakat kendisinden önce bahsi geçenden daha hafiftir. Çünkü o, halkın övgüsünü Allahü teâlâ'nın övgüsüne tercih etti. Bu ise onu yapmadı; zira bu eğer nafileyi terkederse terk ettiğinden dolayı herhangi bir cezadan korkmaz. Sanki öncekinin yarısında bulunur. Cezası da onun cezasının yarısıdır. İşte ibâdetlerin esasıyla yapılan riya budur.
İkinci Kısım
İbâdetlerin asıllarıyla değil, vasıflarıyla riyakârlık yapmaktır. Bu da üç derecedir:
Birinci Derece: Terkederek, ibâdette eksiklik yaparak riyakârlık yapmaktır. Gayesi, rükü ve secdeyi hafif yapıp, okumayı uzatmamak olan bir kimse gibi. . . Bu zat, halkı gördüğü zaman, güzel rükû ve secde yapar. Sağa sola bakmayı terk eder. İki secde arasındaki oturmayı tamamlar.
İbn Mes'ûd der ki: 'Kim bunu yaparsa, bu yaptığı rabbiyle istihza etmek ve rabbini hafife almaktır!' Yani Allah'ın tenhada iken de yaptıklarına muttali olduğuna aldırmaz. Fakat bir insan kendisini gördüğünde, güzel namaz kılmaya başlar.
Bir insanın huzurunda bağdaş kurarak veya yaslanarak oturan bir kimsenin huzuruna o yanında bağdaş kurduğu adamın hizmetçisi girdiğinde kalkıp güzel oturursa, onun bu hareketi, hizmetkârı efendisinden üstün tutmak ve efendi ile istihza etmek demektir. İşte mürainin (riyakârın) cemaat içinde güzel namaz kılıp, yalnızken bu şekilde namaz kılması da böyledir. Zekâtını düşük paralar (müellifin zamanına mahsus bir durumdur) veya hububattan veren, fakat kendisini kontrol eden biri olduğunda onun kınamasından korkarak iyisinden verenin hali de böyledir. Halk korkusundan oruç tutan, dilini gıybet ve fâhiş konuşmaktan koruyan bir kimsenin -eğer bunu oruç ibâdetinin mükemmel olması için yapmazsa- hali de budur. Bu da riyanın mahzurlu kısmına girer. Çünkü burada yaratıklar, yaradandan daha önemli kabul edilmişlerdir. Fakat ibâdetlerin temelleriyle riyakârlık yapmaktan tehlike yönünden daha hafiftir. Eğer riyakâr 'Ben bunları halkın dilini gıybetten korumak için öyle yaptım. Çünkü benim rükûu ve secdeyi hafif geçiştirdiğimi veya fazla sağa-sola baktığımı gördükleri takdirde ağızlarını gıybet için açarlar. Ben ise, onları bu günahlardan korumak istedim' dese, cevap olarak ona denir ki: Bu düşüncen şeytanın bir hilesi ve kandırmasıdır. Durum hiç de senin düşündüğün gibi değildir. Çünkü namazının eksik olmasından doğan zarar, başkasının gıybetinden neşet eden zarardan daha büyük ve kabarıktır. Eğer dediğin gibi, seni buna sevkeden dindarlık olsaydı, muhakkak kendi nefsine şefkatin daha fazla olurdu. Senin buradaki durumun, hediyelere nail olsun diye, cariyesini bir padişaha verenin durumu gibidir. Bu adam âzaları kesik, yüzü çirkin ve gözleri kör olan cariyesini padişaha hediye eder. Fakat padişahın yanında bir kısım hizmetkârlar olduğunda, onların zemmetmesinden korkarak cariyeyi vermekten imtina eder. Bu durum elbette muhaldir. Çünkü padişahın hizmetçisini gözetenin elbette padişahı daha fazla gözetmesi lâzımdır.
Evet! Riyakârın burada iki hali vardır:
Birinci hâl: Riyakârlığıyla halk nezdinde övülmeyi ve büyük mevkî sahibi olmayı istemesidir. Bu kesinlikle haramdır.
ikinci hâl: Rükû ve secdenin güzel yapılmasında ihlâsı değil, fakat 'Eğer hafif yapsam, Allah katında namazım eksik olur. Halk gıybetimi yapmak ve aleyhimde bulunmak suretiyle bana eziyet verir. Bu bakımdan görünür tarafı güzelce yapmak suretiyle onların aleyhimde konuşmalarından kurtulur, herhangi bir sevap da ummam. Oysa böyle yapmam, namazın zâhirî güzelliğini terk edip hem sevabın elimden kaçmasından hem de halkın aleyhimde konuşmasından daha hayırlıdır' demesidir.
Burada biraz düşünmek gerekir. Sıhhatli fetva şudur:
Kişinin üzerine farz olan, hem namazını güzel kılmak, hem de ihlâslı yapmaktır. Eğer bu hususta niyeti teminden aciz ise, tek başına bulunduğundaki âdetine devam etmelidir. Hiçbir zaman halkın zemmini, Allah'ın tâat ve ibâdetiyle riyakârlık etmek suretiyle bertaraf etmesi uygun değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi böyle yapmak, ibâdetle oynamaktır.
İkinci Derece: Terkinde herhangi bir eksiklik sözkonusu olmayan ancak ibâdetin tamamlayıcısı hükmünde olan şeyin yapılmasıyla riyakârlık yapmaktır. Rükû, secde ve kıyamı uzatmak, namazdaki hareketleri güzelce yapmak, elleri kaldırmak, birinci tekbiri (tahrim tekbirini) aceleyle almak, îtidali (rükûdan sonraki kalkışı) güzelleştirmek, mûtadı olan sûreden fazlasını okumak gibi. . .
Ramazan orucunda fazla halvete girmek ve uzun zaman susmak da böyledir. Zekâtta en güzel malı, güzelin yerine vermek, kefaret için pahalı köleyi âzad etmek de böyledir. Bütün bunlar, eğer tek başına kalırsa yapmayacağı şeylerdir.
Üçüncü Derece: Nafile ibâdetleri fazla yapmakla riya ve gösteriş yapmasıdır. Cemaat gelmeden mescide gitmesi, ön safa geçmesi, imamın sağına yönelmesi ve benzerleri gibi. Allah bilir eğer tek başına olsaydı, nerede duracağı, ne zaman namaza başlayacağı pek umurunda olmazdı. Bütün bunlar kendisiyle riya yapılan şeylere göre değişir. Bazısı bazısından daha şiddetlidir.
Üçüncü Rükün
Kendisi için riya yapılandır. Şüphesiz riyakârın bir hedefi vardır. Bunun da üç derecesi vardır.
Birinci Derece: Derecelerin en şiddetlisi ye en tehlikelisi olan birinci derece, bir günahı işlemiş olmasıdır. İbâdetiyle riyakârlık yapmak, şüphelileri yememek, fazla nafile kılmakla takva gösterisi yapan kimse gibi. . . Bu kimsenin gayesi, güvenilir görünmek, dolayısıyla kadılık, vakıflar, vasiyetler veya yetim mallarına bakmak vazifesine tayin edilmek ve doya doya onlardan yemektir veya kendisine zekât ve sadakaların teslim edilmesi, ele geçirdiği zekât ve sadakalardan istediğini faydalandırması veya kendisine emanetlerin teslim edilmesidir. Onları alıp inkâr etsin veya hac yolunda infak edilen mallar kendine teslim edilsin ki bir kısmını veya tamamını kendisine ayırsın veya o mal ile hacıları kendisine bağlamış olsun, onların kuvvetleriyle de kötü amaçlarına varsın!
Bazıları de bazen mutasavvıf kisvesini, bazen korku hâlini gösterir. Va'z ve irşad yoluyla hikmetli söz söyler. Oysa maksadı bir kadına veya tüysüz bir çocuğa kendisini sevdirmek ve onunla çirkin şeyler yapmaktır. Bazen de maksadları çocukları ve kadınları seyretmek olduğu için, ilim, va'z ve Kur'ân halkalarına iştirak ederler. Kur'ân ve ilim öğrenmeye tâlib olduklarını belirtirler veya yolculukta kadın veya tüysüz çocukları elde etmek için hac seferine katılırlar! Bunlar Allah katında riyakârların en iğrencidirler.
Çünkü rablerinin ibâdetini günahlarına merdiven yapmışlardır. Fâsıklıklarında sermaye edinip ticaret aleti yapmışlardır.
Yapmış olduğu ve itham edildiği halde ısrar edip o töhmeti kendinden uzaklaştırmak ve takva sahibi olduğunu göstermek isteyen kişi, her ne kadar bunlar kadar değilse de bunlara yakındır! Bir emaneti inkâr eden ve bu günahı ile itham edilen bir kimse gibi. . . Bu kimse 'Kendi malını sadaka veriyor' denilsin diye, o inkâr ettiği emaneti sadaka verir! Acaba bu adam nasıl başkasının malını helâl sayar?
Bir kadın veya tüysüz bir oğlanla çirkin ilişkide bulunmakla itham edilen ve bu duruma üzüldüğünü göstererek, takvalı olduğunu belirterek bu töhmeti defetmeye çalışanın durumu da böyledir.
ikinci Derece: Mübah bir mertebeye varmak, bir malı elde etmek veya güzel bir kadınla evlenmektir.
Kadınlar kendisiyle evlenmeye tâlib olsun ve kendisine bol bol ihsanlar yapılsın diye üzüldüğünü belirten, va'z ve irşadla meşgul olan kimse gibi. . . Bu kimse ya belli bir kadınla evlenmek için böyle yapar veya soylu bir kadınla evlenmeyi arzu eder. Alim ve âbid bir kimsenin kızıyla evlenmek isteyen ve kızını kendisine versin diye ilim ve ibâdete karşı rağbetinin olduğunu söyleyen kimse gibi. . . Bu mahzurlu bir riyadır. Çünkü ibadetle dünya malını kasdetmektedir. Fakat bu riya bir öncekinden daha hafiftir. Çünkü bu kısımda kastedilen şey esasında mübahtır.
Üçüncü Derece: Bir mertebeye varmayı, mal elde etmeyi veya evlenmeyi kasdetmez. Fakat kendisine kem gözle bakılmasın diye ibâdetini anlatır. Bunu da avamdan sayılıp havas ve zâhidler sınıfından sayılmayacağı korkusundan yapar.
Acele yürüyüp, halkın kendisine 'bu vâkar ehlinden değil, unutkanlık veya hevâ ehlidir' demesinden korkarak çabuk yürümeyi bırakıp yavaş yürüyen kimse gibi. . . Eğer güldüğünde veya şaka yaptığında istiğfar ederse derin nefes alıp üzüntüsünü belirtirse ve 'Âdem oğlunun nefsinden gafleti ne kadar da fazladır' derse, Allah bilir eğer tenhada bulunsaydı bu durum kendisine ağır gelmezdi. Böyle davranmanın hükmü de yukarıda geçtiği gibidir. Çünkü korkusu, hakir görüleceğinden kaynaklanır.
Teravih veya teheccüd (gece) namazı kılan, perşembe ve pazartesi günleri oruç tutan veya sadaka veren bir cemaati gördüğünde tembelliğe nisbet edilip halk tabakasından sayılacağı korkusuyla onlara uyan kimsenin durumu da böyledir. Eğer tek başına kalırsa, hiçbir şey yapmaz. Aşure veya Arefe veya Haram aylarda susadığı halde halkın oruçsuz olduğunu bilmesinler diye su içemeyen kimse gibi. . .
Halk onun oruçlu olduğunu zannettiği zaman, bu zanları için yemez veya yemeğe dâvet edildiğinde oruçlu olduğu sanılsın diye yemekten imtina eder.
Bazen 'Ben oruçsuzum' demez, fakat 'Benim özrüm vardır' der. Böyle söylemesi iki çirkini bir araya getirmek demektir. Çünkü kendisini oruçlu gösterir. Sonra riyakâr olmayıp ihlâslı olduğunu zannettirip ibâdetin gizli olması gerektiğini savunur. Sonra suya ihtiyaç duyduğunda açıkça ve işaretle özür belirtmekten ve şiddetli susamaya yol açan aynı zamanda oruç tutmamaya ruhsat veren bir hastalığı ileri sürer veya Talanın kalbini hoşnud etmek için orucumu bozdum' der. Sonra bu söylediklerini de arka arkaya söylemez ki riyakârlık yapıyor veya özür diliyor zannedilmesin. Aksine bekler, sonra bir hikâye biçiminde özrünü arzeder! Şöyle demesi gibi: 'Filân zat, ihvanını pek sever, ihvanın yemeğinden yemesini ister. Bugün bana çok ısrar ettiği için kalbini kıramadım' veya şöyle demesi gibi: 'muhakkak annem zayıf kalpli bir kadındır. Benim için pek müşfiktir. Ben, bir gün oruç tutsam hasta olmamdan korkar. Bu bakımdan orucuma mâni olur'.
Bu ve bunun benzeri sözler riya alâmetleridir. Dile riya, ancak damarı kalpte yerleştiği için gelir. Muhlis bir kimse ise, halkın kendisine nasıl ve hangi gözle baktığına aldırmaz; eğer oruca rağbeti yoksa başkaları için özürler beyan etmez. Allah da onun bu arzusunu görmektedir. Bu bakımdan Allah'ın ilmine muhalefet eden herhangi bir (yapmacık) hareket, telbis ve riyanın kendisinden sâdır olmasını istemez. Eğer Allah için oruç tutmaya bir rağbeti varsa, bunu Allah'ın bilmesiyle yetinir ve başkasını Allah'a ortak koşmaz.
Bazen kalbine 'Belirtirsem başkasına örnek olurum' fikri gelir. Fakat bu fikirde hile ve aldanış vardır. Bunun izahı ileride gelecektir.
işte bunlar riyanın dereceleri ve riyakârların sınıflarıdır. Hepsi de Allah'ın gazabı altındadırlar. Bu ise helâk edicilerin en şiddetlisidir. Şiddetli olması şundandır ki içinde karınca izinden daha gizli şaibeler vardır. Nitekim bu husus haberde vârid olmuştur. 46 Kalplerin tehlikelerini, dilin âfetlerini bilmeyen cahil âbidler bir yana, burada güzide âlimlerin bile ayağı kayar! Allah en doğrusunu bilir.
45) Daha önce geçmişti.
46) İmâm-ı Ahmed ve Taberânî, (Ebû Musa el-Eş'arî'nin 'Bu şirkten sakının! Çünkü o, karıncanın izinden daha gizlidir' hadîsinden)
Riya'nın gizli ve açık olmak üzere, iki kısım olduğunu bil! Açık riya, insanı ibâdete,-sevab ve ecir kastı olmaksızın- teşvik eden riyadır. Bu kısım, riyanın en açığıdır.
Bundan az daha gizli olan riya, tek başına insanı ibâdete sevk etmez. Ancak kendisiyle Allah'ın rızasının irade edildiği ibadet, bu tür riya yüzünden kolaylaşır. Her gece teheccüd namazını kılmayı âdet edinen ve bu namazın kendisine ağır geldiği kimse gibi. . . Bu kimseye misafir geldiğinde teheccüd namazına can atarcasına kalkar ve kalkması kendine hafif gelir. Bilir ki eğer sevabı ümit etmesi olmasaydı, sadece misafirlerin görmesi için kalkıp namaz kılmazdı.
Amele tesir etmeyen, hatta kolaylaştırmak hususunda da bir tesiri olmayan riya çeşidi, bundan daha gizlidir. Fakat bu tür riya, bütün bunlarla beraber kalpte gizli bulunur. İbâdete teşvik etmediği ancak alâmetlerle bilinir. Riyanın en açık alâmeti, halkın ibâdetine muttali olmasına sevinmesidir. Bu bakımdan çok kul vardır ki halis ibâdet yapar, riyaya inanmaz, ondan nefret eder. Böylece de amelini tamamlar. Fakat halk, amellerine muttali olduğu zaman memnun olur, rahat eder. Bu durum, onun kalbinden ibâdetin yorgunluğunu giderir.
Bu sevgi, gizli riyanın varlığını bildirir. Sevgi ondan sızar. Eğer kalbin halka iltifatı olmasaydı, onların ibâdetine muttali olmaları onu sevindirmezdi. Ateşin taşta saklı olması gibi, riya da kalpte saklıdır. Bundandır ki halkın muttali olması, onda ferah ve sevinmeyi meydana çıkarır.
Sonra halkın iltifatı ile sevinme zevkini hissettiğinde, bu durumdan hoşlanmadığını göstermezse bu sevgi riyanın gizli damarının gıdası olur! Öyle ki o damarı, kendi nefsinin aleyhinde gizlice harekete geçer ve târiz yoluyla ibâdetine muttali kılıcı bir sebebin ortaya çıkıp kendisini zorlamasını ister, her ne kadar açıkça konuşmaya kendisini dâvet etmese de arzetmek yönünden konuşmak ister. Bazen de ne târiz, ne de açık konuşmaya çağırmayacak kadar gizli olup ancak takvaya delâlet eden vasıtalarla bilinir: Zayıflığın, sararmanın belirtilmesi, sesin alçalması, dudakların paslanması, tükrüğün kuruması, gözyaşlarının eserleri ve uzunca gece namazı kıldığında uyuklamanın galebe çalması gibi. . . Bu tür riyadan daha gizli bir çeşidi daha vardır. Bu o kadar gizlidir ki kişi kimsenin ameline muttali olmasını istemez. İbâdetinin bilinmesiyle sevinmez. Fakat bununla beraber halkı gördüğünde kendisine selâm vermelerini umar. Onu güler yüzle karşılayıp hürmet ve tâzimde bulunsunlar, kendisini övsünler, ihtiyaçlarına koşsunlar, alışverişte müsamaha göstersinler, mecliste yer versinler ister. Eğer bu hususlarda kusur eden biri çıkarsa, kalbine ağır gelir. O adamın kalbinden uzaklaştığını hisseder! Sanki sakladığı ve kimseyi muttali kılmadığı ibâdetiyle beraber halkın hürmet etmesini ister. Çünkü eğer daha önce bu ibâdeti yapmamış olsaydı, halkın kendisine hürmet etmelerini istemez, hakkında kusur edenleri uzak saymazdı.
Umumî Bir Kaide
Halk ile ilgili hususlarda ibâdetin varlığı, yokluğu gibi olmadıkça, âbid, Allah'ın ilmi ve bilgisiyle iktifa etmemiştir. Karıncanın izinden daha gizli olan riya kokusundan uzak değildir. Bütün bu riya çeşitleri ecri yakıp kül etmeye yaklaşır. Bundan ancak sıddîklar kurtulur.
Hazret-i Ali'den gelen rivâyette şöyle denilmiştir: 'Kıyâmette Allahü teâlâ, âlimlere 'Sizin için mallar ucuza verilmez miydi? Size selâm verilmez miydi? Sizin ihtiyaçlarınız halk tarafından görülmez miydi?' der.
Sizin (bugün) ecriniz yoktur. Çünkü siz ecirlerinizi tastamam aldınız!47
Abdullah b. Mübarek, Vehb b. Münebbih'ten şöyle rivâyet eder: Seyyahlardan bir kişi, arkadaşlarına 'Biz ancak tuğyandan (günahtan) korktuğumuz için mal ve evlatlardan ayrıldık. Oysa bu işimizde mal ve çoluk çocuk sahiplerinin başına gelen tehlikeden daha fazlasının bizim başımıza gelmesinden korkarız. Şöyle ki, birimiz başkasıyla karşılaştığında dindarlığından dolayı hürmet görmek ister. Bir ihtiyacını arzettiğinde dindarlığından ötürü görülmesini ister. Birşey satın aldığında dindarlığından ötürü ucuz vermelerini ister' dedi. Bu haberleri, padişahın kulağına gittiğinde halktan bir cemaatle onları karşılamaya geldi. Öyleki dağ-ova insanlarla doldu.
Seyyah 'Bu nedir?' dedi. Denildi ki: 'Bu padişahtır. Seni karşılamaya geldi'. Bunun üzerine seyyah, hizmetçisine 'Bana bir yemek getir' dedi. Hizmetçi kendisine tere otu, zeytinyağı ile 'kelûbuşşecer' denilen ağaç özünden yapılan bir yemek getirdi. Başladı ağzının iki tarafını doldura doldura ve aceleyle hırslı hırslı yemeye. . .
Padişah 'Sizin arkadaşınız nerede?' diye sorunca 'İşte budur!' dediler. Padişah 'Nasılsın?' dedi. Seyyah 'Halk gibiyim!' (Başka bir rivâyette: 'Hayır ve âfiyetteyim!') dedi. Padişah 'Senin yanında hayır yoktur!' deyip onun yanından ayrıldı. Padişahın ayrıldığını görünce, seyyah şunları söyledi: 'Seni benden, aleyhimde olduğun halde uzaklaştıran Allah'a hamd u senâlar olsun'.
Muhlisler daima gizli riyadan korkmuşlardır. Bunun için de sâlih amellerinden insanlara bahsetmemişler, fâhiş hareketlerini gizlemekten daha fazla iyiliğini gizlemeye gayret etmişlerdir. Bütün bunları, halktan salih amellerini gizleyip, riyadan kurtulmak, kıyâmet gününde halkın gözü önünde Allah tarafından mükâfatlandırılmak için yapmışlardır. Zira Allah'ın kıyâmette ancak riyadan hâlis olanı kabul ettiğini bilirler. Bilirler ki kıyâmette şiddetli ihtiyaçları ve fakirlikleri vardır. Kıyâmetin mal ve evladın fayda vermediği bir gün olması da malûmlarıdır. O gün hiçbir baba evladının yerine ceza görmez. Sıddîklar ancak kendi nefisleriyle meşguldürler. Her biri 'Nefsim, nefsim' diye feryad eder. Başkasına nasıl sahip çıkabilirler?
Riyadan kaçanlar, Kâbe'nin ziyaretine gitmek isteyen hacılar gibidir. Bu hacılar, Kâbe'ye gitmek istedikleri zaman, beraberlerinde Mağrib veya Mısır'ın hâlis altınlarını alırlar. Çünkü çölde yaşayan göçebeler katında, hâlis altından başka şeyin geçerli olmadığını bilirler. Çölde şiddetli ihtiyaç vardır. Sığınılacak vatan, el tutacak akraba da yoktur. Bu bakımdan kişiyi ancak hâlis altın kurtarır.
Kıyâmet gününde kalp erbabı da böyle görülürler. Beraberlerinde götürdükleri takva azığı da böyle müşahede' edilir. Çünkü gizli riyanın kokuları sayılmayacak kadar çoktur.
Ne zaman ibâdetine, bir hayvanla bir insanın muttali olması arasında fark görürse, o ibâdette riyadan bir şaibe vardır. Çünkü kişi tamahını ve ümidini hayvanlardan kestiği için ibâdetinde hayvanın veya süt emen çocukların orada bulunup bulunmaması onun için önemli değildir. Hareketine muttali olup-olmadıkları umurunda değildir. Eğer muhlis olup Allah'ın ilim ve kelimesiyle kanaat ederse, çocukları ve delileri bu hususta hakir gördüğü gibi akıllıları da (sadece bu hususta) hakir görmesi gerekir. Hayvanlar, mecnunlar ve çocukların kendisine rızık vermeye, fazla sevap veya fazla ceza tatbik etmeye muktedir olmadıkları gibi, akıllı olanların da bunlara kudretlerinin yetmediğini bilmelidir. Bunu hissetmiyorsa muhakkak kendisinde gizli bir riya kokusu vardır ve her riya kokusu amelleri yakıcı değildir. Ameli ifsad edici olamaz. Bu hususta tafsilât gelecek fasıldadır.
Soru: Hiç kimseyi görmüyoruz ki onun ibâdet ve taatine muttali olunduğunda sevinmesin. O halde bu sevginin tamamı mı kötüdür veya bir kısmı mı, yoksa bir kısmı da güzel midir?
Cevap: Bilinmelidir ki her sürur (sevinç) kötü değildir. Sevgi ve sürur, güzel ve çirkin diye iki kısma ayrılır.
Bir
Güzel olan sevince gelince, birinci kısım, gayesi taat ve ibâdetini gizlemek ve Allah için yapmaktır. Fakat halk ibâdetine muttali olduğunda, Allahü teâlâ'nın onları muttali ettiğini düşünür. Onun güzel ahlâkını belirttiğini, bununla Allah'ın kendisine reva gördüğü iyiliğine ve iltifatına istidlâl eder. Çünkü kendisi hem ibâdetini, hem de günahını gizledikten sonra, Allah günahını örtmüş veya ibadetini göstermiştir. Güzeli belirtmek ve çirkini örtmekten daha büyük bir lûtuf olur mu? Bu bakımdan sevgisi, halkın övgüsü ve kalplerindeki mertebesinden değil, aksine Allah'ın güzel lûtfundandır.
De ki: 'Allah'ın ihsanı ve rahmetiyle, (evet) ancak bununla ferahlansınlar, bu onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır'. (Yunus/58)
Sanki Allah katında makbul olduğunu görmüş de bundan ötürü sevinmektedir.
İki
İkinci kısım, Allah'ın dünyada günahını örtmesi ve iyiliğini açıklamasıyla, âhirette de böyle bir muameleye mazhar olacağına yorumlamasıdır.
Allah dünyada kulun bir günahını örterse, âhirette de o günahı örter.
Bu bakımdan birinci kısımdaki sevgi geleceğe bakmadan, hâli hâzırdaki makbul olmasının mülâhazasından gelmektedir. Bu derecedeki sevinç ise, geleceğe bakmaktan ileri gelmektedir.
Üç
Üçüncü kısım, ibâdetine muttali olanların bu hususta kendisine uymaya rağbet ve isteklerinin arttığını zannetmesi ve dolayısıyla ecrinin arttığına sevinmesidir. Bu bakımdan kendisine, sonunda açıkladığının ecri ile önceden kasdettiğinin gizlilik ecri vardır.
Bir ibâdette önder olan kimseye, kendisine o hususta uyanların sevabları kadar sevab vardır. Hem de onların sevabından birşey eksilmeden. . . Böyle büyük bir ecri ümit edenin sevinmesi yerindedir. Çünkü şüphesiz karın karinelerinin belirmesi, zevklenmeyi ve sevinmeyi gerektirir.
Dört
Dördüncü kısım, ibâdetine muttali olanların, kendisine ibâdetinden dolayı teşekkür etmeleridir. Bu teşekkürde Allah'a itâat edip, Allah'a itâat edene kalben meylettiklerinden ötürü sevinme vardır. Çünkü ehl-i îmandan bir grup vardır ki taat ehlini gördüklerinde buğz ve hased eder ve aleyhinde bulunup kendisiyle istihzâ eder veya riya ile itham eder. Onu ibâdeti sebebiyle övmez. Öyleyse bu sevinmesi Allah'ın kullarının güzel imanından ötürü gelen bir sevgidir.
Beş
Kötü olan beşinci kısma gelince, bu halkın kalbinde büyüklüğünün yerleşmesinden ötürü sevinmesidir. Öyle yerleşmiştir ki kendisini medhederler, büyütürler, ihtiyaçlarını görürler. Geldiğinde ve gittiğinde ona ikram ve i'zazda bulunurlar. Bu kısım mekruh ve kötüdür!
Allah en doğrusunu bilir!
47) Beyhâkî, (Ebû Hüreyre'den)
Biz bu hususta deriz ki kul, ibâdetini ihlâs temeli üzerine bina ettiği zaman, sonra gelen bir arıza ile riya yaparsa bu durum ya amelin bitiminden sonra veya önce olur. Eğer bitiminden sonra izhar etmeksizin sadece bir sevgi zuhura gelirse, bu sevgi ameli ifsad etmez. Çünkü amel, daha önce riyadan temiz olarak tamam olmuştur. Ondan sonra olanın onda menfî bir tesir etmemesi umulur. Hele kul bunu zoraki bir şekilde belirtmediği, bununla konuşmadığı, halk arasında belirmesini ve kendisiyle konuşmalarını temenni etmediği takdirde hiçbir şey olmaz. Aksine Allahü teâlâ'nın belirtmesiyle tevâfukan bilinmiştir. Kulun müdahalesi, kalbine giren sevgiden başka birşey değildir. Evet! Ameli riyasız tamam olursa, fakat ondan sonra ameli belirtmek iştiyâkı kendisinde belirirse ve amelini söyleyip izhar ederse, bu durumdan korkulur! Eser ve haberlerde böyle yapmanın ameli yakıcı olduğu vârid olmuştur. Çünkü İbn Mes'ûd 'Ben dün Bakara sûresini okudum' diyen bir kimseyi dinledikten sonra 'Onun böyle demesi, sevabını yok etti ve yaktı' demiştir.
Hazret-i Peygamber 'Ben bütün sene oruç tuttum' diyen bir kişiye 'Sen ne oruç tutmuş, ne de iftar etmişsin'48 buyurmuştur.
Seleften bazıları, Hazret-i Peygamber'in böyle söylemesini, kişinin ibâdetini izhar edip göstermesinden ileri geldiğine hamletmişlerdir. Öte taraftan 'Bu hadîs, bütün senenin oruçla geçmesinin kerih olduğuna işarettir' denilmiştir.
Hangi mânâya hamledilirse edilsin, Hazret-i Peygamber'in de İbn Mes'ûd'un da böyle demesi delâlet eder ki kişinin kalbi ibâdet anında riyanın kasdedilmesinden boş değildir. Çünkü o ibâdet hakkında konuşması da buna delâlet eder; zira ibâdetten sonra, eğer ibâdet anında riya kasdı yoksa, meydana gelenin, amelin sevabını iptal etme ihtimali uzaktır. En mâkulü şöyle demektir: Bu kişi, geçmiş ibâdetinden dolayı sevap sahibidir. İbadetten sonra ibadetle yaptığı gösterişten ötürü muâhaze edilir. Daha namaz bitmeden riyaya kayan niyeti tam bunun hilâfınadır; zira bu değişme bazen namazı bozar, ameli yakar.
Namazı ihlâs ile kıldığı halde ortasında ansızın gelen riyaya gelince, bu riya amele tesir etmeyen mücerred bir sürurdur veya amele teşvik eden bir riyadır. Eğer ibâdete teşvik eden riya ise ve ibâdet de onunla sona ermişse ecri yanmıştır. Mesela nafile ibâdetin içinde iken kendisine bahçe görünür veya padişahlardan biri (maiyetiyle beraber) hazır olursa, namazda olanın da onlara bakmaya canı çeker veya malından unuttuğu birşeyi hatırlar da onu elde etmeyi isterse ve eğer halk olmasaydı namazını yarıda keserek o işleri görecek bir durumdaysa, kıldığı namaz da farz namaz ise iade etmek gerekir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Amel kab gibidir. Öncesi (altı) güzelse sonu (üstü) de güzel olur. 49
Yani sonuca bakılır.
Bir saat ameliyle gösteriş yapanın daha önce olan ameli (ecri) yanar. 50
Bu hüküm, bu şekilde kılınan namaz üzerine hamledilir. Sadaka vermek ve Kur'ân okumak üzerine hamledilmez. Çünkü bunların her cüz'ü tek başınadır. Bu bakımdan gelen riya, kalanı ifsad eder, geçeni değil. Hac ile oruc da namaz gibidir.
Riyanın gelmesinin, ibâdeti sevab için tamamlama kasdına mâni olmadığı cihete gelince, bu da tam namazın içinde iken bir cemaatin gelip orada hazır bulunması, onun orada bulunmalarından sevinip riyakârlık yapması, onlar görsünler diye namazını güzelleştirmeyi kasdetmesi gibidir. Eğer onlar gelmeseydiler yine de tamamlardı. Bu riya, amelde menfi tesir eden bir riyadır. Hareketlerin meydana gelmesini teşvik etmiştir. Eğer ibâdet kasdı ve sevabı isteme hissini yok edip ortadan kaldıracak derecede galebe çalarsa, ibâdetin kasdı riyada kaybolurcasına silinirse, bunun da ibâdeti ifsad etmesi gerekir. Eğer bu minval üzere ibâdetin rükünlerinden biri geçerse. . . Çünkü tekbir safhasında olan niyetle -eğer onu mağlup eden bir sebep olmamışsa- iktifa ediyoruz.
Şöyle demek de muhtemeldir. Akd haline ve sevab aslının kasdedilmesinin var olduğuna nazaran her ne kadar bu akid daha galip bir kasdın hücumuyla zayıf düşmüşse de ibâdeti ifsad olmaz.
Haris el-Muhasibî, bundan daha hafif olan bir işte amelin yok olduğunu savunarak er-Riaye adlı kitabında şöyle der:
Sadece insanların muttali olmalarını irade ettiğinde; yani makam ve mansıb sevgisi gibi bir sevgi kasteden insan hakkında halk ihtilâf etmiştir: Bir gruba göre, bu durum ameli yakar. Çünkü bu kimse ilk samimiyeti nakzetmiş daha amelini ihlâsla tamamlamadan, insanların övgüsüne yönelmiştir! Oysa amel ancak neticesiyle tamama erer.
Ben şahsen bu takdirde amelinin yanmasına kesinlikle hükmetmem. Her ne kadar amelin fazlalaşmayacağına kani ve her ne kadar bu amelden emin değilsem de. Halk bu hususta ihtilâf ettiğinde ben şahsen duraklarım. Fakat benim kalbime galip gelen şudur: Eğer amelini riya ile sonuçlandırırsa ameli yanar!
Eğer "Hasan-ı Basrî onların iki hâl olduğunu, birincisi Allah için olursa, ikincisinin ona zarar vermediğini söylemiştir" denirse, şöyle deriz: Rivâyet ediliyor ki, bir kişi Hazret-i Peygamber'e 'Ben amelimi gizlerim, kimsenin muttali olmasını istemem, fakat bilinirse bu beni sevindirir!' dediğinde, cevap olarak Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona şöyle demiştir:
Sana iki ecir vardır: (Biri) gizlemenin ecri (diğeri) açığa çıkmanın ecri!51
Hasan-ı Basrî'ye gelince, o 'zarar vermez' sözüyle 'ınadem o, Allah'ı murad ediyor, o halde amelini terketmez ve tehlike kendisine zarar vermez' demek istiyor; zira Hasan-ı Basrî 'İhlâstan sonra riya yaptığında ona zarar yoktur' dememiştir.
Hadîse gelince, el-Muhâsibî onun hakkında uzun bir konuşma yapmıştır. O konuşmanın özeti üç vecihte anlatılabilir.
Birinci Vecih: İhtimaldir ki kişi, bittikten sonra amelinin görünmesini kasdetmiştir. Çünkü hadîste, daha ameli bitmeden önce bu durumun olduğuna delâlet eden bir emare yoktur.
İkinci Vecih: Kişi, bu hususta başkasının kendisine uymasından veya başkasının -daha önce zikrettiğimiz gibi- güzel sevincinden dolayı sevinmeyi kasdeder. Övüleceğinden ve halk gözünde büyüyeceğinden ötürü sevinmeyi kasdediyor değildir. Bunu kasdetmediğinin delili Hazret-i Peygamber'in sevgisinden ötürü kişiye iki ecrinin olduğunu haber vermesidir. Oysa ümmetin hiçbir âlimi yoktur ki halkın övgüsünden dolayı sevinenin ecir sahibi olduğunu savunsun! Böyle bir kimseye en fazla verilen nimet, affa ve müsamahaya mazhar olmasıdır. Acaba nasıl olur muhlis bir kimsenin bir ecri, riyakârın da iki ecri olur?
Üçüncü Vecih: Adı geçen hadîsi rivâyet edenlerin çoğu, onun (senedini) Ebû Hüreyre'ye ulaştırmadan rivâyet ederler. Hatta çoğu Ebû Salih'de durdurur. Bazıları da (Ebû Hüreyre'ye kadar senedini ulaştırarak) refeder. O halde riya hakkında umumî olarak vârid olan hadîslerle hükmetmek daha evlâdır.
Muhasibî'nin sözleri burada bitmektedir. Muhasibi, bu hususta kesin konuşmamış, fakat bu sevinmenin ameli yok ettiği görüşüne meylettiğini izhar etmiştir.
Bize göre, kıyasta en uygunu şudur: Bu kadar sevinme -eğer eseri amelde görünmezse- amel dinî bir telkinden ileri geliyorsa, başkasının onu görme sevinci (tesir etmeksizin) ona eklenmişse ameli ifsad etmez. Çünkü bu sevinçle niyetinin esası yok olmamıştır. Aksine o niyet hâlâ ibâdet etmeye onu teşvik etmekte ve tamamlamaya onu zorlamaktadır.
Riya hakkında vârid olan haberler ise, sadece ameli halkın görüp takdir etmesini istemek hususuna hamledilir.
Şirk (riyanın şirk olması keyfiyeti) hakkında vârid olan hadîsler ve hükümler ise, riyanın kasdı, sevabın kasdına eşit veya daha fazla olduğu zamana hamledilir. Eğer riyanın kasdı sevabın kasdedilmesinden daha zayıfsa, bu takdirde sadakanın ve diğer amellerin sevabı tamamen yanmaz. Namazı ifsad ettiğini sanmak uygun değildir. Çünkü bütün bunlarda riya kasdı zayıftır.
Şöyle demek de uzak bir ihtimal değildir: Kişiye gereken namaz, sadece Allah'ın rızası için kılınan namazdır. Bu namaz ise içine hiçbir şey karışmayan namazdır. Bu bakımdan bu durumda kişi, namaz kılmış sayılmaz. Oysa bu hususta ilim Allah'ın katındadır.
Biz İhlâs bölümünde buradaki konuşmadan daha mufassal bir konuşma îrad etmiştik. İşte bu hüküm, ibâdet akdinden sonra olan riyanın hükmüdür. Bu riya ya kişi ibâdetten başlamadan önce veya başladıktan sonra meydana gelir.
Üçüncü Kısım
İbâdetle beraber olan üçüncü kısım şudur: Namaza riya maksadıyla başlar. Selâm verinceye kadar -eğer buna devam ederse-günahkâr olur. Bu namazı kılmıştır ama namazına itibar yoktur. Eğer namaz esnasında pişman olur, günahının affını talep eder, daha ibâdet tamam olmadan önce dönüş yaparsa, kendisine lâzım gelen hakkında üç vecih vardır:
1. Bir grup 'Riya kasdı ile beraber namazı akdolunmaz, o halde yeniden kılmalıdır' der.
2. Başka bir grup 'Kendisine rükû ve secde gibi fiillerin iadesi gerekir. Fiilleri ifsad olur, fakat namaz için getirdiği tahrim tekbiri bozulmaz. Çünkü tahrim tekbiri almak bir akiddir. Riyâ ise, kalpte bir vesvesedir. Tahrim tekbirini, akid olmaktan çıkarmaz'
der.
3. Başka bir grup da şöyle demiştir: 'Hiçbir şeyin iadesi lâzım gelmez. Aksine kalbiyle affedilmesi talebinde bulunmalıdır. İbâdetini ihlâs üzere tam yapmalıdır. İtibar ibâdetin sonucunadır. Nitekim ihlâsla başlayıp riya ile sonuçlandırdığında amelini ifsad ettiği gibi!
Bunu bir beyaz elbiseye benzetmişlerdir. O elbise, ârızî bir pislikle pislendiğinde, o sonradan gelen pislik giderildiği zaman aslına dönüşür. Demişlerdir ki namaz, rükû ve secde Allah içindir. Eğer Allah'tan başkasına secde ederse muhakkak kâfir olur. Fakat (burada) gelip-geçen riya onunla iktiran etmiştir. Sonra o da pişman olması ve tevbe ile giderilmiştir. Öyle bir duruma gelir ki halkın ne övmesine, ne de zemmetmesine perva eder. Bu bakımdan namazı sıhhatli olur.
İkinci ve üçüncü grupların mezhebi, gerçekten fıkhın kıyasından uzaktır. Hele 'Sadece rükû ve secdeyi tekrarlamak lâzımdır. Fakat tahrim tekbirini tekrarlamak gerekmez' diyenin sözü kıyasa hiç uymaz. Çünkü rükû ve secde doğru olmadığından namaz içinde fazladan yapılmış fiiller olurlar. Bu bakımdan namaz fâsid olur. 'Eğer ihlâsla namazını sonuçlandırırsa, namazı sahih olur; zira hüküm sonuca göredir' diyenin sözü de zayıftır. Çünkü riya niyette menfî tesir yapar. Niyetin hükümlerini gözetmek için en iyi vakit, iftitah (namaza giriş) tekbirini alma vaktidir.
Kıyasa göre doğru olan şöyle demektir: Eğer namaza teşvik edici sebebi, başlangıçta sadece riya ise, sevabın talebi ve ilâhî emrin imtisâli değilse, iftitah tekbiri olmamış olur. Bu bakımdan ondan sonraki de olmaz. Bu öyle bir kimse hakkında düşünülür ki tek başına kaldığında namaz kılmaz. Halkı gördüğünde namaza tekbir getirip başlar. Öyle ki elbisesi pis olsa bile halk için namaz kılar. İşte bu namazda 'niyet' yoktur. Çünkü niyet, dinden gelen bir teşvike icabet etmekten ibarettir. Burada ise ne teşvik, ne de icabet vardır. Eğer halkı görmediği takdirde namaz kılıyorsa halkı görünce onların övmesini de istiyorsa, dolayısıyla iki teşvik bir araya gelirse, bu durum ya sadaka ve Kur'ân okumak gibi, içinde tahlil ve tahrim olmayan (ibâdet) lerde olur veya namaz ve haccın akdinde olur. Sevabın teşvikçisi kendisini sadaka vermeye ittiğinde itaat etmiş olur:
Zira kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görür, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görür. (Zilzâl/7-8)
İyi niyetine göre sevap, kötü niyetine göre de ceza vardır, Hiçbiri diğerini yakmaz. Eğer niyete giren bir fesadlıktan dolayı bozulacak bir namazda ise, o namaz ya farz veya nafile namazdır. Eğer nafile namazsa, onun hükmü sadakanın hükmü gibidir. Kalbinde iki teşvik edici bir araya geldiğinden dolayı bir yönden âsi olur, başka bir yönden de itâatkâr! 'Namazı fâsiddir, kendisine uymak bâtıldır' demek mümkün değildir. Hatta teravih namazını kılıp, halinin karinelerinden güzel okuduğunu göstermek suretiyle riyakârlık yaptığı tebeyyün ederse, eğer cemaat içinde olmasaydı, tek başına evde namaz kılmayacağı sözkonusu ise, arkasında namaz kılmak doğru değildir. Çünkü bu raddeye gelmek, gerçekten uzak bir ihtimaldir. Aksine müslümanın sevap kasdıyle nafile namaz kıldığına inanmak gerekir. Bu bakımdan bu niyet itibariyle ibâdeti sahih olduğu gibi, kendisine uymak da doğru olur. Günahkârlığına sebebiyet veren başka bir kasıd da onunla beraber bulunsa bile yine de böyledir.
Kişi farz ibâdetin içinde bulunduğunda, bu iki teşvik edici bir araya gelirse, hiçbiri tek başına iş gördürmez nitelikte, fakat tesir ancak birleşmelerinden ileri geliyorsa, bu durumda edâ edilen ibâdet, kişinin üzerine farz olan ibâdeti kaldıramaz, Çünkü farz olması, tek başına tesir etmemiştir.
Eğer her biri tek başına iş gördürecek nitelikte ise, -eğer riya olmasa dahi farzları muhakkak eda edecekse, farzın teşvik etmesi de olmasa, sadece riya için bir nafile ibâdeti yeni baştan yapması muhakkak ise- işte burası düşünülecek yerdir. Burada çeşitli ihtimaller sözkonusudur. Şöyle denilebilir: 'Farz olan, sadece Allah'ın rızası için kılınan namazdır. Oysa burada hâlis namaz edâ edilmemiştir'. Yine şöyle denilebilir: 'Farz olan; tek başına tesir icra eden ve müstakil olan bir teşvikçi ile emri imtisal edip yerine getirmektir. Oysa böyle bir tesir edici de meydana gelmiştir. Bu bakımdan başka teşvikçinin bununla beraber bulunması, kişinin üzerinden farzın kalkmasına mâni değildir. Nitekim gasbedilen bir evde namaz kılınması gibi. . . Bu kişi namazını gasbedilen bir evde kıldığı için, her ne kadar âsî ise de namazın aslını edâ ettiği için farzı yerine getirmiştir'. Oysa namazın esasına tesir eden geçici sebepler hususunda çeşitli ihtimaller vardır.
Riya'nın namazın aslında değil, sadece aceleyle edâ edilmesinde olduğu zamana gelince, cemaat hazır bulunduğunda acele edip namazı vaktin öncesinde kılan kişi, eğer tek başına kalsaydı vaktin sonunda kılacaktı. Eğer farz olmasaydı, sadece gösteriş için bir namaz ihdas etmezdi; İşte bu kimsenin namazının kesinlikle sıhhatli olduğuna ve kılınan namazla farzın yerine getirildiğine hükmedilir. Çünkü namazın namaz olması hasebiyle teşvik edici esasıyla hiçbir şey burada muâraza etmemektedir. Aksine sadece vaktin tâyini cihetiyle muâraza vardır. Bu durum, niyete zarar vermekten pek uzaktır. Bu hüküm, amele teşvik edici riya hakkında vârid olmuşlar.
Halk tarafından görülmesinin kendisini sevindirip amelde herhangi bir tesir yapmadığı şekle gelince, bu riyanın namazı ifsad etmesi uzak bir ihtimaldir. İşte fıkıha uygun olarak bunu müşahede ediyoruz. Mesele gayet girift ve zor olduğu içindir ki fâkihler fıkıhta ona değinmemişlerdir. Meseleye girişenler ve tasarruf edenler, fıkıh kanunlarını mülahaza etmemişlerdir. Fâkihlerin namazın sıhhati ve ifsad olması hakkındaki fetvâlarının muktezasını dikkate almamışlardır. Aksine kalplerin tasfiyesine ve ihlasın talebine olan hırsları, kendilerini namazın en az bir ârızla bozulduğuna hükmetmeye zorlamıştır. Oysa bizim söylediğimiz kıyasa daha yakındır. Bu hususta ilim Allah katındadır. Gayb ve şehâdet âlimi O'dur. Esirgeyici ve bağışlayıcı da O!
48) Müslim
49) Daha önce geçmişti.
50) Irâkî bu ibâre ile görmediğini söylemektedir.
51) Beyhâkî, Tirmizî, İbn Hıbbân
Geçen bahislerden anlaşıldı ki riya, amelleri yakıcı, Allah'ın nefretine sebep olan ve helâk edicilerin büyüklerinden bir tehlikedir. Bu vasıfta olan bir şeyi ciddî bir çalışma ile kaldırmaya gayret göstermelidir. Bu çalışma nefisle mücâhede nefse yüklenen zorluklara katlanmakla olsa dahi yapılmalıdır. Bu bakımdan şifa tiksindirici ve acı olan ilaçların içilmesiyle mümkündür. Bu ise, bütün insanların yapmaya mecbur olduğu bir mücâhededir; zira çocuk, zayıf akıllı, gözü halka dönük olanlar onlarda pek fazla tamah olduğu halde yaratılır. Görür ki halkın bazısı bazısına riyakârlık yapmaktadır. Zarurî olarak riyakârlığı sever ve böylece riya kalbinde yerleşir. Aklı kemâle erdikten sonra ancak riyanın helâk ediciliğini anlar. Oysa riya kalbinde yerleşmiş ve kök salmıştır! Onu sökmeye ancak şiddetli bir mücâhede ve şehvetlere karşı açılan ciddi bir savaştan sonra gücü yetebilir. O halde, bu mücâhedeyi yapmaya muhtaç olmayan hiç kimse yoktur. Fakat bu mücâhede başta insana zor gelir. Sonunda hafîfleşir. Bu mücâhedenin tedavisinde iki makam vardır:
Birinci makam: Onun damarlarını ve kol salan dallarını kesmektir.
İkinci makam: Ondan hâl-i hâzırda gelen vesveseleri silip bertaraf etmektir.
Birinci Makam
Bu makamın temeli, mertebe ve makam sevgisidir. Bu makam fasıllara ayrıldığı zaman üç fasla dönüşür. O fasıllar, övmenin lezzeti, kötülemenin eleminden kaçmak ve halkın elindekinden tamahını kesmektir. Bu sebeplerden neşet eden riyanın varlığına ve riyakâr tahrik ettiğine Ebû Musa'dan rivâyet edilen şu hadîs şahidlik eder: Bir bedevî Hazret-i Peygamber'e der ki:
-Ey Allah'ın Rasûlü! Kişi (vardır ki) hamiyetten dolayı çarpışır. Bir kişi de vardır ki kahramanlığı bilinsin diye çarpışır. Başka bir kişi vardır ki zikir için çarpışır. Bu kişiler hakkında ne buyurulur?
-Kim sadece Allah'ın kelimesi (kanunu ve nizamı) en yüce olsun diye çarpışırsa, o kimse Allah'ın yolundadır. 52
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: İki saf (müslüman ve kâfir safları) karşılaştıklarında melekler inip halkı, mertebelerine göre yazarlar: 'Falan adam anılmak için çarpışır. Filan adam da mülk edinmek için çarpışır'.
Mülk için çarpışma, dünya tamahkârlığına işarettir.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Derler ki 'filan şehiddir'. Oysa o, devesinin yükünün iki yanını gümüş (para) ile doldurmuştur".
Kim sadece bir deve yuları için savaşa katılırsa, ona ancak niyet ettiği vardır. 53
Bazen de ne övülmeyi arzular, ne de bu hususta bir tamahı vardır. Ancak cömertler arasında bulunan cimri gibi, zemmin eleminden kurtulmak ister. Zenginler bunca malı sadaka verirler. O da cimri saymasınlar diye biraz sadaka verir. O övgüye tamah etmez. Oysa başkası ondan daha önce ona varmıştır.
Kahramanların arasında kalan korkak gibi, onların zemminden korkarak düşman ile karşı karşıya (geldiğinde) kaçmaz. Övülmesini de istemez. Oysa başkaları düşman safına hücum etmiştir. Kendisi övülmekten ümit kestiğinde zemmedilmesini de hoş görmez.
Bütün geceyi ihya eden bir kavmin arasında bulunan kişi gibi. . . Bu kişi övülmeyi arzulamamakta, ancak 'tembel' denilmesin diye birkaç rek'at namaz kılar.
İnsan bazen övülme zevkinden mahrum olmaya sabreder, fakat zemmedilmek elemine tâkati yoktur. Bunun için bazen öğrenmesi gereken bir şeyi, cahillikle itham edileceği korkusundan sormaz. İlimsiz fetva verir. Cahil olduğu halde hadîs ilmini bildiğini iddia eder. Bütün bunları tenkid edilmemek için yapar. İşte bu üç şey, riyakârı riyaya teşvik eder! Bunun ilacı kısa olarak, kitabın birinci kısmında zikrettiklerimizdir.
Fakat şimdi sadece riyaya mahsus olanı zikredelim: Bellidir ki insan bir şeyi ancak kendisi için şimdi veya gelecekte daha hayırlı, daha faydalı zannıyla ister ve rağbet gösterir. Şimdiki halde lezzetli, gelecekte zararlı olduğunu bildiğinde derhal rağbeti kesilir. Balın lezzetli olduğunu bilen bir kimse, balda zehir bulunduğunu öğrenince derhal terkeder. Bu isteğin yolu da böylece içindeki zarar bilindiğinde kesindir. Kul, riyanın zararını, riya sebebiyle elinden çıkan kalp salâhını, hâl-i hâzırda mahrum olduğu tevfîk ile âhirette ve Allah katında mahrum kalacağını, mâruz kaldığı büyük azap, şiddetli kınama ve zâhirî mahrumiyetini bildiğinde, bu bilgisi riyanın zararı hakkında kendisi için kâfi bir delil olur.
Halkın gözü önünde kendisine 'Ey yalancı! Ey hileci, ey riyakâr! Utanmadan, Allah'ın ibâdetiyle dünya malı satın aldın! Kulların kalbini gözettin de Allah'ın ibâdetiyle istihzâ ettin. Allah'ı gazaba getirmekle halkı sevindirdin! Allah katındaki çirkinlikle onlara süslü göründün! Allah'tan uzaklaşmakla onlara yaklaştın! Allah'ın katında nefret edilmekle onların övgüsüne mazhar oldun! Allah'ın gazabına mâruz kalmakla onların riyakârlığını talep ettin! Acaba Allah'tan daha kıymetsiz (hâşâ) bir kimse senin yanında yok mu?' diye hitab edildiğinde ve kişi bu rezalet hakkında düşündüğü, kullardan dünyada elde ettiğini âhirette kaybedeceği ile karşılaştırdığı takdirde riyanın zararını anlamış olur. Çoğu zaman da amellerinin sevabını yakar. Oysa tek bir amel, eğer hâlis ise, çoğu zaman zannının ağır basmasına sebebiyet verdiğinde kurtuluşuna vesile teşkil eder. Bu amel riya ile bozulduğunda, günah kefesinin ağırlaşmasına vesile olur. Dolayısıyla ateşe girmesine sebep olur. Eğer riyada bir tek amelin yanmasından başka bir zarar yoksa bu kadarı bile riyanın zararı için kâfidir. Eğer riyadan dolayı yanan bu tek amelin beraberinde diğer ameller varsa (yine de zarardır) . Çünkü kişinin bu yanan amelle sıddîklar ve peygamberler zümresinde Allah katında yüce dereceyi elde etmesi muhtemeldir. Oysa riyadan dolayı onların safından en aşağı dereceye düşer. Bütün bu tehlikelerle beraber dünyada halkın kalplerini gözetme sebebiyle mâruz kaldığı perişanlık da vardır. Çünkü halkın razı edilmesi idrâk olunmayan bir hedeftir. Bir grubun razı olduğuna başka bir grup kızar, bir kısmının razı olması, başkalarının kızdırılmasına bağlıdır. Allah'ı küstürmekle onların rızasını isteyen bir kimse hem Allah'ı kızdırır, hem de onları ona kışkırtır. Sonra kulun onları övmek ve onlar tarafından övülmek için Allah'ı zemmetmesini seçmekte ne gibi bir hedefi ve çıkarı vardır acaba? Oysa onları övmesi ne rızkını artırır, ne de ecelini geri bırakır. Fakirlik ve ihtiyaç günü olan kıyâmet'te de kendisine hiçbir fayda sağlamaz.
İnsanların elindeki mala ve imkâna tamahkârlık etmesine gelince, kalpleri müsahhar kılanın Allah olduğunu, halkın bu hususta mecbur olduğunu ve Allah'tan başka rezzak (rızık veren) olmadığını bilmendir. Halka bel bağlayan, zillet ve mahrumiyetten kurtulamaz. Eğer maksadını elde ederse bile, minnet ve zilletten kurtulamaz. Acaba yalancı bir ümit -ki bazen tahakkuk eder, bazen etmez- ile Allah katındaki nimet nasıl terkedilir? Eğer o ümit tahakkuk ederse, hiç bir zaman onunla beraber gelen minnet ve zilletle onun lezzeti eşit ve denk olmaz.
İnsanların zemmine gelince, ondan sakınmaya değmez. Allah'ın yazmadığını, onların zemmetmeleri tahakkuk ettirip ecelini çabuklaştırmaz, rızkını geciktirmez. Cennet ehli ise cehennemlik, Allah katında iyi ise kötü yapamaz. Allah katında nefret ediliyorsa nefretini artıramaz. Kulların tümü acizdirler. Kendileri için ne fayda ve ne de zarar veremezler. Ne ölümleri, ne hayatları ve ne de dirilip haşra gönderilmeleri ellerinde değildir.
Kalbinde bu sebeplerin âfeti ve zararları yerleştiği zaman, rağbeti gevşer, kalben Allah'a yönelir. Zararı çok, faydası az olan bir işe akıllı bir kimse rağbet göstermez. Eğer insanların onun içindeki riyayı bilselerdi (fiilinin çirkinliği cihetiyle) kendisinden nefret edeceklerini bilmesi kendisine yeter de artar bile! Allah, yakında onu halka çirkin göstermek için sırrını açığa çıkaracaktır. Onun riyakâr olduğunu ve Allah indinde nefret edildiğini onlara bildirecektir! Eğer hâlis niyetle Allah'a ibâdet etseydi, Allah onun ihlâsını onlara gösterip sevdirirdi. Onları kendisine müsahhar kılardı. Onlara övgüsünü yaptırırdı. Bütün bunlara rağmen, ne onların övgüsünde bir artış, ne de zemmlerinde bir eksiklik vardır. Nitekim Benî Temimli bir şair (el-Akra' b. Habis) şöyle demiştir:
Benim övgüm zînettir. Benim zemmedişim çirkinliktir. Hazret-i Peygamber bu şaire şöyle demiştir:
Yalan söylüyorsun! Medh ve zemmi böyle olan ancak Allah'tır ki O'ndan başka ilâh yoktur.
Zira zînet ancak O'nun medhinde, çirkinlik de ancak O'nun zemminde vardır.
Madem durum budur, acaba halkın medhetmesinde ne hayır vardır, eğer sen Allah katında kötü ve ateş ehli isen? Allah nezdinde iyi ve mukarrebler (yaklaştırılanlar) zümresinden isen halkın zemmedişinden ne zarar gelir?
Kalbinde âhireti, ebedî olan nimetlerini, Allah katındaki o yüksek mertebeleri hâzır bulunduran kimse, hayatına mahsus olan ve halkla ilgili bulunan herşeyi içindeki bulanıklıklarla beraber hakir görmelidir. Böylece himmeti derlenip toplanır, kalbi Allah'a yönelip riyanın zilletinden ve halkın kalplerini gözetme külfetinden kurtulur. İhlâsından kalbine nûrlar akar, onlarla göğsü inşirah bulur. O nûrlar sayesinde manevî keşiflerin letâiflerinden (inceliklerinden) Allaha karşı olan ünsiyetini, halka karşı olan nefretini, dünyayı tahkir ve âhireti tâzim etmeyi gerektiren durumlar keşfolunur. Halkın büyüklüğü kalbinden silinir. Riyanın çağırıcısı uzaklaşır. İhlâs yolunda rahatlıkla yürüyebilir. Bu ve daha önce verdiğimiz ilâçlar, ilmî ilâçlardır. Riya ağacının kökünü kazır.
Amelî ilâca gelince, nefsini ibâdetlerin gizlenmesine ve üzerine kapıları kapatmaya alıştırmalıdır. Fuhşiyat için kapılarını kapattığı gibi kapatmalıdır ki kalbi, Allah'ın ibadetine muttali olmasına kanaat etsin. Bu takdirde nefis, kendisini Allahtan başkasının bilinmesine zorlamaz.
Ebû Hafs el-Heddad'ın54 arkadaşlarından biri, dünya ve dünya ehlini zemmetti. Bunun üzerine Ebû Hafs kendisine 'Yolunun icabı olarak gizlenmesi gerekeni açığa vurdun. Öyleyse bundan böyle bizimle oturma' dedi.
O, bu kadarının izharına bile ruhsat vermedi. Çünkü dünyayı zemmetmenin altında dünyada zâhid oldum iddiası vardır! Bu bakımdan riya için gizlilikten daha faydalı bir ilâç düşünülemez. Bu ise mücâhedenin başlangıcında pek kolay değildir. Bir müddet zorluğa katlandığın takdirde ağırlık kalkar. Allah'ın ardı kesilmez lütfû, güzel tevfîk ve te'yidiyle onu yapmak kendisine kolay gelir.
Bir kavim, kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.
(Ra'd/11)
Kuldan mücâhede, Allah'tan hidayet, kuldan kapıyı çalmak, Allah'tan açmaktır:
Allah ihsan edenlerin ecrini zâyi etmez. (Hûd/116)
Zerre kadar bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük mükâfat verir.
(Nisâ/40)
İkinci Makam
Bunu da öğrenmek lazımdır. Çünkü nefsiyle mücâhede eden ve riyanın kökünü, kanaat etmek, tamakârlığa son vermek, nefsini halkın gözünden düşürmek, halkın övgüsünü küçük görüp, kınamalarına önem vermemek suretiyle kalbinden söken bir kimsenin yakasını şeytan, ibâdetleri esnasında bırakmaz, vesveseleri bir türlü kesilmez. Nefsin heva ve hevesi tamamen ortadan kalkmaz. O halde, riyanın bu gelen vesveselerine elbette hazırlanmalıdır. Riyanın hatarat (tehlike) leri üçtür. Bazen bu üç tek bir hatarat gibi birden meydana gelir. Bazen de tedricî bir şekilde meydana gelir:
Birincisi: Halkın muttali olduğunu bilmek ve ummaktır.
İkincisi: Nefsin heyacanla onların övgüsüne tâlip olup onların yanında büyük derece elde etmeye çalışmasıdır.
Üçüncüsü: Nefsin o övgüyü kabul edip meyletmesi ve tahakkuku hususunda samimî olarak heyacanlı rağbeti gelir. Birincisi mârifettir, ikincisi, şehvet ve rağbet adı verilen bir durumdur. Üçüncüsü, adına azmetmek ve kesin akd denen bir fiildir. Kuvvetin kemâli ancak birinci hatarayı (tehlikeyi) daha ikincisi gelmeden önce defetmektir. Bu bakımdan halkın (hâl-i hâzırda) amellerine muttali olmalarının mârifeti veya gelecekte muttali olmalarının ümidi kalbine geldiği zaman, ona şöyle demekle defedilebilir: 'Senin halkla ne alıp vereceğin vardır? Bilmelerinde veya bilmemelerinde ne kârın, ne zararın vardır? Allah senin hâlini bilir! O halde, başkasının bilmesinde ne fayda vardır?'
Eğer isteği, övgünün zevkine doğru kayarsa, daha önce kalbine yerleşen riya afetini, kıyâmette Allah katında Allah'ın kahrına mâruz kalacağını ve amellerine en muhtaç olduğu bir vakitte mahzun olacağını hatırlamasıdır. Bu bakımdan nasıl halkın muttali olması, riyanın şehvet ve rağbetini kabartıp meydana getirirse, bu tiksinme de o rağbetle mücadele eder. Çünkü kişi, Allah'ın kahrına mâruz kalacağını ve elem verici azabına düçar olacağını düşünür. Şehvet kendisini halkın iltifatını kabullenmeye, tiksinme ise kendisini kabullenmemeye çağırır. Şüphesiz ki bunlardan hangisi daha kuvvetli ise nefis ona itaat eder.
Durum bu iken riyada üç şey vardır:
A) Mârifet
B) Kerâhet
C) İbâ (imtina)
Kul, bazen ibâdete ihlâs azmiyle başlar. Sonra riya vesvesesi gelir. Bu sefer onu kabul eder. Oysa şimdilik kalpte saklı bulunan mârifetten de, kerehâtten de eser yoktur. Ancak onun sebebi zemmin korkusu, övgünün sevgisi veya buna karşı olan hırsla kalbin dopdolu olmasıdır. Öyle ki riya âfetlerinin eski etkileri ve kötü âkibeti kalpten uzaklaşır; zira kalpte övgünün külfetinden veya zemmin korkusundan boş bir yer kalmamıştır.
Bu kimse, öyle bir kimseye benzer ki nefsine hâlimliği ve öfkenin zemmini söyler. Öfke sebebi cereyan ettiğinde hâlimlik göstermeye azimli olur. Sonra öfkeyi artıran bir sebep cereyan eder ki eski azmini kendisine unutturur. Öfkenin âfetini hatırlamaya mâni olan ve kalbi tamamen işgal eden öfke ile doldurur.
Şehvetin lezzeti de böylece kalbi doldurur. Öfkenin acılığı gibi marifetin nûrunu da bertaraf eder. Câbir b. Abdullah buna işaret ederek şöyle der: 'Şecere (ağaç) 55 altında Hazret-i Peygamber ile (düşmanla karşılaştığımızda) kaçmamaya dair biat ettik. Ölüm üzerine biat etmedik. Huneyn günü bu biatimizi unuttuk. Hatta çağrıldık: 'Ey şecere (ağaç) altında biat edenler!' diye çağrıldık. Bu çağrı üzerine (kaçanlar) geri döndüler. 56
Bunun hikmeti şu idi: Kalpler korku ile dolmuş, daha önce verilen sözü unutmuştu. Sonunda onu Hazret-i Abbas'ın çağrısıyla hatırladılar.
Ani olarak kalbe hücum eden şeylerin çoğu böyledir; zira onun îman akdine verdiği zararı unutur. Mârifet unutulduğunda kınama ve tiksinme belirmez; zira tiksinme, mârifetin meyvesidir.
İnsan oğlu bazen kendine gelip kalbine hücum eden vesvesenin kendisini Allah'ın kahrına müstehak kılan riyadan geldiğini bilir. Fakat buna rağmen şehvetin şiddetinden bu duruma devam eder. Hevâsı, aklına galebe çalar. Hâl-i hazırdaki lezzeti bir türlü terkedemez. Tevbeyi geciktirir veya şiddetli şehvetten onu düşünmez. Nice âlim vardır ki konuşma imkânına sahip olur. O imkânı kullanmaya ancak halka riyakârlık yapmasının kendisini zorladığını da bilir! Fakat buna rağmen yine de devam eder. Bu takdirde aleyhindeki delil daha kuvvetli olur. Çünkü riyanın felaketini, Allah katındaki kötülüğünü bile bile riyaya yönelir. Mârifeti, tiksinmeden hâli olduğunda hiçbir yarar sağlamaz. Bâzen de mârifet ile kerâhiyet (tiksinme) birden hazır olurlar. Fakat buna rağmen riyanın çağrısını kabullenir; zira şehvet kuvvetine nisbeten kerâhiyet gayet zayıftır. Böyle bir kimse de tiksinmesinden menfaat görmez; zira tiksinmeden gaye, insanı o fiilden alıkoymaktır. O halde fayda ancak üç şeyin bir arada bulunmasıyla olur. Bu üç şey de mârifet, kerahet ve ibâdır. Bu bakımdan ibâ kerahetin ışığı nisbetindedir. Mârifetin zafiyeti, gaflet, dünya sevgisi ve âhiretin unutulması nisbetindedir. Allah katındaki nimetler hakkında az düşünmek, dünya hayatının âfetlerini az düşünmek ve âhiretin büyük nimetini az hesaba katmak nisbetindedir. Bunların bir kısmı diğerini doğurur- Bütün bunların kökü dünya sevgisi, şehvetlerin galebe çalmasıdır. Öyle ise dünya sevgisi, her hatanın başı, her günahın kaynağıdır. Çünkü kalbi öfkelendiren, soğutan, kalp ile akibet hakkında düşünmekten alıkoyan, Kitab, Sünnet ve ilimlerin nûruyla nûrlanmaya engel olan dünya nimeti ve mertebe sevgisinin halâvetidir.
Soru: Bir kimse riyayı sevmez, bu da kendisini riyakârlıktan uzak durmaya zorlar. Fakat o buna rağmen tabiatının riyaya meyletmesinden uzak değildir. Tabiatının bu husustaki münakaşalarından kurtulamamakta, fakat tabiatının sevgisini hor görmekte ve icabet etmemektedir. Acaba bu kimse riyakârların zümresine dahil olur mu?
Cevap: Allahü teâlâ kullara ancak güçlerinin yeteceği kadar yükler. Şeytanı vesveselerinden menetmek, tabiatı şehvetlere meyletmeyecek derecede dumura uğratmak, insan gücünün haricindedir. İnsanın bu husustaki en son imkânı şehvetine, neticelerin, din ilminin, Allah'a ve son güne îman etmenin usullerinin bilinmesinden doğan bir kerâhet ve istememezlikle karşı koymasıdır. Bunu yaptığında mükellef olduğu vazifenin en son noktasını yapmıştır.
Haberlerden şu rivâyet buna delâlet eder: Hazret-i Peygamber'in sahabîleri, ona şikayet ederek şöyle dediler:
Bizim kalbimize öyle şeyler geliyor ki, eğer biz gökten düşüp, kuşlar bizi kapsa ve uzak bir yere atmak üzere rüzgâr gibi götürse, kalbimize gelenleri söylememizden, bizim için daha sevimli olur!
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) dedi ki:
Siz bunu kalbinizde buldunuz mu?
Ashâb 'Evet, buluyoruz!' dedi. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) İşte o açık imandır' dedi. 57
Ashâb vesveseden, kerahet getirip tiksinmekten başka birşey görmediler. 'Açık îmandan vesveseyi kasdetti demek mümkün değildir. Bu bakımdan ancak riya ve vesveseye karşı olan kerâhete hamledip tefsir edilir. Bu, her ne kadar korkunçsa da Allah hakkındaki vesveseden daha hafiftir. Bu bakımdan en büyüğün zararı kerahet getirmekle defolunduğu takdirde en küçüğünün zararının kerahet getirmekle yok edilmesi daha evlâ ve uygundur. İbn-i Abbâs'ın hadîsinde Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet edilmiştir:
Şeytanın hilesini vesveseye dönüştüren Allah'a hamd ve senâlar olsun. 58
Ebû Hâzım şöyle dedi: 'Nefsinde olanı, nefsin senin için kerih görürse, düşmanından gelen sana zarar vermez. Nefsinden olana, nefsin senin için razı olursa, onu ondan dolayı azarla!' O halde, şeytanın vesvesesi ve nefsinle olan münâzaasına kaçınma ve tiksinme ile karşı koyduğun zaman sana zarar vermez. Riyayı tahrik eden sebepleri hayale getiren, hatırlatan ve ilimle olan hatarat (vesvese) şeytandandır (şeytanîdir) . O hatarattan sonra 'rağbet' ve 'meyl' nefistendir. 'Kerâhet' (bunları istememek) de îmandan ve aklın eserindendir. Ancak şeytanın burada bir hilesi vardır. Şöyle ki: Şeytan onu riyaya sevketmekten aciz kaldığı zaman, kendisine şu hayali verir: 'Şeytana karşı mücadele ile meşgul olmakta kalbin salahı vardır!' Böylece kendisinden ihlâsın sevabını ve kalbin huzurunu almak ister. Çünkü şeytanın mücadelesiyle meşgul olup nefsi müdafaa etmek, insanı Allah ile münâcaat etmenin sırrından çevirip, dolayısıyla Allah katındaki mertebesinin eksilmesine sebep olur. Riyadan kurtulanların riyanın hataratını defetmek hususunda dört mertebesi vardır:
Birinci Mertebe: Şeytanın yüzüne çarpıp şeytanı yalanlamasıdır. Bununla durmayıp mücadele etmesidir. Çünkü böyle yapmanın kalbine daha selâmetli olduğunu sanır. Oysa bu yaptığı eksikliktir. Çünkü Allah'ın münacaatını ye yapmakta olduğu hayrı bırakıp yol kesenlerle mücadele etmeye gitmiştir. Yol kesenlerle mücadele etmek, sülûkte eksikliktir.
İkinci Mertebe: Cidâl ve kıtâlin sülûkte eksiklik olduğunu bilmesidir. O halde sadece şeytanı yalanlar, kovar ve mücadele etmekle meşgul olmaz.
Üçüncü Mertebe: Yalanlamakla da meşgul olmaz. Çünkü az da olsa bu meşguliyet bir durgunluktur. Hatta kalbinde riyayı hoş karşılamamayı ve şeytanı yalanlamayı kararlaştırmıştır. Onların üzerinde durup mücadele ve yalanlamakla meşgul olmadan o hoş karşılamamaya devam eder.
Dördüncü Mertebe: Riyanın sebeplerinin cereyan ettiğinde şeytanın kendisinden nefret edeceğini anlamıştır. Bu bakımdan, şeytan ne zaman vesvese verirse içinde bulunduğu ihlası daha da artırmaya azmetmiştir. Allah'a ibâdet ile daha da fazla meşgul olmalı, sadaka ve ibâdetini daha fazla gizlemelidir. Bütün bunları, şeytanı öfkelendirmek için yapmalı; zira şeytanı öfkelendirir, yolunu tıkarsa tekrar gelip kendisine musallat olamayacağı ümidi kendisinde yerleşir.
Fudayl b. Gazvan'a59 'Filân adam senin gıybetini yapıyor' denildi. Cevap olararak şöyle dedi: 'Allah'a yemin olsun, ben ona bu emri vereni kızdırıyorum!' Kendisine 'Ona emreden kimdir?' denildi.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Ona emreden şeytandır. Ya rabbî! Onu affet!'
Yani o hususta Allah'a itaat etmek suretiyle onu kızdırırsın. Şeytan bir kulun böyle yaptığını bildiğinde hasenâtının daha da artacağından korkarak ondan vazgeçer.
İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: 'Şeytan, kulu günah kapısına dâvet eder. Fakat kul ona itâat etmediği gibi, bir de hayır işlerse, şeytan onun yakasını bırakır. (Zira hasenâtının artmasından korkar) '.
Yine şöyle demiştir: 'Şeytan seni mütereddid gördüğünde senden ümitli olur. Seni kararlı gördüğünde senden usanır ve nefret eder!'
Haris el-Muhâsibî, bu dört mertebe için güzel misâller beyan ederek şöyle dedi: 'Bunların misâli, ilim ve hadîs meclisine, fazilet ve hidayet için giden dört kişinin misâline benzer. Bunlardan dalâlete sapan ve bid'atçı bir kimse hakkı bileceklerinden korkarak hased eder. Bu bakımdan onlardan birine yanaşıp onu menedip bu maksattan vazgeçirmeye çalışır. Dalâlet meclisine dâvet eder. Fakat o icabet etmez. Şeytan bunu bildiğinde onu mücadele ile meşgul eder. Kendisi de onunla çalışır ki onu dalâlete döndürsün. Oysa insan bunun kendisi için daha ıslâh edici olduğunu sanır. O dalâlete götürenin hedefi, gecikmek nisbetinde onun elinden vaktini çıkarmaktır!
İkincisi, onun yanından geçerken onu da gitmekten alıkoymaya çalışır, durdurmak ister. O da durup dalâlete götürmek isteyeni yolundan iter, aceleyle geçer ve boğuşmakla meşgul olmaz. Bu bakımdan dalâletçi kendisini itelemek kadar da olsa onu meşgul etmekle sevinir.
Üçüncüsü, yanından geçtiği halde ne kendisine dönüp bakar, ne itmek ve ne de boğuşmakla meşgul olmaz. Eski durumuna devam eder. Dalâletçi tamamen bundan ümidini keser.
Dördüncüsü, hiç beklemeden geçip gider. Dalâletçiyi kızdırmak isteyerek yürüyüşünü daha da hızlandırır.
Eğer bu dört kişi, tekrar dönüp onun yanından geçerlerse, bu sonuncusu hariç, diğerlerinin hepsine tekrar tekliflerini yapar. Çünkü hemen geçmesinden daha fazla yararlanmasından korkar'.
oru: Neden şeytanın vesveselerinden emin olunmaz? Acaba hazır olmadan önce sakınmak ve gelişini beklemek, mi veya Allah'a tevekkül edip onun defedici olduğuna inanmak mı. veyahut ibâdetle meşgul olup şeytandan gaflet etmek mi farzdır?
Cevap: Halk bu hususta üç şekilde ihtilâf etmişlerdir. Basralılardan bir grup şu fikri savunmuşlardır: 'Kuvvetliler şeytandan kaçmaktan müstağnidirler. Buna ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlar kendilerini Allah'a vermişlerdir. Onun sevgisiyle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan şeytan da onların yakasını bırakmıştır. Onlardan ümidini kesip geri kaçmıştır. Nitekim zayıf âbidleri zina ve içkiye davet etmekten ümidini kestiği gibi. . . Mübahasada dünyanın lezzetleri onların gözünde içki ve domuz gibidir. O halde onlar tamamen dünya sevgisinden uzaklaşıp şeytanın onların katında yolu kalmamıştır. Öyle ise onların sakınmaya ihtiyaçları yoktur'.
Şam halkından bir grubun kanaati şudur: 'Yakînî azalan ve tevekkülü kısalan bir kimse şeytandan sakınmak için tarassut etmeye muhtaçtır. Tedbir etmekte Allah'ın ortağı olmadığına kesinlikle inanan bir kimse, O'ndan başkasından korkmaz. Şeytanın zelîl bir mahlûk olduğunu, elinde hiçbir gücün olmadığını ve Allah'ın irade ettiğinin olacağını bilir. Öyle ise fayda ve zarar verici ancak Allah'tır. Arif kişi başkasından çekinmeye utanır! Bu bakımdan vahdâniyete (Allah'ı birlemeye) olan yakîni ârifi, şeytandan çekinmekten müstağni kılar!'
İlim erbabından bir grup da şöyle demiştir: Şeytandan sakınmak, muhakkak lâzımdır. Basra'lı âlimlerin 'Kuvvetliler şeytandan çekinmekten müstağnidir. Kalpleri tamamen dünya sevgisinden boşalmıştır. Şeytanın vesilesi de ancak dünya sevgisidir! sözleri, nerdeyse gurura yaklaşmıştır; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bile şeytanın vesveselerinden kurtulamamıştır, ondan başkası nasıl kurtulabilir? Onların zannettiği gibi, şeytanın bütün vesveseleri, şehvet ve dünya sevgisinden ibaret değildir. Aksine Allah'ın sıfatları ve isimlerinde, bid'at ve dalâletin güzel gösterilmesinde ve benzerlerinde de vesvese olur! Hiç kimse vesveseye girmekten kurtulamaz. Bu sırra binaen Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Biz senden önce hiçbir rasûl ve nebî göndermedik ki o birşey arzu ettiği zaman şeytan onun arzusunun içine mutlaka bir ilkada bulunmuş olmasın. Fakat Allah, şeytanın attığını derhal iptal eder, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır. (Hac/52)
Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki kalbimin üzerine perde geliyor ve muhakkak ki ben günde yüz defa Allah'tan af talebinde bulunuyorum.
Hazret-i Peygamber'in şeytanının teslim olması ve hayırdan başkasını emretmemesiyle beraber durum budur. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'in ve diğer peygamberlerin kalplerinden daha fazla Allah'ın muhabbetiyle kalbinin meşgul olduğunu sanan bir kimse mağrurdur. Bu iddiaları kendilerini şeytanın hilelerinden emin etmez. Bu sırra binaen emniyet ve sürur evi olan cennette bile Âdem ve Havva (aleyhisselâm) onun şerrinden emin olamamışlardır.
Dedik ki: 'Ey Âdem bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Sonra zahmet çekersin. Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın ve sen burada susamayacaksın, kuşluk vakti güneşinden etkilenmeyeceksin'. (Tâhâ/117-119)
Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) sadece bir ağaçtan menedilip diğer yemekler kendisine serbest bırakıldığı halde şeytanın vesvesesinden kurtulamadı. Madem peygamberlerden biri emniyet ve saadet evi olan cennette şeytanın hilesinden emin olmadı, acaba meşakkatler, fitneler, yasaklanan şehvet ve lezzetlerin evi olan dünyada bulunan bir kimse nasıl emin olabilir? Allahü teâlâ'nın haber verdiği gibi Hazret-i Mûsa şöyle demiştir: 'Bu şeytanın amelindendir' (Maide/93) . Bunun içindir ki Allahü teâlâ şeytandan bütün insanları sakındırarak şöyle buyurmuştur:
Ey Ademoğulları! Şeytan, ana-babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de bir belaya düşürmesin. Çünkü şeytan ve kabilesi, sizin onları görmeyeceğiniz yerden sizi görürler. (A'raf/27)
Başından sonuna kadar Kur'ân, insanı şeytandan sakındırmaktadır. O halde, ondan emîn olunabileceği nasıl iddia edilir? Allah'ın emrettiği yerde korkulu davranmak Allah'ın sevgisiyle meşgul olmaya aykırı değildir. Çünkü emrini yerine getirmek de Onu sevmektendir. Nasıl kâfirlerden sakınmayı emretmişse, düşmandan da sakınmayı emretmiştir:
Sen onların (askerin) içinde olup (cephede) namaza durduğun zaman onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar ve silahlarını da yanlarına alsınlar. (Nisa/102)
Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanını, kendi düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. (Enfal/60)
Gözünle gördüğün halde kâfir düşmandan sakınmak madem Allah'ın emriyle gereklidir, senin görmeyip onun seni gördüğü bir düşmandan elbette sakınmak daha evlâdır,
Abdullah b. Muheyriz60 şöyle demiştir: 'Senin gördüğün, onun seni görmediği bir avın avlanması daha kolaydır. Seni gören ve senin görmediğin avın seni elde etmesi yakın bir ihtimaldir'.
O bununla şeytana işaret etmiştir. Durum nasıl böyle olmasın? Oysa kâfirin düşmanlığından gaflet etmekte öldürülüp şehid olmak vardır. Şeytandan sakınmayı ihmal etmekte ateşe ve elem verici azaba mâruz kalmak vardır! Allah'ın sakıncalı saydığını ihmal etmek, Allah ile meşgul olmaktan değildir. Böylece ikinci grubun, şeytandan sakınmanın tevekküle zararlı olup ters düştüğünü zannetmelerinden ibaret olan mezhebleri iptal edilmiş olmaktadır. Çünkü başına miğfer takmak, silahını almak, asker toplamak ve hendek kazmak, Hazret-i Peygamber'in tevekkülüne zarar getirmemiştir. O halde korktuğundan korkmak ve kaçınmayı emrettiğinden kaçınmak, nasıl tevekküle zarar verir.
Biz Tevekkül bölümünde, tevekkülün mânâsının tamamen sebeplerden el çekmek olduğunu sanmanın yanlışlığını belirtmiştik.
Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. (Enfal/60)
Kalp, zarar verenin, fayda verenin, dirilten ve öldürenin Allah olduğuna inandığı sürece sebeplere sarılmak tevekkül etmeye aykırı düşmez. İşte böylece şeytandan kaçınmakta, Allah'ın hidayet edici ve dalâlete götürücü olduğuna inanırsa zarar vermez. Tevekkül bahsinde dediğimiz gibi, sebepler ve vasıtaların Allah'a musahhar olduğuna inanmakla beraber şeytanın şerrinden sakınmak tevekkülün ruhuna aykırı düşmez.
Hâris el-Muhâsibî'nin seçtiği yol budur. İlmin nûruyla sabit olan en doğru yoldur bu yol! Bundan önceki görüş, ilimleri çok olmayan, bazı vakitlerde kalplerini istilâ eden, Allah'ın zikrinden ibaret olan hallerin devamlı olduğunu sanan âbidlerin görüşüne benzer, Bu görüş pek uzak bir ihtimaldir. (Çünkü haller gelip-geçicidir) . Sonra bu grup, üç vecih üzerine ihtilâf etmişlerdir. Şeytandan sakınmanın keyfiyeti hakkında, bir grup 'ınadem Allah bizi düşmandan sakındırmıştır, o halde kalbimizde, O'nun zikrinden ve O'ndan sakınmaktan daha fazla hiçbir şey bulunmamalıdır. O'nu tarassud etmek lâzımdır. Çünkü bir lâhzada ondan gâfil olmamız bizi helâk olmaya yaklaştırır' demişlerdir.
Başka bir grup da şunları söyledi: 'Sizin dediğiniz şekil, kalbin Allah'ın zikrinden boşalmasında himmeti tamamen şeytanla meşgul etmesine vesile olur. Bu ise, şeytanın istediğidir. Aksine biz ibâdette Allah'ın zikriyle meşgul olur, şeytanın düşmanlığını da unutmayız. Ondan sakınmayı ihmal etmeyiz ve böylece iki işi bir araya getirmiş oluruz. Çünkü şeytanı unuttuğumuzda ummadığımız bir yerden çıkıp gelebilir. Tamamen onunla uğraşmaya koyulursak, Allah'ın zikrini ihmal etmiş oluruz! Bu bakımdan ikisini biraraya getirmek daha evlâdır'.
Muhakkik ve müdekkik âlimler, iki grubun da yanıldığını söylediler. Birinci grup sadece şeytanın düşmanlığını anmakta, Allah'ın zikrini ihmal etmektedir. Bu bakımdan yanıldığı gizli değildir. Oysa şeytanın bizi Allah'ın zikrinden uzaklaştırmaması için, ondan kaçınmakla emrolunduk. Öyle ise onun düşmanlığını nasıl kalbimizde galip bir duruma getiririz? Oysa o, düşmanın verdiği zararın sonuncusudur. Sonra böyle yapmak kalbin, Allah'ın zikrinin huzurundan boşalmasına yol açar. İçinde zikrullahın nûru ve onunla meşgul olmanın kuvveti bulunmayan bir kalbin şeytana mağlup olması yakın bir ihtimaldir. Defetmeye de kuvveti olmaz. Öyleyse ne şeytanı gözetmek ve ne de daima onu anmak bize emredilmiş olmaz.
İkinci gruba gelince, bu grup, kalbinde Allah ile şeytanın zikrini bir arada bulundurmak hususunda birinci grupla ortaktır. Kalbi ne kadar şeytanın zikriyle meşgul ederse o nisbette Allah'ın zikrinden uzak olur. Oysa Allahü teâlâ, insanlara zikrini yapmayı, kendisinden başkasını unutmayı emretmiştir. İster İblis, ister başkası olsun. ,, Doğru olan şudur: Kul, kalbine şeytandan sakınmayı ve şeytanın düşmanlığını yerleştirmelidir. Kalp buna inandığı, tasdik ettiği ve sakındığı zaman, Allah'ın zikriyle meşgul olur. Bütün himmetiyle zikre yönelir. Şeytanın emri kalbine huzur vermez. Çünkü şeytanı hatırladığında derhal uyanır. Uyandığında onu uzaklaştırır ve Allah'ın zikriyle meşgul olur. Allah'ın zikriyle meşgul olmak, şeytanın vesvesesi anında uyanmaya mâni değildir. Aksine kişi sabah vaktinde önemli bir vazifenin geçmesinden korkarak uyuduğu için dikkat eder. O vakitte uyanmak üzere uyur. Bundan ötürü vakit gelmeden önce gece birkaç defa kalbine yerleştirdiği sakınmadan dolayı uyanır. Oysa uykuda olduğunda uyanmaktan gafildir. Öyleyse Allah'ın zikriyle meşgul olması nasıl uyanmasına mâni olur?
Bu kalbin kuvveti düşmanı defetmeye yeterlidir. Sadece Allah'ın zikriyle meşgul olduğu için nefsin hevasını öldürmüştür. Akıl ve ilim nûrunu içine sindirmiştir. Şehvetlerin karanlığını uzaklaştırmıştır. Bu bakımdan basiret erbabı (kalp gözü açık olanlar) kalplerine şeytanın düşmanlığını getirmenin gerekliliğini hissetmişlerdir, sakınmışlardır. Bu hissedip sakınmadan sonra şeytanı anmakla değil, Allah'ı anmakla meşgul olmuşlardır. Zikirle düşmanın şerrini bertaraf etmişlerdir. Düşmandan gelen vesveseleri bertaraf edinceye kadar zikrin nûruyla nûrlanmışlardır. Oysa kalbin misâli, kirli sudan temizlenen bir kuyu gibidir, temiz su kaynasın diye kuyu temizlenir. Şeytanın zikriyle meşgul olan kimse kuyuda kirli su bırakmıştır. Şeytan ile Allah'ın zikrini bir araya getiren ise, bir taraftan kirli suyu çekmekte, öbür taraftan kirli su akıp, temiz suya karışmaktadır. Bu kimsenin yorulması çok olmasına rağmen kuyu kirli sudan temizlenmez. Basiretli odur ki kirli suyun akıntısını tıkamış, kuyuyu saf su ile doldurmuş, pis su akmak istediğinde fazla yorulmadan, çaba sarfetmeden önünü kapatmaya muktedir olmuştur.
52) Müslim, Buhârî
53) İmâm-ı Ahmed, Dârimî, Nesâî, İbn Hıbbân, Taberanî, Hakîm ve Beyhâkî
55) Bu ağaç Hudeybiye'de idi. Hudeybiye Mekke'ye bir konaktan daha yakın ve Cidde yolunda bulunan bir kuyunun ismidir.
56) Müslim
57) Müslim
58) Ebû Dâvud, Nesâî ve Tayalisî
59) Dedesi ed-Dubî kabilesinden Cerir'dir. Kûfeli bir zattır. Güvenilir olan bu zat, H. 40 senesinde vefat etmiştir. 60) Cemeh kabilesinden olan bu zat, esasen Mekkelidir. Fakat Kudüs'te otururdu. Güvenilir bir âbiddir. H. 99 senesinde vefat etmiştir.
Amelleri gizlemekte riyadan kurtuluş ve ihlâs vardır. Açıkça yapılmasında kendisine uyulmak ve insanları hayra teşvik etmek faydası mevcuttur. Fakat bu takdirde riya âfeti sözkonusudur.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'müslümanlar bilirler ki ibâdeti gizlemek, iki amelin en sağlamıdır. Fakat açığa vurulmasında da fayda vardır'. Bu sırra binaen Allahü teâlâ hem gizli, hem de açık yapılan ibâdeti överek şöyle buyurmuştur:
Sadakaları âşikâre verirseniz ne güzel! Eğer sadakaları gizler de onları öylece fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını örter. Allah, her ne yaparsanız, ondan hakkıyla haberdardır. (Bakara/271)
İbadeti izhar etmek iki kısımdır:
1. İbâdetin kendisini izhar etmek.
2. Yapmış olduğu ibâdeti söylemek.
Birinci Kısım
İbâdetin kendisini izhar etmekten ibaret olan birinci kısım, halkı sadaka vermeye teşvik için cemaat içinde sadaka vermek gibidir. Nitekim para kesesini getiren Ensar'dan bir zattan rivâyet edildiği gibi61 halk bu kişinin para kesesini görünce onun gibi sadaka vermeye başlamış, bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim güzel bir yol açarsa ve onunla amel ederse, o yolun ecri de ve ona (bu hususta) tâbi olanın ecri kadar da ona ecir yazılır. 62
Namaz, oruç, hac, gazâya gitmek ve benzeri ameller de böyle cereyan ederler. Fakat sadaka hususunda başkasını taklid etmek daha fazla olur. Evet! Gazi olan bir kimse gazâya çıkmayı kasteder, hazırlanır ve gazâya gidenlerden önce yükünü bağlarsa başkalarını teşvik etmiş olur. Böyle davranmak onun için daha faziletlidir. Çünkü gazâ gizlenmesi mümkün olmayan açık amellerdendir. Bu bakımdan onu hemen yapmak, onu ilân etmek olmaz. Aksine mücerred bir teşvik olur. Böylece kişi bazen komşularını ve aile efradını uyandırmak için geceleyin namazda sesini yükseltir ki onlar bu hususta kendisine uysunlar. Bu bakımdan cum'a, cihad ve hac gibi gizlenmesi mümkün olmayan her amel için en faziletlisi onu herkesten önce yapmak ve başkasını teşvik etmek için bunu yaptığını göstermektir. Fakat bir şartla ki böyle yapmasında riya bulunmamalıdır.
Sadaka ve namaz gibi gizlenmesi mümkün olan ibâdetlere gelince, eğer sadakayı belirtmek, sadaka alana eziyet veriyorsa, aynı zamanda halkı da sadakaya teşvik etmek bahis konusu ise, gizlemek daha faziletlidir. Çünkü başkasına eziyet vermek haramdır. Açıklanmasında herhangi bir kimsenin eziyet görmesinin sözkonusu olmaması halinde halk en faziletli durumun hangisi olacağı hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bir grup 'Gizlemek, açıklamaktan daha üstündür' demiştir. Her ne kadar açıklamada, örnek olmak sözkonusu ise de. . .
Başka bir grup da 'Eğer açıkça yapmak, başkasına örnek olmayacaksa gizlemek daha üstündür. Başkasına örnek olsun diye, açıktan yapıyorsa gizlemekten daha üstün olur' demiştir. Allahü teâlâ'nın numûne-i imtisal olsunlar diye peygamberlerine açıkça amel etmelerini emretmesi ve onları peygamberlikle şereflendirmesi buna delâlet eder. 'Onlar iki amelin en faziletlisinden mahrum olmuşlardır' şeklinde bir zanda bulunmak caiz değildir ve aynı zamanda Hazret-i Peygamber'in 'O yolun ecri de, o yolda yürüyenlerin ecri kadarı da ona ecir yazılır' demesi de buna delâlet eder. Hadîste rivâyet edilmiştir ki, gizlice yapılan amel, açıkça yapılan amelin yetmiş derece fevkindedir. Açıkça yapılan amelin sahibi, iyilik hususunda çığır açtığı takdirde onun ameli gizlice yapılan amelden yetmiş derece daha üstündür. Bu durumda ihtilâf etmenin bir mânâsı yoktur. Çünkü kalp, riyanın şâibelerinden ayrılır, iki halde de bir yön üzerinde ihlâs tamam olursa başkasına nümûne-i imtisal olmakla şüphesiz daha üstün olur. Ancak riyanın belirmesinden korkulur. Ne zaman riya kokusu varsa başkasının kendisine uyması menfaat vermez. Yani bu kâr, o zararı karşılamaz ve böyle yapmakla helâk olur! Bu bakımdan gizlinin daha üstün olduğunda şüphe yoktur. Fakat amelini açıkça yapana iki vazife düşer:
Birinci Vazife: Kendisine başkasının uyacağını biliyor veya zannediyorsa, amelini açıkça yapmaktır; zira çok kişi vardır ki komşuları değil, sadece aile efradı kendine uyar. Bazı kişiler de vardır ki şehir halkı değil de komşuları kendisine uyarlar. Bazı zaman da mahallesinin halkı kendisine uyar. Âlim ancak o bilinen kimselerdir ki bütün halk onlara uymaktadır. O halde âlim olmayan bir kimse ibâdetlerin bir kısmını izhar ettiği zaman bazen riyakârlık ve münafıklığa nisbet edilir. Halk onu zemmeder ve ona uymazlar. Bu bakımdan fayda olmaksızın ibâdetini belirtemez. Ancak başkalarının da kendisine uyacağı niyetiyle ibâdet belirtilir. Kendisine uyulan, eğer uyana önder olacak durumda ise ibâdetini izhar etmesi caiz olur.
İkinci Vazife: Kalbini murakabe etmektir; zira kişinin içinde bazen gizli riyanın sevgisi olur. Bu sevgi onu 'başkası sana uyacaktır!' mâzeretiyle ibâdetini belirtmeye dâvet eder! Oysa şehvet; amelle süslenmek, başkasına nümûne-i imtisal olduğu için böbürlenmek, amellerini izhar ettirmek ister. Zaten amellerini izhar edenlerin çoğunun durumu da budur. Yalnız ihlaslı kimseler bundan müstesnadır. Bu kahramanlar ise pek azdır. Bu bakımdan zayıf bir kimse, nefsini, bu kahramanlığı taslamakla aldatmamalıdır. Çünkü bilmeden helâk olmuş olur; zira zayıf kimsenin misâli, biraz yüzme bilen ve boğulmakta olan bir kimsenin misâline benzer. Bu biraz yüzme bilen kimse, boğulmak üzere olan bir cemaate bakar, onlara şefkat eder. Kendisine yapışsınlar diye onlara yaklaşır! Böylece hem kendisi, hem de onlar helâk olurlar. Dünyada su ile boğulmanın elemi bir anlıktır. Keşke riya ile helâk olmak da böyle olsaydı. Hayır! Aksine onun azabı daimîdir.
İşte burası, âbid ve âlimlerin sapma yeridir. Onlar ibadetlerini izhar etmek hususunda kahramanlara benzemek isterler. Oysa kalpleri ihlâs üzerine kuvvetli olmadığından riya ile ecirleri yanmış olur. Bunu sezmek çok zordur. Bunun mihenk taşı, nefsine şunu arzetmektir:
Eğer kendisine 'Amelini gizle ki halk başka bir âlime uysun. Senin için ibâdetin gizlice yapılmasından elde edilen ecir, açıkça yapılmasından elde edilen ecir kadardır' denilse, eğer kalbi numûne-i imtisal olmaya ve amelini izhar etmeye meylederse, bu hususta kendisini teşvik eden ecrin talebi değil de riyakârlık olur. Halk için numûne-i imtisal olmak ve halkı hayra teşvik etmek değil de gösteriş olur. Çünkü halk, ondan başkasına bakarak hayra teşvik olunmuşlardır ve onun da ibâdeti gizlemekle ecri çoğalır. O halde, eğer halkın görmesini isteme ve onlara riyakârlık yapma düşüncesi yoksa neden kalbi ibâdeti açıkça yapmaya meyleder? Bu bakımdan kul, nefsin aldatmasından korksun! Çünkü nefis aldatıcıdır. Şeytan ise fırsat beklemektedir. Mevkî sevgisi kalpte daha galiptir. Açıkça yapılan ibâdetler, az zaman âfetlerden selâmet kalırlar. Bu bakımdan selâmete hiçbir şeyi denk tutması uygun değildir. Oysa selâmet, ibâdeti gizlemektedir. İbâdeti belirtmede ise, bizim gibilerin taşıyamayacağı kadar ağır tehlikeler vardır. Bu bakımdan gerek bizim için, gerek diğer zayıflar için, ibâdeti açıkça yapmaktan sakınmak daha evlâdır.
İkinci Kısım
Yaptıktan sonra, yaptığını konuşmaktır. Bunun hükmü ise, yapılan ibâdeti açıkça yapmanın hükmüdür. Burada tehlike daha şiddetlidir. Çünkü konuşmanın zahmeti, dil için pek hafif gelir. Bazen de hikâyede fazlalık ve mübalâğa olur. Davaları belirtmekte nefsin büyük lezzeti vardır. Ancak ibâdeti belirtmeye riya karışırsa, yapıldıktan sonra geçmiş ibâdetin ifsadına tesir etmez. Bu bakımdan bu yönden yapılan ibâdeti konuşmak, bizzat ibâdeti belirtmekten daha kolay olur. Burada hüküm şu: Kalbi kuvvetli, ihlâsı tamam ve gözüne halk küçük görünen, yanında halkın medhetmesi ile zemmetmesi bir olan bir kimse, eğer kendisine uymasını umduğu başka bir kimsenin yanında ve o kimse kendisinden dolayı hayra rağbet etsin diye yaptığını söylerse, söylemesi caizdir. Hatta niyeti sâfi ve bütün felâketlerden selim ise, söylemesi güzel ve müstehabdır. Çünkü hayra teşvik etmektir. Hayra teşvik etmek ise hayrın ta kendisidir.
Bunun benzeri, selefin kuvvetli bir cemaatinden nakledilmiştir: Said b. Muaz63 der ki: 'müslüman olduğumdan bu yana kılmış olduğum namazın gayrisini nefsim istemiş değildir. Hangi cenazeyi takip etmişsem, nefsim onun (hâl lisâniyle) dediğinden başkasını söylememiştir. Hazret-i Peygamber'den dinlediğim hiçbir hadîs yoktur ki onu hak bilmemiş olayım'.
Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmediğimden dolayı, yokluk veya varlık içinde sabahlamamdan perva etmem!'
İbn Mes'ûd 'Herhangi bir durumda sabahladığım zaman, o durumdan başka bir durumda olmamı temenni etmiş değilimdir' demiştir,
Hazret-i Osman da 'Teganni ve temenni etmedim. Hazret-i Peygamber'e biat ettiğimden bu yana, tenasül uzvuma sağ elimle dokunmadım' demiştir.
Şeddad b. Evs de şöyle demiştir: 'müslüman olduğumdan bu yana herhangi bir kelimeyi gemlemeden ve yularlamadan söylemiş değilim'. Ancak bir söz hariç!' Zira o, hizmetçisine 'Bize sofrayı getir! Gıdaya varıncaya kadar onunla eğlenelim' demiştir.
Ebû Süfyân64 ölmek üzere iken aile efradına şöyle demiştir: 'Benim için ağlamayın! Çünkü müslüman olduğumdan bu yana bir günah bile işlemedim!'
Ömer b. Abdülaziz şöyle demiştir: 'Allah'ın benim hakkımda vermiş olduğu hiçbir hüküm yoktur ki ondan başkasıyla hakkımda hükmetmesi beni sevindirmiş olsun! Benim isteklerim ancak Allahü teâlâ'nın kader merkezlerinde olur!'
İşte bütün bunlar, şerefli durumları belirtmektedir. Şerefli durumlarla riyakârlık yapan bir kimseden bunlar çıktığı zaman, gösteriş ve riyanın en katmerlisi olur. Bunlar nümûne-i imtisal olacak bir kimseden çıktıkları zaman teşvik ve terğibin de en âlâsı olur. Bu bakımdan örnek olmak amacıyla böyle yapmak, belirttiğimiz şartlar dahilinde kuvvetli olanlar için caizdir. O halde, tabiatlar başkasına benzemek ve uymak üzere yaratılmış olduklarından amelleri belirtme kapısını kapatmak uygun değildir. Aksine insanlar riya olduğunu bilmedikleri zaman riyakârın ibâdetini izhar etmekte (bile) halk için birçok fayda vardır. Fakat riyakâr için zararlıdır. Nice ihlâslı kimse vardır ki onun ihlâsmın sebebi, Allah katında riyakâr olan bir kimseye uymasından kaynaklanmaktadır.
Rivâyet ediliyor ki, insanlar sabah namazı zamanında Basra'nın çarşılarından geçerken, evlerden Kur'ân ile namaz kılanların seslerini işitiyordu. Ulemadan biri tasavvuf hakkında bir kitap yazıp riyanın inceliklerini o kitapta bir araya topladı. Böylece onlar (Basralılar) da bu şekilde okuyuşlarını terkettiler, halk da bu hususta onlara rağbet etmeyi terketti. Onlar 'Keşke o kitap yazılmamış olsaydı!' derlerdi. Bu bakımdan riyası bilinmediği takdirde riyakârın ibâdeti belirtmesinde, başkası için çok hayır vardır. Çünkü Allahü teâlâ bu dini fâcir kişi ile, nasipleri olmayan kavimler ile takviye ve teyid eder. Nitekim bu husus haberlerde de vârid olmuştur. 65
Riyakârların bazısı, numûne-i imtisal olacak kimselerden idi. Allah en doğrusunu bilir!
61) Hazret-i Peygamber, halkı sadakaya teşvik ettiği bir mecliste Ensar'dan bir zat para dolu kesesini tamamen sadaka vermiştir.
62) Müslim
63) Said b. Muaz b. Numan, Ensar'ın el-Eşhed soyundandır. Evs'in lideri idi. Bedir'e iştirâk etti. Hendek'te kendisine isabet eden bir okla şehid oldu.
64) Ebû Süfyân b. Hars b. Abdülmuttalib el-Hâşimî'dir. Hazret-i Peygamber'in amcazadesi ve süt kardeşidir.
65) Buhârî, Müslim, (Ebû Hüreyre'den) ; Nesâî, (Enes'ten)
İhlâsta esas, için ve dışın bir olmasıdır. Nitekim Hazret-i Ömer bir kişiye 'Ameli açıktan yapmaya çalış!' demiştir. Kişi "Ey Mü'minlerin emîri! 'Ameli açıktan yapmak' ne demek?" diye sorunca, Hazret-i Ömer 'Öyle bir amel yap ki ona herhangi biri muttali olduğu zaman ondan utanmayasın!' demiştir.
Ebû Müslim el-Havlânî dedi ki: 'Büyük ve küçük abdesti bozmak ve ailemle cinsî münasebette bulunmam dışında, halkın hiçbir amelimi bilmesine aldırmam!' Ancak bu söylenilen derece, herkesin varamadığı büyük bir derecedir.
İnsan oğlu kalbi veya âzalarıyla yapıp gizlediği ve halkın bilmesini hoş karşılamadığı günahlardan uzak değildir. Hele şehvet ve istekler hususunda İnsan oğlunun hatırından geçenler. . . Oysa Allahü teâlâ bütün bunlara muttalidir. Bu bakımdan kulun bu günahları, başka kullardan gizleme çabası, çoğu zaman kul tarafından mahzurlu bir riya olarak görülür. Oysa hiç de öyle değildir. Aksine mahzurlu olan riya, halka muttaki ve Allah'tan korkan bir kimse olduğunu göstermek çabasıdır! Oysa esasında da böyle değildir. İşte riyakâr bir kimsenin örtmesi budur.
Riyakârlık yapmayan doğru insana gelince o, günahlarını örtebilir. Onun bu husustaki isteği sıhhatli olabilir. Sekiz yönden halkın günahına muttali olmasından dolayı üzülmesi sıhhatli ve yerindedir:
1. Günahlarını örtmesinden ötürü Allah'ın memnun olduğunu bilir. Rezil olduğu zaman Allahü teâlâ'nın örtüsünü yırtmasından üzülür ve kıyâmette de örtüsünü yırtacağından korkar; zira haberde vârid olmuştur ki: Allahü teâlâ dünyada bir kulunun günahını örterse âhirette de onun günahını örter'. 66 O halde, bu üzüntü, îmanın kuvvetinden doğan bir üzüntüdür.
2. Kişi bilir ki Allah günahların açığa vurulmasını hoş görmez, örtülmesini sever, Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: 'Şu günahlardan herhangi birşey irtikâb eden bir kimse Allah'ın örtüsüne bürünsün'. 67
Kişi her ne kadar günah ile Allah'a isyan etmişse de onun kalbi Allah'ın sevdiğini sevmekten boşalmamıştır. Bu da îman kuvvetinden kaynaklanır ve Allah'ın günahların açığa çıkmasını sevmediğinden kaynaklanır. Buradaki doğruluk eseri ve âlameti; başkasından da günahın zuhur etmesini kerih görmesi ve üzülmesidir.
3. Günahtan ötürü halkın kendisini zemmetmesinden tiksinmesidir. Öyle ki kalbinin ve aklının Allah'ın taatinden meşgul olacak derecede tiksinmesidir. Çünkü tabiat, zemmedilmekten eza duyar. Akılla münâzaa eder. Tâattan uzak olur. Bu illetten dolayı kendisini Allah'ın zikrinden meşgul edecek, kalbini kaplayacak ve zikirden kendisini uzaklaştıracak olan övülmekten de tiksinmelidir. Bu da îmanın kuvvetinden ileri gelir; zira ibâdet için kalbin boşalmasını gönülden talep etmek imandandır.
4. Üzülme korkusu ile halkın zemmetmesinden tiksinmesi, dolayısıyla günahını örtmesi ve örtülmesidir. Çünkü zemmetmek, vurmanın bedene elem vermesi gibi kalbe elem verir. Kalbin zemmedildiği için elem duymasından korkması haram değildir. İnsan böyle bir korkudan dolayı âsi olmaz. Ancak nefsi halkın zemminden korktuğu, halkın zemminden dolayı caiz olmayanı yapmaya kendisini dâvet ettiği takdirde günahkâr olur. Halkın zemminden dolayı üzülmemek ve elem duymamak insana farz değildir. Evet doğruluğun kemâli, kendisinden halkın görmesini silmedir. Şöyle ki: Kendisini zemmeden ile medhedeni eşit görür. Çünkü bilir ki zarar ve faydayı ancak Allahü teâlâ verir. Kulların tümü acizdirler. Böyle olanlar cidden azdır. İnsanların çoğu, başkasının zemmetmesinden dolayı elem duyar. Çünkü zemmetmekte eksikliği hisseder. Zemden dolayı elem duymasının bazı kısımları dinen övülür. Zemmeden, din hususunda basiret ehlinden olan bir kimse ise, bu takdirde, zemminden elem duymak övülmeye vesile olur. Çünkü böyle kimseler, Allah'ın (yeryüzünde) şahidleridir. Onların zemmetmeleri Allah'ın zammetmesine ve dinde eksikliğe delâlet eder. O halde nasıl bundan üzülmesin!
Evet! Kötü olan üzüntü, takvadan dolayı övülmenin elden gitmesine üzülmektir. Sanki kişi, takvadan dolayı, övülmesini sever ve ister. Oysa Allah'a yapmış olduğu ibâdetten dolayı övülmeyi istemesi caiz değildir. Nasıl caiz olabilir? Bu takdirde Allah'ın ibâdetiyle, Allah'tan değil, bir başkasından mükâfat beklemiş olur! Eğer nefsinde böyle birşey hissederse derhal buna nefret ve redle mukabele etmelidir. Tabiî olarak mâsiyetten dolayı, başkasının zemmetmesinden tiksinmek ise kötü değildir. Bu tenkidden sakınmak için günahını örtebilir. Kulun övülmeyi sevdiği, fakat zemmedilmeyi de kerih gördüğünü düşünmek mümkündür. Ancak kulun buradaki maksadı, halkın hem övmek, hem de zemmetmek bakımından kendisini bırakmasıdır. Nice kimseler vardır ki övülmenin zevkini kaybetmeye karşı sabreder de zemmetmenin elemine karşı sabredemez; zira övülmek zevk verir. Zevkin yokluğu ise insanı üzmez, zemmetmek ise üzücüdür. Bu bakımdan ibâdet için övülmeyi istemek, ibadetine karşılık peşin sevap talep etmek demektir. Günahtan dolayı zemmedilmeyi kerih görmekte ise, bir husustan başka bir mahzur yoktur. O da halkın günahına muttali olmasının üzüntüsünün kendisini Allah'ın muttali olmasından meşgul etmesidir. Bu ise dinde eksikliğin en son noktasıdır. Uygun olan, Allah'ın muttali olmasından ve zemmetmesinden daha fazla üzülmesidir.
5. Zemmetmeyi, zemmedenin Allah'a isyan etmesine vesile olur diye kerih görmektir. Bu düşünce de îmandan gelir. Bunun doğru olmasının alâmeti, kişinin başkasını zemmetmeyi de kerih görmesidir. Fakat tabiat cihetinden gelen acı ise bunun tam tersinedir.
6. Günahını, günahı bilindiği zaman, herhangi bir şerre mâruz kalmamak için örtmesidir. Bu, zemmetmekten duyduğu elemin ötesinde bir mânâ taşır; zira zemmetmek, kalbin eksiklik ve hasisliğini hissetmesi bakımından elem vericidir. Her ne kadar zemmedenin, kendisine herhangi bir kötülük dokundurmasından emin ise de bazen sebeplerin herhangi biriyle günahına muttali olan bir kimsenin şerrinden korkar. Bu bakımdan bundan kaçınmak için günahını örtebilir.
7. Mücerred hayadır. Çünkü mücerred haya da zemmin elemi ve şer ile kasdetmenin ötesinde bulunan elemin bir türüdür. Bu iyi bir ahlâktır. Gençliğin başlangıcında akıl nûru doğduğu zaman meydana gelir. Dolayısıyla kişi, kendisinde görüldüğü zaman kabahatlerden utanır. Bu, övülen bir vasıftır; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Muhakkak Allah, haya eden ve hâlim bir kimseyi sever. 71
Bu bakımdan fâsıklık yapıp da halkın fâsıklığına muttali olmasından perva etmeyen bir kimse, fâsıklık suçunun yanına, denâet, kabahat ve hayasızlığı da eklemiş olur! O halde günahını örtüp utanan bir kimseden, düşüklük bakımından, bu daha ileride ve daha şiddetlidir. Ancak haya, riya ile karışıktır. Büyük bir riya ile karışmıştır. Bunu idrâk eden pek azdır. Her riyakâr utandığını iddia eder. İbâdetleri güzelce yapmasının sebebinin halktan haya etmesi olduğunu savunur. Bu ise yalandır. Aksine haya, bir ahlâktır. Kerim tabiattan kaynaklanır. Onun ardından riyanın çağırıcısı ile ihlâsın çağırıcısı gelir. Onunla beraber ihlâslı olmak da, onunla beraber riyakâr olmak da tasavvur edilir.
Açıklaması şöyledir kişi, bir dostundan, karz (borç) olarak birşey ister. O dostun nefsi, o miktarı borç olarak vermeyi istemez. Ancak dostunu boş çevirmekten utanır ve eğer başkasının diliyle konuşursa utanmayacağını düşünür. Yani ne riya için, ne de sevap için borç vermek istemez. İşte bu durumda kişi için birçok haller vardır:
Birincisi, perva etmeden, açıkça reddetmesidir. Böylece hayasının az olduğu söylenecektir. Bu, hayâsı olmayanın fiilidir; zira hayalı olan bir kimse ya geçerli bir sebep gösterir veya borç verir. Eğer verirse kendisi için üç durum tasavvur edilir:
Birinci Durum: Riyayı hayaya karıştırmaktır. Şöyle ki: Hayası sebebiyle, isteyene vermemek, gözünde çirkin görünür. Dolayısıyla riya duygusu da kabarır ve der ki: 'Seni övsün, ismini cömertlikle ansın diye vermen uygundur' veya 'Seni zemmedip cimriliğe nisbet etmesin diye vermen gerekir' der. Kişi bu durumda verdiği takdirde riyadan ötürü vermiş olur. Riyayı harekete geçiren şey ise, hayanın kabarmasından başka birşey değildir.
İkinci Durum: Hayâdan ötürü vermenin kendisi için mümkün olmamasıdır. Nefsinde cimrilik vardır. Dolayısıyla vermek de zorlaşır. Bu bakımdan ihlâsın duygusu kabarır ve kendisine şöyle der: 'Sadaka bir sevap kazandırır. Borç vermek ise onsekiz sevap kazandırır'.
(Haberde böyle vârid olmuştur) .
O halde, borç vermede büyük bir ecir vardır. Bu bir dostun kalbini sevindirmek demektir. Bu ise, Allah'ın nezdinde, övülen bir haslettir. Buna binaen nefis, bunu vermek cömertliğinde bulunur. İşte bu muhlistir. İhlâsın haya harekete geçirmiştir.
Üçüncü Durum: Sevaba bir rağbeti olmadığı gibi, tenkid edilmekten de herhangi bir korkusu yoktur. Övülmeyi de sevmemektedir. Çünkü eğer o dostu mektupla kendisinden istemiş olsaydı ona vermezdi. Bu bakımdan sadece hayâdan dolayı ona vermiş oldu. O hayâ, kalbinde hissettiği hayâ elemidir. Eğer hayâ olmasaydı mutlaka geri çevirirdi. Eğer kendisinden utanmayacağı veya yabancı biri gelmiş olsaydı, o adam ne kadar kendisini övmüş olsa ve ona vermekte ne kadar sevap olsa da yine ona vermez, onu boş çevirirdi. Bu bakımdan bu mücerred hayâdır. Bu, ancak günahları irtikâb etmemek ve cimrilik gibi çirkinliklerde tasavvur edilebilir. Riyakâr bir kimse mübahlardan da utanır. Hatta o, aceleyle yürürken görünse derhal riya için sakin yürümeye başlar. Gülerken göründüğü zaman derhal yüzünü buruşturur ve bunu da hayâ için yaptığını iddia eder. Bu ise riyanın ta kendisidir.
Denilmiştir ki, hayânın bazısı zayıflıktır. Bu söz doğrudur. Bundan gaye, çirkin olmayan birşeyden hayâ etmektir. Halka vaaz etmek, namazda imamlık yapmaktan hayâ etmek, çocuk ve kadınlar için güzeldir. Aklı başında olanlar için güzel değildir. Bazen bir ihtiyar adamdan bir günah görünür. Onun ağarmış saçından, sakalından utanılarak o günahı tenkid edilmez. Çünkü müslüman bir ihtiyara hürmet etmek, Allah'a hürmet etmektendir. Bu tür hayâ güzeldir. Bundan daha güzeli Allah'tan utanmaktır. Bu bakımdan emr-i bi'l-mâruf yapmayı terketmemelidir. O halde, kuvvetli olan kimse, Allah'tan utanmayı halktan utanmaya tercih eder. Zayıf bir kimsenin ise, buna gücü yetmez. İşte bunlar öyle sebeplerdir ki onlar için çirkinlik ve günahların örtülmesi caizdir.
8. Başkasının günaha cüret etmesinden ve bu hususta kendisine uymasından korkarak günahı örtmektir. Bu tek illet, ibadetin belirtilmesinde geçerlidir. O da örnek olmaktır. Bu imamlara veya kendisine uyulan kimselere mahsustur. Bu illetten dolayı günahkâr, günahını aile efradından ve çocuklarından gizlemelidir. Çünkü onlar, ondan bunu öğrenebilirler. Bu bakımdan günahın örtülmesinde saymış olduğumuz sekiz özür vardır. İbâdetin izhar edilmesinde ise ancak bir tek özür mevcuttur. Kişi günahını örterek halka muttaki olduğu imajını vermek istiyorsa, riyakâr olur. Nitekim ibâdetin izharından da maksadı bu olduğunda riyakâr olduğu gibi. . .
Soru: Kul için, salihliğinden dolayı, halkın övmesini istemesi caiz midir ve bundan dolayı halkın kendisini övmesine sevinmesine ruhsat var midir? Oysa adamın biri Hazret-i Peygamber'e şöyle demiştir: 'Beni öyle bir ibâdete muttali kıl ki ondan dolayı hem
Allah, hem de insanlar beni sevmiş olsunlar!' Hazret-i Peygamber de ona şöyle buyurmuştur:
Dünya hakkında zâhidlik yap! Allah seni sever. Bu dünyayı insanların kucağına at, onlar da seni severler. 72
Cevap: İnsanların seni sevmelerinden hoşlanman, bazen mübah, bazen güzel, bazen de kötü olur. Güzel olanı, Allah'ın seni sevdiğini onun vasıtasıyla bildiğinden dolayı onu sevinendir. Çünkü Allahü teâlâ, bir kulu sevdiği zaman, kullarına da onu sevdirir. Kötü olanı, haccından, cihadından, namazından, belli bir ibâdetinden dolayı onların seni sevmelerini istemendir. Çünkü böyle bir sevgi, Allah'ın vereceği sevaptan ziyade dünyada ibâdete karşı acil bir karşılık talep etmektir. Mübah olanı ise, belli ve övülen ibâdetlerden başka, övülen birtakım sıfatlardan dolayı seni sevmelerini istemendir. Böyle birşeyi sevmen, malı sevmen gibidir. Çünkü kalpleri elde etmek, malları elde etmek gibi meşrû hedeflerin vesilesidir. Bu ikisinin arasında fark yoktur.
66) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
67) Hâkim, Müstedrek
68) Müslim
69) Müslim, Buhârî
70) Müslim, Buhârî
71) Taberânî
Halktan bir grup, amelle riyakâr olacağından korkarak ameli bırakmaktadır. Oysa böyle yapmak yanlış ve şeytana uymaktır. Âfetlerin korkusundan dolayı terkedilen ve terkedilmeyen ameller hakkında hakîkat bizim zikredeceğimizdir: Şöyle ki, ibâdet ve taatlar, bizzat kendisinde zevk olmayan, aksine esasında zahmete katlanmak, malî ve bedenî mücâhedeler olan, ancak muttakî olduğunda insanların övgüsüne sebep olan ve bundan ötürü zevkli olan namaz, oruç, hac ve gazâya gitmek gibi kısımlarla, bizzat kendisinde zevk olan kısımlara ayrılır. Zevkli olan kısmın çoğu bedenle ilgili olmayan, aksine hilâfet, kadılık, idarecilik, zâbitlik, namazda imamlık, vaizlik, müderrislik, infak etmek, halkla ilgili bulunduğundan ve içindeki zevkten dolayı âfeti pek büyük olan ibâdetler gibi halka taallûk eder,
Birinci Kısım
Birinci kısım, başkasıyla ilgilenmeyen ve sadece bedene lazım olan oruç, namaz ve hac gibi bizzat kendisinde zevk olmayan ibâdetlerdir. Bu ibâdetlerde riyanın tehlikeleri üç tanedir:
Birincisi: Amelden önce olan riyadır. Bu riya, halkın görmesi için başlangıçta insanı o ibâdete teşvik eder. Oysa beraberinde dinî bir teşvik bulunmamaktadır. Bu tür bir ameli terketmek gerekir. Çünkü bu amel içinde ibadet olmayan sırf mâsiyet ve günahtır; zira âbid suretine bürünerek halkın kalbinde mevkî istemektir. Eğer insanın riyanın teşvikini nefsinden uzaklaştırmaya ve nefsinden riya teşvikini uzaklaştırmak için 'Sen Allah'tan utanmıyor musun? Allah için ibâdet ve amelle cömertlik yapmayıp da kulları için cömertlik yapıyorsun!' demeye gücü yetiyorsa, amel yapmak suretiyle riya düşüncesinin kefaretini nefsine ödetebiliyorsa derhal ibâdetle iştigal etsin.
İkincisi: Allah için ibâdet yapmasıdır. Fakat ibâdetin akdiyle beraber ve başlangıcında riya başgösterirse, bu durumda ibâdeti terketmek uygun değildir. Çünkü böyle bir kişi, dinden gelen iteleyici bir kuvvet bulmuştur. Bu bakımdan ibâdete başlamalı, riyayı bertaraf etmek hususunda nefsiyle mücadele etmelidir. Daha önce zikrettiğimiz gibi nefse riyayı çirkin göstermek ve riyayı kabul etmekten çekinmek gibi tedavi usûlleriyle ihlâsı elde etmeye çalışmalıdır.
Üçüncüsü: İhlâs üzerine ibâdeti yapar. Sonra riya ve riyayı isteyen sebepler başgösterir. Bu bakımdan riyayı bertaraf etmek için mücâhede etmesi gerekir. Amel, ihlâslı olsun, arınsın diye, ameli terketmemelidir. Nefsini ameli tamam edinceye kadar zorla ibâdete yöneltmelidir. Çünkü şeytan önce amel ve ibâdeti terketmeye dâvet eder. Ona bu hususta uymadığın ve amelle meşgul olduğun takdirde, seni riyaya dâvet eder. Bu hususta da istediğini kabul etmeyip onu kovduğun zaman sana şöyle demekle yetinir: 'Bu ibâdet hâlis değildir. Sen burada riyakârsın. Zahmetin boşunadır. İçinde ihlâs bulunmayan bir ibâdetten sana ne fayda gelebilir?'
Bu sözleri, seni ibâdeti terketmeye iteleyinceye kadar tekrar edip durur. İbâdeti terkettiğin zaman, onun gayesi tahakkuk eder. Riyakâr olmasından korkarak ibâdeti terkeden bir kimsenin misali, tıpkı şu kölenin misâline benzer: Efendisi kendisine içinde zivarı (karacuk) bulunan bir buğdayı teslim eder ve 'Bu buğdayı güzel bir şekilde ayıkla' der. O ise bu işi temelinden bırakır ve der ki: 'Eğer bu işi yaparsam buğdayın güzel bir şekilde ayıklanmayacağından korkuyorum'. Böylece işi temelinden terkeder. Böyle yapmak amelin aslıyla beraber ihlâsı terketmek demektir ve mânâsız bir harekettir.
Halkın 'Bu adam riyakârdır' demesinden korkarak ve dolayısıyla günahkâr olmalarından endişe ederek ibâdeti bırakmak da bu türdendir. Bu tip vesveseler şeytanın hilelerindendir. Çünkü böyle sanan bir kimse, önce müslümanlar için su-i zanda bulunmuş demektir. Oysa müslümanlar için su-i zanda bulunmak hiç de hakkı değildir. Sonra eğer böyle birşey var ise, onların sözü kendisine bir zarar vermediği gibi ibâdetinin sevabını da elinden çıkaramaz. Onların riyakâr demelerinden korkarak ibâdeti terketmek riyanın ta kendisidir; zira eğer halkın övmesinden hoşlanmamış ve zemlerinden korkmamış olsaydı, onların sözleriyle ne ilgisi olabilirdi? Onların 'O riyakârdır' veya 'İhlâslıdır' demeleri arasında hiçbir fark olmazdı. Acaba riyakâr olduğunun söylenmesinden korkarak ibâdeti terketmek ile 'kusurludur, gâfildir' denmesinden korkarak güzel ibâdet yapmanın arasında ne fark vardır? İbâdeti terketmek, bu ikincisinden daha şiddetli ve dehşetlidir. İşte bunların hepsi câhil âbidler için şeytanın hileleridir. Sonra ibâdeti terketmek suretiyle şeytandan kurtulmayı nasıl ümit edebilir? Zira şeytan hiçbir zaman yakasını bırakmamaktadır. Kendisine der ki: "İşte şimdi halk sana 'ihlâslıdır ve şöhreti istemiyor denilsin diye ibâdeti terketmektedir' derler". Böylece seni halktan kaçmaya mecbur eder. Eğer kaçıp da yeraltında bir izbeye sığınsan bu sefer kalbine, halk tarafından zâhidliğinin ve halktan kaçmanın ve bundan dolayı kalpten seni tâzim etmelerinin bilinmesinin tadını yerleştirir. Öyleyse sen nasıl şeytandan kurtulabilirsin? Şeytandan kurtuluş, ancak kalbine riya âfetinin mârifetini gerekli kılmanla mümkündür. 'Riya âhirette zarar olduğu gibi, dünyada da riyada fayda yoktur' hakikatini kalbine ihtar etmelisin ki kalbin daima riyadan nefret edip ondan sakınsın. Bununla beraber perva etmeksizin ibâdete devam etmelisin! Eğer düşman, tabiatın bozulduğuyla çarpışırsa, bunun sonu gelmez. Bunun için ibâdeti terketmek insanı dalâlete ve hayırları terketmeye sevkeder!
Bu bakımdan ibâdete yönelmek için dinî bir teşvikçi buldukça ibâdeti terketme! Riya tehlikesiyle çarpış! Allah'tan utanmayı kalbinden uzaklaştırma! Nefsin Allah'ın övmesi yerine mahlûkların övmesini tercih etmeye seni dâvet ettiği zaman Allah'tan utan; zira O, kalbine muttalidir. Eğer mahlûkat, kalbine muttali olsaydı ve onlar tarafından övülmeni istediğini bilseydiler muhakkak senden nefret ederlerdi. Eğer rabbinden utanarak nefsine bir ceza olarak fazla ibâdet yapmaya gücün yetiyorsa derhal yap!
Eğer şeytan sana 'Sen riyakârsın' dese, onun yalancı ve kandırıcı olduğunu kalbindeki riyaya karşı duyduğun nefretten anla! Kalbinin riyadan tiksinip ondan korkması ve Allah'tan utanmasıyla bil! Eğer kalbinde riyaya karşı bir nefret ve riyadan çekinme olduğuna tesadüf etmezsen, aynı zamanda dinî bir teşvik de yoksa, riya teşviki tek başına varsa, bu takdirde ibâdeti terket! Fakat böyle bir durumun olması da gayet uzaktır! Bu bakımdan kim Allah için ibâdete başlarsa, elbette onunla beraber sevap kastının esası devam etmelidir.
Soru: Şöhret korkusundan ötürü seleften birçok kimsenin ibâdeti terkettikleri nakledilmiştir! Nitekim rivâyet ediliyor ki, İbrahim en-Nehaî'nin huzuruna, Kur'ân okuduğu bir anda, biri girdi. İbrahim Kur'ân'ı derhal kapatıp okumayı terketti ve şöyle dedi: 'Bu adamcağız, bizim her saat Kur'ân okuduğumuzu sanmasın!' İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: 'Konuşma hoşuna gittiği zaman, sükût et! Sükût etmek hoşuna gittiği zaman konuş!' Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Seleften biri, yolda müslümanlara eziyet veren bir şeyin yanından geçtiği zaman o şeyi alıp yoldan atmaktan onu ancak şöhretten korkması menederdi'. Seleften bazılarına ağlamak galebe çaldığı halde şöhret korkusundan onu derhal gülmeye çevirirdi. Nitekim bu hususta birçok rivâyetler vârid olmuştur.
Cevap: Sayılmayacak kadar çok insanlardan ibâdet ve taatları açıkça yapmaları hakkında vârid olan rivâyetler, bu rivâyetlerle muâraza etmektedir. Hasan-ı Basrî'nin bu konuşmayı va'z ve nasihat tarzında söylemesi, şöhret korkusuna ağlamaktan ve yolda bulunan eziyet verici şeyleri uzaklaştırmaktan daha yakındır. Sonra onu terketmedi.
Kısacası nafile ibâdetlerin terki caizdir. Buradaki konuşma en faziletli olan hakkındadır. En faziletlisine ise, ancak kuvvetlilerin gücü yeter, zayıfların değil! Bu bakımdan en faziletlisi ibâdetlerini tamamlamak ve ihlâsı temin hususunda var kuvvetiyle çalışmak ve onu terketmemektir. Ameller ve ibâdetlerin erbabları, korkularından ötürü bazen nefislerini, en faziletlinin zıddı ile tedavi etmektedirler. Bu bakımdan en faziletlilerini yapmak daha uygundur.
İbrahim en-Nehâî'nin Kur'ân'ı kapatmasına gelince, bu hâdiseyi şöyle tevil etmek mümkün. İbrahim en-Nehâî, adam geldiğinde okumayı terketmek zorunda olduğunu bildiği için adam gittikten sonra okumaya yeniden başlamak için okumayı bırakmış olabilir. Bu bakımdan o, kişinin kendisini okurken görmemesinin riyadan daha uzak olduğu düşüncesindedir. Nitekim kendisi onunla meşgul olmak için Kur'ân okumayı terk edip bilâhare Kur'ân okumaya dönmeyi düşünmüştür.
Yoldan geçenlere eziyet veren şeyi uzaklaştırmayı terketmeye gelince, bu şöhret âfetini gerektirmesinden ve halkın teveccühünü kazanmaya vesile olmasından ötürü korkulan hareketlerdendir. Yoldan kaldırılan çöpün sevabından daha büyük ibâdetlerden kendisini meşgul edeceklerinden korktuğundan dolayı terketmiştir. Bu bakımdan bunu terketmek bundan daha büyük ibâdetleri korumak içindir. Sadece riya korkusu için değildir.
İbrahim et-Teymî'nin 'Konuşma hoşuna gittiği zaman hemen sus!' sözüne gelince, mümkündür ki bununla, hikâyelerde fesâhat göstermek gibi konuşmanın mübah kısımlarını kasdetmiştir; zira böyle bir konuşma kendisini beğenmeyi gerektirir. Böylece mübah olan sükûtun da gerektiği anlaşılır. Çünkü ucub ve benimseme mahzurludur. Bu bakımdan bu, ucubtan korkarak bir mübahtan diğer bir mübaha geçmektir.
Hak ve söylenilmesi gereken konuşmaya gelince; bu, kesinlikle belirtilmemiştir. Buna rağmen konuşmada âfet, oldukça büyüktür. O halde ikinci kısma dahil olur.
Bizim konuşmamız, halkla ilgili olmayan, âfetleri çok olan ve sadece kulun bedeni ile ilgili olan ibâdetler hakkındadır. Sonra Hasan-ı Basrî'nin 'Onlar şöhret korkusundan ötürü eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırmıyorlardı ve ağlamayı terk ediyorlardı!' sözüne gelince, çoğu zaman mümkündür ki bu söz, en faziletliyi bilmeyen zayıfların ve bu incelikleri idrâk etmekten aciz olanların hallerini hikâye etmektir. Hasan-ı Basrî bunu ancak halkı şöhret âfetinden korkutmak ve şöhreti talep etmekten uzaklaştırmak maksadıyla söylemiştir.
İkinci Kısım
İkinci kısım, halkla ilgili âfet ve tehlikesi büyük olan kısımdır. Bunun tehlike bakımından en büyüğü hilâfettir. Sonra kadılık, sonra va'z ve irşad, sonra müderrislik, sonra fetva, sonra da malı infak etmek gelir.
Hilâfet ve emirliğe gelince, adalet ve ihlâsla beraber olduğu zaman ibâdetlerin en faziletlilerindendir. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Yemin olsun, âdil bir imamın bir günü, kişinin tek başına yapmış olduğu altmış senelik ibâdetinden daha üstün ve hayırlıdır. 73
Bu bakımdan bir tek günü altmış senelik ibâdete eşit olan bir taat, ne büyük bir ibâdettir!
Cennete ilk girenler üç sınıftır ve âdil İmâm onlardan biridir. . . 74
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder: 'Üç sınıf vardır, onların duaları geri çevrilmez: Adil İmâm, onlardan biridir. 75
Kıyâmet gününde bana insanların en yakını âdil imamdır.
Bu hadîsi Ebû Said el-Hudrî rivâyet etmiştir. Bu bakımdan emirlik ve hilâfet, ibâdetlerin en büyüklerindendir. Oysa muttakîler, eskiden beri bunları terketmekte ve bunları kabul etmekten sakınmaktalar. Bunun hikmeti buradaki tehlikenin büyüklüğüdür; zira bu vazifeden dolayı içteki sıfat ve nitelikler harekete geçer, rütbe ve istilâ lezzeti, emrin nâfiz olmasının sevgisi nefse galebe çalar. Bu vazife dünya sığınaklarının en büyüğüdür. Bu bakımdan velayet sevimli olduğu zaman vâli, nefsinin isteklerini yerine getirmek için çaba sarfeder. Böylece hevâ-i nefsinin peşine takılması yakın bir ihtimal olur. Bu bakımdan mertebe ve velayetine zarar getiren şeyleri -hak da olsa- menetmeye çalışır. Bâtıl da olsa, derecesini yücelten şeyleri yapmaya gayret eder. İşte bu takdirde helâk olur ve böylece zâlim bir sultanın bir günü, bir fâsığın altmış senelik fıskından daha şerli olur. Nitekim daha önce zikrettiğimiz hadîsin mefhumundan bu anlaşılmaktadır.
Bu büyük tehlike için Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle derdi: 'Acaba içindeki tehlikelerle beraber kim idareciliği benden kabul eder?' Nasıl böyle olmasın! Zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Bir kabileye idareci olan bir kimse yoktur ki kıyâmet gününde eli boynunda kelepçeli olarak huzur-u ilâhîye gelmesin! Bu kimseyi ya adâleti o kelepçeden kurtarır veya zulmü kendisini helâk ettirir.
Bu hadîsi Ma'kal b. Yesar76 rivâyet etmiştir. Hazret-i Ömer, Ma'kal b. Yesar'ı (Basra valiliğinden önce) bir vilayete vali tâyin etti. Ma'kal, Hazret-i Ömer'e hitaben 'Ey Mü'minlerin emîri! Bana nasıl hareket edeceğimi söyle!' dedi. Hazret-i Ömer cevap olarak 'Otur ve benden sakla!' buyurdu.
Hasan-ı Basrî rivâyet ediyor ki: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir kişiyi vali tayin etti. O kişi Hazret-i Peygamber'e 'Bana en hayırlısını seç' deyince, Hazret-i Peygamber, ona cevap olarak 'Otur!' dedi. 77
Abdurrahman b. Semure'nin rivâyet ettiği hadîs de böyledir; zira Hazret-i Peygamber ona şöyle demiştir:
Ey Abdurrahman! Emîrliği isteme! Zira sen istemeden emirlik verilirse, o hususta yardıma mazhar olursun. Eğer istemenle emirlik sana verilirse, ona havale edilmiş olursun!78
Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) Râfi b. Ömer'e dedi ki: 'İki kişiye dahi emîr olmaya razı olma!' Sonra Hazret-i Ebû Bekir bizzat halife seçilince Râfi kendisine dedi ki: 'Sen bana iki kişiye dahi baş olma demedin mi? Oysa sen Ümmet-i Muhammed'in (aleyhisselâm) işini üzerine aldın!' Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk 'Evet! Ben yine sana aynı şeyi diyorum! Kim bu vazifede adalet etmezse Allah'ın lâneti onun üzerinedir' dedi.
Basireti az olanlar, emirliğin fazileti hakkında vârid olan hadîslerle, emirlikten sakındırmak hususunda vârid olan hadîslerin arasında çelişki görebilirler. Oysa böyle birşey yoktur. Burada hakîkat şudur: Dinde kuvvetli bulunan havass için idarecilikleri kabul etmekten kaçınmak uygun değildir. Zayıflar için de uygun değildir; zira onlar bu vazifeleri alıp helâk olurlar. Buradaki 'kuvvetli'den gayem, dünyanın kendisini kaydırmadığı, tamahkârlığının kendisini felâkete sürüklemediği kimsedir. Allah için hiçbir kimsenin kınamasından çekinmez. Böyleleri halka aldırmazlar, dünya hususunda zâhid olmuşlardır. Dünyadan ve halkın ihtilâtından nefret etmişler, nefislerini mağlup etmiş, dizginini ele almışlardır. Şeytanları gemlemişler, dolayısıyla şeytan onları aldatmaktan ümitsiz olmuştur. Bu bakımdan bu kimseleri haktan başka hiçbir şey harekete geçirmez. Bunları haktan başka hiçbir şey teskin etmez. Canları pahasına haktan ayrılmazlar! O halde onlar emirlik ve hilâfet hususunda fazileti elde eden kimselerdir. Kim bu sıfatta olmadığını biliyorsa, onun için idarecilik almak haramdır.
Kim nefsini deneyip hak için sabredici olduğunu görürse, idareciliklerin dışında şehvetlerden kaçtığını müşahede ederse, fakat buna rağmen idarecilik tadını aldığı zaman bozulacağından korkarsa, idareciliğin hoşuna gideceğinden ve emrinin yerine getirilmesi zevk verdiğinden ve icabında işinden atılmaktan hoşlanmamaktan endişe ederse ve işinden atılmamak için yağcılık yapmasını muhtemel görürse, böyle bir kimsenin hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bu kimse acaba idarecilikten kaçınmalı mıdır?
Bazıları demiştir ki: 'Kaçınması farz değildir. Çünkü yukarıda sayılan tehlikeler gelecek zamanda olacak bir şeyin korkusu ve endişesidir. Hâl-i hâzırda ise, nefsin lezzetlerini terketmek ve haktan ayrılmamak hususunda nefsini kuvvetli görmektedir'.
Doğrusu böyle bir kimseye idarecilikten sakınmak gerekir. Çünkü nefis kandırıcıdır. Hakkı iddia eder, hayrı va'd eder. Eğer kesinlikle hayrı va'd ederse, yine idarecilik anında bozulmasından korkulur. O halde tereddütü olduğu zaman, nasıl korkulmasın? İdareciliği kabulden kaçınmak, başladıktan sonra azledilmekten daha kolaydır. Azil elem vericidir. Nitekim 'azil, erkeğin talâkıdır' darb-ı meseli meşhurdur.
Bu bakımdan kişi idareciliğe başladıktan sonra nefsi artık azlolup uzaklaştırılmasına müsamaha göstermez. Nefsi yağcılık yapmaya, hakkı ihmal etmeye doğru kayar ve dolayısıyla sahibini cehennemin derinliğine düşürür. Ölüme kadar bu idarecilikten el çekmeye artık gücü yetmez. Ancak kerhen ve cebren uzaklaştırılırsa başka. . . Bu şekildeki uzaklaştırmakta da idareciliği seven herkes için bir azap vardır. Ne zaman nefis idareciliği aramaya meylederse, sahibini idareci olmak için zorlarsa, bu nefis şerri şiddetle emreden nefistir. Onun için Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Biz elbette bizden vazife dileyeni, idareci yapmayız. 79
Zayıf ve kuvvetlinin hakkındaki hükmün değişik olduğunu bildiğin zaman Ebû Bekir Sıddîk'in Râfî'i idarecilikten menetmesi ile bilâhare kendisinin idareciliği kabul etmesinin arasında çelişki olmadığını anlayacaksın.
Kadılığa gelince, kadılık her ne kadar hilâfet ve imametten derece bakımından daha az ise de o da iki vazifenin ağırlığını taşımaktadır; zira her velayet sahibi nâfiz bir emre sahiptir. Emirlik doğal olarak sevilir. Hakka tâbi olmakla beraber kadılıkta sevap büyüktür. Haktan inhiraf edince de cezası büyüktür. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kadılar üçtür: İkisi cehennemde, biri cennettedir. 80
Kim kadılık vazifesini almaya koşarsa, o kimse bıçaksız kesilmiş demektir. 01
Bu bakımdan kadılığın hükmü, emîrliğin hükmü gibidir. Zayıf kimselerin kadılığı terketmesi uygundur. Gözünde dünyanın ve dünya lezzetlerinin kıymeti olan da kadılık vazifesini terketmelidir. Kuvvetliler bu vazifeyi almalıdır. Onlar, Allah yolunda hiçbir kimsenin kınamasından çekinmezler. Ne zaman ki sultanlar zâlim iseler, kadılar da ancak onlara yağcılık yapmak suretiyle ve onların ve yakınlarının hatırı için bazı hakları ihmal etmek suretiyle kadılık yapabiliyorsa ve eğer onların aleyhinde hak ile hüküm verdiğinde kendisini azledeceklerini veya kendisine itaat etmeyeceklerini biliyorsa bu takdirde kadılık vazifesini alabilir. Fakat kadılık vazifesini aldığı takdirde onlardan hak ve hukuku talep etmesi gerekir. Azledilmenin korkusu, ihmal etmek hususunda kendisine asla bir özür olamaz. Eğer azledilirse mesuliyet kendisinden gider. Bu bakımdan eğer Allah için hüküm veriyorsa, azledilmesine sevinmesi gerekir. Eğer nefsi bu hususta müsamahakâr davranmazsa bu kimse, bu takdirde hevâi nefse ve şeytana tâbi olmak için hüküm veriyor demektir. Bu bakımdan böyle bir kimse hükmetmekten nasıl sevap bekleyebilir? Oysa kendisi zâlimlerle beraber cehennemin en dibinde olacaktır.
Vaizlik, müftilik, müderrislik, hadîs rivâyet etmek, âli senedlerin toplanması ve mertebenin genişlemesine vesile olan ve kıymetini halkın gözünde artıran konulara gelince, bunun da âfeti idarecilerin âfeti gibi büyüktür. Selefin korkanları fırsat buldukça fetva vermekten çekinir, başkasına havale ederlerdi. Selef uleması şöyle derdi: 'Haddesenâ (Bize tahdîs etti) dünya kapılarından bir kapıdır. Kim 'haddesenâ' derse, muhakkak o kimse 'bana geniş yer açınız' demek istiyor!
Bişr el-Hafî, bir yük hadîs kitabını toprağa gömdü ve dedi ki: 82 'Hadîs rivâyet etmeye olan hırsım beni hadîsten menetti. Eğer nefsim konuşmamayı isteseydi muhakkak konuşurdum'.
Vaiz bir kimse, halkın kalbinin o vaaz ile etkilenmesinde, ağlamalarında, sızlamalarında ve kendisine hürmet etmelerinde öyle bir zevk hisseder ki hiçbir zevk bu zevke denk olamaz. Bu bakımdan vâizin kalbine bu durum hâkim olduğu zaman onun tabiatı avamın yanında tervic edilen -bâtıl olsa dahi- süslü püslü olan konuşmaya meyleder. Halk tarafından ağır sayılan her konuşmadan -hak da olsa- kaçar. Tamamen himmetini halkın kalbini harekete geçiren ve halkın kalbinde derecesini yükselten konuşmalara sarfeder. Herhangi bir hadîsi veya hikmetli bir sözü dinlediği zaman, onu minberin başında halka nakletmeye elverişli olduğu için onunla sevinir. Oysa onunla ancak saadet yolunu, din yolunu gösterdiğinden dolayı sevinmeliydi. İster onunla amel etmiş olsun, ister olmasın.
Sonra vaiz der ki: Allahü teâlâ bana bu nimeti ihsan etti ve bu hikmetle beni faydalandırdığı zaman ben onu söylemeliyim ki müslüman kardeşlerim de onun faydasında bana ortak olsunlar'.
İşte bu vazifede, büyük bir korku ve fitne vardır. Bu bakımdan onun hükmü de idareciliğin hükmü gibidir. Öyleyse teşvik edicisi mevkî elde etmek, din vasıtasıyla halkın malını yemek, böbürlenmek, halka karşı büyük âlim olduğunu ispat etmek olan bir kimse için, vaizliği terketmek uygundur ve bu hususta hevâ-i, nefse muhalefet etmelidir. Ta ki nefsi, olgunlaşıncaya kadar, din hususundaki himmeti kuvvet buluncaya kadar, nefsinin hakkında fitneden emin oluncaya kadar. . . Böyle olduğu takdirde va'z ve nasihat vazifesine yeniden dönebilir.
Eğer İlim ehli hakkında böyle hüküm verilirse ilimler yok olup ortadan kalkar. Cehalet bütün halkı kasıp kavurur!' dersen, cevap olarak deriz ki: 'Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) emirliği istemeyi yasaklamıştır ve emirlikten dolayı şiddetli tehditler savurmuştur'.
Muhakkak sizler emirlik için harislik gösterirsiniz. Oysa emirlik, kıyâmet gününde hasret ve nedâmettir. Ancak emirliği, hakkını vermek suretiyle yapan kimse hariç. . .
Süt veren (emirlik) ne mutlu, ne güzeldir! Sütten kesen (emâret) ne kötü, ne çirkindir!83
Oysa malûmdur ki saltanat ve hilâfet eğer muattal olursa din ve dünya muattal olur. Halk arasında fitne kabarır, emniyet kalkar, memleket harâbeye döner. Maişetler muattal olur. O halde bütün bunlarla beraber neden Hazret-i Peygamber emirliği nehyetmiştir?
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Ubey b. Ka'b'ın arkasına bir topluluğun takıldığını gördüğü zaman Ubey'i dövdü ve döverken de şöyle dedi: 'Ubey müslümanların efendisidir ha!'
Oysa Hazret-i Ömer, Ubey'in yanında Kur'ân okuyordu, ondan ders alıyordu. Buna rağmen Hazret-i Ömer, halkın Ubey'e tâbi olmasını menederek şöyle demiştir: 'Böyle yapmak baş olanı saptırır, kuyruk olanlara da zillettir'.
Oysa Ömer hutbe okuyor, va'zediyor ve bunu yapmaktan da çekinmiyordu.
Bir kişi Hazret-i Ömer'den halka sabah namazından sonra va'zetmek hususunda izin istedi. Hazret-i Ömer onu menetti. Adam Hazret-i Ömer'e 'Halka va'zetmekten beni men mi ediyorsun?' diye sordu. Hazret-i Ömer 'Süreyya yıldızına yetişecek kadar kendini büyütmenden korkuyorum' dedi. Zira Hazret-i Ömer, o kişide, halkın teveccühünü ve mevkîsinin yükselmesini talep etme emarelerini görmüştü.
Kadılık ve halifelik de dinleri hususunda vaaz, müderrislik ve fetva gibi halkın muhtaç olduğu vazifelerdir. Onların her birinde fitne ve lezzet vardır. Bu bakımdan aralarında, tehlike bakımından hiçbir fark yoktur.
İtirazcının 'Bu vazifeyi almayı yasaklaman ilmin yok olmasına yol açar!' sözüne gelince, bu söz yanlıştır; zira Hazret-i Peygamber'in kadılığı nehyetmesi84 kadılığın muattal olmasına sirayet etmemiştir. Aksine riyasetin sevgisi halkı bunu istemeye mecbur eder. Riyaset sevgisi, ilimlerin yok olup gitmesine müsaade etmez. Bilakis eğer halk, içinde riyaset ve hürmet görmenin bulunduğu ilimleri kendileri zincir ve bukağılarla bağlanıp hapsedilseler de muhakkak hapisten kaçar, zincirleri kırar, yine de o ilimleri ararlar. Kaldı ki Allahü teâlâ'nın, bu dini, ahlâksız birtakım kavimlerle teyid edeceğini Hazret-i Peygamber bize va'detmiştir. (Nesâî) Bu bakımdan sen halkın işiyle kalbini meşgul etme. Kesinlikle Allah onları zâyi etmez. Sen kendi nefsin için düşün!
Bununla beraber memlekette vaaz vazifesini yerine getiren bir grup varsa, vaaz etmemek hususundaki yasak ancak onların bazılarının bu vazifeden imtinâ etmesini gerektirir. Biliniyor ki bunların tümü birden o vazifeden imtina etmez ve riyaset lezzetini bırakmazlar. Eğer memlekette bir kişiden fazla yoksa, onun da vaaz ve nasihati güzel konuştuğundan dolayı halka fayda veriyorsa, zâhirde doğru dürüst görünürse, halka da Vaazıyla ancak Allah'ı irade ediyor, dünyayı terketmiş ve dünyadan yüz çevirmiştir' düşüncesini veriyorsa, biz böyle bir kimseyi va'zdan menetmeyiz. Biz ona deriz ki: 'Bir taraftan va'zla meşgul ol, diğer taraftan nefsinle mücadele et!' Eğer derse ki: 'Nefsime gücüm yetmiyor! Bu sefer deriz ki: 'Meşgul ol, mücâhede et!' Çünkü biz kesinlikle biliyoruz ki, eğer o kişi o vazifeyi terkederse, ondan başka o vazifeyi yapan olmadığı için, halkın tamamı helâk olacaktır. Eğer gayesi dünya rütbesi olduğu halde o vazifeye devam ederse, bu takdirde yalnız kendisi helâk olur. O halde, bütün halkın dininin selâmeti, bizce sadece o kişinin dininin selâmetinden daha mühimdir. Bu bakımdan biz onu halka fedâ eder ve deriz ki: Bu öyle bir kimsedir ki Hazret-i Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur:
Muhakkak Allahü teâlâ bu dini ahlâkı olmayan birtakım kavimlerle teyid eder. 85
Sonra vâiz o kimsedir ki insanları âhirete teşvik eder, konuşmasıyla insanları dünyadan soğutur, yaşantısıyla bu iki hususta tesirli olur. Bu zamanda ise vâizlerin ihdas ettikleri birtakım süslü püslü kelimeler, şiirlerle beraber seci'li lâfızlar vardır ki onların içinde dinin herhangi bir işinin büyütülmesi ve müslümanları korkutmak yoktur. Aksine nükteler savurmak suretiyle günahlara dalmaya cesaret vermek ve ümitler bahşetmek vardır. Böyle bir vâize gelince, memleketi böyle vaizlerden kurtarmak idarecilerin boynuna farzdır. Çünkü bu tip vâizler deccallerin vekilleri ve şeytanların halifeleridir. Biz ancak güzel vaazlı, zâhiri dine uygun, kalbinde halk tarafından hüsnü kabul görme sevgisini besleyen ve bundan başka birşey düşünmeyen vâiz hakkında konuşuyoruz. Kitab'ul-İlim'de kötü âlimler hakkında vârid olan tehdit hususunda belirttiğimiz hakikatlerde ilmin ve ilim felâketlerinin fitnelerinden sakınmanın lüzumlu olmasını belirtecek durum vardır.
Bunun için Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir:
Ey kötü âlimler! Oruç tutar, namaz kılar, sadaka verirsiniz. Fakat emrettiklerinizi yapmazsınız. Yapmadıklarınızı söylersiniz. Hükmettikleriniz ne kötüdür. Söz ve temennilerle tevbe eder, nefsin hevasıyla amel edersiniz. Oysa derilerinizi kalpleriniz kirli olduğu halde temizlemeniz size hiçbir fayda vermez. Gerçek olarak sizlere derim ki, elek gibi olmayınız! Elekten güzel un çıkarıyorsunuz, fakat göğüslerinizde hileler kalıyor. Ey dünyanın köleleri! Dünyadan şehvetini kısmayan, rağbetini kesmeyen bir kimse, âhireti nasıl elde edebilir? Gerçek olarak size derim ki, sizin kalpleriniz yaptıklarınızdan hüngür hüngür ağlamakta. . . Dünyayı dillerinizin, ameli de ayaklarınızın altına koymuş bulunuyorsunuz. Hakkıyla size derim ki; dünyanızın ıslahıyla âhiretinizi ifsad etmiş bulunuyorsunuz. Bu bakımdan dünyanın ıslahı sizin nezdinizde, âhiretin ıslahından daha sevimlidir. Acaba sizden daha çirkin kimler bulunabilir? Vay halinize! Keşke bilseydiniz geceleyin gidenlere yolu târif ettiğinizi ve kendiniz de şaşkınlar mahallinde durduğunuzu ki bu (ne acı bir felâkettir) . Sanki siz dünya ehlini, sizler için dünyayı terketmeye dâvet ediyorsunuz. Yavaş olunuz, yavaş olunuz! Azap olasıcalar! Karanlık evin dışardan damına çıra bırakmak ne fayda verir! Oysa evin içinde karanlık ve vahşet doludur! Böylece ağzınızdaki ilim nûru içinizde yoksa size ne fayda verir?!
Ey dünya köleleri! Siz ne muttaki köleler gibi, ne de hür kimseler gibisiniz. Dünyanın sizi temelinizden söküp yüz üstü atıp sonra yüzünüz üzerinde sürükleye sürükleye helâk etmesi yakındır! Sonra günahlarınız gelir alınlarınıza yapışır. Sonra ilim de sizi arkadan iteler. Sonra sizi götürüp şiddetle cezalandıran padişaha (Allah'a) teslim eder. Hem de yalın ayak, beden çıplak, tek başınıza olduğunuz halde! O padişah sizi kötülüklerinizin üzerinde durdurur, sonra kötü amellerinizden dolayı size ceza verir.
Hâris b. Esed el-Muhâsibî bu hadîsi bazı kitaplarında rivâyet ettikten sonra şöyle demiştir: 'Bu kötü âlimler, insan şeytanlarıdır. Halk için fitnedirler. Dünyanın (geçici) mallarına ve yüksekliklerine rağbet etmişler, onu âhirete tercih edip dini dünya için zelil etmişlerdir. Onlar geçici dünyada ayıp ve lekedirler. Âhirette de zarar edenlerin ta kendileri!' Eğer "Bu âfetler açıktır. Fakat ilim ve vaaz hakkında birçok tergib edici nasihatlar vârid olmuştur" dersen, şu hadislere dikkat et!
Eğer Allah senin (nasihatin) le bir kişiyi hidayet ederse, bu senin için dünya ve dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır. 86
Hangi çağırıcı (vâiz) ki bir hidayete çağırır ve bu mevzuda halk ona tâbi olursa, onun için kendi ecri ve kendisine tâbi olanların ecri kadar ecir yazılır. 87
İlmin faziletleri hakkında bunlardan başkası da vârid olmuştur. Bu bakımdan âlim bir kişiye İlimle meşgul ol! Halka riyakârlık yapmayı bırak!' demek uygundur. Nitekim namaz hususunda kalbine riya gelen bir kimseye 'İbâdeti terketme! Fakat ibâdeti tamamla! Nefsinle de mücahede et!' denildiği gibi. . .
İlmin fazileti büyüktür, tehlikesi de büyüktür. Tıpkı hilâfet ve emâretin fazileti gibi. . . O halde biz, Allah'ın kullarından hiçbir kimseye 'ilmi terket!' diyemeyiz; zira ilmin esasında felâket yoktur. Felâket ancak, vâizlik, müderrislik ve hadîs rivâyet etmek makamında oturmak suretiyle ilmi izhar etmekte olabilir.
Biz âlim kişiye 'Riya teşviki ile karışan dinî bir teşvik bulundukça ilmi terket!' diyemeyiz! Fakat sadece riya onu harekete geçirdiği zaman, ilmi izhar etmeyi terketmek kişi için daha faydalı ve daha selâmetlidir. Namazın nafile kısımları da böyledir. Bunlar hususunda riya teşvikçisi tek başına harekete geçirici ise, terkedilmeleri farzdır. Fakat riyayı istemediği halde, namazın ortasında riya vesveseleri kalbine gelirse, namazı terketmemelidir. Çünkü ibâdetlerdeki riya âfeti zayıftır, ancak idareciliklerde büyür. İlim, büyük mertebelere namzet olmakla kabarır. Kısaca mertebeler üçtür:
Birincisi: İdareciliklerdir. İdareciliklerdeki âfetler büyüktür. Âfetten korkarak idareciliği bırakan seleften bir cemaat vardır.
İkincisi: Oruç, namaz, hac ve gazâdır. Bu vazifeleri selefin kuvvetlileri de, zayıfları da yapmışlardır. Afetin korkusundan dolayı bu vazifeleri terketmek onlardan rivâyet edilmemiştir. Çünkü bu vazifelere giren âfetler zayıftır. Ameli Allah için tamamlamakla beraber, o âfetleri yok etmek için az bir kuvvet kâfidir.
Üçüncüsü: Bu geçen iki rütbenin arasında bulunan bir rütbedir, va'z, fetva, hadîs rivâyeti ve müderrislik mansıp ve bunlardan kaynaklanan mevkîlere tâlip olmaktır. Buralardaki âfetler idarecilikteki âfetlerden daha az, namazdaki âfetlerden daha çoktur. Bu bakımdan namazı ne zayıfın ne de kuvvetlinin terketmesi uygun değildir. Ancak zayıf bir kimse riya vesvesesini bertaraf et meye çalışır. İdareciliği ise, kuvvetlilerin değil, zayıfların terketmeleri uygundur. İlim mertebeleri bu iki mertebenin arasındadır. Kim ilim mertebesinin âfetlerini denemişse bilir ki bu idareciliğe daha çok benzer. Zayıf bir kimse için bu mertebeden sakınmak daha selâmetlidir. Allah herkesten daha iyisini bilir.
Burada dördüncü bir mertebe daha vardır. O da malın toplanması ve gereken yerlere dağıtmak için edinilmesidir. Muhakkak malı infak etmekte ve cömertliği izharda halkın övgüsünü celbetmek vardır. Halkın kalbine sürur ve lezzeti sokmakta nefis için bir lezzet vardır. Buradaki âfetler de çoktur. Bunun için Hasan-ı Basrî'den, gıdasını arayan, gıdasını elde ettikten sonra çalışmayan bir kişi ile gıdasından fazlasını elde edip sadaka veren bir kişinin durumu sorulduğu zaman şöyle demiştir: 'Normal nafakasından sonra oturup ibâdete yönelen daha faziletlidir'.
Bunun hikmeti şudur: Selef, dünyada selâmetin azlığını, dünyayı Allah'a yaklaşmak için terketmenin zâhidlik olduğunu bilirlerdi.
Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Dımeşk (Şam) caminin merdivenlerinde durup her gün elli dinar kazanıp sadaka vermek beni sevindirmez. Dikkat edilsin! Ben bu sözümle alışverişi haram etmiyorum. Fakat kendilerini Allah'ın zikrinden ne alışverişin ne de herhangi bir ticaretin meşgul etmediği kimselerden olmayı istiyorum!'
Âlimler ihtilâf ettiler. Bir grup dedi ki: 'Kişi dünyayı helâlinden istese ve dünyadan selâmet kalıp onu sadaka verse, böyle yapması ibâdet ve nafilelerle meşgul olmasından daha efdaldir'.
Başka bir grup dedi ki: Allah'ın zikrine devam etmek daha efdaldir. Almak ve vermek insanı aldatır, meşgul eder. Oysa Îsa Mesih (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ey dünyayı, onunla iyilik yapmak için isteyen kişi! Dünyayı terketmen daha sevaplıdır'.
Yine Îsa Mesih şöyle demiştir: 'Buradaki en az felâket, kişinin başkalarını ıslah etmesinin kendisini Allah'ın zikrinden alıkoymasıdır. Oysa Allah'ın zikri daha büyük ve daha faziletlidir'.
Buraya kadar söylediklerimiz, âfetlerden selâmet kalan bir kimse için sözkonusudur. Dünya âfetlerine mâruz kalan bir kimseye gelince, onun dünyayı terketmesi daha sevap ve zikirle meşgul olmasının daha üstün olduğunda şüphe yoktur.
Halkla ilgili olup ve içinde nefsin lezzeti bulunan şey, âfet ve felâketlerin kaynağıdır. En iyisi, ibâdet edip âfetleri bertaraf etmektir. Eğer kişi bundan âciz ise düşünmeli, mücâhede etmeli, kalbinden fetva istemelidir. Kalbindeki hayrı, oradaki şer ile karşılıklı tartmalı. İlim nûrunun delâlet ettiğini yapmalıdır, tabiatının meylettiğini değil. . .
Kısacası kalbine daha hoş gelen, çoğu zaman kendisi için daha zararlı olur. Çünkü nefis şerre teşvik eder, pek az zaman hayra teşvik eder ve ona meyleder. Her ne kadar bu bazı durumlarda uzak bir ihtimal değil ise de hakîkat budur. Bunlar yokluk veya varlıkla tafsilâtlarına hükmetmek mümkün olmayan birtakım şeylerdir. O halde hüküm, kalbin ictihadına havale edilir. Kişi dini için bu hükmü dikkatle izlemelidir. Kendisini şüphelendireni bırakıp, şüphelendirmeyene dikkat etmelidir.
Sonra zikrettiğimizde bazen de cahil bir gurur gelir. Cahil, mal kazanır fakat felâket korkusundan infak etmez. Bu ise cimriliğin ta kendisidir. Şüphe yoktur ki sadakaların ötesinde mübah yerlerde malı dağıtmak, tutmasından daha üstündür. İhtilaf çalışmaya muhtaç olan bir kimse hakkındadır. Acaba bu adam için çalışmayı terketmek mi yoksa çalışıp infak etmek mi daha üstündür veya zikir için tecerrüd etmek mi? Bu ihtilâf şundan ileri gelir: Çalışmakta âfetler vardır. Helâlden gelen malı her halükârda Allah yolunda infak etmek, onu infak etmemekten daha üstündür.
Soru: Hangi alâmetler, âlim ve vâizin doğru, vaazında ihlâslı olduğunu, halka riyakârlık etmediğini bildirir?
Cevap: Bunun birçok alâmetleri vardır: O alâmetlerden biri, eğer o vâizden daha güzel vaaz eden veya ilmi daha fazla olan biri çıkarsa, halk da bu yeni geleni daha fazla kabul ederse, samimi vâiz buna sevinir ve yeni ortaya çıkan meslektaşını kıskanmaz.
Evet! Gıpta etmekte zarar yok! Gıpta etmek, kendi nefsine onun amelinin benzerini temenni etmek demektir.
O alâmetlerin biri de, büyükler kendisinin meclisine geldikleri zaman konuşması değişmez. Aksine onların olmadığı zamandaki konuşma temposuyla devam eder. Halka aynı gözle bakar!
Diğer bir alâmet, yolda halkın arkasına takılmasını ve arkasında çarşılarda yürümelerini sevmemesidir. Bu hususun sayılması uzun sürecek birçok alâmetleri vardır. Nitekim Ebû Said b. Mervan şöyle anlatır: Hasan-ı Basrî'nin yanında otururken mescidin kapısından Haccâc-ı Zâlim içeri girdi. Onunla beraber muhafızlar vardı. Kendisi sarımtırak bir ata binmişti. Atı ile beraber caminin sahasına girdi. Caminin sağına soluna baktı. Arkasında Hasan-ı Basrî'nin ders halkasından daha kalabalık bir topluluk görünce Hasan-ı Basrî'nin ders halkasına doğru yöneldi, onun yakınına yürüdü. Hasan-ı Basrî onun kendisine yöneldiğini görünce meclisinin bir tarafını ona boşalttı. Ben de oturduğum yerin bir tarafını boşalttım. Öyle ki benimle Hasan-ı Basrî'nin arasında Haccâc için oturacak kadar bir yer açıldı. Haccâc gelip, benimle Hasan-ı Basrî'nin arasına oturdu. Hasan her günkü konuşmasından birini yapıyordu. Bu bakımdan . Hasan konuşmasını kesmedi. Kendi kendime dedim ki: 'Yemin olsun, bugün Hasan'ı deneyeceğim. Acaba Haccâc'ın buraya gelip oturması, Hasan'ın konuşmasına bir şeyler ekleyip Haccâc'a yaklaşmasına vesile mi olacak, yoksa Haccâc'ın korkusundan konuşmasında herhangi bir kısaltma mı yapacak?'. Hasan bir konuşma yaptı, hergün yaptığının benzeri bir konuşma idi. . . Böylece konuşmasının sonuna geldi. Hasan Haccâc'a aldırmaksızın konuşmasını bitirdiği zaman, Haccâc elini kaldırıp onun omuzunu okşadı ve şöyle dedi: 'Şeyh doğru söyledi ve sevap kazandı! Siz buna benzer meclislere gidin! Onlara gitmeyi âdet ittihaz edin. Çünkü Hazret-i Peygamber'den kulağıma gelmiştir ki zikir meclisleri cennetin bahçeleridir. Eğer insanların üzerimize aldığımız işleri olmasaydı bizden daha fazla bu meclislere gelemezdiniz. Çünkü biz bu meclislerin faziletini biliyoruz'.
Sonra Haccâc coşup konuştu. Hatta Hasan-ı Basrî de ve o meclisde hazır bulunanlar da onun belâgatına hayret ettiler. Konuşmasını tamamladığı zaman ayağa kalktı. Haccâc kalktığı zaman Şam halkından bir kişi Hasan-ı Basrî'nin meclisine geldi ve dedi ki: 'Allah'ın müslüman kulları! Siz hayret etmez misiniz, ben kocamış bir kişiyim. Ben savaşa gönderiliyorum. Bana bir at, bir katır ve bir çadır lâzımdır. Benim maaşım üçyüz dirhemdir. Yedi tane kızım var. . . '
Böylece kişi halinden şikayet etti. Hasan da, Hasan'ın arkadaşları da rikkate geldiler. Hasan başını eğip dinliyordu. Adam konuşmasını tamamlayınca Hasan başını kaldırdı ve şöyle dedi: 'Ne oluyor onlara (o idarecilere?) Allah onları kahretsin! Allah'ın kullarını köle gibi kullanırlar. Allah'ın malını ticaret edinirler. Halkı dinar ve dirhem için öldürürler. Allah'ın düşmanı savaşa gittiği zaman şatafatlı çadırlar içerisinde ve koşar katırlar sırtında gidiyor. . Oysa kardeşini harbe gönderdiği zaman karnı aç ve yaya gönderiyor'.
Böylece Hasan-ı Basrî idarecileri en çirkin ve en şiddetli ayıplarla vasıflandırıncaya kadar konuşmasını gevşetmedi. Bunun üzerine Hasan'ın yanında oturan Şamlılardan biri ayağa kalktı. Gidip Hasan'ı, Haccâc'a şikayet edip konuşmasını nakletti. Bunun üzerine Haccâc'ın elçileri Hasan'ı çağırmaya gelip 'Valinin dâvetine icabet et!' dediler. Bunun üzerine Hasan kalkıp gitti. Biz de konuştuğu şeylerden ötürü korkuyorduk. Bir zaman sonra Hasan meclisine tebessüm ettiği halde döndü, onu az zaman ağzını açıp gülerken görmüştük. O sadece tebessüm ederdi. Meclisine gelip oturdu. Emaneti tâzim etti ve dedi ki: 'Siz ancak emanetle bu mecliste oturuyorsunuz. Siz zannediyorsunuz ki hainlik ancak dinar ve dirhemde olur. Hainliğin en şiddetlisi, bir kişinin yanımızda oturması ve bizim de ondan emin olmamız ve sonra da gidip bizi ateşten bir kıvılcımla ihbar etmesidir. Ben şu kişiye (Haccâcı kastediyor) vardım. Bana "Dilini tut! 'Allah'ın düşmanı harbe gittiği zaman, şöyle olur. Kardeşini harbe gönderdiği zaman şöyle gönderir' gibi sözlerinle halkı bizim üzerimize kışkırtıyorsun. Dikkat et! Biz bu hususta senin nasihatin başka şekilde telâkki etmiyoruz. Fakat dilini tut" dedi'. Hasan sonra 'Allah onun şerrini benden defetti!' dedi.
Hasan-ı Basrî evine gitmek üzere bir merkebe bindi. Yolda giderken, arkasına takılan bir grubu gördü. Durup şöyle dedi: 'Bir ihtiyacınız mı var veya bir mesele mi sormak istiyorsunuz? Eğer birşey yoksâ dönün! Sizin bu yaptığınız, kulun kalbini selâmetli bırakmaz!'
Bu alâmet ve benzerleriyle kalbin gizlilikleri belli olur. Öyle ise ne zaman âlimleri sürtüşür, birbirlerinden nefret eder, birbirine yaklaşmaz ve yardımlaşmaz görürsen bil ki onlar âhireti verip dünya hayatını satın almışlardır. Onlar zarar edenlerdir.
Ey Allahım! Lütfûnla bize rahmet et! Ey rahmet edenlerin hepsinden daha fazla rahmet eden!
73) Taberânî, Beyhakî
74) Müslim
75) Daha önce geçmişti.
76) Künyesi İbn Abdilberr el-Müzenî'dir. Hudeybiye Barışı'nda bulunmuştu.
77) Taberânî, (mevsul olarak)
78) Müslim, Buhârî, İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud ve Tirmizî
79) Müslim, Buhârî
80) Sünen sahipleri (Bureyde'den)
81) Sünen sahipleri (Bureyde'den)
82) İlim bölümünde geçmişti.
83) Buhârî
84) Müslim, (Ebû Zer'den) ; 'Sakın iki kişiye emîr olma ve hiçbir yetimin malına veli olma'. Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Hıbbân ve Hâkim; 'Ey Ebû Zer! Seni zayıf görüyorum. Kendime istediğimi sana da isterim. Sakın iki kişiye (dahi) emîr olma ve hiç bir yetimin malına velilik yapma. . '
86) Müslim, Buhârî
87) İbn Mâce
Kişi bazen halk ile beraber bir yerde geceler, onlar gece namazını kılmaya kalkarlar veya bazıları kalkıp bütün gece veya gecenin bir kısmında namaz kılarlar. Oysa o evinde olduğunda ancak bir saate yakın kalkıp ibâdet edenlerdendir. Fakat onları bu şekilde görünce onlara uymaya gayreti kabarır. Öyle ki normal âdetinden fazlasını yapar veyahut asla gece ibâdetine alışkın olmamakla beraber arkadaşlarına uyarak kalkıp namaz kılar. Yine başka bir yerde bulunur ki o yerin sakinleri oruç tutarlar. Onun da oruca karşı neşesi kabarır ve tutar. Eğer onlar olmasaydı bu gayrete gelmezdi.
İşte böyle bir durumun çoğu zaman riya olduğu zannedilir. 'Farz olan bu durumda arkadaşlara uymamaktır' kanaati belirir. Oysa mutlak mânâda durum hiç de böyle değildir. Bu durumun izahı vardır. Çünkü her Mü'min Allah'ın ibâdetine taliptir. Gece namazına, gündüz orucuna isteklidir. Fakat buna rağmen bazen onu bu ibâdetlerden birtakım mâniler geri bıraktırır. Meşgaleler onu kaplar. Bu bakımdan bazen başkasını görmek, gafletin giderilmesine sebep olur veya mâniler ve meşguliyetler bazı yerlerde bertaraf edilir. Dolayısıyla insanın gayreti ibâdete karşı gelişir. Bazen kişi evinde olur, sebepler onu gece ibâdetinden alıkoyar. Yumuşak bir döşeğin üzerinde uyuması veya zevcesiyle oynaşma fırsatını elde etmesi veya aile efradı ve akrabalarıyla beraber konuşması veya çoluk çocuğuyla meşgul olması veya ortaklarıyla beraber olan bir hesabını mütalaa etmesi gibi. . .
Bu bakımdan yabancı bir kimsenin evinde bulunduğu zaman, ibadet isteğini gevşeten bu sebepler kendisinden uzaklaşırlar. Kendisini hayra teşvik eden sebepler meydana gelir. İbadet eden yabancı kimseleri görmesi gibi. . . Görür ki yabancılar Allah'a yönelmiş, dünyadan yüz çevirmişler. Bu kişi de onlara bakar, onların durumuna imrenir, Allah'ın ibâdetiyle kendisini geçmeleri ona zor gelir. Dolayısıyla riya için değil, din duygusu harekete geçer veya bazen yeri kötü gördüğünden dolayı uykusu kaçar veya başka bir sebep olur. Dolayısıyla uykunun kaçmasını fırsat bilerek ibâdet eder. Oysa evinde çoğu zaman uyku kendisine galebe çalar. Bazen de daimi bir şekilde evinde olması da buna eklenir.
Nefis ise gece ibâdetine devamlı kalkmayı müsamaha ile karşılamaz. Ancak az bir vakit gece ibâdetini yapmaya müsamaha gösterir. Bu bakımdan bu durum diğer engellerin bertaraf edilmesiyle beraber ibâdetteki bu tip gelişmenin sebebi olur. Bazen kişiye evinde, beraberinde lezzetli yemekler olduğu zaman oruç tutmak zor gelir ve o yemekleri yememek pek kolay olmaz. Ne zaman o yemekleri bulamaz, o zaman oruç tutmak kendine zor gelmez. Dolayısıyla dinin oruca teşviki artar. Çünkü hazır bulunan şehvetler, dinî teşviki mağlup eden, geciktiren ve bertaraf eden sebeplerdir, kişi bunlardan kurtulduğu zaman dinî teşviki kuvvet bulur. Bu ve benzerlerinin olması, tasavvur edilen sebeplerdendir. Buradaki sebep, halkı görmesi ve onlarla beraber olmasıdır. Bununla beraber şeytan bazen kendisini ibâdetten alıkoyup der ki: 'İbâdet etme! Çünkü sen riyakâr olmuş olursun; zira evinde bu ibâdeti yapmıyordun! O halde normal kıldığın namazından fazlasını yapma!'
Bazen de fazla namaz kılmaktaki isteği, beraberlerinde bulunduğu kimselerin görmeleri içindir. Kendisini geceleyin kalkıp ibâdet eden bir kimse olarak zannediyorlarsa onların ayıplamasından korkarak fazla ibadet eder. Muhakkak ki nefsi (bu takdirde) onların gözünden düşmeye müsamaha etmez. Onların katındaki derecesini korumak ister. Bu anda şeytan der ki: 'Namaz kıl! Muhakkak sen ihlâslısın! Sen onlar için değil, Allah için namaz kılıyorsun. Senin gayretin o mânileri ortadan kaldırmak içindir. Onların görmesi ve takdir etmesi için değildir!'
Bu iş, basiret sahipleri hariç, çözülmesi zor bir durumdur. Ne zaman ibâdete tahrik eden şeyin riya olduğunu biliyorsa normal âdetinden fazla bir tek rek'at namaz kılmaması gerekir. Çünkü Allah'ın ibadetiyle halkın övgüsünü istemesinden dolayı Allah'a isyan etmiş olur. Eğer ibadete yönelmesi engelleri ortadan kaldırmak ve arkadaşlarının ibadetine gıpta ettiği için harekete geçmiş ise onlara uymalıdır.
Böyle olmasının alâmeti eğer bunların kendisini görmedikleri bir şekilde, bir perdenin arkasından onların namaz kıldıklarını görürse, o da perdenin öbür yakasında ise acaba onlar kendisini görmedikleri halde nefsi namaz kılmaya rağbet eder miydi? Eğer nefsinin bu durumda iken namaz kılmaya rağbet edeceği kanaati hasıl olursa, namaz kılmalıdır. Çünkü teşvikçisi haktır. Eğer onlar kendisini görmedikleri takdirde, kalkıp ibâdet etmek nefsine ağır geliyorsa, ibâdeti terketmelidir. Çünkü teşvikçisi bu durumda riyâdır!
Böylece İnsan oğlu bazen cum'a günü, cum'a namazı kılınan bir camide diğer günlerde namaza karşı duymadığı bir iştiyak hisseder. Bu iştiyakın halkın övmesini istemesinden dolayı ileri gelmesi mümkündür ve yine mümkündür ki halkın namaza karşı iştiyakından dolayı onun da iştiyakı kabarmış olsun. Halkın Allah'a yönelmesinden dolayı gafletinin ortadan kalkmasından ötürü bu şekilde aşka gelmiş olsun.
Bazen de bundan dolayı din duygusu harekete geçer. Onunla beraber nefsin halkın övmesini isteme meyli de olur. Bu bakımdan ne zaman kalbine galip gelenin dinin iradesi olduğunu anlarsa, başkasının bundan dolayı kendisini övmesini hissetmesinden ötürü ibâdeti terketmesi uygun düşmez. Uygun olan, böyle bir hissi hoş görmemesi ve ibâdetle meşgul olmasıdır. Böylece bir cemaat ağladığında o da onlara bakarak, riyadan değil de Allah korkusundan ağlayabilir. Eğer tek başına o konuşmayı dinlemiş olsaydı ağlamazdı. Fakat halkın ağlaması, onun kalbinin incelmesine tesir eder. Bazen de ağlaması gelmez, riyakârlıktan dolayı ağlamaklı bir vaziyet alır. Bazen de doğrulukla beraber ağlar; zira halkın ağladığı anda gözünden yaş akmadığından dolayı kalbinin katılaşmasından ötürü nefsinden korkar ve zoraki bir şekilde ağlamaklı bir hâl alır, böyle yapmak övülür bir durumdur. Böyle bir durumda doğru söylemenin alâmeti, nefsine şu hakikati arzetmesidir.
Eğer onların kendisini görmediği bir yerde durup ağlamalarını işitirse, acaba nefsinin katılaşmasından korkarak ağlamaklı bir hâl alacak mıdır veya almayacak mıdır? Eğer onların gözlerinden gizli olduğu zaman böyle bir durum vâki olmazsa bilinir ki, korkusu 'bu adam katı kalplidir' denmekten ileri geliyor. Bu takdirde ağlamaklı bir durum almayı terketmesi uygundur.
Lokmân Hakîm, oğluna 'Halka, sana ikram etsinler diye Allah'tan korktuğunu, kalbinin yalancı olduğu halde gösterme!' diye nasihat etmiştir.
Bağırmak, derinden nefes almak, Kur'ân okurken veya zikir yaparken veya bazı hallerde inlemek de böyledir. Bazen doğruluk, üzüntü, korku, pişmanlık ve eseften doğar. Bazen de başkasının üzülmesini görmesinden, kalbinin katılığını müşahede etmesinden doğar. Bu takdirde derinden nefes almayı, inlemeyi, üzülür görünmeyi nefsine yükler. Böyle bir durum dinen övülen bir durumdur.
Bazen de bununla bu durumu istemesi beraber olur ki bu durum, kendisinin fazlasıyla üzüldüğüne delâlet etsin ve kendisi böyle bir sıfat ve nitelikte bilinmiş olsun. Eğer bu istek mücerred ise, riyanın ta kendisi olur. Eğer bu istek üzüntü isteğiyle beraber ise, şayet bu istekten men olup kabul etmeyi kerih görürse, ağlaması ve ağlamaklı görünmesi tehlikeden uzak kalır. Eğer bunu kabul eder, kalben buna meylederse, sevabı yanar, çalışması boşa gider ve Allah'ın kahrına müstehak olur.
Bazen inlemenin esası üzüntüden ileri gelir. Fakat kişi inlemeyi uzatır, sesini yükseltir. İşte bu fazlalık riyanın ta kendisidir ve bu fazlalık mahzurludur. Çünkü bunu başlangıçta sadece riyadan dolayı yapmak fikrindedir. Bazen de inlemesi, kulun beraberinde nefsine hâkim olmadığı bir şeyin korkusundan ileri gelir. Fakat bu sebebi, riya vesvesesi geçer ve kul da o riyayı kabul eder. Riya onu, sesini fazla hazin çıkarmaya veya fazla yükseltmeye veya Allah korkusundan akan gözyaşları görünsün diye yanaklarında durdurmaya dâvet eder. Fakat kişi o gözyaşlarının eserini yanaklarında riya için korur. Böylece bazen zikri dinler, korkudan kuvveti zayıflar, yere düşüverir. Sonra aklı gitmediği halde durumu şiddetli olmasına rağmen yere düştü denmesinden utanır. Artık yerde bağırıp çağırır. Zoraki bir şekilde tevbeye kapılır ki bakanlara bayılarak düştüğünü hissettirsin. Oysa baştaki düşüşü doğruluktan kaynaklanmıştı.
Bazen de aklı zail olarak yere düşer. Fakat süratle toparlanır. Nefsi 'ınanevî durumu sabit ve devamlı değildir. Ancak çakan şimşek gibi bir durumdur' denmesinden korkar. Dolayısıyle bağırmayı, raksetmeyi devam ettirir ki durumunun devamlılığını göstermiş olsun!
Böylece bazen zayıflıktan sonra toparlanır. Fakat zayıflığı süratle bertaraf olmaz. 'Baygınlığı sıhhatli değildir. Eğer doğru olsaydı zafiyeti devam edecekti' denmesinden korkar. Dolayısıyle zayıflığını ve inlemesini göstermeye devam eder. Başkasına yaslanır. Ayağa kalkmaktan âciz düştüğünü göstermeye çalışır. Yürürken sağa sola yalpalar. Süratli yürüyüşten bitab düştüğünü göstermek için kısa adımlar atar.
İşte bütün bu durumlar, şeytanın hilelerinden ve nefsin aldatmacalarındandır. Bu durumlar kalbe geldiğinde bunların tedavisi şunu hatırlamaktır: Eğer insanlar iç âlemlerindeki bu tür münafıklığı bilmiş olsaydılar, iç âlemlerine muttali olsaydılar, muhakkak kendilerinden nefret ederlerdi. Oysa Allah kalbine muttalidir. Kalbinin bu pisliklere muttali olup nefret etmesinden daha fazla bu durumdan dolayı Allah kendisinden nefret eder.
Nitekim Zünnûn-i Mısrî dinlediği bir sözden dolayı kalktı bağırdı, onunla beraber başka bir ihtiyar da ayağa kalktı. Zünnun onda yapmacıklık eserini görünce ona dedi ki: 'Ey ihtiyar! Kalktığın zaman seni gören Allah'ı hatırla!' Bu söz üzerine şeyh yerine oturuverdi. Bütün bunlar münafıkların yaptıklarındandır.
Nifâkın korkusundan Allah'a sığının!88
Nifakın korkusu, kalbin korkmadığı halde âzaların korkmasıdır. İstiğfar etmek, Allah'ın azap ve gazabından Allah'a sığınmak da bu kabildendir; zira böyle yapmak bazen korkudan, günahı hatırlamak ve günahtan pişman olmaktan ileri gelir.
Bazen de riyakârlıktan ileri gelir, işte bunlar arka arkaya aralıklı ve yakın mesafelerde kalbin üzerine hücum eden vesveselerdir. Bunlar aralıklı olmalarına rağmen birbirlerine benzerler. O halde kalbine gelen her meselede kalbini kontrol et. Gelenin ne olduğunu düşün. Nereden geldiğini tedkik et. Eğer gelen Allah'ın rızası için ise kabul et. Fakat bununla beraber karıncanın izi gibi gizli olan riyanın herhangi bir şeyinin sana görünmesinden sakın!
İbâdetinden dahi endişe et! Acaba bu ibâdet makbul mü, değil mi bunu bir düşün! ibâdetteki ihlasın devam edip etmediğine dikkat etmelisin. İhlâs ile ibâdete başladıktan sonra halkın övmesi sebebiyle vesvese gelmesinden sakın; zira bu durum çok vâki olur. Böyle bir durum vâki olursa Allah'ın seni gördüğünü düşün. Bu durumdan dolayı senden nefret edeceğini aklından çıkarma. Hazret-i Eyyub ile mücadele eden üç kişiden birinin dediğini hatırla; zira o kişi dedi ki: "Ey Eyyub! Sen bilmez misin ki kulun nefsini kandırdığı açık durumu kaybolur. Kul ancak gizli durumları ile cezalandırılır'.
Seleften birinin şu sözünü de hatırla: 'Yarab! İnsanların senden korktuğumu gördükleri halde benden nefret etmenden sana sığınırım'.
Hazret-i Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelâbidin duasında şöyle derdi: 'Ey Allahım! Ben, gözlerin zâhirî bakışlarında görünür tarafın güzel görünmesinden, iç âlemimin çirkin olmasından sana sığınıyorum. Halkın bende gördüklerini koruduğum halde, senin muttali olduğunu zâyi ettiğim halde görünmekten sana sığınıyorum. Halka durumumun en güzelini gösteriyorum. Amelimin en kötüsünü gizlice sana gönderiyorum. Sevaplarımla halka yaklaştığım, günahlarımla onlardan kaçıp sana sığındığım halde bunu yapıyorum. Dolayısıyla azabın bana gerekli oluyor. Öfken benim için farz oluyor. Ey âlemlerin rabbi! Beni bundan koru!'
Hazret-i Eyyûb ile mücadele eden üç kişiden biri Hazret-i Eyyûb'a dedi ki: 'Ey Eyyûb! Bilmez misin, zâhirlerini koruyan, rahmandan ihtiyaçlarını talep ettikleri zaman gizliliklerini zâyi edenlerin yüzleri simsiyah kesilir'.
İşte riya âfetlerinin özü bunlardır. Bu bakımdan kul kalbini kontrol etmelidir ki bu âfetlere vâkıf olsun!
Riyanın yetmiş kapısı vardır. 89
Anlaşıldı ki o kapıların bir kısmı diğer kısmından daha şiddetli ve muğlaktır. Hatta bazıları karıncanın izi gibi fark edilmezdir. Bazıları karıncanın izinden de daha gizlidir. Acaba karıncanın izinden de daha gizli olan nasıl idrak olunabilir? Ancak iyi tedkik ve kontrol edilirse o zaman durum değişir. . . Keşke İnsan oğlu var kuvvetiyle bunu bilmeye çalıştıktan sonra idrâk edebilseydi? Acaba kalbi teftiş etmeksizin nefsi imtihan ve hilelerini tedkik etmeksizin kul bunu idrâk etmeyi nasıl umabilir?
Allah'tan ihsan, kerem ve minnetiyle âfiyet talep ederiz.
88) Beyhakî
89) Irâkî'ye göre bu hadiste riya değil, ribâ kelimesi zikredilmiştir. 'Ribâ yetmiş babdır. En kolayı, günah bakımından kişinin annesiyle zina etmesi gibidir'. (İbn Mâce) . Fakat Bezzâr'ın 'Riba yetmiş küsûr şubedir. Şirk koşmak da onun gibidir' şeklinde rivâyet ettiği hadis ise kelimenin ribâ değil, riya olduğuna delâlet eder. Çünkü riya şirk koşmakla eşit olur; ribâ değil. (İthâfu's-Saâde, VIII/327)
Diğer vakitlerinde müridin kalbini kontrol edip bütün ibâdetlerinde Allah'ın ilmine kanaat etmesi gerekir. Allah'ın ilmine ancak Allah'tan başkasından korkmayan ve Allah'tan başkasından ümit beslemeyen bir kimse kanaat eder. Allah'tan başkasından korkan ve başkasına ümit besleyen bir kimse ise, korktuğu kimsenin, durumlarının güzel taraflarına, muttali olmasını ister. Eğer kişi bu rütbede bulunuyorsa, akıl yönünden de, îman yönünden de kalbinin bundan nefret etmesini sağlamaya çalışmalıdır. Çünkü böyle bir durumda Allah'ın azabına müstehak olma tehlikesi vardır. Büyük ve başkası tarafından yapılması güç olan ibâdetler sırasında nefsini kontrol etmelidir. Çünkü o anda nefis, ifşa etmeye haristir ve nefis der ki: 'Böyle büyük bir ibâdetin veya büyük bir korkunun veyahut büyük bir ağlamanın hakikatini, eğer halk bilmiş olursa, muhakkak sana secde edeceklerdir. Halkın içinde böylesini yapacak güçte hiç kimse yoktur. Bu bakımdan sen bunu gizlemeye nasıl razı olursun ki halk senin dereceni bilmemiş olur, kıymetini inkâr ederler. Sana uymaktan, önder yapmaktan seni mahrum ederler!'
Bu bakımdan böyle bir şeyin benzerinde ayağını sağlam yerleştirmesi uygundur. Amelinin büyüklüğü karşılığında, âhiret mülkünün, cennet nimetinin ve ebediyyen devam etmesinin büyüklüğünü, Allah'ın büyüklüğünü hatırlaması uygundur. O zaman anlar ki bunu başkasına izhar etmesi, başkası nezdinde kendisini sevdirir, fakat Allah katında düşürür, büyük amelini yakıp kül eder. Bunları bildikten sonra şöyle demelidir: 'Ben böyle bir ameli, âciz olan halkın övmesine nasıl sebep kılabilirim? Oysa halk ne bana bir rızık vermeye, ne de ecelimi uzatmaya kâdir değildir'.
Bu şekilde düşünmek, kalbinin bir tür gemi olur. Bundan ümitsiz olması uygun değildir. Ümitsizlikten dolayı 'Bunu ancak kuvvetli ve ihlâs sahipleri becerebilir, karıştıranların böyle birşeyi becermesi onların şânına uygun değildir' demesi ve ihlâs hususundaki hummalı çalışmayı terketmesi uygun değildir; zira karıştıran bir kimse böyle birşeyi yapmaya muttaki bir kimseden daha fazla muhtaçtır. Çünkü muttaki bir kimsenin nâfile ibâdetleri eksik olursa, farz ibâdetleri kâmil ve eksiksiz olur. Karıştıran bir kimsenin ise, farz ibâdetleri eksiklikten uzak değildir. Nafilelerle eksikliklerinin giderilmesine muhtaçtır. Eğer nafileleri sağlam kalmazsa farz ibâdetlerden dolayı sorumlu olur ve dolayısıyla helâk olur. Bu bakımdan karıştıran bir kimse, muttaki bir kimseden daha fazla ihlâsa muhtaçtır. Temîm ed-Dârî90 Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet eder:
Kıyâmet gününde kul hesaba çekilir. Eğer farzı eksik olursa denilir ki: 'Onun nafile ibâdetleri var mı?' Eğer nafile ibâdeti varsa onunla farzı tamamlanır. Eğer nafile ibâdeti yoksa, onun iki tarafından tutulur ve ateşe atılır,91
Bu bakımdan karıştıran bir kimse farz ibâdeti eksik olduğu halde mahşer yerine kıyâmet gününde gelir. Boynunda birçok günahlar vardır. Öyleyse farzları tamamlamak ve günahlarını affettirmek hususunda çalışması gerekir. Bu ise ancak nafile ibâdetlerin ihlâsla yapılmasıyla mümkündür.
Muttaki bir kimseye gelince, onun gayreti, derecelerinin artırılması hususundadır. Eğer nâfilesi yanarsa sevapları günahlarından yine fazla olarak kalır ve dolayısıyla cennete girer. Bu bakımdan bu durumda kişi kalbine Allah'tan başkasının muttali olmasının korkusunu yerleştirmeli ki nâfile ibâdetleri sıhhatli kalmış olsun. Nâfile ibâdetlerden boşaldıktan sonra bu hissi kalbinden uzaklaştırmamalıdır ki o nâfile ibâdetlerini belirtmeyip onları orada burada konuşmasın! Bütün bunları yaptığı zaman, amelinden korkması uygundur. Gizli bir riyanın ameline karışmasından, haberi olmaksızın sızmasından korkmalıdır. Öyleyse amelinin kabul veya reddedilmesi hususunda emin olmamalıdır. Allahü teâlâ'nın, gizli niyetinden dolayı buğzunu gerektiren bir durumun mevcudiyetini göz önünde bulundurmalı ve bu durumdan dolayı amelinin geri çevrileceği ihtimalini hesaba katmalıdır. Bu şüphe ve korku amelin devamlılığında da, amelden sonra da olmalıdır. Akdin başlangıcında böyle bir şüphe ve korku olmamalıdır. Uygun olan, akdin başlangıcında ihlaslı olması ve ameliyle Allah'tan başkasını kasdetmediğine kesinlikle inanmasıdır ki ameli sıhhatli olsun. Ne zaman başlar ve içinde gaflet ile unutkanlık olan bir lâhza geçerse, gafletten korkma, amelinin yanmasına vesile olacak gizli bir şaibeden gâfil kalmaktan korkma, veya amelle böbürlenmekten endişe etme gelmelidir. Fakat ümidi korkusundan daha galip olmalıdır. Çünkü kesinlikle ihlâs ile ibâdete girdiğini bildikten sonra riya ile ibâdeti ifsad edip etmediği hususunda şüphe ediyorsa, kabul olmasının ümidi daha galip olur. Bundan dolayı münacaat ve ibâdetlerdeki lezzet oldukça büyük olur. Bu bakımdan ihlâs kesindir, riya ise şüpheli! Bu şüpheden dolayı korkusu, eğer gâfil olduğu halde bir riya sebkat etmiş ise, o riyaya kefaret olmaya elverişlidir.
Halkın ihtiyaçlarını görmek ve ilmî faydalarda bulunmak suretiyle Allah'a (mânen) yaklaşan kimse için uygun olanı, sadece ihtiyaç sahibinin kalbini sevindirdiği, öğrettiği ilimle öğrenenin amel ettiği için Allah'tan sevap ummasıdır. Teşekkür, mükâfat, övmek, öğrenci veya ihtiyacı görülenin övmesini ummamalıdır. Çünkü böyle bir ümit ecrini yakar. Bu bakımdan ne zaman öğrencinin bir hizmette veya meşguliyette yardımını veya beraberinde yürümek suretiyle cemaatini çoğaltmasını ümit edip, öğrencinin hizmetine koşmasını isterse bu takdirde ücretini dünyada almış olur. Bundan başka da sevabı yoktur.
Evet! Eğer kendisi bunu ümit etmediği gibi, ilminden ötürü sevaptan başkasını kasdetmezse, fakat talebe kendiliğinden hizmetine koşup çalışırsa, bu çalışmanın manevî ücretini yakmadığını ümit ederiz. Şu şartla ki; talebeden hizmet beklemiyor ve böyle birşeyi kasdetmiyorsa. . . Eğer talebe bu hizmeti yapmazsa talebeyi ders halkasından uzaklaştırmıyorsa. . . Bununla beraber âlimler, talebenin bu tür fahrî hizmetlerinden dahi müderrisleri sakındırmışlardır. Hatta âlimlerden biri bir kuyuya düştü. Bir grup gelip kendisini çıkarmak için bir ip sarkıttılar. İpe tutunmadan önce onların arasında yanında Kur'ân'ın bir ayetini okuyan veya kendisinden bir hadîs dinleyen bir kimsenin olmamasına dikkat etmeleri hususunda yemin verdirdi. Bunu da manevi ücretinin yanacağı korkusundan yaptı.
Şakîk el-Belhî şöyle anlatır: Süfyân es-Sevrî'ye bir elbise hediye ettim. Onu bana geri çevirdi. Ona dedim ki: 'Ey Ebû Abdullâh! Ben senden hadîs dinleyenlerden değilim ki benim hediyemi bana geri çeviriyorsun!'
Süfyân 'Böyle olduğunu biliyorum. Fakat senin kardeşin benden hadîs dinlemektedir. Korkarım ki senin bu iyiliğinden dolayı başka talebelerden daha fazla kalbim kardeşine karşı yumuşak olsun!'
Bir zat, Süfyân es-Sevrî'ye bir veya iki kese (altın) getirdi. Getiren kişinin babası, Süfyân es-Sevrî'nin dostu olduğu için Süfyân çok zaman babasına giderdi. Bunun üzerine kişi Süfyân'a şöyle dedi. 'Ya Ebû Abdullah! Senin nefsinde babama karşı bir kırgınlık mı var?' Süfyân buna cevaben dedi ki: 'Rahmet olasıca! Allah babandan razı olsun. Baban şöyle idi!'
Babasını böylece övdü. Bunun üzerine kişi Süfyân'a 'Ya Ebû Abdullah! Sen bu malın bana nasıl intikal ettiğini biliyorsun! O halde şu getirdiğimi alıp çoluk çocuğuna harcamanı istiyorum' dedi. Süfyân o malı kabul etti! Adam çıkıp gidince Süfyân oğluna dedi ki: 'Ey Mübarek!92 Kişiye yetiş, bu malı geri ver!' Bunun üzerine adam geri geldi. Süfyân ona 'ınalını geri almanı istiyorum' dedi. Böylece malını geri verinceye kadar ısrarda bulundu. Süfyân'ın Allah yolunda o kişinin babasıyla olan kardeşliğinin buna sebep olduğu ve dolayısıyla Süfyân'ın bu kardeşliğin mânevî sevabı bozulmasın diye, malı almayı kerih gördüğü sanılıyor. Süfyân'ın oğlu der ki: 'Babama geldim. Şöyle demekten kendimi alamadım: 'Ne oluyor sana! Senin bu kalbin taş mıdır? Hesap et ki senin çoluk çocuğun yok. Bana da mı merhamet etmeyeceksin? Kardeşlerine merhamet etmeyecek misin? Haydi çoluk çocuğuna merhamet etmiyorsun'. Böylece Süfyân'ı fazlasıyla hırpaladıktan sonra cevap olarak ona şöyle dedi: 'Ey Mübârek! Sen o malı âfiyetle yiyeceksin. Ben onun hesabını vereceğim. (Böyle şey olmaz!) '
Durum bu iken âlim bir kişiye, halkı hidayete çağırmak hususunda mükâfatını sadece Allah'tan istemek düşer. Öğrenciye de halkın ve hocasının yanında mevkî talep etmek değil de Allah'ı övmek ve öğrendiğinden dolayı sevabı Allah'tan talep etmek düşer.
Bazen zannedilir ki öğrenci, ibâdetiyle, öğretmeninin yanında bir rütbeye nâil olup daha fazlasıyla ihtimamını kazanmak için gösteriş yapabilir. Oysa bu zan yanlıştır. Çünkü öğrencinin ibâdetiyle Allah'tan başkasını kasdetmesi, hâl-i hâzırda da, ilim nazarında da zararın ta kendisidir. Bazen hocası kendisine faydalı olur, bazen de olmaz. Bu bakımdan hal-i hâzır elinde bulunan bir ameli, mevhum bir ilme nasıl fedâ eder? Böyle bir hareket caiz değildir. Aksine ilmi Allah için öğrenmesi ve ilimle Allah'a ibâdet etmesi, Allah rızası için hocasına hizmet etmesi uygundur. Hocasının kalbinde bir mertebeye sahip olmak için değil. . . Eğer ilmin ibâdet olmasını kastediyorsa, ibâdet edenler Allah'tan başkasına ibâdet etmemekle emrolunmuşlardır. Onlar ibâdetleriyle Allah'tan başka hiç kimseyi memnun etmemekle görevlendirilmişlerdir.
Annesine ve babasına hizmet eden de böyledir. Onların yanında maddî bir mertebeye sahip olmak için onlara hizmet etmemeli. Ancak annesinin ve babasının razı olmasından dolayı Allah'ın kendisinden râzı olacağı düşüncesiyle onlara hizmet etmelidir. Anne ve babasının yanında maddî bir kıymete ulaşmak için onlara yapmış olduğu itâatla riyakârlık yapması caiz değildir. Çünkü böyle yapması hâl-i hâzırda riyakârlıktır. Allahü teâlâ kıyâmette onun riyakârlığını ifşa ettiği zaman, kıymeti anne ve babasının kalbinden de düşecektir.
Halktan uzak yaşayan zahide gelince, Allah'ın zikrine ve ilmine kanâat etmekle yetinmesi uygundur. Halkın zâhid olmasını bilmelerini ve dolayısıyla kendisine kıymet vermelerini kalbine bile getirmemelidir. Çünkü böyle düşünmek göğsünde riya tohumunu yeşertir. Öyle ki bu riyadan dolayı tek başına kaldığı zaman bile ibâdetler kendisine kolaylaşır. Oysa ibâdetlerde sükûna kavuşması, halkın, uzlete, çekildiğini bilmelerinden ve takdir etmelerinden neşet eder ve ibâdetleri kendisine kolay getiren şeyin bu olduğunu bilmez.
İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: 'Sem'an denilen bir rahipten mârifeti öğrendim. Onun manastırına girdim. Kendisine şöyle sordum:
-Ey Sem'an! Ne zamandan beri bu manastırda bulunuyorsun?
-Yetmiş seneden beri bulunuyorum!
-Senin yiyeceğin nedir?
-Ey müslüman! Neden bunu bilmek istiyorsun?
- Sadece öğrenmek istiyorum?
- Her gece bir nohut!
-Bir nohutun sana yetmesini temin edecek kadar kalbini kabartan nedir?
-Karşındaki kiliseyi görüyor musun?
-Evet
-Oradakiler her sene bir gün bana gelirler. Manastırımı süslerler. Etrafında tavaf yaparlar. Beni tâzim ederler. Bu bakımdan nefsim ibâdetten ağırlaştığı zaman, ona o ânın azizliğini hatırlatıyorum. İşte ben bütün bir senenin zahmetini bir ânın azizliği için çekiyorum. O halde, ey müslüman! Sen de bir anlık zahmeti, ebedî bir azizlik için sineye çek!
Böylece kalbime mârifet yerleşti. Sem'an sordu:
-Daha fazlasını söyleyeyim mi?
-Evet!
-Manastırdan iniver! Bunun üzerine ben manastırdan indim. Sem'an da bana içinde yirmi nohut bulunan bir kap sarkıttı ve bana dedi ki: 'Kiliseye git! Onlar sana birşey sarkıttığımı gördüler! 'Kiliseye girdiğim zaman hristiyanlar etrafıma toplandılar ve dediler ki:
-Ey müslüman! O ne idi? Şeyh sana ne sarkıttı?
-Yiyeceğinden bana verdi!
-Sen onun yiyeceğini ne yapacaksın? Biz ona daha müstehakız! Bunlara bir fiyat biç de alalım!
-Yirmi dinar veriniz! Onlar bana yirmi dinar verdiler. Böylece Sem'an'a geri geldim. Bana şöyle dedi:
-Ey müslüman! Ne yaptın?
-Onlara, verdiklerini sattım!
-Kaça sattın?
-Yirmi dinara,,.
-Yanılmışsın. Eğer sen yirmibin dinar deseydin yine sana verirlerdi. İşte bu senin kendisine ibâdet etmediğin bir kimsenin azizliğidir. Öyleyse kendisine ibâdet ettiğinin azizliğini sen düşün! Ey müslüman! Rabbine yönel! Dolaşmayı bırak! Gaye; nefsin kalplerde tâzim edilmesinin azizliğini hissetmesi, tenhada ibâdete yönelmesine vesile olur. Bazen kul bu inceliği hissetmez. Bu bakımdan böyle bir felâketten nefsini sakındırması uygundur. Kulun bu felâketten selâmet kalmasının alâmeti, halk ile dört ayaklı hayvanların onun yanında (takdir etmeleri yönünden) eşit olmasıdır. Eğer onlar onun hakkındaki inançlarını bozarlarsa buna zerre kadar kızmaz ve sıkılmaz. Ancak bir sıkıntı hissedebilir Eğer bu zayıf sıkıntıyı kalbinde görürse derhal akıl ve imanıyla bunu bertaraf etmelidir; zira kişi, ibâdette bulunur ve bütün halk da ona muttali olursa, bu durum onun huşûurnu zerre kadar artırmaz ve halkın onu bu durumda görmesinin sevinci kalbine girmez. Eğer az bir sevinç kalbine girerse, bu zayıf olduğunun delilidir. Fakat akıl ve îmanın bunu istememesi ile bu sevinci reddetmeye muktedir olup derhal reddetmeye yöneldiğinde, bu sevgiye meyletmek suretiyle kabul etmediğinden böyle bir kimsenin emeğinin boşa gitmemesi umulur. Ancak halkın kendisini müşahede etmesi anında huşûu, halk kendisine fazlasıyla önem vermesin diye inkıbazı artarsa böyle yapmakta sakınca yoktur. Fakat bunda gurur vardır; zira nefsin gizli şehveti bazen huşûu belirtmek, inkıbazı talep etme hastalığına tutulmakla olur. Bu bakımdan nefsini 'inkıbazı kastediyorum' iddiasında bulunduğu zaman Allah'tan gelen şiddetli bir yemin ile muahaze etmelidir.
Halkın kendisinden ürkmesinin ancak çok kaçmasından veya çok gülmesinden veya çok yemesinden meydana geldiğini bildiğinde, nefsi eğer buna müsamaha gösterirse, o iddiasında doğrudur. Nefsi bunları yapmaya değil, ibâdet etmeye müsamaha gösterirse bu durum, nefsin insanlar yanında maddî bir mertebe arzuladığını gösterir. Bu durumdan ancak kalbine varlıkta Allah'tan başkasının olmadığı yerleşen bir kimse kurtulabilir. Bu kimse, öyle bir amel yapmalı ki eğer o kişi tek başına yeryüzünde olsaydı yine o ameli yapardı. Bu bakımdan bunun kalbi, sökülmesi zor olmayan zayıf hatıralarla ancak halka iltifat eder. Durum böyle olduğu zaman halkın müşahede etmesinden ötürü bozulmaz. Bu hususta doğru olduğunun alâmeti şudur: Eğer iki arkadaşı olsaydı, onlardan biri zengin, diğeri fakir bulunsaydı, zenginin geldiği anda nefsinde ikram olsun diye fazla bir hareket bulamazdı. Ancak zenginde fazla ilim olursa, zenginliğinden değil, bu sıfatından ötürü kendisine ikramda bulunabilir. Bu bakımdan zenginlerin görmesine daha fazla istekli olan, riyakâr veya haris bir kimsedir. Aksi takdirde fakirlere bakmak âhiretteki teşviki daha artırır. Kalbe meskeneti sevdirir. Zenginlere bakmak ise bunun tam tersinedir. Durum bu iken, zengine bakmak, nasıl fakire bakmaktan daha sevimli olabilir?
Süfyân es-Sevrî'nin meclisinde olduğu gibi hiçbir mecliste zenginlerin daha fazla zelil edildiği görülmemiştir. O, zenginleri safın arkasında oturtur, fakirleri öne alırdı. Hatta zenginler Süfyân es-Sevrî'nin meclisinde fakir olmayı temenni ederlerdi.
Evet! Zengin sana daha yakın ise veya aranızda bir hak veya daha önce bir dostluk varsa, o vakit ona fazla ikram etmek hakkına sahipsin. Fakat bu öyle bir tarzda olmalıdır ki eğer o ilgiyi bir fakirde bulursan, zengini ikram ve îzaz etmekte elbette fakire tercih etmemelisin. Çünkü fakir, Allah katında, zenginden daha şereflidir. Bu bakımdan zengini fakire tercih etmenin sebebi ancak onun zenginliğine tamah etmek ve ona riyakârlık yapmaktır! Sonra zengin ile fakiri, oturmakta eşit tuttuğun zaman, hikmeti ve huşûu zengine daha fazla izhar etmenden korkulur. Bu da gizli riyakârlıktır veya gizli bir tamahkârlıktır.
İbn Semmam93 bir cariyesine demiştir ki: 'Bana ne oluyor ki Bağdad'a geldiğim zaman hikmet kapısı bana açılıyor'. Cariye şöyle cevap vermiştir: 'Tamahkârlık senin dilini keskinleştirir!
Cariye doğru söylemiştir; zira dil, fakirin yanında konuşmadıklarını zenginin yanında konuşur. Böylece fakirin yanında duymadığı huşûu, zenginin yanında duyar. Bu işte nefsin hileleri ve gizli planları sayılmayacak kadar çoktur. O hilelerden seni ancak Allah'tan başkasını kalbinden çıkarmak, hayatın boyunca nefsine şefkat göstermeye yönelmek, nefsine geçen günlerde bulandırıcı şehvetlerden ötürü razı olmamak kurtarabilir. Şayet sonu yakın olan günlerde bulandırıcı şehvetlerden ötürü nefsin için ateşe razı olursan, bu takdirde dünyada, dünya padişahlarından biri gibi olursun. Bu padişahı şehvetler imkân sahibi kılmış, lezzetler ona yardım etmiş, fakat bedeninde hastalık vardır. Eğer şehvetlere fazlasıyla dalarsa, her saat nefsinin helâk olmasından korkar.
Bilir ki korunduğu ve şehvet ile mücadele ettiği takdirde yaşayacak ve padişahlığı devam edecektir. Bunu bildiği takdirde doktorlarla oturur, eczaneleri dolaşır. Acı ilaçları içmeyi âdet edinir, acılıklarına karşı sabır gösterir. Lezzetlerin kaynaklarını terkeder ve terkettiklerine sabır gösterir, Bu bakımdan bu kimsenin bedeni hergün az yediğinden dolayı gittikçe zayıflar, fakat iyi korunduğu için hastalığı hergün azalır. Bu bakımdan nefsi herhangi bir şehvete karşı kendisiyle mücadele ederse, acılar ve elemlerin peşi peşine geleceğini, düşmanlarını sevindirip ölüme sürükleyeceğini düşünür. Ne zaman herhangi bir ilacı içmesi kendisine zor gelirse, o ilaçtan istifade edeceği şifayı düşünür. O şifa ki nimetleriyle, rahat bir hayat içinde sıhhatli bir beden içinde, kaygısız bir yürekle, nafiz bir emirle lezzetlenmesine vesiledir. Bunu düşündükçe geçici lezzetleri terketmek ve sıkıntılara karşı göğüs germek kendisine hafif gelir.
Âhiret mülkünü isteyen müslüman mürid de böyledir. Âhirette kendisini helâk edici her şeyden korunur. O şeyler de dünyanın lezzetleri ve geçici zevkleridir. Bu bakımdan onların azıyla yetinir, zayıflık, solgunluk, halktan uzak yaşama, üzüntü, korku ve Allah'ın gazabının gelip helâk olacağından korkarak, azabından kurtulmayı ümit ederek, halk ile ünsiyet peyda etmeyi terketmeyi seçer. Bu bakımdan yakîn şiddetlendiği, işin neticesine îmanı kesinleştiği, ebediyyen Allah'ın rızasında daimî nimetlerde kendisine hazırlanana kesinlikle inandığı anda bütün zahmetler kendisine az gelir.
Sonra bilir ki Allah kerîm ve rahimdir. Rızasını talep eden kullarına daima yardımcı, onlara şefkat edici ve onlar üzerine âtıfet ve nimetini atıcıdır. Eğer Allah dilerse onları zahmet çekmekten kurtarır. Fakat onları denemek istemiştir. İradelerini doğruluklarını, hikmet ve adaletinden ötürü, bilmek istemiştir. Sonra kul, başlangıçta zahmetli olanı göğüslediği zaman Allahü teâlâ, yardım etmek ve kolaylaştırmakla kendisine yönelir. Zahmetleri kendisinden düşürür. Sabretmeyi kendisine kolaylaştırır. İbadeti kendisine sevdirir. İbâdet içerisinde kendisini diğer lezzetlerden meşgul edici münâcaat lezzetini rızık olarak verir. Şehvetleri öldürmek hususunda kendisini takviye eder. Siyasetini, takviyesini bizzat idare eder. Yardımıyla imdadına koşar. Çünkü kerîm olan Allah, ümitli bir kimsenin çalışmasını boşa çıkarmaz. Seven bir kimsenin emelini mânâsız bırakmaz.
Bana bir karış yaklaşana bir kulaç yaklaşırım. (Hadîs-i Kudsî)
Yemin olsun, ebrarın benimle mülâki olmaya dair iştiyakları oldukça arttı. Oysa ben onlarla mülâki olmaya onlardan daha fazla iştiyak duyarım. (Hadîs-i Kudsî)
Bu bakımdan başlangıçta kul, ciddiyetini, doğruluğunu ve ihlâsını izhar etmelidir. Allah'ın rahmetine, şefkatine, keremine ve cömertliğine lâyık olan birşey, onu Allah'a yaklaştırmaktan alıkoymamalıdır!
Kitabu Zemm'il-Câh ve'r-Riya (Makam Düşkünlüğünün ve Riyanın Kötülenmesi) bölümü burada tamamlanmış bulunuyor. Hamd bir ve tek olan Allah'a mahsustur
90) Tam adı Ebû Rukiye Temim b. Evs b. Hârise b. Sur b. Cüzeyme b. Rezzah b. Adiyy b. ed-Dârdır. H. 9da Medineye gelip müslüman olmuştur. Hazret-i Peygamber'e Cessase (Deccal) kıssasını zikreden kimsedir. Hazret-i Osman'ın şehid edilmesinden sonra Şam'a göç etti. Filistin'de kaldı. Filistin'deki Aynun köyü ona verilmişti. Kabri Cebrun'dadır.
91) Ebû Dâvud, İbn Mâce (Namaz bölümünde de geçmişti) .
92) Mübarek, Süfyân es-Sevrî'nin oğlu değil, kardeşidir. Tam adı Mübarek b. Said b. Mesruk es-Sevrî'dir. Âma idi. Künyesi Ebû Abdurrahman'dır. Kûfeli olan bu zat, Bağdad'da ikamet ediyordu. H. 80'de vefat etmiştir.
93) Tam adı Muhammed b. Sebih b. Semmak el-Bağdadî'dir. Meşhur bir vâiz idi.