Yaratan, ölümden sonra tekrar hayat veren, dilediğini en güzel şekilde yapan, övülen, Arş'ın sahibi olan, şiddetli gazabı bulunan, kullarının en seçkinlerini doğru yola ileten ve onlara bu yolda sebat veren; kendilerine Tevhîd inancını nasip ettiği bu kullarına, inançlarını şüphe ve tereddütlerden korumak suretiyle nimet ihsan eden, onları seçkin kulu ve rasülü Muhammed Mustafa'nın (sallâllahü aleyhi ve sellem) yolunda yürümeye muvaffak kılıp, kendilerine onun şerefli ashâbı'nın izinden gitmeyi lütfeden, zâtında ve fiillerinde kullarına sıfatların, ancak can kulağıyla dinleyenlerin anlayabileceği en iyileriyle tecelli eden; zâtında bir, ortaksız ve benzersiz olup, bütün mahlûkâtın her çeşit ihtiyaçlarını verdiğini, zıddı olmayan biricik zat ve eşi bulunmayan bir varlık, evveli olmayan bir Vâhid, sonu bulunmayan ve varlığı ebediyyen devam eden nihayetsiz bir Kayyûm, kesintisiz bir varlık, ezel ve ebedde celâl sıfatlarıyla muttasıf ve zamanın aşımıyla sonuçlanmayan bir zat olduğunu kullarına bildiren Allah'a hamd ü senalar olsun!
Zamanın akıp gitmesiyle, Allah zeval bulmaz!
O, (herşeyden önce mevcut olan) Evveldir, (herşey helâk olduktan sonra geriye kalacak) Âhir'dir. (O'nun varlığı sayısız delillerle) Zâhir'dir. (Akılların idrâk edemeyeceği zâtî ise) Batın' dır. O herşeyi bilendir. (Hadîd/3)
Tenzih
Allah suretlenmiş bir cisim olmadığı gibi, takdir ve tahdid edilmiş bir cevher de değildir. O ne takdirde ve ne de taksimde hiç bir cisme benzemez. Cevher olmadığı gibi, cevherlerin merkezi de değildir. Araz olmadığı gibi arazların bulunacağı yer de değildir, O hiçbir mevcuda, hiçbir mevcûd da O'na benzemez.
O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden eşler kılmıştır. Davarlardan da çiftler. . . Sizi bu tarzda yaratıp üretiyor. Onun benzeri yoktur. O, Semî'dir (bütün söylenenleri işitir) , Basîr'dir (bütün yapılanları görür) . (Şûrâ/11)
Hiçbir şey O'nun benzeri olamaz. O da hiçbir şeyin benzeri değildir. Hiçbir şey O'nu sınırlandırmaz ve kıtalar kapsamaz. Cihetleri yoktur. Yer ve gökler O'nu istiâb etmez. vechile üzerine istivâ etmiştir. O, arş ile temas etmek, onun üzerine yerleşmek, oraya vâki olmak ve başka yere intikal etmek gibi sonradan yaratılanların vasıflarından münezzeh ve uzaktır.
Zirâ arş, yaratılmış olmak hasebiyle O'nun azametini taşıyamaz. Aksine arşı da, arşı taşıyan melekleri de kudretinin lutfuyla O taşımaktadır. Bütün bunlar O'nun kudret elinde bulunmaktadır. O, arşın, göğün en üst noktasından tâ yerin en alt tabakasına kadar herşeyin üstündedir. Fakat bu durum onu yerden ve yerin en alt tabakasından uzaklaştırmadığı gibi, arşa ve göklere de yaklaştırmaz. Bu üstünlüğün yakınlık ve uzaklık açısından her hangi bir tesiri yoktur, O'nun derecesi hem arştan ve göklerin en üst noktasından ve hem de yerden ve yerin en alt tabakasından daha yücedir. Buna rağmen O, her varlığın yakınındadır; kullarına da şah damarından daha yakındır.
O, herşeye (bütün yaptıklarınıza) şahiddir. (Sebe/47)
Onun yakınlığı cisimlerin yakınlığına benzemez. Nitekim zâtı da cisimlerin kendilerine benzemez. . . O, hiçbir zarfa girmediği gibi hiçbir şeye de zarf olamaz. O, zaman hududların dışında olduğu gibi mekân kapsamının da dışındadır. O, zaman ve mekânı yaratmadan evvel ne idiyse, şimdi de aynı şeydir. O, sıfatlarıyla da yarattıklarından ayrılır. Zâtî, kendisinden başkası olmadığı gibi, başkasında da olamaz. O, tağyir ve tebdilden münezzehtir. Sonradan meydana gelenler O'nda yer alamazlar. O'nda ârız şeyler de yoktur, O, celâl sıfatlarıyla daimî bir şekilde zeval ve yokluktan münezzehtir. O, kâmil sıfatlarında daha gelişip kemâle ermekten müstağnidir. (O'nun sıfatları zâtına yaraşacak derecede kemâlin zirvesindedir. Eksiklik yoktur ki sonradan giderilsin. . . ) O'nun varlığı akılla bilindiği gibi, zâtî da lûtfu gereği ve nimetini tamamlamak üzere Dar'ul Karar olan cennette ebrâra (iyilere) görünecektir.
Allahü teâlâ diridir, Kadir'dir. Cebbâr'dır Kahhâr'dır. O'nun hiçbir kusuru, aczi olamaz. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Fânilik ve ölüm O'nun hakkında mevzu bahis değildir. O, mülkün, melekütün, izzet ve ceberûtun sahibidir. Hâkimiyet, güç, yaratmak ve emretmek yalnızca O'na aittir. Kıyâmette gökler, O'nun sağında, dürülü olarak duracaktır. Bütün yaratıklar O'nun emri altında ve kudret elinde bulunmaktadır. Bütün varlıkları O var etmiştir ve onların yaptıklarını da kendisi yaratmıştır. Rızık ve ecelleri takdir eden O'dur. Takdir olunanlar ve emirlerin evrilip çevrilmesi kudreti dahilindedir. Takdir buyurdukları saymakla bitmez ve malûmatının (ilminin) de nihayet ve sınırı yoktur.
İlim
O, herşeyi bilen; ilmi, yerlerin en alt kısmıyla göklerin en üst noktası arasında cereyan eden hadiseleri kapsayan, zerreciklerin dahi ilmi hâricinde kalamadığı bir âlimdir. O, zifiri karanlıkta kapkara bir taş üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve onun ayak izlerini dahi bilir. Atmosferdeki zerreciklerin hareketlerini, tüm sırları ve en gizli şeyleri bilir. Kalplerin düşüncelerine, hatıraların kıpırdanışma, sırların gizliliğine vakıftır. Bütün bunları kadîm ve ezelî ilmiyle bilmektedir. Bu ilim asla değişmeyecek, hiçbir zaman kaybolmayacak bir ilimledir. Zâtında sonradan var olup da bir zamana kadar devam edecek bir ilim değildir.
İrade
Allahü teâlâ bütün kâinatın varlığım irade ve bütün hâdiseleri düzenleyen ve idare eden bir zattır. Kainatta az veya çok, küçük veya büyük, hayır veya şer, menfaat veya zarar, îman veya küfür, irfan veya cehalet, zafer veya yenilgi, fazlalık veya noksanlık, itaat veya isyan, görünür görünmez her ne cereyan ediyorsa mutlaka O'nun kazâ, kader, hikmet ve işleğinin hududları dahilindedir. Bu bakımdan O'nun diledikleri olur; dilemedikleri olmaz. Hiçbir bakış ya da hiçbir düşünüş O'nun dilemesinin dışında değildir. O yoktan var edici, yok olduktan sonra tekrar iade edici ve isteğini en kuvvetli bir şekilde de emrinin önünde hiçbir engelin duramadığı ve hiçbir kuvvetin, kaza ve kaderini reddetmediği Allah'tır.
Eğer O'nun tevfîk ve rahmeti olmasa, hiçbir kul isyandan kaçamaz. Yine O'nun dileme ve iradesi olmasa hiçbir kul itaata güç yetiremez. Eğer tüm insanlar, cinler, melek ve şeytanlar bir araya gelip de kâinattaki bir zerreciği yerinden oynatmak veya hareketine mâni olmak isteseler, O'nun irade ve dilemesi olmadan bu hususta kesinlikle âciz kalacaklardır.
Allahü teâlâ'nın iradesi, diğer sıfatları gibi zâtî ile kaimdir. O, daima bu sıfatlarla muttasıftır. Olacak olan herşeyin kendisi için belirlenen zamanda olmasını ezelde irâde buyurmuştur. Böylece herşey bu ezelî irâde doğrultusunda ne bir saniye önce ve ne de bir saniye sonra olmamak şartıyla kendileri için belirlenmiş zamanlarda gerçekleşir. Varlığında irade dışı bir değişme, bir bozulma olamaz. Bütün bunları yaparken de Allahü teâlâ için düşünme ve zaman harcama sözkonusu değildir. İşte bu sırra binaen hiçbir durum Allah'ı meşgul edip başka şeylerden gâfil kılamaz.
Sem ve Basar (Duyma ve Görme)
Allahü teâlâ, Semî ve Basîr'dir (işitir ve görür) . İşitilmek durumunda olan nesneler, ne kadar gizli olursa olsunlar O'nun işitme sıfatından hariç kalamaz. Aynı şekilde, görülmek durumunda olan şeyler de ne kadar ince olurlarsa olsunlar, görme sıfatından hariç olamaz. Uzaklık, işitmesini engelleyemediği gibi, karanlık da görmesine mâni olamaz. O, göz bebeği ve göz kapakları olmaksızın gördüğü gibi, kulak kepçesi ve kulak zarı olmaksızın da işitir. Nitekim kalp ve dimağsız bilir, âzasız çalışır ve aletsiz yaratır. Çünkü O'nun ne zâtı ve ne de sıfatları yarattıklarının zât ve sıfatlarına benzemez.
Kelâm
Allahü teâlâ konuşur ve bununla emreder, nehyeder, vaad ve tehditlerde bulunur. Ancak O'nun konuşması zâtî ile kaim, kadîm ve ezelî olup yaratıkların konuşmasına benzemez. Bu bakımdan O'nun konuşması hava titreşimlerinden veya cisimlerin çarpışmasından meydana gelen ses ile olmadığı gibi dudakların kapanmasıyla veya dilin hareket etmesiyle meydana gelen harflerle de değildir. Kur'ân, Tevrat, İncil ve Zebûr, peygamberlerine gönderdiği semavî kitaplardır. 1
Kur'ân, dille okunur, mushaflarda yazılır ve kalplerde korunur. Fakat bununla beraber kadîmdir; Allah'ın zâtıyla kaimdir. Kalplere ve sayfalara nakledilmesi onu Allah'ın zâtından ayırmaz ve böyle bir ayırımı da kabul etmez.
Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) , Allah'ın kelâmını sessiz ve harfsiz olarak dinledi. Nitekim, iyiler (ebrâr) de O'nuıı zâtını âhirette cevhersiz ve araçsız olarak görecektir. İşte bütün bu sıfatlarda muttasıf olan Allah diridir, âlimdir, kudret . ve irâde sahibidir O işitir, görür ve konuşur. Fakat diriliği, kudreti, ilmi, iradesi, işitmesi, görmesi ve konuşması sadece (Mu'tezile'nin inandığı gibi) zâtî ile değildir. (Aksine bu sıfatlar zâtın gayrisi ve ondan ayrılmaz birer hakikattir. )
1) Burada tahrif edilmezden önceki Tevrat, İncil ve Zebûr kastedilmektedir. Sözkonusu olan, günümüzdeki muharref Tevrat, İncil ve Zebûr değildir.
Fiiller
Allahü teâlâ'dan başka ne varsa, cümlesi O'nun fiiliyle meydana gelmiştir ve adaletinden feyizlenmiştir. O varlıkları en güzel ve en gelişmiş şekilde var etmiştir. Allahü teâlâ fiillerinde hikmet sahibidir. Kazâ ve kaderlerinde âdildir. O'nun adaleti, kullarının adaletiyle kıyas edilemez. '. Çünkü kul, başkasının mülkünde tasarruf ettiği zaman, kendisinden zulüm sâdır olur. Buna göre Allah'tan zulmün sudûru tasavvur olunamaz. Çünkü Allahü teâlâ başkasının mülkünde tasarruf etmez ki, bu zulüm olsun. Allah'tan başka, insan, cin, melek, şeytan, gök, arz, hayvan, bitki, cansız şeyler, cevher, ârâz, bilinen ve görünen her ne varsa hepsi, sonradan, Allah'ın kudretiyle yaratılmıştır. Bütün bunlar yoktan var edilmiştir.
Allahü teâlâ ezel'de tek başına idi ve kendisinden başka hiçbir varlık yoktu. Bundan sonra kudretini göstermek ve geçmiş iradesini uygulama sahasına çıkarmak için mahlukâtı yarattı. Bunları muhtaç olduğu için değil, ezelî iradesinin tahakkuku için yaratmıştı. Yaratmak ve icad etmekle mükellef olmak, O'nun için vâcib ve zarurî bir vazife telâkki edilemez. O bunları ancak fazilet ve ihsanıyla yapmıştır. Nimet vermek ve ıslah etmek de onun için zaruri ve yapılması gereken bir vazife değildir.
Bu bir lûtf-u ilâhîdir, Bu bakımdan fazilet, ihsan, nimet ve minnet O'na aittir. Çünkü O, kullarının üzerine çeşit çeşit azaplar göndermeye ve onları birçok elemlere ve hastalıklara müptelâ etmeye kadirdir. Eğer böyle yapacak olsa bu çirkin bir fiil ve zulüm değil, aksine adaletin tâ kendisi olurdu.
Allahü teâlâ Mü'min kullarının ibâdet ve tâatlarını lütuf ve keremiyle mükafatlandırır. Yoksa bu, Allah için zorunlu ve zaruri bir vazife değildir. Çünkü hiçbir kimsenin ve hiçbir varlığın Allah'a herhangi bir ödevi yükletmesi düşünülemez.
Allah'tan herhangi bir zulmün sudûr etmesi tasavvur olunamadığı gibi, herhangi bir varlığın Allah üzerinde bir hakkının bulunması da vacip olamaz. Taat ve ibadetlerde kulları üzerindeki hakkı sadece akıl yoluyla değil peygamberlerinin bildirmesiyle de vacip olmuştur. Allahü teâlâ peygamberler gönderdi ve onların doğruluklarını apaçık mucizelerle teyid ve takviye etti. Onlar da Allah'ın emrini, yasağını, va'dini ve vaîdini halka tebliğ buyurdular. Böylece halka da getirmiş oldukları ilâhî hükümlerde peygamberleri doğrulamak ve tasdik etmek vazifesi düştü.
Peygamberin peygamberliğini tasdik edip buna şahidlik etmektir. Allahü teâlâ mektep ve medrese görmeyen peygamberi Hazret-i Muhammedi (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Kureyş kabilesinde görevlendirdi. Onu Arap, Acem, cin ve insanların tamamına gönderdi. Onun şeriatıyla bu şeriat tarafından kabul olunan kısımları hâriç daha önceki tüm şeriatları yürürlükten kaldırdı. Onu, bütün peygamberlerden üstün kılarak insanlığın efendisi yaptı.
Allahü teâlâ kendisinden başka mabud olmadığına inanmaktan ibaret bulunan îmanın ancak 'Muhammed Allah'ın Rasûlü'dür' şehadetiyle kemâle erebileceğine hükmetmiştir. O bütün insanları, peygamberleri Hazret-i Muhammed'in gerek dünya ve gerek âhiret konusunda getirmiş olduğu şeylerin hepsini tasdikle mecbur tutmuştur. Diğer taraftan Hazret-i Muhammed'in ölümden sonraki hayata dair söylediklerini kabul etmeyen hiçbir kulun imanının kabul olunmayacağını da ilân etmiştir.
Nekir ve Münker'in Sualleri, Kabir Azâbı, Mizan, Sırat, Kevser Havuzu, Hesap, Şefaat, Tevhîd Ehli'nin Cehennemden Çıkması,
Ölümden sonraki hâdiselerin birincisi Nekir ve Münker'in kabirdeki sualleridir. Nekir ve Münker, korkutucu ve heybetli iki melektir. Bu iki melek, kulu, ruh ve cesetle birlikte kabirde oturturlar. Sonrada ona Tevhîd ve Risalet'i sorarak 'Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir?' derler. 2
Bu iki melek, kabrin mihenk taşıdır. 3 Onların sualleri ölümden sonraki ilk fitne ve denemedir. 4
Kabir Azâbı
İmanın kabul olunması için kabir azabına da inanmak gere kir. 5 Kabir azabı haktır. Hem cisme ve hem de ruha uygulanacak ve Allah'ın dilediği bir zamana kadar sürecek olan bu azap adale tin tâ kendisidir.
Mizan
Bu terazi, büyüklük bakımından göklerin ve yer küresinin büyüklüğüne eşittir. Onunla (Allah'ın kudretiyle) ameller tartılır. Bu terazinin gramları, zerreler ve hardal taneleridir. Gramların bu kadar küçük olması, adaletin tam tecelli etmesi içindir. İyilik sayfaları bir hasene şeklinde nur kefesine konur ve mizan Allah'ın faziletiyle ve O'nun nezdindeki derecelerine göre ağırlaşır. Günah sayfaları ise, bir günah suretinde zulmet (karanlıklar) kefesine konur ve böylece mizan Allah'ın adaleti hükmünce bunlarla hafifleşir,6
Sırat
Sırat, cehennem üzerine kurulmuş, kılıçtan keskin ve kıldan ince bir köprüdür. Allah'ın hükmüyle, kâfirler, bu köprü üzerinden kayarak cehennemin dibini yuvarlacaklardır. Yine Allah'ın fazlıyla Mü'minlerin ayakları bu köprü üzerinde sabitleşir ve böylece karar evi (Dâr'ul-Karâr) olan cennete varılır. 7
Kevser Havuzu
Sıratı geçen Mü'minler cennete girmezden önce Hazret-i Muhammed'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) kevser havuzundan kana kana su içerler. Bu öyle bir içiştir ki, artık bir daha susarnazlar. Bu havuzun eni, bir aylık mesafedir. Suyu, sütten daha beyaz, baldan da daha tatlıdır. Kenarında, gökteki yıldızlar adedince bardak vardır. Havuza açılan iki oluktan devamlı olarak kevser suyu akmaktadır. 8
Hesap
Mahlûkâtın hesabı çeşitli durumlar arzetmektedir: Kiminin hesabı şiddetli ve münakaşalıdır. Kimilerine de hesapta müsamaha gösterilir. Bazıları ise hesaba çekilmeksizin cennete girer ki bunlar mukarrebîndir. Bu bakımdan Allahü teâlâ, dilediği peygambere 'Peygamberlik vazifeni yerine getirdin mi?' ve dilediği kâfire de 'Sen peygamberleri yalanladın mı?' diye sual sorabilir. Fakat herkesi sorguya çekmeye mecbur değildir. Sualsiz cennete ya da cehenneme gönderebilir. Sünnetten ayrılan bid'atçılardan bu konuda sual sorduğu gibi, müslümanları da amellerinden dolayı sorguya tâbi tutar. 9
Tevhîd Ehli'nin Cehennemden Çıkması
Tevhîd ehlinin ceza gördükten sonra ateşten çıkacağına îman etmek gerekir. Allah'ın fazlı ile hiçbir muvahhid (Allah'ın birliğine inanan hiçbir kimse) cehennemde ebedî kalmayacaktır. Müslümanın bu inanca sahip olması gerekir. 10
Şefaat
Peygamberlerin, sonra âlimlerin, onlardan sonra da şehidlerin ve Allah nezdindeki derecelerine göre sair Mü'minlerin şefaatına inanmak gerekir. Şefaatçısı bulunmayan Mü'minler de, Allah'ın fazlıyla ateşte ebedî olarak kalmayacak, sonunda çıkartılacaklardır. Kalbinde zerre miktarı îman bulunan herkes, cehennemden mutlaka çıkartılacaktır. 11
Sahâbe-i kirâmın faziletine inanmak, tertiplerini bilmek, yani peygamberlerden sonra insanların en faziletlisinin Hazret-i Ebû Bekir, ondan sonra Hazret-i Ömer, sonra Hazret-i Osman ve ondan sonra da Hazret-i Ali olduğuna inanmak gerekir. 12
2) Tirmizî, İbn Hıbbân, (Ebû Hüreyre'den) ; Tirmizî sahih olduğunu söylemiştir.
3) Ahmed b. Hanbel, İbn Hıbbân, (Abdullah b. Amr'dan)
4) Irâkî bu hadîse rastlamadığını söylemiştir.
5) Buhârî, Müslim, (Hazret-i Âişe'den)
6) Bey hâkî, (Hazret-i Ömer'den)
7) Buharî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
8) Müslim, (Enes'ten)
9) Beyhakî, el-Ba's, (Hazret-i Ömer'den)
10) Buharî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
11) İbn. Mâce, (Hazret-i Osman'dan)
12) İbn Hâce, (Hazret-i Ömer'den) ; Ebû Dâvûd ve Taberânî
Sahâbe-i kirâm Hakkında Hüsn-ü Zan Gerekir
Bu inançların hepsi hakkında hadîsler vardır. Bütün bunlara inanıp bağlanan bir kimse, hak ehlinden ve sünnet cemaatinden olur; dalâlet ve bid'at fırkalarından ayrılır. İlahî rahmetine sığınarak Allahü teâlâ'dan bizlere ve bütün müslümanlara yakînin kemâlini ve elinde güzel sebat vermesini isteriz. Çünkü O merhametlilerin en merhametlisidir.
Allahü teâlâ ilahî rahmetini sevgili peygamberi Muhammed Mustafa'ya ve her seçtiği kuluna inzal buyursun. Âmin!
İrşadın Kademeli Olarak Yapılması ve İtikâd Derecelerinin Tertibi
Akide hakkında söylediklerimizin yeni yetişen çocuğa telkin edilmesinin uygun olduğunu bilmelisin. Böylece çocuk küçük yaşlarda öğrendiği bu bilgileri unutmayacak ve yaşı ilerledikçe de mânâlarını yavaş yavaş anlayacaktır. İlk anda gerekli bilgileri öğretmek, ikinci kademede mânâsını anlatmak, daha sonra inanıp yakîn hasıl etmesini ve doğrulamasını sağlamak gerekir. Bu ise çocuklarda delilsiz ve burhansız meydana gelen bir durumdur. İnsan kalbinin, ilk yetişmesi anında hiçbir delile ihtiyaç olmaksızın îmanı kabul etmeye müsait bir fıtratta bulunması Allah'ın bir fazlıdır. Bu durum nasıl inkâr edilebilir? Halk tabakasının bütün inançları, başlangıçta, mücerret telkin ve sade taklitten ibaret değil midir?
Evet, sadece taklitten meydana gelen îman, başlangıçta zaaftan kurtulmuş değildir. Böyle bir imana sahip olan kişinin inancının, zıddının telkiniyle silinip gitmesi mümkündür. Bu bakımdan, bu inancın takviyesi, çocuğun ve halk tabakasının kalbinde sarsılmayacak derecede yerleştirilmesi gerekir. Fakat bu inancın takviyesi ve yerleşmesi için ille de Cedel ve Kelâm sanatı öğrenmek şart değildir. Aksine Kur'ân ve tefsirini hadîs ve mânâlarını okumak, sair ibadet vazifeleriyle meşgul olmak yeterlidir. Kulaklarıyla dinlediği Kur'ân'ın delil ve hüccetleriyle hadislerin şahitlik ve faydaları; yaptığı ibadetlerin nurları; meclislerine devam ettiği sâlih kulların feyizleri, güzel konuşmaları, simaları ve Allahü teâlâ ya karşı davranışları sayesinde îman kişinin kalbine kuvvetli bir şekilde yerleşir. Bu bakımdan ilk yapılan telkin kalbe saçılan bir tohum gibidir. Saydığımız sebepler ise, o tohumu terbiye etmek ve sulamak gibidir. Bu terbiye ve sulama ameliyesi, o tohumun gelişip kökü sabit, dalları yukarıya doğru uzanmış kuvvetli bir ağaç olmasına kadar devam etmelidir.
Kendisine îmanın telkin edildiği kişinin kulağını cedellerden ve kelâm dedikodularından muhafaza etmelidir. Zira cedelin karıştırması düzenlemesinden, ifsadı ise ıslahından daha fazladır, inançların cedel ile takviyeye çalışılması da tıpkı bir ağacın demirlerle çevrilmesi ve gövdesine demirler sokulmasına benzer. Bu işlem ağacın kuvvetlenmesi ve dallarının daha fazla olması için yapılmaktadır. Halbuki çok defa, demir, gövdede açtığı yara ve bereler sebebiyle ağacı çürütür ve ifsâd eder. Bu konudaki müşahedeler yeterlidir ve bizzat görülen hâdiseler bu hususta ayrıca delil getirmeye hacet bırakmamaktadır. Halk tabakasının salâh ve takvaya erişen fertlerinin inancını, kelâmcıların ve cedelcilerin inancı ile kıyasla! Göreceksin ki avâm inancı, sebat bakımından, koskoca dağlar gibidir; felâket ve şimşeklerle yerinden kıpırdamaz. Fakat inancını cedelin taksimatıyla koruyan kel âmcının akidesi ise, havada asılı bir ip gibi, esen rüzgarların tesiriyle sağa sola sallanıp durmaktadır.
Ancak, inançlara ait delilleri dinleyen, akidesini taklidî yoldan aldığı gibi, delilleri de taklidî yoldan alan kişi bu hükmün dışında kalır. Zira delili taklid ile öğrenmekle delilin medlulünü ve mânâsını öğrenmek arasında hiçbir fark yoktur. Bu bakımdan, delilin telkini ayrı, düşünce ile delil bulmaksa daha ayrı bir keyfiyettir. Bunlar birbirlerinden uzak mânâ ve mefhumlardır.
Bu hakikatlerden sonra bilmelidir ki, kendisine inanç telkini yapılan çocuk, o inanç üzerine büyür ve bilâhare dünya kesbiyle iştigal ederse, onun için dünyadan başka herhangi bir kapı açılmayacaktır. Fakat o, küçüklüğünde almış olduğu, hakîkat ehlinin inancı sayesinde âhirette kurtulacaktır. Zira şeriat, Hazret-i Muhammed'in huzurunda imân eden, mektep ve medrese görmemiş Arapları, İslâmî inancın görünür kısmına (zahirine) tereddütsüz inanmaktan başka bir şeyle mükellef kılmamıştır.
Hiçbir şeyden haberi olmayan, sadece Hazret-i Peygamberin huzuruna gelip kesinlikle îman edenler araştırma ve teftiş, delilleri tanzim ve tertip zorunluğuyla mükellef değillerdi. Eğer insan âhiret yolcularından olmak istiyor, bununla beraber Allah'ın tevfîki de kendisine yardımcı oluyor ve bu tevfîk sayesinde âhiret amellerini yapıyor, takvayı tercih edip nefsinin hevâsından uzak duruyor, riyâzât ve mücâhede ile iştigal ediyorsa kendisi için hidayet kapıları açık demektir. Bu inancın hakikatleri, kalbe atılan ilâhî bir nur sayesinde belirir. Bu nur mücâhedenin yüzü suyu hürmetine ve
Allah'ın va'dinin gerçekleşmesi için ihsan edilmiştir. Zira Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere, elbette (kendilerini bize ulaştıracak) yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki, Allah iyilik yapanlarla beraberdir. (Ankebût/69)
Mücâhidin kalbine ilka edilen ilâhî nur, sıddîk ve mukarreblerin imanının gayesi ve sonucu olan nefis bir cevherdir Ebû Bekir Sıddîk'ın (radıyallahü anh) göğsünde yerleşen ve onun (peygamberler hâriç) bütün insanlardan üstün olmasına vesile olan sır ile bu cevhere işaret buyurulmuştur. Bu sırrın inkişafı, cihadın ve Allah'tan başka her şeyden temizlenen iç âlemin derecesine ve faydalanmasına bağlıdır. Bu tıpkı halkın tıp, fıkıh ve diğer imlerdeki başarı derecelerine benzer. Çünkü bu sahalarda halk, çalışmasına, fıtrî zekâ ve kavrayışına göre çeşitli şubelere ayrılmaktadır. Bu maddî ilimler sahasında halkın sınıflara ayrılması ve şubelerin tekel altına alınması nasıl mümkün değilse, sırlara ait derecelerin muayyen zümrelere tahsisi, çeşitlerinin herhangi bir sayıyla sınırlandırılması da imkânsızdır.
Mesele
Cedel ve Kelâm ilminin öğrenilmesinin müneccimlik gibi mezmûm mu, yoksa mübâh veya mendûb mu olduğunu soracak olursanız, bilmiş olunuz ki, halk bu sualin cevabında bazan ifrata, bazan da tefrite kaçmıştır. Bir kısmı 'Bu bid'attır veya haramdır' demiş ve şöyle ilave etmiştir: 'Bir kulun şirk hariç bütün günahlarla Allah'ın huzuruna varması, cedel ve kelâmla gitmesinden daha hayırlıdır.
Kimileri, 'Cedel ve Kelâm ilminin öğrenilmesi vacip ve farzdır' demiş, bâzıları farz-ı kifâye olduğu fikrini savunmuş, bir kısmı da farz-ı ayn olduğunda ısrar etmiştir. Hattâ bu ilim için 'Amellerin ve Allah'ın rahmetine yaklaştırıcı hareketlerin en faziletlisi ve en yücesidir' diyenler de vardır. Çünkü onlara göre Kelâm, Tevhîdin bilinmesine ve yerleşmesine vesile olduğu gibi, âdeta Allah'ın dininin müdafaası için kullanılan keskin bir silâhtır dâ. . .
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed b. Hanbel, Süfyân es» Sevrî ve selefin bütün muhaddisleri bu ilmin haram olduğuna kaildirler. İbn Abd'ul-A'lâ şöyle anlatır: "İmâm-ı Şâfiî'den şunları dinledim: "Bir gün Mutezile kelâmcılarından Hafs el-Fard ile münazara ettim ve ona 'Kulun şirk koşmak hariç bütün günahlarla Allah'ın huzuruna çıkması, Kelâm ilminin herhangi bir bahsiyle çıkmasından daha hayırlıdır' dedim. Bunun üzerine Hafs'dan öyle bir söz işittim ki, söylemeye dahi cesaret edemiyorum".
Yine İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurmuştur: 'Hiç kimsenin söyleyeceğini ve düşüneceğini zannetmediğini birşeyi Kelâm ehlinden gördüm. Bu bakımdan, Allahü teâlâ'nın bir kulunu, şirk hariç bütün menhiyâtıyla mübtelâ kılması, o kul için Kelâm'a bakmasından ve Kelâm sahasında düşünmesin den daha hayırlıdır',
Kerâbisî şöyle anlatır: "îmanı Şâfiî'ye Kelâm'a dair bir mesele sorulduğunda, çok öfkelenerek 'Bu suali bana değil, Hafs el-Fard ve arkadaşlarına sorun; zirâ Allah onları rahmetinden mahrum etmiştir' buyurdu"»
Hafs el-Fard hastalığı esnasında İmâm-ı Şâfiî'yi ziyaret eder, İmâm-ı Şâfiî ona 'Sen kimsin? diye sorar. Onun 'Ben Hafs el Fard'ım demesi üzerine de şöyle buyurur: 'İçinde bocaladığın durumdan tevbe etmedikçe, Allah seni ne korusun ve ne de gözetsin!7
İmâm-ı Şâfiî'nin bir diğer sözü de şöyledir: 'İnsanlar, eğer Kelâm'da ne gibi bir hevâ ve hevesât bulunduğunu bilseydiler, ondan yırtıcı arslandan kaçtıkları gibi kaçarlardı'.
Şu söz de kendisine aittir: "Sizler 'İsim müsemmânın aynı mıdır, gayrı mıdır?' sözünü duyduğunuz zaman, 'emin olunuz ki bunu söyleyen Kelâm ehlindendir ve onun dini yoktur",
Za'farânî'nin rivâyet ettiğine göre İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurmuştur: 'Kelâmcılar hakkındaki hüküm şudur: Onlar sopa ile dövülmeli, kabîle ve aşiretler arasında gezdirilerek şöyle bağırmalıdır: Allah'ın kitabını ve Rasûlüllah'ın sünnet-i seniyyesini terkedip Kelâm’a dalanların cezası işte budur'.
Ahmed b. Hanbel ise şöyle buyurmuştur: "Kelâm sahibi hiçbir zaman felâh bulamaz. Biz, Kelâm'a daldığı halde, kalbinde İslâmî hakikatlere karşı şek ve şüphe olmayan hiç kimseye rastlamadık'.
İmâm-ı Ahmed kelâmcıları şiddetle itham etti ve hattâ zühd ve takvasına ve bid'atçıları reddeden bir kitap yazmasına rağmen
Hâris-el Muhâsibî'yi terkederek onunla arkadaşlığına son verdi ve ona şöyle hitap etti: 'Yazıklar olsun sana! Sen önce hidratları anlatıyor ve sonra da onlara hücum ediyorsun. Böylece sen, hidratları tasvir eden kitabınla halkı, onları mütalâa etmeye ve şüpheli mevzularda düşünmeye sevkediyorsun. Bu durum, okuyanları, görüşlerini izhâra ve araştırma yapmaya zorlamaz mı?'
Yine îmamı Ahmed 'Kelâm âlimleri zındıktır' demiştir.
İmâm-ı Mâlik ise şöyle buyurmuştur: 'Acaba bir cedelcinin, daha kuvvetli bir cedelci gelip de kendisini mağlûp etse, dinini terketmeyeceğini mi sanıyorsun? Cedelci için her gün yeni bir din meydana gelir'. İmâm-ı Mâlik bu sözleriyle dikkatlerimizi cedelcilerin hükümlerindeki farklılığa çekmek istemiştir.
Yine kendileri şöyle demişlerdir: 'Bid'at ve hevâ sahiplerinin şâhidlikleri caiz değildir'. Bazı arkadaşları onun bu sözünü 'İmâm, hevâ sahiplerinden hangi mezhepte olurlarsa olsunlar kelâmcıları kasdetmektedir' şeklinde te'vil etmiştir.
Ebû Yûsuf da şöyle buyurmuştur13: İlmi, Kelâm ile talep eden bir kişi zındıklığı kabul etmiştir'.
Hasan-ı Basrî ise 'Sakın hevâ ehliyle tartışmaya girişmeyin. Onlarla oturmayın ve sözlerini dinlemeyin!' buyurmuştur.
Selefin bütün muhaddisleri bu hükümde ittifak etmişlerdir. Bu mevzuda, selef âlimlerinden nakledilen tehditlerin haddi hesabı yoktur. Nitekim selef âlimleri şöyle buyurmuştur: 'Hakikatleri herkesten daha iyi bilmelerine, kelimeleri daha iyi tertip ve tanzim etmelerine rağmen, sahâbei kiram bir konuda . sükût etmişse mutlaka, konuştukları takdirde şer ve fesadın doğacağını bildikleri içindir'. İşte bundan dolayıdır ki Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Toslaşanlar helâk oldular, Toslaşanlar helâk oldular. Toslaşanlar helâk oldular. 14
Yani cedelde ileri gidenler ve birbirlerinin fikrini cerhedenler helâk oldular!
Selef, bu mücadelenin doğru birşey olmadığına dair şu delilleri ileri sürmüştür: Eğer Cedel ve Kelâm, dinden olmuş olsaydı mutlaka Rasûlüllah'ın ehemmiyetle emir buyurduğu ve yollarını gösterip yolcularını ve erbabını övdüğü konular zincirine dahil olurdu.
Hazret-i Peygamber ashâb-ı kirama istincayı15 öğretmiş, onları ferâiz ilmine teşvik etmiş ve bu ilmi bilenleri övmüştür. Onları kader meselesi hakkında konuşmaktan menederek şöyle buyurmuştur: 'Kader konusunda (münakaşa yapmaktan) sakınınız'!16
İşte ashâb bu minval üzere devam etmişlerdir. Ashâb hoca ve üstad, bizlerse onların talebeleri ve tâbîleriyiz; talebenin hocasından fazlasını yapması ise tuğyan ve zulümdür.
Cedel ve Kelâm'ın farz olduğunu savunanlara gelince onlar şöyle derler: 'Kelâm'ın mahzurlu olan tarafı, cevher ve ârâz tabirleriyle ashâb zamanında bulunmayan garip ıstılahlardır' denilirse bunun cevabı gayet kolay ve basittir. Zira hiçbir ilim yoktur ki, anlatılması ve anlaşılması için birtakım ıstılahlara sahip olmuş olmasın. Meselâ hadîs, tefsir, fıkıh bu türdendir ve bu ilimlerde de sayısız ıstılah vardır.
Eğer kendilerine, münazara ilminin ıstılahlarından olan nakz, matematiğin kesir, nahvin terkip, sarf ilminin ta'diye ve maânî ilminin ıstılahlarından olan va'z-ı fâsid ile mantığın kıyas üzerine vârid olan daha nice tâbir ve terimler arzolunsaydı, sahabîler bunları anlamayacaklardı. Çünkü onlar bu ıstılahları işitmiş değillerdi. Bu balamdan doğru bir gayeyi anlatmak için herhangi bir ibare ihdas etmek zararlı değildir. Bu tıpkı mübâh bir hizmette kullanmak için yeni kap ya da âlet icat etmeye benzer.
Eğer mahzur, Münazara ve Kelâm ilminin terim ve tâbirlerinde değil de murâd olunan mânâlarda ise, bilinmiş olsun ki, biz bu mânâlardan, ancak yaratıcının birliğine ve sıfatlarına ve âlemin sonradan meydana geldiğine işaret eden delillerin bilinmesini kastediyoruz. Nitekim kasdettiğimiz mânâ şeriatta da vârid olmuştur. O halde Allah'ın delille bilinmesi neden haram oluyor?
Eğer Kelâm ve Münazaranın mahzurlu kısmından, münazaracıların arasındaki söz düellosu, taassup, düşmanlık ve buğz gibi yine kendilerinin yol açtığı mezmûm sıfatlar kasdediliyorsa, şüphesiz bunlar haramdır ve her müslümanın sakınması gereken hususlardır. Diğer taraftan hadîs, tefsir ve fıkıh ilminin sebep olduğu riyaset (reislik) sevdası, riyakârlık, kendini beğenmişlik ve kibir de haramdır ve her müslümanın bu sıfatlardan sakınması gereklidir. Fakat hadîs, tefsir ve fıkıh ilimleri, bazı kişilerde kibir, ucub, riya ve baş olma sevdası doğuruyor diye menedilemez. Bu bakımdan hüccet ve delil ile araştırmak ve bilgi istemek mahzurlu olabilir mi?
De ki: "Ey müşrikler! Eğer 'Allah ile beraber birtakım ilâhlar vardır' sözünüzde doğru iseniz, delilinizi getirin bakalım". (Neml/64)
Yapılması kesinleşen bir işi yerine getirmek için Allah (sizi böyle buluşturdu) ki helâk olan, açık bir delili gördükten sonra (bilerek) helâk olsun, diri kalan da açık delilden sonra (bilerek) yaşasın. (Enfal/42)
Kâfirler 'Allah çocuk edindi' dediler. Hâşâ! Allah bundan münezzehtir. O, hiç bir şeye muhtaç değildir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Ey kâfirler! (Allah'ın çocuk edindiğine dair) elinizde hiçbir delil yoktur. Siz Allah'a karşı ilimle isbat edemeyeceğiniz birşeyi mi söylüyorsunuz? (Yunus/ 68)
De ki: 'Tam hüccet Allah'ındır, O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete erdirirdi'. (En'am/149)
Allah kendisine saltanat ve mülk verdi diye (azarak) İbrahim ile rabbi hakkında mücadele edeni (Nemrud'u) görmedin mi? İbrahim ona 'Benim rabbim (kudretiyle) hem diriltir ve hem de öldürür' dediği vakit, o 'Ben de diriltir ve öldürürüm' demişti. İbrahim 'Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir!' deyince, o inkârcı şaşırıp kaldı. Allah zâlim kavmi muvaffak etmez. (Bakara/258)
İşte bu ayette Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'in delil getirmesini, mücadele etmesini ve hasmını susturmasını, onu övmek gayesiyle arz buyurmaktadır.
Bu, (gök cisimlerinin batışı) , milletine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdir. Biz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz. Muhakkak ki rabbin tam hikmet sahibi ve (herşeyi) kemâliyle bilendir. (En'am/83)
Nûh'a cevap olarak şöyle dediler: 'Ey Nûh! Sen bizimle mücadele ettin ve bunda da çok ileri gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen bizi korkutup durduğun azabı haydi getir bakalım'. (Hûd/32)
Firavun şöyle dedi: 'Âlemlerin rabbi de kimdir?' Musa dedi ki: 'O göklerle yerin ve bu ikisi arasında bulunan herşeyin rabbidir. Eğer gerçek olarak bilirseniz (durum budur). (Şuarâ/23-30)
Kur'ân, başından sonuna kadar kâfirlerle mücadele ve onlara karşı getirilen delillerle doludur. Bu bakımdan kelâmcıların 'Allah'ın birliği' hakkındaki delillerinin esasını şu ayet teşkil etmektedir:
Eğer yerlerde ve göklerde Allah'tan başka mâbudlar olsaydı, hiç şüphesiz bunların nizamı bozulurdu. (Enbiya/22)
Nübüvvet hakkındaki delilleri de şu ayettir;
Eğer kulumuza (Muhammed'e) indirdiğimiz Kur'ân'dan şüphede iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin (Bunu yaparken de) Allah'tan başka ne kadar yardımcılarınız varsa hepsini yardıma çağırın. Şayet sâdık kimseler iseniz (iddianızın gereğini yapınız!) (Bakara/23)
Ölümden sonra dirilmeye dair delilleri ise şu ayettir:
De ki: Onları, kendilerini ilk defa yaratan diriltecektir. O her yaratılanı hakkıyla bilir. (Yâsin/79)
Kur'ân'da bunlar gibi daha nice ayet ve deliller mevcuttur. Allah'ın yüce rasûlleri, durmadan, hak ve hakikati inkâr eden hasımlarıyla mücadele etmişlerdir.
Ey rasûlüm! İnsanları rabbinin yoluna güzel söz ve nasihatla dâvet et. Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Şüphe yok ki, rabbin yolundan sapanı en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de en iyi bilendir. (Nahl/125)
Ashâb da, peygamberleri gibi, münkirlerle mücadele eder ve onları delillerle sustururdu. Ancak bu mücadele, olur olmaz zamanlarda değil, ihtiyaç görüldüğünde yapılırdı. Fakat ashâb zamanında mücadeleye çok az gerek duyulmuştur. Mücadele metodu ile, bid'atçıları hakikate dâvet etmek ilk önce Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) tarafından tatbik edilmiştir. Şöyle ki; Hazret-i Ali, amcazadesi İbn-i Abbâs'ı Haricîlere göndermişti. İbn-i Abbâs ile Haricîler arasında şöyle bir konuşma geçti:
İbn-i Abbâs, Haricîlere 'İmamınıza niçin darıldınız?' diye sordu. Onlar da 'Harp ettiği halde esir almadığı ve mağlûpların mallarını ganimet yapmadığı için. . . ' cevabını verdiler. Bunun üzerine İbn-i Abbâs şunları söyledi: 'ınağlup dediklerinize esir muamelesi yapmak ve mallarını ganimet saymak kâfirlerle olan muharebelerde sözkonusudur. Sizlere soruyorum; Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) esir edilseydi de herhangi birinizin payına düşseydi, Kur'ân'ın nassıyla anneniz olan Hazret-i Âişe'yi cariyeleriniz gibi helâl sayacak mıydınız?' Haricîler onun bu sözlerine 'Hayır!' karşılığını verdiler.
İşte İbn-i Abbâs'ın tartışması. . . Bu muhavereden sonra Haricilerden ikibin kişi Hazret-i Ali'ye yeniden bi'at etmiştir.
Rivâyet ediliyor ki, Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) bir kaderciyle mücadele etmiş ve onu bu fikrinden caydırmıştır. Ali b. Ebi Tâlib (radıyallahü anh) de kadercilerden biriyle münazara ve mücadele etmişti.
Ashâbdan Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh) Yezid b, Ümeyye ile îman konusunda münakaşa etmişti. Abdullah "Eğer 'Ben Mü'minim' diyorsam, 'Ben cennetliğim' de diyebilirim" dedi. Bunun üzerine Yezid b. Ümeyye şunları söyledi: "Ey Rasûlüllah'ın arkadaşı! Bu hükmün yanlıştır. Çünkü îman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ölümden sonra dirilmeye ve mizana inanmadır. Yoksa namaz kılmak, oruç tutmak ve zekât vermek değildir. Bizim bazı günahlarımız vardır. Kendimizi ancak bunların affolunduğunu bilirsek cennet ehlinden sayarız. İşte bunun için de 'Biz Mü'miniz' der, ama 'Biz cennetliğiz' demeyiz". Bunun üzerine İbn Mes'ûd şöyle dedi: 'Ey Ümeyye! Doğru söyledin. Allah'a yemin ederim ki, ben hükmümde yanıldım'.
Sahabenin tartışma yaptığı bir vakıadır. Fakat sözün en uygunu 'Onlar mücadeleye çok az ehemmiyet verdiler. Uzun değil de kısa gittiler. Münazara ve Kelâm ilimlerini, ders vererek, kitap yazarak sanat edinmiş değillerdi. Ancak ihtiyaç ve zaruret ânında mücadeleden de geri kalmıyorlardı' demektir.
Bu bakımdan deniliyor ki, sahâbe-i kiramın Münazara ile az meşgul olmaları, zamanlarında bid'atların bulunmayışı sebebiyle buna ihtiyaç hissetmeyişlerindendir. Münazara ve münakaşaları kısa kesmeleri, münazaradaki gayenin hasmı susturmak ve itirafa mecbur etmek olmayıp aksine hakîkati olduğu gibi göstermeyi ve şüpheyi gidermeyi istihdaf etmesidir. O halde, ashâb-ı kiram ile mücadele edenler çeşitli zorluklar çıkaran inatçı kimseler olsalardı haliyle onlar da şiddetli mücadele ve münakaşalara gireceklerdi. Çünkü sahâbei kiram, münazaraya başladıktan sonra, bunun ne kadar devam edeceğine dair belli ölçülere sahip değildi. Münazara ilmini tedvine ve bu konuda kitap yazmaya teşebbüs etmemeleri ise âdetlerinin öyle oluşundan ileri gelir.
Nitekim fıkıh, tefsir ve hadîs ilimleri hakkında da herhangi bir telif ve tedrisleri mevcut değildir. Bu bakımdan, eğer fıkhı tasnif etmek ve ancak yüzde bir ihtimalle vâki olabilecek meseleleri yazmak ki bu tip meseleler ancak vâki olacağı zaman için veya bu nadir mevzularda okuyucuların zihinleri açılsın diye hazırlanır caizse, biz, ilerdeki şüpheleri ve bid'atçıların heyecanından doğacak ihtiyaçları gidermek veya okuyucunun zihnini geliştirmek; eline, ihtiyacı anında açık ve irticâlî bir şekilde hazırlıklı olması ve hasmının karşısında ezilmemesi için delil vermek üzere mücadele yollarını ve metodlarmı tertip etmiş bulunuyoruz. Bu tıpkı çıkmadan önce harp için silâh hazırlanmasına benzer.
İşte Münazara ve Kelâm ilminin caiz olmadığını veya farz olduğunu ileri süren iki grubun söyleyebilecekleri, bu yazdıklarımızdan ibaret olsa gerektir.
'Kelâm ve Cedel ilmi hakkında menfî ve müsbet düşünenlerin fikirlerini olduğu gibi bize aktardın. Fakat sen hangi görüşü tercih ediyorsun?' dersen, bilmiş ol ki, bu mevzudaki hakîkat şudur: Her hâlükârda Kelâm ilmini zemmetmek gibi mutlak şekilde övmek de doğru değildir. Bu konuda biraz tafsilâta ihtiyaç vardır.
Herşeyden evvel bilmelisin ki, bazı şeyler zâtıyla haramdır: İçki ve kesilmemiş et gibi. Bu sözün mânâsı şudur: Haramlığı icap ettiren vasıf onun zâtındadır. İçkinin sarhoş etmesi ve kesilmemiş etin mundarlığı gibi. Biz, bu gibi şeyler hakkında sual sorulduğu zaman kesinlikle ve te'vil götürmez bir şekilde haram olduğunu söylüyoruz. Zaruret ânında, murdar etten, ölmeyecek kadar yenilmesinin; insanın boğazında kalan lokmayı, başka meşrubat bulunmadığı takdirde, içki ile yutmasının mübâh olduğuna bakmayarak, haramlık hükmünü kesinlikle veriyoruz.
Bazı şeyler de zâtından ötürü değil, haricî bir illetten dolayı haramdır. Müslüman kardeşinin, muhayyerlik sınırları içindeki pazarlığına karşı çıkmak, cuma ezanı okunduğu zaman alışveriş yapmak ve çamur yemek gibi. . . İşte bunlar, başkasına zarar verdiği için haramdır. Haramın bu çeşidi iki kısma ayrılır:
a) Çoğu ve azı zarar veren -ki buna haram ismi ıtlak olunur (öldürücü zehir gibi) ,
b) Çoğu zarar veren.
Çoğu zarar veren bu ikinci kısma mübâh ıtlak olunur: Bal gibi. Çok yemek, tansiyonu yüksek olan bir kimseye, sıcak memleketlerde zarar verir. Çamurun çoğunu yemek de bal gibidir. Çünkü o da aynen bal gibi, çok yenildiğinde vücuda zararlıdır. Çamura ve içkiye haram, bala da helâl demek, nisbetlere göredir. Bu bakımdan, eğer birşeyde nisbetler eşit görünürse, en uygun ve karışıklıktan en uzak hüküm onu tafsilen açıklamaktır. O halde, bu hakîkat bilindikten sonra
Kelâm ilmine dönerek şöyle deriz:
Kelâm ilminde hem menfaat, hem de zarar vardır. Bu ilim, menfaat verdiği zaman helâl olur. Bazan mendûb, hatta durumun iktizasına göre vâcib olur. Başkasına zarar verdiği anda da zararlı olmak itibarıyla haram olur. Zararına gelince, şüpheye yol verir insanı bâtıl inançlara karşı tahrik eder ve kalpleri hak inançların kesinlik ve samimiyetinden uzaklaştırır. Bu Kelâm ilmine ilk defa dalan kimseler için hâsıl olan bir durumdur. Böyle bir insanın, bilâhare, delil ile, bu şüphelerden döneceği de şüphelidir. Bu durum şahıslara göre değişmektedir.
İşte Kelâm'ın hak inanç bahsindeki zararı budur. Ayrıca bid'atçıların inançlarını takviye ederek onları kalplerinde yerleştirir. Öyle ki, bid'atta ısrar eder, onu müdafaa istekleri harekete geçer. Fakat bu zarar, cedelden doğan taassup vasıtasıyla meydana gelir. Bu hikmete binaen, halk tabakasından bazı bid'atçıların bu inançlarını yumuşaklıkla, en kısa bir zamanda kazımak mümkün olmaktadır. Ancak mücadele ve taassup beşiği olan bir memlekette doğup büyümüşse o zaman iş değişir. Bu durumda geçmiş ve gelecek âlimlerin hepsi bir araya toplanarak onu bid'atından caydırmaya çalışsalar yine de muvaffak olamazlar ve bu kötü bid'atı onun göğsünden söküp atamazlar. Bilakis nefsin hevası, taassup ve mücadeleci hasma karşı duyulan nefret ve muhalif grubun buğzu kalbini öyle kaplamış ve onu hakkın idrâkından öylesine uzaklaştırmıştır ki, böyle bir insana "Acaba Allah'ım, kalbinden perdeyi kaldırmak suretiyle hakikatin, gözle görülecek derecede hasmın tarafında olduğunu sana göstermesine razı mısın?' denildiği zaman, hasmının sevinmesinden korkarak, bu hakikate razı olmayacaktır. İşte, memleketler ve milletler arasında yayılan önlenmesi imkansız hastalık budur. Bu, fesadın bir çeşididir ve tartışmacılar taassuba kapılarak bu fesâd tohumunu ekmişlerdir. İşte Kelâm'ın zararları bunlardır.
Kelâm'ın yararlarına gelince, zannedilir ki, Kelâm 'ın faydası hakikatleri keşfetmek ve olduğu gibi bildirmektir. Halbuki heyhât! Kelâm ilminde bu şerefli gayeyi hedefleyecek bir durum hiç de mevcut değildir. Aksine onda mevcut olan şey karıştırmaktır; keşfetmek ve bildirmekten daha çok dalâlete götürmektir. Kelâm, muhaddis veya hadîslerin zahirî hükümlerine tâbi olan kimselerden dinlenilirse böyledir. Fakat çok zaman kalbe İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdır' hükmü gelebilir. Ama bu hükmü evvelâ Kelâm ilmini denemiş, hakikî tecrübelerden sonra ona düşman olmuş ve bu ilimde zirveye yükselmiş, hatta bu hududları da geçerek Kelâm ilmiyle ilgili çeşitli ilimlerde de derinleştikçe derinleşmiş ve hakikatlerin marifetine bu yönden, yani Kelâm yönünden ulaşmak için yolların kapalı oldugunu kesinlikle öğrenmiş kimselerden işitirsin. Yemin ederim ki, Kelâm ilmi, birtakım meselelerin izahını, tarifini ve keşfini yapmaktan hâli değildir.
Fakat onun bu durumu, Kelâm sanatına dalmadan da kendiliğinden bilinmesi kolay olan apaçık emirler hakkında geçerlidir. Kelâm'ın menfaati tektir ve bu da daha önce izah ettiğimiz gibi halk tabakası nezdinde akidenin bekçiliğini yapmak ve onu cedel çeşitleriyle, bid'atçıların teşvişinden korumaktır.
Çünkü halk tabakası zayıftır. Bid'atçının küçük bir mücadelesine velev ki o, haddizatında fâsık bir insandan gelmiş olsun gönül kaptırabilirler. Fakat fâsık ile muaraza etmek de fışkı bertaraf edebilir. İnsanlar daha önce izah ettiğimiz akide ile mükelleftirler. Çünkü şeriat onları, o inançlarla mükellef kılmıştır ve bunda din ve dünyalarının salâhı vardır. Selef-i Sâlihîn ve âlimler icmâ ve ittifakla, halk tabakasının inançlarını bid'atçıların telbis ve teşvişlerinden korumayı zaruri gördüler. Nasıl ki, devletin de avam tabakasının mallarını, zâlim ve gâsıpçıların tasallutundan korumakla mükellef olduğu gibi. . .
Kelâm'in zararlarını ve yararlarını böyle geniş bir şekilde bildirdikten sonra diyebiliriz ki, tartışmacı, mâhir doktor gibi, tehlikeyi keşfedip tedaviyi ona göre ayarlamalıdır. Zira mâhir doktor, ilaçları ancak faydalı olabileceği yaralara sürer. Bu da ihtiyaç ânında ve ihtiyaç nisbetindedir.
Bu hükmün açıklaması şöyledir: Halk tabakası çeşitli sanatlarla meşguldür. Bu bakımdan daha önce zikrettiğimiz hakîkî akideyi öğrenmek şartıyla onları inandıkları akidelerde sapasağlam bırakmak vacibdir. Zira Kelâm'ı bu gibilere öğretmek, katıksız zarardan başka birşey değildir.
Çünkü onların saf zihinleri çoğu zaman Kelâm ilminin ayrıntılarıyla karışır, şek ve şüphelere düşer. İnançları sarsılabilir. Delilleri anlayacak iktidarda olmadıkları için de ıslahları mümkün olmaz,
Bid'ata inanan halk tabakasına gelince, bunları hakka, taassupla değil, lütuf ve yumuşaklıkla davet etmek, ikna edici ve latif konuşmalar yapmak suretiyle kalplerine tesir etmek, onu Kur'ân ve sünnetin va'z ve korkutma ile karışık delilleriyle ikna etmek en uygun harekettir. Zira böyle bir hareket, kelâmcıların şartı üzerine vazedilmiş cedel ilminden daha yararlıdır. Çünkü halk tabakası Cedel ve Münazara ilmini dinledikleri zaman zihinlerinde şöyle bir inanç belirir: Bu, cedelin bir çeşididir. Kelâmcı bunu, halkı kendi inancına çekmek için öğrenmiştir. Her ne kadar cevap vermekten aciz kalmışsam da benim mezhep ve meşrebimde bulunan kimseler onu susturmaya muktedirdirler. Bu bakımdan, öyle birisiyle ve bid'ata inanan bir kimseyle de mücadele etmek haramdır. Zira şek ve şüpheye düşen bir kimsenin bu şüphesini, yumuşak konuşmalarla, va'z u nasihatlarla ve Kelâm'ın derinliğinden uzak, muhatabca makbul veya yakın görünen delillerle izale etmek vâcibdir.
Cedel yoluyla delilleri sayıp münazara etmek, sadece bir yerde yararlıdır. Şöyle ki: Meselâ halk tabakasından birisi, başkasından dinlediği bir cedel ile herhangi bir bid'ata saplanmış ve inanmıştır. İşte böyle bir kimseye karşı hakka dönsün diye kendisini bid'ata inandıran Cedel'in benzeriyle mukabele edilir. Bu da, mücadele ilmiyle ürısiyeti olan ve artık halk tabakasına yapılan va'z u nasihat ve korkutmalardan ibret almayacak dereceye gelmiş bir kimse hakkında icra edilir. Zira böyle bir kimseyi ancak cedel macunları şifaya kavuşturabilir. Bu bakımdan, bu gibilerle münazaraya girmek caizdir. Ancak böyleleriyle yapılacak münazara sınırlı olmalıdır.
Bid'atların az bulunduğu ve çeşitli mezheplere sahne olmayan memleketlerde ise sadece İslâmî inançların kendileri söylenebilir, onları ispatlayıcı deliller serdedilemez. Bunun için şüphenin vukuu beklenir. Eğer şüphe vâki olursa bunu izâle edecek kadar delil getirilmesine tevessül edilir. Eğer bid'at, memlekette yayılmışsa ve müslüman yavrularının kandırılmasından korkuluyorsa, o vakit, Risale-i Kudsiye adlı kitabımızda hududları gösterilen Kelâm miktarının öğretilmesinde beis yoktur. Böyle bir durumda, müslüman yavrulara o kadarcık Kelâm ilmi öğretilmelidir ki, bid'atçılarla mücadele ânında o mücadelelerden gelen menfî tesirleri defedebilsinler. İşte bu, Kelâm'ın muhtasar miktarıdır. Biz, mezkûr risalemizi, kısa olduğu için, bu kitabımıza dercetmiş bulunuyoruz. Bu risaleyi okuyan talebede; zekâ ve uyanıklık varsa ve zekâsıyla kendisine tevcih edilen sualin yerini biliyorsa veya nefsine herhangi bir şüphe gelmişse, o zaman mahzurlu olan illet başgöstermiştir ve hastalık belirli bir hale gelmiştir. Bu bakımdan el-İktisad fil-îtikâd adlı ve elli sayfadan ibaret bulunan kitabımızdaki Kelâm miktarını öğrenmeye teşebbüs etmesinde herhangi bir mahzur yoktur.
Bu kitabımızda, akaid kaideleri üzerinde düşünmenin hududları aşılmamış, kelâmcıların diğer bahislerine yer verilmemiştir. Eğer kitabımız talebeyi ikna ederse ne âlâ. . . İkna etmezse, o zaman hastalık müzmin bir hale gelmiş ve şiddeti yükselmiştir.
Bu hastalık bulaşıcıdır. Bu bakımdan kendisini tedavi eden doktor (hocası) , imkân nisbetinde, yumuşak bir şekilde hastalığın giderilmesine çalışmalıdır ve bununla beraber hakkındaki ilâhî kaza ve kaderi de beklemelidir ki ya Allahü teâlâ'nın uyarmasıyla hakkı bulsun ya da şek ve şüpheye devam ederek kendisi için takdir edilen sona doğru sürüklenip gitsin.
el-İktisad fi'l-İtikad adlı eserimizde ve ona benzer kitaplarda Kelâm'ın, yarar verecek bir miktarda olması umulmaktadır. Bu kitabın ihtiva ettiği miktardan fazla olan Kelâm ise iki kısma ayrılır:
A) Akaid kaidelerinin gayrinden bahseden kısımdır. itimâd ve idraklardan bahsetmek gibi. Görgü bahsine dalmak, onun men veya amyî diye adlandırılan bir zıddı var mıdır, yok mudur; eğer zıddı varsa birdir, o da görünmeyenlerin tamamından menolmaktır veya görünmesi mümkün olan herşey için âdetleri miktarınca bir men'in sâbit olması ve daha bunlardan başka nice hurafeler, dalâlete götürücü tâbirler ve terimler. . . 17
B) Dinî inançlara ait kaidelerin isbâtında kullanılan delilleri mecrasından çıkarıp daha fazla ve teferruatlı bir şekilde takrir ve mevzuun dışında birtakım sualler ve cevaplarla irâd etmektir. Bu, dinleyenleri daha fazla dalâlete sürükleyen, dinî akidelerle ikna olmayan bir kimseyi daha fazla cehalete sevketmek için sarfedilen bir gayrettir. Çünkü birçok konuşmalar vardır ki, uzatıldıkları takdirde daha fazla karışıklığa sebep olmaktadır.
Eğer birisi çıkar da; 'İdrâk ve itimadlara ait hükümlerden bahsetmekte, okuyucu ve dinleyicilerin zihinlerini geliştirmek gibi bir yarar bahis konusudur; zira kılıcın cihad âleti oluşu gibi, hatırlatmak ve düşünceye sevketmek de dinin âletidir. Bu bakımdan zihinleri böyle bahislerle geliştirmekte bir beis yoktur' şeklinde iddiada bulunursa cevaben deriz ki, bu iddia, tıpkı 'Satranç oynamak, zihnin ve fikrin ufuklarını genişletir. O halde satranç dindendir' demek gibidir. Halbuki satranç, hevâ ve hevesten başka birşey değildir. İnsan zekâsı, sair şerî ilimlerle de gelişebilir. Hem böyle bir gelişmenin zekâya herhangi bir zarar getirmesi de tasavvur olunamaz!
Bu kadarcık bir açıklama ile Kelâm ilminin mezmûm ve memduh (övülen ve yerilen) kısımları bilinmiş oldu. Yine Kelâm ilminin hangi durumda kötüleneceği ve hangi durumda övüleceği; bu ilimden kimin yarar veya zarar göreceği keyfiyeti de bu açıklamalarla öğrenilmiş bulunmaktadır.
'Bid'atçıyı reddetmek hususunda Kelâm ilmine ihtiyaç olduğunu söylemiştin. Zamanımızda da bid'atlar yayılmış ve umumî bir belâ hâlini almış olduğundan dolayı Kelâm ilmine ihtiyaç olduğu bir gerçektir; o halde bu ilmin bilinmesini farz-ı kifaye saymak icap eder. Tıpkı mal ve can emniyetini koruyan idarecilik, hükümdarlık ve benzerlerini bilmek gibi. . .
Diğer taraftan âlimler Kelâm ilmini neşretmek, okumak ve araştırmakla iştigal etmedikçe bu ilim devam etmeyecek ve ortadan kalkacaktır. Halbuki bu ilim olmadan insanların, mücerred tabiatlarında bid'atçıların şüphelerini hall ü fasletmek keyfiyeti mevcut değildir.
Bu bakımdan en uygun yol, Kelâm ilmini okutmanın ve araştırmanın da farz-ı kifayelerden sayılmasıdır. Ama ashâb-ı kiramın zamanı, bu hükmün dışındadır. Çünkü 'o devirde bu ilme şiddetli ihtiyaç yoktu' derseniz, bilin ki, Kelâm ilmi hususunda en hakikî hüküm şudur:
Her memlekette bu ilmi bilen, bid'atçıların şüphelerini defetmeye tek başına muktedir olan birisinin bulunması zarurî ve şarttır. Bu durumda ancak Kelâm ilmini tâlim etmekle mümkündür. Fakat Fıkıh ve Tefsir ilimleri gibi, bütün müslümanlara Kelâm öğretilmesi doğru değildir. Zira Kelâm ilmi deva, Fıkıh ise gıda gibidir. Gıdanın zararından korkulmaz. Amma daha önce de söylediğimiz gibi, zararın çeşitleri vardır.
Bu bakımdan bir âlim için en uygun hareket; bu ilmi ancak şu üç vasfa sahip olan bir kimseye öğretmektir:
1- Kelâm ilmini öğrenmek isteyen insan, kendisini ilmi çalışmalara adamış olmalıdır. Zira başka bir sanatla iştigal edenleri, bu meşguliyetleri, ilmin tamamını öğrenmekten ve beliren şüpheleri giderecek derecede yetişmekten men etmektedir.
2- Bu ilmi öğrenmek isteyende zekâ, sür'at-i intikal ve fesâhat bulunmalıdır. Çünkü zekâsı müsait olmayan bir kimse, öğrendiklerinden pek fazla yararlanamaz. Sür'at-ı intikale sahip olmayan kişi de, getirdiği deliller bakımından dinleyenlere faydalı olamaz. Bu bakımdan böyle bir insanın konuşmasında, menfaattan çok zarar vardır.
3- Kelâm ilmini öğrenenin tabiatında salâh, diyanet ve takva hasletleri bulunmalıdır. Şehvetleri kendisine galip gelmemelidir. Çünkü fâsık bir insan, en ufak bir şüphe ile dininden olur. Zira bu ufak şüphe, kendisiyle günah ve şehvetler arasındaki perdeleri yırtabilir. Böyle bir insan, şüphenin giderilmesine çalışmayıp onu teklifin (sorumlu olduğu şeylerin) ağırlığından kurtulmak için bir ganimet ve fırsat addeder. Elbette ki böyle bir insanın fesadı, ıslahından kat kat fazladır.
Bu ince taksimatları bildiğin zaman, sana gün gibi âşikâr olur ki, Kelâm ilminin medhedilen bu delilleri ancak Kur'ân'ın ince, kalpleri tesir altına alıcı, nefisleri ikna edici kelimeleri cinsindendir; yoksa birçok insanın anlayamadığı inceliklere ve taksimlere dalmak değildir. Farzedelim ki, insanlar taksimata ve anlaşılamayan inceliklere vâkıftırlar. Böyle de olsa onların birer balon, sahibinin elinde zihinleri karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramayan birer konuşma sanatı olduğuna inanırlar. Fakat bu incelikleri bilen bir insan, bu sanatta, kendisi gibi mahir birisiyle karşılaştığı zaman mukavemet gösterir ve çok inatçı bir şekilde mücadeleye devam eder.
Daha önce, İmâm-ı Şâfiî ve bütün selef âlimlerinin, işaret ettiğimiz zararlardan ötürü Kelâm ilmine dalmayı yasakladıklarını biliyorsunuz. Yine biliyorsunuz ki, İbn-i Abbâs'ın Haricîlerle olan, Hazret-i Ali'nin ve başka selef âlimlerinin kader hakkındaki münazaraları herkesçe bilinmektedir. Bunların hepsi ihtiyaç anında yapılmıştır.
Böyle bir münazara ise her an güzeldir ve övülmeye lâyıktır.
Evet, zaman değişir. Bazan Kelâm ve Cedel ilmine ihtiyaç çok, bazan da az olur. Bu sebeple Kelâm ilmiyle ilgili hükmün değişmesi her an için mümkündür.
Halk tabakasının inanmakla mükellef bulunduğu, yolunda mücadele ettiği ve şüphelerden koruduğu hüküm işte bu zikredilendir. Şüphelerin izalesine, hakikatlerin keşfine, eşyanın olduğu gibi bilinmesine, bu kaidenin lâfızlarının zahirden anlaşılan sırlarının idrâkına gelince, onun anahtarı ancak ve ancak mücâhededir. Şehvetlerin yok edilmesi, tamamen Allah'a yönelik bir fikre dalınması, Allah'ın mahzâ rahmetidir. Bu rahmetin güzel kokularına talip olanlar, ondan ancak nasipleri kadar feyz alır. İsteyenler, o rahmeti kabul edecek yerin genişliği ve kalbin temizliği nisbetinde nasibdar olur. Bu rahmet derinliği idrâk edilemeyen ve sahiline varılamayan bir denizdir . . .
Mesele
'Senin bu konuşman, bu ilimlerin zâhir ve bâtınlarının olduğuna işarettir. Bir kısmı gözle görülür derecede açıktır. Bir kısmı da gizlidir, ancak mücâhede, riyâzât ve fütursuz araştırma, saf fikir, matlubda başka dünyanın bütün meşgalelerinden hâli bulunan sır ile açılıp vuzuha kavuşur. Bu iddia ilk bakışta, şeriata muhalif gibi görünür. Zira şeriatın zahiri ve bâtını gizlisi ve açığı yoktur. Bilakis şeriatta zâhir, bâtın, gizli ve açık hepsi birdir' diyecek olursan, bilmiş ol ki, bu ilimlerin, gizli ve açık diye ikiye taksim edilmesi, hiçbir basîret sahibi tarafından inkâr edilemeyen bir hakikattir. Bu hakikati ancak, çocukluk devresinde birşeyler öğrenmiş ve bilâhare malûmatı donmuş; zirveye, âlim ve velilerin makamına erişmemiş acizler inkâr eder. Bu keyfiyet şer'î delillerden açıkça anlaşılmaktadır.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Şüphesiz ki, Kur'ân'ın hem zahiri ve hem de bâtını vardır. Kur'ân'ın haddi ve matla'ı vardır. 18
Hazret-i Ali (göğsüne işaret ederek) şöyle buyurmuştur: 'muhakkak burada çok ilim vardır. Keşke bu ilimleri taşıyıcı kimseleri bulsaydım
Hazret-i Peygamber başka hadislerinde de şöyle buyurmaktadır:
Biz peygamberler, Allah tarafından halk ile akıllarının alabileceği bir şekilde konuşmakla emrolunduk. 19
Bir kimse, bir kavme, anlayamayacakları bir konuşma yaparsa, onun bu konuşması, onlar için fitne vesilesi olur. 20
Allahü teâlâ da şöyle buyuruyor:
Biz bu misalleri, insanlar için açıklıyoruz. Bunları (bu misallerin güzelliklerini ve faydalarını) ancak âlimler anlar. (Ankebût/43)
Hazret-i Peygamber diğer bir hadîsinde de şöyle buyurmuştur:
Şüphesiz, ilmin bir kısmı vardır ki, hazinelere benzer. O'nu ancak Allah'ı bilen âlimler çözer. Çözüldükten sonra da onlara ancak Allah'tan gâfil bulunan kimseler hücum ederler. 21
Bu hadîs-i şerîfî Kitab'ul-îlim'de de zikretmiştik. Diğer bir hadîslerinde ise şöyle buyurmuştur:
Eğer benim bildiklerimi siz de bilseydiniz, mutlaka az güler ve çok ağlardınız. 22
Fakat Hazret-i Peygamber; kendisinin bildiği fakat bizce bilinmeyen bir sırrı Allah tarafından 'İnsanların anlayışı bu sırrın idrâkından âcizdir, onun için bunu ifşa etme emri veya buna benzer birşey bulunmasaydı neden ifşâ etmesindi? Hazret-i Peygamber bunu ashâb-ı kirama (veya umum halka) niçin söylemesindi? Şek ve şüphe yoktur ki, eğer Hazret-i Peygamber bildiklerini söyleseydi, dinleyenler kendisini tereddütsüz tasdik edeceklerdi.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) 'O Allah'tır ki, yedi gök ve arzdan da onların mislini (yine yedi kat) yaratmıştır. Allah'ın emir ve kazası bütün bunların arasında inip duruyor. Bilesiniz ki, Allah herşeye kadirdir ve ilmiyle herşeyi kuşatmıştır' (Talâk/12) ayeti münasebetiyle 'Eğer bu ayetin gerçek yorumunu söylesem, mutlaka beni taş yağmuruna tutardınız' (Başka bir rivâyette ise ". . mutlaka bana 'kâfirsin' derdiniz") buyurmuştur.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle buyuruyor: 'Hazret-i Peygamber'den iki yük dolusu ilim öğrendim. Birisini neşrettim ve söyledim; diğerini ifşa etseydim mutlaka kafam kesilirdi'.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ebû Bekir size üstün olmasını çok oruç veya çok namazla değil, göğsünde yerleşen bir sır ve hikmet sayesinde sağlamıştır. 23
Allahü teâlâ Hazret-i Ebû Bekir'den razı olsun! Hiç kuşkusuz üstünlüğüne vesile olan göğsündeki sır, dinî kaidelerle ilgili ve onların dışına çıkmayan bir hakikattir. Halbuki dinî kaidelerden olan birşey, zahirî cephesiyle Hazret-i Ebû Bekir'den başka müslümanlarda da görünmektedir.
Sehl et-Tüsterî şöyle der: Âlimin ilmi üç kısımdır:
1- Zâhir ilmi; bu ilmi, zâhir ehline verir.
2- Bâtın ilmi; bunu da ancak bâtından anlayanlara izhar eder. 3- Kendisi ile Allah arasında bulunan ilim ki bu ilmi hiçbir kimseye izhar etmeye me'zun değildir'.
Ariflerin bazıları 'Rubûbiyetle ilgili sırrı ifşa etmek, küfrün tâ kendisidir' buyurmuştur.
Bazıları da şöyle dedi: 'Rubûbiyetle ilgili bir sır vardır. Eğer izhar edilirse, nübüvvet iptal edilir. Nübüvvetin de bir sırrı vardır. Eğer o sır keşfedilirse, ilim iptal edilir. Allah'ı bilen âlimlerin de bir sırrı vardır. Eğer o âlimler bunu izhar ederlerse ahkâm-ı diniyye iptal olunur'.
Eğer bu sözü söyleyen zat, peygamberliğin, zayıf kimselere verilmeyeceği için iptal olunacağını kastetmemişse bu söz yanlış ve hilâf-ı hakikattir. Sahih ve doğru hüküm şöyledir: O gizli ve rubûbiyetle ilgili sır ile nübüvvet arasında hiçbir şekilde tenakuz mevcut değildir ki, izharı ile nübüvvet iptal edilsin. Kâmil insan, kalbindeki nurun marifet ve takva nuruyla çelişmediği ve sönmediği bir kimsedir. Takvanın zirvesi ise nübüvvettir.
Mesele
"Zikrettiğin bu rivâyetlerin ve hadîslerin birtakım te'villeri vardır. Bu bakımdan zâhir ile bâtının ihtilafını beyan ediniz. Çünkü eğer bâtın, zahirle çelişiyorsa, o vakit bâtında şeriatın iptali sözkonusudur. Bu 'Hakîkat, şeriatın hilafıdır' diyen bir kimsenin iddiasıdır. Böyle bir iddia ise küfrün tâ kendisidir. Çünkü şeriatın zahirden, hakikatin ise bâtından ibaret olduğu iddia ediliyor. Eğer zâhir ile bâtın arasında tenakuz ve ihtilâf yoksa o vakit bâtın, zahirin tâ kendisi demektir. Bu bakımdan ilmin, zâhir ve bâtın olarak taksim edilmesi keyfiyeti de ortadan kalkmış olur. Bu keyfiyet ortadan kalkınca da şeriatın ifşa edilmeyecek herhangi bir sırrı kalmaz. O vakit hafî ile celî (zâhir ile bâtın) aynı şey olur" dersen, bilmiş ol ki, bu sual büyük bir felâketi tahrik etmekte, dolayısıyla insanı, Mükâşefe ilimlerini inkâr etmeye sürüklemektedir. Bu da Muamele ilminin maksûdunun dışına çıkmaktır. Halbuki kitabımızın hedefi muamele ilminin dışına çıkmamaktadır. Çünkü daha önce zikrettiğimiz inanç ve akideler, kalbin vazifelerindendir. Biz bu inançları, kalben tasdik ve kabulle mükellefiz; hakikatlere varacak derecede incelemekle mükellef değiliz. Böyle bir mükellefiyet halkın umumuna yüklenmemiştir. Eğer zikredilen inançlar, amel kısmına dahil olmasaydı, onları bu kitaba dersetmezdik. Eğer onlar, kalbin zahiriyle ilgili amellerden olmayıp sadece bâtını ile alâkadar olsalardı, biz onları kitabımızın birinci kısmında irâd etmezdik. Hakîkî keşfe gelince: O, kalp sırrının sıfatı ve bâtınıdır. Fakat hayali, zâhir ile bâtının mütenakız olduklarına dair bu sualde olduğu gibi tahrik etmeye dalındığı zaman bu meseleyi hall u fasl edecek veciz bir kelâma ihtiyaç vardır.
'Hakîkat, şeriata muhaliftir veya bâtın zahire mün'akizdir' diyen bir kimse imandan çok küfre yakındır. Mukarreblerin özelliği bulunan sırlar ki bunları mukarreblerin dışında çoğu kimseler idrâk edemez ve işlemeye de yeltenmez.
Mukarrebler de onları, ehli olmayanlara ifşa etmekten men' edilmişlerdir beş kısma ayrılır:
Bir
Şey'in, haddi zâtında ince bir mevzu olup idrâkından birçok anlayışların âciz kalmasıdır. İşte böyle bir 'şey'in idrâk edilmesi ancak havassın özelliğidir ve onlara düşen vazife de bu inceliği ehli olmayan kimselere ifşa etmemektir. Aksi takdirde onu idrâk etmekten âciz oldukları için fitneye sürüklenirler.
Ruhun sırrını gizlemek ve Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) ruhun hakikatini beyandan çekinmesi bu kısma dâhildir. Çünkü ruhun hakîkati, idrâkin ötesindedir. Ehl-i idrâk'ın anlayışları hâriç, hiçbir idrâk onun hakikatini tasavvur edemez. . .
'Sakın ruhun sırrı Hazret-i Peygambere mâlûm olmamıştır' zanna kapılma. Çünkü ruhu bilmeyen nefsini bilmez. Nefsini bilmeyen de rabbini nasıl bilebilir? Ruhun sırrının bir kısım velî ve âlimlere de mâlûm olması keyfiyeti uzak bir ihtimal değildir.
Bu velî ve âlimler, her ne kadar peygamber değilseler de, şeriat nerede sükût etmiş ve neyi beyan etmemişse onu aynen takip ederler.
Allah'ın sıfatlarında o kadar gizli hikmetler vardır ki, cumhûr-u nâs'ın insanların çoğunun, zihinleri onları idrâktan âcizdir. Hazret-i Peygamber bu hikmetlerin ancak halk tabakasının zihnine yerleşebilecek zâhir kısımlarını zikretmiştir: İlim, kudret ve benzerleri gibi. . .
Bunlar da halkın ilim ve kudretiyle bir nevi münasebetleri ve aşmalıkları olduğu için zikredilmiştir. Çünkü halkın, ilim ve kudret denilen birtakım sıfatları vardır. İşte bu ilâhî sıfatları, hiç olmazsa bir nev'i mukayese ile vehmederler.
Eğer Allahü teâlâ, halkta bulunmayan ve onların sıfatlarıyla herhangi bir münasebeti olmayan vasıfları zikretmiş olsaydı şüphesiz ki halk, bunları idrâktan tamamen aciz ve uzak kalacaktı. Çünkü cima'ı bilmeyen bir çocuk veya cima'dan âciz olan (anin) kişi, bu lezzetten bahsedildiği zaman, ancak diğer met'urnatın (yiyecekler) lezzetine nisbet ederek birşeyler anlayabilir. Böyle bir anlayış elbette ki tahkikî ve kâfi bir anlayış değildir.
Allah'ın ilim ve kudretiyle mahlûkâtın ilim ve kudreti arasındaki mesafe ve fark, cima lezzetiyle yemek lezzeti arasındaki farktan çok fazladır.
Kısacası insan, ancak nefsini ve hâl-i hazırda nefsinde bulunan sıfatlarını idrâk edebilir veya daha evvelce nefsinde peyda olmuş sıfatları bilebilir. Sonra bunlara kıyas ederek başkasına ait bulunan bu tip sıfatları da anlar. Bilâhare bu sıfatlar arasında, şeref ve kemal yönünden ayrılık ve farklılık olduğunu da tasdik eder.
Bu bakımdan, beşer için Allah'a, ancak kendi nefsinde sabit olan fiil, ilim, kudret ve benzeri sıfatları isbat etmek imkânı vardır. Bunları isbat etmekle beraber, Allah'ın bu tip sıfatlarının daha kâmil ve daha şerefli olduğunu da tesbit eder. O vakit daha ziyade, Allahü teâlâya mahsus olan celâl sıfatlarına değil, nefsinde nüvesi sabit olan sıfatlara yönelir.
Bunun için Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Sana, senin kendi zât-ı ulûhiyyetine yapmış olduğun gibi senâ edemem. 24
Bunun mânâsı; 'Ben idrâk ettiğimi izahtan âcizim' demek değildir. Aksine zât-ı ulûhiyyetin hakikatini idrâktan gelen aczi itiraf etmektir. Bu sırra binâen bazı âlimler 'Allah'tan başkası, O'nun hakikatini bilemez, (veya Allah'ı hakkıyla kendisinden başkası bilemez) demişlerdir.
Hazret-i Ebû Bekir es-Sıddîk şöyle buyurmuştur: 'Hamd o Allah'a mahsustur ki, marifetinden âciz olunduğu gibi, halk için marifetine götürücü bir yolda açmamıştır'.
Biz, şimdilik bu tarz konuşmaları bir tarafa bırakarak hedefimiz olan o beş kısmın birincisine dönelim ve zihinlerin idrâkından âciz kaldığı şeyden bahsedelim.
Birinci kısma ruhla birlikte Allah'ın birtakım sıfatları da dâhildir.
Hazret-i Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ'nın nur'dan yetmiş perdesi vardır. Eğer onları aralasa O'nun yüzünün (cemâlinin) parıltıları, ulaştığı herşeyi yakacaktır. 25
İki
Peygamberlerin ve sıddîkların ifşa etmekten menolundukları hususlar arasında bilinip anlatılması zor olmayan bir sır vardır. Fakat onun izah edilmesi peygamberlerin ve sıddîkların dışnda dinleyenlerin birçoğuna zarar verir. Ehl-i İlmin ifşa etmekten men' olundukları kaza ve kader sırrı da bu kısma dâhildir.
Bir kısım hakikatlerin zikredilmesinin bir kısım insanlara zarar verdiği inkâr edilemez bir gerçektir. Güneş ışığının yarasaların gözlerine, gül kokusunun da pislikleri seven böceklere zarar verdiği gibi. . . Böyle bir ihtimal nasıl uzak görülebilir? Şöyle ki, bizim 'Küfür, zina, günah ve kötülüklerin tamamı Allah'ın kaza, irade ve meşiyetiyledir' sözümüz haddi zâtında hak bir sözdür. Fakat bunu söylemek bir kavme zarar vermektedir. Çünkü bu sözü dinleyen o kavim 'Sefahata götüren, hikmetin zıddını yaptırtan, zulüm ve kabîha rıza gösteren Allah'tır' kanaatına varıyor. İbn
Râvendî26 ve Allah'ın rahmetinden mahrum olan bir taife bu sözden ötürü ilhada sapmışlardır.
İşte kaza ve kader sırrı da eğer ifşa edilirse birçok kimsede birtakım vehimlerin doğmasına yol açacaktır. Çünkü halkın zihinleri, kader sırrının ifşasından doğan vehimleri silıîıeye derman olacak ilaçları idrâka müsait değildir.
Şu söz doğru ise zikrettiğimiz ikinci kısma misâl olabilir: Kıyâmetin zamanı zikredilse, yani kıyâmet bin sene veya daha fazla veya daha az bir zaman sonra vâki olacaktır denilse anlaşılacaktır. Fakat kıyâmetin vakti, kulların maslahatı sebebiyle ve onları zarardan korumak dolayısıyla zikredilmemiştir.
Bu bakımdan kıyâmetin vakti tâyin edilseydi, o müddetin uzak olduğunu ümit ederek günaha sapma ihtimali olabilirdi. Çünkü nefisler ceza zamanını uzak görürlerse günah işlemekten çekinmezler. Allah'ın ilminde yakın olması muhtemel olan kıyâmetin yakınlığı zikredildiği zaman da korku büyür; halkın 'Nasılsa yakında kıyâmet kopacaktır' deyip çalışmaktan vazgeçmesine ve dünyanın harap olmasına vesile olur.
Üç
Şcy, eğer sarih bir şekilde zikredilirse hem anlaşılır, hem de hiçbir zarara vesile olamaz. Fakat buna rağmen dinleyicinin kalbinde daha iyi yerleşsin çiiye istiare, mecaz ve işaret yolu ile zikredilir. Çünkü dinleyicinin kalbinde yerleşince daha faydalı olur. Meselâ biri Talanı gördüm. İncileri domuzların boynuna takardı' dese, bu sözüyle de ilmi ve hikmeti, ehli olmayan kimselere ifşa etmeyi kasdetse, dinleyenin zihnine, herşeyden evvel, ibarenin zahiri mânâsı yerleşir. Müdekkik insan düşünür ve o insanda inci olmadığını ve bulunduğu yerde de domuz bulunmadığını öğrenince sırrın ve bâtının hakikatini derhal idrâk ederek meseleye vâkıf olur.
İnsanlar, bu mevzuda birçok gruba ayrılmaktadır. Kimisi seri' intikallidir, kimisinin ise idrâki kıttır.
İşte bu kısmı terennüm için şair şöyle demiştir:
İki kişi vardır: Birisi terzi, diğeri dokumacı. . .
A'zul adlı yıldızda yüzyüzedirler; (veya birinci semada karşı karşıyadırlar) .
Birisi daimi şekilde gidenin elbisesini dokuyor; Öbürü ise gelenin elbisesini dikiyor.
Şair, gelme ve gitmeye tesir eden semavî sebebi, terzilik ve dokumacılık sanatıyla meşgul olan iki kişi olarak tâbir etmiştir. Bu çeşit konuşma, mânâyı madde ile tâbir etmek kabilindendir. Hem de aynı mânâyı veya benzerini tazammun eden madde ile tâbir edilmektedir.
Hazret-i Peygamberin şu sözü de bu kabildendir; zira içine atılan balgam ile mescidin buruşmayacağı açık birşeydir:
Mescid, içine atılan balgamdan ötürü ateş üzerinde buruşan deri gibi buruşup dürülür. 27
Yani mescidin rûhen ve mânen büyüklüğü, tazime lâyıktır. Balgam, mescidi tahkir olduğu için onun mescidlik mânâsına zıt düşer. Tıpkı ateşin, derinin cüzlerinin birleşmesine zıt düştüğü gibi. . .
Hazret-i Peygamberin şu hadîsi de bu kabildendir:
Başını imamdan evvel (rükû ve secdeden) kaldıran bir kişi, başının Allah tarafından merkep başına dönüştürülmesinden korkmaz mı?28
Bu keyfiyet, suret bakımından hiçbir zaman tahakkuk etmemiştir ve etmeyecektirde. Fakat mânâ bakımından daima vardır. Çünkü namazda imama tâbi olmayı gözetmeyenin kafası, hakikati, oluşu ve şekli bakımından merkep kafası olamaz. Merkebin özelliği hamâkat (ahmaklık) ve belâhettir. Bu bakımdan imamdan evvel başını kaldıran bir kimsenin kafası, ahmaklık mânâsında, merkebin başına benzetilmiştir. Hazret-i Peygamberin gayesi de budur. Yoksa burada, mânânın kalıbı olan uzuv kastedilmemiştir. Hem imama uymak, hem de ondan evvel davranmak iki zıt hareket olduğu için ahmaklığın en üst perdesidir.
Bu gibi sözlerin zahir manalarında olmadıkları ya akli, veya şer'i delillerle bilinir.
Aklî delil, mânânın zahire hamledilmesinin mümkün olmadığıdır. Tıpkı Hazret-i Peygamberin şu mübârek sözünde olduğu gibi:
Mü'minin kalbi, Rahman olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır. 29
Müslümanların kalbini açıp baktığımızda orada herhangi bir parmağa rastlamayız. Öyleyse parmağın zikri, burada sır ve gizli ruhu bulunan kudret-i ilâhiyye'den kinayedir. Kudret yerine parmak tâbirinin kullanılması, Allahü teâlâ'nın kudretinin tam olarak anlaşılması hususunda dinleyenin kalbinde daha fazla bir iz bırakır.
Şu ayet-i celîle kudret yerine, parmağın kullanılması kabilindendir:
Biz birşeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona sözümüz sadece 'Ol!' dememizdir; o da hemen oluverir. (Nahl/40)
Bu ayetin zahiri mânâsı gayr-ı mümkündür. Çünkü 'ol!' kelimesi eğer var olmayan birşeye hitap ise muhaldir, Zira mevcut olmayan birşeye nasıl hitap edilebilir? Olmayan birşey yok olduğu için ne hitabı anlar ve ne de emri yerine getirebilir.
Eğer o şeyin var olmasından sonraysa, o zaman da var olan birşeye 'Var ol!' denilmesi lüzumsuz olur. Fakat kudretinin sonsuzluğunu anlatmak cihetinde nefislerde daha fazla tesir yaptığı için Allahü teâlâ açık tâbiri bırakıp bu kinaye tâbiri kullanmıştır.
Şeriatla bilinen delile gelince, o delil de şudur: Söylenilen hükmün zahire ircâ ve hamledilmesi mümkündür. Fakat rivâyet edildiğine göre Allahü teâlâ burada zahirin hilafını irade buyurmuştur. Nitekim şu ayetin tefsirinde de bu hüküm varit olmuştur:
Allah gökten bir yağmur indirdi ve vadiler kendi miktarınca sel olup aktı. Sel de üzerine çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs eşyası veya âlet yapmak için ateşte erittikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük (posa) vardır. İşte Allah hak ile bâtılı böyle misâllendirir. Köpüğe gelince, o atılır gider. İnsanlara faydası olan ise yerde kalır. (Hak buna benzer) . Allah işte böyle misaller verir. (Ra'd/17)
Âyet-i celîledeki 'su' mânâsına gelen ma tâbiri Kur'ân'dan kinayedir. Vadilerden maksat da kalplerdir. Kalplerin bir kısmı çok, bir kısmı ise az şey yüklenmiştir. Bir kısmı da hiçbir şey yüklenmemiştir. Köpük ise küfür ve nifak misalidir. Zira köpük her ne kadar su yüzünde görünürse de, hakikatte bir balondan başka birşey olmadığı için sönüp gider. İnsanlara yararlı olan hidayete gelince, o istikrar bulur ve yerleşir.
Bir cemaat bu kısımda, oldukça derine dalmış; âhirette varit mizan, sırat ve benzerlerini te'vil etmişlerdir. Bu te'vil bid'attır. Çünkü böyle bir tevil rivâyet yoluyla nakledilmiş değildir. Kaldı ki bu ayet-i celîleyi zahirî mânâya hamletmekte hiçbir mahzur yoktur. Bu bakımdan zahirinde bırakılması ve te'vil edilmemesi vacibdir.
Dört
İnsanoğlu önce mücmel (kısa ve öz bir şekilde) idrâk eder, daha sonra tedkik ve zevkiyle tafsile girişir. Böylece o şey, insanın ayrılmaz parçası haline gelir. İnsanoğlunun bu iki ilim ve anlayışı farklıdır. Birincisi kabuk ve posa gibi, ikincisi ise öz gibidir. Birincisi zâhir, ikincisi bâtın gibidir. Bunu bir misalle açıklayalım: Karanlıkta veya uzakta insanın gözüne bir karartı ilişir ve az bir malumat sahibi olur. Fakat o şahsı yakından veya karanlığın kalkmasından sonra gördüğü zaman iki görüşün arasındaki farkı idrâk eder. İkinci görüşü, birinci görüşüne zıt değil, aksine onun kemâle ermiş şeklidir. İlim, îman ve tasdik de böyledir. İnsanoğlu, karşılaşmadan da ölüm, hastalık ve aşkın varlığını tasdik eder. Fakat bu hakikatlere, karşılaştığı zaman, karşılaşmadan önceki inancından daha kâmil bir inançla inanır. İnsanoğlunun, şehvet, aşk ve diğer haller hususunda üç ayrı durum ve görüşü vardır.
1- Olmadan önce varlığına inanmak
2- Olduğu anda varlığına inanmak
3- Olup geçtikten sonra varlığına inanmak
Geçmişte karşılaştığın açlık hakkındaki bilgin, açlık çekmezden önceki bilgine muhaliftir.
İşte bunun gibi, din ilimlerinde de insanoğluna zevk veren bir kısım vardır. Bu kısım gittikçe tekâmül eder. Daha evvelki halinde, tahkiksiz elde edilen bâtın gibi olur. O halde hastanın sıhhat anlayışıyla sağlamın sıhhat anlayışı arasında fark vardır. Bu dört kısımda da, halkın anlayışı farklılık arzeder. Halbuki bütün bu kısımlarla, zahire zıt düşecek bir bâtın da mevcut değildir. Bilakis bu kısımlardaki bâtın, zahiri tamamlar ve onu özün kabuğu tamamlaması gibi kemâle erdirir. Hepsi bu kadar vesselâm. . .
Beş
Kal diliyle hâl dilini belirtmektir. Anlayışı kıt olan bir kişi, zahirde kalır ve zahiri, hakikî bir konuşma olarak kabul eder. Hakîkatleri basiretle çözen kişi ise, zahirdeki sırra vâkıf olur ve onu çözer. Bu tıpkı "Duvarın kendisine çakılan kazığa 'Neden bana güçlük verip beni yaralıyorsun?" diye sorması; kazığın da 'Bunu bana değil beni dövüp rahat bırakmayana ve arkamdaki taşa sor' demesi" gibidir. . . Kişi burada hâl dili yerine kal dili kullanmaktadır.
Kur'a'nı Kerîm'in şu ayeti de bu kabildendir: Sonra (Allah) buhar hâlinde olan göğü yaratmaya yöneldi de ona ve arza İkiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin!' dedi. Onlar da 'Biz isteyerek geldik' dediler, (Fussilet/11)
Anlayışı kıt olan bir kimseye bu ayeti anlatabilmek için yer ile göğe hayat ve akıl takdir etmek; bunların Allah'ın hitabını anladıklarını ve o hitabın gök ile yerin duyabileceği ses ve harflerden mürekkep olduğunu ve onların da harfle, sesle cevap verdiklerini ve 'Biz isteyerek geldik' dediklerini söylemek gerekir. Basîret sahibi ise bilir ki, burada dil ile konuşmak irade edilmemiştir. Bu haber, göklerin ve yerlerin ister istemez Allah'ın emrine musahhar olduklarını ilân eder.
Nitekim 'Hiçbir şey yoktur ki Allah'ın hamdiyle O'nu tesbih etmesin. Fakat siz insan olarak onların teşbihini anlayamazsınız' (İsrâ/14) ayeti de bu kabildendir. Basiretsiz kimse, cansızlar için de hayat, akıl, sesli ve harfli konuşmayı takdir eder ki tesbih ettiklerinin tahakkuku için 'sübhanallah' diyebilsinler. Basîret sahibi ise, bilir ki buradaki tesbihle, dille yapılan tesbih değil, aksine O'nun varlığını halk diliyle ilân etmeleri, zâtının kudsiyyetini mânen haykırmaları ve varlıklarıyla O'nun birliğine şehâdet etmeleri kasdolunmuştur.
Nitekim 'Herşeyde O'nun varlığına ve birliğine delâlet eden bir alâmet vardır' denilmiştir.
Yine 'Bu muhkem sanat, ustasının güzel tedbirine ve kâmil ilmine şehâdet eder' denilmiştir. Bu ayet-i celîlenin mânâsı; gökler ve yer diliyle 'Biz şehâdet ederiz ki, sen varsın' demek değildir. Fakat bu varlıklar zat ve halleriyle mûcidlerinin varlığına şehâdet ederler, işte böylece, hiçbir şey yoktur ki, kendisini yoktan var eden, devam ettiren, sıfatlarında ve durumlarında evirip çeviren bir var ediciye muhtaç olmasın. Böylece var olan herşey, bir var ediciye muhtaç olmak hasebiyle, o kendisini var edenin kudsiyyetine şehâdet eder. Onun şehâdetini de, sadece eşyanın zahirine bakarak yapışıp kalanlar değil, ancak basîret sahipleri idrâk ederler. Bu sır ve hikmete binâen Allahü teâlâ Takat siz onların teşbihlerini idrâk edemezsiniz' (İsra/44) buyurmuştur.
Kasır ve âcizlere gelince, onlar hiçbir zaman eşyanın, var edicisi hakkındaki tesbih ve takdisini anlayamazlar. Mukarreb ve ilimde râsih olan (derinleşen) âlimlere gelince; Allahü teâlâ'nın künhünü ve mutlak kemâlini idrâktan onlar da âcizdirler. Zira herşeyde, Allah'ın takdis ve teşbihine delâlet eden çeşitli şahitlikler vardır ve her insan, bu şahitliklere ancak akıl ve basireti nisbetinde vâkıf olabilir. Bu şahitlikleri, teker teker saymak muamele ilmine uygun düşmez. Çünkü böyle bir inceleme ancak mükâşefe ilmine dâhildir. Mükâşefe ilmi gibi, muamele ilminde de zahirîlerle basîret sahiplerinin dereceleri ayrı ayrıdır. Bu beşinci kısımla, zâhir ile bâtının ayırımı yapılır.
Bu makamda, derece sahiplerinden bazıları haddi tecavüz ederek ifrata varmıştır, bazıları da mutedil hareket etmiştir. Zahiri kaldırmak hususunda bazıları o derece ifrata kaçmıştır ki, bütün zahirleri ve delilleri veya çoğunu bozup şu ayetlerde olduğu gibî te'vile girişmişlerdir.
Bugün onların ağızlarını mühürleriz de elleri ne yapıyor idiyseler bize söyler ve ayaklarıda şahitlik eder. (Yâsin/65)
O kâfirler, derilerine 'Niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz?' derler. Onlar da 'Bizi, herşeyi söyleten Allah söyletti. Sizi ilk defa o yarattı. (Öldükten sonra da) yine O'na götürülürsünüz' (karşılığını verirler) . (Fussilet/21) .
Bu ayetleri, Nekir ve Münker'den varit olan konuşmaları, mizanı, sıratı, hesabı, cennet ve cehennem ehlinin münazaralarını tamamen te'vil etmişlerdir. Bazıları da te'vil kapısını tamamen kapatmak suretiyle ifrata kaçmışlardır. Ahmed b. Hanbel (radıyallahü anh) bunlardandır. Hatta İmâm-ı Ahmed "Allahü teâlâ birşeyin olmasını dilediği zaman, ona sadece "Ol" iler, o da oluverir" (Yâsin/82) ayetinin son cümlesi olan 'Kün feyekûn' ibaresinin te'vilini bile menetmiş ve şöyle demiştir: 'Bu lafız Allah'ın harf ve ses ile olan hitâb-ı ilâhîsidir. Bu hitap Allahü teâlâ’dan her lahzada olanların adedince sudûr eder'.
Hatta İmâm-ı Ahmed'in bazı arkadaşlarından dinledim, şöyle diyorlardı: Te'vil kapısı, şu üç hadîsin lafızlarını te'vil etmek hariç kapanmıştır:
Hacer-ül-Esved (siyah taş) , Allah'ın yeryüzünde sağ elidir. 30
Mü'minin kalbi Rahman olan Allah'ın parmaklarından ikisinin arasındadır. 31
Ben Rahman'ın nefesini Yemen tarafından hissediyorum. 32
Zahirîler de, te'vil kapısının kapanmasına taraftardır. İmâm-ı Ahmed'in yüce makamı ve yüksek ilminin bize telkin ettiği hüsn-ü zan, onun hakkında şunu bilmektir: Kendileri ayet-i celîledeki istivâ'nın kürsü üzerinde oturup istikrar etmek gibi olmadığını, Allah'ın gecenin sonunda, birinci semaya inişinin, bayağı bir insanın bir yerden başka bir yere intikal etmesi gibi olmadığını elbette biliyordu. Fakat te'vil kapısını kötülüklerin yüzüne kapatmak için, te'vili men'etmiştir ve bu men'edişinde müslüman halkın salâhını gözetmiştir. Çünkü te'vil kapısı açıldı mı, yırtık büyür, yarak imkânı kalmaz. İşler kontroldan çıkar ve normal hududu tecavüz eder. Hududu tecavüz eden birşeyin zapt u rapt altına alınması ise imkânsızdır. Bu bakımdan, te'vil kapısını böyle iyi bir niyetle kapatmakta herhangi bir beis yoktur. İmâm-ı Ahmed hazretlerini, selef-i sâlihînin gidişatı da destekler.
Zira selef aynen şöyle söylüyordu: 'Allah'ın Kitabı'nda ve Hazret-i Peygamberin sünnet-i seniyyesinde geçen lâfızları olduğu gibi geçiştirin'.
İmâm-ı Mâlik'e istivâ'nın mânâsı sorulduğu zaman şöyle buyurdular: İstivâ malûmdur; keyfiyeti ise meçhuldür. İstivâ'ya inanmak vacip, keyfiyetini sormaksa bid'attır'.
Bâzı âlimler de, mûtedil hareket etmeye taraftar olmuşlardır.
Allah'ın sıfatlarıyla ilgili ve te'vile muhtaç ayet ve hadîsleri zahirî mânâsı üzerine olduğu gibi terkedip te'vilini men' etmişlerdi. Bunlar Eş'arî mektebine mensup âlimlerdir.
"Mutezile, te'vil bakımından, Eş'arîlerden daha ileri giderek Allah'ın sıfatlarından olan Basîr kelimesini te'vil etmişlerdir. Allah'ın Semî ve Basîr olmasını te'vil ettikleri gibi, mi'racı da te'vil ederek bedenen olmadığını iddia etmişlerdir. Kabir azabını, mizan, sırat ve âhiret ahkâmının bir kısmını da te'vil etmişlerdir. Bununla birlikte Mutezile insanların cesetleriyle haşrolunacaklarını; cenneti ve buradaki yiyecek, güzel koku, evlilik gibi nimetleri; ateşi ve onun derileri yakıp yağları eriteceğini te'vil etmeksizin olduğu gibi kabul etmişlerdir.
Felsefeciler, Mu'tezile'nin bu derece ve hududunu da geçerek, âhiret hakkında vârid olan herşeyi te'vil ve âhiretteki azap ve elemlerin tamamının aklî ve ruhî olduğunu iddia etmişlerdir. Orada lezzetin de aklî olduğunu ileri sürmüşlerdir. Cesetlerin haşrini inkâr, nefislerin hâdis değil, bâkî olduğunu iddia etmişlerdir. Görülecek cennet nimetlerinin ya da cehennem azaplarının görülür tarafı bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. İşte bunlar, te'vil hususunda aşırı gidenlerin tâ kendileridir. . .
Bu başıboşluk ile Hanbelîlerin katılığı arasındaki ifrat ve tefrite kaçmayan normal hareket gayet ince ve derindir. Buna, dinleyenler değil, ancak emirleri Allah'ın nuruyla idrâk edip onlara Allah tarafından muvaffak olanlar erişebilirler.
Allah'ın tevfîkine mazhar olan bu grup, söylenen sözlere ve vârid olan kelimelere emirlerin sır ve incelikleri kendilerine olduğu gibi keşfolunduğu zaman bakarlar. Bu söz ve kelimelerden, yakîn nuruyla buldukları hakikate mutabık olanları olduğu gibi kabul, muhalif düşenleri ise te'vil ederler. Bu emirleri sadece kulaktan dolma anlamaya çalışanlara gelince, onların istikrarlı bir adımları olmadığı gibi bu emirlere karşı muayyen bir yerleri ve mertebeleri de yoktur. Sadece dinlemekle iktifa eden bir kimseye İmâm-ı Ahmed b. Hanbel'in makamı en güzel ve uygun bir makamdır.
Şu halde normal hududunun üzerindeki perdeleri kaldırmak, Mükâşefe ilmine dâhildir. Bu konuda söz uzadığı için, biz burada o ilme dalamayacağız. Çünkü bizim gayemiz bâtının zahire mutabık ve muvafık olduğunu ve aralarında herhangi bir muhalefetin bulunmadığını beyan etmektir.
Bu bakımdan şu zikrettiğimiz beş kısımda birçok şeylerin hakikati keşfolundu. Halk tabakasını, daha önce yazdığımız inancın izahında bırakmak istediğimiz, onların birinci derecede inançlarla mükellef olup, başka herhangi birşeyle mükellef olmadıklarını, ancak şayi olan bid'atların teşvişlerinden korkulursa ikinci dereceye terakki edebileceklerini ve orada derinliğe dalmadan, kısaca, pırıl pırıl parlayan delillerle takviye edilmiş bir inanca yükselmelerini kabul ettiğimiz zaman, bu kitapta o delilleri zikredelim; misafir olarak Kudüs şehrinde bulunduğumuz bir dönemde, oradaki ahaliye yazıp da er-Risalet'ül-Kudsiyye fi Kavâid'il-Akaid adlı eserimizde vârid olan miktar ile iktifa edelim. Bu eser, gelecek bölümde dercedilmiş bulunmaktadır.
13) Künyerci Yakub b. İbrahim'dir. İmâm-i A'zam'in ileri gelen talebelerindendir
14) Müslim, (İbn Müsud)
15) Müslim (Selmân-ı Fârisî'den)
16) Bkz. İlim bölümü; İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den) ; Tirmizî, (Enes'ten)
17) İtimâd şu demektir: Ağır bir cismin yere düşüşü, hareketten değil, dengeyi kaybetmesi sebebiyledir. Bir cevherin daha üstün bir cevhere dönüşmesine kevn (oluş) , daha âdi bir cevhere dönüşmesine de fesâd (bozulma) denir. Ehl-i Sünnet' göre insanoğlunun bütün idrâki Allah'ın fiilidir. İnsanın bir dahli yoktur. İnsanın fiili olmadığı gibi, kesbi de değildir.
18) İbn Hıbbân, Sahih, (İbn Mes'ûd'dan)
19) Bu hadîs daha önce geçmişti.
20) İlim bölümünde geçmişti.
21) İlim bölümünde geçmişti.
22) Buhârî ve Müslim, (Hazret-i Âişe ve Enes'ten)
23) İlim bölümünde geçmişti.
24) Müslim, (Hazret-i Aişe'den) . Âişevalidemiz Hazret-i Peygamberin bu hadîsi secde halinde söylediğini belirtmiştir.
25) Bu hadîs, müellif tarafından Mişkât'ül-Envar adlı eserinde de zikredilmiştir.
26) Meşhur bir mülhiddir. Mutezile inancı hakkında küfür ve ilhâd dolu bir kitabı vardır. İsfahan'ın Ravâııd köyünde doğmuştur ve aslında Gulât-ı Şia'dandır. (Zebîdî)
27) Irâkî, bu hadîsin merfû hadîsler içinde yeri olmadığını söylemiştir. Krş. İbn Ebi Şeybe, (Ebû Hüreyre'den) ; Abdürrezzak, (Ebû Hüreyre'den mevkuf olarak)
28) Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce
29) Müslim, (Abdullah b. Amr'dan)
30) Hâkim, (Abdullah b. Amr'dan; sahih olduğunu söyleyerek)
31) Müslim, (Abdullah b. Amr'dan)
32) İmâm-ı Ahmed, (Ebû Hüreyre'den)
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat kitlesini yakînin nûrlarıyla başkalarından temyiz eden (ayıran) ; hakîkat kervanını, dinin rükünlerine iletmekle tercih eden, onları bid'atçıların hidratlarından, ehl-i dalâletin dalâletinden koruyan, peygamberlerin efendisine uymaya muvaffak kılan, kendilerine (Ehl-i Sünnete) şerefli sahabîlerin yolunda gitmeyi, nasip edip selef-i sâlihînin izini takip etmeyi müyesser eden Allaha hamd ü senalar olsun!
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, saydığımız vasıflar sayesinde aklın isteklerinden teşekkül eden kopmaz bir ipe sarılmışlardır.
Selef-i sâlihînin gidişat ve inançlarından en açık yolu seçmişlerdir. Hazret-i Peygamberden bize nakledilen şeriat hükümleriyle, sağlam düşünen akılların neticelerini birlikte elde etmişlerdir. Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlüllah'ın rükünleri bilinip tam manâsıyla elde edilmedikçe mücerret sözden hiçbir fayda ve hiçbir mahsul alınamayacağını kesinlikle anlamışlar ve yine bilmişlerdir ki; Kelime-i Şehadet'in lafızları, kısa olmalarına rağmen şu dört hakikati tazammun ederler:
1- Mabudun zâtını
2- Sıfatlarını
3- Fiillerini
4- Hazret-i Peygamberin doğruluğunu
Îman binasının bu dört rükün üzerine kurulduğunu ve bunlardan herbirinin de on esası olduğunu idrâk etmişlerdir.
A. Birinci rükün, Allahü teâlâ'nın zât-ı ulûhiyyetinin bilinmesi hakkındadır. Bu da on ana esas üzerine bina edilmiştir:
1- Allah'ın varlığını,
2- Kadîm olduğunu,
3- Bekâsını,
4- Cevher olmadığını,
5- Cisim olmadığını,
6- A'raz olmadığını,
7- Cihetten münezzeh olduğunu,
8- Hiçbir makamda istikrarının bulunmadığını,
9- Herşeyi gördüğünü,
10- Bir olduğunu bilmek.
B, İkinci rükün, Allah'ın sıfatları hakkındadır. Bu da on ana esas üzerine kurulmuştur.
1- Allah'ın diri olduğunu,
2- Âlim olduğunu,.
3- Kadir olduğunu,
4- İrâde sahibi olduğunu,
5- İşitici olduğunu,
6- Görücü olduğunu,
7- Konuşucu olduğunu,
8- Herhangi bir hadiste hulûl etmekten münezzeh olduğunu,
9- Konuşmasının kadîm olduğunu,
10- İlim ve iradesinin kadîm olduğunu bilmektir.
C. Üçüncü rükün, Allah'ın fiilleri hakkındadır. Bu fiiller de on ana esas üzerine bina edilmiştir.
1- Kullara ait bütün fiillerin O'nun tarafından yaratılmış olduğuna,
2- Bu fiillerin, kulların kesbi olduğuna,
3- Yine bu fiillerin, Allah'ın muradı olduğuna,
4- Yaratmak ve icat etmekte Allah'ı zorlayan herhangi bir kuvvet ve kudretin olmadığına; aksine fazl u keremiyle yarattığına ve icat ettiğine,
5- Allah'ın güç yetmez birşeyi teklif edebileceğine (fakat ilâhî bir lütuf olarak böyle bir teklifte bulunmadığına) ,
6- Sağlam bir kişiyi, hasta gibi ıztırap ve elemlere garkedebileceğine,
7- Kullar için en kârlı ve en uygunun yapılması ve gözetilmesinin Allah'a vacip olmadığına,
8- Şeriat dışında hiçbir vacibin olmadığına, vaciplerin de ancak şeriatla sabit olduğuna,
9- Peygamber göndermenin caiz olduğuna (yani peygamber göndermenin Allah'a vacip olmadığına, onları fazl u kereminden dolayı gönderdiğine) ,
10- Hazret-i Muhammed Mustafa'nın peygamberliğinin sabit ve çeşitli mucizelerle teyid edilmiş olduğuna inanmaktır.
D. Dördüncü rükün, Hazret-i Muhammed'in Allah'tan getirdiği ve haber verdiği sem'î deliller hakkındadır. Bu rükün de on ana esas üzerine kurulmuştur:
1- Haşrın isbatı
2- Nekir ve Münker adlı meleklerin kabirdeki suâli
3- Kabir azabı
4- Mîzan
5- Sırat
6- Cennetin el'an mevcut olması
7- Cehennemin hâlen mevcudiyeti
8- İmamet ahkâmı
9- Sahâbe-i kiramın tertip üzere faziletleri
10- İmametin şartları
I. Esas: Vücûd
Işığı aranan nurların en evlâsı, Kur'ân'ın irşad buyurduğu nûr'dur. Binaenaleyh Allah'ın beyanından sonra herhangi bir beyanın kıymeti yoktur. Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Biz yeryüzünü beşik, dağları da birer kazık yapmadık mı? Sizleri de çift çift yarattık. Uykunuzu ise, bir dinlenme yaptık. Geceyi bir örtü, gündüzü ise geçim vakti kıldık. Üstünüze yedi sağlam gök bina ettik. İçlerine pırıl pırıl parıldayan bir kandil astık. Rüzgarların sıkıştırıp yoğunlaştırdığı bulutlardan, kendisiyle taneler, otlar, sarmaşdolaş bağlar bahçeler çıkaralım diye bol bol su indirdik. (Nebe/6-16)
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde, insana yarar şeyleri denizde götürüp getiren gemilerde, Allah'ın gökten yağmur indirerek ölümden sonra arzı diriltmesinde, o arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları her taraftan estirmesinde, yer ile gök arasında Allah'ın emrine tâbi bulutlarda akıl ve düşünce sâhibi olan bir topluluk için elbette ki Allah'ın kudret ve yüceliğine delâlet eden birçok alâmetler vardır. (Bakara/164)
Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmış? Ay'ı içlerinde bir nur kıldı, güneşi de bir kandil. . . Allah sizi (babanız Adem'i) arzdan yaratıp meydana çıkardı. (Nûh/15-17)
(Ey inkârcılar!) Sizi, biz yarattık! Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi gördünüz mü (rahimlere döktüğünüz meniyi?) Onu (insan biçiminde) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz miyiz yaratan? Aranızda ölümü ve biz dilediğimiz şeyi yerine getirmekten âciz de değiliz. Kılıklarınızı değiştirmeye ve sizi bilmeyeceğiniz bir surette yaratmaya da gücümüz yeter. Herhalde ilk yaratılışınızı bildiniz; o halde düşünsenize. Ya şimdi gördünüz mü o ektiğiniz tohumu? Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa biz miyiz bitiren? Dileseydik o ekini çerçöp haline getirirdik de şöyle gevelerdiniz: 'Doğrusu biz çok ziyandayız; büsbütün mahrumuz'. Şimdi içtiğiniz suyu bana haber verin! Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa biz miyiz indiren? Dileseydik onu acı bir su yapardık. O halde (bu nimetlere karşı) Allah'a şükretseniz ya! Şimdi çıkıp yakmakta olduğunuz ateşi bana haber verin; onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan? Biz bu ateşi (cehennem ateşine) bir ibret ve sahradaki yolculara bir menfaat kıldık. O halde rabbini yüce ismiyle tesbih et! (Vâkıa/57-74)
Azıcık aklı olan bir insan, bu ayetlerin mânâsını düşünür, Allah'ın yer ve gökteki acaip ve garip yaratıklarına, hayvanlar ve bitkilerin yaratılışına azıcık göz gezdirirse, akılları şaşırtan bu emir ve sarsılmaz tertibi tedbir eden bir sâniin ve bu şekilde kuvvetli yaratan bir failin bulunması gerektiği kendisine gizli kalmaz. Hatta herşey bu sâniin tesiri altında bulunduğunu ve O'nun isteğiyle hareket ettiğini haykıracaktır. İşte bu sırra binâen Allahü teâlâ şöyle buyurmuyor mu?
Peygamberleri (onlara) şöyle demişti: 'Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah'ın birliğinde şüphe edilir mi?' (İbrahim/10)
Zaten peygamberlerin (aleyhisselâm) , halkı Allah'ın birliğine dâvet etmek için gönderilmesinin hikmeti de budur. . .
Hazret-i Peygamberin "Halk 'lâ ilâhe illâllah' desin diye gönderildim" sözü de buna delâlet eder. Halk hiçbir zaman 'Bizim bir, o âlemin de bir mabudu vardır' demekle emrolunmadı. Çünkü Allah'ın bir oluşunun itirafı akim fıtratında yaratılmıştır ve doğumdan büyüyünceye kadar da devam etmektedir. İnsanların bu itirafına işaret etmek için, Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:
Andolsun ki onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan, mutlaka 'Allah' diyecekler. De ki: 'Allah'a hamdolsun!' Fakat onların çoğu (bu sualin kendilerini bağlayacağını) bilmezler. (Lokman/25)
(Ey Râsûlüm!) O halde sen yüzünü (eğriyi bırakıp doğruya giden) bir muvahhid (Allah'ı birleyici) olarak dine, (yani) Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtrata çevir. Allah'ın yarattığı bu dini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Rûm/30)
Binaenaleyh insanın yaratılışında ve Kur'ân'ın delillerinde Allah'ın birliğine ve varlığına dair o kadar yeterli delil vardır ki, başka bir delil armaya lüzum bırakmaz. Fakat biz düşünce ve tefekkür sahibi âlimlere uyarak, daha kuvvetli olsun diye birtakım aklî deliller getirelim!
Akılların bedâhet derecesinde bildiği hakikatlerden birisi şudur: Hâdis (yoktan var edilen) bir varlık, var oluşunda mutlaka kendisini var eden bir sebebe muhtaçtır. Kâinat hadistir (yoktan var edilmiştir) ve bu yüzden de var oluşunda bir sebebe, yani bir yar ediciye muhtaçtır.
'Hâdis bir varlık, var oluşunda mutlaka kendisini var eden bir sebebe muhtaçtır' sözümüze gelince, bu hüküm açıktır. Çünkü her hâdis (sonradan var olan) bir vakitte var olmaya muhtaçtır. O hadisin daha önce veya daha sonra var olması aklen caizdir. Binaenaleyh muayyen bir vakitte var oluşu, o vakitten evvel veya sonra olmayışı, mecburî olarak, bir tahsis edici ve müdebbirin mevcudiyetini itiraf ettirir.
'Kâinat hadistir' hükmümüze gelince, bunun delili de şudur: Alemin cisimleri hareket ve sükûn bulmaktan asla hâli değildir. Hareket ve sükûn ise hadistir. Binaenaleyh hâdis olmaktan hâli olmayan birşey de muhakkak hadistir. Bu delilde üç dava vardır:
a) Âlemin cisimleri hareket ve sükûn bulmaktan hâli değildir. Bu dava, bedîhî ve zarûrî bir şekilde idrâk edilmektedir. Doğruluğu, herhangi bir teemmül ve düşünceye muhtaç değildir. Çünkü cisimleri hareketsiz ve sükunsuz olarak düşünen bir kimse, cehaletin sırtına binmiş ve aklın yolundan sapmıştır.
b) 'Hareket ve sükûn hadistir davası.
Hareket ve sükûnun birbirini takip etmesi, ikisinin birden aynı anda vâki olmaması ve ancak biri sona erdikten sonra öbürünün başlaması, bu davanın doğruluğuna delâlet eder. Bu hakîkat, görünen ve görünmeyen bütün cisimler için geçerlidir.
Hiçbir sâkin cisim yoktur ki, akıl, onun hareket etmesinin caiz olduğuna hükmetmesin. . Ve yine hiçbir hareketli cisim yoktur ki akıl, onun sükûnet bulmasının mümkün olduğuna inanmasın. Binaenaleyh hareket ve sükûndan hangisi meydana gelirse sonradan vukûbulduğu için hadistir.
Vukua gelmeden önceki hal de yok olduğundan dolayı yine hadistir. Çünkü kadîm olsaydı yok olması muhal olurdu. Bunun delil ve burhanı, ilerde, Sâni-i Mutlak olan Allah'ın bekâ sıfatını isbata çalıştığımız bölümde gelecektir.
c) 'Hâdisden hâli olmayan da hadistir' davası.
Bu davayı doğrulayan delil şudur: Eğer hakîkat böyle olmasaydı, her hadisten evvel, başlangıcı bulunmayan nice hadisler olacaktı. Eğer hadislerin tamamı nihayete ermeseydi, hâlihazırda bulunan hadisin varlığına sıra gelmezdi. Sonu olmayanın bitmesi veya yok olması ise muhaldir. Hem yine, feleğin sonsuz dönüşleri olmuş olsaydı, bunların adetlerinin ya çift veya tek; ya da tek ile çiftte veya ne tek, ne de çift olur ki bu muhaldir; Çünkü böylesi, menfî ile müsbetin bir arada bulunması demektir. Oysa ki nefy ile isbattan birisinin var oluşu diğerinin yok olmasını iktiza eder. Birinin varlığı diğerinin yokluğuna bağlıdır. Çift olması da muhaldir; çünkü çiftler birin eklenmesiyle tek olur. Sonu olmayanın biri nasıl olabilir? Tek olması da muhaldir; zira tek, birin eklenmesiyle çift olur. Halbuki adedlerine son ve nihayet olmayan birşey nasıl olur da bir'e muhtaç olabilir? Ne çift, ne tek olması da muhaldir; çünkü sonuçlu bir iştir ve sonuçlu olduğundan dolayı da mutlaka ya çift veya tek olacaktır. Binaenaleyh bu izahtan anlaşıldı ki, kâinat, sonradan var edilmiş hâdiselerden hâli değildir. O halde kâinat hadistir. Kâinatın hâdis oluşu sabit olduğu zaman, bizzarure bilinir ki; bir muhdis'e, yani yaratıcıya muhtaçtır.
II. Esas: Kıdem
Allah'ın ezelden beri kadîm olduğunu, vücudunun başlangıcı olmadığını, aksine kendisinin, herşeyin başlangıcı olduğunu, her ölünün ve her dirinin evvelinde O'nun varlığını bilmektir.
Eğer Allah kadîm değil de hâdis olmuş olsaydı mutlaka ve muhakkak diğer hadisler gibi bir yaratıcıya, "hâşâ" O'nu yaratan da başka bir yaratıcıya muhtaç olacaktı. Böylece bu ihtiyaç zinciri sonsuza doğru gidecekti. Halbuki sonsuza doğru giden bir zincir olamaz; nihayet evveli olmayan kadîm, bir yaratıcıya dayanır. Zaten maksûd ve matlubumuz da bu son şıkkın mevcudiyetidir ki biz bu kadîm yaratıcıya âlemin sânii, başlatıcısı, yaratıcısı, muhdisi ve mübdii adını vermişiz. (Celle Celâlühü ve amme nevâlühû) .
III. Esas: Bekâ
Ezelî olan Allahü teâlâ'nın aynı zamanda ebedî olduğuna ve varlığının sonu olmadığına inanmaktır. Evvel, âhir, zâhir, bâtın O'dur. Çünkü kıdemi sabit olanın yokluğu muhaldir.
" Hâşâ" eğer yokluğu kabul edilirse, Allahü teâlâ ya kendi nefsiyle yok olurdu veya zıddı olan bir kudret tarafından yok edilebilirdi. Kendiliğinden devam ettiği düşünülen birşeyin yok oluşu caiz olsaydı, o zaman, kendiliğinden yokluğa düşünülen birşeyin de var olması caiz olurdu. Binaenaleyh, nasıl ki varlığın meydana gelişi bir sebebe muhtaç ise, aynı şekilde yokluğun vâki oluşu da bir sebebe muhtaçtır. Allah'ın, zât-ı ulûhiyyetin zıddı olan bir kudretle yok olması bâtıldır. Çünkü bu yok edici kudret kadîm ise, onunla beraber başka bir varlık düşünülemez. Halbuki daha evvel geçen birinci ve ikinci esaslarla Allah'ın varlığı ve kıdemi sabit olmuştur. Binaenaleyh zıddının ezelde beraberinde hâşâ olması nasıl düşünülebilir? Eğer yok edici kudret hâdis ise, o vakit bu keyfiyet muhaldir; çünkü hâdis, kadîme zıddır. Böyle bir durumda hâdis varlığın kadîm varlığı yok etmesinden ziyade kadîm varlığın hadisi yok etmesi daha evlâdır; yani kadîmin, zıddı olan hâdise mâni olması, hadisin, kadîmi kaldırmasından daha evlâdır. Çünkü kadîmin zıddı olan hâdis varlığın yok olması, hadisin, zıddı olan kadîmi ortadan kaldırmasından daha kolaydır. Zira kadîm, hadisten daha kuvvetlidir.
IV, Esas: Cevher Değildir
Allahü teâlâ'nın herhangi bir merkezde yerleşen cevher olmadığını, böyle bir münasebetten yüce ve cevher olmaktan münezzeh olduğunu bilmektir.
Her cevher, muhakkak bir merkezde yerleşmelidir. Binaenaleyh, cevher, merkezin hususiyetine sahiptir. Cevherin, işgal ettiği merkezde iki hususîyeti vardır: Cevher ya sâkin veya hareket hâlinde olacaktır. Binaenaleyh cevher, hareket ve sükûndan hâli değildir. Hareket ve sükûn ise hadistir. Hadisten hâli olmayan da hadistir. (O halde cevher de hadistir) . Eğer herhangi bir merkezde yerleşmiş kadîm bir cevher düşünülebilirse (çünkü muhali düşünmek mümkündür) , âlemdeki diğer cevherlerin kadîm olması da düşünülebilir.
Eğer biri çıkar da Allah'a 'Herhangi bir merkezde yerleşmeyen cevher' diye isim verirse, bu adamcağız her ne kadar mekândan münezzeh bir cevher kasdetmekte ise de, lâfız itibarıyla yanılmaktadır. Ancak mânâ itibarıyla böyle denebilir. 33
V. Esas: Cisim Değildir
Allahü teâlâ'nın cevherlerden mürekkep bir cisim olmadığını bilmektir. Çünkü cisim, cevherlerden mürekkep varlık demektir. Mademki, dördüncü asıldaki delillerde Allah'ın mekânda yerleşen cevher olması fikri iptal edilmiştir, şu halde cisim olması da bâtıldır; çünkü her cisim, mutlaka bir mekân ve cevhere muhtaçtır. Cevherin parçalanmaktan, bitişmekten, hareket, sükûn, hey'et ve miktardan hâli olması muhaldir. Bunlar sonradan meydana gelmiş olmanın alâmetleridir.
Eğer âlemin yapıcısı olan Allahü teâlâ'nın cisim olmasına inanmak caiz olsaydı, güneşe, aya veya cisimlerden herhangi birine ulûhiyet ve mâhudiyet izafesi de caiz olurdu. Eğer biri çıkar da, cevherlerden mürekkeb olan cismi irade etmeksizin Allah'a cisim adını vermeye cesaret ederse, bu hareketi, cismin mânâsını nefyetmek bakımından isabetli olmakla beraber isimlendirme bakımından yanlıştır.
VI. Esas: A'raz Değildir
Allahü teâlâ'nın cisimle kâim veya herhangi bir merkeze düşen bir a'raz olmadığını bilmektir. Çünkü araz cisme vâki olan varlıktır. İstisnasız, her cisim, mutlaka ve kesinlikle sonradan meydana gelmiştir; yani hadistir. O halde cismi meydana getiren zatın, cisimden evvel var olması gerekir. O halde, nasıl olur da ancak cisimle görünen ve beliren a'raz, cisimden evvel varlığı mecburi olan Allah olabilir? Çünkü Allah, münferid olarak ve beraberinde hiçbir şey olmaksızın ezelde mevcuttur. Evvelâ cisimleri, sonra da a'razları yaratmıştır.
İleri de geleceği gibi, Allah, yaratıcı, irade edici, mutlak şekilde kadir ve âlimdir. Bu sıfatların a'razlara verilmesi muhaldir. Aksine, böyle bir tavsif ancak zâtî ile müstakil, nefsiyle kâim bir varlık için düşünülebilir.
Bu asıllardan anlaşıldı ki, Allahü teâlâ, nefsiyle kâimdir. Ne cevher, ne cisim, ne de a'razdır. Kâinatın, cevher, a'raz ve cisimlerden meydana geldiği anlaşılmıştır. Yine anlaşıldı ki Allah, hiçbir şeye benzemediği gibi hiçbir şey de O'na benzemez. O, diridir; kayyûmdur, hem de benzeri ve misli olmayan bir kayyûmdur. Yaratılmışlar, nasıl olur da böyle bir kayyûma ve yaratıcıya benzeyebilir? Makdûr (kudretin altında bulunan) , nasıl olur da takdir edicisine; şekillenen, nasıl olur da şekil vericisine benzeyebilir?
Halbuki cisim ve azların tamamı istisnasız, O'nun yarattığı ve kudret eliyle şekil verdiği mahlûklardır. Bütün bu hakikatlere binâen deriz ki, 4Mahlûkâtın, Allah'ın benzeri ve misli olmaları, muhal içinde muhaldir'.
VII. Esas: Cihet ve Mekân'dan Münezzehtir
Allahü teâlâ'nın zât-ı ulûhiyyetinin yönlerle hududlu olmaktan münezzeh olduğunu bilmektir. Çünkü yön, ya üst, ya alt, sağ, sol, ön veya arkadır. Allah bu yönleri insanın yaratılışı sebebiyle halketmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, insanoğlu için iki yan yaratmıştır: Birisi arza dayanır ayak denilir. Diğeri ise, onun tam tersi istikametidir ki bu da baş ismini alır. Binaenaleyh, baş tarafına gelen boşluk üst, ayak tarafı da alt'dır. Hattâ tavanda yürüyen karıncanın altı, bize göre üst; üstü de alt olur. Allahü teâlâ insanoğlu için iki kol yaratmıştır. Birisi, çoğu zaman diğerinden daha kuvvetlidir.
En kuvvetliye sağ, onun karşısında bulunan kola da sol ismi verilmiştir. Sağ kol tarafına düşen yöne sağ, diğer yöne de sol denilmektedir. Allahü teâlâ, insanoğlu için iki cephe yaratmıştır. Bir cephesiyle görür ve yürür, bu ön'dür. Bu yön, insanoğlunun hareketiyle, kendisine doğru gidilen istikamettir. Onun ters istikametine düşen yöne de arka ismi verilmiştir. Binaenaleyh yönler insanın yaratılışıyla varolmuşlardır. Eğer insan bu şekilde değil de küre şeklinde halkedilseydi, bu yönlerin varlığı asla ve kafa mevzubahis olamazdı. O halde hâdis olan yönlerle Allahü teâlâ'nın ezelde hususiyeti olması tasavvur edilemez.
Eğer yönler mevcut değilse, nasıl olur da Allahü teâlâ, olmayan birşeyle ilgi kurar? Acaba hâşâ âlemi üstünde mi yarattı? Halbuki Allahü teâlâ üst yöne sahip olmaktan münezzehtir. Çünkü başı yoktur ki üstü olsun. Üst yön, başa göre tâyin edilen yöndür. Yoksa o kâinatı, altında mı yarattı? Ama Allahü teâlâ altı olmaktan da münezzehtir; çünkü O, ayaklara sahip olmaktan uzak ve yücedir. Alt ise, ayaklar cephesinde olan yönden ibarettir. Bütün bunlar Allah hakkında aklen muhaldir. Çünkü Allah'ın herhangi bir yöne bağlanması, tıpkı cevherler gibi herhangi bir merkezde istikrar bulması ya da a'razların cevherlere ihtisası gibi, O'nun da cevherlerle ihtisas ve ilgisinin bulunması demektir. Halbuki daha önce, Allah'ın cevher veya a'raz olmasının muhal olduğu belirtilmişti. Binaenaleyh Allah'ın herhangi bir cihet ve yön ile ihtisası muhaldir.
Eğer yön tâbiri, bu zikredilen iki mânâdan başka bir mânâya haml ve Allah'a da o mânâ ile atf ve izafe edilse, mânâ bakımından müsait olsa bile, isimde ve tâbirde yanlışlık vardır. Bir de Allahü teâlâ, eğer âlemin üstünde olmuş olsa, ona muhâzi olması gerekir. Cisme muhâzi olan şey de ya cisim kadar veya cisimden daha küçük veya büyük olmalıdır. Bütün bunlar, insanı ister istemez büyüklük ve küçüklüğü takdir edecek bir varlığa muhtaç eden tarifler ve te'villerdir. Halbuki kâinatın mutlak mânâda yaratıcısı ve biricik müdebbiri olan Allah, herhangi bir kudretin takdiri ile ölçülmekten yücedir.
Duâ ânında ellerin göğe doğru kaldırılmasına gelince, hâşâ bu, Allah orada olduğu için değildir. Aksine göklerin, tıpkı Kabe'nin namazın kıblesi olduğu gibi duanın kıblesi olmasındandır. Ayrıca ellerin yukarıya kaldırılmasında, çağrılan Allah'ın celâl ve azamet vasfına, cömertlik ve yükseklik sıfatından maksûd ve matlubun istenişine işaret vardır. Zira Allahü teâlâ, istilâ ve kahr ile her mevcudun üstündedir.
VIII. Esas: İstivâ
Allahü teâlâ'nın arş üzerine, istivâ kelimesinden irade buyurduğu mânâ ile istivâ etmiş olduğunu bilmektir. İstiva'dan, Allah'ın azamet ve kibriyâ vasfına muhalif düşmeyen, hudûs (sonradan meydana gelme) ve fenâ (yok olma) alâmetlerinden uzak bir mânâ kastedilir. 'Göklere istiva etti' lâfzından da bu mânâ irade olunmuştur.
Sonra (Allah) , buhar halinde olan göğü yaratmaya yöneldi de ona ve arza İkiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin!' dedi. (Fussilet/11)
Gökleri kasdetmesi, oraya çıkıp hâşâ oturması demek değildir. Aksine bu, kahır ve istilâ yoluyla yapılmıştır. Nitekim şâir de istivayı istilâ mânâsında kullanarak 'Mervan'ın oğlu Bişr, Irak memleketini kılıçsız ve kansız olarak istilâ etti' demiştir.
Hak ehli, istivâ ayetini istilâ ile te'vil etmeye mecbur olmuşlardır. Nitekim bâtıl ehli de şu ayeti te'vile mecburdur olmuşlardır.
Her nerede olursanız O, (ilmi ve kuşatıcılığıyla) sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görendir. (Hadîd/4)
Bu ayet, ittifakla ihâta (kuşatıcılık) ve ilim üzerine hamledilmiştir. Yani Allah, ilimiyle kuşatıcılığıyla sizinle beraberdir. (Nitekim meâl de bu yoruma uygun olarak verilmiştir) . 34
Hazret-i Peygamberin şu hadîsi de kudret ve kahır mânâsına hamledilmiştir:
Mü'minin kalbi, Rahmân olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır.
Yani Mü'minin kalbi, Allah'ın kudret ve kahrı arasındadır, dilediği şekilde evirir, çevirir ve tasarruf eder.
Hacer'ül-Esved (Kâbe-i Muazzama'nın temelinde bulunan ve hacılar tarafından ziyaret edilen siyah taş) , Allah'ın yeryüzünde sağ elidir.
Hazret-i Peygamberin bu hadîsi de teşrif ve kerem üzerine hamledilmiştir. Yani 'sağ el' mübarek olduğu için, Allahü teâlâ bu mübarek taşa da şeref vermiş, onu öpmek veya istilâm etmek için yeryüzüne vazetmiştir; yani 'Bu taşı ziyaret edene Allah iltifat eder ve ondan razı olur' demektir. Çünkü bu hadîs ve ayetler, te'vil edilmeksizin, olduğu gibi kabul edildiği takdirde, muhal ile karşılaşırız. İşte böylece istiva kelimesi de istikrar ve temekkün (yerleşme) mânâsında telâkki edilirse yerleşenin arş ile temas eden bir cisim olması gerekir. Bu cisminde ya arş kadar veya ondan daha büyük veyahut da ondan daha küçük olması icap eder. Bütün bunlar muhaldir. Aynı şekilde muhale götürücü birşey de elbetteki muhaldir. (Binaenaleyh istivanın lügavî mânâsı muhaldir. )
IX Esas: Rü'yet
Allahü teâlâ’nın şekil ve miktardan, kıt'a ve cihetlerden münezzeh olduğuna istikrar evi olan âhirette görüleceğine inanmak ve böyle bilmek gerekir.
"Herşeyi ihata edicidir" de demiştir. O zaman bu ayetlerin de zahirine uymak gerek. Binaenaleyh Allah aynı anda hem arş üzerinde, hem yanımızda ve hem de bütün âlemi ihâta edici olur. Bir hakikatin aynı anda birkaç yerde bulunması ise muhaldir. Binaenaleyh bütün bu ayetlerin te'vili gerekli olmuştur. (Zebîdî)
Nice yüzler vardır ki, o gün güzelliği ile parıldar ve rablerine bakar. (Kıyâmet/22-23)
Allahü teâlâ'nın dünyada görülemeyeceğini şu ayetler tasdik etmektedir:
Hiçbir göz onu (dünyada) ihâta ve idrâk edemez. Fakat O (ilmiyle) bütün gözleri (varlıkları) ihâta eder. O, bütün incelikleri bilir ve herşeyden haberdardır. (En'am/103)
Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsa'ya hitâben şöyle buyurmuştur: 'Beni hiçbir zaman göremezsin. Fakat şu dağa bak!' (A'raf/143)
Bütün bunlara rağmen merak ediyorum, Hazret-i Mûsa'nın malûmu olmayan, kâinatın rabbine ait sıfatları Mutezile taifesi nasıl olur da bilir?35
Eğer Allah'ın görülmesi muhal olsaydı, nasıl olur da, Allah'ın yüce peygamberi Musa (aleyhisselâm) , böyle bir istekte bulunurdu? Allah'ın yüce peygamberine cehâlet atfetmektense, bid'atçılara ve hevâ sahibi ahmak ve cahillere, hakikî sıfatları olan cehâlet izafesi daha uygundur.
Rü'yet ayetini, zahire hamletmeye gelince, böyle bir mânâ muhale götürücü değildir. Çünkü rü'yet, bir nevi keşf ve ilim demektir, Su kadar farkla ki, rü'yet (görmek) ilimden daha tam ve daha vazıhtır. Mademki hiçbir yön ve cephe bahis mevzuu olmadan Allah'ın bilinmesi caizdir ve bu durumda kendisine ilim taallûk eder; o halde hiçbir cephe ve cihetle alâkalı olmaksızın görülmesi de mümkündür. Nasıl ki kendisi, zât-ı ulûhiyyetinin karşısında olmadığı halde mahlûkâtı görebiliyorsa, bunun gibi mahlûkatın da O'nu, yönsüz olarak görmesi caizdir. Nasıl keyfîyetsiz ve şekilsiz bilinmesi caizse, aynı şartlarla görülmesi de caizdir.
X. Esas: Vahdâniyyet
Allah'ın bir olduğunu, ortağı ve şerîki olmadığını, ferd (tek) olduğunu, benzeri bulunmadığını, bütün varlıkları yalnız kudretiyle halketrnenin ancak O'na mahsus olduğunu, kendisiyle birlikte bu işleri ortaklaşa yapan veya eşit derecede beceren herhangi bir benzerinin olmadığını, kendisiyle mücadele ve münazaa edecek bir zıddın mevcut bulunmadığını bilmektir. Bunun delili şu ayettir:
Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı hiç şüphesiz bunların ikisi de fesada uğrar ve yok olurdu. O halde arş'ın rabbi olan Allah onların vasfetmekte oldukları şeylerden münezzehtir. (Enbiya/22)
Bu ayetin açıklaması şöyledir: Eğer hâşâ iki ilâh olsa da birisi, herhangi bir emri irade etseydi ve ikinci de birincisine yardım etmek mecburiyetinde olsaydı, o vakit kendisi aciz ve makhûr olurdu ve asla kuvvet ve kudrete sahip bir ilâh olamazdı. Eğer birincisinin iradesine muhalefet ve onu reddetmeye kudreti yetseydi, o zaman da kendisi kuvvetli ve kahir, birincisi ise zayıf ve kasır olur, binaenaleyh kudretli bir ilâh olamazdı. (Halbuki ilâh vasfına sahip olan Allahü teâlâ, mutlak kuvvet ve kudrete sahip ve her çeşit eksiklik ve noksanlıklardan münezzehtir. )
33) Allah'ın, eşyaya benzemediği gibi mânen de cevherlere benzemez bir cevher olması kasdedilmelidir. Çünkü O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. Fakat buna rağmen böyle dememek daha evlâdır.
34) Ebû Nasr el-Kuşeyrî, Tezkire'de şöyle der: "Eğer biri çıkıp da "Allah, 'Rahman arşa istiva etti' dediğine göre, bu ayetin zahirine uyalım" derse şöyle cevap veririz: Allahü teâlâ 'Nerede olursanız Allah sizinledir', "Allah
35) Şayet Allah'ın görülmesi mümkinâttan olmasaydı, Hazret-i Mûsa 'Rabbim! Cemâlini bana göster' demezdi. Oysa Mu'tezile, Allah'ın görülmesinin mümkinâttan olmadığını söylemektedir. Acaba bu güruh, ulû'l-azm bir peygamber olan Hazret-i Mûsa'dan daha mı âlimdirler?
I. Esas: Kudret
Alemin yaratıcısı olan Allah'ın kadir olduğunu ve 'Allah herşey üzerinde mutlak kudret sahibidir' (Mâide/120) kavlinde sâdık olduğunu bilmektir. Çünkü kainatın yapısını muhkem, yaratılışını kılı kırk yararcasına tertipli ve düzenli görüyoruz. Güzel dokunmuş ve mütenasip nakışlarla işlenmiş bir elbiseyi gören kişi, bu elbisenin kuvvetsiz ve kudretsiz bir ölü tarafından yapıldığı veya âciz bir insanın eseri olduğu vehmine kapılırsa, o vakit akıl denilen nimet ve fıtrattan tecerrüd etmiş, ahmaklık ve cehâlet erbabının mesleğine dâhil olmuş olur!. .
II Esas: İlim
Allah'ın bütün mevcudatı bilen bir âlim olduğuna, ilmiyle bütün mahlûkatı ihâta ettiğine; ne gökte ve ne de yerde, zerre kadar da olsa hiçbir şeyin O'nun ilminin dışına çıkmadığına ve 'O, herşeyi hakkıyla bilendir' (Bakara/29) kavlinde sâdık olduğunu bilmektir. Nitekim şu ayet bize bu gerçeği göstermektedir:
Yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir. O herşeyden haberdardır. (Mülk/14)
Yaratılıştaki incelik ve en küçük şeylerde dahi göze çarpan tertip ve düzen, sâniinin (yapıcısının) bu keyfiyeti bildiğine delâlet eder. Binaenaleyh Allah'ın âlim olduğuna yaratılmışlarla ve yaratmak fiiliyle muttalî olmaktayız. O'nun zikrettiği deliller, hidayet ve tanıtma veya tanıma hususundaki delillerin en âlâsıdır.
III. Esas: Hayat
Allahü teâlâ'nın diri olduğunu bilmektir. Çünkü ilim ve kudreti olan bir zâtın diri olması da bizzarure sabittir. Eğer kudret ve ilim sahibi, müdebbir bir yapıcının diri olmadığı tasavvur edilebilirse, o vakit, yürüyüp gezen mahlûkâttan da 'Acaba canlı mıdır değil midir?' şeklinde şüphe edilmesi de caiz olur. Hatta, sanatlarına rağmen, sanatkârların da canlılıklarından şüphe etmek batmaktan başka hiçbir mânâ ifade etmez.
IV. Esas: İrade
Allahü teâlâ'nın, bütün fiillerinin irade edici olduğunu bilmektir.
Hiçbir mevcut yoktur ki, Allah'ın dilediğine dayanmasın ve O'nun iradesinden neşet etmesin. Çünkü yapıcı ve dönderici yok edici) O'dur; irade ettiğini, en mükemmel bir şekilde yapan da O'dur. Kendisinden, yaptığı her fiilin zıddının da sâdır olması mümkün olan Allah nasıl irade sahibi olmaz? Zıddı olmayan fiiller ise, meydana geldiği zamandan evvel veya sonra da vâki olabilirdi; bu, Allah için mümkündür. Allah'ın kudreti, zıdlar ve ayrı vakitlerle, aynı münasebet ve değişmez ilgiyi kurabilir. Binaenaleyh kudretini, yapılması mümkün olan iki şeyden birisine yönelten bir irade lâzımdır. Eğer malûmun (bilinenin) tahsilinde ilim kâfi gelip iradeye ihtiyaç olmasaydı ve bunun için de 'Birşey ilim tarafından önceden bilinen zamanla var oldu denilebilseydi de ihtiyaç bulunmaması da caiz olacak ve var olacağı ilim tarafından daha önceden bilindiği için kudretsiz var oldu' denilecekti.
V, Esas: Semî ve Basîr
Allah'ın Semî (işitici) , Basîr (görücü) olduğuna, kalpteki fısıltıları, vehim ve fikirdeki gizlilikleri gördüğüne, zifiri karanlık bir gecede, kara bir taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı görüp onun ayağından çıkan sesi duyduğuna inanmak ve bunu bilmektir.
İşitmek ve görmek şeksiz şüphesiz kâmil sıfatlardan olduğu halde, nasıl olurda Allah işitici ve görücü olmaz? Hem nasıl olur da, işiten ve gören mahlûk, yaratıcısından daha kâmil olabilir? Masnûun (yapılanın) , s âminden daha mükemmel ve daha tamam olması mümkün müdür? İşitme ve görmenin, yaratıklara tahsis edilip de yaratandan esirgendiği taksimin adalet neresindedir? Acaba Allah hakkında eksiklik; yarattığı ve icat ettiği mahlûk için kemâl ne zaman vâki olmuştur; veya cehâlet ve dalâletten ötürü putlara tapan babası ile mücadelede Hazret-i İbrahim'in delili eğer Allah işitmez ve görmez denilirse nasıl müstakim olabilir? Zira Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) babasına aynen şunu söylemişti: 'İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir fayda vermeyen bir nesneye nasıl ibadet edersin?' (Meryem /42)
Eğer Hazret-i İbrahim'in hasımları, onun mabuduna (Mu'tezile'nin iddiasına göre Allah görmez ve işitmezdir) aynı vasıfları izafe etseydi ve haddi zâtında da hâşâ böyle olsaydı, Hazret-i İbrahim'in delili çürük olur ve mânâya delâleti itibardan düşerdi. Hem de Allahü teâlâ'nın şu ayet-i celîlesi hâşâ doğru olmazdı:
Bu, (gök cisimlerinin batısı) , kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdir. Biz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz. Muhakkak ki rabbin tam hikmet sahibidir. (Herşeyi) kemâliyle bilendir. (En'am/83)
Nasıl ki, Allah'ın âzasız fail (yapıcı ve iş görücü) olduğu, kalp siz ve dimağsız (beyin) âlim olduğu düşünülür ve bu hüküm mâkul ise göz ve kulak olmaksızın görücü ve işitici olması da mâkuldür; zira söylediğimiz bu iki mânâ arasında hiçbir fark yoktur.
VI. Esas: Kelâm
Allahü teâlâ, zâtî ile kaim, ses ve harften mürekkep olmayan bir kelâm (konuşma) ile mütekellimdir (konuşucudur) , O'nun kelâmı, başkasınınkine benzemez; varlığının, başkasının varlığına benzemediği gibi. . . Konuşma, hakikatte nefsin konuşmasıdır. Kırpılan harflerden oluşan seslere gelince bunlar, nefisteki konuşmanın tercümanıdır. Nitekim bazen (dilsizlerle olduğu gibi) , nefisteki konuşma iktidarına hareketler ve işaretler de delâlet eder.
Cahil şairlere bile mâlûm olan bu keyfiyet, nasıl olur da bir grup ahmağa (Mu'tezile'ye) meçhul olur ve Allah'ın mütekellim olduğunu inkâr ederler?
İşte cahiliye devrinin bir şairi, şöyle haykırıyor: Muhakkak ve mutlak konuşma kalptedir. Dil'se kalpteki konuşmaya delil kılınmıştır.
'Dilim hadistir; fakat dilimle okunan Kur'ân kadîmdir' diyecek kadar akıl ve ferasetten mahrum bir kimseden ümidini kes! Artık dilini, onunla konuşmaktan muhafaza et.
Kadîm den evvel herhangi bir varlığın mevcut olmadığı hakikatini anlamayan, Bismillâh lafzındaki B harfinin Sin 'den evvel geldiğini, binaenaleyh B'den sonra gelen sin harfinin kadîm olamayacağını idrâk edemeyen kimseye, kalben iltifat etme. Zira Allahü teâlâ'nın, bazı kulları kendisine yaklaştırıcı mertebelerden uzaklaştırmasında bizce bilinmeyen, nice sır ve hikmet vardır. Allah kimi dalâlete götürürse, artık ona hidayet edecek kimse mevcut değildir.
Hazret-i Mûsa'nın, dünyada, ses ve harf olmaksızın (ilâhî) bir kelâmı işitmesini mümkün görmeyen bir kimse, varsın cisim ve renk olmayan bir mevcudun (Allah'ın) âhirette görülmesini de inkâr etsin. Eğer 'Cismi, kemmiyeti ve keyfiyeti olmayan bir varlığın görülmesi mümkündür; fakat şu ana kadar buna şahid olan görülmemiştir' kanaatımda ise, göz için düşündüklerini kulak hakkında da düşünmeli ve kabul etmelidir. (Hazret-i Mûsa'nın sessiz ve harfsiz bir kelâmı işittiğine de inanmamalıdır. )
Eğer Allahü teâlâ'nın tek bir ilmi olduğuna ve bütün mevcudatı onunla bildiğine akıl erdiriyorsa, O'nun bütün ibarelerin delâlet ettiği bir konuşma olan kelâm sıfatına sahip olduğuna da inanmalıdır. Eğer yedi kat göğün, cennet ve cehennemin varlığının küçücük bir yaprağa yazıldığına, kalbin küçücük bir yerinde saklı olduğuna ve bütün bunların kalbin o zerreciğine ve o küçücük yaprağa girmediği halde mercimek tanesi kadar olan göz bebeğine göründüğüne akıl erdiriyorsan, dillerle okunan, kalplerde hıfzedilen, mushaflarda yazılan kelâmın aralara hulûl etmeksizin vukuuna da akıl erdirirsin. Zira eğer Allah'ın Kitabı, yazmakla, kağıda düşüp orada istikrar bulmuş olsaydı, bu durumda Allah'ın da hâşâ isminin yazıldığı kâğıdın içine düşmesi lazım gelirdi ve ateşin de isminin yazılı olduğu kağıdı yakması icap ederdi.
VII. Esas: Sıfatların Kıdemi
Diğer bütün sıfatları gibi Allah'ın, zâtıyla kâim olan kelâmı da kadîmdir. Çünkü Allah'ın, hâdiselere mahal olup istihalelere (değişikliğe) uğraması muhaldir. Allah'ın bütün sıfatlarında zâtında olduğu gibi kadîmlik vasfı vâcibdir. Binaenaleyh Allah'ın zâtına tağyir ve tebdil gelemez ve hâdis olan nesneler de O'nun zâtına hulûl edemez. Aksine Allah, tâ ezelden beri, bütün iyi sıfatlarla muttasıf olduğu gibi ebedde de değişme ve bozulmalardan münezzehtir. Çünkü hadislere muhal olan birşey, hadislerden hâli değildir. Hadislerden hâli olmayan birşey ise hadistir. Hudûs (sonradan olma) vasfı, cisimlere, bozuldukları ve sıfatları değiştiği için verilir. O halde Allahü teâlâ nasıl olur da, tağyir ve tebdili kabul etmek suretiyle, yaratmış olduğa cisimlerle aynı niteliği taşır? Bu hakikatin üzerine 'Allah'ın kelâmı kadîmdir, zâtî ile kâimdir. Hadisler ise o kelâma delâlet eden seslerdir' hükmü bina edilir.
Bir babanın müstakbel (henüz doğmamış) çocuğunu okutmak isteyebileceğine ve bunun da çocuğun doğup büyümesine ve babasının bu isteğim, Allah'ın kendisinde yarattığı bir ilimle anlamasına kadar devam edeceğine akıl erdirebilen bir kimsenin, Allah'ın 'Ben senin rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ vâdisindesin' (Tâhâ/12) ayetinin delâlet ettiği isteğin ezelden beri Allah'ın zâtî ile kâim olduğunu, Hazret-i Mûsa'nın içinde de bu talebi bilecek bir ilmin yaratıldığını, Musa'nın (aleyhisselâm) var olduktan sonra bu talebe muhatap olup, o kadîm kelâmı dinlediğini de kabul etmelidir.
VIII. Esas: İlim Sıfatının Kıdemi
Allah'ın ilmi kadîmdir. Allah, daima zât ve sıfatını bildiği gibi, mahlûkâtından sâdır olan fiilleri de bilmektedir. Vücûda getirilen mahlûku bilmesi için yeni bir ilme ihtiyacı yoktur; çünkü bütün bunları ezelî ilmiyle bilir. Meselâ Zeyd'in güneş doğacağı sırada geleceğine dair bir bilgimiz varsa ve bu, güneş doğuncaya kadar devam ederse, Zeyd'in gelişini bilmemiz yeni bir ilme değil, eski ilmimize dayanmış olur. İşte Allah'ın ilminin kadîm olmasını da böyle anlamak gerekir.
IX. Esas: İrade Sıfatının Kıdemi
Allah'ın iradesi kadîmdir. Bu irade, hadislerin, ezelî programa göre kendilerine takdir edilen uygun vakitlerde vukû bulacağına taalluk etmiştir. Eğer Allah'ın iradesi hâdis olmuş olsaydı, muhakkak hadislerin mahalli olurdu. Eğer Allah'ın iradesi, zâtında değil de başka bir yerde meydana gelseydi, o vakit de irade edici olmazdı. Tıpkı yapmadığın bir hareket ile, hareket etmiş sayılmadığın gibi. . .
Allah'ın iradesi, eğer hâdis olmuş olsaydı, birşey yapabilmesi için hâşâ başka bir iradeye ihtiyaç duyardı. Böylece yapıcı irade de başka bir iradeye muhtaç olacağı için bu ihtiyaç zinciri sonsuza doğru devam edip giderdi. Eğer bu iradeyi iradesiz yapmak caiz olsaydı, âlemin de iradesiz yapılması caiz olurdu. (Âlemin iradesiz, kör bir tesadüf eseri olarak yapılması muhal olduğuna göre, birinci iradenin de eğer hâdis kabul edilirse iradesiz yapılması muhal olur?)
X. Esas: İlim ve İradesinin Kıdemi
Şüphesiz Allah, ilimle âlim, hayatla diri, kudretle kadir, iradesi ile irade edici, konuşma ile mütekellim (konuşucu) , dinleme ile semî ve görmek ile basîrdir. Bu kadîm sıfatlar Allah'a aittir.
Kişinin 'Allah ilimsiz âlimdir' demesi, 'malsız zengindir, âlimsiz ilimdir, mâlumsuz âlimdir' demesi gibidir. Çünkü ilim, mâlûm ve âlim, tıpkı öldürmek, öldürülen ve öldüren gibidir ki biri olmadığı zaman diğeri de olmaz. Öldürme fiili olmaksızın öldürenin ve öldürülenin tasavvur olunamayacağı gibi, öldüren olmaksızın öldürülenin ve öldürme olayının tasavvuru da mümkün değildir. İşte böylece ilimsiz âlim, mâlumsuz ilim ve ilimsiz mâlûm da tasavvur edilemez. Bu üç vasıf, aklen biri diğerinden ayrılamayan şeylerdir. Binaenaleyh âlimin ilimden ayrılmasını caiz gören bir kişi, âlimin malumattan, ilmin de âlimden ayrılmasını caiz görmelidir. Çünkü bu sıfatlar arasında hiçbir fark yoktur.
I. Esas: Kulların Fiilleri Allah'ın Yaratmasıyladır
Kâinatta ne kadar hâdis varsa, cümlesinin, Allah'ın fiili, yaratması ve icadı olduğunu bilmektir. Allah'tan başka yaratıcının olmadığına ve icat edicinin ancak O olduğuna îman etmek gerekir. Allahü teâlâ mahlûkâtı yaratmış, onlara istediği şekli vermiş ve kendilerine hareket lütfetmiştir. Kulların bütün fiilleri O'nun mahlûkudur ve hepsi O'nun kudretine bağlıdır. Şu âyetleri tasdik etmiş olmak için bu şekilde inanmak zarureti vardır:
Allahü teâlâ herşeyin yaratıcısıdır ve O herşeyi bilir. (Ra'd/16)
Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Allah'tır. (Sâffât/96)
(Ey müşrikler!) sözünüzü ister gizli tutunuz, ister açığa vurunuz (müsavidir) . Çünkü O, kalplerin künhünü bilir. Bilmez mi O (bütün varlıkları) yaratan? O en ince işleri görüp bilmektedir. O herşeyden haberdardır. (Mülk/13-14)
Allahü teâlâ, kullarına, sözlerinde, fiillerinde ve gizli fikirlerinde, sakınmayı ve sapıtmamayı emir buyuruyor; çünkü onların fiillerinin çıkış noktalarını bilmektedir. Yaratıcı olduğunun delili olarak da bu bilgiyi göstermiştir. Kudreti tam ve eksiksiz olan Allah, nasıl olur da kullara ait fiillerin yaratıcısı olmaz? O eksiksiz kudret, kulların beden hareketine taalluk eder ve onları meydana getirir. Hareketler ise, birbirine benzer. İlâhî kudretin hareketleri meydana getirmesi, herhangi bir illete bağlı değildir, tamamıyla zâtidir.
Hareketler mümasil (benzer) olduklarına göre, nasıl olur da, bir kısım hareketlerle ilgilenen ve onları meydana getiren kudret, haricî bir tesirden dolayı, diğer bir kısmı meydana getirmekten âciz olsun? Nasıl olur da, hayvan (hayat sahibi) , müstakil bir şekilde yaratıcı, olur veya örümcekten, arıdan ve diğer hayvanattan akılları şaşırtacak derecede ince sanatlar sudûr edebilir? Kâinatın yaratıcısı müdahale etmese, yaptıklarının tafsilâtından haberi olmayan o cahil ve aciz hayvancıklar bu gibi hârika ve ince sanatları tek başlarına meydana getirebilir mi? Heyhât! Eğer halikın kuvveti olmasa, bu hârika sanatlar nasıl meydana gelir? Mahlûkat zelil, âciz ve kusurludur. Yer ve göklerin kahir ve cebbar sultanı olan Allah, mülk ve melekûtu tek başına idare eder.
II. Esas: Kulun Kesbi
Allahü teâlâ'nın, kullarının hareketlerini tek başına yaratması, kesbi ortadan kaldırmaz. Aksine Allahü teâlâ, kudreti ve kudretin dahilindeki makdûru yarattığı gibi ihtiyar'ı ve ihtiyarın dahilinde olan muhtarı da yaratmıştır. Kudrete gelince, o, kulun vasfı, rabbin de yaratışıdır. Kudret hiçbir zaman rabbin kesbi olamaz (ki kul, yaptıklarından mesul olsun) .
Harekete gelince; bu, Allah'ın mahlûku, kulun da vasfı ve kesbidir. Zira hareket, kulun vasfı olan bir kudret ile takdir edilmiştir. Aynı zamanda hareketin kudret ile adlandırılan başka bir sıfata da nisbeti vardır. İşte bu nisbet itibarıyla kesb adını alıyor. Kul ki elinde olmayan ra'şe (titreme) ile makdur (bilerek yaptığı) hareketi birbirinden ayırabilir, O'nun hakkında nasıl olur da Tülin yaratıcısı Allah'tır' diye cehr-i mahz düşünebilir? Kesbettiği hareketlerin aded ve cüzlerini tafsilatıyla bilmediği fiil, nasıl olur da kulun mahlûku olabilir? Mademki mecburiyet ve ihtiyar tarafları iptal olundu, o halde inançta iktisâd etmekten başka çıkar yol yoktur. Şöyle ki, fiiller yaratılış yönünden Allah'ın kudretiyle, iktisâb diye tâbir edilerek bir tesir ile de başka bir yönden kulun kudretiyle takdir olunmuştur.
'Kudretin makdûra taalluku, yalnızca halk ve icad iledir' diye birşey yoktur. Çünkü Allahü teâlâ’nın kudret-i ilâhîsinin tâ ezelden beri âleme taalluku vardır. Fakat kudretin taalluku ile birlikte âlemin ezeliyeti yoktu. Aksine kudret, makdûrun (takdir edilecek şeyin) vukuu ânında taallukun ve ilgilenmenin başka bir şekli ile taalluk eder. İşte bu incelikten anlaşılıyor ki; kudretin taalluku, makdûrun var olmasına bağlı değildir.
III. Esas: Kulun Fiilini Allah'ın Takdir Etmesi
Kulun fiili, her ne kadar kendisinin kesbi ise de, Allah'ın muradının dışına çıkamaz. Aksine Allah'ın murad-ı ilâhîsidir.
Zira mülk ve melekûtta göz açıp kapamak, hatırdan geçirmek ve herhangi birşeye bakmak ancak Allah'ın kaza, kader, irade ve meşiyeti iledir. Hayır şer, menfaat-zarar, İslâm-küfür, irfan-inkâr, zafer-hüsran, dalâlet-hidayet, tâat-isyan, şirk ve îman da bu kabildendir. Allah'ın kaza ve kaderini çevirecek hiçbir kuvvet yoktur. Onun hükmünü nakzetmek mümkün değildir. O dilediğini dalâlete götürür ve dilediğine hidayet eder.
Allah yaptıklarından mesul değildir. Ancak insanlar yaptıklarından mesuldürler. (Enbiya/23)
Ümmetin ittifakla kabul ettikleri Allah neyi dilerse o olur, dilemediği de olamaz hükmü de, söylediklerimizi apaçık takviye eder.
Îman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, Allah dileseydi elbette bütün insanları hidayete erdirirdi. (Ra'd/31)
Eğer dileseydik her nefse hidayetini bahşederdik. (Secde/13)
Şimdiye kadar, davamızın tasdiki hususunda söylediklerimiz naklî delillerdi. Bir de aynı davanın aklen isbatını yapalım:
Günah ve cürümler ikrah ile birlikte Allahü teâlâ'nın takdir etmesiyle olmayıp da, O'nun düşmanı İblis'in iradesine muvafık olarak câri olmuş olsaydı, düşmanın iradesine uygun olarak vukû bulan hareketler, Allah'ın iradesine uygun olarak vâki olanlardan daha fazla olurdu. Bilmek isterdim ki; bir müslüman, nasıl olur da, ikram ve celâl sahibi, cebbar ve kahhar olan Allah'ın yüce mevkiini, dünyanın en düşük rütbeli bir reisinin bile kabul etmeyeceği bir derekeye düşürmeye razı olur? Zira bir köyde, köy reisinin düşmanı, reisten daha fazla nüfuza sahip olursa, reis, riyasetten istinkâf eder ve istifaya mecbur olur. Halk üzerinde mâsiyetin galip geldiği bir gerçektir. Bid'atçılara göre bütün bu mâsiyetler Hak Teâlâ'nın iradesinin hilâfına cereyan etmektir ve Allah istemediği halde bu gibi şeyler yine de meydana gelir. Böyle inanmak Allah'ı gayet zayıf ve âciz görmekten başka bir mânâ taşımaz. Oysa kâinatın yaratıcısı, zâlimlerin fâsid hükümlerinden yücedir.
Kullara ait fiillerin Allah'ın mahlûku olması keyfiyeti sâbit olduğuna göre bütün bu fiillerin Allah'ın iradesiyle vâki olması da doğru ve şaşmaz bir hükümdür.
Mademki, her fiil Allah'ın iradesiyle vâki olmaktadır; o halde, nasıl oluyor da Allah, irade ettiği birşeyi yasaklayıp irade etmediği birşeyi emreder?' sualine karşı deriz ki: Emr başkadır, irade başka. . . Emir ve irade ayrı ayrı şeyler olduğu için kölesini döven bir efendi, bu fiilinden dolayı hükümdarın itabına mâruz kaldığı zaman, kölenin kendisine isyan ettiğini beyan etmek suretiyle hükümdardan özür diler. Hükümdar kendisini yalanladığında da sözlerinin doğruluğunu göstermek için onun huzurunda, kölesine 'Şu hayvana eyer vur!' diye emreder.
İşte bu anda, efendi, kölesine, yapılmasını istemediği birşeyi emretmiş olur. Eğer efendi emredici olmasaydı, pâdişâhın nezdinde, özrü makbul olmazdı. Emredilenin yapılmasını irade edici olsaydı, o zaman (sû-i'edebden) , nefsinin helâk olmasını istemiş olurdu. Böyle bir irade ise muhalin tâ kendisidir.
IV. Esas: Yaratma, Allah'ın Fazlıdır
Allahü teâlâ, varlıkları sadece fazilet-i ilâhîsiyle yaratmıştır. Kullarını, akıl vermek suretiyle mükellef kılmak da O'nun adalet ve faziletidir. Yaratmak veya kulları mükellef olacak bir durumda var etmek hiçbir zaman Allah'a vacip değildir.
Mutezile, yaratmanın Allah'a vacip olduğunu; kulların maslahatının yaratılmalarında olduğu için, Allah'ın yaratmaya mecbur olduğunu söylerler. Mu'tezile'nin bu hükmü muhaldir. Zira vacip kılan, emreden, yasaklayan ancak Allah'tır. Nasıl olur da Allah başkası tarafından herhangi bir vazife ile zorlanır ve o vazifenin yapılması kendisine vacip olur veya başkası tarafından, herhangi birşeyi yapması lüzumuna ve hitabına mâruz kalır?
Vâcib 'den şu iki şeyden biri irade olunur:
A) Terkinde zarar olan fiil. Bu zararın iki çeşidi vardır: Biri âhirette vâki olur. Meselâ, âhirette ateşle cezalandırılmaktan kurtulabilmesi için kulun Allah'a itaat etmesi vaciptir. Öbürü ise âcildir ve derhal tahakkuk eder. Susamış bir kimseye ölmemesi için, derhal su içmesinin vacip olması gibi. .
B) Vâcib'den, yokluğu muhale sürükleyici mânâ irade olunur.
Nitekim malumun varlığı vâcibdir; çünkü malumun yokluğu mu hale götürücüdür. Şöyle ki, mâlûm olmadığı takdirde ilim cehalettir. Binaenaleyh hasım 'Yaratış Allah'a vâcibdir' hükmünden vacibin birinci mânâsını murâd ediyorsa, O zaman Allah'ın hâşâ yaratmadığı takdirde zarar göreceğini ileri sürmüş olur. Eğer bu sözüyle vacibin ikinci mânâsını kasdederse, o zaman hasmın hükmü müsellemdir (kabul edilir) .
Zira ilmin sebkat etmesinden sonra malumun varlığı mutlaka vacip olur. Hasım 'Yaratmak Allah'a vâcibdir' sözündeki vâcib teriminden üçüncü bir mânâyı kastederse böyle bir mânâ anlaşılmaz ve bu, vâcib teriminin dışında olmaz. Hasmın 'Kulların maslahatı için yaratmak vâcibdir' şeklindeki hükmüne gelince; bu, fâsid bir hükümdür. Çünkü Allahü teâlâ, kulların maslahatını terkettiği zaman, hâriçten herhangi bir zarar görmediğine göre, bu maslahatın Allah hakkında vâcib olmasının hiçbir anlamı kalmaz, boş bir hüküm olmaktan öteye gitmez. Bütün bunlardan sonra, kulların maslahatı ve menfaati onları cennette yaratmaktır. Onları evvelâ belâlar evi olan dünyada belâ ve hatâlara sonra da ikab ve cezanın tehlikesine, mahşer ve hesabın şiddetine mâruz bırakmakta akıl sahiplerince hiçbir garâbet ve anormallik mevcut değildir. (Çünkü mülkün sahibi, onda dilediği şekilde tasarruf eder. Bu tasarrufa itiraz etmeye kimin hakkı olabilir?)
V. Esas: Kula Taşıyamayacağı Yükü Yüklemez
Mahlûkâta, güç yetiremedikleri teklifi yapmak Allah için caizdir. Mutezile, bu cevazda da, aykırı bir yol tutarak böyle bir teklifin Allah için caiz olmadığını iddia eder. Halbuki, böyle bir teklif caiz olmasaydı 'Böyle bir teklifi bizlere yükleme!' diye yalvarmaları muhal ve mânâsız olurdu. İnsanların böyle yalvardıklarını bize Kur'ân haber vermektedir.
Ey Rabbimiz! Bize güç yetirmeyeceğimiz şeyi yükleme! (Bakara/286)
Allahü teâlâ, kulu ve Rasûlü Hazret-i Muhammed'e, Ebû Cehil'in kendisini tasdik etmeyeceğini bildirmiştir. Bu haberi tebliğden sonra peygamberine 'Ebû Cehil'e söyle! Getirdiğin bütün hükümlerde seni tasdik etsin!' emrini vermiştir. Halbuki bu hükümlerden birisi de Ebû Cehil'in Hazret-i Peygamberi tasdik etmeyeceği haberiydi. Binaenaleyh (teklîf-i mala yutak) Allah hakkında caiz olmasaydı, nasıl olur da Ebû Cehil, kabul etmeyeceği hususu tasdik etmeye dâvet edilirdi? Bu, varlığı muhal olandan başka ne olabilir? (Buna rağmen böyle bir teklif Allah tarafından yapılmıştır. O halde Allah hakkında, teklîf-i mala yutak mümkündür) .
VI. Esas: Dilediğine Azap Eder
Allahü teâlâ'nın geçmiş bir sevap ve suçu olmaksızın, dilediği kuluna azap etmesi veya nimet bahşetmesi mümkündür. Yani Allah, bunları zahirî sebep olmaksızın da yapabilir. Fakat Mutezile, bu hükümde de, Ehl-i Sünnet ve'l Cemâat'a muhalefet etmiştir. Onlara göre, azap ve nimet, ancak sâbık bir suçtan ve geçmiş bir sevaptan ileri gelebilir. Onlar, böyle bir sebep olmaksızın ceza ve mükâfatın Allah hakkında mümkün olmadığını ileri sürerler. Evet, Allah, sebepsiz olarak da azap edebilir veya nimet verebilir; çünkü O, mülkünde tasarruf eder.
Bu, mülkünün dışına çıkmış bir tasarruf olarak düşünülemez. Zulûmse sahibinin izni olmaksızın başkasının mülkünde tasarruf etmekten ibarettir. Böyle birşeyi Allah için düşünmek muhaldir; çünkü Allah'a nisbetle hiç kimsenin mülkü yoktur ki, Allah'ın oradaki tasarrufu zulüm olsun! Zaten Allah hakkında böyle bir tasarrufun caiz olmasına, bu tasarrufun bilfiil varlığı delâlet eder. Mesela hayvanları kesmek, onlar için, suçsuz bir elemdir. İnsanlar tarafından hayvanlara yapılan çeşitli azaplar da geçmiş suçlarından neş'et etmiş değildir.
Şayet Allahü teâlâ kıyâmet gününde, bütün hayvanları toplar ve onlara dünyada çektikleri ceza nisbetinde mükâfat verir ve böyle yapmak da, Allah'ın mecburî vazifesidir' dersen, biz de deriz ki; ayakların altında ezilen her karıncayı ve parmak arasında öldürülen her sivrisineği, dünyada çektikleri elemlerin karşılığını görsünler diye diriltmesi 'Allah'a vâcibdir diyen bir kimse, hem şeriatın ve hem de akim hududunu tecavüz etmiştir. Zira böyle bir kimse vâcib tâbirinden, 'Allah bunu yapmazsa zarar görür' mânâsını murâd ederse, bu Allah hakkında muhaldir. Eğer vücûb ile başka bir mânâyı kastederse, daha önce dediğimiz gibi bu vâcib teriminin mezkûr mânâlarının dışında ve anlaşılmayan bir mânâ olur.
VII. Esas: Aslâh (En Yararlı) Olanı Yapmak Allah'a Vacip Değildir
Allahü teâlâ kulları hakkında dilediğini yapar. Kullar için menfaatli olanı yapmak da dâhil hiçbir şey Allah'a vacip değildir. Allah hakkında vücub düşünülemez. Çünkü Allah, yaptığından sorumlu değildir. Aksine sorumlu olan yaratıklardır. Doğrusu bilmek isterdik. ; Mu'tezile, 'Kul için en faydalı şeyin yapılması, Allah'a vâcibdir' hükmünü, aşağıda beyan edeceğimiz misalde acaba ne ile isbat edebilir? işte misal:
Farzedelim ki, müslüman olarak ölen bir çocuk ile bâliğ bir kimse arasında, âhirette bir münazara ve münakaşa vâki olsun. Baliğin derecesi çocuğa nazaran daha yüksektir. Zira baliğ, bulûğa erdikten sonra îman etmiş, ibadetleri yerine getirmek hususunda pek çok zahmete katlanmıştır. Mutezileye göre, baliğe, daha yüksek bir derecenin verilmesi Allah'a vâcibdir. Bunun üzerine çocuk 'Yâ Rabbi! Bunun derecesini neden benimkinden daha yüce yaptın?' der. Karşılık olarak 'Bâliğ oldu, ibadetlerde bulundu da ondan' denilir. O zaman çocuk şunları söyler 'Beni küçükken öldüren sensin. Madem ki, kullar için (Mutezilenin inancına göre) en yararlı (aslan) olanı yapmak sana düşen bir vazifedir; o halden neden hayatımı bâliğ olup çalışabileceğim bir müddete kadar uzatmadın? Uzun ömür vermek suretiyle bu faziletleri baliğe ihsan ettin de benden niçin esirgedin? Bu, adalete aykırı düşmez mi?' Allahü teâlâ'da şöyle buyurur: 'Ben senin bâliğ olduğunda bana ortak koşup isyan edeceğini biliyordum. Bu yüzden de senin için en faydalısı daha çocukken ölmendi'.
Bu, Mu'tezile'nin Allah namına beyan ettiği özürdür. Fakat Allah, bu hâşâ özrü beyan buyurduğu zaman, kâfirler cehennemin en alt tabakalarından bağrışmaya başlayarak şöyle derler: 'Ey rabbimiz! Acaba, bâliğ olduğumuz zaman sana şirk ve ortak koşacağımızı bilmez miydin? Neden bizi, küçükken öldürmedin?
Biz şimdi müslüman çocuktan çok daha aşağı derecelere razıyız. Bizi buradan çıkar!'
İşte o zaman, kâfirlerin bu sualine nasıl bir cevap verilebilir? Bu misal, böylece anlaşıldıktan sonra, her müslümânâ vâcib olan hareket, Allah'ın celâl ismine sığınarak ilâhî emirleri, iptizal ehlinin ölçüsüyle tartışmamaya karar vermektir.
Eğer 'Allah, kulları için en faydalı olanı gözetmeye muktedir olduğu halde onlara azabın sebeplerini musallat kılarsa, bu durum, hikmete aykırı düşer ve kötü olur' dersen buna karşılık deriz ki: Kötülük, hedefe muvafık olmayan nesnedir. Hatta birşey birisine göre kötü, gaye ve hedefine uygun düşen bir başkasına göreyse güzeldir. İnsan, yakınlarının öldürülmesini kabih görür. Fakat düşmanların nazarında, bu güzel birşeydir.
Eğer kötülükten, Allah'ın hedefine muvafık ve mutabık olmayan murâd ediliyorsa, böyle bir kasd muhaldir. Zira Allahü teâlâ'nın, bu mânâda, herhangi bir hedefi düşünülemez. Binaenaleyh Allah'tan bir kötülüğün gelmesi, zulüm olarak düşünülemez. Zira Allah'ın başkasının mülkünde tasarruf etmesi sözkonusu değildir.
Eğer kabi'hden, başkasının isteğine mutabık ve muvafık olmayan şey düşünülüyorsa, bu keyfiyetin, Allah için muhal olduğuna neden hükmediyorsun?, Böyle bir hüküm keyfîdir. Verdiğimiz misal ve orada zikredilen cehennem ehlinin muhakemesi hâdisesi, bunun aksinin doğru olduğuna şehâdet eder. Sonra Allah'ın el-Hakîm isminin mânâsı, eşyanın hakikatini bilen âlim, eşyayı iradesine muvafık kılacak kadir demektir.
Böyle bir vasfa sahip olan Allah'a, kullar için en yararlı olanı gözetmek vazifesi nasıl vacip olabilir? Bizim hakimlerimize gelince; onlar, dünyada medh ü senâ edilmek, felaketlerden kurtulmak ya da âhirette mükâfat elde edebilmek için kendilerine göre en faydalıyı gözetirler. Bütün bunlar Allah hakkında muhaldir.
VIII. Esas: Mârifetullah
Allah'ın bilinmesi ve tâatı, aklen değil, aksine şer'an ve Allah'ın emriyle herkese vâcibdir. Fakat Mu'tezile'ye göre, Allah'ın bilinmesi ve tâati aklen vâcibdir. Mutezile, iddiasında yanılmaktadır. Zira aklın, tâati zarurî kılması için iki şıkka dayanması gerekir:
a) Faydasızı icab ettirmektir, ki bu muhaldir; çünkü akıl faydasız ve boş şeyleri icab ettirmez.
b) Fayda ve bir gaye için icab ettirmektir. Bu fayda ve gaye yamabuda ircâ edilecektir ki, Allah hakkında böyle birşey düşünmek muhaldir: zira Allah her çeşit fayda ve gayelerden uzaktır; küfür, îman, taat ve isyan Allah'a göre eşittir. Ya da gaye tâatı yapan kula ircâ olunacaktır ki bu da muhaldir. Çünkü hâl-i hâzırda, kulun, tâattan ve marifetten herhangi bir menfaati mevzûbahis değildir. Aksine kul, taat ve marifetin yüzüsuyu hürmetine, şehvetlerden döner veya onların icabını yerine getirdiği için maddeten yorulur. Gelecekte ise ya sevap vardır, ya da ikab! Allahü teâlâ'nın mâsiyet ve taat üzerine, kula sevab verip de ceza vermeyeceği nereden bilinecektir? Allah için taat ve isyan eşittir; zira O'nun taat ve isyanın hiçbirisine zerre kadar bir meyl-i ilâhîsi yoktur. Böyle bir meyli olmadığı gibi, taat ve isyanın herhangi birisine bir ihtisas ve özelliği de mevcut değildir. Tâatın taat, isyanın da isyan olması ancak şeriatla ayırtedilmiştir. Hâlık ile mahlûk arasında mukayese yaparak yaratıcının tâattan hoşnud olduğunu, isyandan da öfkelendiğini istihraç ve istinbât eden (anlayan) bir kişi, zillete düşmüş ve yanılmıştır. Mahlûk, şükür ile küfrân-ı nimet arasında ayırım yapar. Şükür ile ferahlanır, sevinir, lezzet alır ve vicdanı coşar. Fakat küfran-ı nimet ile bunların tam aksini duyar. Yaratıcı hakkında ise böyle birşey düşünülemez.
Eğer "Mademki düşünce ve mârifet aklen değil, ancak şeriatla vacip olmuştur; o halde mükellef, düşünmek suretiyle vicdanında ve nezdinde şeriatı istikrar ettirmek zorunda değildir. Binaenaleyh mükellef bulunan kişi,
Hazret-i Peygambere 'Akıl, Allah hakkında düşünmemi icap ettirmiyor. Şeriat ise, benim nezdimde, ancak düşünce neticesinde sabit olur. Bense düşünceye dalmak mecburiyetinde değilim. Çünkü düşünceye dalmayı ancak akıl vacip kılmaktadır' dediği zaman, Hazret-i Peygamberi susturabilecek bir delil ileri sürmüş olur" dersen, cevaben şöyle deriz: Bu iddia, tıpkı herhangi bir yerde duran bir kişinin 'Arkanda yırtıcı bir hayvan var. Eğer buradan gitmezsen seni öldürecek. Geriye bakarsan doğru söylediğimi anlarsın' diyen birisine 'Dönüp arkama bakmadıkça doğru söylediğin sabit olmaz. Bense, doğruluğu sabit olmadıkça, arkama bakmam' demesine benzer,
Bu inatçı insanın ahmaklığına delâlet eden bu söz, kendisini felâkete götürür. Fakat bu söz ve inatta, onu uyararak kurtarmaya çalışan kişiye, hiçbir zarar yoktur.
İşte böylece Hazret-i Peygamberde 'Arkanızda ölüm, hemen ötesinde de yırtıcı hayvanlar, yakıcı ateşler vardır. Eğer onlardan sakınmaz ve mu'cizeme bakarak beni tasdik etmezseniz helâk olacaksınız' diye haykırır.
Hazret-i Peygamberin sözünü dinleyip Allah'ı tanıyan, ve yasaklardan sakınan kurtulur. İnadında ısrar edenlerse helâk olur. Hazret-i Peygamber 'Bütün insanlar helâk olsa dahi bana hiçbir zarar dokunmaz. Çünkü benim vazifem, dini açık bir şekilde tebliğ etmekten ibarettir' der.
Şeriat, ölümden sonra yırtıcı hayvanların varlığını bildirir. Akıl ise, şeriatın kelâmını anlamayı sağlar ve şeriatın müstakbelde olacağını söylediği şeylerin mümkün olabileceklerini idrâk etmeye yardımcı olur. İnsanın yaratılışı da, kendisini zarardan sakındırmaya teşvik eder.
Birşeyin vâcib olmasının mânâsı, 'terkinde zarar vardır' demektir. Şeriatın herhangi birşeyi vacip kılmasının mânâsı ise, o şeyin terkinde muhtemel bir zararın mevcudiyetini bildirmesi demektir. Zira akıl, şehvetlere ittibâ ettiği zaman, insanı tek başına, ölümden sonraki zararın varlığına götüremez. İşte şeriatın ve aklın mânâsı ve vacibin takdirindeki tesiri budur. Eğer Allah'ın emir buyurduklarının terkinde ikabm ve cezanın varlığından korkulmasaydı emirlerin vücudu sâbit olmazdı. Çünkü vacibin mânâsı 'Terki halinde âhirette zarar terettüp edecek bir şey'dir.
IX. Esas: Nübüvvetin Gerekliliği
Peygamberlerin gönderilmesinde, Allah için herhangi bir imkânsızlık bahis mevzuu değildir. Fakat Brahmanlar 'Peygamberlerin gönderilmesinde hiçbir fayda yoktur zira bu hususta akıl kâfidir ve onların gönderilmesine ihtiyaç bırakmaz' iddiasındadır. Fakat onların bu iddiaları çürüktür; çünkü akıl, sıhhate faydalı ilaçları gösteremediği gibi, âhiret âleminde kurtarıcı fiilleri de gösteremez. Binaenaleyh mahlûkâtın, peygamberlere olan ihtiyacı, tıpkı insanların, doktorlara olan ihtiyaçları gibidir. Ancak şu farkla ki, doktorların doğruluğu deneme ile, peygamberlerinki ise mu'cize ile sabittir.
X, Esas: Hatemul-Enbiya’nın Nübüvveti
Allah, peygamberlerin sonuncusu ve kendisinden evvel gelen yahûdî, hristiyan ve sâbiîlerin şeriatlarını neshedici olarak Muhammed Mustafa'yı (sallâllahü aleyhi ve sellem) göndermiştir. Kendisini açık deliller ve zâhir mucizelerle takviye etmiştir: Ay'ın parçalanması, taşların tesbih etmesi, akılsız hayvanların konuşması ve parmaklarının arasından sular akması gibi. . .
Fesâhat ve belâgat erbabı bütün Araplara karşı meydan okuyan açık mucizelerden birisi de Kur'ân dır. Araplar, fesâhat ve belagatlarına rağmen, Hazret-i Muhammed'in esir ve yağma edilmesini, öldürülmesini ve memleketinden uzaklaştırılmasını Allah'ın haber verdiği gibi istihdaf ederek (hedefleyerek) Kur'ân gibi bir eserle muâraza etmeye cesaret edemediler.
Çünkü beşerin kudretinde Kur'ân'daki cezâlet (mânâ güzelliği) ve nazmı bir araya getirme imkânı yoktur. Bunun yanında Kur'ân'da geçmiş milletlerin haberleri vardır. Oysa Kur'ân'ın tebliğcisi ümmî idi. Kitap okumamış, mektep ve medrese görmemişti. Müstakbelde doğruluğu tahakkuk eden birçok hususları da gayb kabilinden haber veriyordu. Tıpkı şu ayetlerde olduğu gibi:
Andolsun ki, Allah'ın izniyle, emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarınızı tras etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde korkmaksızm Mescid-i Harâm'a gireceksiniz. Fakat Allah sizin bilmediğiniz şeyleri bildi de Mekke'nin fethinden önce yakın bir fetih verdi. (Fetih/27)
Elif, Lâm, Mîm. Rumlar (Arap yarımadasına) en yakın bir yerde (İranlılara) mağlup oldular. Halbuki onlar bu yenilgilerinden sonra muhakkak galip gelecekler. Önünde ve sonunda emir Allah'ındır. O gün (Romalıların üstün geldiği gün) Mü'minler ferahlayacak. (Rûm/1-4)
Mucizenin peygamberlerin doğruluğuna delâlet etmesinin hakikati şöyledir:
Beşerî kudretin yapmaktan aciz olduğu her fiil ancak Allah'ın fiilidir. Binaenaleyh, böyle bir fiil, bir peygamberin meydan okumasıyla birlikte olursa âdeta onun 'Ben doğruyum' demesi yerine geçer. Peygamberin mucize ile ortaya çıkması tıpkı bir hükümdarın huzurunda millete 'Ben bu hükümdarın size gönderdiği elçisiyim' diyen kimsenin durumuna benzer:
Bu davayı güden elçi, hükümdara "Eğer 'Senin elçinim' dediğim zaman sözümde doğru isem, âdetinin hilâfına, tahtında üç defa ayağa kalkıp, otur!" dese ve hükümdar da onun bu söylediğini yapsa, orada bulunanlar bizzarure bu hareketi, elçinin 'Ben doğru söylüyorum' sözünün yerine kabul ederler.
36) Ayın ikiye yarılması hadîsi için bkz. Buhârî ve Müslim, (Enes, İbn Mes'ûd ve İbn-i Abbâs'tan) Taşların tesbihini bildiren hadîs için bkz. Beyhakî, Delâil'ün-Nübüvve, (Ebû Zer'den) Hayvanların konuşması ile ilgili hadîs için bkz. Ahmed b. Hanbel ve Beyhakî, (Ya'lâ b. Mürre'den) ; krş. Beyhakî, Delâil' ün-Nübüvve
Sem'iyât (naklî deliller) ve Rasûlüllah'ın haber verdiği şeyleri tasdik ve doğrulamak
I. Esas: Haşr ve Neşr
Bu esas, haşr ve neşr hakkındadır. 37 Haşr ve neşr hakkında şeriat (Allah'ın nizamı) vârid olmuştur. Şeriat ise haktır; binaenaleyh haşr ve neşri doğrulamak herkese vaciptir. Çünkü, haşr ve neşrin mümkinâttan olduğu aklen de sabittir. Haşr ve neşr'in mânâsı ölümden sonra iade olunmak ve diriltmek demektir. Diriltmek, tıpkı başlangıçtaki yaratmak gibi Allah'ın kudretine dâhildir.
De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltir ve O, her yaratılanı, tamamıyla bilir'. (Yâsin/79)
Bu ayetle Allah, yaratılışın başlangıcını, yeniden dirilişin delili olarak göstermektedir.
Hepinizin (yoktan) yaratılmanız da, öldükten sonra diriltilmeniz de, ancak tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman/28)
II. Esas: Nekir ve Münker
Nekir ve Münker suâli hakkında birtakım hadîsler rivâyet edilmiştir. Binaenaleyh Nekir ve Münker'in suâline inanmak vâcibdir. Çünkü böyle bir sual haddizatında mümkündür. Zira bu suâl, konuşmanın anlaşılmasına vesile olan uzuvlardan birisine hayatın iade ve döndürülmesini ister. Bu ise, esasında mümkün bir istektir. Ölünün her parçasının bizce hareketsiz olması ve bizi duymaması Nekir ve Münker 'in suâline mâni olamaz. Çünkü uykuda olan bir kişi de, görünen tarafıyla sakindir. Fakat iç âleminde, uyanık olduğu zamanki gibi lezzet ve elemleri idrâk eder, tesirlerinde kalır. Hazret-i Peygamber, Cebrail'in konuşmasını dinler ve onu görürdü. Halbuki Rasûlüllahın yanıbaşmda oturan sahâbe-i kiram ne Cebrail'i görür, ne de konuşmasını duyabilirlerdi. Allah'ın ilminden, ancak O'nun dilediği miktarı kavrayabilirlerdi. 38 İnsanlar, kendileri için kulak ve göz yaratılmadığı zaman, duyup görmelerine izin verilen şeyleri dahi görmez ve bilmezler.
III. Esas: Kabir azabı
Kabir azabını bize Allah'ın şeriatı bildirmektedir.
Onlar (kabirlerinde, kıyâmet gününe kadar) sabah ve akşam ateşe arzedilecekler. Kıyâmet koptuğu gün, 'Firavun'un kavmini en şiddetli azaba sokun' denilecektir. (Mü'min/46)
Rasûlüllah'ın ve selef-i sâlihînin kabir azabından istiâze ettikleri (Allah'a sığındıkları) sabittir ve bu husus, meşhur bir hakikattir. Kabir azabı, haddizatında mümkün bir keyfiyettir. Bu azâbın vâkî olacağına îman etmek de vâcibdir. Ölünün, yırtıcı hayvanların karnında ve kuşların kursağında parçalanıp dağılması, kabir azabına inanmaya mâni değildir. Zira azabın elemini idrâk eden, mahlûkâtın özel cüz ve parçalarıdır. Allahü teâlâ, bu parçalarda azabın elemini tatmak kabiliyetini yaratmaya muktedirdir.
IV. Esas: Mizan
Mizan haktır ve vardır.
Biz kıyâmet gününde (insanların amel defterlerini tartmak üzere) adalet terazileri kuracağız. Artık hiç kimse en ufak bir zulme uğramayacaktır. Yapılan amel bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getirir tartıya koyarız. Hesap gören olarak biz kâfiyiz. (Enbiyâ/47)
O zaman (kıyâmette) kimin hasenât tartıları ağır gelirse işte onlar zafere kavuşacaklardır. Kimin de tartıları hafif gelirse işte kendilerini hüsrana düşürenler bunlardır. Cehennemde ebedî olarak kalırlar. (Mü'minûn/102-103)
Tartının keyfiyeti şöyledir: Allahü teâlâ, amel sayfalarına, nezdindeki derecelere göre ağırlık verir. Yapmış oldukları amelleri, kulların kendilerine mâlûm olur. O zaman cezada adaletsizlik yapılmadığı, afta fazilet cihetine gidildiği ve sevabın kat kat artırıldığı görülecektir.
V. Esas: Sırat
Sırat, cehennem üzerine kurulmuş, kıldan ince ve kılıçtan keskin bir köprüdür. Şu ayet bize Sırat'ın varlığını bildirmektedir:
Onları cehennemin yoluna (sırat köprüsüne) sürün. Onları durdurun; çünkü onlar sorguya çekileceklerdir. (Saffât/23-24)
Sırat köprüsü, haddizatında mümkinâttandır; binaenaleyh ona inanmak vâcibdir. Çünkü kuşları havada uçurtan kâdir-i mutlak, insanları cehennem üzerinde kurulmuş bir köprüden geçirmeye de muktedirdir.
VI. Esas: Cennet ve Cehennem
Rabbinizin mağfiretine ve eni göklerle yer kadar olan cennete koşun! O cennet takvâ sahipleri için hazırlanmıştır. (Al-i İmrân/133)
Bu ayet-i celîledeki 'hazırlanmıştır' tâbiri cennetin şu anda mevcut olduğuna delildir. Cennetin mevcudiyeti muhal olmadığından, ayet-i kerîmeyi te'vil etmeye gerek yoktur ve bunun içinde olduğu gibi kabul edilmelidir.
Cennet ve cehennemin ceza gününden önce hazırlanmasında hiçbir fayda yoktur' denilemez; çünkü 'Allah yaptıklarından sorumlu değildir, ancak insanlar sorumludurlar!' (Enbiya/23)
VII Esas: Hak İmâm
Rasûlüllah'tan sonra hak İmâm (halife) Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'tır, ondan sonrada sırasıyla Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali'dir. Rasûlüllah'ın, muayyen bir şahsın halife olmasına dair kesin bir emri yoktur. Çünkü böyle bir emri olsaydı vali ve emirleri tâyin ettiği gibi, büyük imamı da tâyin etmesi ve bildirmesi daha evlâ olurdu ve bunu gizlemezdi. Herhangi bir vali ve emîri gizlemeden tâyin eden Hazret-i Peygamber, nasıl olur da halifeyi gizli bırakır. Eğer böyle olmamış olsaydı neden bu açıklık ortadan kaldırılmış ve bize ulaşmamıştır. Binaenaleyh Ebû Bekir Sıddîk, ashâb-ı kiramın seçmesi ve kendisine bi'at edilmesiyle İmâm olmuştur. Şayet Rasûlüllah, Hazret-i Ebû Bekir'in dışında iddia edildiği gibi başka bir sahabi için 'Hilâfet onun hakkıdır' demiş olsaydı ve sahabe-i kirâm da Rasûlüllah'ın bu sözünü dinlemeyip, Hazret-i Ebû Bekiri halife seçseydi, o zaman bütün sahabenin Rasûlüllah'a ihanet etmiş olması gerekir ki bu da sahabenin icmâmı yıkmak mânâsına gelir. Böyle bir küstahlığı iddia etmek cesaretine ancak Râfızîler yeltenebilir.
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'ın inancına göre, hiçbir tanesi istisna olmaksızın, bütün sahâbe-i kirâm tertemizdir. Allah ve Rasûlü'nün kendilerini övdüğü sahabîleri övmek, her müslümanın başta gelen vazifelerindendir.
Hazret-i Ali ile Muâviye arasında cereyan eden hâdiselerin esası içtihada dayanıyordu. Muâviye, hilâfeti Hazret-i Ali'den almak için ortaya çıkmış değildi. Hazret-i Ali, Hazret-i Osman'ın katillerinden, aşiretlerinin çokluğunu ve islâm ordusunda bulunmalarını nazar-ı itibara alarak, 'Bunları halifeliğin başlangıcında şeriatın kılıcına teslim edersem büyük bir sarsıntı olacaktır' kanaatiyle şer'î intikamın daha sonra alınmasını doğru buldu, Muâviye ise, şer'î cezanın ertelenmesinde, cinayetin de büyüklüğü nazar-ı itibara alınırsa kötü niyetlileri, Hazret-i Osman'dan sonra gelecek halifeler aleyhine harekete geçirecek ve müslümanların kanlarının akıtılmasına sebep olacak bir zeminin mevcudiyetine kani olarak derhal cezalandırılmalarını istedi. İşte hâdise bu iki ayrı ictihaddan doğmuştur.
Alimlerin en faziletlileri şöyle demişlerdir: 'Her ictihâd sahibi ecir kazanır'.
Başka bir grup da 'Aynı hususta ictihâd eden iki kişiden mutlaka biri ecir kazanır, diğeri ise yanılır' demişlerdir.
İlim sahiplerinden hiç kimse Hazret-i Ali'nin yanıldığına hükmetmemiştir.
VIII. Esas: Sahabenin Fazileti
Sahâbe-i kiramın fazileti halifelik tertibine göredir. Çünkü faziletin hakikati, Allah nezdinde olan fazilettir. Allah nezdindeki fazilete ise ancak Hazret-i Peygamber muttali olur.
Sahâbe-i kiramın tümünü öven birçok ayet ve hadîs vârid olmuştur. Onların arasındaki faziletin inceliklerini ve hangisinin fazilette daha önde olduğu keyfiyetini ancak vahyin inişini ve gelişini müşahede edenler, karşılaştıkları durumların karineleriyle bilirler ve tafsilâtını incelikleriyle çözerler. Eğer sahâbe-i kirâm, 'Fazilet halifelik tertibi üzeredir' kanaatına varmasaydı, halifeleri bu şekilde tertip etmezlerdi. Çünkü sahâbe-i kirâm, Allah yolunda gönül ve hatır gözetmeden yürüyen ve haktan hiçbir şekilde yüz çevirmeyen mübarek insanlardı.
IX. Esas: Hilafetin Şartları
Müslüman ve mükellef olduktan sonra halifede şu beş şart aranır:
1-Erkek olmak
2- Takvâ sahibi olmak
3- İlim sahibi olmak
4- Hilâfeti yürütecek kabiliyette olmak
5- Kureyş soyundan gelmek
Hazret-i Peygamber İmamlar Kureyş'tendir' buyurmuştur. 39
Bu sıfatlara sahip birkaç talip varsa, halkın çoğunluğu tarafından seçilen halife olur. Ekseriyetin görüşüne muhalefet eden bâğî ve âsîdir. Onu hakka çevirmek bütün müslümanlara vâcibdir,
X. Esas: Fitne Korkusu Olduğunda İmâm'ın Tayini
Fitneden korkulduğu takdirde, yukarıda zikredilen sıfatların bir kısmına sahip olmasa bile halife seçilen zâtın imamlığı kabul edilir.
Hilâfet makamına talip olan kişide, ilim ve takvâ, kâfi derecede bulunmaz, azledilmesine de güç yetmez ve azledilmeye kalkışıldığında bir fitnenin kopmasından korkulursa, onun imamet ve hilâfetinin doğruluğuna hükmederiz. Aksi takdirde müslümanları, zikrettiğimiz şartların eksikliği sebebiyle doğacak olandan daha büyük bir zarara sokmuş oluruz. Binaenaleyh maslahat, Tâlibde aranılan bazı şartlar yoktur' diye yıkılmaz. Bir saray bina etmek için bir şehri yıkan kimse gibi hareket edilemez. Ülkeyi halifesiz bırakmak ve birtakım şartlardan mahrum olan halifenin hükümlerini fâsid ilân etmek felâketi de sözkonusudur ki bu muhaldir. Halbuki, biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, bâğîlerin elinde bulunan memleketlerde verilen hükümlerin dahi geçerli olduğunu kabul ederiz.
Binaenaleyh zaruret ve ihtiyaç anında, nasıl olur da birtakım sıfatlardan mahrum bir kişinin hilâfet ve imametinin doğruluğuna hükmetmeyiz?
Akaid kaideleri olan kırk esası ihtiva eden dört rükün işte bunlardır. Bu rükünlere inanan, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaattendir ve bid'atçılar güruhundan ayrılır. Allahü teâlâ tevfîki ile bizi doğrultup, hak ve hakikate iletir. O'ndan geniş cömertliği, fazilet ve minnetiyle bize hakkı nasip etmesini; efendimiz Hazret-i Muhammed'e, âline ve bütün seçkin Mü'minlere bol rahmetler niyaz ederiz.
37) Buhârî ve Müslim, (İbn-i Abbâs'tan)
38) Buhârî ve Müslim, (Hazret-i Âişe'den)
39) Nesâî, (Enes'ten) ; Hakim, (İbn Ömer'den ve Hazret-i Ali'den, sahih olarak) ; Buhârî, Târih
Bu bölümde üç mesele vardır:
I. Mesele
Alimler İslâm, îmanın aynısı mıdır, gayrisi mıdır? Gayrisi ise imandan ayrılıp tek başına var olabilir mi? Yoksa imana bağlı ve ondan ayrılmaz mı? hususlarında ihtilâfa düşmüşlerdir.
Kimisi, îman ile İslâm'ın birşey olduğunu ve aynı anlama geldiğini söylemiştir. Başka bir kavle göre de îman ve İslâm, birleşmeyen, ayrı ayrı iki şeydir. Her birisi müstakildir ve kendi başına var olabilir. Diğer bir kavle göre ise îman ve İslâm ayrı şeylerdir, fakat her ikisi de birbirine bağlıdır.
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kut'ul-Kulûb adlı eserinde bu konudaki uzun ve ihtilaflı beyanları nakletmektedir. Biz ise, süratle, dedikodulara bakmaksızın hakkı beyan etmeye başlayalım.
Bu konuda üç bahis vardır:
a Lugavî anlamları
b. Şer'î anlamları
c. Dünya ve âhiretteki hükümleri
Birincisi lugatla, ikincisi tefsirle, üçüncüsü de fıkıh ve şeriatla ilgilidir.
a. îman ve islâm kelimelerinin lûgat yönünden izahı hakkındadır.
İmanın, tasdikten ibaret olduğu bir gerçektir.
Şimdi ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsın! (Yûsuf/17)
Buradaki Mü'min kelimesi 'tasdik edici' mânâsına gelmektedir, îslâm kelimesi ise inat ve temerrüdü terkedip iz'an ve inkıyatla teslim olmak demektir. Tasdik'in özel mekânı kalptir. Dil, kalpteki tasdikin tercümanıdır. Teslim ise, ister kalpte, isterse de lisan ve azalarda olsun, umumî bir mânâ arzeder. Binaenaleyh, ne zaman kalp ile tasdik varsa, teslim de vardır; bu durumda inat ve temerrüt terkedilmiş demektir. Dil ile itiraf da, kalp ile tasdik etmek gibi, teslim olmak, inat ve temerrüdü terketmek mânâsına gelmektedir. Azalarla inkıyat ve itâat da aynı mânâyı ihtiva eder. Binaenaleyh, lûgat yönünden İslâm kelimesi âmdır; yani umumî mânâyı ifade eder. İmansa hastır; hususî bir mânâ için kullanılır. O halde îman İslâm'ın en şerefli cüz'ü demektir. Oysa îmanın mânâsı olan 'kalp tasdiki3 mevcutsa, İslâm'ın mânâsı olan 'teslimiyet' de mevcut demektir. Fakat bunun zıddı düşünülemez. (Yani, "Nerede 'teslimiyet' varsa orada tasdik'i de vardır" denilemez) ,
B- Îman ve İslâm kelimelerinin şer'î yönden tahlili hakkındadır.
Şeriat dilinde, Îman ve İslâm'ın, iki eşanlamlı kelime olarak aynı mânâda kullanıldıkları bir gerçektir. Bu iki kelime bazen ayrı mânâları ifade etmek için de istimâl edilmiştir. Bazen da tedâhül, (aynı mefhumun anlaşılması) için ortaklaşa kullanılmışlardır.
'Îman ve İslâm' kelimelerinin müteradif (eş anlamlı) olarak kullanıldıkları yerlerden biri şu ayettir:
Nihayet Lüt'un memleketinde bulunan müzminleri (oradan) çıkardık (ki kalan kâfirleri helâk edelim. ) Fakat orada bir evden başka müslüman bulamadık. (Zâriyât/35-36)
Bütün müfessirler, Lût'un memleketinde, bir evden (ki o da Lût ve kızlarının eviydi) başka ev bulunmadığında müttefiktir. (Âyet-i celîlede 'mü'min' ile 'müslim' tâbirleri aynı mânâyı ifade etmektedir) .
Başka bir ayet:
Musa, kavmine şöyle dedi: 'Ey kavmim! Siz gerçekten Allah'a îman etmişseniz ve O'nun birliğine ihlâs ile teslim olmuş müslümanlarsanız yalnızca O'na dayanıp güvenin'. 40 (Yûnus/84)
Hazret-i Peygamber ise şöyle buyurmuştur:
İslâm (dini) beş temel üzerine bina edilmiştir: a) Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in de O'nun Rasûlü olduğuna şehadet etmek, b) Namaz kılmak, c) Zekât vermek, d) Hacca gitmek, e) Ramazan orucunu tutmak. 41
Bir ara Hazret-i Peygambere îmanın mahiyeti sorulmuş; o da îmanın yukarıda sayılan beş unsurdan ibaret olduğu cevabını vermişlerdi. (Böylece Îman ve İslâm kelimelerinin aynı mânâyı ifade ettiğini beyan buyurmuşlardır. )
Îman ve İslâm kelimelerinin ayrı anlamlar ihtiva ettiği hususuna gelince, bunun misâli şu ayettir:
(Ganimet hevesiyle, görünüşte İslâm'ı kabul eden bazı) bedevîler 'Biz gerçekten îman ettik' dediler. De ki: "Siz kalplerinizle îman etmediniz. Ancak, 'Biz, (kılıç korkusundan ve İslâm nimetinden faydalanmak için) müslüman olduk' deyin! Îman henüz kalplerinize girmemiştir. " (Hucurât/14)
Bu ayetteki "Biz müslüman olduk, deyiniz!" cümlesinin mânâsı 'Zahirde teslim olduk' demektir. Binaenaleyh ayette 'îman' kelimesinden sadece 'tasdik' murâd edilmiştir. 'İslâm'dan ise 'Dil ve azalarla zahirde teslim olmak' mânâsı murâd edilmiştir. Cibril hadîsi olarak bilinen hadîste, Cebrâil îman'ı sorduğu zaman, Hazret-i Peygamber şöyle cevap vermiştir:
Îman Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, son güne, ölümden sonraki dirilmeye, hesaba ve kaderin hayrına ve şerrine inanıp bunları tasdik etmen demektir.
İslâm, Allah'ın birliğine ve varlığına ve O'ndan başka hak mabud olmadığına ve Muhammed'in de O'nun rasûlü olduğuna şahitlik etmen, namaz kılman, zekât vermen, hacca gitmen ve oruç tutmandır.
Hazret-i Peygamber bu cevaplarıyla İslâm'ın zahirde, söz ve amelle teslim olmaktan ibaret olduğunu belirtmiştir.
Sa'd'dan42 gelen bir hadîs de şöyledir:
Hazret-i Peygamber adamın birine birşeyler verdi; fakat orada bulunan başka birisine hiçbir şey vermedi. Bunun üzerine Sa'd (radıyallahü anh) 'Ey Allah'ın Rasûlü! Mü'min olmasına rağmen filân adama birşey vermedin?' dedi. Hazret-i Peygamber de 'yoksa müslim midir?' buyurdu.
Sa'd, aynı suali bir kere daha tekrar etti ve Rasûlüllah da yine yukardaki cevabı verdi. 43
(Bu muhavereden anlaşılıyor ki, Mü'min kelimesinin ifade ettiği mânâ ile 'müslim' kelimesinin mânâsı ayrı ayrıdır. )
Tedahüle gelince, bu konuda da şöyle bir hadîs vardır:
Hazret-i Peygamber 'Amellerin hangisi daha üstündür?' sorusuna 'İslâm'; 'İslâm'ın hangisi efdaldir?' sorusuna da 'Îman' cevabını verdiler. 44
İşte bu hadîs-i şerif, İslâm ve Îman kelimelerinin ayrı ayrı mânâlara geldiğine ve birinin diğerine girişik, yani mütedâhil olduğuna delildir. Lugatta kullanılan en muvafık vecih budur. Çünkü îman, amellerden birisi ve hatta en üstünüdür.
Teslimiyet mânâsına gelen İslâm' ise ya kalple veya dille veyahut da azalarla gerçekleşir. Bunların en üstünü kalple olan teslimiyetle, 'îman' diye adlandırılan tasdikten ibarettir.
Îman ve İslâm kelimelerinin ayrı ayrı mânâlarda veya teradüf cihetiyle kullanılması, yerinde birer hakikattirler. Herhangi bir mecaz mevzuubahis değildir. (Yâni Arap lügati geniş imkânlara sahip olduğu için, bu terimler bütün bu mânâları ifade etmektedir ve hepsi de bu mânâlarda kullanılmıştır. )
Farklı mânâlarda kullanılmalarına gelince, 'îman', sadece kalp ile yapılan tasdikten ibarettir ve îmanın bu mânâda kullanılması lûgata da uygundur. İslâm' ise, sadece zahirî teslimiyet manasınadır. Bu da lûgata muvafıktır; çünkü teslim edilmesi gereken şeylerin bir kısmının yerine getirilmesine 'teslim' ismi verilir. Bu şekilde isimlendirmek için umumî mânânın, yani teslim olunması gereken şeylerin tamamının bulunmasına lüzum yoktur. Çünkü bir başkasına bedeninin tümüyle değil yalnızca bir cüzüyle temas eden bir kimseye 'temas edici' denilmektedir. Binaenaleyh 'İslâm' kelimesinin bâtınî teslimiyet olmaksızın yalnızca zahirî teslimiyete ıtlak olunması, dile ve lûgata uygundur.
Göçebeler, 'îman ettik' dediler. De ki: "Îman etmediniz; fakat 'müslüman olduk' deyiniz!" (Hucurât/14)
Hazret-i Peygambcr'in, Sa'd'ın rivâyet ettiği hadîsindeki 'Yoksa müslim midir?' sözleri, bu mânâya hamledilmiştir. Görülüyor ki Hazret-i Peygamber, 'îman'ı 'İslâm'dan üstün tutmuş; ayrı ayrı mânâlara gelmeleriyle, Mü'minin derece ve makam bakımından müslimden üstünlüğünü ifade buyurmuştur.
Tedahüle gelince, îman hususunda, bu keyfiyet de lugata mutabık ve uygundur. Bu defa İslâm' terimi kalp, söz ve amelin tümüyle teslim olmaktan ibaret bir mânâ genişliği kazanır. Îman teriminin mânâsı ise, İslâm'ın umumî tarifinde bulunan kalbin tasdikinden ibaret olur. İşte tedahülden bunu kastediyoruz. Bu, Îmanın hususî ve İslâm'ın da umumî oluşu bakımından lugata uygundur. İşte Rasûlüllah'ın, İslâm'ın hangisi efdaldir?' sorusuna, îmandır' şeklindeki cevabı. . .
Çünkü Rasûlüllah İmanı, İslâm'ın umumî mânâsından özel bir parça olarak kabul etmiş ve böylece İmanı, İslâm'ın umumî mânâsına dâhil etmiştir.
Eşanlamlı kullanımına gelince, İslâm tâbiri, hem kalbî ve hem de zahirî teslimiyet demektir. Çünkü her ikisi de netice itibariyle teslimiyettir. Îman da böyledir. Kalbin tasdiki olan 'îman'ı, hususî mânâsında tasarruf yaparak umumîleştirmek ve zahirî teslimiyeti îmanın mânâsına idhâl etmek caizdir.
Çünkü söz ve amelle, zahirde teslim olmak, iç âlemdeki tasdikin meyvesi ve neticesidir. Bazı ibarelerde ağaç kelimesi geçer. Fakat bu tâbirden, müsamaha yoluyla, 'ağaçla birlikte 'Meyvesi' de kastedilmektedir. İşte bu kadarcık umumîleştirmek ile 'îman' tâbiri 'İslâm'ın müteradifi olmakta ve birbirine mutabık ve uygun düşmektedir. Böylelikle 'îman', 'İslâm'dan ne bir santim eksik ne de bir santim fazladır. Allahü teâlâ'nın 'Fakat bir evden başka, orada müslüman da bulmadık' ayeti 'Îman' ve 'İslâm'ın eşanlamlı kelimeler olduğunu göstermektedir.
c. Îman ve İslâm'ın şer'î hükümleri hakkındadır. Îman ve İslâm'ın dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki hükmü vardır. Uhrevî hükümleri şunlardır:
Mü'min ve müslümanların ateşten çıkarılması ve orada ebedî bırakılmaması. . . Çünkü Hazret-i Peygamber 'Kalbinde zerre kadar îman bulunan bir kişi cehennemden çıkar'45 buyurmuştur. Bu hükmün hangi mânâya geldiği hususunda ulema ihtilâf etmiş ve bu hükme vesile olan 'îman'ın ne olduğu hakkında şunları söylemişlerdir:
1- Îman, kalbin mücerret tasdikidir.
2- Kalbin tasdiki ve dilin ikrarıdır.
3- Kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve zahirî azaların amelidir.
Biz bu girift meselenin üzerindeki perdeyi kaldırarak deriz ki; îmanın yukarıda zikredilen üç tarifine uygun olarak hareket eden bir müslümanın yeri, şeksiz şüphesiz cennettir, İşte birinci derece budur.
İkinci derece ise bu üç tariften ikisinin tamamını ve üçüncüsünün de bir kısmını ihtiva eder. Mü'min, diliyle ikrar ve kalbiyle tasdik eder, bir kısım amelleri de yapar. Fakat bununla beraber, büyük bir günahı veya büyük günahlardan bir kısmını işler. İşte böyle bir kimse hakkında Mutezile şöyle der:
Kişi, amellerin bir kısmını terkettiğinden dolayı 'îman'dan çıkar ve aynı zamanda küfre de girmez. Zira diliyle ikrar, kalbiyle tasdik etmiştir. Böyle bir insan 'fâsık'tır. Bu kişi 'îman' ile 'küfür' arasında bir mertebededir ve cehennemde ebedî kalacaktır.
İleride de zikredeceğimiz gibi, Mu'tezile'nin bu inancı bâtıldır.
Üçüncü dereceye gelince, kalp ile tasdik, dil ile ikrar bulunduğu halde, azalara ait amellerin mevcut olmamasıdır. Böyle bir kimsenin (veya îmanın) hükmünde âlimler ihtilâfa düşmüştür.
Ebû Tâlib el-Mekkî, 'Azalarla amel etmek imandandır ve îman ancak amel ile tamamlanır' demiş ve bu hükümde ulemânın icmâl olduğunu iddia etmiştir. Bunu söylerken de görüşün aksini isbat eden birçok delilleri de zikretmiştir. Şöyle ki:
Îman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için konak olarak Firdevs cennetleri vardır. (Kehf/107)
Bu ayet, amelin imandan sonra geldiğini ve îmanın aynı olmadığını bildirir. Eğer ayet bu mânâda olmasaydı 'îman edip' dedikten sonra 'sâlih amel işleyenler' tâbirini kullanmak fazla olurdu.
Daha garibi, Ebû Tâlib el-Mekkî, bu meselede icmâ bulunduğunu iddia etmekle beraber Hazret-i Peygamberin 'Kişi ikrar ettiği hakikati inkâr etmedikçe küfre girmez'46 hadîsini de nakleder. Diğer taraftan Mu'tezile'nin, 'mü'min büyük günahları işlediği için cehennemde ebedî kalır' şeklindeki hükmünü de inkâr etmektedir. Halbuki 'Amel-i sâlih imandandır' diyen bir kişi, kılı kılına Mutezile mezhebini kabul etmiş olur. Çünkü ameli imandan sayan kişinin 'Kalbi ile tasdik, diliyle ikrar eden ve bunları yaptıktan sonra da derhal ölen bir kimse cennette midir?' sorusuna elbette ki 'Evet' demesi icap eder. Bunu söylediğinde de amelsiz bir îmanın varlığına hükmetmiş olur.
Biz daha da ileri giderek kendisinden şunu soruyoruz: 'Kalbiyle tasdik ve diliyle ikrarda bulunan kişi hemen ölmeyip de bir namaz vakti girinceye kadar yaşasa ve o namazı terkettikten veya zina ettikten sonra ölse acaba cehennemde ebedî kalır mı?'
Eğer 'Evet' derse Mu'tezile'nin iddiasını tasdik etmiş olur. 'Hayır' dediğindeyse amelin, 'îmanın' rüknü olmadığını ve îman ile cenneti kazanmada amelin herhangi bir rolü bulunmadığını açık bir şekilde ikrar etmiş olur.
'Uzun bir zaman yaşayıp namaz kılmayan ve şer'î amellerin hiçbirisini yapmaya yönelmeyen bir kimseyi kastediyorum' dese, biz de şöyle deriz: Bu uzun zamanın bir hududu yok mudur? İmanın iptal olabilmesi için tâatların kaç adedinin terki lâzımdır? İmanın bozabilmesi için büyük günahların kaç tane olması gerekir?
İşte bunun takdiri mümkün değildir ve hiç kimse böyle bir takdir ve tahdide kalkışamaz.
Dördüncü derece, kalben tasdik ettikten sonra, henüz dil ile ikrar ve amellerle meşgul olmazdan evvel ölmesidir. Acaba böyle bir insan 'mü'min' olarak mı ölmüştür? İşte ulemâ burada ihtilâf etmiştir. 'İmanın tamam olması için dil ile ikrar şarttır' diyenler, böyle bir insanın 'imandan evvel öldüğüne' hükmederler. Oysa bu hüküm fasittir; çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kalbinde zerre kadar îman olan bir kimse? cehennemden çıkar.
Kalbi 'imanla dolup taşan böyle bir kişi nasıl olur da cehennemde ebedî kalır?
Cibril hadîsinde de, 'îman' etmek için, Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve son günü tasdik etmek şartı ileri sürülmüştür. Nitekim bu hakîkat daha önce izah edilmişti.
Beşinci derece, kişinin, kalp ile tasdik ettiği halde; ömrü şehâdet kelimelerini dille söylemesine müsait olmasına ve bunun kendisine vâcib olduğunu bilmesine rağmen dil ile ikrarda bulunmamasıdır. Binaenaleyh dil ile ikrar etmemesi şu ihtimal dâhilinde bahis mevzuudur: İnkâr etmemekle beraber namaz kılmakta gevşeklik gösterdiği gibi, bunda da ihmalkâr olabilir. Böyle bir kimsenin Mü'min olduğunu ve ebediyyen cehennemde kalmayacağını sanıyoruz. Çünkü îman, mücerret tasdikten ibarettir. Dil ise, îmanın tercümanıdır.
Binaenaleyh îman, dilden evvel var olmalı ki, dil, var olan o şeyin tercümanı olabilsin. İşte bu, en açık hükümdür. Çünkü burada dayanılacak senet, ancak, kelimelerin icaplarına tâbi olmaktır. Halbuki Arap dilinde îman kalbin tasdikinden ibarettir ve Hazret-i Peygamber de 'Kalbinde zerre kadar îman olan ateşten çıkar' buyurmuştur. Şu halde vacip bir fiilin sükût ile ortadan kalkmadığı gibi, vacip olan ikrarı terketmek de kalbden îmanı silmeye vesile olamaz.
Bazı âlimler 'Dilin ikrarı, îmanın rüknüdür çünkü şehâdet kelimeleri, kalplerdeki îmanı haber vermek için değil aksine ayrı bir akid ve ayrı bir şehâdetin başlangıcı ve iltizamıdır' derler. Fakat birinci hüküm daha açıktır.
Kalp ile tasdik imkânı olduğu halde dil ile ikrardan imtinâ edenler hakkında Mürcie çok ileri gider ve 'Böyle bir kimse asla ateşe girmez' derler ve sonra da şöyle devam ederler: 'mü'min kişi isyan etse dahi cehenneme girmez'.
Biz bu hükmün çürüklüğünü ilerideki bahislerde isbat edeceğiz.
Altıncı derece, diliyle 'Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlüllah' dediği halde kalbi ile tasdik etmemektir.
Bizim şüphemiz yoktur ki, böyle bir kimse âhiret hükmüne göre kâfirdir ve ebediyyen cehennemde kalacaktır. Yine şüphe etmiyoruz ki, idare ile ilgili olan dünyevî hükümlere nazaran böyle bir kimse müslümandır; çünkü kalbe, Allah'tan başka hiç kimse, muttalî olamaz. Biz müslümanlara düşen vazife, 'Diliyle söylediği şey kalbinde de vardır zannıdır. Fakat bu kişi ile Allah arasında, dünya hükümlerinden plan üçüncü bir emirde şüpheye düşüyoruz. Şöyle ki: Böyle bir kimse müslüman bir akrabasının ölümünden sonra, kalbi ile de İslâm dinini tasdik ederek, fetva istemek üzere 'Akrabam öldüğü sırada ben kalben İslâm dinini tasdik etmiyordum. Şu anda ise onun mirası benim yanımdadır. Acaba bu miras bana helâl midir?' dese veya böyle bir kimse kalben İslâmiyet'e inanmadığı sırada müslüman bir kadınla evlense ve sonra da kalben İslâmiyet'e inansa nikâhının yenilenmesi lâzım gelir mi? İşte bu, düşünülecek bir noktadır. Şöyle demek de mümkündür: İster zâhir isterse de bâtın olsun dünya hükümleri, zahirî söze bağlıdır'.
Şöyle de denebilir: 'Dünya hükümleri, o şahıs hakkında değil, onunla ilgili olan başkaları hakkındaki zahirî söze bağlıdır. Çünkü insanın, Allah ile kendi arasında bulunan iç âlemi başkasına karanlık, kendisine ise aydınlıktır'.
Hakikî ilmin Allah'a mahsus olduğunu ikrar etmekle beraber o kişi hakkında en açık fetva şudur: 'Almış olduğu miras kendisine haramdır ve nikâhını da yenilemelidir'.
İşte bu sırra binâen Huzeyfe b. Yemân (radıyallahü anh) , münafıkların cenaze namazına iştirak etmezdi. Hazret-i Ömer de (radıyallahü anh) bu hususta Huzeyfe'yi izler, onun katılmadığı cenazelere katılmazdı.
Helâli aramak ve elde edilmesi için çaba sarfetmek, farîza üstüne farizadır.
Namaz, her ne kadar ibadetlerden ise de dünyanın görünür fîillerindendir. Allah'a kulluk bakımından yapılması vacip şeylerden olan haramlardan sakınarak kaçmak da her Mü'minin vecibesidir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bu hadîs, "Vâris olmak islâm'ın hükmüdür. İslâm ise zahirî hükümlere teslim olmaktır' sözümüze zıt düşmez. Çünkü tam teslimiyet, zâhir ve bâtını kapsayan teslimiyettir.
Bütün bu incelikler zahirî ibareler, umumlar ve kıyaslar üzerine bina edilen fıkhî ve zannî bahislerdir. Binaenaleyh ilimlerde kusurlu olan bir kimse, 'Kesinlik ve katiyet ifade eden kelâm ilminde vârid olması âdetten olan bu meseleler kesindir zannına kapılmamalıdır. Zira ilimlerde zahirî merasim ve âdetlere bakan kimseler hiçbir zaman felâh bulmamışlardır.
Eğer 'Mutezileve Mürcie'nin şüphesi nedir ve onların sözlerini iptal edecek deliller hangileridir? dersen şöyle cevap veririz: Onların şüpheleri Kur'ân'ın umumî hükümlerindendir.
Mürcie şöyle der: 'Bir Mü'min, bütün günahları işlese bile ateşe girmez; çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Gerçekten biz o Kur'ân'ı işittiğimiz zaman ona îman ettik. Kim rabbine îman ederse artık ne mükâfatının azalacağından ve ne de bir haksızlığa uğrayacağından korkmaz. (Cin/13)
Allah'a ve peygamberlerine îman edenler, rabbleri katında (imanları hususunda) tıpkı çok sâdık olanlarla (Allah yolunda cân veren) şehidler (gibi) dirler. Onların hem sevapları ve hem de nurları vardır. . . (Hadîd/19)
(Cehennem) , neredeyse öfkesinden çatlayacak (hale gelir) . (Kâfirlerden) her topluluk onun içine atıldıkça cehennem bekçileri o kâfirlere sorarlar: 'Size, azap ile 'korkutan bir peygamber gelmedi mi?' Onlar da "Evet, doğrusu, bize, azap ile korkutan bir peygamber geldi; fakat biz onu yalanladık ve 'Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz muhakkak büyük bir sapıklık içindesiniz' dedik" derler. (Mülk/8-9)
Ayetteki 'Kafirlerden her topluluk onun içine atıldıkça' hükmü umum ifade eder. Binaenaleyh ateşe atılanlarda peygamberleri tekzip etme sıfatının bulunması şart koşulmuştur'.
Mürcie, sözkonusu hükümleri şu ayete dayandırmaktadır:
O ateşe ancak (peygamberleri) inkâr eden ve (imandan) yüz çeviren kafirler girer. (Leyl/15-16)
İşte bu ayette 'hasr', 'isbat ve 'nefy vardır. Şöyle ki, Allah; cehenneme girmeyi, peygamberleri yalanlayan ve imandan yüz çevirenlere hasreder, onların dışında kalanları bu hükmün hâricinde bırakır (nefy) ve bu azabı ancak onlar için isbat eder.
Kim (kıyâmet gününde) hasene ile (ihlâslı bir Tevhîdle) gelirse bundan dolayı ona bir hayır verilir. Onlar, o kıyâmet azabının korkusundan emin kalırlar. (Neml/89)
Nasıl ki kötülüklerin başı küfürse) iyiliklerin başı da imandır. Allahü teâlâ ihsan edenleri sever. (Al-i İmrân/148)
Gerçekten îman edip sâlih amel işleyenlere gelince, şüphe yok ki biz böyle güzel bir amel işleyenin mükâfatını zayi etmeyiz. (Kehf/30)
Delil olarak gösterdikleri ayetlerde Mürcie'yi destekleyen, işlerine yarayan hiçbir hüküm yoktur. Çünkü sözkonusu ayetlerde zikredilen îman kelimesinden amel ile birlikte olan îman kastedilmektedir. Zira biz daha önce 'îman' zikrolunduğu zaman, bundan 'İslâm' kastedilir demiştik. Kalp, söz ve amel ile tarif edilen imana muvafık ve uygun olanı da budur. Bizim bu te'vilimizin delili, âsilerin cezalandırılması ve bu cezanın takdiri hakkında gelen birçok hadîslerdir.
Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
Kalbinde zerre miktarı îman bulunan kimse ateşten çıkacaktır.
Binaenaleyh Mürcie'ye soruyoruz: 'Ateşe girmeyen bir insan nasıl olur da ateşten çıkar? (Ateşten çıkmak, daha önce ateşe girmeyi gerektirmez mi?) '. Kur'ân-ı Kerîm'de bizim te'vilimizi destekleyen ayet şudur:
Muhakkak ki Allah, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını, dilediğine bağışlar. Kim Allah'a eş koşarsa doğrusu çok uzak bir sapıklığa düşmüştür. (Nisâ/116)
Bu ayetteki, 'dilediğini bağışlar' kaydı, azâbın taksimine delâlet eder; yani dilediğini affeder, dilediğine de azap eder.
Bizi destekleyen bir diğer ayet de şudur:
Kim Allah'a ve peygamberine isyan ederse ona, içinde sonsuz kalınacak olan cehennem ateşi vardır. (Cin/23)
Bu ayetteki hükmü 'küfre' bağlamak zoraki bir te'vilden başka birşey değildir.
İşte bizi destekleyen başka bir ayet:
İyi bilin ki doğrusu zâlimler sürekli bir azaptadırlar. (Şûrâ/45)
Kim fenalıkla gelirse yüzükoyun ateşe atılır. (Neml/90)
İşte naklettiğimiz bu ayetlerdeki umum, Mürcie'nin delil olarak gösterdiği umumun muârız ve nâkızıdır. Binaenaleyh iki tarafın da 'umum'unu tahsis ve te'vil etmek gerekmektedir.
Çünkü hadîs-i şeriflerde âsi kimselerin azap görecekleri hususu açıkça belirtilmiştir. 47
Allahü teâlâ'nın İçinizden oraya (cehennem) uğramayacak kimse yoktur. Bu, rabbinizin katında kesinleşmiş bir hükümdür' (Meryem/71) ayeti herkesin mutlaka ateşe varacağına sarih bir delildir. Çünkü hiç bir Mü'min, günah irtikâbından hali değildir. Allahü teâlâ'nın Leyl suresinde 'O ateşe ancak (peygamberleri) inkâr eden ve (imandan) yüzçeviren kafirler girer' buyurması ise, ateşe giren hususî bir topluluğu murâd içindir. Veya eşkâ tabiriyle en şakî kimseler kastedilmiştir.
Mülk suresinin 9-10. ayetlerindeki fevc kelimesiyle de kâfirlerden bir grup kastedilmiştir.
Umumî hükümlerin tahsis edilmesi görülmemiş şeylerden değildir, Bu olabilir ve inkâr da edilemez, Bu ayetten ötürü, İmâm Eş'arî ile kelâmcılardan bir grup 'umum' sigalarını inkâr etmişler ve bu lafızların, sadece mânâlarına delâlet eden bir karinenin belirmesine bağlı olduğunu söylemişlerdir.
Mu'tezile'ye gelince, onları şüpheye sürükleyen ve mezheplerinin tesisine vesile olan ayetler şunlardır:
Bununla beraber şüphe yok ki ben tevbe eden, îman edip, sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım. (Tâhâ/82)
And olsun asra ki gerçekten insan ziyandadır. Ancak îman edip de sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Asr suresi)
İçinizden oraya (cehenneme) uğramayacak kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.
Sonra Allah'tan korkup sakınanları kurtaracağız ve zâlimleri de toptan cehennemde bırakacağız. (Meryem/71-72)
Kim de Allah'a ve peygamberine isyan ederse ona, içinde sonsuz kalınacak olan cehennem ateşi vardır. (Cin/23)
Kim bir Mü'mini kasten öldürürse onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap ve lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. (Nisâ/93)
Bu ayetlerde olduğu gibi, Îman' ile birlikte 'amel-i sâlih' ten bahseden bütün ayetler Mu'tezile'ye göre böyledir. Fakat bu 'umumlar, Mürcie'nin delili olan 'umum'larda olduğu gibi, 'hususî'dirler.
Çünkü Allah, şöyle buyurmuştur:
Bu günahtan başkasını dilediğine bağışlar. (Nisa/116)
Binaenaleyh 'şirk'in dışında kalan günahlarda Allah'ın dilediğini affetme vasfına dokunmamak daha uygundur.
Rasûlüllah'ın şu hadîsi de Mutezile mezhebini iptal etmektedir:
Kalbinde zerre miktarı îman bulunan kimse, ateşten çıkar. Mu'tezile'yi iptal eden delillerden bâzıları da şu ayetlerdir:
Gerçekten îman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, şüphe yok ki biz böyle güzel bir amel işleyenin mükâfatını zayi etmeyiz. (Kehf/30)
Doğrusu Allah, güzel amel işleyenlerin mükâfatını zayi etmez. (Tevbe/120)
Binaenaleyh nasıl olur da Allah, bir tek günah ile, îman'ın esasını ve bütün tâatların ecrini zayi eder?
Nisâ süresindeki 'Kim bir Mü'mini kasten öldürürse onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir' mealindeki ayet de Mü'mini, 'mü'min' olduğu için öldüren kimse hakkında nâzil olmuştur. Nitekim ayetin sebeb-i nüzulü bu hakikati apaçık bildirmektedir.
Eğer "Sen bu te'villerinle 'Amel olmasa da îmanın esası vardır' demek istiyorsun. Halbuki selef-i Sâlihîn Îman, kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve azaların amelidir' şeklinde hüküm vermiştir. Binaenaleyh selefinkine muhalif bir görüş sence nasıl daha kuvvetli ve daha râcih (mûteber) olabilir?" dersen, buna şöyle cevap veririz: İmanın mütemmimi (tamamlayıcısı) olmak hasebiyle amelin imandan sayılması imkânsız değildir. Nitekim 'Baş ve eller insandandır' denilir; çünkü başsız bir cesedin insanlıktan çıktığı malûmdur. Fakat eli kesik bir iskelet, sırf bu sebeple, insan olmaktan çıkmaz. İşte böylece 'Tesbih ve tekbirler namazdandır denilmektedir.
Halbuki tahrim tekbiri hariç, diğer tekbir ve teşbihleri getirmesen de (Şâfiî mezhebine göre) namazın bozulmaz. Binaenaleyh kalp ile tasdik etmek 'îman'ın başıdır. Bu, tıpkı başın, insan varlığındaki Önemi gibidir; tasdiksiz îman yok demektir. Diğer ibadetlere gelince, bunlar insanın öbür azalarına benzer, birbirinden yüksek olabilir.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sahâbe-i kirâm (radıyallahü anh) Mu'tezile'nin 'insan zina edince imandan çıkar' şeklindeki inancına itibar etmemişlerdir. Hadîsin mânâsı şudur: 'Kişi zina ettiği anda tam ve kâmil bir imana sahip olamaz'. Nitekim, kötürüm, eli ve ayağı kesik, âciz bir insan için 'Bu, insan değildir' denilebilir. Bununla da "İnsanlık hakikatinin peşinden gelen 'kemâl' sıfatından mahrumdur" demek istenir.
II Mesele
Şayet "Selef ulemâsı 'îman'ın eksik ve fazla olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. (Selefe göre 'îman', 'ibadet'le fazlalaşmadığı gibi 'günah' ile de eksilmiş olmaz. 'Îman, tasdikten ibarettir' hükmü kabul edildiği takdirde eksiklik ve fazlalık tasavvur edilemez) " diyecek olursan, cevaben derim ki: Selef, şeriat sahibini gören âdil insanlardır. Onların sözlerinden hiç bir ehl-i îman dönemez. Onlar neyi zikretmişse 'hak' odur. İhtilâf, selefin sözünü anlamak hususundan neş'et etmektedir. Bu sözde, amel-i sâlihin, îmanın cüzlerinden ve varlığının rükünlerinden olmadığına dair delil vardır. Aksine sâlih amel, îman esasına eklenen bir fazlalıktır. Bu fazlalık mevcut olduğu zaman 'îman' artar; olmadığı takdirde de eksilir. Artan da mevcut, eksilen de mevcuttur. Birşeyin kendi nefsinde bulunan şeylerle artmadığı da muhakkaktir. Binaenaleyh 'İnsan, başıyla artar' denilemez, fakat 'İnsan, sakalıyla, yağıyla (şişmanlığıyla) artar' denilebilir, 'Namaz rükû ve sücudla artar' demek doğru değildir. Ancak 'Namaz, âdâb ve sünnetlerle artar' denilebilir. İşte selef âlimlerinin bu hükmü 'îmanın' sâlih amellerden önce var olduğunu açıkça belirtmektedir. Îman' var olduktan sonra, sâlih amellerle artar ve aksiyle de eksilir.
Şayet 'Kalbin tasdiki bir hakîkat olduğuna göre, nasıl olur da artmayı ve eksilmeyi kabul eder?' dersen, cevaben derim ki: Biz müdâheneyi (dalkavukluğu) terkettiğimizden, şerlilerin şerrine kulak asmadığımızdan ve gayenin üzerine gerilen perdeyi kaldırdığımızdan, şüpheler kendiliğinden zâil olmaktadır. Bu sebeple de deriz ki:
'Îman' kelimesi, müşterek mânâlı bir kelimedir ve üç anlamda kullanılmıştır:
1. Delilsiz olarak, sadece taklid ve telkin yoluyla, kalbin tasdikine ıtlak olunur ki bu, avamın imanıdır. Hatta havâss hâriç, bütün halkın îmanı da böyledir. Bu inanç kalbe vurulan bir düğümdür; bazen şiddetlenir ve kuvvetlenir, bazen de zayıflar ve gevşer; tıpkı ipteki düğümler gibi. Halk tabakasının imanının böyle olmasını uzak bir ihtimal sanma. Bunu yahûdî ve onun korku, hayal, va'z, tahkik ve burhan ile sökülemeyen ve sökülmesi mümkün olmayan îmanı ile kıyaslayabilirsiniz. Aynı şekilde hıristiyan ve bid'atçının îmanı ile de mukayese edebilirsin. Hristiyan ve bid'atçılardan bazı kimseler vardır ki, az bir konuşma ile şüpheye düşürülmesi mümkündür. Az bir hayal ve korku ile inancının doğruluğundan caydırılması da imkansız değildir. Halbuki bu hristiyan veya bid'atçı, tıpkı yahûdî gibi, ilk inandığı zaman bu hususta şek ve şüphede değildi. Fakat bu iki grup (yani yahûdî ile hristiyan ve bid'atçılar) arasındaki fark, inançtaki şiddetten neş'et etmektedir. İşte bu durum, ]aak olan inançta da mevcuttur. Sâlih amel, bu şiddetin gelişmesine ve ziyadeleşmesine yardımcıdır; suyun, ağaçların gelişmesindeki tesiri gibi müessirdir. İşte bu sırra binâen Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Mü'minlere gelince, her inen sûre onların imanını artırmıştır ve onlar (o sûre) ile sevinirler. (Tevbe/124)
Allah imanlarını kat kat artırmaları için müzminlerin kalbine manevî huzur indirdi. (Fetih/4)
Hazret-i Peygamber, bazı hadîslerde vârid olduğu gibi Îman artar ve eksilir buyurmuştur. İmanın artışı, tâatların kalpteki tesirinden doğar. Taatların kalpteki tesiri, aneak ibadetlere devam edildiği ve onlara kalp huzuru ile dönüldüğü zaman, nefsini murâkabe eden bir kimse tarafından hissedilir. İbadete kalp huzuru ile daldığı zaman, kalbinin îman prensiplerine nasıl yöneldiğini ve nasıl sükûnet bulduğunu, imanını şek ve şüphelerle sökmeye çalışan kimseye karşı nasıl isyan bayrağını çektiğini idrâk eder.
Yetim hakkındaki merhametin mânâsına inanan insan, bu inancın sâikiyle, onun başını sıvazlar ve ona iltifat ederse, iç âleminde rahmetin kabardığını ve bu sıvazlamadan ötürü galeyana geldiğini idrâk eder. Tevâzuun iyi bir ahlâk olduğuna inanan bir kişi de, tevâzu icabı, başkasına hürmet eder, ta'zim gösterir ve o kimseye bizzat hizmet ederse kalbindeki tevâzunun engin mânâsını hisseder. İşte kalbin, zahirî amellerin çıkış noktaları olan bütün sıfatları böyledir. Zâhirî amellerin tesiri, çıkış noktaları olan kalp sıfatlarına dönerek onları kuvvetlendirir ve artırır. Bu durum, Münciyât ve Mühlikât bahsinde, bâtının zahirle ilgisi, amellerin inanç ve kalplerle olan alâkası beyan edildiği zaman, tafsilâtlı bir şekilde izah edilecektir. Çünkü bâtının zahirle ilgisi, amellerin inanç ve kalplerle olan bağlantısı, hadiselerle idrâk edilen bu kâinatın, basiretle idrâk edilen melekût âlemine bağlantısı cinsindendir. Kalp, melekût âlemindendir.
Azalar ve amelleri ise, mülk ve şuhûd âlemindendir. Bu iki âlem arasındaki ince bağ ve bağlantı, öyle bir hadde varmıştır ki, bazı insanların, iki âlemin birliğine hükmetmesine vesile olmuştur. Diğer bir grup da, şuhûd âleminden başka bir âlemin olmadığına kani olmuşlar ve şu görünen cisimlerin dışında herhangi bir varlığın mevcut olmadığına hükmetmişlerdir. Fakat iki âlemi idrâk ve ayrılıklarını müşâhede eden, aralarında bağlantı olduğuna inanan bir kimse, bu bağlantıyı şöyle tasvir etmiştir:
Hem şarap, hem de kadeh inceldi; Birbirine benzedi de mesele zorlaştı. Sanki bâde var da kadeh yok, Ve sanki kadeh var da bâde yok!
Ne ise biz bu incelikleri bırakarak esas maksada dönelim. Çünkü melekût âlemi, muamele ilminin dışında kalan bir âlemdir. Şu kadar ki, iki âlem arasında ittisal ve irtibat mevcuttur, işte bu sebeple, mükâşefe ilminin muamele ilmine tırmandığını her zaman görebilirsin. Bu durum, şiddetli ve ciddî bir çalışma neticesinde vuzuha kavuşuncaya kadar böyle devam eder. İşte îmanın taat ile fazlalaşmasının gereği bu mânâya göre bundan ibarettir.
Hazret-i Ali Îman evvelâ beyaz bir nokta olarak görünür. Kul, sâlih amel işlediği zaman, bu nokta gelişir, büyür ve bütün kalbi istilâ eder. Böylece kalp, bembeyaz kesilir. Nifak da, evvelâ siyah bir nokta halinde bulunur. Allah'ın yasakları irtikâp edildikçe bu siyahlık gelişir, büyür ve sonunda bütün kalbi kaplar. Bu şekilde kalp simsiyah kesilir ve üzerine adeta mühür vurulur. İşte mânevî mühürleme budur diyerek şu ayeti okumuştur:
Hayır, (zannettikleri gibi değil) , doğrusu onların kazandığı günahlar kalplerini kaplamıştır. (Mutaffifîn/14)
Îman yetmiş küsûr babdır. 49
2. İmandan, kalbin tasdiki ile birlikte azaların amelini murâd etmektir.
Nitekim, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Zâni, imanlı olduğu halde zina etmez.
Sâlih amel, îman kavramının muhtevâsına dâhil olduğu zaman, artması ve eksilmesi, artık, gizlenemez bir hakîkat olarak görünür. Fakat 'Sâlih amel, mücerred tasdikten ibaret olan îmanın artmasına tesir eder mi etmez mi?' meselesi tedkike değer. Biz daha önce 'tesir ettiğine' işaret etmiştik.
3. Îman kavramından keşif, delil ve basîret nuruyla müşâhede edilen yakînî tasdik kastolunmaktadır. Bu üç kısmın, ziyadeleşmeyi kabul etmek hususunda imkânsız görüneni işte budur. Fakat ben derim ki: Şüphe götürmeyen yakînî emirde de nefsin İtminânı değişir. Şöyle ki her ikisinde de şek ve şüphe olmamasına rağmen, nefsin, ikinin birden fazla olduğuna dair mutmain olması, âlemin sonradan yaratıldığına dair olan itminanı gibi değildir. Çünkü yakînî meseleler vuzuh derecelerine göre değişmektedir. Nefsin onlara karşı olan İtminânı da bizzarure değişir. Biz bu keyfiyeti Âhiret Âlimlerinin Alâmetleri bölümü ile Kitab 'ul-İlm'in Yakîn bölümünde izah etmiştik. Burada ikinci defa tafsilâta lüzum görmüyoruz.
îman, bu üç mânâdan hangisi için kullanılırsa kullanılsın, âlimlerin Îman, ziyade ve noksanlığı kabul eder hükmü haktır. Bu hükmün, hak olması şüphe götürmez; çünkü hadîsi şerifte 'Kalbinde zerre miktarı îman olan kişi ateşten çıkar' beyânı vârid olmuştur. Başka bir hadîste de 'zerretün min îmânin' yerine 'zerretün min dînârin' tâbiri kullanılmıştır. Eğer kalpteki tasdikler arasında fark yoksa, bu miktarların değişmesine ne mânâ vermek lâzımdır?
III. Mesele:
Selefin 'Allah dilerse ben Mü'minim' sözünün mânâsı nedir? Çünkü istisna şüpheyi; imanda şüphe ise küfrü iktiza eder. Bütün selef âlimleri 'Kesinlikle imanım vardır' şeklindeki cevabı menetmiş ve bu ifadeden sakınmışlardır.
Süfyân-ı Sevri "Ben Allah'ın nezdinde Mü'minim diyen, yalancılardan; 'Hakikat nokta-i nazarında ben Mü'minim' diyen de bid'atçılardandır" buyurmuştur. Bununla birlikte kişi, nefsinde Mü'min olduğunu bildiği halde böyle derse nasıl yalancı olabilir? Çünkü nefsinde Mü'min olan bir kimse, Allah nezdinde de Mü'mindir. Nasıl ki bir kişi, esasında uzun boylu ve cömert ise ve bunları da biliyorsa, bu keyfiyet Allah nezdinde de aynıdır. Aynı şekilde mesrur veya mahzun, işiten veya gören de böyledir.
Eğer bir insan 'Sen hayat sahibi misin?' sualine 'Eğer Allah dilerse hayat sahibiyim' şeklinde mukabele etse, bu doğru bir cevap olmaz.
Süfyân es-Sevrî, yukarıda geçen hükmü verdiği zaman kendisine 'O halde biz ne demeliyiz?' denildi, O da 'Allah'a îman ettik ve indirdiği hükme inandık deyiniz!5 dedi.
Acaba 'Biz Allah'a ve indirdiği hükme îman ettik' ile 'Ben Mü'minim' arasında ne fark vardır?
Hasan-ı Basrî'ye 'Sen Mü'min misin?' diye sorulur. İnşâallah' der. 'Niçin îman'da istisna yaptın?' diye sorulduğunda da şöyle cevap verir: "Peki ya bunun üzerine Allah bana 'Yalan söyledin ya Hasan!' derse? Bu yüzden de azaba müstahak olmaktan korktuğum için böyle söyledim".
Hasan-ı Basrî bir keresinde de şöyle demiştir: "Allah'ın bende bulunan ve malumatım dâhilinde olmayan birtakım kötülüklere muttali olması ve bundan dolayı bana buğzederek 'Ey kulum! Git! Senin hiçbir amelini kabul etmedim' demeyeceğinden ve yaptıklarımı boşa çıkarmayacağından emin değilim".
İbrahim b. Edhem de "Sana 'Sen Mü'min misin?' denildiği zaman, 'Lâ ilahe illâllah' ile cevap ver" derdi.
Bazen de "Ben imanımdan şüphe etmiyorum. Fakat bana 'Sen Mü'min misin?' diye sual sorman bid'attır" buyururdu.
Küfe fakihi Alkame b. Kays'a 'Sen Mü'min misin?' diye sorulduğunda 'Eğer Allah dilerse, öyle ümit ediyorum' cevabını vermiştir.
Süfyân-ı Sevrî şöyle demiştir: 'Bizler Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve rasûllerine îman: eden kimseleriz. Allah nezdinde ne olduğumuzu bilmiyoruz'.
Bütün bunlardan sonra, şu zevatın sözlerinde görülen istisnaların mânâsının ne olduğunu soracak olursan, bilmiş ol ki bu kabil istisnâ doğrudur. Bu istisnanın dört mânâsı vardır:
Bunlardan ikisi, îmanın aslındaki değil, sonu ve kemâli hakkındaki şüphelere istinad eder. Diğer ikisi ise, şüphe ile hiçbir yönde alâkası olmayan mânâlardır.
Şimdi bu dört mânânın tafsilâtına geçelim!
Birinci Anlam
Nefsi tezkiye etmemek için 'Ben kesinlikle Mü'minim' demekten kaçınarak 'inşâallah' istisnasını muhakkak kullanmaktır.
Nefislerinizi temize çıkarmayın. O, kendisinden korkanın kim olduğunu çok iyi bilendir. (Necm/32)
Şu kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? (Hayır iş) öyle değildir. Ancak Allah dilediğini temize çıkarır. Onlara kıl kadar zulmedilmez. (Nisâ/49)
Bak, Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar. Bu yanlış inançları onlara açık bir günah olarak yeter. (Nisâ/50)
Bir hakîme 'Kötü doğruluk nedir?' diye sorulduğunda, 'Kişinin nefsini övmesidir' diye cevap vermiştir.
Îman, övülmenin en üstünüdür. 'Kesinlikle benim imanım vardır' demek mutlak surette nefsi tezkiye etmektir. 'İstisnâ sîgası' (inşâallah) insanı tezkiyeden uzaklaştırır.
Nitekim bir insan, 'Sen doktor musun? Fakih veya müfessir misin?' denildiği zaman; doktorluğundan, fakih veya müfessirliğinden şüphe ettiğinden değil, belki bir çeşit alışkanlıkla 'Evet, Allah dilerse. . . ' der. Bu istisnâ ile kendisini nefsinin tezkiyesi tehlikesinden kurtarır.
Binaenaleyh istisnâ, nefisle ilgili haberleri zayıf düşürme ve tereddüt uyandırma sîgasıdır (nefisle ilgili haberlerin lüzumlu neticelerinden birisi olan nefsin tezkiyesini zayıf düşürmek içindir) . İmanın esasında şüphe edildiği zaman bu siga kullanılmaz. Bu te'vile binâen, kötü bir sıfatın mevcut olup olmadığı sorulduğunda istisna etmeksizin cevap vermelidir.
İkinci Anlam
Allah'ı, her hâlükârda zikretmeye çalışmak ve her emri Allah'ın dileğine ve meşiyetine havâle etmektir. Allahü teâlâ bu edebi Hazret-i Peygamberi Söyle öğretmektedir:
Hiçbir şey hakkında 'Bunu yarın yaparım' deme! Ancak 'Allah dilerse (yaparım) ' de! Unuttuğun zaman da Allah'ı an ve 'Olur ki rabbim beni, bundan daha yakın bir zamanda dosdoğru bir muvaffakiyete ulaştırır' de! (Kehf:23-24)
Hazret-i Peygamber, Allah'tan bu edep dersini aldıktan sonra, yapabileceğine şeksiz şüphesiz emin olduğu hususlarda bile bu istisnayı kullanırdı. Nitekim Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamberin diliyle aynen şöyle buyuruyor:
Andolsun ki Allah gerçekten o rüyayı Râsûlü'ne hak olarak doğru gösterdi. (Ey Mü'minler) ! İnşâallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde, korkmaksızm Mescid-i Harama, gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğiniz şeyleri bildi ve Mekke'nin fethinden Önce yakın bir fetih verdi. (Fetih/27)
Allahü teâlâ, ashâbın Mekke'ye gireceğini ve onların şehre girmelerine müsaade edeceğini şeksiz ve şüphesiz biliyordu. Fakat Allahü teâlâ'nın kasd-ı ilâhîsi, peygamberine edebi öğretmekti. Binaenaleyh Hazret-i Peygamber, ister mâlûm, isterse de şüpheli olsun, Allah'tan naklettiği herşeyde 'inşâallah' demek suretiyle bu edebin en güzel örneğini veriyordu. Hattâ kabristanın yanından geçerken veya oraya girerken şöyle derdi:
Ey Mü'minler evi (nin sakinleri) ! Selâm size! İnşâallah biz de, sizlere iltihak edeceğiz. 50
Ölülere iltihak etmekte şek ve şüphe var mıdır? Böyle olduğu halde, Hazret-i Peygamber edeb icabı Allah'ı zikretmiş ve herşeyi O'nun meşiyetine bağlamıştır. Bu siga, Allah'ın zikrine o derece delâlet eder ki, kullanılışta, rağbet ve temennî izhârından ibaret olarak kabul edilmiştir. Binaenaleyh sana 'Falan adam yakında ölecektir' denildiği zaman inşâallah diye mukabele ediyorsun. Senin bu sözünden, o kişinin ölümünü şüpheli karşıladığın değil, aksine ölmesini temenni ettiğin anlaşılmaktadır. Yine sana falan adamın hastalığı yakında zâil olacak ve sıhhata kavuşacaktır' denildiğinde, o hastalığın zâil olmasına taraftar olduğunu 'inşâallah' demek suretiyle izhâr etmektesin. Demek ki, İnşâallah' kelimesi teşkik (şüpheye düşürme) mânâsından rağbet ve temenni mânâsına geçmektedir. Böylece Allah'ı zikretmek edebini göstermek için hüküm ne olursa olsun, bu kelimeyi kullanmaktasın.
Üçüncü Anlam
İstisnâ sîgasının dayandığı temel şe^'tir ve anlamı 'Eğer Allah dilerse ben hakîkî Mü'minim' demektir. Çünkü Allahü teâlâ Mü'minleri, hakîkî ve gayr-i hakîkî şeklinde, iki kısma ayırmış ve muayyen kimseleri kastederek 'İşte bunlar gerçek Mü'minlerdir. Onlara rabbleri katında dereceler var, mağfiret ve cennette sayısız, tükenmez nimetler vardır. (Enfal/4) buyurmuştur.
İnşâallah' kelimesiyle ifade edilen şek ve şüphe îmanın aslına değil, kemâline râcidir. Haddi zâtında her insan, imanının kemâlinde şüphecidir. Böyle bir şüphe küfür değildir.
Îman'ın kemâlinden şüphe etmek iki cihetle haktır:
a. ) Nifak, îmanın kemâlini giderir. Halbuki bu, gizli bir haldir ve insan, bu halden, kesinlikle uzak olduğunu bilip kestiremez.
b) Îman, sâlih amellerle kemâle erer; fakat sâlih amellerin varlığı tam olarak idrâk edilemez. îmanın amellerle kemâle ermesi meselesine gelince, Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz ki Mü'minler ancak Allah'a ve Peygamberi'ne îman eden ve sonra da (imanlarında) şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlardır. İşte böyle kimseler imanlarında sâdık olanlardır. (Hucurât/15) Binaenaleyh şüphe, Mü'minlerin doğru olup olmamasındadır.
Yüzlerinizi (namazda) doğu ve batı tarafına çevirmeniz hayır ve taat değildir. Hayır ve taat, Allah'a, âhirete, meleklere, O'nun indirdiği kitaplara ve gönderdiği peygamberlere îman edenin; Allah'ın rızası (nı kazanmak) için malı (fakir) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere (kurtulmaları için) harcayanın; namazı gereği gibi kılan ve zekâtı veren kimsenin; söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenlerin, ihtiyaç ve sıkıntı hallerinde, cihad ve savaşlarda sabredenlerin hayır ve tâatıdır. İşte bu vasıfları taşıyanlar hakka uyan sâdıklardır ve yine bunlar takvâ sahipleridir. (Bakara/177)
Allahü teâlâ, bu ayet ile îmanın makbul olması için, yirmi sıfatın mevcudiyetini şart koşmuştur. Meselâ, ahde sadâkat göstermek, musibetlere karşı sabırlı olmak gibi. . .
Allah; îman edenlerinizi yükseltsin, Kendilerine ilim verilenleriniz için ise (cennette) dereceler vardır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Mücâdele/11)
Fetihten (Mekke'nin fethinden) evvel Allah yolunda (mal) harcayıp savaşanlarınız, diğerleriyle bir olmaz. Onlar, sonradan harcayıp savaşanlardan, fazilet ve derece yönünden daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine cenneti va'detmiştir. O bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Hadîd/10)
Onlar, Allah katında derece derecedirler. Allah (emin veya hain, bütün insanların) yaptıklarını hakkıyla görmektedir.
(Al-i İmrân/163) Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: Îman çıplaktır; elbisesi ise takvadır.
Îman yetmiş küsur bab'dır. Bu yetmiş küsûr babın derece bakımından en aşağısı, yoldan süprüntüleri uzaklaştırmaktır.
İşte imandaki kemâlin amellere bağlılığını bildiren ayet ve hadîsler bunlardır.
Îman'ın, nifak ve gizli şirkten berî olmaya bağlı olmasına gelince, bu hakikatı şu hadîsler beyan buyurmaktadır:
Dört haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa, o kimse namaz da kılsa, oruç da tutsa, 'Ben Mü'minin de dese, yine de katıksız münafıktır.
Bu hasletler şunlardır:
a) Konuştuğu zaman yalan söylemek,
b) Sözüne muhâlefet edip va'dinden dönmek,
c) Emânete hıyânet etmek,
d) Herhangi bir kimse ile muhâsame ettiğinde (davalaştığında) yalan deliller uydurmak. 51
Bu son şık, bazı rivâyetlerde 'Başkasıyla muâhede ettiği halde hileye kaçmak'şeklinde vârid olmuştur.
Kalpler dört çeşittir:
a) Her çeşit karanlıktan tecerrüd etmiş olan ve içinde pırıl pırıl parlayan bir lâmba bulunan kalptir. Bu, Mü'minin kalbidir,
b) Örtülü kalptir. Bu kalpte îman ve nifak birlikte bulunmaktadır. Kalpteki îman baklaya benzer; ona ancak tatlı su yardım eder ve gelişmesini sağlar. Kalpteki nifaksa çıbana benzer. Çıbanın gelişmesi irin ve sarı suyun yardımıyladır. Binaenaleyh kalpte bu iki maddeden (tatlı su ile irinden) hangisi fazlaysa, hüküm, mezkûr maddeler vasıtasıyla gelişen sıfata göredir. 52
Aynı hadîsin başka bir rivâyetinde 'Bu iki maddeden hangisi galip gelirse kalbi o kaplar ve elde eder' buyurulmuştur. 53
Bu ümmetin münafıklarının çoğu Kur'ân okuyucularıdır,54
Ümmetimdeki şirk, karıncanın taşlar üzerinde yürüyüp bıraktığı izden daha gizlidir. 55
Huzeyfe b. Yemân (radıyallahü anh) şöyle demiştir:
Rasûlüllah zamanında, kişi, bir kelime konuşur ve ölünceye kadar da o kelime yüzünden münafık kalırdı. Fakat ben, bugün herhangi birinizden aynı kelimeyi günde on defa işitiyorum. 56
Bir kısım âlimler 'Kendisini nifaktan uzak gören kimse, nifaka herkesten daha yakındır' buyurmuşlardır.
Huzeyfe b. Yemân (radıyallahü anh) şöyle der: 'Bugün münafıklar, Rasûlüllah'ın zamanından daha fazladır. O devirde münafıklar gizlenirdi. Bugünkü münafıklar ise, gizlenmeye ihtiyaç görmemekte ve açıkta kol gezmektedirler'. 57
Gizli bir haslet olan nifak, îmanın doğruluğuna ve kemâline zıttır. Kimde olduğu bilinmez. Fakat şu kadarı vardır ki, insanların, nifaktan en uzağı ondan en fazla korkanları; ona en yakını ise, nefsini ondan uzak bilenleridir.
Hasan-ı Basrîye 'Bugün nifakın mevcut olmadığını söylüyorlar. Ne dersiniz?' diye sorulduğunda şöyle demiştir: 'Ey kardeşim! Eğer münafıklar helâk olsaydı, inanın, yollardan nefret ederdiniz'.
Hasan-ı Basrî (veya başka bir âlim) 'Eğer münafıkların kuyruğu bitseydi, toprağa ayaklarımızla basmaya muktedir olamazdık' buyurmuştur.
İbn Ömer (radıyallahü anh) , Haccâc-ı Zâlim'in aleyhine atıp tutan bir kimseye rastladığında, 'Eğer Haccâc burada olup da, senin bu konuşmalarını dinleseydi, yine böyle konuşabilir miydin?' diye sordu. Adam 'Hayır, konuşamazdım', deyince de 'İşte biz böyle bir hareketi Rasûlüllah'ın devr-i saadetinde nifak sayardık' buyurdu. 58
Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ bu dünyada iki dil kullanan kimseyi, kıyâmette iki dilli yapar. 59
İnsanların en şerlisi, iki yüzlü olanlarıdır. Bunlar ona başka, buna ise daha başka bir yüzle gelir. 60 (Yani münafıklık yapar, söz getirip götürür ve kovuculuk cinayetini irtikâb eder) .
Hasan-ı Basrî'ye Talan kimseler nifaktan korkmadıklarını söylüyorlar, ne dersin?' denildiği zaman 'Allah'a yemin ederim ki nifaktan beri olduğumu bilmem, bana dünya dolusu sarı altından daha sevimli gelirdi' demiş ve devamla da 'Dil ile kalbin, gizli ile açığın, giriş ile çıkışın aynı olmaması nifaktandır' buyurmuştur.
Adamın biri, Huzeyfe b. Yemân'a 'Ey Huzeyfe! Ben münafık olmaktan korkuyorum' der. Bunun üzerine Hazret-i Huzeyfe 'Eğer münafık olsaydın nifaktan korkmazdın; çünkü münafık, nifak hususunda herkesten daha emindir' buyurur.
İbn Ebi Müleyke de 'Yüzotuz başka bir rivâyette yüzelli sahabîye yetiştim. Hepsi de nifaktan korkuyorlardı' demiştir.
Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir grup ashâbı ile oturuyordu. Ashâb bir kişiden çokça bahsederek onu övdüler. O esnada bahsini ettikleri kişi nalınları elinde olduğu halde çıkageldi. Yüzünden abdest suyu damlıyordu. Alnında ise çok secde etmekten hâsıl olmuş bir siyahlık bulunuyordu. Ashâb, Hazret-i Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! İşte bahsettiğimiz zat budur' dediler. Rasûlüllah da 'Ben onun yüzünde şeytandan gelen siyah bir ben görüyorum' buyurdu. Adam gelip selâm verdi ve ashâbın arasına oturdu. Hazret-i Peygamber ona dönerek "Allah aşkına söyle! Burada oturanları gördüğün zaman, kafandan 'Onların içinde benden daha hayırlısı yoktur' şeklinde bir düşünce geçirdin mi?" dedi. Bunun üzerine adam şöyle cevap verdi: 'Rabbim beni affetsin! Evet geçirdim'. 61
Rasûlüllah da şöyle dua etti:
'Ey Allahım! Bildiğim ve bilmediğim şeylerden dolayı senden affedilmemi talep ediyorum'. Bunun üzerine sahabîler Hazret-i Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen de mi korkuyorsun? diye sordular. Rasûlüllah da 'Kalpler, Rahman olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır. Onu dilediği şekilde evirip çevirir. O halde beni Allah'ın azabından emin kılan ne olabilir?' buyurdu ve devamla şu ayeti okudu:
Eğer yeryüzünde bulunanların hepsi bir misli ile beraber o kâfirlerin olsa kıyâmet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka feda ederlerdi. Çünkü (o gün) Allah tarafından (dünyada) hesaba katmadıkları şey kendilerine görünür. (Zümer/47)
Bu ayetin tefsirinde: 'Onlar dünyada, iyilik zannıyla birtakım çalışmalar yaptılar; fakat bu çalışmaları, Allah'ın huzurunda kötülükler kefesine konuldu' denilmiştir.
Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: "Eğer bir kişi, dünyanın bütün ağaçlarını bir yerde toplasa ve sonra da dallarında dünyanın bütün kuşlarının cıvıldaştığı bu bahçeye girse ve oradaki her mahlûk kendi diliyle o insana 'Ey Allah'ın velisi! Selâm sana!' deseler ve bunun üzerine nefsi velilik hevesine kapılsa, o kişi nefsinin elinde esirdir".
Sözü edilen hadîsler ile selef-i sâlihînden nakledilen rivâyetlerin tamamı, sana, durumun ne kadar tehlikeli olduğunu ve bu tehlikenin, nifakın inceliğinden ve şirkin gizliliğinden meydana geldiğini anlatmış bulunuyorlar. Yine sana, hiç kimsenin, hiçbir zaman nefis, nifak ve gizli şirkten emin olamayacağını da bildirmişlerdir. Hattâ ikinci halife Hazret-i Ömer dahi münafıkların alâmetlerini çok iyi bilen Huzeyfe b. Yemân'a kendi durumunu sorar ve 'Acaba ben de münafıklar arasında mıyım?' diye düşünürdü.
Ebû Süleyman ed-Dârânî 'Bazı yöneticilerden, şeriata uygun olmayan birtakım sözler işittim ve bunları inkâr etmek istedim. Fakat o zâlim yöneticilerin beni öldürtebileceklerinden korkarak bu işten vazgeçtim. Ancak korkum öldürülmekten değil, can çekişirken halk tarafından süslü ve mücâhid görülmemden dolayı gurura kapılmaktandı' buyurmuştur.
Bu tür nifak, îmanın hakîkatına, doğruluğuna, kemâl ve sefavetine zıt düşen münafıklıktır. Tma'ın aslına tesir etmez.
Nifak'ın Kısımları
Nifak iki kısma ayrılır:
1. İnsanı dinden çıkarır ve küfre sokar. Böylece insan ebediyyen cehennemde kalacak olanların zümresine dâhil olur.
2. Sahibini bir müddet için ateşe götürür veya onun illiyyîn deki derecesini eksiltir ya da onu sıddîklar rütbesinden düşürür. İşte müzminlerde bulunmasında şüphe edilen nifak bu ikinci kısma dâhildir.
Mü'minde böyle bir nifakın bulunması ihtimal dâhilinde olduğu için, imanda istisnâ yapmak, yani 'İnşâallah' demek en uygunudur. Bu ikinci kısım nifakın esası, insan oğlunun gizlisiyle açığı arasındaki ayrılıktır. Allah'ın azabından emin olmak ve nefsinin yaptıklarına güvenmekten ve bunlara benzer birtakım zararlı emirlerden ancak sâdıklar korunabilir.
Dördüncü Anlam
Îman' da yapılan istisnanın şekke dayandığını söylemiştik. Bu şekildeki bir istisnâ, neticeden korkulmasından neş'et etmektedir. Çünkü Mü'min kişi imanının ölüm ânında, yüzdeyüz sağlam kalıp kalmayacağını bilmemektedir. (Allah korusun) eğer sonuç küfür ile neticelenirse daha evvel yapılan bütün ameller yanıp kül olacaktır; çünkü amellerin geçerli olması sonucun selâmetine bağlıdır.
Eğer oruçlu birisine, kuşluk zamanı, orucunun sağlam ve doğru olup olmadığı sorulsa 'Ben kesinlikle oruçluyum' dediği halde, bilâhere gündüzün ortasında orucunu bozarsa yalan söylemiş olur. Çünkü orucun doğru olması, gündüzün sonuna, yani güneşin batışına kadar devam etmesine bağlıdır. Gündüzün, orucun tamam olmasının ve doğruluğunun mîkatı oluşu gibi, insan ömrü de îmanın doğruluğunun mîkatıdır. Vakti tamamlanmadan önce îmanı sıhhat ve doğrulukla tavsif etmek, ancak başlangıçta bulunmasının sonuca kadar devam etmesine bağlıdır. Böyle bir devam ise şüphelidir. Mü'minlerin çoğunun korkarak ağlaması, işte bu neticenin belli olmamasından ve bunun ezelî bir hükmün ve ezelî bir meşietin semeresi olmasından ileri gelmektedir. Bu ezelî hüküm de ancak başa geldiği zaman bilinebilmektedir. Beşerden hiçbir kimse bu hükme muttali olamamıştır. Binaenaleyh neticenin korkusu, başlangıcın korkusu gibidir.
Çoğu zaman, içinde bulunulan anda, geçmiş kelimenin zıttı belirir. O halde Allah tarafından kendilerine cennet takdir edilen kimselerden olduğunu kim iddia edebilir?
Bir de ölüm sarhoşluğu (can çekişme) gerçek olarak (bil hakkı) gelmiştir. 'İşte (ey insanoğlu!) Bu senin kaçıp durduğun şeydir' (denilir) . (Kaf/19)
Bi'l-hakkı kelimesi ezelî hüküm, anlamında tefsir edilmiştir; yani 'Ezelî hükümle takdir edilen ölüm sarhoşluğunu açığa vurdum. . . ' demektir.
Seleften bazıları 'Çalışmaların gerçek neticeleri ancak kıyâmette belli olur' buyurmuşlardır.
Ebu'd Derda (radıyallahü anh) İmanının selbolunmayacağından emin olan kişinin îmanı mutlaka selb olur' diye yemin ederdi.
'Birtakım günahlar vardır ki, onların cezası kötü netice ve imansızlıktır' denilmiştir ki böyle günahlardan Allah'a sığınırız.
Yine şöyle denilmiştir: 'İmansızlık ve su-i hatimeye vesile olan günahlar, yalan yere keramet ve velilik taslamak iddiasıdır'.
Bazı ârifler şöyle demişlerdir: 'Eğer evimin cümle kapısının yanında bana şehâdet mertebesi ve odanın kapısında da Tevhîd üzere ölüm arzedilse, Tevhîd üzere odanın kapısında ölmeyi, cümle kapısına giderek şehid olmaya tercih ederim. Çünkü odanın kapısından cümle kapısına varıncaya kadar kalbimde beni Tevhîdden ayıracak ne gibi hallerin meydana geleceğini bilmiyorum.
Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: 'Eğer bir kişiyi elli sene muvahhid (Allah'ı birleyici) olarak tanımış olsam; sonra aramıza bir direk girip de o direğin ötesinde vefat etse, onun kesin olarak, Tevhîd üzere öldüğünü söyleyemem.
Bir hadîsinde de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim 'Ben Mü'minim, deyip (Allah'ın azabından emin olursa) o kâfirdir ve kimde 'Ben âlimim, derse, o da cahildir'. 63
Rabbinin emir ve yasakları doğruluk ve adalet yönünden tamamlandı. O'nun kelimelerini değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Allah onların dediklerini hakkıyla işitici, gizlediklerini de kemâliyle bilicidir. (En'am/115)
"Bu ayetteki, 'doğruluk' mânâsına gelen 'sıdkan' kelimesi, îman üzere ölenler içindir. Adalet mânâsına gelen' Adlen' kelimesi de şirk üzere ölenler içindir" denilmiştir. .
Allahü teâlâ Hac suresinin 41. ayetinin son cümlesinde 'Bütün işlerin sonucu Allah'ındır' buyurmuştur. Binaenaleyh mademki Mü'min bir kişi için şek ve şüphe ve sonuçtan emin olmamak bu raddeye kadar yükselmiştir, o halde imanda istisnâ; yani 'inşâallah' demek vâcibdir.
Oruç, insanın mükellef olduğu bir vazifeyi yerine getirmesinden ibaret bulunduğu gibi, îman da, cenneti icab ettiren durumdan ibarettir. Güneş batmadan evvel fesada uğrayan oruç ise, insanın zimmetini oruçsuzluk mesuliyetinden kurtaramaz oruçluktan çıkarak. Binaenaleyh insanın son nefesinden evvel ifsâd olunan îman da bidayette vardı diye insanı kurtaramaz. Hatta tutulmuş ve eda edilmiş bir oruçtan sonra bile 'Dün oruç tuttun mu?' sorusuna ancak 'Evet, eğer Allah dilerse' şeklinde cevap verilmesi gerekir; zira hakikî oruç Allah tarafından kabul edilen oruçtur. Allah tarafından kabul edilen oruç ise, O'ndan başka kimse tarafından bilinmemektedir. İşte neticenin karanlık oluşundan ötürü bütün gerçek amel ve ibadetlerde istisnâ, ancak ibadetlerin kabul olup olmamasının meçhul oluşundan doğar. Zirâ ibadetin sıhhatına, zahiren şart koşulan bütün şartların tahakkuku ile beraber bazen Allah'tan başka hiç kimse tarafından bilinmeyen gizli sebepler mâni olmaktadır. Binaenaleyh edebe uygun düşen, istisnayı getirmek (inşâallah demek) ve her ibadetin makbul olup olmamasına şüpheyle bakmaktır. İşte 'Sen Mü'min misin?' sualinin cevabında 'Eğer Allah dilerse ben Mü'minim' demeyi güzel kılan mânâlar bunlardan ibarettir. Böylece akaid kaidelerinin bahsini burada kapatıyoruz.
Allah'ın izniyle Kitabu Kavâid'il-Akaid sona erdi. Allahü teâlâ, efendimiz Hazret-i Muhammed'e ve tüm seçkin kullarına hayırlar ihsan eylesin! Âmin!
40) Bu ayette geçen 'îman ettinizse' mânâsına gelen 'in kuntum âmentüm' ibaresi, 'teslim olmuş müslümanlarsanız' mânâsında olan 'müslimîn' tâbiri ile aynı mânâya gelmektedir.
41) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer'den)
42) Sa'd b. Ebî Vakkas, cennet ile müjdelenen on kişiden biridir ve bunların en son ölenidir. H. . 57 yılında vefat etmiştir.
43) Krş. Buhârî ve Müslim
44) Ahmed b. Hanbel ve Taberâni, (Amr b. Anbese'den sahih bir isnadla)
45) Buhârî ve Müslim, (Ebû Said el-Hudrî'den)
46) Taberânî, Evsat, (Ebû Said'den)
47) Âsilerin azap görmeleri hakkında, İmâm Buhârî, Hazret-i Enes'ten Tapmış oldukları günahlarından ötürü birtakım kimseler cehennemi boylayacaklardır' hadîsini rivâyet etmiştir.
48) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
49) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
50) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
51) Buhârî ve Müslim, (Abdullah b. Amr'dan)
52) İmâm-ı Ahmed, (Ebû Said'den)
53) Metinde kalplerin üçüncü ve dördüncü kısımları zikredilmemiştir. Oysa başka bir hadîste şu taksim vardır: a) Kabuklu kalp (kâfirin kalbi) , b) örtülü kalp (münafığın kalbi) , c) Her kötülükten soyunmuş kalp (Mü'minin kalbi) , d) içinde hem îman, hem de nifak olan kalp.
54) îmam Ahmed ve Taberânî, (Ukbe b, Âmir'den)
55) Ebû Ya'lâ, İbn Adiyy ve ibn Hıbbân (Ebû Bekirden) ; İmâm-ı Ahmed ve Taberânî, (Ebû Musa'dan)
56) İmâm-ı Ahmed, (Hâvisi meçhul bir senedle)
57) İmâm Buhârî, bu hadîsi 'ok&@r' kelimesi yerine 'şer' kelimesiyle nâkletmiştir.
58) İmâm-ı Ahmed ve Taberânî, (İbn Ömer'den)
59) Bu hadîs, Râsulüllah'ın müstakil bir hadîsi olmayıp, İbn Ömer'in bundan önce geçen konuşmasının devamıdır. Ancak dalgınlık sonucu müellif tarafından yanlışlıkla hadîs olarak gösterilmiştir. (Zebîdî, îthaf-us-Saade, 11/271)
60) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
61) İmâm-ı Ahmed , Bezzâr ve Dârekutni, (Enes'ten)
62) Müslim, (Hazret-i Âişe'den)
63) Taberânî, Evsat, (İbn Ömer'den) ; Taberânî, Asgar; senedinde zaaf vardır.