Ölümle ceberrût sahiplerinin boynunu koparan, kisraların belini kıran, kayserlerin emelini kısaltan Allah'a hamdolsun! Onların kalpleri, hak olan va'd (ölüm) gelip çatmacayınca ve onları çukura atmayıncaya kadar ölümün anılmasından ürker. Bu bakımdan onlar saraylardan kabirlere, fenerlerin ışığından lahidlerin karanlığına, cariye ve gılmanların cilvesinden haşerât ve böceklerin hücumuna, leziz yemekler ve içkilerden toprakta sürünmeye mahkum olurlar. İşretin ünsiyetinden tenhalığın vahşetine, yumuşak yataktan korkunç düşüş yerine nakledilirler. Acaba onlar, ölümden koruyucu bir kale ve sığınak buldular mı? Ölümün önüne bir perde ve koruyucu bir set çekebildiler mi? Dikkat et! Onların herhangi birinden bir kıpırtı veya gizli bir ses duyuyor musun? Öyleyse tek başına kahr ve istila sahibi olan Allah, eksiklikten münezzehtir! Bâkî kalma özelliği olan ve mahlukâtı hükmüyle ezen, sonra ölümü muttakîler için kurtuluş ve onlar hakkında mülâkat yapan, kabri günahkârlar için kıyâmet gününe kadar daracık bir tutuk evi yapan Allah, ortaktan münezzehtir! Aralıksız nimetlerle nimet etmek, kahr edici azaplarla intikam almak O'na mahsustur. Göklerde ve yerde şükür, geçmişte ve gelecekte hamd O'na mahsustur.
Salât, apaçık mu'cizeler ve görünür burhanlar sahibi Hazret-i Peygamberin, âlinin ve ashâbının üzerine olsun! Onlara çokça selâm et (yârab!)
O kimse ki ölüm onun mesra'ı, toprak onun yatağı, böcek onun enîsi, Münker ve Nekir onun celîsi, kabir onun karar yeri, kıyâmet onun va'dedilen yurdu, cennet veya cehennem onun varacağı yeri olursa, ona en uygun olanı ölüm için hazırlanmaktır. Sadece ölüm için tedbir almalıdır. Sadece ölüme bakıp ölüm üzerinde durup düşünmelidir. Ölüme ihtimam gösterip onun etrafında dönmelidir, onu beklemelidir. İnsan için en uygun olan, nefsini ölülerden sayması, kabir sahiplerinden görmesidir. Çünkü her gelecek olan yakındır. Uzak olan gelmeyecek olandır. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Akıllı odur ki nefsini hesaba çekmiş ve ölümden sonrası için çalışmıştır. 1
Herhangi birşey için hazırlanmak, ancak onun kalpte zaman zaman anılmasıyla mümkün olur. O şeyin zikri, ancak onu hatırlatan hükümlere kulak vermek ve ona dikkat çekenlere bakmak suretiyle yenilenir! O halde biz ölümün mukaddime ve lahikalarından, âhiret, kıyâmet, cennet ve cehennem hallerinden kul için zaman zaman hatırlanması, düşünmek suretiyle ayrılmaması gereken şeyleri zikredeceğiz ki hazırlık hususunda teşvik edici olsun! Ölümden sonraki âleme göç etmek yaklaşmış ve ömürden az birşey kalmıştır. Oysa halk bu husustan gafildir;
İnsanların hesap vakti (kıyâmet günü) yaklaştı. Fakat onlar hâlâ gaflet içinde yüz çevirmektedirler. (Enbiya/l)
Bu ölümle ilgili olan şeyi iki bölümde zikredeceğiz.
Birinci bölüm, ölümün mukaddimeleri ve sûr'un üfürülüşüne kadar olan şeyler hakkındadır.
Bu bölümde sekiz kısım vardır.
1. Ölümü anmanın fazileti ve bu husustaki teşvikler
2. Tûl-i emel ve kasr-ı emel (emelin uzunluğu ve kısalığı)
3. Ölümün dehşeti ve ölüm anında karşılaşılan haller
4. Hazret-i Peygamber'in ve ondan sonra Hulefâ-i Râşidîn'in vefatı
5. Ölüme hazırlanmış halife, emîr ve sâlihlerin sözleri
6. Ariflerin cenaze, mezar ve kabir ziyareti hakkındaki sözleri
7. Ölümün hakikati, ölünün kabirde sûr'un üfürülüşüne kadar karşı karşıya kaldığı şeyler
8. Uyku halinde mükâşefe yoluyla ölülerin hallerinden bilinenşeyler
1) Tirmizî ve İbn Mâce, (Şeddâd b. Evs'ten)
Ölümün Mukaddimeleri ve Sûr'un Üfürülüşüne Kadar Ölümden Sonraki Ahvâl
Birinci Kısım
Dünyaya dalan, dünyaya aldanan, şehvetlerine köle olan bir kimsenin kalbi, şüphesiz ki ölümün zikrinden gaflet gösterir. Ölümü hatırlamaz. Kendisine ölüm hatırlatıldığında bunu hoş karşılamadığı gibi ölümden nefret eder. Onlar o kimselerdir ki Allah onların hakkında şöyle buyurmuştur:
De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır! Sonra hem gizliyi, hem de aşikârı bilen (Allah'a) döndürüleceksiniz O size (bütün) yaptıklarınızı haber verecektir. (Cuma/8)
İnsanlar, ya dünyaya dalan veya tevbe edip başlayan veyahut da sonuna varan bir âriftir.
Dünya'ya dalan kimse ölümü hatırlamaz. Eğer hatırlarsa, elinden kaçırdığı dünya için üzüldüğünden dolayı hatırlar. Onun zemmiyle meşgul olur. Bu kimseyi, ölümü hatırlaması Allah'tan daha da uzaklaştırır.
Tevbe edene gelince, o kalbinde korkunun kabarması, tevbesinin tamamlanması için ölümü çokça hatırlar. Bazı zamanlar tevbesi tamam olmadan önce kendisini kapıp götürmesinden korktuğu için ölümden hoşlanmaz. O ölümü hoş karşılamamakta mazurdur. Bu durum, şu hadîsin kapsamına girmez.
Kim Allah'ın mülâkatından hoşlanmazsa, Allah da onun mülâkatından hoşlanmaz. 2
Zira bu kimse, ölümden ve Allah'ın mülâkatından hoşlanmıyor değildir. Kusurundan ötürü Allah'ın mülâkatının elden kaçmasından korktuğu için ölümü istemez. Bu kimse, tıpkı dostunu razı edecek bir şekilde onu ağırlamak için hazırlık yapmakla meşgul olduğu için dostu ile buluşmaya geciken bir kimse gibidir. Bu kimse, dostuyla buluşmaktan hoşlanmıyor değildir. Böyle davranmasının sebebi, ölüme hazırlık yapması ve ölümden başka bir meşguliyetinin olmamasıdır. Aksi takdirde dünyaya dalan kimselerin safına iltihak etmiş olur.
Amacına ulaşan ârif, daima ölümü hatırlar! Çünkü ölüm, dostuyla buluşma zamanıdır. Dost, dostuyla buluşma zamanını asla unutmaz! Arif kişi, çok zaman ölümün geciktiğini düşünür. Onun gelmesini ister ki günahkârların evinden kurtulsun, âlemlerin rabbinin komşuluğuna intikal etsin!
Hazret-i Huzeyfe ölüm döşeğinde iken şöyle demiştir: 'Bir dosttur ki fakirlik üzerine geldi. Gelmesinden pişman olan kurtulmasın. Yârab! Eğer katında fakirlik zenginlikten, hastalık sıhhatten, ölüm yaşamaktan daha sevimliyse ölümü bana kolaylaştır ki sana kavuşayım'.
Bu bakımdan tevbe eden bir kimse ölümü hoş karşılamamak hususunda mazurdur. Ârif kişi ise, ölümü sevip mazurdur. Rütbe bakımından bu ikisinden de daha yüksek olan kimse, işini Allah'a havale eden kimsedir. Kendi kendine ne ölümü, ne de hayatı seçmez. Onun için en sevimli olan şey, Allah katında en sevimli olan şeydir. İşte bu kişi, sevgi ve teslimiyetin aşırılığından, teslimiyet ve rıza makamına varmıştır. Bu makam, varılacak makamların sonuncusudur. Her durumda ölümün anılmasında sevap ve fazilet vardır. Çünkü dünyaya dalan bir kişi bile, ölümün zikrinden ötürü dünyadan uzaklaşır; zira onun nimeti, ölümün anılmasından ötürü bulanır, lezzetinin berraklığı karışır. İnsan için lezzet ve şehvetleri bulandıran her şey, kurtuluş sebeplerindendir.
2) Müslim ve Buhârî
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem. v) şöyle buyurmaktadır:
Lezzetleri kesip yıkan ölümden çokça bahsedin!
Hadîsin mânâsı: 'Onu anmakla lezzetleri bulandırın ki lezzetlere olan meyliniz kesilsin. Dolayısıyla Allah'a yönelmiş olasınız!'
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem. v) şöyle buyurmuştur:
Eğer hayvanlar, ölüm hakkında Âdem oğlunun bildiğini bilseydiler, insanlar onlardan semiz bir et yiyemezlerdi. 3
Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) şöyle sordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Şehidlerle beraber hoşrolunacak bir kimse var mı?' Hazret-i Peygamber cevap olarak şöyle dedi:
Evet! Yirmi dört saatte yirmi defa ölümü anan bir kimse!4
Bütün bu faziletlerin sebebi; ölümün anılmasındandır. Ölümün anılması da aldanış evinden uzaklaşmayı ve âhiret için hazırlıklı bulunmayı gerektirir. Ölümden gaflet ise; insanı, dünya şehvetlerine dalmaya davet eder.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Mü'minin hediyesi ölümdür. 5
Bunu şu hikmete binaen söylemiştir: 'Dünya Mü'minin hapishanesidir'. 6
Çünkü Mü'min, dünyada nefsinin şiddetinden, şehvetlerinin riyazetinden, şeytanın müdafaasından ötürü sıkıntıdadır. Bu bakımdan ölüm onun için bu azaptan kurtulmaktır. Kurtuluş ise, onun hakkında hediyedir; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ölüm her müslüman için kefarettir. 7
Buradaki müslümandan, hak yönünden müslüman, doğruluk yönünden Mü'min olanı kasdetmiştir. Bu öyle müslümandır ki müslümanlar onun elinden ve dilinden emindirler. Onda müminlerin ahlâkı görünür. O, günahların sadece küçükleriyle kirlenir. Büyük günahlardan korunup farzları yerine getirdikten sonra ölüm onun küçük günahlarını temizler ve kefaret olur.
Atâ el-Horasanî8 şöyle diyor: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir meclisin yanından geçti. O mesliste kahkaha sesi yükseldi. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
- Meclisinizi, lezzetleri bulandıranın anılmasıyla katıştırın!
- Lezzetleri bulandıran nedir?
- Ölüm!9
Enes'in rivâyetine göre Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ölümün zikrini çokça yapın! Çünkü ölümü anmak günahları siler. Dünyayı gözünüzde küçülterek kıymetsiz kılar. 10
Ayırt edici olarak ölüm kâfidir!11 Vâiz olarak ölüm yeter!12
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) mescide çıktı. Bir grubun konuşup güldüklerini gördü. Bunun üzerine şöyle dedi:
Ölümü hatırlayın! Nefsimi. kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz az güler çok ağlardınız. 13
Hazret-i Peygamberin yanında bir kişiden övgüyle bahsedildi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle sordu:
- Arkadaşınızın ölümü hatırlaması nasıldır?
- Biz onun ölümden bahsettiğini hiç işitmedik!
- Öyleyse arkadaşınız övdüğünüz gibi değildir. 14
ibn Ömer (radıyallahü anh) şöyle diyor: Hazret-i Peygamberin yanıma geldim. O esnada Ensar'dan bir kişi Hazret-i Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların en akıllısı ve en şereflisi kimdir?' diye sordu. Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Ölümü en fazla ananlar ve ölüm için en fazla hazırlık yapanlardır. İşte onlar akıllıların ta kendisidirler. Onlar dünyanın şerefini ve âhiretin kerametini elde etmişlerdir. 15
Ashâb'ın ve Alimlerin Sözleri
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Ölüm, dünyayı rezil etti! Hiçbir akıllıya, onunla sevinmeyi bırakmadı!'
Rebî b. Hayseme şöyle demiştir: 'mü'min kişinin beklediği hiçbir meçhul Onun için ölümden daha hayırlı değildir'.
Yine şöyle demiştir: 'Kimseyi benden haberdar etmeyiniz! Beni Rabbime doğru bir çekişle çekiniz'.
Hukemadan biri ihvanından bir kişiye şunları yazdı: 'Ey kardeşim! Âhirete varıp orada ölümü temenni etmeden önce, şu dünya evinde ölümden sakın!'
Ebû Bekir Muhammed 'İbn Sîrin'in yanında ölümden bahsedildiğinde onun azalan dumura uğrardı' demiştir.
Ömer b. Abdülazîz her gece fakîhleri bir araya getirir, ölümün, kıyâmet ve âhiretin müzakeresini yapar, sonra sanki önlerinde bir cenaze varmış gibi ağlardı.
İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: 'İki şey vardır ki benden dünya lezzetini kestiler: Ölümün bahsi, Allahü teâlâ'nın huzurunda hesap için durmak!'
Ka'b şöyle demiştir: 'Kim ölümü tanırsa onun için dünyanın musibet ve üzüntüleri kolaylaşır!'
Mutarrıf16 şöyle diyor: Rüyamda, birinin Basra camiinin ortasında şöyle dediğini gördüm: 'Ölümün anılması, Allah'tan korkanların kalplerini parçaladı. Allah'a yemin ederim onları sersemlemiş olarak görüyorum'.
Ebû Hânî Eş'as17 şöyle demiştir: 'Hasan-ı Basrî'nin huzuruna giriyorduk. Bu bakımdan o huzur ancak ateş bahsi, âhiret emri ve ölümün zikri idi!'
Safiyye18 (radıyallahü anh) şöyle diyor: "Bir kadın Âişe'ye kalbinin katılığından şikayet etti. Âişe şöyle dedi: 'Ölümü çokça zikret! Ölümü çokça zikret! Kalbin rikkate gelir'. Kadın da Âişe'nin dediğini yaptı ve kalbi rikkate geldi. Sonra gelip Âişe'ye (radıyallahü anh) teşekkür etti".
Hazret-i Îsa'nın yanında ölümden bahsedildiğinde onun derisinden sanki kan damlardı.
Hazret-i Davud'un yanında ölüm ve kıyâmetten bahsedildiğinde mafsalları birbirinden ayrılacak dereceye gelinceye kadar ağlardı. Rahmeti andığında kendisine gelirdi!
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Ölümden sakınmayan ve ölüm için üzülmeyen akıllı bir kimse görmedim'.
Ömer b. Abdülazîz bir âlime 'Bana nasihat et!' dediğinde, o âlim 'Sen ilk ölecek halife değilsin!' dedi. Ömer 'Daha fazlasını söyle' dedi. Âlim 'Aba ve ecdadından Âdem'e varıncaya kadarölümü tatmayan hiç kimse yoktur. Senin sıran da geldi!' dedi. Bunun üzerine Ömer hüngür hüngür ağladı.
Rebî b. Hayseme evinde bir mezar kazmıştı. Her gün o mezara birkaç defa gireryatardı. Böylece ölümü anmayı devam ettirirdi. O derdi ki: 'Eğer ölümün zikri kalbimden bir saat ayrılırsa, kalbim fesada uğrar'.
Mutarrıf b. Abdillah b. Şuhayr dedi ki: 'muhakkak bu ölüm, nimet ehline nimeti bulandırmıştır. Bu bakımdan içinde ölüm olmayan bir nimet arayınız!'
Ömer b. Abdülazîz, Anbese'ye hitaben 'Ölümü çokça an! Zira eğer geniş maişetli isen, ölümün anılması, senin için onu daraltır. Eğer dar maişetli isen genişletir demiştir.
Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle diyor: Ümmü Harun'a 'Ölümü sever misin?' diye sordum. Cevap olarak 'Hayır' dedi. 'Neden?' dedim. 'Eğer bir insana isyan edersem onunla bir araya gelmekten hoşlanmam. O halde Allah'a isyan ettiğim halde O'nunla buluşmaya nasıl razı olayım?' dedi.
3) Beyhâkî
4) Taberânî
5) İbn Eb'id-Dünya, Taberânî ve Hâkim
6) Müslim
7) Ebû Nuaym, Hilye; Beyhakî,Şuab'ul-Îman
8) Adı Atâ b. Müslim, künyesi Ebû Eyyub'dur. H. 135'de vefat etmiştir.
9) İbn Eb'id-Dünya
10) İbn Eb'id-Dünya
11) Hars b. Ebî Usame
12) Taberânî, Beyhâkî
13) İbn Eb'id-Dünya
14) İbn Eb'id-Dünya
15) İbn Mâce
16) Ma'kel'in oğludur.
17) Tam adı Eş'as b. Abdülmelik el-Hamrânî'dir.
18) Adi/ Safiyye binti Şeybe'dir. Tâbiîndendir.
Ölüm korkutucudur ve tehlikesi büyüktür. Halk onun hakkında az düşündüğü, onu az andığı için ondan gafildir. Onu anan bir kimse ete boş bir kalple değil, dünya ile meşgul olan bir kalp ile onu anar. Bu bakımdan ölümün anılması bu kimsenin kalbinde herhangi bir fayda temin etmez. Öyleyse yapılması gereken şey, kulun kalbini herşeyden boşaltmasıdır. Önünde sadece ölümün anılması kalmalıdır.
Tıpkı tehlikeli bir sahraya gitmek isteyen veya denizde yolculuk yapmak isteyen bir kimse gibi! Muhakkak ki bu kimse sadece o sefer hakkında düşünür. Öyleyse ölümün anılması, kalbe girdiğinde tesir etmeli, kişinin dünyaya olan sevgi ve sürûru azalıp kalbi burkulmalıdır.
Burada en faydalı yol; benzerlerinin ve kendisinden önce göç edip giden emsallerinin bahsini çokça etmektir. Onların ölümünü ve toprak altındaki durumlarını anmalıdır. Mertebe ve hallerinde onların suretlerini, şimdi toprağın onların o güzel suretlerini nasıl yediğini, kabirlerde parçalarının nasıl dağıldığını, kadınlarını nasıl dul, yavrularını nasıl yetim, mallarının nasıl zayi, mescid ve meclislerinin kendilerinden nasıl boş kaldığını ve eserlerinin nasıl kesildiğini düşünmelidir! Onları birer birer düşündüğünde, kişinin kalbinde onun hali, ölümünün keyfiyeti ve sureti hayal edildiğinde, o ölenin sevincini, dünya için gidip gelmesini, maişet ve baki kalmayı ümit ettiğini, ölümü unuttuğunu, dünya nimetlerini elde etmekle aldandığını, kuvvet ve gençliğe meylettiğini, gülmesini, oynamasını, kayışını, önündeki ölümden gâfil oluşunu, süratle helaki unuttuğunu hatırladığında ve daha önce nasıl gidip geldiğini, şimdi ise ayaklarının yok olduğunu, mafsallarının ayrıldığını, daha önce nasıl konuştuğunu, şimdi ise böceklerin dilini yediğini, daha önce nasıl güldüğünü, şimdi ise toprağın dişlerini yediğini, daha önce kendisi ile ölüm arasında ancak bir ay gibi kısa bir mesafe olduğu halde, onlarca sene yetecek kadar muhtaç olmadığı şeyleri nasıl istif ettiğini, yakında başına geleceklerden nasıl gâfil bulunduğunu, hatta ummadığı bir vakitte ölümün gelip yakasına yapıştığını, dolayısıyla ölüm meleğinin suretinin kendisine belirdiğini, kulağına ya 'cennete veya cehenneme götürün' sesi geldiğini düşündüğünde, evet bu anda nefsi hakkında düşünür ve onun da onlar gibi olduğunu, gafletinin onların gafleti gibi, akibetinin de onların akibeti gibi olacağını anlar.
Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Ölüler anıldığında kendini onların herhangi biri gibi say!'
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Said, o kimsedir ki başkasından ibret alıp halini düzeltir7.
Ömer b. Abdülazîz şöyle demiştir: Her gün sabah veya akşam, Allah'ın divânına giden birini yolcu ettiğinizi görmüyor musunuz? Onu, yerin bir çukuruna koyarsınız. Yastığı topraktandır. Dostlarını geride bırakmış ve maişet sebepleri kesilmiştir'.
Bu bakımdan mezarlıklara girmek ve hastaları ziyaret etmek ve buna benzer fikirlerden ayrılmamak ölümün hatırlanmasını kalpte yeniler! Böylece ölümün hatırlanması kalbe, daima göz önünde bulunduracak şekilde hâkim olur. İşte bu tahakkuk ettiğinde, şahsın ölüm için hazırlanması ihtimal dahiline girer. Aldanış evinden uzaklaşması sözkonusu olur. Aksi takdirde dil ucuyla ölümü zikretmenin, sakınmak ve uyanmak hususunda faydası az olur. Ne zaman kişinin kalbi dünyanın herhangi birşeyinden hoşlanırsa, derhal ondan ayrılacağını hatırlaması gerekir.
İbn Mutî bir gün evine bakarak güzelliğine hayran oldu. Sonra hüngür hüngür ağlayarak dedi ki: 'Allah'a yemin ederim ki eğer ölüm olmasaydı (ey ev) seninle mesrur olacaktım. Eğer varacağımız kabirlerin darlığı olmasaydı, dünya ile gözlerimiz aydınlanacaktı'. Sonra hüngür hüngür ağladı.
Kısa Emelin Fazileti
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Abdullah b. Ömer'e hitaben şöyle buyurmuştur:
Sabahladığında, nefsine akşamlayacağını, akşamladığında sabahlayacağını söyleme! Hayatında ölümün için, sıhhatinde de hastalığın için tedbir al! Ey Abdullah! Muhakkak ki sen yarın isminin ne olacağını bilmezsin. 19
Hazret-i Ali, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Sizin için en fazla korktuğum şey a) Hevâ-i nefse tâbi olmanız, b) Tûl-i Emel (uzun yaşama hayali) beslemenizdir! Hevâ-i nefse tâbi olmak, halktan uzak durmaktır, tûl-i emel de dünyayı sevmektir.
Sonra şöyle dedi: İyi bilin ki Allah dünyayı, sevdiği kimseye de buğzettiği kimseye de verir. Fakat bir kulunu sevdiğinde ona îmanı verir. Muhakkak ki dinin evlatları vardır. Dünyanın (da) evlatları vardır. Siz dinin evlatlarından olunuz. Dünyanın evlatlarından olmayınız. Elbette dünya arkasını çevirdiği halde göç etmiştir. Muhakkak ki içinde hesap olmayan bir çalışma gününde bulunuyorsunuz. Muhakkak ki içinde amel ve çalışma olmayan bir hesap gününe yaklaşmış durumdasınız!20
Ümmü Münzir şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir akşam halka baktı ve şöyle dedi:
- Ey insanlar! Allah'tan utanmıyor musunuz?
- Ey Allah'ın Rasûlü! Niçin utanalım!
Yemeyeceğinizi derliyor, yetişmeyeceğinizi umuyorsunuz. İçinde oturmayacağınız binalar inşa ediyorsunuz21
Ebû Said el-Hudrî der ki: Usame b. Zeyd, Zeyd b. Sabit'ten bir ay vâde ile yüz dinara bir câriye aldı. Hazret-i Peygamber hâdiseyi işitti ve şöyle dedi: 'Bir ay vâde ile câriye satın alan Usame'ye hayret etmiyor musunuz? Muhakkak ki Usame uzun emellidir! Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a kasem ederim! Gözlerim her açıldığında göz kirpiklerimin bir daha kapanmayacağını sanmıyorum. Bu durum, Allah ruhumu kabzedinceye kadar devam edecektir. Ağzıma bir lokmayı aldığımda, onu yutamayacağımı ve öleceğimi sanıyorum'.
Ey Ademoğulları! Eğer aklınız yetiyorsa, kendinizi ölmüş sayın. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki size va'dedilen muhakkak başınıza gelecektir. Siz onu geri çeviremezsiniz. 22
İbn-i Abbâs'tan şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Peygamber dışarı çıkıp su döküyordu, toprak ile siliniyordu. Bunun üzerine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Su sana yakındır!' dedim. Cevap olarak dedi ki: 'Suya yetişeceğimi nerden bileyim?'23
Rivâyet ediliyor ki; Hazret-i Peygamber eline üç çöp aldı. Birini önüne, diğerini onun yanına, üçüncüsünü de uzağa dikerek şöyle dedi:
- Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?
- Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!
- Şu önümdeki çöp insandır. Yanındaki çöp ise eceldir.
Uzaktaki ise, emelidir. Âdem oğlu emelini işlemeye başlar.
Emelden önce ecel gelip onu apar topar götürür. 24
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Âdem oğlunun, yanında doksan dokuz mukadderat vardır. , Eğer mukadderatın pençesinden kurtulursa, ihtiyarlığa girer. 25
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: İşte bu kişi, bunlar da onun etrafındaki tehlikelerdir, ona doğru gelmektedirler. İhtiyarlık, tehlikelerin arkasında ve emel de ihtiyarlığın ötesindedir'.
İnsan uzun emel besler. Tehlikeler de ona doğru akıp gelirler. Bunların hangisi onun yanından geçerse onu kapar götürür. Eğer tehlikelerin pençesinden kurtulursa, emelini beklerken ihtiyarlık onu öldürür.
Abdullah (radıyallahü anh) der ki: Hazret-i Peygamber dörtgen bir çizgi, onun ortasına da ikinci bir çizgi çizdi. Ortadaki çizginin etrafına da birçok çizgiler çizdi. Bir çizgi de dörtgenin dışına çizdi ve şöyle dedi:
- Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?
- Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!
- Şu ortada bulunan çizgi insandır. Bu dörtgen de onu kapsayan eceldir. Şu etraftaki çizgiler de olaylardır. Onu durmadan ısırırlar. Bunlardan biri onu ısırmazsa öbürüsü ısırır. Şu dörtgenin dışındaki çizgi ise insanın emelidir. 26
Enes Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Âdem oğlu ihtiyarlar. Onunla beraber iki şey kalır: Hırs ve emel!27
Bir rivâyette de şöyledir: 'Onunla beraber iki şey de ihtiyarlar: Mal ve ömür için hırs!'
Hazret-i Peygamber (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Bu ümmetin ilki yakîn ve zühd ile kurtuldu. Bu ümmetin sonu ise, cimrilik ve emel ile helâk olacaktır.
Şöyle anlatılıyor: Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) , oturan ve elinde bir kürek ile yeri kazan bir ihtiyar gördü. Bunun üzerine Îsa (aleyhisselâm) şu duayı yaptı: 'Ey Allahım! Onun kalbinden emeli söküp atF Dua âkabinde, ihtiyar küreği elinden attı. Sırt üstü uzanıp bir saat durdu. Bu manzara karşısında Îsa (aleyhisselâm) şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Ona emeli geri ver!' Bunun üzerine ihtiyar kalkarak çalışmaya başladı. Hazret-i Îsa ihtiyardan bahsi geçen durumu sordu. İhtiyar şu cevabı verdi: "Çalıştığım bir anda nefsim bana şöyle dedi: 'İhtiyar olduğun halde daha ne zamana kadar çalışacaksın?' Dolayısıyla ben küreği elimden atıp uzandım. Sonra nefsim bana 'Yemin olsun! Hayatta kaldıkça senin için geçim lâzımdır!' dedi. Böylece kalkıp çalışmaya başladım".
Hasan, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
- Acaba hepiniz cennete girmeyi sever misiniz?
- Evet ya Rasûlüllah!
- Emelinizi kısaltınız, ecellerinizi gözlerinizin önüne getiri niz. Gereği gibi Allah'tan utanınız! (Bu takdirde cennete girersiniz) . 28
Hazret-i Peygamber duasında şöyle derdi:
Ey Allahım! Âhiretin hayrını engelleyen dünyanın şerrinden sana sığınıyorum. Ölümün hayrını engelleyen bir hayattan sana sığınıyorum. Amelin hayrını engelleyen bir emelden sana sığınıyorum. 29
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: 'Eğer ecelimin ne vakit olduğunu bilseydim aklımın kaybolmasından korkardım. Fakat ölümden gâfil olmayı, Allah kullarına bir nimet olarak ihsan buyurmuştur. Eğer gaflet olmasaydı kullar herhangi bir maişetten lezzet almazdı. Aralarında pazarlar kurulmazdı'.
Hasan şöyle demiştir: 'Unutkanlık ve emel, ademoğulları için iki büyük nimettir. Eğer bu iki nimet olmasaydı müslümanlar yollarda yürümezdi'.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Kulağıma geldiğine göre insan ahmak olarak yaratılmıştır. Eğer bu durum olmasaydı maişetten hoşlanmazdı'.
Ebû Said b. Abdurrahman şöyle demiştir: 'Dünya ancak insanların akılsızlığından ötürü imar edilmiştir!'
Selman-ı Fârisi (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Üç şey vardır ki beni güldürecek kadar hayrette bırakırlar:
1. Ölüm kendisini aradığı halde dünyayı isteyen kimse (nin durumu) .
2. Kendisinden gaflet edilmediği halde gâfil olan kimse.
3. Rabbinin kendisinden razı olup olmadığını bilmediği halde ağız dolusu gülen kimse.
Üç şey vardır ki ağlatacak kadar beni üzerler:
1. Hazret-i Peygamber ve cemaatinden ayrılmak.
2. Kıyâmetin dehşeti.
3. Cennete mi, cehenneme mi gönderileceğimi bilmediğim halde Allah'ın huzurunda hesaba çekilmek için durmam!
Seleften biri şöyle diyor: "Zürâre b. Ebi Evfayı, ölümden sonra, rüyada görüp 'Sizin katınızda amellerin hangisi daha verimlidir?' diye sordum. Zürare 'Tevekkül ile emeli kısaltmak!' dedi".
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Dünya hakkındaki zâhidlik lezzetsiz yemek ve aba giymek değildir. Emelin kısaltılmasıdır'.
Mufaddal b. Fudale30 Rabbinden emelinin kaldırılmasını istedi. Dolayısıyla onun kalbinden yemek ve içmek şehveti silindi. Sonra Rabbine geri vermesi için yalvardı. Emel kendisine geri verildi, yemeye ve içmeye başladı.
Hasan'a 'Ey Ebû Said! İç gömleğini yıkamaz mısın?' diye soruldu. Bununla meşgul olmak uzun emeldir' dedi.
Hasan şöyle demiştir: 'Ölüm sizin önünüzdedir. Dünya ise arkanızdadır'.
Bir kişi şöyle demiştir: 'Ben boynunu uzatmış, üstünde de bir kılıç olduğu halde, boynu ne zaman vurulacaktır diye bekleyen bir kimse gibiyim'.
Dâvûd et-Tâî şöyle demiştir: 'Eğer bir ay yaşamayı ümit edersem kendimi büyük bir günah işlemiş olarak görürüm. Ben bunu nasıl ümit ederim?. Oysa fecaatların gece ve gündüz saatlarinde halkı kasıp kavurduğunu görmekteyim.
Hikâye ediliyor ki Şakîk el-Belhî, hocası Ebû Haşim Rumânî'nin31 yanına geldiğinde abasının köşesinde bağlı birşey vardı. Bunu gören hocası 'Nedir bu?' dedi ve kapıyı Şakîk'in yüzüne kapayarak eve girdi.
Ömer b. Abdülazîz, kürsüde şöyle demiştir:
Muhakkak ki her sefer için azık hazırlanır. Öyleyse siz de düyadan âhirete olan seferenizde takvayı azık edinin. Siz, Allah'ın hazırladığı sevap ve ikabı gören bir kimse gibi olun, ibadete dalıp günahlardan çekinin! Sakın zaman sizin için uzun gelip de kalpleriniz katılaşmasın ve düşmanınıza itaat etmeyin. Yemin olsun muhakkak ki akşamdan sonra sabahlamayacağını ve sabahladıktan sonra akşamlamayacağını bilmeyen bir kimse uzun emel taşımamalıdır. Çoğu kez bunların arasında ölüm gelip insanın boğazına yapışır. Ben de siz de dünyaya aldanan nicelerini gördük! Oysa ancak Allah'ın azabından kurtulanın gözü aydın olur. Kıyâmetin dehşetlerinden emin olan ancak sevinir. O kimse ki herhangi bir yarayı ancak başka bir taraftan bir yara almak suretiyle tedavi edebiliyorsa, o nasıl sevinir? Yaptığım bir şeyi size emretmekten Allah'a sığınırım. Eğer böyle yaparsam alış-verişimde zarar edip kusurum ve miskinliğim, fakir ve zenginin halini gösteren terazilerin ortaya konduğu bir günde açığa çıkar. Siz öyle bir şeyle mükellef kılındınız ki eğer yıldızlar onunla mükellef kılınmış olsalardı muhakkak dökülüp saçılırlardı. Dağlar öyle bir şeyle mükellef olsaydı, muhakkak erirdi. Kürre-i arz onunla mükellef kılmasaydı, muhakkak paramparça olurdu. Bilmez misin, cennet ile ateş arasında bir konak yoktur. Muhakkak siz onlardan birine varacaksınız.
Bir kişi dostuna (şunları) yazdı: 'Dünya rüyadır. Âhiret ise uykudan uyanmadır. İkisinin arasında olan ölümdür. Biz karmakarışık rüyalar içerisinde kıvranıp duruyoruz. Bir başkası arkadaşına (şöyle) yazdı: 'muhakkak ki dünya için üzülmek uzundur. Ölüm insana yakındır. Eksiklik için her günde ondan nasip vardır. Belâ için onun cisminde yol vardır. Bu bakımdan göç etmeye çağrılmazdan önce acele et! Vesselâm!'
Hasan şöyle demiştir: Âdem (aleyhisselâm) hata etmeden önce emeli arkasında, eceli gözlerinin arasında bulunuyordu. Zelleye düştüğünde emel gözlerinin önüne, ecel de arkasına geldi'.
Abdullah b. Samit şöyle rivâyet ediyor: Babası şöyle demiştir: 'Ey sıhhatinin uzunluğuna aldanan, hastalıksız ölen hiç kimse görmedin mi? Ey mühletinin uzunluğuna aldanan! Acaba azıksız yakalanan birini görmedin mi? Eğer ömrünün uzunluğunu düşünürsen, geçmiş lezzetlerini unutursun! Acaba sıhhatle mi aldanıyorsun? Yoksa içinde kıvrandığın afiyetin uzunluğu ile mi? Yoksa emin bulunduğun ölümle mi? Veya ölüm meleğine karşı cesaret mi gösteriyorsun? Ölüm meleği geldiğinde, malın ve servetin onu senden uzaklaştıramaz. Nüfusunun çokluğu da onu engelleyemez! Bilmez misin ölüm saati, üzüntülü ve sıkıntılıdır. Daha önce yapılan kusurlardan ötürü pişmanlıktır. Allah, ölümden sonraki hayat için çalışan kuldan razı olsun! Allah o kuldan razı olsun ki ölüm gelmeden önce tedbir almıştır'.
Ebû Zekeriyya et-Teymî şöyle anlatıyor: Süleyman b. Abdülmelik, Mescid-i Haramda, bulunduğu bir sırada yazılı bir taş getirildi. Taşın üzerindeki yazıları okuyacak biri araştırıldı. Vehb b. Münebbih Süleyman'ın huzuruna getirildi. O taşta şunlar yazılıydı:
Ey Âdem oğlu! Eğer sen ecelinden geri kalanın yakınlığını görseydin, emelinin uzunluğunda zâhidlik ederdin. Amelini artırmak için rağbet gösterirdin. Hırs ve hileden uzak dururdun. Eğer ayağın kayarsa, yarın pişmanlığınla karşı karşıya gelirsin. Aile efradın ve haşmetin seni teslim edeçek, baban ve yakınların senden ayrılacak, evlat ve soyun seni terkedecektir. Sen dünyaya dönecek değilsin. Hayırlarını da arttıramazsın. Öyleyse üzüntü ve pişmanlık gelmeden önce kıyâmet için çalış! Bunun üzerine Süleyman, hıçkıra hıçkıra ağladı.
Seleften biri şöyle diyor: Muhammed b. Yûsuf un Abdurrahman b. Yûsuf a yazdığı bir mektubu gördüm. Mektupta şunlar yazılıydı:
Selâm senin üzerine olsun! Nezdinde kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a hamd ederim.
Seni dünyadan, âhirete davet ediyor ve amellerinin gideceği mükafat yerine döneceğinden gâfil olmaman hususunda seni sakındırıyorum. Sen yeryüzünden sonra yerin altına gidersin. Münker ve Nekir melekleri gelir, seni oturtup azarlarlar. Eğer Allah (kudretiyle) beraberinde ise zarar, korku ve fakirlik yoktur. Eğer bunun aksi olursa, Allah hem beni, hem de seni felaketin kötü akibetinden, kabrin darlığından muhafaza eylesin. Sonra mahşerin gürültüsü ve Sûr'un üfürülüşü gelir. Mahlûklar hakkında hükmetmek, yeri ve gökleri sakinlerinden boşaltmak için Cebbâr olan Allah harekete geçer, sırlar fâş edilir, ateş kızıştırılır, teraziler konulur, peygamberler ve şehidler getirilir. Aralarında hak ile hükmedilir ve 'Hamd. âlemlerin rabbine mahsustur!' denilir. Nice rezil olmuş ve örtülmüş, nice helâk olmuş ve kurtulmuş, nice azaba uğramış ve rahmete kavuşmuş kimseler vardır. Keşke bilseydim, o gün benimle senin halin ne olacaktır? Bu bakımdan bu hususta lezzetler yıkılmış, şehvetlerden kaçınılmış, emel kısaltılmış, uykuda olanlar uyandırılmış ve gaflette olanlar sakındırılmıştır. Allah bize ve size bu büyük tehlike karşısında yardım etsin! Dünya ve âhiret tesirini muttakîlerin kalbinde ne derece halketmişse, benim ve senin kalbinde de öyle halketsin. Biz ancak O'nunla ve O'nun için varız. Vesselâm!
Ömer b. Abdülazîz Allah'a hamd ve sana ettikten sonra şu hutbeyi okudu:
Ey insanlar! Siz boş yere yaratılmış değilsiniz ve başıboş bırakılamayacaksınız! Muhakkak sizin için bir dönüş yeri vardır. Allah aranızda hükmetmek için sizi bir araya getirecektir. Yarın herşeyi kaplayan Allah'ın rahmetinden ve eni gökler ile yer kadar olan cennetinden çıkarılan bir kul zarar etmiş ve şakî olmuştur. Yarın emin olmak, ancak rabbinin saltanatından korkan, azabından ittika eden, azı verip çoğu alan, fâniyi verip bakiyi alan, şekaveti saadetle değiştiren bir kimse için mümkündür. Görmez misiniz siz, helâk olanların sulblerindeydiniz? Sizden sonra zürriyetleriniz kalacaktır. Her gün vaktini bitirmiş ve emeli kesilmiş bir kimseyi Allah'a yolcu ettiğinizi, onu yastıksız ve döşeksiz, sebeplerden ve dostlarından ayrılmış, hesap ile karşı karşıya gelmek üzere bir çukurun içine koyduğunuzu görmüyor musunuz? Yemin olsun! Gerçi benim günahım sizinkinden daha fazladır. Fakat bunlar Allah'tan gelen adil kanunlardır. Size, Allah'a itaat ve ibadet etmeyi tavsiye eder ve sizi günahlardan sakındırırım ve Allah'tan af talep ederim.
Bunları söyledikten sonra yenini yüzüne kapatıp gözyaşları sakalını ıslatıncaya kadar ağladı. Bir daha ölünceye kadar meclise geri dönmedi.
Ka'kâ b. Hâkim32 şöyle demiştir: 'Otuz seneden beri ölüme hazırlandım. Eğer bana gelseydi tehir edilmesinden hoşlanmazdım'.
Süfyân es-Sevrî şöyle anlatır: Küfe mescidinde yaşlı bir kişi şöyle diyordu: 'Otuz seneden beri şu mesciddeyim. Gelmesi için ölümü bekliyorum. Eğer gelseydi ona ne birşey emreder, ne de onu bir şeyden sakındırırdım. Benim hiçkimse de bir şeyim olmadığı gibi hiç kimsenin de bende bir şeyi yoktur.
Abdullah b. Salebe şöyle demiştir: 'Sen gülüyorsun ama belkide kefenin bez ağartıcısının yanından çıkmış bulunuyor!'
Muhammed b. Ali ez-Zâhid şöyle demiştir: Kûfe'de bir cenazeyi teşyi ettik. Bu teşyie Dâvud-u Tâî de katıldı. Cenaze defnedildikten sonra Dâvûd ayrılıp bir köşeye oturdu. Ben de gelip ona yakın bir yere oturdum. Dâvûd şöyle dedi: 'Kim azaptan korkarsa, uzak onun için kısalır, kimin emeli uzarsa ameli zayıf olur. Her gelecek yakındır. Ey kardeşim! Bil ki seni rabbinden meşgul eden herşey, senin için uğursuzdur. Bil ki bütün dünya ehli, kabir ehlindendir. Onlar geride bıraktıkları için pişman olacaklardır.
Daha önce gönderdikleriyle sevineceklerdir. Kabir ehlinin pişman olduğu şey hakkında dünya ehli boğuşur, birbirlerini kıskanırlar. Ondan dolayı birbirlerini hâkimlere şikayet ederler.
Muhammed b. Ebî Tevbe şöyle diyor: Mâruf-u Kerhî, namaz için kamet getirdi, bana İmâm olmamı teklif etti. Dedim ki: 'Eğer ben önünüzde bu namazı kıldırırsam bundan başkasını kıldıramam'. Bu cevap üzerine Mâruf şöyle dedi: 'Sen nefsine, yaşayacağını ve başka bir namaz kılacağını mı söylüyorsun? Uzun yaşama arzusundan Allah'a sığınırız. Çünkü uzun emel insanı hayırlı amelden alıkoyar'.
Ömer b. Abdülazîz bir hutbesinde şöyle demiştir:
Muhakkak dünya sizin esas eviniz değildir. Allah onun hakkında yok olmayı takdir etmiştir. Onun ehli hakkında da ondan göç etmeyi yazmıştır. Dünyayı imar eden nice insan vardır ki yakında dünyadan göç edecektir. Allah size rahmet etsin! Elinizde bulunan nakil vasıtalarının en güzeliyle dünyadan göç etmeye çalışıp azıklanınız! Muhakkak ki azığın hayırlısı takvadır. Dünya, azalmış gölge gibidir. Âdem oğlu dünyada gözü yaşsız olduğu haldeyken ansızın Allahü teâlâ onu çağırır. Ondan eserlerini ve dünyasını selbeder. Onun zenginliklerini başka bir kavme verir. Dünya, zarar verdiği kadar sevindirmez. Dünya az sevindirir, çok üzer.
Hazret-i Ebû Bekir bir hutbesinde şöyle demiştir: 'Yüzleri güzel ve pırıl pırıl parlayan kimseler, gençliklerine meftun olanlar nerede? Şehirler kuranlar, onları surlarla koruyan padişahlar nerede? Savaş meydanlarında muzaffer olanlar nerede? Zaman onların hepsini yere serdi. Onlar kabirlerin karanlıklarına hüründüler. Acele ediniz, derhal kurtuluşa koşun kurtuluşa!'
19) İbn Hıbbân, Buhârî, (İbn Ömer'den)
20) İbn Eb'id-Dünya, Kasr-ı Amel
21) İbn Eb'id-Dünya
22) İbn Eb'id-Dünya, Kasr-ı Amel
23) İbn-i Mübârek, Zühd; İbn Eb'id-Dünya ve Bezzâr
24) İmâm-ı Ahmed, İbn Eb'id-Dünya
25) Tirmizî
26) Buhârî
27) Müslim, Tayalisî, Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hıbbân
28) İbn Eb'id-Dünya
29) İbn Eb'id-Dünya
30) Basralıdır. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce kendisinden hadîs rivâyet etmiştir.
31) Adı, Yahya b. Dinar'dır. H. 122'de (veya 145'de) vefat etmiştir.
32) Kinane kabilesindendir. İbn Hıbbân güvenilir kimseler arasında zikretmiştir.
Uzun emerin iki sebebi vardır. Biri cehalet, diğeri dünya sevgisidir.
İnsan dünyaya, şehvetlerine, lezzetlerine ve dünya ile olan ilişkilerine değer verdiğinde dünyadan ayrılmak kalbine ağır gelir. Kalbi, dünyadan ayrılmasına sebep olan ölüm hakkında düşünmekten kaçınır. Kim bir şeyden hoşlanmazsa, onu kendinden uzaklaştırır. İnsan bâtıl kuruntuların hayranıdır. Daima maksadına uygun olanı temenni eder. Nefsine uygun olan da dünyada baki kalmaktır. Baki kalmanın çarelerini hayal eder. Muhtaç olduğu mal, aile fertleri, ev, dostlar, hayvanlar ve dünyanın diğer şeylerini araştırır. Böylece kalbi bu düşünceye dalar, bundan ayrılmaz. Bu bakımdan ölümün anılmasından gâfil olur. Ona yaklaşmaya bile gücü yetmez. Eğer bazı hallerde ölüm ve ölüm için hazırlanma kalbine gelirse onu tehir eder. Nefsine der ki: 'Önünde tevbe etmek için uzun günler vardır?'
Biraz yaşlanınca der ki: 'Pîr-i fani oluncaya kadar vakit vardır! Pîr-i fani olduğunda der ki: 'Şu evi yapıncaya, şu bostanı işlerini bitirinceye kadar bari tevbeyi tehir edeyim. Şu seferden dönünce veya şu çocuğun çeyizini yapıncaya, buna bir mesken hazırlayıncaya veya bana diş bileyen şu düşmanın kahrından kurtuluncaya kadar tehir edeyim5. Dolayısıyla durmadan ölümü hatırlamayı tehir edip geciktirir. Bir meşgale bitmeden, on meşgale daha çıkar. Böylece gün be gün ölüm hakkında düşünceyi geciktirir. Onu bir meşgale başka bir meşgaleye sürükler durur. Böylece ummadığı bir zamanda ölüm gelip yakasına sarılncaya kadar tehir eder ve son anda üzüntüsü çok büyük olur.
Ateş ehlinin çoğunun feryadı tevbeyi geciktirmektendir. Onlar 'Gecikmeden dolayı vay hâlimize!' derler.
Oysa bu işi geciktiren miskin kendisini ölümü hatırlamayı geciktirmeye davet eden sebebin bugün beraberinde olduğu gibi yarın da beraberinde olduğunu bilmez. O sebep müddetin uzamasıyla kuvvet kazanır. Oysa miskin dünyaya dalan ve dünyayı koruyan kimse bir gün boş vakit bulup tevbe etmesinin mümkün olduğunu zanneder! Ama nerede? Dünyadan ancak dünyayı atan boşalır.
Hiçbir kimse dünyadan ihtiyacını almamıştır.
Hiçbir ihtiyaç başka bir ihtiyaca götürmekten başka bir işe yaramaz!
Bütün bu kuruntuların esası, dünya sevgisidir. Dünyaya önem vermek ve Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerifinin mânâsından gâfil olmaktır:
Sevebildiğini sev! Muhakkak ondan ayırlacaksın! b. Cehalet
İnsan bazen gençliğine güvenir. Gençlikle beraber ölümün yakınlığını uzak bir ihtimal sayar. Miskin düşünmez ki memleketinin ihtiyarları sayılsa, memleketindeki erkeklerin onda birinden daha azdırlar. Onların az olmaları, ölümün gençler arasında daha çok olmasındandır. Bir ihtiyar ölünceye kadar bin çocuk ve genç ölür.
Bazen de sıhhatli oluşundan dolayı ölümü uzak sayar. Ansızın gelen ölümü uzak bir ihtimal olarak görür. Bilmez ki bu uzak değildir. Bu uzak olsa dahi ansızın gelen hastalık uzak değildir. Oysa hastalıklar ansızın gelir, kişi hasta olduğunda ölüm uzak sayılmaz. Eğer bu gâfil ölümün gençlikten, orta yaşlılıktan, ihtiyarlık, yaz, kış, güz, bahar, gece ve gündüzden belli bir vaktinin olmadığını düşünse, şuuru ölüme hazırlanmakla meşgul olur. Fakat bunları düşünmemesi ve dünya sevgisi onu ölümün yakınlığından gâfil olmaya sevk eder. Bu bakımdan o, ölümün devamlı ileride olduğunu zanneder. Ölümün başına geleceğini takdir etmez. Kendisinin devamlı başkalarının cenazelerini teşyi edeceğini zanneder. Kendi cenazesinin teşyi edileceğini hiç hesaba katmaz. Çünkü defalarca cenaze teşyi etmiş, artık buna alışmıştır.
O daima başkasının ölümünü müşahede etmiştir. Kendi ölümünü ise hiç düşünmemiştir, düşünmesi de uzak ihtimaldir. Düşündüğü takdirde de bir defadan sonra ikinci defa düşünmez. Bu bakımdan o, ilk ve sondur. Bu kimse nefsini başkasına kıyas etmeli, cenazesinin omuzlarda taşındığını ve defnedildiğini düşünmelidir. Belki de mezarının tuğlası hazırlanmıştır.
Bu bakımdan onun ölümü hatırlamayı ve (tevbeyi) tehir etmesi katıksız cehalettir. Bunun sebebinin cehalet ve dünya sevgisi olduğunu bildiğinde, tedavisi, sebebini bertaraf etmektir. Cehalet, uyanık kalpten gelen saf fikir ile bertaraf edilir, temiz kalplerden gelen beliğ hikmeti dinlemek ile kaldırılır.
Dünya sevgisine gelince, onu kalpten çıkarmakta kullanılan ilâcın acısı pek çetindir, geçmiş ve geleceklerin tedavisinden aciz kaldıkları müzmin bir hastalıktır. Bu hastalığın, son güne ve son gündeki büyük azap ve büyük sevaba îman etmekten başka ilâcı yoktur.
İnsan bunlara kesin olarak inandığı zaman kalbi dünya sevgisinden boşalır. Çünkü gerçek sevgi odur ki kalpten basit şeylerin sevgisini siler. Bu bakımdan kişi, dünyanın hakirliğini, âhiretin de büyüklüğünü gördüğünde dünyaya iltifat etmekten imtina eder.
Doğudan batıya kadar bütün dünya mülkü kendisine verilse bile aldırmaz. Bu nasıl böyle olmaz! Oysa dünyadan daha düşük az birşey vardır. O halde dünya ile nasıl sevinebilir veya âhirete îman etmekle beraber dünyanın sevgisi onun kalbinde nasıl yerleşir? Öyleyse Allahü teâlâ'dan dileğimiz, dünyayı sâlih kullara gösterdiği gibi, bize de göstermesidir!
Ölümü düşünmek hususunda emsallerinin ölümüne bakmak gibi bir ilâç yoktur. Bunlara ölümün nasıl ummadıkları bir zamanda geldiğine dikkat etmelidir.
Ölüm için hazırlıklı olan bir kimse, büyük bir zafer elde eder. Uzun emelle aldanmış bir kimse ise apaçık zarar eder.
İnsan her saat azalarına dikkat edip bu azalan böceklerin nasıl yiyeceğini, kemiklerinin nasıl dağıldığını düşünmelidir. Böceklerin önce sağ gözbebeğinden mi yoksa sol gözbebeğinden mi başlayacağını düşünmelidir. Çünkü onun bedeninde hiçbir şey yoktur ki böceğin yiyeceği olmasın! Kendisi için sadece ilim ile Allah rızası için yapılan katıksız amel kalır.
İşte böylece daha sonra bahsedeceğimiz kabir azabı, Münker ve Nekir'in suali, haşr, neşr, kıyâmetin dehşetleri, en büyük merasim gününün kulakları çınlatan gürültüsü hakkında düşünmelidir. Bu düşünceler ve benzerleri kalpte ölümün zikrini tazeler ve kalbi ölüm için hazırlanmaya davet eder.
Bu hususta insanlar değişik durumdadırlar. Onlardan kimi vardır ki dünyada baki kalmayı umar ve daima bunu ister.
Her biri bin yıl yaşatılmayı ister. (Bakara/96)
Onlardan kimi de pîr-i fani oluncaya kadar yaşamayı ister. Pîr-i fani olmak kişinin gördüğü ömrün en uzağına varmak demektir. Bu, dünyayı çok seven bir kimsedir.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
İhtiyar, dünya sevgisinde gençtir velev ki ihtiyarlıktan ötürü onun göğüs kemikleri birbirine geçmiş olsun! Ancak Allah'tan korkanlar bu hükmün dışındadır. Onlar da pek azdır!
Onlardan bir kısmı da bir sene yaşamayı ümit eder. Bir senenin ötesinin tedbiriyle meşgul olmaz. Gelecek senede nefsi için varlık takdir etmez. Bu kimse yazda kış için tedbir alır, kışta da yaz için! Bu bakımdan bir sene kendisine yetecek miktarı derlediğinde ibadetle meşgul olur.
Onlardan bir kısmı da yaz veya kış müddetini ümit eder. Yaz devresinde kış elbisesini, kış devresinde de yaz elbisesini tedarik etmez. Bir kısmın ümidi de bir gün bir gecedir. O içinde bulunduğu gün için hazırlanır, yarın için hazırlanmaz!
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Yarının rızkı için boşuna kederlenmeyin! Eğer yarın ecelinizden ise, onda rızkınız ecellerinizle beraber gelecektir. Eğer ecellerinizden değilse, başkasının eceli için ihtimam göstermeyin!' Onlardan bir kısmının emeli de bir saati geçmez.
Nitekim, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey Abdullah, sabahladığında akşamlayacağını, akşamladığında da sabahlayacağını düşünüp nefsine ümit verme!33
Onlardan başka bir grup vardır ki bir saat sonraya kalmayı bile düşünmez. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) biraz ilerideki suya gitmeden teyemmüm ederek şöyle demiştir: 'Suya yetişeceğimi nerden bileyim?'
Onlardan bir kısmı da vardır ki ölüm gözlerinin önünde olur. Neredeyse gırtlağına sarıldığı halde hâlâ ölümü bekler. Bu insan öyle bir kimsedir ki hatır isteyen bir kimsenin namazı gibi namaz kılar.
Onun hakkında Muaz b. Cebel'den (radıyallahü anh) nakledilen şu hadîs-i şerîf vârid olmuştur: Hazret-i Peygamber, Muaz'a îmanın hakikatini sorduğunda
cevap olarak şöyle demiştir: 'Her attığım adımın arkasından ikinci adımı atamayacağımı zannediyorum'.
Nitekim Esved'den nakledildiği gibi, o geceleyin namaz kıldığında sağma soluna bakardı. Biri 'Bu bakış nedir?' diye sorunca, cevap olarak, dedi ki: 'Ölüm meleğinin hangi cepheden bana geleceğine bakıyorum!'
İşte bütün bunlar, insanların değişik durumlarıdır. Bunların her biri için Allah katında dereceler vardır. Emeli bir ay olan bir kimse, emeli bir ay bir gün olan kimse gibi değildir. Allah katında, derece bakımından, bunların arasında fark vardır. Çünkü Allahü teâlâ zerre kadar zulmetmez. Kim zerre miktarı hayır işlerse onun mükafatını görecektir! Sonra emelin kısaltılmasının tesiri, acele sâlih amele yönelmekle kendini gösterir. Her insan emelinin kısa olduğunu iddia eder. Oysa yalancıdır. Bu ancak amellerle belli olur; zira insan bazen öyle şeylere ehemmiyet verir ki çoğu kez onlara ancak senede bir muhtaç olur. Bu ihtimam, uzun emelli oluşuna delâlet eder.
Tevfîk 'in alâmeti, ölümün gözönünde olması ve bir saat dahi ölümden gâfil bulunulmamasıdır. Bu bakımdan insan her an ölüme hazırlıklı olmalıdır. Eğer akşama kadar yaşarsa, Allahü teâlâ'ya, Allah'a itaat üzere akşamladığı için şükretmelidir, gününü zayi etmediğinden dolayı sevinmelidir. O günden nasibini aldığı ve Allah katında nefsi için onu azık edindiği için sevinmelidir. Sonra sabaha kadar yine aynı şekilde devam etmelidir. Bu durum kalbi yarın ve yarında olacaklardan boşalmış bir kimse için kolaydır. Böyle biri öldüğünde saîd olup ganimet sahibi olur. Yaşadığında ölüme hazırlanmanın güzelliği ve münâcatın lezzetiyle sevinir. Bu bakımdan ölüm bunun için saadet, yaşamak da amel bakımından artıştır.
Öyleyse ey miskin insan! Ölüm senin kalbinde olsun; zira akıntı seni şiddetle sürükleyip götürür. Oysa sen nefsinden gafilsin. Belki de sen menzile yaklaşmış, mesafeyi zafere ulaşmak, ancak sana ganimet olarak verilmiş olan her nefesinde amel yapmana bağlıdır.
33) Daha önce geçmişti.
Kaybolan iki arkadaşı olup onların birinin yarın, diğerinin de bir ay veya bir sene sonra gelmesini bekleyen bir kimse, bir ay veya bir sene sonra gelecek arkadaşını karşılamak için değil, yarın gelmesi beklenilen arkadaşını karşılamak için hazırlanır.
Bu bakımdan hazırlanmak, beklemenin yaklaşmasının neticesidir. Öyleyse ölümün gelmesini bekleyen bir kimsenin kalbi, o müddetle meşgul olur. O müddetin ötesini unutur. Sonra her gün bütün seneyi beklediği ve seneden geçmiş günü eksiltemediği halde sabahlar. Bu durum ise, onu acele amel işlemekten alıkoyar. Çünkü bu kimse daima o sene içerisinden nefsi için bir genişlik görür. Dolayısıyla ameli terkeder.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Sizlerden biriniz dünyadan ancak azdıran bir zenginliği veya unutturan bir fakirliği veya ifsâd eden bir hastalığı yahut bağlayıcı bir ihtiyarlığı veya techiz edici bir ölümü veya beklenilenin en şeriri olan Deccal'ı veyahut da kıyâmeti bekliyor. Oysa kıyâmet daha dehşetli ve daha acıdır. 34
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir kişiye nasihat ederek şöyle dedi: "Beş şeyden önce beş şeyi ganimet bil:
1. İhtiyarlıktan önce gençliği,
2. Hastalıktan önce sıhhati,
3. Fakirlikten önce zenginliği,
4. Meşguliyetten önce meşguliyetsizliği,
5. Ölümden önce hayatı!"35
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İnsanların çoğuna şu iki nimet hakkında gıpta edilir: Sıhhat ile meşguliyetsizlik.
Yani İnsan oğlu bunların ikisini değerlendirmez. Ancak elden çıktıktan sonra kıymetlerini bilir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kim korkarsa geceden yola çıkar. Erken yola çıkan da menzile varır. İyi bilin ki Allah'ın metaı kıymetlidir. İyi bilin ki Allah'ın metaı cennettir. 36
Râcife geldi. Onu Kadife tâkib eder. Ölüm de bütün ağırlığıyla beraber gelmiştir. 37
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ashâbından birinin nefsinde gaflete daldığını hissettiğinde cemaatin içinde yüksek sesle şöyle bağırırdı: Ölüm gerçek şekliyle gelecek, ya saadetle veya şekavetle sizi yakalayacaktır!38
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Ben uyarıcıyım. Ölüm yakalayıcı, kıyâmet ise va'dedilen vakittir. 39
İbn Ömer (radıyallahü anh) güneş hurma dalının yapraklarının uçlarında iken Hazret-i Peygamberin çıkıp şöyle dediğini rivâyet ediyor:
Geçen bu güne nisbetle akşama ne kadar vakit kaldıysa, kıyâmete de o kadar vakit kalmıştır. 40
Dünyanın misali, dikişleri başından sonuna kadar yırtılmış, sonunda bulunan bir dikişe asılı kalmış bir elbise gibidir. O dikişin de kopması yakındır!41
Câbir (radıyallahü anh) şöyle diyor: 'Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) hutbe okuyup kıyâmeti andığında, sesini yükseltir, yanakları kıpkırmızı kesilirdi. Sanki bir ordudan korkutuyor gibi davranırdı'.
O ordu, size sabah veya akşam gelecektir. Ben ve kıyâmet şunların ikisi gibi yakınız. 42
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Allah kime hidayet etmeyi dilerse onun göğsünü İslâm'a açar' (En'âm/125) ayetini okurken şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
- Muhakkak ki nur göğüse girdiğinde göğüs genişler!
- Ey Allah'ın Rasûlü! Bu durumu gösteren bir alâmet varmı?
Evet! Gurur evinden uzaklaşmak, ebediyyet evine dönmek, gelmeden önce ölüme hazırlanmak bunun alâmetidir. 43
O, hangisinin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı.
(Mülk/2)
Süddî44 bu âyeti 'Ölümü kimin daha çok hatırlayacağını ve ölüm için hanginizin daha güzel hazırlanacağını, kimin ölümden daha fazla sakınıp korkacağını denemek için!' şeklinde tefsir etmiştir.
Huzeyfe b. Yemân şöyle demiştir: "Her sabah ve akşam, bir dellâl 'Ey insanlar! 'Göç (ediniz!) Göç (ediniz!) ' diye çağırır".
Bu sözün tasdiki şu ayettir:
Ki o (sekar) , büyük belalardan biridir. İnsanlar için uyarıcıdır. Sizden ileri gitmek yahut geri kalmak isteyenler için!. . (Müddessir/35-37) '
Benî Temîm'in azadlısı Sehim (veya Suheym) şöyle anlatıyor: Namaz kılarken Amr b. Abdullah'ın yanına oturdum. Namazını kısa kestikten sonra bana yönelerek şöyle dedi:
- Beni ihtiyacınla rahata kavuştur! Çünkü (yarışıyorum) acele ediyorum.
- Neye karşı acele ediyorsun?
- Rahmet olasıca! Ölüm meleğine!
Bunun üzerine onun yanından kalkıp gittim. O da kalkarak namaza durdu.
Dâvûd et-Tâî geçerken bir kişi ona bir hadîs sordu. Bunun üzerine Dâvûd o kişiye 'Yakamı bırak! Ben sadece canımın çıkması için acele ediyorum!' dedi.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Herşeyde ağır davranmak, mühlet vermek hayırdır. Ancak âhiret için yapılan ameller bundan hariçtir!'
Münzir45 Mâlik b. Dinar'ın kendi nefsine şöyle dediğini naklediyor: 'Rahmet olasıca! Emir sana gelmeden önce acele et! Rahmet olasıca! Emir sana gelmeden önce acele et!' Bunu altmış defa tekrar etti. O beni görmüyordu.
Hasan-ı Basrî vaazında dedi ki: 'Acele ediniz! Eğer nefesleriniz tükenirse, vasıtasıyla Allah'a yaklaştığınız amelleriniz kesilir. Nefsine bakıp günahının çokluğu için ağlayan kimseden Allah râzı olsun'. Sonra şu âyeti okudu: Çünkü biz onlar için sayıyoruz. (Meryem/84)
Yani nefeslerimizi sayıyoruz. Sayının sonu; nefesinin tükenişi, aile efradından ayrılışın ve kabrine girişindir.
Ebû Musa el-Eş'arî ölümünden önce durmadan ibadet etmeye başladı. Bunun üzerine kendisine 'Kendini biraz tutsan veya az da olsa nefsine şefkat göstersen (iyi olur) ' dediler. Bunun üzerine şöyle dedi: 'Süvariler (yarışa) çıkıp hedefe yaklaştıklarında bütün hünerlerini gösterirler. Meydanın başına yaklaştığında beraberinde olan her kuvvet ve ecelinden geri kalan daha azdır!'
Râvî der ki: 'O ölünceye kadar bu duruma devam etti!'
O hanımına der ki: 'Yükünü kuvvetli bağla! Muhakkak ki cehennem üzerinde bir geçit yoktur'.
Halifelerden biri minber üzerinde şöyle dedi:
Ey Allah'ın kulları! Gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun! İkaz edildiklerinde uyanıp dünyanın kendileri için bir ev olmadığını anlayıp, ölüme hazırlanan bir topluluk olun. İyi bilin ki dünya bir mesken değil, onu değiştirin. Ölüm için hazırlanın. Ölümün gölgesi üzerinize düşmüştür. Fakat dünya sizi kendine çekip yolunuzu kesmiştir. Sonunun gelip yıkılması bir an meselesi olan bu dünya, içinde yaşamaya ve gönül vermeye lâyık değildir. Bir gayb ki gece ve gündüz onu çekmektedir. O sadece süratle yıkılmaya lâyıktır. Bir gelen ki ya zafer veya şekavetle gelir, o en üstün tedbire müstehaktır. Bu bakımdan rabbinin katında muttakî o kimsedir ki nefsine nasihat etmiş ve tevbesini daha önce takdim etmiş ve şehvetine galebe çalmıştır. Muhakkak ki onun eceli ondan gizlidir. Onun emeli onu aldatıcıdır. Şeytan ona musallat kılınmıştır. Onun tevbeyi geciktirmesini temenni eder. Günah işlesin diye günahı onun gözüne süslü gösterir. Ölümden en gâfil olduğu bir anda, ölüm kendisine hücum edinceye kadar bu durum devam eder. Oysa herhangi biriniz ile cennet veya cehennem arasında, ölümden başka birşey yoktur. Ey cemaat! Gaflet sahibinin üzüntüsü ne büyüktür ki yaşantısının aleyhinde delil olacağından, günlerinin kendisini şekavete yuvarlayacağından gafildir! Allah bizi ve sizi, nimeti kendisini azıtmayan ve günahı kendisini Allah'a ibadetten geri bıraktırmayan ve ölümden sonra başına herhangi bir üzüntü inmeyen kullarından eylesin! Muhakkak ki Allah duayı kabul eder. Muhakkak ki hayır, O'nun kudret elindedir. O daima dilediğini yapandır.
Müfessirlerden bazısı Takat siz nefislerinizi fitneye düşürüp helâk ettiniz' ayetinin tefsirinde 'Şehvet ve lezzetlerle beklediniz!' demişlerdir. Yani tevbeyi geciktirdiniz, şek ve şüpheye daldınız. Allah'ın emri (yani ölüm) gelinceye kadar bu durumda kaldınız.
O çok aldatıcı (şeytan) , sizi Allah (m affı) ile aldattı. (Hadîd/14)
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Sabır ve metanet gösteriniz. Ancak dünya birkaç günden ibarettir. Siz mola vermiş bir kervan gibisiniz. Sizden birinin çağrılması yakındır. İltifat etmeksizin icabet etsin. Elinizde bulunanın yararlısıyla iktifa ediniz'.
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Sabaha çıkan kimse misafirdir. Malı elinde emanettir. Misafir göç eder, emanet sahibine geri verilir'.
Ebû Ubeyde el-Bâcî der ki: Ölüm hastalığında Hasan-ı Basrî'nin huzuruna girdik. Şöyle dedi:
Sizlere merhaba! Allah sizi selâm ile diri kılsın, bizi ve sizi cennete koysun! Eğer sabreder, sadakat gösterir, Allah'tan korkarsanız bu güzel bir şeydir. Sakın bu sözler bir kulağınızdan girip diğer kulağınızdan çıkmasın!
Çünkü Hazret-i Peygamber'i görenler onu bir kerpici diğer kerpiç üzerine bırakmadığı, bir kamışı diğer kamış üzerine koymadığı, fakat kendisi için dikilen bir bayrağa bütün kuvvetiyle koştuğu halde gördü. Acele edin acele! Kurtuluşa koşuşun kurtuluşa! Siz nereye yöneliyorsunuz? Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki siz ve ölüm berabersiniz! Allah o kuldan razı olsun ki hayatını tek bir hedefe yöneltmiştir. Bir parça ekmek yemiş, eskimiş bir elbise giymiş, yere yapışmış, bütün kuvvetiyle ibadete koyulmuştur. Günahından ötürü ağlamış, cezadan kaçmış ve Allah'ın rahmetini aramıştır ki o bu durumda olduğu halde eceli gelip yakasına yapışmıştır.
Asım el-Ehvel46 Fudayl er-Rakkaşî'nin kendisine şöyle dediğini nakleder: 'Ey kişi! Halkın çokluğu seni nefsinden uzaklaştırmasın; zira ölüm onlarsız gelip yakana yapışır. Oraya buraya gidersen gününü boş yere geçirmiş olursun. Çünkü iş senin aleyhinde korunmaktadır. Sen aramak bakımından daha güzel birşey, idrâk bakımından işlediğin bir günah için yapılan bir sevaptan daha süratlisini görmezsin'.
34) Tirmizî, (Ebû Hüreyre'den)
35) İbn Eb'id-Dünya
36) Tirmizî
37) İmâm-ı Ahmed, Abd b. Humeyd, İbn Münzir, Hâkim
38) İbn Eb'id-Dünya
39) İbn Eb'id-Dünya
40) İbn Eb'id-Dünya
41) İbn Eb'id-Dünya
42) Müslim, İbn Eb'id-Dünya
43) İbn Ebî Şeybe, İbn Eb'id-Dünya, İbn Cerîr, Ebû Şeyh, Hâkim, İbn Merduveyh ve Beyhâkî
44) Tam adı Muhammed b. Mervan el-Kûfî'dir. Tefsir âlimidir. Küçük Süddî diye bilinir.
45) Tam Adı Münzir b. Sa'lebe el-Abdî'dir.
46) Adı Ebû Abdurrahman Asım b. Süleyman el-Basrî'dir. H. 140 tarihinden sonra vefat etmiştir.
Miskin kulun önünde sadece ölüm dehşetinden başka ne azap, ne korku, ne üzüntü bulunmasa dahi bu hayatını zehir etmeye kâfidir. Sevincini bulandırmaya, unutkanlık ve gafletini kendisinden uzaklaştırmaya bu yeter. Bunun hakkında uzun düşünmesi ve büyük bir hazırlık görmesi gerekir.
Nitekim hukemadan biri şöyle demiştir: 'Başkasının elinde bulunan bir üzüntüdür ki ne zaman seni kapsayacağını bilmezsin!'
Lokmân Hakîm oğluna şöyle demiştir: 'Ey oğul! Ne zaman karşılaşacağını bilmediğin ölüm, ansızın 'sana gelmeden önce onun için hazırlan!'
Hayret edilecek nokta şudur ki eğer İnsan oğlu zevklerin en büyüğü olan eğlence meclisinde bulunduğu halde içeri girip kendisine beş sopa vuracak bir zabıtayı bekliyorsa, muhakkak keyfi kaçar. Oysa o İnsan oğlu her nefeste kendisine ölüm meleğinin gelmesinden gâfil olduğu halde yaşamaktadır. Acaba bunun, cehalet ve aldanmaktan başka bir sebebi olabilir mi?
Ölüm sekeratındaki elemin şiddetini hakîki olarak ancak tadan bilir. Tatmayan bir kimse ise onu idrâk ettiği elemlere kıyas etmekle veya insanların sekerât anında içinde bulundukları şiddetli hallerinden istidlâl etmekle ancak bilir!
Bu duruma şahitlik eden kıyas şudur: Kendisinde ruh olmayan azalar elem duymaz, elemi hisseden ruhtur. Öyleyse azalara bir yara isabet ederse, ruha sirayet eder. Ruha sirayet ettiği nisbette elem duyar. Acı et, kan ve diğer parçalara dağılır. Ruha ancak elemin bir kısmı isabet eder. Sadece ruha isabet eden elem, ne büyük ve ne şiddetli bir elemdir! Koma hâli, bedenin derinliklerine dağılmış ruhun cüzlerini kapsayan bir elemden ibarettir. Eğer kişiye bir diken batarsa, hissettiği elem ancak dikenin battığı yere ulaşan ruh parçasında cereyan eder. Ateşin cüzleri, bedenin diğer cüzlerine dağıldığından ötürü büyür. Öyle ki yanan âzanın görünür ve görünmez hiçbir parçası kalmaz ki ateş ona isabet etmesin. Bu bakımdan etin diğer parçalarına dağılmış ruhanî parçalar o elemi hissederler.
Yara, sadece demirin temas ettiği yere isabet eder. Bunun için yaranın elemi, ateşin eleminden daha hafif olur. Öyleyse komanın elemi, ruhun bizzat kendisine dokunur, bütün cüzlerini kapsar; zira damarların her birinden çekilen ruhtur. Parçaların, mafsalların tepeden tırnağa kadar derinin altından çekilen ruhtur. O halde, onun üzüntü ve eleminden sorma! Üzüntü ve elemi hakkında 'Ölüm kılıç darbesinden, bıçkıların biçmesinden makasların kesmesinden daha şiddetlidir' denilecek derecede şiddetlidir. Zira kılıçla bedeni kesmek, ruha taalluk ettiğinden dolayı acıtır.
Acaba ruhun bizzat kendisi kesildiğinde durum nasıl olur? Vurulan bir kimse, kalbinde ve dilinde, kuvvet kaldığından ötürü bağırır. Ölmek üzere olan bir kimsenin sesi ve nefesi, üzüntü onun kalbine yüklendiği, her parçasına ulaştığı, bütün kuvvetini yıktığı, azalan zayıf düşürdüğü için kesilmiştir. Bu bakımdan bağırma mecali kalmamıştır. Aklı örtüp şaşırtmış, dili konuşamaz duruma getirmiş, azalan zayıf düşürmüştür. Kişi inlemek, bağırmak ve imdat istemekle biraz kendisim rahata kavuşturmak ister. Fakat buna gücü yetmez. Eğer kendisinde bir kuvvet kalırsa ruhun çekildiği anda bir horlama, gırtlağından ve göğsünden bir homurtu işitilir. Bu esnada rengi bozulur, ağzına köpük yığılır. Sanki yaratılışının esası olan toprak onda belirmiştir! Onun her damarı çekilir.
Bu bakımdan onun içine ve dışına elem yayılır. Öyle ki gözleri yuvalarından fırlar, dudakları büzülür, dili çekilir, parmak uçları sararır. Bu bakımdan damarları çekilmiş bir bedenin halini sorma! Eğer çekilen tek damar olsaydı yine de elemi büyük olurdu. Oysa çekilen, elem duyan ruhun bizzat kendisidir. O da bir damardan değil, bütün damarlardan çekilir. Öyleyse nasıl elem duymasın? Sonra tedricî olarak azalar ölür. Önce ayaklar soğur, sonra baldırlar, sonra uyluklar!. Her âza için, üzüntüden sonra üzüntü, sekerattan sonra sekerât vardır. Can gelip boğaza dayanmcaya kadar!. . İşte o anda kişinin dünyadan ve aile efradından nazarı kesilir. Önündeki tevbe kapısı kapanır. Onu hasret ve pişmanlık kaplar.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Can gelip boğaza dayanmadıkça kulun tevbesi kabul olunur!47
Yoksa kötülükler yapıp yapıp da nihayet ölüm gelip çatınca 'Ben şimdi tevbe ettim' diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur. (Nisa/18)
Mücâhid bu ayetin tefsirinde demiştir ki: 'Ölüm elçilerini gördüğünde, ölüm meleğinin yüzünden bir safha kendisine görünür. Ölümün şiddetleri arka arkaya geldiğinde ölümün acılığını ve üzüntüsünü sorma!'
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dua demiştir:
Ey Allahım! Muhammed'e ölümün acılarını kolaylaştır!48
İnsanlar, ancak cehaletlerinden ötürü, ölümden sakınmıyor ve ölümü büyütmüyorlar; zira ölüm ancak peygamberlik ve velîlik nuruyla idrâk olunur. Bundan dolayı peygamberlerin (aleyhisselâm) ve evliyanın ölümden korkuları büyümüştür,
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ey havariler cemaati! Allah'tan benim için ölüm şiddetini kolaylaştırmasını dileyin! Ölümden o derece korktum ki korkum ölüm üzerinde ölmekten beni durdurdu!'
Rivâyet ediliyor ki İsrâîl oğulları'ndan birkaç kişi bir kabristanın yanından geçtiler. Birbirlerine dediler ki: 'Keşke şu kabristandan bir diriltip öbür âlemin durumunu sormak için Allah'a yalvarsaydınız'. Bu temenni üzerine Allah'a yalvardılar. Onlar bu durumda iken alnında secde eseri olan bir kişi kabirden çıktı ve dedi ki: 'Ey cemaat! Benden ne istiyorsunuz? Ben elli seneden beri ölümü tatmışım! Hâlâ kalbimde ölümün acısı sükûn bulmamıştır!'
Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamberin ölümünün şiddetini gördükten sonra, ölümü kolay geçmiş hiçbir kimsenin haline gıpta etmemiştir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Ruhu damar, kemik ve parmaklar arasından çekip alıyorsun. Ey Allahım! Ölüme karşı bana yardım et ve ölümü bana kolaylaştır. 49
Hasan, Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) ölümün tasa ve elemi hakkında şöyle dediğini rivâyet ediyor:
Ölümün elemi, kılıçla vurulan üç yüz darbe kadardır. 50
Hazret-i Peygamber'den ölüm ve şiddeti sorulduğunda,
cevap olarak şöyle demiştir:
Ölümün en kolayı, yün içerisinde bulunan üç köşeli demir diken gibidir. Acaba diken, koparıp çıkaracağı yün olmaksızın yünden çıkar mı?51
Hazret-i Peygamber bir hastayı ziyaret ettikten sonra şöyle dedi:
Onun ne ile karşılaştığını biliyorum. Ölümün şiddetinden dolayı onun acımayan hiçbir damarı yoktur!52
Hazret-i Ali savaşa teşvik ederek şöyle dedi: 'Eğer öldürülmezseniz, öleceksiniz. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim! Benim için bin kılıç darbesi yemek, yatakta ölmekten daha kolaydır!'
Evzâî şöyle demiştir: 'Kulağımıza geldiğine göre ölen kişi dirilinceye kadar ölümün elemini hisseder!'
Şeddâd b. Evs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Ölüm, Mü'min için en korkunç tehlikedir. Ölüm bıçkılarla biçilmekten, makaslarla kesilmekten, kazanlarda kaynamaktan daha şiddetlidir! Eğer bir ölü kabrinden gönderilip dünya ehline ölümün acısını haber verse, onlar artık maldan fayda görmez ve uykudan zevk almazlardı'.
Zeyd b. Eslem53 babasının şöyle dediğini rivâyet eder: 'mü'minin üzerinde derecelerinden birşey kalıp da Mü'min ameliyle oraya ulaşmazsa, ölüm onun üzerinde şiddetlenir ki ölümün şiddet ve üzüntüsüyle cennetteki derecesine varsın! Kâfir bir kimse iyiliğinin karşılığını göremeyeceği için ölüm onun için kolaylaştınlır ki dünyada iyiliğinin karşılığını alsın cehenneme gitsin!'
Seleften bir zat hastalara 'Siz ölümü nasıl görüyorsunuz?' diye devamlı sorardı. Bir zaman sonra kendisi hasta olunca bu sefer kendisine 'Sen ölümü nasıl görüyorsun?' diye sordular. Cevap olarak dedi ki: "Sanki gökler yeryüzüne kapandı. Sanki nefesim iğnenin deliğinden çıkıyor!'
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ani Ölüm, Mü'min için rahat, fâcir için üzüntüdür. 54 Mekhûl, Hazret-i Peygamberden şöyle rivâyet ediyor:
Eğer ölünün kıllarından biri gökler ve yer ehli üzerine bırakılsa, onlar Allah'ın izniyle ölürler. Çünkü her kılda ölüm vardır. Ölümün girdiği şey ölür. 55
Rivâyet ediliyor ki eğer ölümün eleminden bir damla dünyanın bütün dağları üzerine konsaydı, bütün dağlar erirdi.
Yine rivâyet ediliyor ki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) vefat ettiğinde Allahü teâlâ kendisinden sordu:
- Ey dostum! Ölümü nasıl gördün?
- Yârab! Islak yünün içine sokulan ve sonra geri çekilen bir dikenli şiş gibi gördüm!
-İyi bil ki ki biz onu senin için kolaylaştırdık.
Hazret-i Mûsa'nın ruhu, Allahü teâlâ'nın huzuruna vardığında Allahü teâlâ sordu:
- Ey Musa! Ölümü nasıl gördün?
- Sac üzerinde kavrulan bir kuş gibi gördüm. Ölmüyor ki istirahata kavuşsun, kurtulmuyor ki uçsun!
Hazret-i Mûsa'nın şöyle dediği rivâyet ediliyor: 'Nefsimi kasabın elinde diri diri yüzülen bir koyun gibi gördüm'.
Hazret-i Peygamberin ölüm anında yanında bir su bardağı vardı. Elini suya daldırıp onunla yüzünü meshederek şöyle buyurdu:
Yârab! Ölümün dehşetlerini bana kolaylaştır!56
Fâtıma (radıyallahü anh) buna karşılık 'Ey baba! Üzüntün için vay hâlime' dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: Bugünden sonra baban için üzüntü yoktur. 57
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Ka'b'ul-Ahbâr'a hitaben dedi ki:
- Ey Ka'b! Bize ölümden haber ver!
- Evet, Ey Mü'minlerin emiri! Ölüm, bir kişinin içine sokulan çok budaklı bir ağaca benzer. Her budak bir damara saplanır. Sonra kuvvetli bir kişi o ağacı çeker. O ağacın budakları aldığını alıp beraberinde çıkarır, bıraktığını da bırakır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kul, ölümün üzüntü ve dehşetleriyle pençeleşir. Onun mafsallarının biri diğerine selâm vererek şöyle der: Selâm senin üzerine olsun! Kıyâmet gününe kadar sen benden, ben de senden ayrılıyorum. 58
İşte bunlar Allah'ın dostları üzerinde görülen ölüm acılarıdır. Acaba bizim gibi günahlara dalmış kimselerin hâli ne olacaktır? Ölümün dehşetleriyle beraber diğer felaketler de bize hücum ederler; ölümün felaketleri üç tanedir:
İlk felâketi: Daha önce söylediğimiz gibi, şiddetli koma hâlidir.
İkinci felâket: Ölüm meleğinin suretini görüp onun korkusundan kalbe hâkim olmasıdır. Eğer ölüm meleğinin, günahkâr kulun ruhunu aldığı zamanki şekline en cesaretli insanın bile bakmaya gücü yetmez.
Rivâyet edildiğine göre Hazret-i İbrahim ölüm meleğine Tâcir bir kimsenin ruhunu aldığında üzerinde bulunduğun surette bana kendini gösterebilir misin?' diye sordu. Ölüm meleği 'Bu durumda senin bana bakmaya gücün yetmez!' dedi. İbrahim (aleyhisselâm) 'Gücüm yeter' dedi. Melek 'O halde yüzünü çevir!' dedi. Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm) yüzünü çevirince, simsiyah, saçları dik, kokusu müteaffin, elbiseleri simsiyah, ağız ve burun deliklerinden alevler ve duman çıkan bir kişi gördü. Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm) düşüp bayıldı. Ayıldığımda melek eski suretine dönmüştü. Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm) 'Ey ölüm meleği! Eğer ölüm anında fâcir kimseye, görünüşünden başka bir dehşet isabet etmese dahi bu ona kâfi gelir' dedi.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberden şöyle rivâyet ediyor: "Dâvûd (aleyhisselâm) kıskanç bir kişiydi. Çıkarken kapılarını kilitlerdi. Bir gün kapıyı kilitleyip çıktı. Hanımı eve bakınca evde bir kişinin olduğunu gördü ve dedi ki: 'Bu kişiyi kim içeri soktu? Eğer Dâvûd gelip bunu burada görürse çok üzülür'. Dâvûd (aleyhisselâm) geldi. O kişiyi görünce 'Sen kimsin?' diye sordu. O kişi 'Ben padişahlardan korkmayan, hiçbir perdenin mâni olamadığı bir kimseyim' dedi. Dâvûd (aleyhisselâm) 'Öyleyse sen ölüm meleğisin!' dedi. Dâvûd (aleyhisselâm) korkusundan olduğu yerde kalakaldı!"59
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) bir kuru kafanın yanından geçerken ayağı ile kafaya vurup 'Allah'ın izniyle konuş!' dedi. Bunun üzerine kuru kafa 'Ey Allah'tan gelen ruh! Ben falan falan zamanın sultanıyım. Bir gün başımda tacım, etrafımda askerler ve hizmetkârlarım olduğu halde tahtımın üzerinde otururken ansızın ölüm meleği bana göründü. Her âzam kendi istikametinde benden boşandı. Sonra canım ona doğru çıktı. Keşke o cemaatlerden olan ayrılık olaydı. Keşke o ünsiyetten olan vahşet olaydı!' dedi.
İşte bu, bir felâkettir ki asiler onunla karşılaşır, Allah'a itaat edenler ise ondan korunurlar.
Peygamberler sadece komanın dehşetini hikâye ettiler. Ölüm meleğinin suretini görenin hissettiği korkuyu hikâye etmediler.
Eğer bu sureti kişi bir gece rüyasında görse hayatı allak bullak olur. Acaba bir de o şekilde görürse nasıl olur?
İtaat eden bir kimseye gelince o, ölüm meleğini en güzel surette görür.
İkrime60 İbn-i Abbâs'tan şöyle rivâyet etti: "İbrahim (aleyhisselâm) bir kişi idi. İçinde ibadet ettiği bir evi vardı. Çıkınca evini kilitledi. Bir gün evine dönünce içerde bir kişi gördü ve sordu: 'Seni eve kim soktu?' Kişi 'Evin sahibi soktu!' dedi. İbrahim 'Evin sahibi benim!' dedi. Kişi Hem senden, hem de benden daha fazla bu eve sahip olan bir zat beni buraya soktu' dedi. İbrahim. (aleyhisselâm) Sen meleklerin hangisisin?' dedi. Kişi 'Ben ölüm meleğiyim!' dedi. İbrahim (aleyhisselâm) 'mü'minin ruhunu kabzettiğin andaki suretini bana gösterebilir misin?' dedi. Ölüm meleği 'Evet! Yüzünü benden çevir!' dedi. Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm) yüzünü çevirdi. Dönüp bakınca bir gençle karşı karşıya olduğunu gördü.
(Ikrime şöyle devam ediyor: İbn-i Abbâs ölüm meleğinin o anki yüzünün ve elbisesinin güzelliğinden ve güzel kokusundan bir nebze zikretti) . Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm) 'Ey ölüm meleği! Eğer ölüm anında Mü'min senin suretinden başka birşey ile karşılaşmazsa yine de Mü'mine bu güzel suretin kâfidir' dedi".
Koruyucu iki meleğin müşahedesi de bundandır.
Vuheyb şöyle diyor: Kulağımıza geldiğine göre hiç kimse amelini yazan iki melek kendisine görünmeden ölmez. Eğer itaatkâr bir kul ise o iki melek ona derler ki: 'Allah sana hayırlı mükâfat versin. Çoğu kez bizi doğruluk meclisinde oturttun, sâlih amellerde hazır bulundurdun!' Eğer fâcir ise iki melek ona derler ki: 'Allah sana mükâfat vermesin. Çoğu kez bizi kötü mecliste oturttun. Salih olmayan amelde hazır bulundurdun. Bize çirkin konuşmalar dinlettirdin. Bu bakımdan Allah bizden taraf sana hayrı mükâfat olarak vermesin'.
İşte bu durum, ölünün iki meleğe doğru dikilen gözleridir. Artık o ebediyyen dünyaya dönemez.
Üçüncü felâket, asilerin ateşteki yerlerini görmeleri ve görmeden önceki korkularıdır. Çünkü asilerin Ölüm esnasında güçleri tükenir, ruhları teslim olur, iki şeyden birini haykıran ölüm meleğinin narasını dinlemedikçe ruhları çıkmaz; ya 'Ey Allah'ın düşmanı! Ateşle müjdelen' veya 'Ey Allah'ın dostu! Cennetle müjdelen!' der! Akıl sahiplerinin korkusu bundandır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Sizden bir kimse varacağı yeri bilmedikçe, cennet veya cehennemdeki yerini görmedikçe ölmez. 61
- Kim Allah ile mülâki olmayı severse, Allah da onun mülâkatını sever. Kim Allah'ın mülâkatından hoşlanmazsa Allah da onun mülâkatından hoşlanmaz.
- Hepimiz ölümden hoşlanmıyoruz!
- O, hoşlanmamak değildir. Mü'mine varacağı yer gösterildiğinde Allah ile mülâki olmayı sever ve Allah da onunla mülâki olmayı sever. 62
Rivâyet ediliyor ki Huzeyfe b. Yemân öleceği sırada İbn Mes'ûd'a (doğrusu Ebû Mes'ud'dur) dedi ki: 'Bak! Gecenin hangi saatinde bulunuyoruz?' Bunun üzerine İbn Mes'ûd (Ebû Mes'ud) baktı ve sonra gelip dedi ki: 'Kırmızı yıldız (fecirden az önce doğan yıldızdır) doğmuştur!' Bunun üzerine Huzeyfe şöyle dedi: 'Ateşe götüren bir sabahtan Allah'a sığınırım!'
Mervan, Ebû Hüreyre'nin yanına varıp şöyle dua etti: 'Yârab! Ölümü Ebû Hüreyre için kolaylaştır'. Ebû Hüreyre hemen akabinde 'Yârab! Ölümün acısını artır' dedi ve ağladı. Bunun üzerine Mervan, Ebû Hüreyre'ye 'Seni ağlatan nedir?' dedi. Ebû Hüreyre cevap olarak dedi ki: 'Allah'a yemin olsun, dünya için üzüldüğüm veya sizden ayrıldığım için ağlamıyorum. Fakat ben rabbimden ya cennet veya cehennemin müjdesinden birini bekliyorum'.
Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilmiştir ki Allahü teâlâ bir kuldan razı olduğunda şöyle der: 'Ey ölüm meleği! Falan adama git! Onu rahata kavuşturmak için ruhunu getir! Onun amelinden şimdiye kadar yaptığı bence kâfidir. Onu denedim; sevdiğim yerde buldum'. Bunun üzerine ölüm meleği beraberinde beş yüz melek ve gül desteleri ve zaferan kökleri olduğu halde (gelir) , onlardan her biri ayrı bir müjde ile onu müjdeler. Melekler beraberinde gül desteleri olduğu halde iki saf halinde o kişinin ruhunun çıkışını beklerler. İblis onlara baktığında elini başının üzerine koyarak bağırır. Bu bağırış üzerine askerleri kendisine 'Ey efendimiz! Sana ne oldu?' derler. İblis der ki: 'Şu kula verilen şerefi görmez misiniz? Siz bu kulu ifsâd etmek için neredeydiniz?' Onlar derler ki: 'Biz onu sapıtmak için var kuvvetimizle çalışıp yorulduk. Fakat o korunuyordu'. 63
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'mü'min için ancak Allah'ın mülâkatında rahat vardır. Kimin rahatı Allah'ın mülâkatında ise ölüm günü onun için sevinme, emniyet, izzet ve şeref günüdür'.
Câbir b. Zeyd'e ölüm anında: 'Canın ne istiyor?' diye soruldu. Cabir 'Hasan-ı Basrî'ye bir defa bakmayı!' dedi. Hasan-ı Basrî, Câbir'in huzuruna vardığında: 'İşte Hasan geldi!' dediler. Bunun üzerine gözünü açıp Hasan'a baktı, sonra şöyle dedi: 'Ey arkadaşlar! Şimdi Allah'a yemin ederim sizden ayrılıyor, ya cennete veya cehenneme gidiyorum!'
Muhammed b. Vâsi, sekeratta iken şöyle demiştir: 'Ey arkadaşlar! Cehenneme gitmek üzere veya Allah'ın affedeceği ümidiyle selâm size!'
Seleften biri ebediyyen sekeratta kalıp ne sevaba, ne de ikaba gönderilmemesini temenni etmiştir. Çünkü sû-i hâtime (kötü sonuç) korkusu ariflerin kalplerini paramparça etmiştir. Bu korku, ölüm anında, büyük tehlikelerdendir. Sû-i hatimenin mânâsını, ariflerin bundan ne kadar çok korktuklarını, Korku ve Ümit bahsinde zikretmiştik. O bahis buraya da uygundur. Fakat onu tekrar etmekle sözü uzatmak istemiyoruz.
47) Tirmizî
48) Hazret-i Aişe'den
49) İbn Eb'id-Dünya
50) İbn Eb'id-Dünya
51) İbn Eb'id-Dünya
52) İbn Eb'id-Dünya
53) Zeyd b. Eslem el-Adevî el-Medenî şâyân-ı itimad bir âlimdir. Eslem ise
Hazret-i Ömer'in azadlısıdır. Ömrünün yarısı İslâm'da, yarısı küfürde geçmiştir. 114 yaşında H. 80 senesinde vefat etmiştir.
54) İmâm-ı Ahmed
55) İbn Eb'id-Dünya
56) Buhârî, Müslim.
57) Buhârî
58) Deylemî, Müsned'ül-Firdevs
59) İmâm-ı Ahmed
60) İkrime, İbn-i Abbâs'ın talebesi ve azadlısıdır.
61) İbn Eb'id-Dünya
62) Müslim, Buhârî
63) İbn Eb'id-Dünya
Ölüm anında sakin olmak, ölüme hazırlıklı olmak kişi için güzeldir. Dili için güzel olan şehadet getirmesidir. Kalbi için güzel olan Allah hakkında güzel zanlı olmasıdır.
Surete gelince,
Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet ediliyor:
Üç şey nezdinde ölüyü murakabe ediniz: a) Alnı terlediği, b) Gözyaşı döktüğü, c) İki dudağı kuruduğu zaman. Bu durum Allah'ın onun hakkında inmiş rahmetindedir. Boğulan bir kimse gibi hırıltı çıkardığı, rengi morlaştığı, dudakları pas bağladığında bu Allah'ın onun üzerine inen azabındandır. 64
Dilin şehadet kelimesini söylemesi hayır alâmetidir. Ebû Said el-Hudrî, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Ölmek üzere olanlara Lâ ilâhe illâllah! telkin edin!65
Huzeyfe'nin rivâyetinde şöyledir: 'Çünkü Lâ ilâhe illâllah kendisinden önce meydana gelen günahları yıkar!'
Hazret-i Osman Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kim Allah'tan başka ilâh olmadığını bildiği halde ölürse cennete girer. 66
Ebû Ubeyde dedi ki: 'Allah'ın hak olduğuna şahidlik ettiği halde! (Bu kelimeyi söylerse cennete girer) '.
Hazret-i Osman 'Ölüme hazırlanana Lâ ilâhe illâllah’ı telkin ediniz. Ölüm anında nefesleri Lâ ilâhe illâllah ile sonuçlanan her kul için bu kelime cennet azığı olur' demiştir.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Ölmek üzere olan (sekeratta bulunan) yakınlarınızın yanında hazır bulunun! Onlara Allah'ı hatırlatın. Çünkü sizin görmediğinizi onlar görürler. Onlara Lâ ilâhe illâllah! telkin edin!'
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Ölüm meleği, ölmek üzere olan bir kişinin yanına gelir, kalbine bakar. Orada birşey bulamaz. Bunun üzerine iki çenesini açıp dilinin damağına yapışık olduğu halde Lâ ilâhe illâllah dediğini görür. Bunun üzerine ihlâs kelimesi mefhumu sayesinde o kimse bağışlanır. 67
Telkin eden bir kimse için en uygunu, telkin hususunda fazla ısrar etmemektir. Ancak, lütufkâr davranmalıdır. Çünkü çoğu kez hastanın dili dönmez hale gelir. Dolayısıyla bu durum ona ağır olur ve bu da telkinden ürkmesine kelime-i Tevhîd'den hoşlanmamasına sebep olabilir. Bu hoşlanmamanın da kötü akibet sebebi olmasından korkulur. Bu kelimenin mânâsı şudur: Kişinin kalbinde Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı halde ölmesi, hak bir olan Bir'den başka mahbubu olmaması, ölümle mahbubunun huzuruna varması, onun için en büyük nimet olur. Eğer kalp dünya ile meşgul, dünyaya mültefit, lezzetlerine ünsiyet verici, kelime-i şehadet de sadece dilde bulunup, kalp onun tahkikine intibak etmiyorsa, bu takdirde durum tehlikelidir. Çünkü sırf dil hareketi az fayda verir. Ancak Allahü teâlâ kabul etmekle lütûfta bulunursa o zaman mesele kalmaz.
Hüsn-i zan sekerât anında müstehabdır. Biz bunu ümit bahsinde zikretmiştik. Nitekim Allah hakkındaki hüsn-i zan hususunda hadîsler vârid olmuştur. Vasile b. Eska68 bir hastanın yanıa vararak şöyle demiştir: 'Allah hakkındaki zannın nasıl olduğunu bana haber ver?' Hasta 'Günahlarım beni gark edip helake yaklaştırdı. Fakat (buna rağmen) rabbimin rahmetini umarım!'. dedi. Bunu duyan Vasile sevincinden tekbir getirdi ve evdeki insanlar da onunla beraber tekbir getirdiler. Vasile dedi ki: Allahu Ekber! Hazret-i Peygamber Allahü teâlâ'dan şöyle nakletmişti:
Ben kulumun zannî üzereyim. Bu bakımdan kulum benim hakkımda dilediğim zannetsin!69
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ölüm halinde olan bir gericin yanına varıp 'Kendini nasıl hissediyorsun?' dedi. Genç 'Allah'tan ümidimi kesmiyor ve günahımdan korkuyorum!' dedi. Bunun üzerine
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
Böyle bir durumda bu iki haslet bir kulun kalbinde bir araya gelmez. Geldikleri takdirde Allah o kula ümit ettiğini verir, korktuğundan da onu emin kılar.
Sabit el-Bennânî şöyle demiştir: 'Oyuna fazlasıyla meyleden bir genç ve ona çok nasihat eden bir annesi vardı. Annesi kendisine derdi ki: 'Ey oğul! Senin için bir gün vardır. Bu bakımdan o günü hatırla!' O gencin üzerine Allah'ın emri indiğinde annesi üzerine kapanıp ona şöyle dedi: 'Ey oğul! Seni işte bu felâketinden sakındırıyordum'. Bunun üzerine genç 'Ey anne! Benim, iyiliği çok olan bir Rabbim vardır. Muhakkak ben ümit ederim ki bugün beni iyiliklerinin bazısından mahrum etmez!' dedi. Sabit der ki: Allahü teâlâ o kulunun Rabbi hakkındaki güzel zannından ötürü ona rahmet etti!'
Câbir b. Vedâe şöyle diyor: "Kendisinde biraz toyluk bulunan bir genç vardı. Sekerata girdi. Annesi 'Ey oğul! Birşey vasiyet eder misin?' diye sordu. Genç 'Evet, anne! Benim yüzüğümü parmağımdan çıkarma. Çünkü yüzüğümde Allah'ın zikri yazılıdır. Umulur ki Allah ondan dolayı bana merhamet eder!' dedi". 70Genç defnedildikten sonra rüya âleminde şöyle derken görüldü: 'Anneme söyleyin! O sekeratta söylediğim söz bana fayda verdi ve Allah beni affetti!'
Bir bedevî hasta düştü. Kendisine 'muhakkak öleceksin!' denildi. Bunun üzerine bedevî 'Öldüğüm takdirde nereye götürüleceğim?' dedi. Dediler ki: 'Allah ('ın meşietin) e götürüleceksin!' Bedevî dedi ki: 'Öyleyse, kendisinden hayırdan başka birşey görülmeyenin yanına götürülmemden hoşlanmaz mıyım?'
Ebû Mutemer b. Süleyman şöyle demiştir: Babam ölüme hazırlandığında bana dedi ki: 'Ey Mutemer! Bana ruhsattan bahset! Umulur ki ben hüsn-i zan sahibi olduğum halde rabbime kavuşurum!'
Selef, ölüm anında kula, amellerinin güzellerini söylemeyi, dolayısıyla Allah hakkındaki hüsn-i zanını artırmayı müstehab görürlerdi.
64) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir'u1-Usûl
65) İbn Hıbbân
66) İmâm-ı Ahmed, Müslim, Nesâî, İbn Hıbbân ve İbn Huzeyme
67) Taberânî
68) Meşhur bir sahabîdir. Şam'a göç etmiştir 85 senesine kadar yaşamış ve 105 yaşında vefat etmiştir.
69) İbn Hıbbân
70) Kıymetli şeylerin ölü ile defnedilmemesi emredilmiştir. Müellif hükmü tasvip etmek bakımından nakletmemektedir, sadece olmuş bir vakayi aktarmaktadır.
Eş'as b. Eslem şöyle demiştir: İbrahim (aleyhisselâm) adı Azrail (aleyhisselâm) olan, biri alnında, diğeri ensesinde iki gözü bulunan ölüm meleğine şöyle sordu:
- Ey ölüm meleği! Ruhu kabzedilenlerin biri doğuda öbürü' batıda olduğunda ve yeryüzünde veba yayıldığında, iki ordu karşı karşıya geldiğinde aynı anda bütün bunlara nasıl yetişeceksin?
- Allah izniyle ruhları çağırırım. Onlar benim şu iki parmağımın arasında olurlar.
Eş'as dedi ki: 'Yeryüzü, ölüm meleği için yayılıp önüne bir leğen gibi bırakılmıştır. Oradan dilediğini alır!'
Râvî der ki: Hazret-i İbrahim'e Allah'ın dostu olduğunun müjdesini ölüm meleği vermiştir.
Süleyman b. Dâvûd (aleyhisselâm) ölüm meleğine dedi ki: 'Neden insanların arasında adalet gözetmediğini görüyorum? Şunu alıyor, öbürünü bırakıyorsun?' Ölüm meleği cevap olarak 'Ben bu hususu senden iyi bilirim. Bunların isimlerinin yazılı olduğu sahifeler ve kitaplar bana teslim edilir' dedi.
Vehb b. Münebbih şöyle diyor: "Padişahlardan biri bir yere gitmek istedi. Giymek için bir kat elbise istedi. Getirilen elbise hoşuna gitmedi. Başka bir elbise istedi. Birkaç elbise değiştirildikten sonra, biri hoşuna gitti. Sonra bir binek istedi. Kendisine getirilen binek hoşuna gitmedi. Birkaç binek getirildi ve en güzelini seçip bindi. İblis gelip burnuna bir defa üfürüp onu gurur ve kibirle doldurdu. Sonra o süvarilerle beraber yola çıktı. Azametinden insanlara bakmıyordu. Bu esnada üstü başı pejmürde biri gelip selâm verdi. Gelenin selâmını almadı. Gelen, bineğinin dizgininden tuttu. Sultan ona 'Sen büyük bir kabahat işledin. Dizgini bırak!' diye haykırdı. Gelen 'Senden bir dileğim vardır' dedi. Sultan 'Atımın dizginini bırak da ineyim. İhtiyacmı o zaman arz et!' dedi. Gelen 'Hayır! Şimdi!' diye ısrar etti ve böylece atının dizginini bırakmadı. Naçar olarak adama 'İhtiyacını söyle!' dedi. Adam 'Benim ihtiyacım sırdır' dedi. Bunun üzerine sultan, kulağına fısıldaması için başını eğdi. Atın dizginini tutan zat, sultanın kulağına 'Ben ölüm meleğiyim!' dedi. Bunun üzerine sultanın beti benzi attı. Dili peltekleşti. Sonra dedi ki:
- Aileme dönüp, ihtiyacımı yerine getirinceye ve onlardan hatır isteyinceye kadar bana mühlet ver!
- Hayır! Allah'a yemin ederim! Sen ne aile efradını ve ne de ağırlığını artık bir daha görmeyeceksin!
Böylece onun ruhunu kabzetti. Sultan bir odun gibi yere yuvarlandı. Sonra melek'ül mevt gidip o halde Mü'min bir kula rastladı. Ölüme hazırlanan Mü'mine selâm verdi ve dedi ki: 'Senin katında bir ihtiyacım vardır. Kulağına onu fısıldayayım!' Hasta 'Buyurun!' deyince kulağına 'Ben ölüm meleğiyim!' diye fısıldadı. Bunun üzerine müslüman hasta dedi ki:
- Gelmesi geciken bir kimseye merhaba! Allah'a yemin olsun, yeryüzünde senden daha daha fazla kavuşmak istediğim bir kimse yoktur! Bunun üzerine, ölüm meleği 'Yapmak istediğin ihtiyacını gör" deyince, o Mü'min 'Allah ile mülâki olmaktan daha sevimli ve ondan daha büyük bir ihtiyacım yoktur' dedi. Ölüm meleği dedi ki:
- O halde hangi hâl üzerinde ruhunu kabzetmemi istiyorsan o hali seç!
- Senin buna yetkin var mı?
- Bana bu emir verilmiştir!
- O halde bırak abdest alayım, namaz kılayım, secdede olduğum halde ruhumu kabzet!
Bunun üzerine, ölüm meleği, secde halinde onun ruhunu kabzetti.
Ebû Bekir b. Abdullah el-Müzenî şöyle diyor: "İsrâîl oğullarından bir kişi mal topladı. Ölüme yaklaşınca çocuklarına 'Bana mallarımı gösterin!' dedi. Kendisine birçok at, deve, köle ve başka mallar getirildi. Mallara baktığında üzüntüsünden ağladı. Ağlarken ölüm meleği onu gördü ve kendisine şöyle sordu:
- Seni ağlatan nedir? Sana bu serveti bahşedenin hakkı için ruhunu bedeninden ayırmadıkça evinden çıkmayacağım!
- Bana mühlet ver ki bu malı dağıtayım!
- Heyhat! Artık sana mühlet verilecek zaman sona ermiştir.
Ecelin gelip çatmadan önce neden dağıtmıyordun? Böylece ruhunu kabzetti".
Rivâyet ediliyor ki bir kişi alabildiğine mal topladı. Toplamadığı hiçbir çeşit mal kalmadı. Bir köşk yapıp ona iki sağlam kapı taktı. Köşkün kapılarına nöbetçiler diktirdi. Sonra aile efradını bir araya getirip onlar için bir yemek hazırlattı. Taht üzerine oturdu. Aile efradı yemek yerken ayak ayak üzerine attı. Onlar yemeği bitirdikten sonra dedi ki: 'Ey nefis! Birçok seneler nimetlen! Çünkü senin için uzun bir müddet yetecek kadar mal toplamış bulunuyorum'. Daha konuşmasını bitirmeden önce ölüm meleği, sırtında iki eskimiş elbise, boynunda fakirlerin heybesine benzer bir heybe bulunan bir kişi suretinde yanına vardı. Kapıyı içerdekileri korkutacak derecede şiddetle çaldı. Sultan tahtının üzerinde kurulmuş bir vaziyette idi. Hizmetkârlar kapıyı küstahça vuran fakirin başına üşüştüler ve dediler ki: 'Sana ne oluyor? Neden böyle yapıyorsun?' Fakir 'Bana efendinizi çağırın!' dedi. Onlar 'Efendimiz senin gibisinin yanına çıkar mı?' dediler. Fakir 'Evet, çıkar. Yeter ki siz bu haberi ona ulaştırın! dedi. Haberi ulaştırdıklarında 'Neden onu şöyle kovmadınız? dedi. Bu sefer, birinci defasından daha şiddetli bir şekilde kapıyı çaldı. Böylece nöbetçiler onu tutmak üzere yerlerinden sıçradılar. Dedi ki: 'Söyleyin ona! Ben ölüm meleğiyim! Nöbetçiler bu sesi duyunca oldukça korktular. Efendilerini de zillet ve korku bastı. Bunun üzerine "Gidin ona yumuşak bir şekilde 'Acaba birimizi efendimizin yerine kabul etmez misin?' deyin77 dedi. O bu tedbirler içerisinde iken ölüm meleği içeri girip haykırdı: 'ınalın hakkında ne yapacaksan yap! Ben bu köşkten senin ruhunu bedeninden çıkarmadıkça çıkmayacağım! Bunun üzerine 'ınalımı yanıma getiriniz! dedi. Malını gördüğünde, mala hitaben şöyle dedi: Allah'ın laneti senin gibi bir malın üzerine olsun! Sen değil misin beni Rabbimin ibadetinden alıkoyan? Rabbimle başbaşa durup kulluk yapmaktan beni mahrum eden?' O anda Allahü teâlâ mala konuşma kuvveti ihsan etti ve mal cevaben dedi ki: 'Neden bana hakaret ediyorsun? Sen değil misin, benim vasıtamla padişahların huzuruna giren? Oysa muttaki kimseler o padişahların kapılarından geri çevriliyorlardı. Sen değil misin, vasıtamla padişahların (işret) meclislerinde oturan? Şer yolunda beni harcayan? Eğer beni faydalı yerlere verecek hayır infak etseydin hiç de sana mâni olmazdı. Âdem oğlu ile beraber topraktan yaratıldık. Kimi hayır yönüne, kimi şer yönüne gider'. Sonra ölüm meleği onun ruhunu kabzetti. Ruhsuz beden yere serildi.
Vehb b. Münebbih şöyle diyor: Ölüm meleği zâlim zorbalardan birinin ruhunu kabzetti. Yeryüzünde ondan daha zâlimi de yoktu. Sonra göğe çıktı. Melekler dediler ki: 'Ruhunu kabzettiğin kişilerden en fazla kime acıdın? Ölüm meleği dedi ki: 'Bir sahrada bulunan bir kadıncağızın ruhunu kabzetmekle emrolundum. Ona vardım. Bir çocuk doğurmuştu. Garipliğinden çocuğunun da bakıcısı olmadığından ötürü şefkatim galeyana geldi. Bunun üzerine melekler dediler ki: 'İşte şu anda ruhunu kabzettiğin zorba, o sahrada acıdığın çocuktur. Ölüm meleği dedi ki: 'Dilediğine lütufkâr davranan Allah eksiklikten münezzehtir'.
Ata b. Yesar71 şöyle demiştir: Şaban'nın on beşinci gecesi geldiğinde ölüm meleğine bir sahife verilir ve denir ki: 'Şu senede, bu sahifede ismi yazılı olanların ruhlarını kabzet
Râvî der ki: 'Kul fidan diker, evlenir, ev yapar. Adının ölecekler listesinde olduğundan haberi yoktur.
Hasan-ı Basrî şöyle diyor: Hiçbir gün yoktur ki ölüm meleği, o günde yeryüzündeki bütün evleri üç defa kontrol etmesin. O hanenin aile fertlerinden kimin rızkının dolduğunu, ecelinin sona erdiğini görürse ruhunu kabzeder. Onun ruhunu kabzettiğinde aile efradı vaveyla koparıp ağlar. Ölüm meleği de kapının iki yanına yapışarak şöyle der: 'Allah'a yemin ederim! Ben onun rızkını yemiş, ömrünü tüketmiş değilimdir. Onun ecelinden hiçbir şey eksiltmemişimdir. Muhakkak ki yanınıza tekrar tekrar geleceğim. Öyle ki sizden bir tanenizi bile bırakmayacağım!'
Hasan-ı Basrî diyor ki: 'Allah'a yemin ederim, eğer o ağlaşanlar, ölüm meleğinin makamını görüp konuşmasını işitseydiler ölülerini bırakıp kendileri için ağlaşırlardı!'
Yezid er-Rakkaşî şöyle anlatıyor: "İsrailoğullarından bir zorba, evinde ehliyle başbaşa kaldı. Birisinin evin kapısından içeri girdiğini gördü. Giren şahsı hiddet ve öfke ile karşılamak üzere yerinden fırladı ve 'Sen kimsin? Seni evime sokan kimdir?' dedi. Adam 'Beni eve sokan evin sahibidir. Ben ise öyle bir kimseyim ki perdeler bana mâni olmaz. Padişahların bile yanlarına izinsiz girerim. Saltanat sahiplerinin hücumundan korkmam. Hiçbir mütekebbir zorba elimden kurtulamaz. Hilebaz bir şeytan bile pençemden yakasını kurtaramaz' dedi. Zorbanın yakası onun eline geçti. Zorba, düşecek derecede titremeye başladı. Sonra yalvararak ve zillet göstererek yüzüne baktı ve dedi ki:
- O halde sen ölüm meleğisin!
- Evet! Ben oyum!
- Tevbe edip hâlimi düzeltinceye kadar bana mühlet verir misin?
- Artık rnüddetin bitmiş, nefeslerin tükenmiş, saatlerin sona ermiştir. Bu bakımdan gecikmesine hiçbir yol yoktur.
- Beni nereye götüreceksin?
- Daha önce göndermiş olduğun ameline ve yapmış olduğun evine götüreceğim!
- Ben daha önce sâlih bir amel göndermedim, güzel bir ev yapmadım!
- O halde seni buram buram yanan ve kafaların derisini yakan bir ateşe götüreceğim.
Sonra onun ruhunu kabzetti. Aile efradı arasına ölü olarak düştü kimi bağırdı, kimi ağladı".
Yezid er-Rakkaşî dedi ki: 'Eğer ölünün arkasından ağlayanlar kötü konaklarını bilseler bağırmaları daha fazlalaşırdı
A'meş'den72, o da Hayseme'den rivâyet etti: Ölüm meleği Süleyman b. Davud'un (aleyhisselâm) huzuruna vardı. Süleyman'ın (aleyhisselâm) meclisinde oturan bir kişiye fazlasıyla bakmaya başladı. Ölüm meleği çıkıp gittikten sonra kendisine bakılan kişi, Hazret-i Süleymân'a sordu:
- Bu kimdi?
- Ölüm meleği idi!
- Bana çok baktığını gördüm. Sanki benim ruhumu almak istiyordu!
- O halde ne istiyorsun, dileğin nedir?
- Onun pençesinden kurtarmanı istiyorum. Rüzgâra emret, beni Hindistan'ın en ücra köşesine götürsün! Hazret-i Süleymân rüzgâra emretti, rüzgâr kişiyi istediği yere kadar götürdü. Sonra Süleyman (aleyhisselâm) kendisine ikinci defa gelen ölüm meleğine 'Arkadaşlarımdan birine daima baktığını gördüm! dedi. Ölüm meleği 'Evet! Ben onun durumuna hayret ediyordum. Çünkü bana, yakın bir saatte onun ruhunu Hidistan'ın en uzak bir köşesinde kabzetmek emri verilmişti. Oysa o senin yanında oturuyordu. Bundan dolayı hayret ettim' dedi.
71) Hilâlî kabilesindendir. Meymune'nin azadlısıdır. Fazıl ve güvenilir bir kimsedir H. 94'de vefat etmiştir.
72) Adı Süleyman b. Mehran'dır. Kûfeli, güvenilir bir hafızdır. H. 61'de doğmuş, H. 147'de vefat etmiştir.
Hazret-i Peygamberin hayatında, ölümünde, sözünde, fiilinde, bütün durumlarında düşünenler için ibret ve güzel bir örnek mevcuttur. Basireti açık olanlar için o bir ışıktır; zira Allah'ın katında ondan daha şerefli bir kimse yoktur. Çünkü o, Allah'ın dostu, habibi, Allah'ın kelâmına muhatap olan, kulları arasından seçilen, Allah'ın peygamberi ve nebisidir. Müddeti bittiğinde acaba Allah ona bir an dahi mühlet vermiş midir? Eceli geldikten sonra acaba bir lâhza dahi tehir olunmuş mudur? Hayır! İnsanların ruhlarını kabzetmekle görevli melekler göndererek onun şerefli ve pak ruhunu Allah'ın huzuruna götürmek, onun temiz bedeninden çıkarıp rahmete, rıdvan ve güzel hayırlara daldırmak için götürmeye geldiler. Rahmân olan Allah'ın manevî komşuluğunda doğruluk merkezine götürdüler.
Bununla beraber ölüm anında Hazret-i Peygamberin üzüntüsü arttı. Izdırabı kesintisiz devam etti. İnlediği görüldü. Allah'ın mülâkatına karşı olan isteği yükseldi, benzi sarardı, alnı terledi. Sağı ve solu inkıbaz ve inbisat hususunda sarsıldı. Hatta o mecliste hazır bulunanlar Hazret-i Peygamberin bu ızdırabından ötürü ağladılar. Onun acı çektiğini müşahede edenler sızlandılar. Acaba peygamberlik mertebesi Hazret-i Peygamberden Allah'ın takdirini uzaklaştırdı mı? Ölüm meleği, onun aile efradını ve aşiretini gözetti mi? Hakkın yardımcısıdır. Halkı uyarıyor ve müjdeliyor diye ona bir müsamaha gösterdi mi? Heyhat nerede! Ölüm meleği vazifesini yerine getirdi. Levh-i Mahfuzda yazılı olarak gördüğünü harfîyyen tatbik etti.
İşte Hazret-i Peygamberin hali buydu. Oysa Hazret-i Peygamber Makâm-ı Mahmud'un ve insanların varacağı kevser havuzunun sahibidir. Kabirden ilk çıkan insan ve mahşer gününde şefaat-i uzmâ (en büyük şefaat) sahibi olandır. Bu bakımdan onun halinden ibret almamamız ne kadar hayret verici bir şeydir. Halbuki ileride karşılaşacağımız şeylerden de emin değiliz. Hatta biz şehvetlerimizin esirleri, günahların arkadaşlarıyız. O halde, neden muttakîlerin imamı, rabb'ül-âlemîn'in habibi ve peygamberlerin efendisi olan Hazret-i Peygamber'in ölümünden ibret almıyoruz?!
Yoksa kendimizi dünyada ebedî kalıcı mı sanıyoruz veya kötü fiillerimize rağmen Allah'ın katında kendimizi şerefli mi sanıyoruz? Nerede, nerede! Aksine biliyoruz ki hepimiz ateşe varacağız. Sonra o ateşten ancak muttakîler kurtulacaktır. Bu bakımdan ateşe varmak hususunda kesin bir bilgiye sahibiz. Fakat ateşten çıkmak hususunda sadece zanna sahibiz. Biz nefislerimize zulmettik; zira zannın peşine düştük. Yemin olsun, biz muttakîlerden de değiliz!
İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra sakınanları kurtaracağız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakacağız. (Meryem/71-72)
Bu bakımdan her kul kendi nefsinin zâlimlere mi yoksa muttakîlere mi daha yakın olduğunu kontrol etmelidir. Sen de selef-i salihînin gidişatına baktıktan sonra kendi nefsini kontrol et! Onlar muvaffak olmalarına rağmen Allah'tan korkan kimseler idiler. Sonra peygamberlerin efendisi Hazret-i Peygamberin durumunu dikkatle izle! O, peygamberlerin efendisi, muttakîlerin önderi olduğundan dolayı işinde yakîn üzerinde idi. Fakat dünyadan ayrıldığı sırada çektiği zahmet ve şiddetten ibret al! Cennet-i Me'va'ya göçüp gideceği anda durumu nasıl ağırlaşmıştı?
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) der ki: Hazret-i Âişe'nin odasında bulunduğu ve eceli yaklaştığı bir sırada Allah Rasûlü'nün huzuruna vardık. Bize bakınca gözlerinden yaşlar aktı. Sonra şöyle buyurdu: Sizlere merhaba! Allah, sizi selâmla diriltsin, sizi himayesine kabul buyursun, size yardım etsin! Sizlere takvayı tavsiye ediyorum, sizi Allah'a emanet ediyorum. Muhakkak ki ben sizin için Allah'tan gelen apaçık bir uyarıcıyım. Allah'ın arzında ve kulları arasında Allah'a karşı yücelik taslamayın! Ecel yaklaşmıştır, dönüş Allah'adır, Sidretü'l-Münteha'ya cennet'ul-me'vâ'ya ve en dolgun kadehedir. Bu bakımdan hem kendi nefislerinize, hem de benden sonra dininize girecek kimselere benden selâm edin ve Allah'ın rahmetini tebliğ edin!73
Rivâyet ediliyor ki; Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) vefat edeceği anda Cebrâîl'e (aleyhisselâm) 'Benden sonra ümmetimin durumu nasıl olacak?' dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ Cebrâîl'e vahiy göndererek şöyle buyurdu:
Habibime müjde ver! Onu, ümmeti hususunda mahcup etmeyeceğim. Ona müjde ver ki insanlar haşre gönderildiğinde herkesten daha önce haşre gönderilen o olacaktır. Haşre gelenler mahşerde toplandıklarında önderleri o olacaktır. Onun ümmeti cennete girmeden önce diğer ümmetlere cennete girmek haram olacaktır.
Bu müjde, Hazret-i Peygamber'e tebliğ edildikten sonra İşte şimdi gözüm arkada kalmaz' buyurmuştur.
Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) der ki: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) hastalığında yedi kuyudan getirilmiş yedi kırba su ile yıkanmak istedi. Biz de bunu yaptık. Hazret-i Peygamber biraz rahatladı. Çıkıp ashâbına imamlık yapıp Uhud şehitleri için Allah'dan af talep ederek onlara dua etti. Ensâr hakkında şunları tavsiye etti:
Ey muhacirler topluluğu! Siz zaman geçtikçe fazlalaşırsınız. Ensâr-ı kirâm ise, bugünkü durumlarında kalıp artmazlar. Ensâr, benim sığındığım, sır sandığımdır.
Bu bakımdan onların iyilik yapanlarına ikramda bulunun! Onlardan kötülük yapanın hatasını affedin!
Bir kul dünya ile Allah katındaki nimetler arasında muhayyer bırakılmıştır. O kul da Allah'ın nezdindekini tercih etmiştir.
Bu sözler üzerine Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in, kul kelimesiyle kendi nefsini kasdettiğini anladı ve ağlamaya başladı. Hazret-i Peygamber ona şöyle hitap etti:
Ey Ebû Bekir, sabırlı ol! Mescide açılan bütün kapılar kapatılsın. Sadece Ebû Bekir'in kapısı açık bırakılsın; çünkü benim katımda Ebû Bekir'den daha üstün bir kişi yoktur!74
Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) der ki: Hazret-i Peygamber benim odamda, benim günümde, kollarım arasında ruhunu teslim etti. Ölüm anında Allah benimle onun tükrüğünü bir araya getirdi. Hazret-i Peygamber yatarken kardeşim Abdurrahman içeri girdi. Elinde bir misvak bulunuyordu. Hazret-i Peygamber'in misvağa baktığını gördüm. 'Senin için misvağı alayım mı? dedim. Başıyla evet! diye işaret etti. Bunun üzerine misvağı Abdurrahman'ın elinden alarak ağzına koydum. Fakat misvak ona katı geldi. 'Senin için yumuşatayım mı?' dedim. Yine başıyla evet! diye işaret etti. Bunun üzerine, misvağı ağzımda güzelce yumuşatarak ona verdim. Yanımda bir ibrik su bulunuyordu. Zaman zaman elini suya daldırıp şöyle diyordu: 'Lâ ilâhe ilâhe Allah'tan başka ilâh yoktur, muhakkak ki ölümün dehşet ve acıları vardır!' Sonra elini yukarı kaldırıp şöyle dedi: 'En yüce arkadaş en yüce arkadaş! (En yüce arkadaşı istiyorum) '. Ben o zaman dedim ki: 'Yemin olsun! Artık Hazret-i Peygamber bizi istemiyor'.
Said b. Abdullah babasından şöyle rivâyet ediyor: Ensâr-ı kirâm, Hazret-i Peygamber'in gittikçe ağırlaştığını gördüklerinde mescidin etrafında dolaştılar. Hazret-i Abbas, Hazret-i Peygamber'in yattığı odaya girdi. Ensâr'ın üzüntüsünü Hazret-i Peygamber'e haber verdi. Sonra Fadl b. Abbas içeri girdi ve o da babasının söylediklerini söyledi. Sonra Hazret-i Ali içeri girdi. O da aynı haberi verdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber elini uzattı ve 'Ha!' dedi. Onlar Hazret-i Peygamber'in elinden tuttuklarından Hazret-i Peygamber 'Siz ne diyorsunuz?' diye sordu.
Dediler ki: 'Senin ölmenden korkuyoruz!' Kocaları Hazret-i Peygamber'in yanında toplandıkları için kadınlar dışarda vaveyla kopardılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali ve Hazret-i Fadl'ın kolları arasında (amcası) Hazret-i Abbas önünde olduğu halde dışarı çıktı. Hazret-i Peygamber'in başı bağlıydı. Ayakları yerde sürünüyordu. Gelip minberinin ilk basamağına oturdu. Halk Hazret-i Peygamber'in etrafını çevirdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, Allah'a hamd ve senâ ederek şöyle buyurdu:
Ey insanlar! Kulağıma geldi ki benim için ölümden korkuyorsunuz! Sizin bu korkunuz ölümü hoş karşılamamanıza ve peygamberinizin ölümünden hoşlanmamanıza delâlet eder. Acaba benim ve nefislerinizin ölüm haberi size verilmedi mi? Acaba benden önce gönderilmiş milletler arasında herhangi bir peygamber ebedî kalmış mıdır ki ben de sizin aranızda ebedî kalayım! İyi bilin ki muhakkak ben, rabbime iltihak edeceğim. Siz de ona mülâki olacaksınız. Size ilk muhacirler hakkında hayırlı davranmanızı tavsiye ediyorum. Muhacirlerin de birbirlerine karşı öyle davranmalarını tavsiye ediyorum.
Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Asra andolsun ki insan ziyan içindedir. Ancak îman edip sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı tavsiye edenler ve birbirine sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Asr Sûresi)
Muhakkak ki işler Allah'ın izniyle cereyan eder. Sakın herhangi bir işin gecikmesi sizi onu acelece yapmaya itmesin.
Çünkü Allahü teâlâ hiç kimsenin aceleciliği için acele etmez. Kim Allah ile pençeleşirse Allah ona mağlup eder. Kim Allah'ı kandırmaya çalışırsa Allah onu kandırır. Yeryüzünde ifsâd etmek, sıla-yı rahimleri kesmek hususunda birbirinize yardımcı olursanız muvaffak olacağınızı sanır mısınız? Ensâr hakkında size tavsiyede bulunuyorum. Çünkü onlar sizden önce Medine'yi yurd ve îman evi edindiler. Onlara iyilik yapmanızı tavsiye ediyorum. Meyvelerini sizinle paylaşan onlar değil miydiler? Size evler hususunda genişlik getirmediler mi? Fakir oldukları halde sizi nefislerine tercih etmediler mi? Kim iki kişi arasında hükmetmek için vazifelendirilirse, Ensar'ın iyilik yapanlarından iyiliği kabul edip onların kötülerini affetsin. Kimseyi onlara tercih etmeyiniz. Ben sizin için öncüyüm. Siz de bana iltihak edeceksiniz. Benim havuzum, Şam memleketinin Bisra şehrinden Yemen'in San'asına kadar geniştir. O havuza sütten daha beyaz, kaymaktan daha yumuşak ve baldan daha tatlı bir su akar. O havuzdan içen bir kimse ebediyyen susamaz. O havuzun çakılları incidendir yeri misktendir. Kim yarın mahşer yerinde ve havuzdan mahrum kalırsa o, bütün hayırlardan mahrum edilir. Kim mahşer gününde, benimle havuz başında buluşmak istiyorsa, dilini ve elini yapılması gereken şeyler hariç herşeyden tutsun! Bu esnada Hazret-i Abbas, Hazret-i Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kureyşliler hakkında da vasiyette bulun!' dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Ben bu hususu başta Kureyşlilere tavsiye ediyorum. Diğer insanlar da onlara tabidirler. İnsanların iyileri Kureyş'in iyilerine, kötüleri de onların kötülerine tabidirler. Ey Kureyşliler! Halk hakkında size hayırlı davranmayı tavsiye ediyorum. Ey insanlar! Muhakkak ki günahlar nimetleri bozar, nasibi değiştirir. Bu bakımdan halk, iyilik yaptığında idarecileri de onlara iyilik yapar. Halk fısk ve fücura daldığında idarecileri de isyan ederler.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
İşte kazandıkları (günahlar) dan ötürü zâlimlerin bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız;75 (En'âm/129)
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediyor: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Ebû Bekir'e 'Ey Ebû Bekir! Sor!' deyince Ebû Bekir 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ecel yaklaştı mı?' dedi. Hazret-i Peygamber 'Ecel yaklaştı ve sarktı' dedi. Bunun üzerine Ebû Bekir 'Ey Allah'ın Rasülü! Allah katındaki nimet sana afiyet olsun! Keşke ben gideceğimizden haberdar olsaydım' dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber dedi ki:
Allah'a, Sidretu'l-Müntehaya, sonra Ceimet'ül-Me'vâ'ya ve Firdevs-i A'lâ'ya, en dolgun kadehe ve en yüce arkadaşa, en afîyetli hayat ve nasibe doğru gideceksiniz!
Bunun üzerine Ebû Bekir şöyle sordu:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Seni kim yıkayacak?
- Ailemin en yakın erkekleri ve yakınlıkta onları takip edenler.
- Seni hangi kefenlere saralım?
- Bu elbiseme, Yemen mamulü olan bir kürke ve süt beyaz bir kefene.
- Senin namazını nasıl kılacağız?
Böylece biz ağladık, o da ağladı. Sonra şöyle buyurdular:
Sabredin! Allah sizi affetsin, peygamberinizden dolayı size mükâfat versin. Beni yıkayıp kefenlediğinizde şu odada kabrimin kıyısına tahtanın üzerine cenazemi koyduktan sonra bir saat cenazemi yalnız bırakın. Çünkü önce benim namazımı Allahü teâlâ kılacaktır; (rahmetini indirecektir) !
O (Allah) ki sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmet etmektedir. (Ahzâb/43)
Sonra Allah, meleklerine, üzerime namaz kılmak için izin verir. Benim üzerime Allah'ın mahlukâtından ilk girip namaz kılan Cebrâil, sonra Mikâil, sonra İsrâfil, sonra birçok askerlerle beraber ölüm meleği, sonra birçok melekler olur. Allah onların hepsine rahmet etsin! Sonra sizler! Bu bakımdan siz kısım kısım içeri girip namaz kılın, çokça selâm verin, bağırmak çağırmak suretiyle bana eziyet vermeyin! Sizden sonra kadınlar, sonra çocuklar girip namaz kılsınlar.
- Seni kabre indirmek için kabrine kim girsin?
- Ailemin en yakınları, sonra onları takip edenler girsinler. Onlarla beraber bir çök melek de girer, onlar sizi görürler fakat siz onları göremezsiniz. Kalkın! Benden sonra gelenlere dininizi iletin!76
Abdullah b. Zem'a77 der ki: Rebiulevvel ayının başında Bilâl gelip namaz için ezan okudu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Ebû Bekir'e söyleyin halka imamlık yapsın!' dedi. Kapının önünde, içinde Hazret-i Ömer'in bulunduğu birkaç kişiyi görünce 'Ey Ömer! Kalk halka namaz kıldır!' dedim. Bunun üzerine Hazret-i Ömer kalktı. Yüksek sesli olan Ömer tekbir getirdiğinde, Hazret-i Peygamber onun sesini tanıyıp şöyle dedi: 'Ebû Bekir nerededir? Allah da müslümanlar da Ebû Bekir'den başkasının İmâm olmasını istemez'. Bu sözünü üç defa tekrarladı. (Sonra) 'Ebû Bekir'e söyleyin, halka namaz kıldırsın!' dedi.
Bunun üzerine Âişe (radıyallahü anh) dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ebû Bekir ince kalpli bir kişidir. Senin yerine geçtiğinde kendini tutamaz'.
Bu söz üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi.
Muhakkak ki siz kadınlar, Yûsuf un kadınları gibisiniz! Ebû Bekir'e söyleyin halka namaz kıldırsın!78
Hazret-i Ömer'in kıldırdığı namazdan sonra Hazret-i Ebû Bekir (on yedi) namazı kıldırdı.
Ömer, Abdullah b. Zem'a'ya dedi ki: Rahmet olasıca! Başıma ne getirdin? Allah'a yemin ederim, ' eğer Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) sana böyle yapmanı emrettiğini sanmasaydım yapmazdım'.
Buna karşılık Abdullah dedi ki: "Orada imamlığa senden daha uygununu görmediğim için sana 'İmâm ol" dedim.
Âişe (radıyallahü anh) şöyle diyor: 'O sözü, Hazret-i Peygamber'e söylememin ve Ebû Bekir'i imamlıktan uzaklaştırmasını istememin sebebi; dünyadan kaçınmak ve idarecilikte Allah'ın selâmet bıraktığı hariç tehlike olduğu içindi. Halkın Hazret-i Peygamber daha hayattayken onun yerine geçen bir kişiyi ebediyyen sevmeyeceğinden korktum. Ancak Allah sevmelerini dilerse mesele değişir. Ebû Bekir'i kıskanıp ona zulmetmelerinden, onu uğursuz saymalarından korktum. Fakat emir ve hüküm Allah'ındır. Allahü teâlâ, Ebû Bekir hakkında korktuğumun hepsinden onu korudu'.
Hazret-i Âişe (radıyallahü anha) şöyle atıl atıyor: Hazret-i Peygamberin vefat edeceği gün geldiğinde, o günün öncesinde Hazret-i Peygamberin hastalığında hafifleme görüldü. Bunun üzerine ashâbın erkekleri sevinç içinde evlerine yeislerine dağıldılar. Hazret-i Peygamberi (sallâllahü aleyhi ve sellem) ziyaret etmek için, kadınlara fırsat verdiler. Biz Hazret-i Peygamberin yanında bulunduğumuz bir anda ki hiçbir zaman Hazret-i Peygamberin yaşamasından bu kadar ümitli ve sevinçli değildik. Hazret-i Peygamber bize 'Yanımdan çıkın! İşte şu melek gelmiş, huzuruma girmek için izin istiyor!' diye emir verdi.
Benden başka bütün kadınlar çıktı. Hazret-i Peygamberin başı göğsümde bulunuyordu. Hazret-i Peygamber, kalkıp oturdu. Ben de evin bir köşesine çekilmek için uzaklaştım. Melekle uzun uzun münâcât edip fısıldaştıktan sonra beni çağirarak başını göğsüme koydu ve kadınlara 'Girin!' dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Peygambere 'Bu, Cebrâil'gelişine benzemiyor'dedik.
Hazret-i Peygamber şöyle dedi: Evet, ey Aişe! Bu ölüm meleğidir. Bana gelip dedi ki: "Allah ancak izin almak suretiyle huzuruna girmemi bana emretti. Eğer bana izin vermezsen huzuruna girmeyecek, dönüp gideceğim. İzin verirsen gireceğim. Allah bana ancak sen istersen ruhunu kabzetmem için emir verdi. Bu bakımdan bana ne emrediyorsun?"79
Bunun üzerine, ölüm meleğine 'Cerâil (aleyhisselâm) bana gelinceye kadar bana dokunma! İşte bu saat Cebrâîl'in geliş saatidir' dedim.
Bunun üzerine Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Biz öyle bir şeyle karşılaştık ki bizim ne ona bir cevap, ne de ona bir fikir belirtme imkânımız yoktu. Dehşete kapıldık, sanki şiddetli bir felâkete uğradık. Ona birşey söylemiyorduk. Ehl-i Beyt'ten hiç kimse bu işin büyüklüğünden ve içimizi dolduran heybetten ötürü konuşamıyordu'.
Hazret-i Aişe der ki: Cebrâil (aleyhisselâm) o sırada geldi. Onun geldiğini hissettim. Ehl-i Beyt çıktılar. Cebrâil girdi ve şöyle dedi: "Allahü teâlâ sana selâm ediyor ve diyor ki: 'Kendini nasıl hissediyorsun!' Oysa Allah senin ne hissettiğini senden daha iyi bilir.
Fakat sormakla kerem bakımından seni geliştirmeyi, şeref ve kerametini tamamlamayı ve bu adetin ümmetine bir sünnet olmasını diledi". Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber 'Kendimi hasta hissediyorum!' dedi. Bu cevaba karşı, Cebrâil 'Sana müjde olsun! Muhakkak ki Allahü teâlâ, senin için hazırlamış makama seni vardırmak istiyor!' dedi. Hazret-i Peygamber Cemil'e 'Ey Cebrâil! Ölüm meleği huzuruma girmek için izin istedi' diyerek olanları Cebrâîl'e anlattı. Cebrâil (aleyhisselâm) 'Ey Allah'ın Rasûlü! Muhakkak rabbin sana müştaktır. Sana karşı irade ettiğini sarife bildirmemiş midir? Yemin ederim! Ölüm meleği senden önce hiçbir kimseden izin almamış ve hiçbir kimseden de senden sonra izin almayacaktır. Ancak rabbin senin şerefini tamamlamak istiyor. O sana mânen müştaktır' dedi. Hazret-i Peygamber 'ınâdem ki durum budur, ölüm meleği gelinceye kadar sen gitme!' dedi. Böylece, içeri girmeleri için kadınlara izin verdi ve 'Ey Fâtıma! Bana yaklaş!' dedi. Hazret-i Fâtıma Hazret-i Peygamber'in üzerine eğildi. Hazret-i Peygamber onunla, fısıltı halinde birşeyler konuştu. Bunun üzerine Hazret-i Fâtıma gözlerinden yaşlar akarak ve konuşamayacak halde başını kaldırdı. Sonra Hazret-i Peygamber 'Başını bana yaklaştır!' dedi. Bunun üzerine Fâtıma, kulağını Hazret-i Peygamberin ağzına tuttu. Hazret-i Peygamber ona birşeyler fısıldadı. Bu sefer güldü ve gülmekten konuşamayacak bir halde başını kaldırdı. Biz Fâtıma'nın durumuna hayret ettik. Daha sonra Fâtıma'ya o durumu sorduğumda şöyle dedi: "Hazret-i Peygamber önce 'Ben bugün ölüyorum!' dedi. Bunun üzerine ağladım. Sonra şöyle buyurdu:
Allah'a aile efradımdan ilk olarak seni bana kavuşturması için dua ettim.
Bunun üzerine sevincimden güldüm".
Bu esnada Fâtıma (radıyallahü anh) , iki oğlunu (Hasan ile Hüseyn'i) Hazret-i Peygambere yaklaştırdı. Hazret-i Peygamber onları kokladı. 80 Âişe der ki: Ölüm meleği geldi. Selâm verdi. İçeri girmek için izin istedi. Hazret-i Peygamber kendisine izin verdi. Melek sordu:
- Yâ Muhammed! Bize ne emredersin?
- Artık beni rabbime ulaştır!
- Evet! Bugün seni götüreceğim. Muhakkak ki rabbin sana müştaktır. Senin hakkındaki tereddüdü hiç kimse hakkında göstermemiştir. 81 Senden başka hiç kimsenin huzuruna izinsiz girmemi yasaklamamıştı. Fakat senin önünde saatin vardır!
Hazret-i Âişe şöyle devam ediyor: Cebrâil (aleyhisselâm) geldi ve 'Ey Allah'ın Rasûlü! Selâm sana! Bu gelişim, yeryüzüne son inişimdir. Artık ebediyyen inmeyeceğim. 82 Vahiy kesildi Artık benim yeryüzünde bir işim kalmadı. Yeryüzünde senin huzuruna girmekten başka bir ihtiyacım yoktur. Sonra yerime çekileceğim' dedi.
Hazret-i Âişe der ki: Muhammed'i hak peygamber olarak gönderene yemin ederim! Evde hiçbir fert bu hususta Hazret-i Peygamber'e bir kelime bile söyleyemedi. İşittiğimiz şeyin azametinden ötürü hiçbir fert, dışarda bulunan erkeklerden herhangi birine bir haber gönderemeyecek kadar dehşet ve korku içinde idi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'in yanına vardım, onun başını göğsüme koydum, onun göğsünü tuttum. Kendisinden geçecek derecede baygınlık geçiriyordu; alnı hiçbir insanda görmediğim şekilde ter döküyordu. Ben durmadan o teri siliyordum. Ondan daha güzel kokulu hiçbir şeyi görmemişimdir. Ayıldığmda ona 'Annem, babam, nefsim ve aile efradım sana feda olsun! Senin alnında gördüğüm ter neredendir?' dedim. Bunun üzerine dedi ki:
Ey Âişe! Mü'min kişinin canı terle, kâfirin canı da merkep canı gibi, havurtlarından çıkar!
Bu manzara karşısında korkup aile efradımızı çağırdık. Bize ilk gelen kardeşim Abdurrahman idi. Onu babam bana göndermişti. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber erkeklerden bir kimse gelmeden önce vefat etti. Erkeklerin, Hazret-i Peygamber'in son anına yetişmemeleri Cebrâil ile Mikâl'in onun durumunu idare etmeleri içindir.
Hazret-i Peygamber her baygınlık geçirdiğinde (şunları) söylerdi: 'Hayır! En yüce arkadaşı (istiyorum!) '
Sanki daima ne istediği soruluyordu. Konuşmaya gücü yettiğinde 'Namaz kılınız namaz! Muhakkak cemaatla namaz kıldıkça birlik ve beraberliğiniz bozulmaz! Namaz! Namaz!' diyordu. 83
Hazret-i Peygamber ölünceye kadar namazı tavsiye etti. O şöyle diyordu: 'Namaz! Namaz!'
Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) pazartesi günü büyük kuşluk ile öğle arası vefat etti'.
Fâtıma (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Pazartesi gününde neye rastladım! Allah'a yemin ederim! Ümmet durmadan pazartesi günü büyük felaketlere dûçar olur'.
Ümmü Gülsüm de pederi Hazret-i Ali 'nin Kûfe'de vurulduğu gün, annesi Hazret-i Fâtıma'nın (radıyallahü anh) dediği gibi dedi: 'Pazartesi gününde neye rastladım. O günde dedem Hazret-i Peygamber vefat etti. O günde kocam Ömer (radıyallahü anh) öldürüldü. O günde babam Ali öldürüldü. Pazartesi gününde başıma gelenler nedir?'84
Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber vefat ettiğinde, içeride figan yükselince halk içeri daldı. Melekler Hazret-i Peygamberin elbiseleriyle onun bedenini örttüler. Manzarayı görenler ihtilafa düştü, kimi 'Hazret-i Peygamber ölmüştür' diyenleri yalanladı, kiminin dili konuşamaz oldu. Ancak uzun zaman sonra konuşabildi. Kimi de konuşmayı karıştırıp anlaşılamayacak şekilde kekelemeye başladı. Başka bir grubun ise aklı yerinde kaldı, kimi de şaşkına dönüp yerinde oturdu. Hazret-i Ömer, Hazret-i Peygamber'in ölümünü yalanlayanların arasındaydı. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şaşkınlıktan oturanların arasındaydı. Hazret-i Osman dili çekilenlerin arasındaydı. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, halkın arasına çıkıp haykırdı: 'Hazret-i Peygamber ölmemiştir! Allah onu geri gönderecektir. Hazret-i Peygamber için ölümü temenni eden münafıklardan bazılarının el ve ayakları kesilecektir. Nasıl ki Allah, Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) vâde tanımışsa Hazret-i Peygambere de vâde tanımıştır. O size gelecektir!'
Bir rivâyette Hazret-i Ömer şöyle dedi: 'Ey insanlar! Dilinizi Hazret-i Peygamber hakkında konuşmaktan alıkoyun! O ölmemiştir. Allah'a yemin ederim. Hazret-i Peygamber'in öldüğünü söyleyen bir kişiyi işitirsem şu kılıcımla onun boynunu keserim'.
Hazret-i Ali ise evden çıkmadı.
Hazret-i Osman, hiç kimse ile konuşamıyordu. Onun elinden tutulur, getirilir, götürülürdü. Müslümanlardan hiç kimse Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Abbas'ın halinde değildi. Çünkü Allahü teâlâ onları tevfîk ve doğrulukla takviye etmişti. Her ne kadar halk ancak Hazret-i Ebû Bekir'in sözüyle coşkunluklarını zaptetmişse de! Hazret-i Abbas gelip şöyle demiştir: Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ediyorum. Hazret-i Peygamber ölümü tattı. Çünkü aramızda diri iken şu âyeti okumuştu:
(Ey Rasûlüm!) Sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra siz, kıyâmet günü rabbinizin divanında dâvâlaşacaksınız. (Zümer/30-31)
Hazret-i Peygamber'in ölüm haberi Hazret-i Ebû Bekir'e geldiğinde Benî Hâris b. Hazrec kabilesi arasında bulunuyordu. Gelip Hazret-i Peygamber'in cenazesinin bulunduğu hücreye girdi. Cenazeye baktı. Sonra üzerine eğilip Hazret-i Peygamber'in yüzünü öptü, sonra dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Anam ve babam sana feda olsun! Allah sana ölümü iki defa tattırmaz. Allah'a yemin ederim! Muhakkak Hazret-i Peygamber vefat etmiştir'. 85
Sonra halka çıkıp 'Ey insanlar! Muhammed'e ibadet eden (bilsin ki) muhakkak Hazret-i Peygamber ölmüştür. Muhammed'in (aleyhisselâm) rabbine ibadet eden bilsin ki O diri ve ölümsüzdür' dedi ve şu âyeti okudu:
Muhammed, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, siz ökçeleriniz üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.
(Âl-i İmrân/144) Sanki halk bu âyeti o günden önce hiç işitmemiş ti.
Bir rivâyette; Hazret-i Peygamber'in ölüm haberi Hazret-i Ebû Bekir'e geldiğinde Hazret-i Peygamber'in üzerine salât ve selâm getirdi ve iki gözünden yaşlar aktığı halde Hazret-i Peygamber'in yattığı odaya girdi. Yutkunması devenin gevişi gibi çoğalarak ağladı. Testinin sesi gibi boğazından hıçkırık sesi geliyordu. O buna rağmen, hem aklen hem de söz bakımından çok kuvvetliydi. Hazret-i Peygamber'in yüzüne eğilip mübarek yüzünden örtüyü kaldırdı. Alnından ve yanaklarından öptü. Mübarek yüzünü meshetti. Ağlayarak şöyle dedi:
Anam babam, nefsim ve aile efradım sana feda olsun! Dirin de güzeldi, ölün de güzeldir. Hiçbir peygamberle kesilmeyen peygamberlik senin ölümünle kesilip sona erdi. Bu bakımdan sen her övgüden daha yüce, ağlamaktan yükseksin. Teselli olacak derecede özelsin. Bizimle eşit olacak derecede umûmîsin. Eğer Ölümün, senin tercihin olmasaydı, senin için nefislerimizi feda ederdik. Eğer sen ağlamayı nehyetmeseydin gözlerimizin suyunu senin için tamamen dökerdik. Kendimizden uzaklaştırmaya gücümüzün yetmediği şeye gelince, o birbirinden ayrılmayan üzüntü ve hatırlamaktır. Bunlar yakamızı bırakmazlar.
Ey Allahım! Bizden ona salât ve selâm tebliğ et! Ey Allah'ın Rasûlü! Rabbinin katında bizi hatırla! Senin kalbinde bu hatırlama olsun! Eğer geride bıraktığın sükûnet olmasaydı, hiç kimse arkada bıraktığından dolayı dehşetten kurtulamazdı.
Ey Allahım! Peygamberine bizden taraf salât ve selâm tebliğ buyur. Onun (yolunu) bizde koruyup daim kıl!
İbn Ömer'den şöyle rivâyet edildi: Hazret-i Ebû Bekir eve girip salavat okuyup senâ yapınca, ev halkı musallada bulunanların işiteceği derecede figan kopardılar. O, birşey söylediğinde onların figanı daha arttı. Onların sesleri, kapının önünde durup sesli ve kuvvetli bir kişinin tesellisiyle sükûnet buldu. O kişi dedi ki: Her nefis ölümü tadacaktır. (Ankebût/57)
Muhakkak ki Allah'ın zatında sizin için herkesin yerine bir halef, her rağbet için bir yetişme ve her korkudan bir kurtuluş vardır. Bu bakımdan Allahü teâlâ'dan ümit edin, O'na güveniniz!'
Hane halkı onun sözünü dinlediler, fakat kendisini tanımadılar. Ağlamayı kestiler. Ağlama kesilince o ses de kayboldu. Hane halkından biri bakıp kimseyi göremeyince tekrar ağlamaya başladı. Sesini tanımadıkları biri 'Ey ehl-i beyt! Allah'ı hatırlayın! Her hâl üzere hamdedin, o zaman muhlislerden olursunuz. Muhakak ki Allah'ın zatında, her musibette sizin için bir teselli vardır. Her rağbetten ötürü bir karşılık vardır. Bu bakımdan Allah'a itaat edin, onun emriyle amel edin!' diye seslendi. Bunun üzerine Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle dedi: 'Şu seslenenler Hızır ile İlyâs'tır. Hazret-i Peygamber'in cenazesine katılmışlardır'.
Kâ'kâ b. Amr (radıyallahü anh) (ashâbın meşhur bahadırlarıdandır) Hazret-i Ebû Bekir'in okuduğu hutbenin hikâyesini tamamen zikrettikten sonra dedi ki: Ebû Bekir, halka hutbe okumak üzere kalktı, halkın gözyaşlarını dökmesine vesile olan ve çoğu Hazret-i Peygamber'e salât ve selâm'dan ibaret olan bir hutbe okudu:
Biricik olduğu halde, Allah'dan başka ilâh olmadığına şahidlik ediyorum. Allah va'dini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Tek başına Medine'yi saran düşman ordularını püskürtüp mağlup etti. Bu bakımdan hamd, tek olan Allah'a mahsustur!
Şahidlik ediyorum ki Muhammed, Allah'ın kulu, Rasûlü, ve peygamberlerinin sonuncusudur.
Şahidlik ediyorum ki Kitab indiği gibidir. Din başladığı gibi, hadîs hak (sahibi) din Yârab! Kulun, peygamberin, habibin, eminin, halkın en hayırlısı, seçilmiş kulun Muhammed'in (aleyhisselâm) üzerine salât ve selâm et! Kullarına ettiğin salâtın en üstününü ona et! Yârab! Salavatlarının afiyetlerini, rahmet ve bereketlerini peygamberlerin efendisi, sonuncusu, muttakîlerin imamı, hayrın önderi, hayırlıların imamı, rahmet peygamberi Muhammed'in (aleyhisselâm) üzerine kıl!
Ey Allahım! Onun huzuruna olan yaklaşmasını artır, delilini büyüt, makamını keremli kıl! Onu, geçmişlerin ve geleceklerin gıpta ettiği makam-ı mahmûd'a. yükselt. Bizi kıyâmet gününde onun makam-ı mahmud'u ile faydalandır. Dünya ve âhirette onu bize halife kıl! Onu derece'ye, vesileye ve cennet'e ulaştır.
Ey Allahım! Hazret-i Peygamber'e ve âline salât et. Hazret-i Peygamber'e ve âline bereket ver! İbrahim'e ve âline rahmet ettiğin gibi! Muhakkak ki sen çok övülen ve çok senası yapılansın!
Ey insanlar! Kim Muhammed'e ibadet ediyorsa, muhakkak ki Muhammed öldü! Kim Allah'a ibadet ediyorsa muhakkak ki Allah diridir, ölmez. Muhakkak ki Allah'ın emri size gelmiştir. Bu bakımdan üzüntüden dolayı onu bırakmayın; zira Allah, peygamberi için nezdindeki nimeti tercih etti ve onu sevabına doğru götürdü. Sizin içinizde kitabını Ve peygamberinin sünnetini bıraktı. Kim bu iki kaynağa yapışırsa o bilir, kim aralarını ayırırsa, o inkâra kaçar.
Ey Mü'minler! Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahidlik edenler olun! (Nisâ/135)
Şeytan sizi peygamberinizin ölümünden ötürü meşgul etmesin, sizi dininizden caydırmasın! Hayırla şeytanın önüne geçmeye çalışın ki onu aciz bırakabilesiniz. Onu beklemeyiniz ki size yetişip sizi fitneye düşürmesin!
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) der ki: Ebû Bekir hutbesini bitirdikten sonra şöyle dedi: 'Ey Ömer! Nereden öğrendin de Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) ölmediğini söylüyorsun. Allah'ın peygamberinin filan günde şöyle şöyle söylediğini Allahü teâlâ'nın da kitabında şöyle dediğini hatırlamıyormusun?'
Sen de öleceksin, onlar da ölecekler! (Zümer/30)
Bunun üzerine Hazret-i Ömer dedi ki: 'Başımıza gelen musibetin dehşetinden ötürü bu andan önce sanki bu âyeti hiç duymamıştım. Şehadet ederim ki Kitab indiği gibidir, Hadîs de söylendiği gibi! Allah ölümsüz ve diridir. Muhakkak biz, Allah içiniz ve ona döneceğiz. Allah'ın salâtı peygamberi üzerine olsun! Allah katında, peygamberini defterimize geçecek sevap olarak düşünürüz'. Bunları söyledikten sonra Hazret-i Ebû Bekir'in yanına oturdu.
Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) şöyle anlatıyor: "Hazret-i Peygamberi yıkamak için geldiklerinde dediler ki: 'Yemin olsun! Hazret-i Peygamber'i nasıl yıkayacağımızı bilmiyoruz. Diğer ölülerimizi soyduğumuz gibi elbisesini çıkaracak mıyız? Yoksa elbisesini çıkaramayacak mıyız?' Allahü teâlâ, onların gözlerine o anda uyku indirdi, herkesin sakalı (başı) göğsünün üzerine düşüverdi. Sonra kim olduğu bilinmeyen biri şöyle dedi: 'Hazret-i Peygamber'i elbisesi üzerinde olduğu halde yıkayın!' Böylece uyandılar ve Hazret-i Peygamber'i o şekilde yıkadılar. Hazret-i Peygamber iç gömleği üzerinde olduğu halde yıkandı. Yıkanması bitirildiği zaman kefene sarıldı".
Hazret-i Ali şöyle diyor: "Hazret-i Peygamber'in iç gömleğini çıkarmak istedik. Bunun üzerine 'Hazret-i Peygamberin elbisesini çıkarmayınız' diye bir ses duyduk. Böylece biz de gelen sesi kabul ettik. Hazret-i Peygamberi ölülerimizi yıkadığımız gibi sırt üstü teneşire uzatarak iç gömleği üzerinde olduğu halde yıkadık. Onun bir azasını ki iyi yıkanmamıştır diye yıkamak istediğimizde kendiliğinden bizim için dönerdi. Yıkadıktan sonra eski durumuna dönerdi. Beraberimizde evde yumuşak rüzgâr gibi bir serinlik vardı. Bize 'Hazret-i Peygamber'e şefkat edin! Muhakkak ki (şefkat etmediğiniz ve avret mahalline baktığınız takdirde) gözleriniz kapanır!' diye sesleniliyordu".
İşte Hazret-i Peygamberin vefatı böyle oldu. Beraberinde defnedilmeyen hiçbir şey bırakılmadı.
Ebû Cafer der ki: 'Hazret-i Peygamberin lâhdi, üzerinde yattığı döşek ve yatarken üstüne attığı kadifesiyle döşendi. Hayatta iken giydiği elbiseler de o sergiler üzerine serildi. Sonra kefenlere sarılı olduğu halde Hazret-i Peygamber bunların üzerine bırakıldı. Ölümünden sonra geriye hiçbir servet bırakmadı. Hayatında kerpiç üzerine kerpiç, bir kamışı bir kamış üstüne koymadı. Bu bakımdan onun vefatında tam bir ibret vardır. Müslümanlar için Hazret-i Peygamber güzel bir örnektir!
73) Bezzâr
74) Darimî
75) Irâkî hadîsin mürsel olduğunu söylemiştir.
76) İbn Sa'd, Tabakât
77) Bu zat, Hazret-i Peygamber'in zevcesi Ümmü Seleme'nin kızkardeşinin oğludur.
78) 'Kendi görüşünüzü ısrarla savunmakta direniyorsunuz*. Burada muhatap Hazret-i Âişe'dir.
79) Ebû Dâvûd
80) Bir nüshada 'Kızı Ümmü Gülsüm'ü dedesine yaklaştırıp koklattı' diye vârid olmuştur.
81) Hadîsin metninde tereddüd kelimesi vardır. Bozmadan aynen koyduk. Hadîs-i müteşâbihdir.
82) Bir haberde 'Hazret-i Peygamberden sonra Cebrâil on kere yere inecektir' diye vârid olmuştur.
83) Taberânî, Kebir, (Câbir'den)
84) Bu sözler, bir hasretin ifadesidir. Günlerin uğursuzluğu gibi bir mânâ ifade etmezler.
85) Hazret-i Ebû Bekir'in bu sözü, 'Hazret-i Peygamber yakında dirilip bazı kimselerin elini kesecektir' diyen kimseye bir reddiyedir. Çünkü tekrar dirilirse tekrar ölmesi lâzım gelecektir. (Îthafus-Saade, X/298)
Hazret-i Ebû Bekir, ölüme hazırlandığında, Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) geldi ve şu şiiri okudu: 'Hayatınla yemin ederim, ruh sıkışıp göğsün daralmasına sebep olduğunda servet şahsı kurtaramaz'.
Bunun üzerine, Hazret-i Ebû bekir yüzünü açıp şöyle dedi: Öyle değildir, şöyledir:
Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldi. İşte (ey insan) bu, senin kaçıp durduğun şeydir.
(Kaf/19)
Benim bu iki elbisemi yıkayın ve bana kefen yapın; zira diri bir kimsenin yeni elbiseye ihtiyacı ölüden daha fazladır.
Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) Hazret-i Ebû Bekir'in ölümü anında şu şiiri okudu: O beyazdı. Onun yüzü suyu hürmetine yağmur istenirdi. Yetimler için bahardı, dul kadınların sığınağı idi.
Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle dedi: Bu övgüye ben değil, Hazret-i Peygamber lâyıktır'.
Ashâb-ı kirâm Hazret-i Ebû Bekir'in huzuruna girerek dediler ki:
- Seni muayene edecek bir doktor çağırmıyalım mı?
- Doktor bana baktı ve 'Ben dilediğimi yaparım!' dedi.
Selman-ı Fârisî (radıyallahü anh) ziyaret maksadıyla Hazret-i Ebû Bekir'in huzuruna geldi ve dedi ki: . 'Ey Ebû Bekir, bize nasihat et!'
Bunun üzerine dedi ki: 'Allah dünyayı sizin için açacaktır. Sakın zarurî ihtiyacından başkasını ondan alma. Bil ki sabah namazını kılan bir kimse Allah'ın zimmetinde bulunur.
Bu bakımdan zimmetinde olduğun halde Allah'ı tahkir etme ki seni yüzüstü ateşe atmasın!'
Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hastalığı ağırlaştığında, insanlar yerine bir halife bırakmasını istediler. O da Hazret-i Ömer'i halife yaptı. Bunun üzerine kendisine dediler ki:
- Bizim başımıza şiddetli ve katı bir kimseyi seçtin. Acaba rabbine ne cevap vereceksin?
- Kullarının başına en hayırlılarını geçirdiğimi söyleyeceğim!
Sonra Hazret-i Ömer'e haber gönderdi. Geldiğinde Hazret-i Ömer'e dedi ki:
Bil ki Allahın gündüz bir hakkı vardır. O hakkı gece kabul etmez. Allah'ın gece bir hakkı vardır. Onu gündüzleri kabul etmez. Farz edâ edilmedikçe Allah nafileyi kabul etmez. Kıyâmet gününde terazileri ağır basanlar, ancak dünyada hakka tâbi olduklarından ve hak kendilerine ağır bastığından ötürüdür. İçinde haktan başka birşey olmayan bir mizanın ağır olması hakkın ta kendisidir. Kıyâmet gününde terazileri hafif gelenlerin mizanları, ancak bâtıla tâbi olduklarından ve bâtıl onlara hafif geldiğinden ötürü hafif gelmiştir. Elbette içinde bâtıldan başka birşey bulunmayan bir terazinin kefesi hafif olur.
Allah, cennet ehlini en güzel amelleriyle belirtmiştir. Onların kusurlarından vazgeçmiştir. Bu bakımdan biri bakıp 'Ben bunlardan aşağıyım. Bunların mertebesine varamam! der.
Muhakkak ki Cehennem ehlini de en kötü amelleriyle zikretmiştir. İşlemiş oldukları amellerini yüzlerine çarpmıştır. Bu bakımdan biri çıkıp 'Ben bunlardan daha üstünüm der.
Allah rahmet ve azap ayetini zikretmiş ki Mü'min rahmet istesin ve azaptan kaçsın, eliyle kendisini tehlikeye atmasın, haktan başkasını Allah'tan temenni etmesin! Eğer bu nasihatimi dinleyip yerine getirirsen yanında hiçbir şey ölümden daha sevimli olmaz. Zaten nasıl olsa öleceksin. Eğer nasihatimi dinlemezsen senin için ölümden daha nefret edilecek birşey olmaz. Muhakkak ki sen ondan kurtulamazsın!
Said b. Müseyyeb der ki: Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) ölüme hazırlandığında, ashâbdan bazı kimseler ona gelip dediler ki: 'Ey Rasûlüllah'ın halifesi! Biz içinde bulunduğun durumu görüyoruz. Bizi azıklandır'.
Bunun üzerine Ebû Bekir şöyle dedi:
- Kim şu kelimeleri söyledikten sonra ölürse Allah onun ruhunu apaçık ufukta kılar!
- Apaçık ufuk ne demektir?
- Arşın önünde bir meydandır. Orada bahçeler, nehirler, ağaçlar vardır. Her gün yüz rahmet orayı kaplar. Kim şu sözü söylerse Allah onun ruhunu bu yerde kılar:
Ey Allahım! Muhakkak sen mahlukâta ihtiyacın olmadığı halde onları yarattın. Sonra onları iki gruba ayırdın. Bir grubu nimet için, bir grubu da cehenem için. Beni nimet için kıl, cehennem için kılma!
Ey Allahım! Muhakkak ki sen, mahlukâtı fırka fırka yarattın Onları yaratmadan önce ayırdın. Onların kimini, şakî, kimini said, kimini sapık, kimini uysal kıldın. Günahlarımdan ötürü beni şakî kılma!
Ey Allahım! Sen yaratmadan önce her nefsin ne yapacağını biliyordun. Bu bakımdan senin ilminden kurtuluş yoktur. Beni sana itaat eden kimselerden eyle!
Ey Allahım! Sen dilemeden hiç kimsenin dileme yetkisi yoktur. Dilemeni, beni sana yaklaştırmaya vesile kıl!
Ey Allahım! Sen kullarının hareketlerini takdir ettin. Senin iznin olmadıkça hiçbir şey hareket etmez. Benim hareketimi takva üzere kıl!
Ey Allahım! Sen hayrı ve şerri yarattın. Onların her biri için edecek ihsanlar yarattın. İki kısımdan hangisi hayırlı ise beni ondan kıl!
Ey Allahım! Sen cennet ve cehennemi halkettin. Onların her biri için ehil olanı yarattın. Beni cennetinin sakinlerinden kıl!
Ey Allahım! Sen bir kavim için sapıklığı irade ettin. Onunla onların göğüslerini daralttın. Benim göğsümü îman için genişlet, îmanı kalbimde süsle!
Ey Allahım! Sen işleri tedbir ettin. Onların neticelerini kendine bağladın. Beni ölümden sonra güzel bir hayatla yaşat! Beni kendine yaklaştır!
Ey Allahım! Kimin güven ve ümidi senden başkası olduğu halde sabahlar ve akşamlarsa o ziyan etmiştir. Benim güvencim ve ümidim sensin! Günahtan dönüş ve ibadete yöneliş ancak Allah'ın kudretiyledir!
Sonra Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Bütün bu söylediklerim Allah'ın Kitabı'nda vardır'.
Amr b. Meymûn şöyle anlatır: Hazret-i Ömer'in yaralandığı sırada benimle onun arasında Abdullah b. Abbas'tan başkası yoktu. Hazret-i Ömer, iki saf arasından geçerken durup safta herhangi bir açıklık gördüğünde 'Safları düzeltiniz!' derdi. Saflarda herhangi bir açıklık görmezse öne geçer, tekbir alırdı. Cemaatin yetişmesi için çoğu kez sabah namazının birinci rek'atında Yûsuf veya Nahl sûrelerini veya ona benzer bir sûreyi okurdu. Vurulduğu gün de tekbir getirdikten sonra 'Beni öldürdü' veya 'köpek beni yedi!' dedi. Bunu Ebû Lu'lu melunu kendisini vurduğunda söyledi. Mecusî olan Ebû Lu?lu elinde iki taraflı bir bıçak ile fırladı. Kimin yanından geçtiyse, onu bıçakladı. Tam on üç kişiyi yaraladı. Onlardan dokuzu öldü. Bir rivâyette yedi kişi öldü. Bu manzarayı görenlerden bir kişi onun üzerine bir elbise attı. Kâfir, tutulduğunu sandığında göğsünü bıçakla yardı.
Hazret-i Ömer, Abdurrahınan b. Avf'ın elinden tutup imamlığa geçirdi, Hazret-i Ömer'in arkasında bulunanlar da benim gördüğümü gördüler. Caminin yan taraflarında olanlar ise, durumun ne olduğunu bilmiyorlardı. Ancak onlar Hazret-i Ömer'in sesinin kesildiğini duyunca sübhanallah, sübhanallah demeye başladılar. Böylece Abdurrahman onlara hafif bir namaz kıldırdı. Cemaat dağıldıktan sonra Hazret-i Ömer şöyle dedi: 'Ey Abbas'ın oğlu! Beni öldürenin kim olduğunu tedkik et.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) , bir saat kaybolup geldikten sonra 'Seni vuran Muğîre b. Şu'benin kölesidir dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) 'Allah onu kahretsin! Ben ona iyilik yapılmasını emretmiştim dedi.
Sonra şöyle dedi: 'Ölümümü, müslüman bir kişinin elinde kılmadığından ötürü Allah'a hamd olsun. Sen (ey İbn-i Abbâs) babanla beraber Medineye çok köle getirilmesine taraftardınız;.
Hakîkaten o anda Hazret-i Abbas'ın birçok kölesi vardı. Bunun üzerine İbn-i Abbâs 'Dilersen onları öldürelim' dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Ömer 'Bizim dilimizi konuştuktan, kıblemize yöneldikten ve yaptığımız gibi hac yaptıktan sonra mı öldürelim? dedi.
Hazret-i Ömer evine götürüldü. Biz de onunla beraber gittik. Sanki bugünden önce böyle bir musibet halka isabet etmemişti! Kimi 'Hazret-i Ömer'in ölümünden korkuyorum!' Kimi de "Birşey olmaz' diyordu. Bu esnada şerbet getirildi. Hazret-i Ömer şerbeti içince yarasından dışarı aktı. Sonra süt getirildi. Sütten içti. O da kanından çıktı. Böylece Hazret-i Ömer'in öleceği anlaşıldı.
Biz Hazret-i Ömer'in huzuruna girdik. Halk gelip kendisini övdü. Genç bir kişi geldi ve 'Ey Mü'minlerin emiri! Allah'tan gelen bir müjde ile müjdelen. Sen Hazret-i Peygamberin arkadaşı ve İslâm'da hizmetleri geçmiş bir kimsesin. Sonra idareci oldun, adalet yaptın. Sonra şehid oldun' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer 'Bütün bunların ne aleyhimde, ne lehimde olmasını isterdim' dedi. Hazret-i Ömer'e böyle diyen genç giderken onun eteğinin yerde süründüğü görüldü. Bunun üzerine Hazret-i Ömer 'O genci bana getirin!' dedi. Genç gelince ona 'Ey yeğenim! Elbiseni yukarı kaldır. Çünkü bu elbisen için daha faydalıdır. Rabbinden de kork!' dedi. Sonra Hazret-i Ömer oğluna hitaben 'Ey Abdullah! Bak üzerimde ne kadar borç vardır?' dedi.
Hazret-i Ömer'in borcunu hesapladılar. 86. 000 dirhem veya ona yakın bir meblağ olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, oğlu Abdullah'a "Eğer Ömer'in ailesinin malı bu borcu ödemeye kâfi gelirse onların malından ver! Aksi takdirde kabilem olan Benî Adiyyy b. Ka'b kabilesinden iste! Eğer onların malları da kâfi gelmezse Kureyşîlerden iste! Sakın Kureyşî olmayanlardan isteme. Bu borcu benim yerime ver! Müzminlerin annesi Aişe'ye git! De ki: 'Ömer sana selâm ediyor'. Sakın 'mü'minlerin Emîri' diye birşey söyleme. Çünkü ben artık Mü'minlerin emîri değilim: 'Ömer b. Hattab iki arkadaşının yanıa defnedilmek için izin istiyor?'
Bunun üzerine Abdullah gitti. Selâm verip izin istedi. Sonra Aişe'nin huzuruna girdi. Aişe'nin oturup ağladığını gördü. Abdullah dedi ki: Ömer b. Hattab sana selâm ediyor. İki arkadaşıyla beraber (hücre-i saadetinde) defnedilmek istiyor'.
Bunun üzerine Hazret-i Aişe 'Ben o yeri kendi kendim için ayırmıştım. Fakat bugün Ömer'i nefsime tercih edeceğim' dedi.
Abdullah dönüp gelince Hazret-i Ömer'e 'İşte Abdullah geldi!' dediler. Bunun üzerine Hazret-i Ömer 'Beni kaldırın!' dedi. Bir kişi Hazret-i Ömer'i göğsüne dayadı. Hazret-i Ömer, Abdullah'a 'Ne haber getirdin?' dedi. Abdullah 'Ey Mü'minlerin emiri! Benim yanımda seni sevindiricek haber vardır. Aişe senin isteğine izin verdi' dedi. Hazret-i Ömer 'Allah'a hamdolsun! Benim içim bundan daha mühim bir mesele yoktu. Ben vefat ettiğimde cenazemi götürün. Sonra selâm vererek deyin ki; 'Ömer izin istiyor!' Eğer Âişe izin verirse beni içeri sokun! Eğer beni reddederse cenazemi müslümanların mezarına götürün!' dedi.
Mü'minleri annesi (Hazret-i Ömer'in kızı) Hafsa, babasının geldi. Hafsa'yı gördüğümüzde Hazret-i Ömer'in yanından kalktık. Hafsa ba basının üzerine eğilerek bir saat onun yanında ağladı. Erkekler Hazret-i Ömer'in yanına girmek için izin istediler. Hazret-i Hafsa bu sefer içeriye doğru gitti. İçeride ağlamasını işitiyorduk. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm, Hazret-i Ömer'e 'Ey müzminlerin emîri! Vasiyet et ve yerine halife bırak!' dediler.
Hazret-i Ömer 'Bu işe şu kişiler ki Hazret-i Peygamber onlardan razı olduğu halde vefat etmiştir onlardan daha müstehak olanını bilmiyorum7 dedikten sonra Hazret-i Ali'nin, Hazret-i Osman'ın, Hazret-i Zübeyr'in Hazret-i Talha'nın, Hazret-i Sa'd ve Hazret-i Abdurrahman'ın ismini söyledi ve dedi ki: 'Abdullah b. Ömer de sizinle beraber hazır bulunacaktır. Fakat onun halifelikte hakkı yoktur. Eğer emîrlik Sa'd'a (İbn Vakkas) isabet ederse ne mutlu! Aksi takdirde hanginiz emir olursa Sa'd'ın fikrinden istifade etsin; zirâ, Sa'd'ı (Küfe valiliğinden) acizlikten veya hiyanetten ötürü azletmiş değilim'.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) sonra şöyle devam etti: 'Benden sonra halife olan zata, Muhacirler hakkında tavsiye ediyorum. Onların faziletlerini, hürmetlerini onlar için korusun. Halifeye Ensâr hakkında da hayrı tavsiye ediyorum. O Ensâr ki onlardan önce Medine'yi yurd edinip îman etmişlerdir. Onların iyilerinden kabul edip kötülerini affetsin. Halifeye hudûd şehirlerinin halkı için hayırlı olmayı tavsiye ediyorum. Çünkü onlar İslâm'ın yardımcıları, gözcüleri, mal toplayıcıları ve İslâm düşmanlarının da öfkelendiricisidirler. Onlardan ancak rızalarıyla fazla mal alsın. Halifeye, bedevî Araplara iyi davranmayı tavsiye ediyorum. Çünkü onlar Arapların esası, İslâm'ın maddesidirler. Onların servetlerinin zekâtlarını alıp fakirlerine vermesini tavsiye ediyorum. Ayrıca Allah'ın ve Hazret-i Peygamberin zimmetini tavsiye ediyorum. Onlar için verilen sözleri yerine getirsin. Onların arkasında olup onlar için savaşsın. Onlara ancak güçlerinin yettiğini teklif etsin'.
Râvî der ki: Hazret-i Ömer vefat ettiğinde cenazesini çıkardık ve götürdük. Abdullah b. Ömer, Hazret-i Âişe'ye selâm verdi ve dedi ki: 'Ömer b. Hattab'ı defnetmek için izin istiyoruz!' Bunun üzerine Hazret-i Âişe 'Onu içeri sokun' dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Ömer'i orada bulunan iki arkadaşının yanında bir mezara koydular. (Bunları nakleden râvî, hadîsi sonuna kadar söyledi) .
Hazret-i Peygamber’den şöyle rivâyet ediliyor:
Cebrâil (aleyhisselâm) bana derdi ki: İslâm, Ömer'in ölümü üzerine ağlasın!86
İbn-i Abbâs şöyle diyor: Ömer, teneşirin üzerine kondu. Halk onun etrafında halka çevirip, cenazesi kaldırılıncaya kadar dua edip rahmet talep ettiler. Ben de onların arasındaydım. Beni omuzumdan tutan bir kişi korkuttu. Dönüp bakınca Ali b. Ebî Tâlib olduğunu gördüm. Hazret-i Ömer'e rahmet okuyup dedi ki: "Ben, Ömer'den daha fazla amelinin benzeriyle Allah'a kavuşmamı istediğim bir kimseyi geride bırakmış değilim. Allah'a yemin ederim, Allah'ın seni iki arkadaşınla birleştireceğini zannederim. Çünkü çoğu zaman Hazret-i Peygamber'den duyardım ki:
Ben, Ebû Bekir ve Ömer gittik. Ben, Ebû Bekir ve Ömer çıktık. Ben, Ebû Bekir ve Ömer girdik. . .
Allah'ın seni onlarla birleştireceğini umuyorum".
Onun öldürülmesi hakkındaki hadîs meşhurdur. 87
Abdullah b. Selâm (radıyallahü anh) der ki: 'Kardeşim Osman'a selâm vermek için vardım. Mahsur bulunuyordu. Huzuruna girdim, dedi ki: "Ey kardeşim! Merhaba! Ben bu gece Hazret-i Peygamberi şu evde bulunan pencerede gördüm. Bana dedi ki: 'Ey Osman! Seni muhasaraya mı aldılar!' 'Evet!' dedim. 'Seni susuz mu bıraktılar?' deyince 'Evet!' dedim. Bunun üzerine, içinde su bulunan bir kırbayı bana uzattı. Kanmcaya kadar ondan su içtim. Hatta ben onun serinliğini göğsümde, omuzlarımın arasında hissediyorum. Bana dedi ki: 'Eğer dilersen hasımlarına galip gelirsin. Eğer dilersen bi yanımızda iftar edersin!' Ben Allah katında iftar etmeyi seçtim".
Hazret-i Osman o gün öldürüldü.
Abdullah b, Selâm (radıyallahü anh) Hazret-i Osman'ın yaralanıp kanlar içinde can çekişmesinde hazır bulunan birine 'Osman kanlar içinde kıvranıp can çekişirken ne söyledi?" dedi.
'Üç defa şöyle dediğini duyduk: 'Ey Allahım! Muharnmed'in ümmetini bir araya getir!'
Bunun üzerine Abdullah b. Selâm dedi ki: 'Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim! Eğer Allahü teâlâ Ümmet-i Muhammed'in (aleyhisselâm) ebediyyen bir araya gelmemesini dileseydi kıyâmete kadar bir araya gelemezlerdi!'
Sernâme b, Hazen el-Ruşeyn den öyle rivâyet, ediliyor: Hazret-i Osman çıkıp muhasaracılara, 'Sizi bana kışkırtan iki arkadaşınızı getirin' dediği zaman ben de oradaydım, O iki kişi getirildi. Sanki onlar iki deve veya iki merkeptiler. Bunun üzerine Hazret-i Osman onlara şöyle dedi;
- Siz bilmiyor musunuz ki Hazret-i Peygamber Medine'ye geldiğinde Medine'de Küme kuyusundan başka tatlı su yoktu. Bunun üzerine
Hazret-i Peygamber Kim Kümekuyusunu satın alıp vakfederse, cennette Mü'minlerin kırbalarıyla beraber kırbacını doldurur' dedi,
Ben o kuyuyu satın aldım. Siz bugün o kuyudan ve hatta deniz suyundan içmekten bile beni menediyorsunuz. Böyle olmadı mı?
- Evet! Öyledir!
- Kıtlık zamanında orduyu kendi malımdan techiz ettiğimi siz bilmiyor musunuz?
- Evet! Öyledir!
- Hazret-i Peygamberin mescidi ashâba dar geldiğinde Hazret-i Peygamberin 'Kim (mescidin yanında budanan) falan ailenin arsasını alıp mescide katarsa cennette ondan daha hayırlısına nâil olacaktır' dediğini, bunun üzerine benim de orayı, satın alıp mescidde kattığımı bilmiyor musunuz? Oysa siz bugün orada iki rek'at namaz kılmama mâni oluyorsunuz?
-Evet!
- Siz bilmez misiniz, Hazret-i Peygamber, Mekke'de Sâbir dağının üzerinde bulunduğunda onun beraberinde Ebû Bekir, Ömer ve ben vardık. O anda taşlar aşağıya yuvarlanacak derecede dağ sallandı.
Hazret-i Peygamber mübarek ayağıyla dağa vurup şöyle dedi: 'Ey Sâbir dağı! Senin üzerinde bulunan bir peygamber, bir sıddîk ve bir şehiddir' dedi.
- Evet! Öyledir.
- Allahu Ekber! Kabe'nin rabbine yemin ederim! Bunlar benim şehidliğime dair şahidlik yaptılar. 89
Dâbbe kabilesinden olan bir kişiden şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Osman vurulduğunda kanlar onun sakalı üzerine akıyor, o da şöyle diyordu: 'Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü eksiklikten münezzeh ve uzaksın. Muhakkak ki ben zâlimlerdendim. Ey Allahım! Onların aleyhinde senin düşmanlığını talep ediyorum. Bütün işlerimde senden yardım talep ediyorum. Beni mübtelâ kıldığın musibete karşı senden sabır istiyorum'.
86) Acurî, (Ubey b. Ka'b'dan zayıf bir senedle) ; İbn'ul-Cevzî, Mevzuat
87) Seyf b. Amr et-Temimî ve İbn Aziz
88) Basrah'dir. Yan ömrünü İslâm'da geçirmiştir. 35 yaşında Hazret-i Ömer'in huzuruna elçi olarak gelmiştir. Güvenilir bir zattı.
Esbağ el-Hanzelî90 der ki: Hazret-i Ali'nin yaralandığı gece fecir doğduğu zaman müezzini İbn Teyyah ve Bennac gelip namaza çağırdılar. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ise ağırlaşmış yatıyordu. İkinci bir defa namaza çağırıldığımızda Hazret-i Ali yine o haldeydi. Üçüncü defa tekrar gelince Hazret-i Ali kalkarak yürüdü ve şu şiiri okudu:
Ölüm için kolonlarını sağlamca bağla! Muhakkak ölüm sana gelecektir. Senin sahalarına indiğinde ölümden korkma!
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) küçük kapıya vardığında, İbn Mülcem91 Hazret-i Ali'ye hücum ederek hançerledi. Bunun üzerine, Hazret-i Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm, dışarı çıktı ve şöyle dedi: 'Benimle sabah namazına ne oluyor? Kocam müminlerin emîri Hazret-i Ömer sabah namazında öldürüldü. Babam Hazret-i Ali sabah namazında öldürüldü'.
Kureyş'ten olan bir kişiden şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Ali'yi (radıyallahü anh) İbn Mülcem vurduğunda Hazret-i Ali şöyle haykırdı: 'Kabe'nin rabbine yemin ederim ki kazandım'.
Muhammed b. Ali'den şöyle rivâyet ediliyor: "Hazret-i Ali vurulduğunda oğullarına vasiyetini yaptı, sonra ruhu kabzoluncaya kadar Lâ ilâhe illâllah'ı tekrar etti". 92
Hazret-i Ali'nin oğlu Hasan (radıyallahü anh) ağırlaştığında Hazret-i Hüseyin onun yanına vardı ve 'Ey Kardeşim! Niçin böyle kıvranıyorsun? Sen babaların olan Hazret-i Peygamberin, Ali b. Ebi Talib'in huzuruna gidiyorsun. Huveylid'in kızı Hatice'nin, Muhammed'in (aleyhisselâm) kızı Fâtıma'nın huzuruna gidiyorsun ki onlar da senin annelerindir. Hazret-i Hamza ile Hazret-i Cafer'in yanına gidiyorsun ki onlar da amcalarındır' dedi.
Bunun üzerine, Hazret-i Hasan şöyle şöyle dedi: 'Ey kardeş! Ben öyle bir şeye (ölüme) hazırlanıyorum ki daha önce onun gibisiyle hiç karşılaşmamıştım'.
Muhammed b. Hasan'dan şöyle rivâyet ediliyor: İbn Ziyad'ın askerleri Hazret-i Hüseyin'in etrafını kuşattıklarında, Hazret-i Hüseyin de onların kendisiyle savaşacaklarını anladığında kalkıp arkadaşlarına bir hutbe irâd etti. Allah'a hamd ve senâ'da bulundu ve sonra şöyle dedi: Olanları görüyorsunuz. Muhakkak ki dünya bozuldu. Onun iyiliği gitti. Öyle ki ancak kabın sızıntısı gibi kaldı. Hakkın terkedildiğini, bâtılın yasaklanmadığını müşahede etmiyor musunuz? Mü'min bir kimse Allah'ın mülâkatına rağbet göstersin. Ben ölümü saadet olarak, zâlimlerle beraber yaşamayı da cürüm olarak görüyorum.
90) Kûfeli'dir. Künyesi Ebû Kasım'dır.
91) Abdurrahman adlı bu meftun Benî Murâd kabilesindendi ve Haricî idi.
92) İbn Eb'id-Dünya
Muâviye b. Ebî Süfyân öleceği sırada 'beni oturtunuz' dedi ve Allah'a tesbih etti. Allah'ı andı. Sonra ağlayıp şöyle dedi: 'Ey Muâviye! İhtiyarlık ve düşkünlükten sonra mı rabbini hatırlıyorsun? Neden gençlik dalı yemyeşil ve taze iken onu yapmıyordun?'
Sesi yükselinceye kadar ağladı ve 'Yârab! Asi ve kalbi katı ihtiyara rahmet et! Yârab! Düşüşleri azalt. Hataları affet. Senden başkasını ümit etmeyene ve senden başkasına güvenmeyene hilm vasfınla yönel diye dua etti.
Kureyşli bir kişi bir cemaatle beraber ölüm hastalığında olan Muaviye'nin huzuruna vardılar. Muaviye'nin derisinde kırılmalar gördüler. Bunun üzerine Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra 'Acaba dünya bizim denediğimiz ve gördüğümüzden başka birşey midir? Biz neşemizle dünyanın çiçeğini, maişetimizle ondan lezzet almayı başardık. Dünya onu durumdan sonra durum meydana getirmek, bir düğümü diğer düğümden sonra çözmek suretiyle bizden aldı. Bu bakımdan dünya bize ok atmaya, bizi eskitmeye ve kınamaya başladı. Yurt olarak dünyaya yuh olsun!' dedi.
Rivâyet ediliyor ki Muâviye (radıyallahü anh) son okuduğu hutbede şöyle dedi: 'Ey insanlar! Ben biçilmiş bir ekinim. Size idareci oldum. Benden sonra sizin başınıza her geçen muhakkak benden daha şerlidir. Benden öncekilerin benden daha hayırlı olduğu gibi. . . Ey Yezidî Ecelim tamam olduğunda beni yıkamaya akıllı bir kişiyi memur kıl! Zira akıllı kişi Allahü teâlâ nezdinde özel bir yere sahiptir. Bu bakımdan güzel ve yumuşak şekilde beni yıkasın. Tekbirler sesli getirilsin. Sonra hazinede bulunan Hazret-i Peygamberin elbisesinden, kesilmiş kıllarından ve tırnaklarından burnumun, ağzımın, kulağımın, gözümün üzerine koy. Elbiseyi de kefenlerimin altında bedenimin üzerine koy! Ey Yezidî Allah'ın anne ve babalar hakkındaki tavsiyesini koru! Beni kefenime sarıp kabrime koyduktan sonra Muâviye'yi Erhamürrahimîn ile başbaşa bırakın!'
Muhammed b. Ukbe der ki: Muâviye'ye ölüm geldiğinde şöyle dedi: 'Keşke ben Zi Tuva (Mekke'de bir yerin ismi) da basit hayat yaşayan bir Kureyşli olsaydım. Keşke bu işe hiç bulaşmasaydım93
Abdülmelik b. Mervan'ın ölümü geldiğinde, Dimeşk'in (Şam) kenarında elbiseyi eline sarıp sonra yıkama taşına vuran bir bez ağartıcısına baktı ve şöyle dedi: 'Keşke ben bir bez ağartıcısı olsaydım!. Gün be gün elimin emeğimden yeseydim de dünya işlerinin hiç birinde söz sahibi olmasaydım'.
Abdülmelik'in bu sözü, Ebû Hâzım'ın94 kulağına vardığında Hâzım şöyle demiştir: 'Hamd o Allah'a mahsustur ki onları, ölüme girdiklerinde, bizim içinde bulunduğumuz durumu temenni edecek hâle, bizi de ölümümüz geldiğinde onların durumunu temenni etmeyecek hâle getirdi'.
Abdülmelik b. Mervan'a öleceği sırada şöyle denildi:
- Ey müzminlerin emîri! Kendini nasıl hissediyorsun?
- Ben kendimi Allah'ın şöyle dediği gibi hissediyorum:
Andolsun! Sizi ilk defa yarattığımız gibi, yine tek olarak bize geldiniz ve (dünyada) size verip hayâline daldırdığımız şeyleri arkanızda bıraktınız. (En'âm/94)
Bunu söyledikten sonra öldü.
Abdülmelik b. Meryan'ın kızı ve Ömer b. Abdülazîz'in hanımı Fâtıma şöyle diyor: "Ölüm hastalığından Ömer b. Abdülazîz'in şöyle dediğini duydum: 'Yârab! Günün bir saati dahi olsa ölümümü onlar için gizle!' Öleceği gün geldiğinde onun yanından çıktım. Başka bir odada oturdum. Onunla aramda bir kapı vardı. O kendisi için yapılan bir kubbede bulunuyordu. Şu âyeti okuduğunu duydum:
İşte âhiret yurdu Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyen kimselere veririz. İyi akıbet sakınanlarındır. (Kasas/83)
Sonra sükûnete kavuştu. Ben onun artık ne bir hareketini, ne bir sözünü duymaz oldum. Bir cariyesine dedim ki: 'Bakıver! Acaba uyuyor mu?'
Cariye içeriye girdiğinde bağırdı. Yerimden fırladım, baktım ölmüştü".
Ömer b. Abdülaziz sekerata düştüğü zaman kendisine şöyle denildi:
- Ey Mü'minlerin emîri! Bize nasihat et!
- Bu durumumun benzerinden sizi sakındırıyorum. Muhakkak ki bu durum sizin de başınıza gelecektir!
Rivâyet ediliyor ki Ömer b. Abdülazîz'in hastalığı ağırlaşınca bir doktor çuğrıldı. Doktor kendisini muayene ederek dedi ki:
- Ona zehir içirildiğini görüyorum ve ölmeyeceğinden emin değilim,
- Zehir içmeyenlerin "ölmeyeceğinden de emin değilsin!
- Ey Mü'minlerin emîri! Bunu hissettin mi?
- Evet! Benim karnıma girdiği anda hissettim!
- Ey Mü'minlerin emîri! Tedavi ol! Ben öleceğinden korkuyorum,
- Rabbim, huzuruna gidilenlerin en hayırlısıdır. Allah'a yemin ederim, eğer bilsem ki şifam kulağımın yumuşağı yanındadır.
Kulağıma elimi uzatıp o şifayı getirmem. Yârab! Mülâkatında Ömer için hayır nasip et!
Böylece birkaç gün kalıp vefat etti.
Vefat edeceği zaman ağladı. Bunun üzerine kendisine Ey Mü'minlerin emiri! Seni ağlatan nedir? Allah seninle sünnetleri ihya edip adaleti diriltti denildiğinde ağlayarak dedi ki:
Acaba hesap için durdurulup şu halkın durumundan sorulmayacak mıyım? Allah'a yemin ederim! Eğer onların hakkında adaletli hareket etmiş olsaydım yine de Allah'ın huzurunda bir şey söylememekten korkardım. Ancak Allah, delil getirmek hususunda bana yardım ederse o başka! Fakat bizim zayi ettiğimiz birçok şeyleri ne yapacağız?
Bunun üzerine gözleri yaşla doldu. Az bir zaman sonra vefat etti.
Vefat edeceği zaman yaklaşınca 'Beni oturtunuz!' dedi. Oturtulunca dedi ki: 'Emrettiğin halde kusur yapan, menettiğin halde isyana sapan benim!' Bu sözünü üç defa tekrarladı. Sonra Lâ ilâhe illâllah dedi. Sonra başını kaldırdı. Dikkatle (bir noktaya) baktı. Neden böyle yaptığı sorulunca, cevap olarak dedi ki: 'Ben bir yeşillik görüyorum. Onlar ne insan, ne de cindir. Sonra ruhu kabzolundu. Allah ona ve bize rahmet eylesin!
Harun Reşid'den şöyle hikâye olunur: Öleceği zaman kefenini kendi eliyle seçti. Kefenlerine bakıyor, şöyle söylüyordu:
Malım bana hiçbir yarar sağlamadı. Gücüm benden yok olup gitti. (Hâkka/28-29)
Halife Me'mun, kurna uzanıp şöyle dedi: 'Ey saltanatı gitmeyen Allah! Saltanatı gidene merhamet et!'
Halife Mu'tasım, öleceği zaman şöyle diyordu: 'Eğer hayatımın böyle kısa olduğunu bilseydim yapmazdım!'
Halife Muntasır, öleceği zaman nefsi için titredi. Bunun üzerine kendisine şöyle denildi:
- Ey Mü'minlerin amiri! Senin için korkacak bir durum yoktur!
- Şundan başka birşey yok! Muhakkak ki dünya gitti, âhiret gelmektedir!
Amr b. el-As vefat edeceği zaman, çocuklarının sandıklarına bakarak şöyle dedi: 'Acaba bu sandıkları, içerisindeki eşya ile beraber kim alır? Keşke onlar bir fışkı olsaydı!'
Haccâc95 öleceği zaman dedi ki: "Ey Allahım! Beni affet! Çünkü insanlar 'Allah Haccâc'ı affetmeyecektir!' diyorlar".
Ömer b. Abdülazîz, Haccâc'ın bu sözünü benimser ve bu sözden dolayı ona gıpta ederdi.
Bu söz Hasan-ı Basrî ye söylendiğinde dedi ki:
- Haccâc bu sözü söyledi mi?
- Evet, söyledi!
- Umulur (affolunması umulur) .
93) İbn Eb'id-Dünya
94) Tam adı, Seleme b. Dinar el-A'rec el-Medenî'dir. Tâbiîndendir.
95) Haccâc b. Yûsuf binlerce kişinin kanma girmiş bir caniydi; Bu bakımdan Haccâc-ı Zâlim diye tanınır. H. 95'de Ramazan'ın 26. günü Vasıfta ölmüştür
Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) öleceği zaman şöyle dedi: 'Ey Allahım! Senden korkuyordum, bugün ise ümit ediyorum. Ey Allahım! Bilirsin ki dünya için ve dünyadaki nehirleri akıtmak, ağaçları dikmek için uzun yaşamayı istemiyordum. Dünyada, sıcak günlerde (oruç tutmak suretiyle) susamak için ve ibadet yapmak suretiyle zahmet çekmek, zikir halkalarında âlimlerle diz dize oturmak için istiyordum'.
Sekeratı şiddetlenince hiç kimsenin geçirmediği krizi geçirirdi. Her krizden ayrılırken gözünü açtıktan sonra 'Yârab! Beni boğdurduğunla boğdur (hükmüne razıyım) . Senin izzetine yemin ederim! Kalbimin seni sevdiğini bilirsin' derdi
Hazret-i Selman öleceği zaman ağladı. 'Seni ağlatan nedir?' diye sorulunca 'Dünya için ağlamıyorum. Fakat Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bize dünyadan azığımızın, yolcunun azığı gibi olmasını tavsiye etti. (Bunun için ağlıyorum) ' dedi.
Selman öldüğünde bütün terekesi hesaplandı. Geride bıraktığı malın kıymeti on küsûr dirhemdi.
Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh) öleceği zaman hanımı 'Vay üzüntüsüne!' dedi. O cevap olarak dedi ki: 'Hayır! Aksine vay onun sevincine! Yarın dostlarla, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım. .
Abdullah b. Mübarek öleceği anda gözünü açıp gülerek şöyle dedi:
Çalışanlar bunun için çalışsınlar! (Saffat/61)
İbrâhîm Nehaî vefat edeceği zaman ağladı. 'Seni ağlatan nedir?denilince, 'Allah'tan bana ya cennet veya cehennem müjdesini getirecek bir elçi bekliyorum' dedi,
İbn Münkedir öleceği zaman ağladı. 'Seni ağlatan nedir?' diye sorulunca cevap olarak 'Alah'a yemin ederim. İşlediğim bir günahtan dolayı ağlamıyorum. Fakat küçük sandığım bir şeyin, Allah katında büyük olarak bana getirilmesinden korkuyorum dedi.
Arar b; Abdikays öleceği zaman ağladı. Kendisine 'Seni ağlatan nedir?" diye sorulunca, cevap olarak 'Ölümden korktuğum veya dünyayı sevdiğim için ağlamıyorum. Fakat elimden kaçan sıcak günlerin susuzluğu, kış gecelerinde yapılan ibadetler için ağlıyorum' dedi.
Fudayl b. Iyâz öleceği zaman bayıldı. Ayıldıktan sonra gözlerini açınca 'Eyvah seferinin uzaklığına, azığının azlığına!' dedi.
İbn Mübarek öleceği zaman kölesi Nasr'a dedi ki: 'Basımı toprak üzerine koy!'
Bunun üzerine Nasr ağladı. İbn Mübarek Nasr'a şöyle sordu:
- Seni ağlatan nedir?
- Senin içinde bulunduğun nimeti hatırladım. İşte sen fakir ve garip olarak ölüyorsun, beni ağlatan budur.
- Sus! Ben Allahü teâlâ'dan, beni zenginlerin yaşantısı ile yaşatmasını, fakirlerin ölümü ile öldürmesini diledim!
Bunları söyledikten sonra Nasr'a 'Bana kelime-i şehadet! telkin et! Eğer ben cevap vermezsem kelime-i şehadeti tekrarla!' dedi.
Atâ b. Yesar şöyle demiştir: İblis ölüm anında, bir kişiye göründü ve ona 'Kurtuldun!' dedi. Buna karşılık kişi 'Senden hâlâ emin değilim!' dedi.
Seleften biri öleceği anda ağladı. 'Seni ağlatan nedir? diye sorulunca, 'Allah'ın kitabındaki şu âyet beni ağlattı' dedi.
Allah sadece muttakîlerden kabul eder! (Maide/27)
Hasan (radıyallahü anh) ölümle pençeleşen birinin yanına varıp şöyle dedi: 'Başlangıcı böyle olan işin sonucundan korunmak gerekir. Sonucu boyle olan şeyin öncesinde zâhidlik yapmak gerekir'.
Cureyrî şöyle anlatıyor: Öleceği sırada Cüneyd'in yanında bulunuyordum. Cuma ve Nevruz günüydü. Cüneyd Kur'ân okuyordu. Kur'ân'ı hatmetti. Ona 'Şu halde de mi ey Ebû Kasım?' dedim. Cevap olarak dedi ki: 'Benden buna daha lâyık ve müstahak olan kim var? İşte benim sahifem duruyor'.
Ruveymi96 şöyle demiştir: Ebû Said Harraz'ın ölümü esnasında hazır bulundum. Ruveymi şu şiiri okuyordu:
Ariflerin kalplerinin iştiyakı zikredir.
Müracaat vaktinde hatırlanmaları sır içindir.
Ölüm kadehleri onlar üzerinde (meclislerinde) gezdirildi.
Şükür sahibinin yüz çevirmesi gibi dünyadan yüz çevirdiler.
İçinde parlak yıldızlar gibi Allah sevgisinin ehli bulunduğu bir ordugâhta himmetleri çokça dolaşmaktadır.
Öyleyse sevgisinden ötürü cisimler yeryüzünde öldürülmüştür.
Ruhlar perdelerde yüceliğe doğru süratle yürür. Ancak dostlarının yakınma indiler.
Ne şiddet, ne de bir zahmetin dokunmasından yalpa vurdular!
Cüneyd'e 'Ebû Said el-Harraz öleceği zaman çokça vecde kapıldı' dediler. Cüneyd dedi ki: 'Rabbinin mülâkatı için ruhununun iştiyaktan uçması garipsenecek birşey değildir'.
Öleceği anda Zünnûn-i Mısrî'ye 'Canın ne istiyor?' denildi. 'Ölmeden bir an önce onu tanımayı!' dedi.
Sekeratta olduğu halde birine 'Allah de!' denildi. O da cevap olarak 'Ne zamana kadar siz bana Allah de! diyeceksiniz? Oysa ben Allah'ın sevgisi ile tutuşmuş bulunuyorum' dedi.
Seleften biri şöyle anlatıyor: 'Mumşad ed-Dineverî'nin yanında bulunuyordum. Bir fakir gelip dedi ki: Selâm size! Burada temiz bir yer var mıdır ki; orada insanın ölmesi mümkün olsun?' Ona bir yer gösterildi. Gösterilen yerde bir pınar bulunuyordu. O fakir abdestini tazeledi. Allah'ın dilediği kadar namaz kıldı. O yere gitti. Ayaklarını uzattı ve öldü.
Ebû Abbas ed-Dineverî97 meclisinde konuşurdu. Bir gün vecd'den ötürü bir kadın bağırdı. Bu manzara karşısında Ebû Abbas kadına öl dedi. Bunun üzerine kadın kalkıp kapıya vardığında Ebû Abbas'a baktı ve 'Öldüm!' deyip ölü olarak yere serildi.
Ebû Ali Ruzbarî'nin kızkardeşi Fâtıma'dan hikâye şöyle ediliyor: Ebû Ali Ruzbarî'nin eceli yaklaştığında başı göğsümde bulunduğu bir anda gözlerini açtı ve şöyle dedi: İşte göğün kapıları açıldılar. İşte cennetler süslendiler! İşte bir dellâl! 'Ey Ebû Ali! Seni en yüce rütbeye vardırdık. Her ne kadar sen onu istemesen bile!' diyor.
Ebû Ali bunları söyledikten sonra şu şiiri okudu:
Hakkın için gayrine seni görmeden muhabbet gözüyle bakmadım!
Göz ucu bakışların gevşekliği ve bostanından güllü yanağınla bana azap ettiğini görüyorum.
Cüneyd Bağdâdî'ye Lâ ilhahe illâllah! de!' denildi. Cüneyd 'Ben O'nü unutmadım ki anayım' dedi.
Cafer b. Nusayr98, Şiblî'nin hizmetçisi Bikran ed-Dineverî'ye sordu:
- Şiblî'den ne gördün?
- Şiblî bana dedi ki: 'Benim boynumda zulmen alınmış bir dirhem para vardır. O paranın sahibi için binlerce dirhemi sadaka verdim. Buna rağmen kalbimin üzerinde ondan daha büyük bir ağırlık yoktur'. Sonra Şiblî öleceği zaman dedi ki: 'Namaz için abdest aldır'. Ben de ona abdest aldırdım. Sakalını hilallemeyi unuttum. O anda da onun dili tutulmuş bulunuyordu. Bunun üzerine elimden tuttu ve parmaklarımı sakalının içine sokup hilalledi ve sonra vefat etti. Bunun üzerine Cafer ağlayıp dedi ki: 'Hayatının son anında bile şeriat adabından birini dahi bırakmayan bir kişi hakkında ne dersiniz?'
Öleceği anda ölümün kendisine zor geldiği görüldüğünde Bişr b. Haris'e 'Sanki yaşamayı seviyor gibisin?' denildi. Bişr Allah'ın huzuruna çıkmak zordur' dedi.
Basralı Sâlih b. Mismar'a öleceği sırada 'Oğlun ve aile efradın hakkında vasiyet etmeyecek misin' diye soruldu? Dedi ki: 'Onları Allah'tan başkasına vasiyet edersem Allah'tan utanırım'.
Ebû Süleyman Dârânî öleceği zaman arkadaşları geldiler ve dediler ki: 'Sana müjde olsun! Sen gafur ve rahîm olan bir rabbin huzuruna varıyorsun!' Ebû Süleyman onlara 'Neden? Sen küçük günahtan dolayı hesaba çeken, büyük günahtan dolayı azap veren bir rabbin huzuruna varıyorsun demiyorsunuz' dedi.
Ebû Bekir el-Vâsıtî ölüme hazırlanırken kendisine 'Bize nasihat et!' denildi. Bunun üzerine Allahü teâlâ'nın sizdeki murad-ı ilâhîsini gözetiniz!' dedi.
Seleften biri ölüme hazırlanırken hanımı ağladı. Bunun üzerine hanımına 'Seni ağlatan nedir?' dedi. Hanımı 'Senin için ağlıyorum!' deyince, o zat 'eğer illa ağlayacaksan kendin için ağla! Ben bugün için kırk sene ağladım!' dedi.
Cüneyd şöyle diyor: Öleceği sırada Sırrî-es-Sakatî'nin ziyaretine gittim ve 'Kendini nasıl hissediyorsun?' diye sordum. Bunun üzerine şu şiiri okudu:
Bende bulunan hastalığı nasıl doktoruma şikayet edeyim? Oysa bende bulunan hastalığı doktorum bana vermiştir.
Sonra yelpazeyi alıp onu serinletmek istedim. Bunun üzerine 'İçi yanan bir kimse, yelpazenin serinliğini nasıl hissedebilir?' dedikten sonra şu şiiri okudu:
Kalp yanmış, gözyaşı çekilmiştir. Üzüntü derlenmiş, sabır dağılmış, hevâ, şevk ve ızdırabın işledikleri suçtan ötürü kararsızın üzerinde karar tutmak nasıl olur?
Yârab! Eğer içinde ferahlayacağım birşey varsa, bende hayat oldukça onu vermek suretiyle bana minnet et!
Hikâye ediliyor ki; Şiblî'nin arkadaşlarından bir grup, Şiblî ölümle pençeleşirken yanına geldiler ve ona 'Lâ ilâhe illâllah! de!' dediler. Bunun üzerine Şiblî, şu şiiri okudu: 'İçinde senin bulunduğun bir ev çıralara muhtaç değildir. Halkın deliller getirdikleri günde senin ümit edilen yüzün delilimizdir. Senden ferah istediğim günde Allah bana herhangi bir ferah fırsatını vermesin!'
Hikâye ediliyor ki Ebû Abbas b. Atâ Atâ, ölümü anında, Cüneyd'in huzuruna girip selâm verdi. Cüneyd onun selâmına karşılık vermedi. Sonra aradan bir saat geçince karşılık verip, dedi ki: 'Selâmını geç aldığım için beni mazur gör! Ben virdimi okuyordum'. Sonra Cüneyd, yüzünü kıbleye çevirdi, tekbir getirdi ve öldü.
Kinânî, öleceği anda, kendisine 'Senin amelin ne idi?' diye soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Eğer ecelim yaklaşmasaydı, size amelimi söylemezdim. Kalbimin kapısında kırk sene durdum. Ne zaman ki kalbimden Allah'tan başkası geçti ise onu kalbimden uzaklaştırdım'.
Mutemer'den şöyle hikâye ediliyor: Öleceği anda Hakem b. Abdülmelik'in" huzurunda bulunuyordum ve şöyle dua ettim: Ya Rârab! Ona ölümün dehşetlerini kolaylaştır. Çünkü o şöyle şöyle idi Böylece onun birtakım iyiliklerini saydım. O ayılınca 'Konuşan kimdi?' dedi. 'Bendim' dedim. Bunun üzerine dedi ki: "Ölüm meleği bana 'Ben her cömert hakkında şefkatli davranırım' diyor". Bunu söyledikten sonra öldü.
Yûsuf b. Esbât öleceği zaman Meraşlı Huzeyfe onun yanına gidip onu muzdarip olarak görünce 'Ey Ebâ Muhammed! Bu zaman, ızdırap ve korku zamanı mıdır?' dedi. Yûsuf 'Ey Ebû Abdullah! Ben nasıl muzdarip olmayayım ve korkmayayım? Halbuki amelimde Allah'a doğruluk yaptığımı bilmiyorum' dedi.
Bunun üzerine Huzeyfe şöyle dedi: "Hayret bu sâlih kişiye ki öleceği anda 'amelinde Allah'a karşı doğruluk yaptığım bilmediğine' dair yemin ediyor".
Ebû Ahmed el-Meğazilî'den rivâyet ediliyor: Şeyhlerden biri hastalandığında huzuruna vardım. Şöyle diyordu: 'İstediğini yapma imkânına sahipsin! Fakat bana şefkat et!'
Meşayihten biri Mumşad ed-Dineverî'nin huzuruna vefat edeceği bir anda vardı ve ona 'Bunları senin başına Allah getirdi! Allah yaptı!' dedi. Bunun üzerine Mumşad gülerek şöyle dedi: 'Otuz seneden beri cennet, içindeki nimetlerle beraber bana arzolunuyor, hâlâ da gözümü ona kaptırmadım'.
Ruyermî'ye, öleceği anda 'Lâ ilhahe illâllah de!' denildi. O da 'Ben zaten bundan başkasını bilmiyorum ki!' dedi.
Süfyân es-Sevrî'ye veya Nurî'ye vefat edeceği anda 'Lâ ilâhe ill-âllah de!' denilince
cevap olarak şöyle demiştir: 'Acaba orada bir emir yok mudur?'
Ebû Yahya İsmail el-Müzenî, öleceği zaman İmâm-ı Şâfiî'nin. huzuruna varıp kendisine 'Ey Ebû Abdullah! Nasıl sabahladın?' dedi. Şâfiî 'Dünyadan göç ettiğim, arkadaşlardan . ayrıldığım, kötü amelimle mülâki olduğum, ölümün kadehini içtiğim, Allah'ın huzuruna varacağım halde sabahladım. Bilmiyorum, ruhum cennete mi varacaktır; onu tebrik edeyim veya cehenneme mi varacaktır; ona taziye vereyim!'
Sonra şu şiiri okudu: 'Kalbim katılaşıp yollarım daraldığında affına doğru ümidimi merdiven yaptım. Günahım bana büyük geldi (fakat) ey rabbim! Günahımı affınla karşılaştırdığımda affın daha büyük göründü. Sen daima günahı affettin. Durmadan da lütuf ve nimet olarak cömertlik yapıp affedersin. Eğer sen olmasaydın hiçbir âbid İblis ile sapıklığa kaymazdı. Oysa seçkin kulun Âdem'i bile kandırdı'.
Ahmed b. Hadreveyh100 öleceği zaman, kendisine bir sual soruldu. Gözlerinden yaşlar akmaya başlayıp sorana hitaben 'Ey oğul! Doksanbeş seneden beri dövdüğüm bir kapı, işte şu anda benim için açılıyor. Bilmem ki saadetle mi açılacaktır veya şekavetle mi? Bu bakımdan şu anda cevap verme imkânı benim için nerede?' dedi.
İşte bunlar, onların sözleridir. Bu sözler onların durumlarının değişikliği hasebiyle değişik söylenilmişlerdir. Onların bazısına korku, bazısına ümit, bazısına şevk ve sevgi galip gelmiştir. Onlardan her biri, halinin gereğine göre konuşmuştur. Hepsi de onların hallerine göre doğrudur.
96) Ebû Muhammed b. İmâm-ı Ahmed el-Bağdadî
97) Sernerkant'ta H. 340'dan sonra vefat etmiştir. .
98) Cafer b. Muhammed el-Bağdadî. Cüneyd'in talebesidir. H. 348'de Bağdad'da vefat etmiştir.
99) Benî Mahzum kabilesinden olan bu zat Mencebe'ye sınır muhafızı olarak gelmiştir. Buhârî hadîsini rivâyet etmiştir. Kardeşi Abdurrahman b. Muttalib el-Medenî'dir.
Cenaze tahtası (teneşir) basiretli kimse için ibrettir. Gaflet ehli dışındakilere onda hatırlama ve ikaz vardır. Çünkü cenazelerin görünmesi, gâfil kimselerin kalbini katılaştırır. Çünkü onlar daima başkasının cenazesine bakacaklarını zannederler. Kendilerinin teneşir üzerine taşınacaklarını sanmıyorlar veya sansalar bile yakında olacağını takdir etmezler. Düşünmezler ki teneşirde bulunanlar da böylece sanıyorlardı. Bu bakımdan onların ümitleri boşa çıktı, zamanları bitti. Öyleyse bir kul teneşire baktığında kendini teneşir üzerinde düşünmelidir. Çünkü yakında onun üzerine konacağı muhakkaktır. Öyle ki sanki onun üzerine konmuştur. Belki yarın veya yarından sonra!
Ebû Hüreyre'nin bir cenaze gördüğünde şöyle dediği rivâyet ediliyor: 'Götürünüz! Biz de arkasındayız'.
Mekhûl ed-Dimeşkî, bir cenaze gördüğünde 'Götürünüz! Biz de akşam gideceğiz! (Şu manzara) beliğ bir mev'izedir. Süratle geçen bir gaflettir. İlki gider, diğerlerinin ise aklı yok derdi.
Useyd b. Hudayr der ki: 'Hangi cenazede hazır bulunmuş isem, nefsim bana o cenaze hakkında o cenazenin varacağı yerden başka birşey fısıldamamıştır.
Mâlik b. Dinar'ın kardeşi öldüğünde Mâlik onun cenazesine, ağlayarak katıldı ve şöyle dedi: Yemin olsun! Senin nereye gittiğini bilmedikçe gözyaşlarım dinmeyecektir ve hayatta oldukça da bunu bilme imkânım yoktur.
A'meş şöyle demiştir: 'Biz cenazelere katılıyorduk. Orada bulunan insanların hepsinin mahzun olmasından dolayı kime taziye vereceğimizi bilmiyorduk'.
Sabit el-Benânî şöyle demiştir: 'Biz cenazelere gidiyorduk. Yüzünü kapatmış, ağlayan kimselerden başkasını görmüyorduk'.
İşte selefin ölümden korkusu böyleydi. Şimdi ise cenazede hazır bulunan cemaate baktığımızda çoğunun gülüp oynaştığını ve ancak cenazesinin terekesi ve varislerine bıraktığı şeyler hakkında konuştuklarını görürüz. Onun emsalleri, akrabaları onu bırakmış . olduğu terekeden nasıl istifade edeceklerini düşünürler. Allah'ın dilediği hariç, cenazede hazır bulunanlardan hiçbiri kendi cenazesi hakkında düşünmediği gibi, teneşirdeki halini de düşünmüyor. Bu gafletin sebebi, günahların çokluğundan ötürü kalplerin katılaşmasından başka ne olabilir? Öyle ki Allah'ı, son günü ve önümüzdeki dehşetleri unutmuş bulunuyoruz. Bu bakımdan bizi ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olur, gaflete dalar, oynaşır dururuz. Allahü teâlâ'dan, bu gafletten uyanmayı talep ediyoruz. Çünkü cenazelerde hazır bulunanların hallerinin en güzeli ölü için ağlamalarıdır. Oysa eğer akılları olsaydı ölü için değil kendi nefisleri için ağlarlardı.
İbrahim ez-Zeyyad, ölü için rahmet isteyen bir cemaate baktı ve şöyle dedi: 'Eğer bunlar nefisleri için rahmet ve şefkatte bulunsaydılar kendileri için daha hayırlı olurdu. Muhakkak ki ölü üç dehşetten kurtulmuştur: a) Ölüm meleğinin yüzüne bakma dehşetinden, b) Ölümün acılığından, c) Sonucun korkusundan'.
Ebû Amr b. Ûlâ der ki: Cerir, kâtibine bir şiir dikte ettirirken onun yanında oturdum. O esnada bir cenaze göründü. Cerir şiiri bırakıp şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim! Şu cenazeler beni ihtiyarlattı!
Sonra şu şiiri okudu: 'Geldiklerinde cenazeler bizi korkuturlar! Arkalarını çevirip gittiklerinde biz boş şeylere dalarız. Tıpkı kurdun hücumundan ötürü koyun sürüsünün korkusu gibi! Ne zaman kurt kaybolursa, sürü eski durumuna döner!'
Cenazelerde hazır bulunmanın edeplerinden bazıları şunlardır: Tefekkür, uyanma, hazırlık ve daha önce fıkıh bahsinde sünnet ve edeblerini zikrettiğimiz gibi tevazu ile cenazenin önünde yürümektir.
Âdaplardan biri de cenaze hakkında fâsık da olsa hüsn-ü zanda, zahirinde salâh görünse bile nefsi hakkında su-i zanda bulunmaktır. Çünkü sonuç tehlikelidir. Hakîkati bilinmez.
Ömer b. Zer'den101 şöyle rivâyet ediliyor: Komşularından biri öldü. Ölen zat gayet israfçı bir kimseydi. Halkın çoğu onun cenazesinden kaçtı. Ömer cenazeye katıldı ve namazını kıldı. Kabre indirilmek istendiğinde Ömer, kabrin başında durup şöyle dedi: 'Ey filan! Allah sana rahmet etsin! Sen hayatını Tevhîd ile geçirdin. Yüzünü secde ile sararttın. Senin için 'Günahkâr ve hata sahibidir! deseler bile ne çıkar. Acaba bizden günahkâr olmayan ve hata sahibi bulunmayan kim vardır?'
Hikâye ediliyor ki fesada dalan kişilerden biri, Basra'nın bir mahallesinde öldü. Hanımı kocasının cenazesine yardım edecek bir kimseyi bulamadı; zirâ çok fâsık olduğundan ötürü komşularından hiçbiri o cenazeden haberdar olmadı. Bunun üzerine hanımı iki hamal kiraladı. Cenazesini öylece musallaya götürdü. Hiç kimse cenaze namazını kılmadı. Bunun üzerine hanım, cenazesini defnetmek için cenazeyi çöle (mezarlığa) götürdü. Götürdüğü yere yakın bir dağda büyük zâhidlerden biri bulunuyordu. Hanım, zahidi cenazeyi bekliyormuş gibi gördü. Sonra zâhid, onun cenaze namazını kılmak istedi. Bunun üzerine memlekete 'Zahidin, ibadethanesinden falan adamın namazını kılmak için çıktığa haberi yayıldı. Böylece halk cenazeye doğru çıkıp geldiler. Zâhidle beraber namazını kıldılar. Halk, zahidin bu kimsenin namazını kılmasına hayret etti. Bunun üzerine zâhid dedi ki: Rüya âleminde bana falan yere git! Orada bir cenaze göreceksin. Onun beraberinde bir kadından başkası yoktur. Onun namazını kıl. Çünkü o affolunmuştur' denildi. Bu söz üzerine halkın hayreti daha da arttı. Zâhid, ölenin hanımını çağırdı ve kocasının halini sordu. Yaşantısının nasıl olduğunu inceledi. Hanımı dedi ki:
- Bilindiği gibi, bütün gün meyhanede içmekle meşguldü.
- Düşün! Güzel amellerinden birini hatırlamıyor musun?
- Evet! Üç şeyi hatırlıyorum: O sarhoşluktan, sabahleyin ayıldığımda elbisesini değiştirir, abdest alır, sabah namazını cemaatla kılar, sonra meyhaneye döner ve fışkıyla meşgul olurdu.
İkincisi, o evinde daima bir veya iki yetim beslerdi. Onun yetimlere olan iyiliği, öz evlatlarına olan iyiliğinden daha fazlaydı. O, yetimlerin durumunu çokça araştırırdı. Üçüncüsü, o, gece karanlığında, sarhoşluğundan ayıldığı zaman ağlar ve şöyle derdi:
'Yârab! Cehennem çukurlardan hangisini bu habis ile (kendini kastediyor) doldurmak istiyorsun?'Böylece zâhid gitti ve o kişinin durumundaki karışıklık da vuzuha kavuştu.
Sıla b. Eşyem'den şöyle rivâyet ediliyor: Kardeşi defnedildiğinde kardeşinin kabri başında durup şu şiiri okudu:
Eğer kabrin azabından kurtulursan büyük bir felâketten kurtulmuşsun demektir.
Aksi takdirde senin kurtulacağını sanmıyorum.
101) Tam adı, Ebû Zer Ömer b. Zer b. Abdullah b. Zurare'dir. Hemedanlıdır. Kûfe'de ikamet ederdi. . H. 153'de vefat etmiştir. Şâyan-ı itimad bir zattı.
Dahhâk der ki: Biri Hazret-i Peygamber'e 'İnsanların en zahidi kimdir?' diye sordu. Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Kabir ve kabirdeki çürümeyi unutmayan, dünya süsünün fazlalığını terkeden, baki kalanı fâni olana tercih eden, yarını günlerinden saymayan, nefsini kabir ehlinden sayan. . . 102
Hazret-i Ali'ye 'Neden mezarlığa komşu oldun?' denince,
cevap olarak şöyle demiştir: 'Onları komşuların en hayırlısı olarak gördüğümden! Onları doğru komşu olarak görüyorum. Benim hakkımda dillerini tutar ve bana âhireti hatırlatırlar'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Hiçbir manzara görmedim ki kabir ondan daha korkunç olmasın!103
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle diyor: Hazret-i Peygamber ile beraber kabris tana gittik. Bir kabrin yanında oturdu. Herkesten ona daha yakın bulunuyordum. Hazret-i Peygamber ağladı, ben de cemaat de ağladık! Sonra Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
- Siz neden ağlıyorsunuz?
- Sen ağladığın için ağlıyoruz!
- Şu kabir, annem Amine'nin kabridir. Rabbimden onu ziyaret etmek hususunda izin istedim. Rabbim bana izin verdi. Bunun üzerine ona af dilemek için izin istedim. Bu hususta bana izin vermedi. Anneme olan şefkatimden ötürü ağlıyorum.
Osman b. Affan (radıyallahü anh) bir kabrin yanına geldiğinde sakalı ıslanacak derecede ağlardı. Ona 'Cennet ve cehennemden bahsedilince ağlamıyorsun. Fakat kabrin yanma gelince ağlıyorsun. Bunun sebebi nedir' diye sorulunca cevap olarak dedi ki:
Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini duydum:
Muhakkak ki kabir, âhiret konaklarının ilkidir. Eğer kabir sahibi ondan kurtulursa, ondan sonra gelen konaklar ondan daha kolaydır. Eğer ondan kurtulamazsa ondan sonra gelenler, ondan daha şiddetlidirler. 104
Amr b. el-As kabristana baktı. Atından inip iki rek'at namaz kıldı. Bunun üzerine kendisine 'Gördüğümüz hareket, senin yapmadığın bir hareketti. Neden yaptın?' diye sorulduğunda, cevap olarak dedi ki: 'Kabristan ehlini ve onlarla Allah'ın arasıa giren engeli hatırladım. Bunun üzerine istedim ki bu iki rek'at namaz ile Allah'a yaklaşmış olayım!'
Mücâhid şöyle demiştir: "Âdem oğluyla ilk konuşan mezarıdır. Mezarı 'Ben böceklerin eviyim! Tenhalık eviyim, gurbet yurduyum, zulmet eviyim, işte senin için hazırladığım bunlardır. Acaba sen bana ne hazırladın?'diye haykırır".
Ebû Zer şöyle demiştir: 'Size fakirliğimin gününü haber vereyim mi? O, kabrime konulduğum gündür!'
Ebu'd Derda (radıyallahü anh) kabirlerde otururdu. Bu hususta sorulunca şu cevabı verdi: 'Bana âhireti hatırlatan, kalkıp gittiğimde gıybetimi yapmayan bir kavmin yanında oturuyorum'.
Cafer b. Muhammed, geceleyin kabristana gelip şöyle derdi: 'Ey kabir ehli! Neden sizi çağırdığımda cevap vermiyorsunuz?'
Sonra şöyle derdi: 'Yemin olsun! Onlar ile bana verilen cevap arasında perde vardır. Sanki ben onlar gibi olacağımı (müşahede ediyorum) '. Bu sözleri söyledikten sonra fecir doğuncaya kadar namaza devam ederdi.
Ömer b. Abdülazîz, arkadaşlarından birine şöyle dedi: 'Ey falan! Bu gece uykum kaçtı. Kabir ve kabirde yatanları düşündüm. Eğer üç gün sonra ölüyü kabrinde görürsen ondan ürkersin. Oysa uzun zaman beraber olduğun bir kimsedir. Muhakkak ki içinde böceklerin kol gezdiği, irinlerin aktığı, kokusunun bozulmasıyla beraber kurtların deldiği güzel suretten sonra çürük kefenler, temizlik ve güzel kokudan sonra pis kokan bir ev göreceksin!'
Ömer bu sözlerden sonra bir çığlık koparıp baygın olarak yere serildi.
Yezid er-Rakkaşî derdi ki: 'Ey çukurunda defnedilen! Kabrinde tek başına bırakılan! Yerin karnında amellerine ünsiyet veren! Amellerinin hangisiyle ferahladığını, hangi arkadaşınla gıpta ettiğini keşke bilseydim'.
Bunları söyledikten ve sarığı ıslanıncaya kadar ağladıktan sonra şöyle derdi: 'Yemin olsun! Salih amelleriyle müjdelendi! Yemin olsun, Allah'ın taatinde yardımcı olan arkadaşlarına gıpta etti!'
O kabirlere baktığında öküzün böğürdüğü gibi böğürürdü.
Hâtem-i Esem dedi ki: 'Kim kabristandan geçip nefsi için düşünmez ve onlar için dua etmezse, hem kendi nefsine, hem de onlara ihanet etmiştir'.
Bekir el-Âbid şöyle derdi: 'Vay anam! Keşke sen beni doğurmasaydın! Muhakkak ki oğlun kabirde uzun bir müddet hapis ve o uzun hapisten sonra oradan göç edecektir'.
Yahya b. Muaz er-Râzî derdi ki: 'Ey Âdem oğlu! Rabbin seni selâm yurduna çağırdı. Bu bakımdan selâm yurduna nereden gideceğine dikkat et! Eğer dünyadan ona icabet eder, ona göç etmekle meşgul olursan, ona dahil olursun. Eğer kabrinden ona icabet edersen, ona girmekten menolursun'.
Hasan b. Sâlih, kabristanı gördüğünde şöyle derdi: 'Görünen tarafları ne kadar da güzel! Felâket ancak içlerindedir'.
Atâ es-Sülemî geceleyin kabristana çıkıp şöyle derdi: 'Ey kabir ehli! Öldünüz! Vay onun ölümüne! (Kendi nefsini kastediyor) . Amellerinizi gördünüz. Vay onun ameline!'
Bunları söyledikten sonra şöyle derdi: 'Yarın Atâ kabirdedir'. O her zaman böyle yapardı.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Kim kabri çokça düşünürse, onu cennet bahçelerinden bir bahçe olarak görür. Kabri anmaktan gâfil olan ise, onu ateş çukurlarından bir çukur olarak görür'.
Rebî b. Hayseme evinin içinde bir kabir açmıştı. Kalbinde katılık gördüğünde o kabre girer, uzanırdı ve Allah'ın dilediği kadar durur, sonra şu âyeti okurdu:
Rabbim! Beni dünyaya geri çevir ki terkettiğimi yerine getirip sâlih bir amelde bulunayım. (Mü'minûn/99-100)
Bu âyeti tekrarladıktan sonra kendi kendine şöyle derdi: 'Ey Rebî! Seni geri çevirdim. Amel et!'
Ahmed b. Harb derdi ki: Yatağını yumuşak yapan, uyumak için yatağını düzelten bir kimseye yer hayret ederek şöyle der: 'Ey Âdem'in oğlu! Neden çürümenin uzunluğunu hatırlamıyorsun? Oysa seninle aramda o zaman hiçbir perde de kalmayacaktır'.
Meymûn b. Mehran şöyle anlatıyor: Ömer b. Abdülazîz'le beraber kabristana vardım. Kabirlere baktığında ağladı. Sonra bana dönerek şöyle dedi: 'Ey Meymûn! Şunlar Benî Ümeyye soyundan gelen ecdadımın kabirleridir. Sanki bu kabir sahipleri dünya ehline lezzet ve yaşayışlarında ortaklık yapmamışlardır. Onların ölümünden, başlarına gelenlerden ibret almaz mısın? Baksana onlar çürümeye başlamış, haşeratlar onların bedenlerinde çadır kurmuşlardır'. Sonra ağlayıp şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki Allah'ın azabından emin olduğu halde şu kabirlere varan bir kimseden daha saadetli bir kimse tanımıyorum!'
Sabit el-Bonanî şöyle diyor: Kabristana gittim, dönerken birisinin şöyle dediğini duydum: 'Ey Sabit! Kabristan ehlinin sükûtu seni aldatmasın! Burada nice üzüntülü nefisler vardır!'
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Hüseyin'in kızı Fâtıma, kocası Hasanın oğlu Hasan Müsennân'ın cenazesine bakıp yüzünü elleriyle kapatarak şu şiiri okudu:
Onlar ümit idiler, Sonra musibet sebebi oldular. Muhakkak ki o musibetler büyüdüler, büyüdüler. Fâtıma kocasının kabri üzerine" çadır kurup bir sene kabrin başında bekledi. Senesi geçtikten sonra çadırını kaldırdılar ve Medine'ye girdi. Cennet'ul-Baki kabristanından gelen şöyle bir ses duydular: 'Acaba kaybettiklerini buldular mı?' Kabristanın diğer tarafından şu cevap verildi: 'Aksine ümitsiz olup geri gittiler!'
Ebû Musa et-Temimî şöyle diyor: Şair Ferazdak'ın hanımı vefat etti. Cenazesine Basra'nın ileri gelenleri katıldı. Hasan-ı Basrî de aralarında bulunuyordu. Hasan-ı Basrî, Ferazdak'a dedi ki: 'Ey Ebû Feras! Bugün için ne hazırladın? Bunun üzerine Ferazdak şu cevabı verdi; 'Altmış seneden beri Lâ ilâhe illâllah şehadetini hazırlıyorum'.
Ferazdak'ın hanımı defnedildiğinde Ferazdak kabrin başında durarak şu şiiri okudu:
Kıyâmet gününde bana şiddetli bir öncü ve Ferazdak'ı süren bir sürücü geldiğinde, eğer bana affını ihsan etmezsen kabrin ötesinde, kabirdeki azabın daha şiddetlisinden korkarım! Âdem oğullarından ateşe, boynu bukağılarla bağlı ve gözü dönmüş olarak giden bir kimse mahrum olmuştur.
Kabir ehli hakkında da şu şiiri okumuştur:
Kabirlerde dur! Onların sahalarında durup da sor! Sizlerden kimdir kabirlerin karanlıklarına dalan?
Onların derinliklerinde ikram görüp onların korkusundan emniyetin serinliğini tatmış olan!
Göz sahipleri için görünen sükûna gelince, o birdir. Onun derecelerinde fazilet olmaz.
Eğer sana cevap verseydiler. Şimdilik hallerinin hakikatlarını vasıflandıran sözlerle cevap verirlerdi.
İtaat edene gelince, o kabirlerin rahatından dilediğine varacak bir bahçeye inmiştir.
Saldırgan mücrim ise, içinde yılan ve kendisine doğru yürüyen akreplerle dolu bir çukura yuvarlanıp sığınır. Bu bakımdan onun ruhu onların şiddetli ısırmalarından azap içindedir.
Dâvûd et-Tâî, bir kabrin başında ağlayan bir hanımın yanından geçerken hanımın şöyle dediğini işitti:
Seni kabre koyup örttükleri zaman hayatı kaybedip ona bir daha varamadım.
Seni sağ kolun üzerine kabre serdikleri halde ben nasıl uykunun zevkini tadarım.
Sonra kadın şöyle dedi: 'Ey oğul! Keşke bilseydim! Böcekler senin hangi yanağından başladılar!' Bu sözü duyan Davud, bir çığlık kopararak bayılıp yere düştü.
Mâlik b. Dinar der ki: Kabristanın yanından geçerek şu şiiri okudum:
Kabirlere geldim! Onları çağırdım. Büyük ile küçük nerede? Saltanatına aldanan, böbürlendiğinde tezkiye edilen nerede?
Bana kabristanın arasından sesini işittiğim ve şahsını görmediğim biri şu şiirle cevap verdi.
Hepsi yok oldular! Haber verecek yoktur. Hepsi öldüler, haber de öldü!
Toprağın kızları (haşerât) sabah akşam o suretlerin güzelliklerini bozarlar.
Ey geçmiş kimselerin halini benden soran!
Acaba gördüğünde senin için ibret dersi yok mudur? Bunun üzerine ağlayarak geri döndüm!
Mezar Taşları Üzerinde Yazılı Beyitler
Bir kabrin kaşına şu beytin yazılı olduğu görüldü:
Sustuğu ve sakinleri toprak altında sessiz oldukları halde, mezarlıklar seni çağırıyorlar!
Ey hedefinin gayrisi için dünyayı derleyen! Öleceğin halde dünyayı kime topluyorsun?
Başka bir kabir taşında da şu şiirin yazılı, olduğu görüldü:
Ey Ebû Ganim! Mezarına gelince, o geniştir! Kabrin etrafı mamur ve muhkemdir.
Bedeni kabirde çürüdüğü zaman kabrin mamur olması kabirde yatana fayda vermez!
İbn Senmak der ki: Kabristandan geçerken bir kabrin üzerinde şu şiiri gördüm:
Akrabalarım kabrimin yanlarından geçip gidiyorlar! Sanki akrabalarım beni hiç tanımıyorlar.
Mirasçılar malımı paylaştılar. Borçlarımı unutmayı ihmal etmediler. Paylarını alıp yaşadılar. Hayret! Beni ne çabuk da unuttular!
Bir kabrin üzerinde şu şiir yazılıydı:
Dost dostlarından kaçırılır! Ne bir kapıcı, ne de herhangi bir nöbetçi, ölümün önüne geçer.
Ey lâfız ve nefes sermayesinden sayılan kişi! Dünya ve lezzetleriyle nasıl sevinirsin?
Ey gâfil! Eksikliğe dalmış olduğun halde sabahladın. Oysa hayat boyunca sen lezzetlere dalgınsın.
Cahile ölüm, cehaletinden ötürü merhamet etmez! Kendisinden ilim iktibas edilen kimseye de merhamet etmez.
Ölüm, yanında durduğun kabirde dilsiz olmayan nice dilleri cevap vermekten âciz kılmıştır.
Senin köşkün mâmurdur, şerefesi vardır. Bugün ise, kabirler arasında kabrin yıkıktır.
Başka bir kabrin üzerinde şu şiir yazılı idi:
Kabirleri yarış atları gibi saf saf dizili olan dostların yanında durdum!
Ağlayıp gözyaşı döktüğümde gözlerim onların aralarında yerimi gördü!
Bir doktorun kabrinde şu şiir yazılı idi:
Bana Lokmân mezarına vardı diyene dedim ki:
Onun doktorluğundan, muayenesiyle beraber, ilaç yapmadaki ustalığı hakkında söylenen nerede kaldı? Nefsinden ölümü uzaklaştıramayan, başkasından nasıl uzaklaştırabilir?
Başka bir kabir üzerinde şu şiir yazılıydı: Ey insanlar! Benim bir emelim vardı. Ecel ona varmaktan beni alıkoydu.
Bu bakımdan kendisine hayattayken çalışma imkânı bahşedilmiş kişi rabbinden korksun!
Gördüğün yere yalnız ben nakledilmiş değilim. Herkes onun gibisine naklolunacaktır!
İşte bu şiirler, sakinleri ölümden önce ibret almak hususunda kusurlu olduklarından dolayı kabirleri üzerine yazılmış şiirlerdir. Basiretli o kimsedir ki başkasının kabrine bakar, yerini onların arasında görür. Onlara yetişmek için hazırlanır ve onlara yetişmeden onların yerlerinden kıpırdamayacaklarını bilir. Kesinlikle bilmelidir ki eğer hayatının günlerinden zayi ettiği bir gün, o ölülere verilse bu onlar için dünya ve dünyadaki bütün şeylerden daha sevimli gelir.
Çünkü onlar amellerin kıymetini bildiler. Onlara işlerin hakikati keşfolundu. Onların üzüntüsü hayatın bir günü içindir ki o günde kusurlu olanlar kusurunu telafi edip azaptan kurtulsun, muvaffak olan bir kimse de o günde derecesini daha da artırsın, sevabı katmerli olsun! Onlar ancak ömrün kıymetini, kesildiğinden sonra anladılar. Onların üzüntüsü hayatın bir ânı içindir. Oysa sen o ânı değerlendirmeye muktedirsin. Sonra buna rağmen o ânı zayi edip boşa geçirirsin. Öyle ise şimdiden iş elinden çıktığı sırada o ânı zayi ettiğinden dolayı çekeceğin hasrete nefsini hazırla; zira sen o andan nasibini almadın.
Salihlerden biri şöyle anlatıyor: Allah yolunda kardeşim olan birini rüya âleminde gördüm ve ona: 'Ey falan! Âlemlerin rabbine hamd olsun! Yaşadın' dedim. O dedi ki: 'Eğer âlemlerin rabbine hamdolsun' demeye gücüm yetmiş olsaydı bu benim için dünya ve dünyadaki şeylerin hepsinden daha sevimli olurdu'.
Sonra da şunu ilave etti: 'Görmedin mi, beni defnettikleri yerde falan adam kalkıp iki rek'at namaz kıldı. Eğer o iki rek'at namazı kılmaya gücüm yetseydi o benim için dünya ve dünyadakilerden daha sevimli olurdu'.
102) Beyhâkî, Şuah'ul-Îman, (Dahhâk'dan)
103) Hazret-i Osman'dan
104) İbn Eb'id-Dünya, Kitab'ul~Kubûr. Ehl-i Sünnefe göre, peygamberlerin anne ve babaları her çeşit küfür ve nifaktan uzaktır.
Çocuğu veya yakın akrabalarından biri ölen kimseye gereken şudur; o ölenin vatanları olan memlekete kendisinden önce vardığını düşünmelidir. Böylece kişinin üzüntüsü büyümez. Çünkü yakında ona iltihak edeceğini bilir. İkisinin arasında sadece bir gecikme vardır.
İşte ölüm de böyledir. Onun mânâsı vatana daha önce varmaktır. Geriden gelen kendisine daha sonra iltihak eder. Kişi böyle inandığında üzüntüsü azalır. Hele evladın ölümüne sabreden hakkında öyle sevaplar vârid olmuştur ki her musibetzede onunla teselli bulur.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Eğer düşük (zayi olmuş) bir evladı âhirete gönderirsem arkamda her biri Allah yolunda savaşan yüz süvari bırakmaktan daha sevimli gelir bana!105
Hazret-i Peygamber, burada Düşük mânâsına gelen Saki kelimesini, en az ile en yükseğe dikkati çekmek için kullanmıştır. Aksi takdirde sevap, ölen evladın kalpteki kıymetine göredir.
Zeyd b. Eslem der ki: Davud'un (aleyhisselâm) bir oğlu vefat edince çok üzüldü. Ona 'Ölen çocuğunun dengi senin nezdinde nedir?5 denilince, cevap olarak dedi ki: Yeryüzü dolusu altındır'. Kendisine denildi ki: İşte âhirette senin için bunun benzeri sevap vardır'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Müslümanlardan birinin üç evladı öldüğünde, onları Allah nezdinde zahire olarak sayarsa, onlar onun için ateşten koruyucu kalkanlar olur.
Hazret-i Peygamberin bu hadîsini işiten bir kadın Hazret-i Peygamber'e İki evlat da böyle midir?' diye sordu. Hazret-i Peygamber Veya iki' diye ilave etti. 106
Baba çocuğuna ölüm anında dua etmelidir. Çünkü babanın en ümitli ve icabete en yakın duası bu duadır.
Muhammed b. Süleyman çocuğunun mezarı başında durup şöyle dedi: 'Yârab! Senin (rahmetini) onun için ümit ettiğim ve onun hakkında senden korktuğum halde sabahladım. Bu bakımdan onun hakkındaki ümidimi gerçekleştir. Korkumu bertaraf et!'
Ebû Sinan, oğlunun mezarı başında durup şöyle dua etti: Tarab! Benim ondaki hakkımı ben affettim. Senin ondaki hakkını da sen affet. Çünkü sen daha cömert, daha kerem sahibisin!'
Bir bedevî oğlunun mezarı başında durdu ve şöyle dua etti: 'Yârab! Bana karşı yapılması gereken vazifesinde yapmış olduğu kusurunu ben hibe ettim. Senin hakkında yapmış olduğu kusuru da sen hibe et!'
Zer b. Ömer b. Zer öldüğünde, babası Ömer b. Zer, onu kabre koyduktan sonra şöyle dedi: 'Ey Zer! Senin için üzülmemiz senin hakkında üzülmekten bizi meşgul etti. Keşke ne dediğini ve sana ne sorulduğunu bilseydim!' Sonra şu duayı yaptı: 'Yârab! Şu oğlum Zer'dir. İstediğin zamana kadar beni bununla lezzetlendirdin. Ecelini, rızkını tam verdin ve ona zulmetmedin. Yârab! Onu sana ve bana itaat etmeye mecbur etmiştin. Yârab! Ondan ötürü musibetim hakkında bana va'd ettiğin ecri ona hibe ettim. Sen de onun azabını bana hibe et ve onu cezalandırma!
Böylece orada hazır bulunanları ağlattı. Sonra gideceği zaman şöyle dedi: 'Ey Zer! Senden sonra bizim için bir ihtiyaç yok! Allah ile beraber hiçbir insana ihtiyacımız yok! Muhakkak ki biz gittik ve seni terkettik. Kabrin başında dursak da sana fayda veremeyiz!'
Bir kişi Basra'da bir kadına bakarak 'Böyle bir güzellik görmedim. Bu da az üzüldüğünden ileri geliyor!' dedi. Bunun üzerine kadın 'Ey Allah'ın kulu! Ben öyle bir üzüntü içindeyim ki o üzüntüde hiç kimse bana ortak değildir!' dedi. Kişi 'Nasıl?' dedi. Kadın
"Kocam kurban bayramında bir koyun kesti. Benim güzel minicik iki yavrum vardı. Büyüğü küçüğüne 'Babamın koyun kesişini sana göstereyim mi? dedi. Küçüğü 'Evet! Göster!' deyince büyük onu tutup kesti. Bizim ancak, çocuk kanlar içerisinde tepinerek bağırdığında haberimiz oldu. Bağırması yükselince büyük oğlan kaçtı ve bir dağa sığındı. Onu kurt kapıp yedi. Babası onu aramaya çıktı. O da susuzluktan çölde öldü. İşte (gördüğün gibi) beni yalnız bıraktı!" dedi.
Bu musibetlerin benzerlerini çocukların ölümü anında hatırlamak uygundur ki bununla üzüntünün şiddetinden kurtulmuş olsun. Hiçbir musibet yoktur ki ondan daha büyüğü tasavvvur edilmesin. Allahü teâlâ'nın defettiği, defetmediğinden daha fazladır.
105) Ebû Ubeyde, Garib', Beyhâkî , Şuab'ul-Îman
106) Müslim, İbn Hıbbân
Umumi olarak kabirlerin ziyareti, ölümü hatırlamak ve ibret almak için müstehabdır. Salihlerin kabirlerini ziyaret etmek ise ibret almakla beraber teberrük için müstehabdır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) önce kabirleri ziyaret etmeyi yasakladı, sonra izin verdi. 107
Hazret-i Ali, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Sizi kabirleri ziyaret etmekten menetmiştim. Artık kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabirler size âhireti hatırlatırlar. Fakat fahiş (çirkin) konuşmayın!108
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) beraberinde bin silahlı asker olduğu halde annesinin kabrini ziyaret etti. O günden daha fazla ağladığı görülmedi. Annesinin kabrini ziyaret ettiği gün şöyle dedi: 'Bana ziyaret hususunda izin verildi. Fakat mağfiret dilemek için izin verilmedi'. 109 Bunu daha önce zikretmiştik.
İbn Ebi Muleyke dedi ki: Hazret-i Âişe bir gün kabristandan gelirken kendisine şöyle dedim:
- Ey Mü'minlerin annesi! Nereden geliyorsun?
- Kardeşim Abdurrahman'ın mezarını ziyaret etmekten geliyorum.
- Hazret-i Peygamber kabir ziyaretini yasaklamadı mı?
- Evet! Yasakladı, fakat sonra ziyaret etmeye izin verdi. 110
Bu hâdiseyi delil ittihaz etmek ve dolayısıyla kadınlara kabristana gitme iznini vermek uygun değildir. Çünkü kadınlar kabir başında genellikle çirkin konuşurlar. Bu bakımdan kadınların ziyaretinden gelen hayır, aynı ziyaretten gelen şerri karşılamaz. Üstelik kadınlar yolda açılmaktan ve ziynetlerini erkeklere göstermekten de kurtulamazlar. Bunlar ise, büyük günahlardır. Kabirleri ziyaret etmek sünnettir. Sünnet için bu günahlara nasıl razı olunabilir? Evet! Eskimiş ve erkeklerin gözlerini kadınlardan uzaklaştıran elbiseler içerisinde kadınların kabir ziyaretine gitmesinde sakınca yoktur. Fakat bu da sadece ölülere dua etmek ve kabir başında konuşmayı bırakmak şartıyla zararsızdır.
Ebû Zer Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kabirleri ziyaret edin! Onlarla âhireti hatırlayın! Ölüleri yıkayın! Zira ruhtan boş olan bir cesedi yıkamak beliğ bir mevizedir. Cenazeler üzerine namaz kılın! Umulur ki bu namaz seni mahzun eder. Muhakkak ki üzülen Allah'ın gölgesindedir. 111
İbn Ebi Muleyke Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Ölülerinizi ziyaret ediniz. Onlara selâm veriniz. Muhakkak ki sizin için onlarda ibret vardır. 112
Nafî'den şöyle rivâyet ediliyor: "İbn Ömer (radıyallahü anh) bir kimsenin kabrinin yanından geçerken durur, ona selâm verirdi.
Cafer b. Muhammed'den o da babasından şöyle rivâyet ediyor: Hazret-i Peygamber'in kızı Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anh) amcası Hazret-i Hamza'nın mezarını bazı günler ziyaret eder, kabrin yanında namaz kılar ve kabrin yanıbaşında ağlardı. 113
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kim anne ve babasının veya onlardan birinin kabrini her cuma günü ziyaret ederse onun günahı bağışlanır ve o iyi evlat olarak yazılır. 114
İbn Şirin Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kişinin anne ve babası, kişi onlara karşı asi olduğu halde ölürlerse, o da onların ölümünden sonra onlar için Allah'a yalvarırsa, Allah onu anne ve babaya itaat eden kullarından yazar,115
Kim benim kabrimi ziyaret ederse şefaatim ona vâcib olur. 116
im Allah rızasını kasdederek beni Medine'de hayatımda veya ölümümde ziyaret ederse, onun için kıyâmet gününde hem şefaatçı, hem de şahid olurum. m
Ka'b'ul-Ahbâr der ki: 'Her gün fecir doğduğunda 70. 000 melek yeryüzüne iner ye Hazret-i Peygamberin kabr-i şerifini çepeçevre sararlar. Kanatlarını çırparak Hazret-i Peygamberin üzerine salât ve selâm okurlar. Akşama kadar bu durum devam eder. Akşam üzeri onlar yükselip giderler. Onlar gibi, başka bir grup iner. Onlarıp yaptığı gibi yaparlar ki yer yarılıp Hazret-i Peygamber 70. 000 melekle beraber mahşere doğru onların tazim ve tebcilleriyle gidinceye kadar durum bu minval üzere devam eder'
Kabir ziyareti hakkında müstehab olan, ziyaretçi yüzünü ölünün yüzüne, sırtını kıbleye çevirip ölüye selâm vermesi, kabre dokunmaması ve öpmemesidir; zira kabri sıvazlamak ve öpmek hristiyanların âdetindendir. (Kabirler üzerinde secde etmek veya kabre karşı secde etmek çirkin bir bid'attır. Sübkî'nin dediği gibi: 'Cahil böyle yapar'
Nafi der ki: "İbn Ömer'i yüz defa veya daha fazla gördüm. Kabre geliyor 'Selâm peygamberin üzerine olsun! Selâm Ebû Bekir'in üzerine olsun. Selâm babamın üzerine olsun!' dediken sonra gidiyordu5'.
Ebû Umâme'den şöyle rivâyet ediliyor: 'Enes b. Malik Hazret-i Peygamberin kabrine geldi. Orada durup iki elini namaz tekbiri alıyor zannına kapılacak derecede kaldırdı. Hazret-i Peygambere selâm verdi. Sonra dönüp gitti.
Hazret-i Âişe, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Bir kişi müslüman kardeşinin kabrini ziyaret eder, kabrin yanında oturursa, kabir sahibi kabrin yanından kalkıp gidinceye kadar onunla menus olup selâmının karşılığını verir. 118
Süleyman b. Suhaym119 şöyle diyor: "Hazret-i Peygamberi (sallâllahü aleyhi ve sellem) rüyada gördüm. 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sana gelen ve selâm verenlerin selâmlarından haberdar olur musun?' dedim. 'Evet! Duyar ve selâmlarının karşılığını da veririm! dedi". 120
Ebû Hüreyre şöyle demiştir: 'Kişi tanıdığı bir kimsenin kabrinin yanından geçerken ona selâm verirse, kabir sahibi onu tanır ve selamının karşılığını verir. Tanımadığı bir kabrin yanından geçerken selâm verirse kabir sahibi onun selâmının karşılığını verir'.
Asım el-Cahderî'nin yakınlarından bir kişi der ki: Ölümünden iki sene sonra Asım'ı rüyamda gördüm. Kendisine dedim ki:
- Sen daha önce ölmemiş miydin?
- Evet!
- Sen neredesin?
- Allah'a yemin ederim, ben cennet bahçelerinden bir bahçede arkadaşlarımdan bir kaçıyla beraber bulunuyorum. Her cuma akşamı ve sabahı Ebû Bekir b. Abdullah el-Müzenî'nin yanında toplanıyor ve siz dünyalıların haberini alıyoruz!
- Bedenleriniz mi, yoksa ruhlarınız mı toplanıyor?
- Bedenler nasıl toplanacak! Bedenler çürüdü! Ancak ruhlar bir araya gelir!
- Sizi ziyaret ettiğimizi bilir misiniz?
- Evet! Cuma akşamı, cuma gününün tamamı ve cumartesi günü güneş çıkıncaya kadar olan ziyaretleri biliyoruz!
- Neden diğer günlerin hepsinde bu olmuyor da sadece bu saydığınız zamanlarda oluyor?
- Cuma gününün fazilet ve azarneti için böyledir!
Muhammed b. Vâsi, Cuma günü kabir ziyareti yapardı. Bundan dolayı kendisine 'Bu ziyareti pazartesi gününe tehir etsen olmaz mı?' denildi.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Kulağıma geldiğine göre ölüler, ziyaretçilerini cuma gününde, cumadan bir gün önce ve bir gün sonra bilirler'.
Müfessir Dahhâk b. Muzahim el-Hilâlî şöyle demiştir:
- Kim cumartesi günü güneş çıkmadan önce bir kabri ziyaret ederse, ölü onun ziyaretinden haberdar olur!
- Bu neden böyledir?
- Cuma gününün fazileti için!
Bişr b. Mansûr şöyle diyor: Tâun (veba) zamanı olduğunda bir kişi musallaya gider, cenazeler üzerinde namaz kılardı. Akşam olduğunda kabristanın kapısında durur ve şöyle derdi: 'Allah sizin vahşetinize ünsiyet versin! Gurbetinize rahmet etsin ve günahlarınızdan vazgeçsin ve sabırlarınızı kabul etsin'.
Bu kelimelerden fazlasını söylemezdi.
Bu kişi der ki: Bir gece akşamladım. Kabristana gelmeden aile efradımın yanına vardım. Daha önce yapmış olduğum duayı yapmadım. Uyku halindeyken kalabalık bir cemaat geldi. Onlara dedim ki:
- Siz kimsiniz? Sizin ihtiyacınız nedir?
- Biz kabristan ehliyiz?
- Sizi buraya getiren nedir?
- Sen aile efradına dönüp gelirken bizi bir hediyeye alıştırmıştın?
- Neydi o hediye?
- Bizim için okuduğun o dualar!
- Ben o duaları tekrar okuyacağım!
Bu hâdiseden sonra duayı bırakmadım!
Bişar b. Galip en-Necranî şöyle diyor: Abide olan Rabiat'ul-Adeviyye'yi rüyamda gördüm. Ona çok dua ederdim. Bana dedi ki:
- Ey Bişar b. Galib! Hediyelerin bize nurdan yapılmış tabaklar üzerinde ipekli mendillerle örtülü olarak gelir.
- Bu nasıl olur?
- Diri Mü'minlerin duası böyledir! Diri Mü'minler, ölüler için dua ettiklerinde duaları kabul olunursa, o dua nur tabaklarına konur. İpekli mendillerle kapatılır. Sonra ölüye getirilir ve ona denilir ki: 'Bu falan adamdan sana hediyedir!
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ölü kabrinde, boğulurken yardım isteyen bir adam gibidir. Ölü, babasından veya kardeşinden veya herhangi bir dostundan gelen duayı bekler. Ona dua geldi mi, onun için dünya ve dünyanın içindeki şeylerden daha sevimli olur. Muhakkak ki ölüler için dirilerin hediyeleri dua ve istiğfardır. 121
Seleften biri şöyle anlatıyor: Bir kardeşim öldü. Onu rüyada gördüm ve 'Kabrine konulduğun an halin nasıl oldu?' dedim. Dedi ki: 'Bana biri ateşten bir kıvılcımla geldi. Eğer bir duacı bana dua etmeseydi, zannedelim ki o ateşle bana vuracaktı!'
Bu nedenle defnedildikten sonra ölüye telkin ve dua etmek müstehabdır.
Said b. Abdullah el-Evdî (veya Ezdî) 122 şöyle diyor: Ebû Umame el-Bahilî (radıyallahü anh) can çekişirken yanına vardım. Bana hitaben şöyle dedi: Ey Said! Öldüğümde Hazret-i Peygamber'in bize emrettiği gibi beni techiz edin! Zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöy1e buyurdu:
Sizden biriniz ölüp toprağı düzelttiğinizde, biriniz kabrin başında şöyle desin: "Ey falanca kadının oğlu falan!' Muhakkak ki ölü sesi işitir, fakat cevap veremez. Sonra ikinci defa 'Ey falan kadının oğlu falan!' desin. Bu sefer ölü kalkıp oturur. Sonra üçüncü defa 'Ey falan kadının oğlu falan!' desin. Bu defa ölü der ki: 'Rahmet olasıca! Bizi irşad et!' Fakat siz ölünün bu sözünü işitmezsiniz. O kişi ölüye şöyle desin: 'Dünyadan üzerinde bulunduğun halde çıktığın inancı hatırla! O da 'Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in (aleyhisselâm) Allah'ın Rasûiü olduğuna, senin Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, peygamber olarak Hazret-i Peygamber'e, İmâm olarak Kur'ân'a razı olduğuna dair şahidliğindir'. Muhakkak ki Münker ve Nekir geri çekilip şöyle derler: 'Biz neden bu kişinin yanında oturuyoruz? Kalk gidelim! Bu kişiye hücceti telkin edildi'. O kişinin Münker ve Nekir'e karşı müdafii ve delil getiricisi Allah olur.
Bunun üzerine bir kişi 'Eğer ölünün annesinin ismi bilinmiyorsa nasıl telkin edilecekti?' diye sordu.
Cevap olarak şöyle buyurdu:
Telkin edici onu Hazret-i Havva'ya nisbet etsin. ('Ey Havva'nın oğlun falan' desin) . 123
Mezarlıkta Kur'ân okumakta bir sakınca yoktur; zira Ali b. Musa el-Haddaddan şöyle rivâyet ediliyor: Ahmed b. Hanbel'le beraber bir cenazede bulunuyordum. Muhammed b. Kudame el-Cevherî de124 beraberimizdeydi. Ölü defnedildiğinde kör bir kişi kabrin yanına gelip okudu. Bunun üzerine İmâm-ı Ahmed ona 'Ey kişi! Kabrin yanında okumak bid'attır!' dedi.
Biz kabristandan çıktığımda Muhammed b. Kudame, İmâm-ı Ahmed'e dedi ki:
- Ey Ebû Abdullah! Sen Mübeşşir b. İsmail el-Halebî125 hakkında ne dersin?
- O, güvenilir bir muhaddistir!
- Ey İmâm! Sen ondan herhangi bir hadîs yazdın mı?
-Evet!
- Mübeşir b. İsmail, Abdurrahman b. Ûlâ b. Leclac'tan, o da babasından126 bana haber verdi ki babası defnedildiği zaman yanıbaşında Bakara suresinin başlangıç ve sonunun okunmasını vasiyet etti ve dedi ki: İbn Ömer'in de bunu vasiyet ettiğini işittim!'
Bunun üzerine İmâm-ı Ahmed, Muhammed'e 'O halde kabrin yanında okuyan kör kişiye git okumasını söyle' dedi. (Kurtubi,Tezkire)
Muhammed b. Ahmed el-Mervezî şöyle diyor: Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediğini duydum: 'Kabristana girdiğinizde Fatiha ile Muavvizeneteyn ve İhlâs surelerini okuyunuz. Onun sevabını ölülere hediye ediniz, o sevap onlara vasıl olur!'127
Ebû Kullabe128 şöyle anlatıyor: Şam'dan Basra'ya gittim, hendekte indim. Abdest alıp geceleyin iki rek'at namaz kıldım. Sonra başımı oradaki bir mezarın üstüne koyup uyudum. Sonra uyandığımda kabir sahibi benden şikayet ederek şöyle dedi: 'Sen bütün gece bana eziyet ettin! Biz biliriz fakat amel etmeye gücümüz yetmez! Muhakkak ki senin kılmış olduğun o iki rek'at namaz, dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır. Allah bizden taraf dünya ehline mükâfat versin! Onlara selâmımı söyle! Zira onların dualarının bereketi sayesinde üzerimize dağlar misali nurlar akıyor'.
Kabir ziyaretinden maksat, ziyaretçi için ibret almak, ziyaret edilen için de ziyaretçinin duasından faydalanmaktır Ziyaret edenin hem kendisine, hem de ölüye dua etmekten gâfil olması uygun olmadığı gibi, ibret almaması da uygun değildir. Ziyaretçi ölüyü düşünüp ölünün parçalarının nasıl dağıldığını, ölünün kabrinde nasıl diriltileceğim ve yakında ölüye kavuşacağını düşünmek suretiyle ibret alabilir.
Nitekim Mutarrıf b. Ebû Bekir el-Huzel'den şöyle rivâyet ediliyor: Abdülkays kabilesinde âbide ve ihtiyar bir kadın vardı. Gece olduğunda beline kuşağını bağlar, sonra mihraba yönelirdi. Gündüz olduğunda kabristana giderdi. Kulağıma geldiğine göre o kadın, çokça kabristana geldiğinden dolayı kınandı. Buna karşılık dedi ki: 'Katı kalp, katılaşınca, onu ancak çürüyen bir ölüye bakmak yumuşatır. Ben kabristana gelince, ölüleri kabirden dışarı çıkmış gibi görüyorum. Sanki o sararmış yüzlere, o bozulmuş bedenlere, o yağlanmış gözkapaklarına bakıyorum!' Bu ne acaip bir bakıştır. Eğer âbidler bunu kalplerine içirmiş olsaydılar, bunun nefislere verdiği acı ne büyük olurdu?! Bedenleri telef etmesi ne şiddetli olurdu?! Hatta Ömer b. Abdülazîz'in söylediği gibi ölünün şeklini kalbinde hazır bulundurması uygundur.
Ömer b. Abdülazîz'in huzuruna bir fâkih girdi. Ömer b. Abdülaziz'in fazla ibadet etmesinden ötürü renginin uçtuğuna hayret etti. Ömer b. Abdülazîz fakîh'e dedi ki: 'Ey falan! Eğer beni üç gün sonra kabrime bırakıldığım ve iki gözbebeğimin yerinden fırlayıp yanaklarımın üzerine aktığı, dudaklarımın dişlerimden kuruyup çekildiği, ağzımdan irinin aktığı, burnumun açıldığı, karnımın şişip de göğsümün üzerine çıktığı, sırtın duburdan çıktığı, beden deliklerinden kurtların ve irinlerin aktığı halde görmüş olsaydın şimdi gördüğünden daha hayret edecek bir manzara ile karşılaşırdın'.
Ölü için senâ etmek, ölüyü iyilikle yâd etmek müstehabdır.
Nitekim Hazret-i Âişe, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Arkadaşınız öldüğünde onun yakasını bırakın! Onun aleyhinde konuşmayın!129
Ölülere küfretmeyin! Zira onlar daha önce Allah'ın huzuruna gönderdikleri amellerin yanına varmışlardır. 130
Ölülerinizi ancak hayır ile yâd edin. Ölüleriniz cennet ehlinden iseler, günahkâr olursunuz. Eğer cehennem ehlinden iseler, onların içinde bulundukları azap kendilerine kâfidir. 131
Enes b. Mâlik şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamber'in yanından bir cenaze geçti. Ashâb onu kötülükle yâd ettiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Vâcib oldu' dedi. Başka bir cenaze geçti, onu da hayır ile yâd ettiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber "Vâcib oldu!' buyurdu. Hazret-i Ömer, Hazret-i Peygamber'e bunun ne demek olduğunu sorunca şu cevabı verdi: .
Şu cenazeyi hayır ile andınız, Onun için cennet vâcib oldu. Öbürünü ise kötülükle andınız. Onun için de cehennem vâcib oldu. Siz Allah'ın yeryüzündeki şahidlerisiniz. 132
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kul ölür, insanlar onun hakkında övgüde bulunur. Oysa, Allah onun övgüye lâyık olmadığını bilir. Allahü teâlâ meleklerine der ki: 'Sizi şahid kılıyorum; ben kullarınım, şu kulumun hakkındaki şahidliğini kabul ettim ve kulum hakkındaki bilgimden vazgeçtim!'133
107) Müslim
108) İmâm-ı Ahmed, Ebû Ya'lâ
109) İbn Eb'id-Dünya
110) İbn Eb'id-Dünya
111) İbn Eb'id-Dünya
112) İbn Eb'id-Dünya
113) Boş yer bulunursa ve kabre karşı durmamak şartıyla kabir yanında namaz kılınır. Fakat kabristanda namaz kılmak mekruhtur.
114) Taberânî, Sagîr ve Evsat
115) İbn Eb'id-Dünya
116) Yani özel bir şefaat kasdedilir. İbn Adiyy, Dârekutnî ve Beyhâkî
117) Beyhâkî
118) İbn Eb'id-Dünya
119) Künyesi Ebû Eyyûb el-Medenî'dir.
120) İbn Eb'id-Dünya
121) Deylemî
122) Benî Evd b. Sa'd kabilesindendir; veya bu zat Said b. Abdullah b. Derrar b. Ezûr'dur.
123) Taberâııî, (zayıf hır senodle)
124) Ensar'dandır. Adı Ebû Cafer el-Bağdâdî'dir. H. 237'de vefat etmiştir.
125) H. 205'de Haleb'de vefat etmiştir.
126) Ûlâ b. Leclac Şamlıdır. Hem kendisinin hem de babası Leçlac'ın Hazret-i Peygamber ile sohbeti vardır. 120 sene yaşamıştır.
127) Abdülhak Ezdî, Kitab'u1-Akibet
128) Adı Abdülmelik b. Muhammed b. Abdullah el-Basrî'dir. Künyesi Ebû Muhammed, lakabı Ebû Kullabe'dir, H. 276'da 86 yaşında iken vefat etmiştir.
129) Ebû Dâvûd
130) Buhârî, (Hazret-i Âişe'den)
131) İbn Eb'id-Dünya
132) Müslim ve Buhârî
133) İmâm-ı Ahmed
Ölümün hakikati hakkında, halkın yanlış olan zanları vardır. Halk o zanlarında yanılmışlardır. Bazıları ölümün yokluk olduğunu zannetmişlerdir: 'Ne haşir vardır, ne neşir, ne hayır, ne de şerrin neticesi vardır. İnsanların ölümü, hayvanların ölümü ve bitkilerin kuruması gibidir'. Bu zan, Allah'ı inkâr edenlerin görüşüdür. Allah'a ve son güne îman etmeyen herkesin zannî böyledir.
Bir kavim de zannetmiştir ki insan, ölümle yok olur. Kabirde kaldıkça ne bir elem duyar, ne de bir sevap ile nimetlenir. Bu durum, tekrar dirîlinceye kadar devam eder zannetmişler.
Başkaları da ruh'un baki olduğunu, ölümle yok olmayacağını, ceza ve mükâfat görenin sadece ruh olduğunu, cesedlerin hiçbir şekilde diriltilmeyeceklerini iddia etmişlerdir.
Bütün bu zanlar, asık ve haktan uzak zanlardır. Doğru olan, âyet ve hadislerin haber verdiği şeydir: Ölümün mânası, sadece bir halin değişmesidir. Cesedden ayrıldıktan sonra ruh bâkidir, ya azap görür veya nimet! Ruhun bedenden ayrılmasının mânâsı, bedende tasarruf etmemesi ve bedenin onun itaatinden çıkması demektir.
Çünkü insanın azaları ruhun aletleridir. Ruh onları kullanır. Hatta ruh, el ile iş yapar, kulakla işitir, gözle görür, kalp ile eşyanın hakikatini bilir. Buradaki kalp ruhtan ibarettir. Ruh, eşyayı aletsiz olarak, kendi nefsiyle bilir. İnsan oğlu bazen kendi nefsiyle çeşitli üzüntüler, gamlar ve kaygılarla elem çeker. Çeşitli sevinçlerle nimetlenir. Bütün bunların azalarla ilgisi yoktur Bu bakımdan ruhun bizatihi vasfı olan herşey, ruh cesedden ayrıldıktan sonra da ruhla beraber kalır. Azalar vasıtasıyla ruhta bulunan şeyler', bedenin ölümüyle ruh ikinci bir defa bedene iade olununcaya kadar: ruhtan uzaklaşır ve ruh muattal olur. Kabirde ruhun bedene döndürülmesi uzak bir ihtimal değildir ve kıyâmet gününe kadar bedene döndürülmeliğinin tehir edilmesi de uzak bir ihtimal değildir. Allahü teâlâ kullarına ne hükmettiğini daha iyi bilir.
Ölümden dolayı bedenin muattal kalması topal bir kimsenin mizacında bulunan bir bozukluktan ölürü veya asabında meydan gelen ve ruhun geçişine mâni olan bir şiddetten ötürü muattal kalan azalarına benzer. Bu bakımdan âlim akıl, idrakçi ruh bazı şeyleri çalıştırmak için haki olarak kalır. Bazıları da onun için zorlaşır. Ölüm de bütün azaların kullanılmasının ruh için zorlaşmasından ibarettir'. Bütün azalar aletleridir. Onları kullanan ruhtur. Benim ruhtan gayem; insanlarda üzüntüleri, elemleri ve sevgileri idrâk eden şeydir. Ruhun âzalardaki tasarrufu iptal olunsa bile sevinç ve üzüntüler iptal olmaz. Elem ve üzüntüleri kabul etmesi iptal olmaz. İnsan hakikatte ilimleri, elemleri ve lezzetleri idrâk eden mânânın ta kendisidir. Bu mânâ ise yok olmaz. Ölümün mânâsı ruhun bedendeki tasarrufunun kesilmesi, bedenin ruha alet olmaktan çıkması demektir. Tıpkı topallığın mânâsının, ayağın ruh için kulanılan bir alet olmaktan çıkması anlamına geldiği gibi! Bu bakımdan ölüm, bütün azalarda mutlak mânâda bir kötürümlüktür. İnsanın hakikati, nefis ile ruhtur. Ruh ise hâkidir. Evet! İnsan halinin bozulması iki cephedendir:
Birincisi: İnsandan insanın gözü, kulağı, dili, eli, ayağı ve bütün azaları alınmıştır. İnsandan aile efradı, çocuğu, akrabaları ve diğer tanıdıkları alınmıştır. İnsanın atları, hayvanları, hizmetkârları, evleri, akarları ve diğer mülkleri alınmıştır.
Bu şeylerin insandan alınması ile insanın bunlardan alınması arasında bir fark yoktur. Çünkü elem veren şey ayrılıktır. Ayrılık ise, bir defa kişinin malının yağma edilmesiyle, diğer bir defa da kişinin mülkünden ve malından alınıp esir edilmesiyle hâsıl olur. İki durumda da duyulan elem aynıdır. Ölümün mânâsı; insanın mallarından bu âleme uygun olmayan başka bir âleme sürüklenmek suretiyle selbedilmesi demektir. Bu bakımdan eğer insan için dünyada sevdiği, kendisiyle rahatladığı ve varlığına önem verdiği birşey varsa, ölümden sonra bu şey hakkında insanın üzüntüsü oldukça büyür ve ondan ayrılmanın elemi oldukça çetinleşir. İnsanın kalbi malının, mertebesinin, akarının en küçük parçalarına bile iltifat eder. Hatta giydiği ve kendisiyle sevindiği gömleğine bile!
Eğer insan sadece Allah'ın zikriyle seviniyorsa, sadece Allah'a yakın olmak istiyorsa, onun nimeti büyür, saadeti tamam olur; zira onunla sevdiğinin arasındaki perdeler kalkar. Onu sevdiğinden, uzaklaştıran engel ve meşguliyetler kesilir. Çünkü dünyanın bütün sabepleri; insanı Allah'ın zikrinden meşgul ederler. İşte bu, ölüm hali ile hayat hali arasındaki muhalefetin iki yönünden biridir.
İkincisi: Ölümle kişiye hayatta keşfolunmamış şeyler keşfolunur. Nitekim uyku âleminde iken keşfolunmamış şeylerin bazen uyanık bir kimseye keşfolunduğu gibi! İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar. İnsan oğluna ilk keşfolunan, ona zarar veya fayda veren iyilikler ve kötülüklerdir! Bunlar, insanın kalbinin gizli bir köşesinde saklı bulunan ve durulmuş olan bir kitabda yazılıdır. Dünya meşgaleleri o kitaba muttali olmaktan insanı alıkoyar. Dünya meşgaleleri kesildiğinde insana bütün amelleri keşfolunur. Herhangi bir günaha baktığında onun için öyle bir hasret çeker ki o hasretten kurtulmak için ateşin derinliklerine dalmayı bile tercih eder. O anda ona şöyle denilir:
Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter! (İsra/14)
Bütün bunlar nefes kesildiğinde ve kişi defnedilmeden önce keşfolunur. Kişinin içinde ayrılık ateşi alev alev yanar. Bundan gayem; kalbini kaptırmış olduğu fani dünyanın şeylerinden ayrılma acısıdır. Âhiret azığı ve yolculuğu için dünyadan terkettiklerini kasdetmiyorum; zira dünya yolculuğu için azık talep eden. hedefine vardığında diğer şeylerden ayrıldığı için sevinir; zira onları azık için istemez. İşte dünyadan sadece zarûrî olanı alanın hali budur. Bu kimse zarurî ihtiyacının da kesilip dünyadan müstağni olmayı ister. Böylece onun isteği hâsıl olur ve dünyadan müstağni kılınır.
Bunlar, azap ve elemlerin büyükleridir. Defnedilmeden önce insana hücum ederler. Sonra defnedileceği zaman ruhu başka bir çeşit azabı tatmak için cesede geri çevrilir. Bazen de affolunur. Dünya ile nimetlenenin ve dünyaya gönlünü kaptıranın hali, padişahın evinde, memleket ve hariminde bulunmadığı bir sırada yerinde nimetlenen bir kimsenin hali gibidir.
Bu kimse sultanın, yaptıklarına müsamaha göstereceğini veya onun çirkin fiillerini bilmediği zannına kapılarak böyle yapar. Fakat sultan ansızın onu yaka paça tutar, ona bir defter çıkarır ki o defterde onun bütün fâhiş hareketleri ve suçları zerresi zerresine yazılmış, adım adım kaydedilmiştir! Sultan da kahir, galip, haram kıldığı şeylerin yapılmaması hususunda gayretli, memleketinde cinayet işleyenlerden intikam alıcı, asiler hakkında kendisine yalvaranların sözüne iltifat etmeyen bir padişahtır.
Bu bakımdan sultanın azabına uğrayan kimsenin durumuna dikkatle bak. Acaba sultanın azabı ona tatbik edilmeden önce, çektiği korku, utangaçlık, hasret çekmek ve pişman olmaktan meydana gelen hali nasıl olur? İşte dünya ile mağrur, dünyaya kalbini kaptırmış, fâcir bir ölünün kabir azabı gelmeden önce hali böyledir. Hatta öleceği anda bu duruma düşer. Böyle bir duruma düşmekten Allahü teâlâ'ya sığınıyoruz. Çünkü mahrum ve rezil olup yüz perdesinin yırtılması, bedene yapılan işkenceden daha korkunçtur. İşte bunlar ölüm anında ölünün haline işarettir. Basiret sahipleri, gözle görmeden daha kuvvetli olan basiret ile bunu müşahede etmişlerdir. Kur'ân ve Sünnet bunun doğruluğuna şahidlik etmektedir. Evet! Ölümün hakikatinden perdeyi kaldırmak mümkün değildir; zira hayatı bilmeyen bir kimse ölümü bilmez. Hayatın bilgisi, ruhun esasındaki hakikatini bilmeye bağlıdır. Ruhun zatı, mahiyetinin idrâkine bağlıdır.
Oysa Hazret-i Peygambere (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu hususta konuşma izni verilmemiştir ve 'Ruh rabbimin emrindedir' demekten fazlasını söylemeye yetkili kılınmamışıtr. Bu bakımdan din âlimlerinin herhangi biri ruhun sırrına vâkıf olsa bile bunu söylemeye yetkisi yoktur. Ancak bu hususta izin verilen, ölümden sonraki ruhun halini zikretmektir.
Ölümün ruhun yok olmasından ve ruhun idrâkinin yok olmasından ibaret olmadığına birçok âyet ve hadîsler delâlet etmektedir:
Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Hayır, (onlar) diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadır. (Al-i İmrân/169)
Kureyş'in azgın büyükleri Bedir gününde öldürüldüklerinde Hazret-i Peygamber onlara şöyle seslenmiştir: 'Ey falan! Ey falan! Ey falan! Ben rabbimin bana va'd ettiğini hak olarak buldum. Acaba siz de rabbinizin size va'd ettiğini hak olarak buldunuz mu?'
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e 'Onlar ölüdürler. Onlarla nasıl konuşuyorsunuz?' denilince şöyle buyurdu:
Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun! Onlar sizden daha iyi duyarlar. Ancak cevap vermeye güçleri yetmez. 134
İşte bu hadîs, şakî bir kimsenin ruhunun baki kaldığı hususunda kesin bir hükümdür. O ruhun idrâkinin, marifetinin baki kıldığının kesin bir delilidir. Âyet ise, şehidlerin ruhları hakkında kesin hükümdür. Ölü bir kimse; ya said veya şakidir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kabir ya ateş çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir. 135
Bu hadîs-i şerîf, ölümün mânâsının, sadece bir halin değiştirilmesi, ölümün şekavet veya saadetinden olacak şeyin gecikmeksizin ölüm anında verilmesi hususunda açık ve kat'î bir hükümdür. Azabın veya sevabın bazı çeşitleri gecikebilir. Asılları ise gecikmez!
Enes Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Ölüm, kıyâmet demektir. Bu bakımdan ölen bir kimsenin kıyâmeti kopmuş demektir. 136
Sizden biri öldüğünde ona sabah akşam kıyâmet gününe kadar yeri gösterilir. Eğer cennet ehlinden ise, cenneteki yeri gösterilir!137
Azap ve nimetten oluşan iki yerin müşahedesindeki mânânın haldeki tesiri gizli değildir!
Ebû Kays'den şöyle rivâyet ediliyor: Biz Alkame ile beraber bir cenaze teçhizinde bulunuyorduk. Alkame şöyle dedi: 'Şu ölen kişinin kıyâmeti kopmuştur!'
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Herhangi bir nefse, cennet veya cehennem ehlinden olup olmadığını bilmeden dünyadan çıkması yasaktır'.
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kim hasta (veya garip) olarak ölürse, şehid olarak ölmüştür ve kabrin fitnelerinden korunmuştur. Rızkı sabah-akşam cennetten kendisine getirilir. 138
Mesrûk dedi ki: 'Bir Mü'minin lâhiddeki durumuna gıbta ettiğim gibi, hiç kimsenin durumuna gıpta etmiş değilim. O Mü'min, dünya yorgunluğundan istirahata kavuşmuş, Allah'ın azabından emin olmuştur'.
Ya'la b. Velid şöyle diyor: Birgün Ebu'd Derda ile yürüyordum. Ebu'd Derda'ya dedim ki: 'Sevdiğin bir kimse için ne istersin? 'Ölümü!' dedi. 'Eğer ölmezse?!' dedim. 'ınalının ve çocuklarının azalmasını isterim' dedi.
Ebu'd Derda, ölümü ancak şu hikmete binaen istemiştir: Çünkü ölümü ancak Mü'min bir kimse sever. Ölüm Mü'minin hapisten çıkmasıdır. Malın ve çocuğun az olmasını istemesi de malın ve çocuğun fitne olmasından ve dünyaya ünsiyet vermenin sebebi olmasındandır.
Kesinlikle ayrılacağı bir kimseye bağlanmak şekavetin son derecesidir. Çünkü Allah ve Allah'ın zikrinden başka her şeyden şüphesiz ki ölüm çağında ayrılmak zaruridir. Bu sırra binaen Abdullah b. Amr (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Mü'min bir kimsenin ruhunun çıktığı andaki misali hapse atılmış, sonra hapisten çıkarılmış bir kimsenin misali gibidir. Allah'ın zikrinden başkasına ünsiyet vermeyen, dünya meşgalelerinin kendisi hakiki sevdiğinden meneden bir kimseye şehvetlerin mukavemeti eziyet verir. Bu bakımdan ölümde, onun için bütün eziyetlerden kurtuluş vardır. Engel olmaksızın sevdiğiyle başbaşa kalmak vardır. Bu nimet ve lezzetlerin son noktasıdır. Allah yolunda öldürülen şehidler için lezzetlerin en kâmilidir; zira onlar dünya meşgalelerinden ilgilerini keserek savaşa dalmışlardır.
Allah'ın mükâfatına iştiyakları duyarak ve Allah'ın rızası uğruna öldürülmeye razı olarak savaşa dalmışlardır. Eğer kişi dünyaya iltifat ederse, onu kendi ihtiyarıyla âhiret ile değiştirmiştir. Satan sattığı mala bağlanmaz. Eğer ahirete iltifat ederse, onu satın almış ve ona müştak olmuş demektir. Satın aldığı şeyi gördüğünde onunla sevinci artar. Satmış olduğu şeyden ayrıldığında ona fazla iltifat etmez. Kalbi Allah sevgisi için boşaltmak, bazı hallerde mümkündür. Savaş ölümün sebebidir. Bu bakımdan bu hal üzerinde ölmenin idrâkine sebep olur. Bunun nimeti büyük olur; zira nimetin mânâsı, insanın isteğine varması demektir.
Kendilerine hoşlandıkları (erkek çocukları) nı (alyorlar) . (Nahl/57)
İşte bu cennet lezzetlerinin mânâlarını kapsayıcı bir ibaredir. Azabın en büyüğü; insanın maksadından menedilmesidir.
Artık kendileriyle arzu ettikleri şey arasına perde çekilmiştir. (Sebe/54)
Bu ibare, cehennem ehlinin cezalarını çok güzel bir şekilde ifade etmektedir.
Şehidler bu nimeti nefesi kesilir kesilmez, gecikmeden idrâk eder. Bu, yakîn nuruyla basiret sahiplerine keşfolunmuş bir şeydir.
Eğer delil için şahid istiyorsan, şehidler hakkında vârid olan bütün hadîsler buna delâlet ederler.
Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) babası Uhud günü şehid olan Câbire hitaben şöyle demiştir:
- Ey Câbir! Sana müjde vereyim mi?
- Allah sana hayır müjde versin! Bana müjde ver!
- Muhakkak ki Allahü teâlâ senin babanı diriltti. Huzurunda oturttu ve buyurdu: 'Ey kulum! Dile benden ne dilersen'. Baban 'Ey rabbim! Kulluğunun gereği gibi sana kulluk yaptım. Senden istediğini beni dünyaya geri göndermendir ki peygamberinle birlikte savaşayım. Senin uğrunda ikinci bir defa şehid edileyim!' dedi. Allah şöyle buyurdu. 'Benden daha önce senin dünyaya tekrar döndürülmeyeceğin hakkında hüküm çıkmıştır'. 139
Ka'b şöyle diyor: Cennette ağlayan bir kişiye 'Cennette olduğun halde neden ağlıyorsun' denir. Cevap olarak der ki: 'Allah yolunda bir defadan fazla öldürülmediğimden dolayı ağlıyorum. Oysa dünyaya döndürülüp üç defa öldürülmeyi isterdim'.
Bil ki Mü'min bir kimseye ölümün akabinde Allahü teâlâ'nın celâl ve azametinin genişliğinden öyle birşey keşfolunur ki dünya ona nisbeten, hapis ve dar bir geçit gibidir. İnsanın misali, kapkaranlık bir eve hapsedilmiş, (sonra) o evden geniş bir bahçeye kapı açılmış gibidir ki gözü o bahçenin sonunu göremez. O bahçede çeşitli ağaçlar, çiçekler, meyveler ve kuşlar vardır. Bahçeye çıkan kişi ikinci bir defa karanlık hapishaneye dönmek istemez.
Hazret-i Peygamber darb-ı mesel olarak ölen bir kişi hakkında şöyle buyurmuştur:
Şu ölen, dünyadan göç ettiği ve dünyayı dünya ehline terkettiği halde sabahladı. Eğer razı olmuş ise1, herhangi birimizin annesinin karnına geri dönmeyi istemediği gibi dünyaya geri dönmek onu sevindirmez,140
Hazret-i Peygamber bu hadîs-i şerîfıyle âhiret genişliğinin dünyaya nisbeten rahmin karanlığının dünyanın genişliğine nisbeti gibi olduğunu anlatmıştır.
Mü'min bir kimsenin dünyadaki durumu, ceninin anne karnındaki durumu gibidir, (cenin annesinin karnından çıktığında ışığı görüp yere konuncaya kadar ağlar! Bundan sonra yerine dönmeyi istemez. 141
Mü'min de böyledir, ölümden ürker. Rabbi'nin huzuruna vardığında dünyaya dönmeyi artık istemez. Tıpkı ceninin annesinin karnına dönmek istemediği gibi!
Hazret-i Peygamber'e şöyle (sallâllahü aleyhi ve sellem) denildi: Falan adam öldü! Ya istirahata çekildi veya halk ondan kurtuldu!142
Hazret-i Peygamber İstirahata çekildi' sözüyle Mü'mine, 'Halk ondan kurtuldu' sözüyle de fâcir kimseye işaret etti; zira dünya ehli fâcir kimseden kurtulup rahata kavuşur.
Ebû Amr şöyle diyor: Biz çocuk iken İbn Ömer, yanımızdan geçerken bir kabre baktı ve orada meydana çıkmış bir cimcime gördü. Bir kişiye cimcimeyi örtmeyi emretti, kişi cimcimeyi örttü.
Sonra İbn Ömer şöyle dedi: 'Toprak bedenlere zarar vermez. Ceza çeken veya mükâfat gören ruhlardır. .
Amrl43 b. Dinar'dan şöyle rivâyet ediliyor;. 'Ölen herkes aile efradının içinde olan şeyleri bilir. Muhakkak ki aile efradı onu yıkar, kefenler. Oysa o onlara bakar'.
Mâlik b. Enes şöyle demiştir: 'Bana gelen bir habere göre Mü'minlerin ruhları serbest bırakılmışlardır. Diledikleri yere giderler'.
Nu'man b. Beşîr, 144. Peygamberin minberde iken şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
İyi bilin ki dünyadan ancak yer ile gök arasında dolaşıp duran sinek gibi birşey kalmıştır. Bu bakımdan kabir ehlinden olan arkadaşlarınız hakkında Allah'tan korkun! Muhakkak ki sizin amelleriniz onlara arzolunur.
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Ölülerinizi kötü amellerinizle rezil etmeyin. Muhakkak ki kötü amelleriniz kabir ehlinden olan yakınlarınıza arzulanır.
Ebu'd Derda şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Abdullah b. Revaha’nın yanında benim mahcup olmama sebep olan bir ameli işlemekten sana sığınıyorum'. (Abdullah b. Revaha, Ebu'd Derda’nın ölen dayı siydi!)
Abdullah b. Amr b. el-As'a 'Mü'minler öldükleri zaman ruhları nerede olur?' diye sorulunca, cevap olarak 'Beyaz kuşların kursaklarında arş'ın gölgesindedirler. Kâfirlerin ruhları ise yerin yedi kat dibindedir' diye cevap verdi.
Ebû Said el-Hudrî, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Muhakkak ki ölü kendisini yıkayan, kendisini götüren ve kendisini kabrine indiren kimseyi tanır. 145
Salih el-Murrî146 şöyle demiştir: 'Kulağıma geldiğine göre ruhlar, ölüm anında bir araya gelirler. Ölülerin ruhları kendilerine katılan ruha şöyle derler: 'Senin yerin nasıldı? Sen iki bedenden hangisinde bulunuyordun? İyisinde mi, yoksa kötüsünde mi?"
Ubeyd b. Umeyr147 şöyle diyor: Kabir ehli haber beklerler! Onlara bir ölü geldiğinde Talan adam ne yaptı?' derler. O da 'O adam size gelmedi mi veya sizin yanınıza varmadı mı?' der. Bunun üzerine onlar derler ki: 'İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. O başka bir yere götürülmüştür'.
Cafer b. Said'den şöyle rivâyet ediliyor: 'Kişi öldüğünde yakınları tarafından karşılanan bir kimse gibi, kendisinden önce ölen çocuğu tarafından karşılanır'.
Mücâhid şöyle demiştir: 'Kişiye çocuğunun salahı kabrinde müjde olarak iletilir'.
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Mü'minin canı kabzolunduğu zaman Allah katında rahmet ehli onu karşılarlar. Tıpkı dünyada müjde getirenin karşılandığı gibi! Onlar derler ki: 'Kardeşinize, yorgunluğu gidinceye kadar mühlet verin! Çünkü kardeşiniz şiddetli bir üzüntüde idi!' Onlar o yeni gelene sorarlar: 'Filan adam ne yaptı! Falan kadın ne yaptı? Falan kız evlendi mi?' Daha önce ölen bir kişinin durumunu kendisine sorduklarında 'O benden önce öldü' dediğinde, "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn Öyleyse o, annesi olan cehenneme götürülmüştür!" derler.
134) Müslim, (Hazret-i Ömer'den)
135) Tirmizî, Taberânî
136) İbn Eb'id-Dünya
137) Buhârî, Müslim
138) İbn Mâce, (zayıf bir senedle)
139) İbn Eb'id-Dünya
140) İbn Eb'id-Dünya
141) İbn Eb'id-Dünya
142) Müslim, Buhârî
143) İbn Eb'id-Dünya
144) İbn Eb'id-Dünya
145) İmâm-ı Ahmed
146) Basrah ve zâhid bir kadı idi. H. 172'de vefat etmiştir.
147) Mekkelidir ve Leys kabilesindendir. Tabiînin büyüklerinden
Ölülerin konuşması ya kal veya ölülere anlatmak hususunda diriler için kullanılan kal lisanından daha açık olan hal diliyledir.
Ölü kabre konulduğunda kabir ona şöyle der: 'Ey Âdem oğlu! Beni düşünmekten seni aldatan ne idi! Benim fitne evi olduğumu bilmiyor muydun? Ben karanlık, tenhalık ve böceklerin eviyim. Benim yanımdan mağrur olarak geçtiğinde, durumumdan seni gâfil kılan ne idi?' Eğer ölü ıslah edici bir kimse ise, birisi onun yerine kabre cevap vererek şöyle der: 'Görmedin mi. o iyiliği emreder, kötülükten menederdi'. Buna karşılık kabir der ki: 'Ben bu durumda onun için yemyeşil bir bahçeye dönerim. Onun cesedi nura dönüşür. Ruhu da Allah'ın huzuruna yücelir'. 148
Hadîs'in râvisi, hadîs metninde bahsi geçen fidad kelimesinin mağrur olarak yürüyen, bir adım ileri atan, bir adım geri alan kimse demek olduğunu söylemiştir.
Ubeyd b. Umeyr el-Leysî şöyle diyor: 'Bir kimse öldüğünde defnedileceği çukur ona şöyle haykırır: 'Ben karanlık, tenhalık ve yalnızlık eviyim! Eğer sen hayatında Allah'a itaat eden bir kimse isen, bugün sana rahmet olurum. Eğer asi isen, bugün sana azap olurum. Öyle bir yerim ki Allah'a itaat ettiği halde gelen bir kimse sevinerek benden çıkar. Allah'a isyan ettiği halde giren bir kimse, zarar edip mahzun olarak çıkar.
Muhammed b. Şebih149 şöyle diyor: Kulağımıza geldiğine göre, bir kişi kabrine konulup azap gördüğünde veya hoşuna gitmeyen birşey isabet ettiğinde, komşusu bulunan ölüler ona şöyle seslenir: 'Ey dünyada arkadaş ve komşulardan sonraya kalan! Bizim durumumuzda senin için ibret yok mudur? Bizim önce gelişimizde senin için bir ders yok muydu? Sen bizim amellerimizin bizden kesildiğini ve sana da mühlet verildiğini görmedin mi? Neden arkadaşlarının elinden kaçan fırsatı değerlendirmedin?' Yeryüzünün parçaları da ona şöyle hitap eder: 'Ey dünyanın zahirine aldanan! Yerin içinde kaybolan ve senden önce dünyanın aldattığı kimselerden neden ibret almadın? Oysa dünya ile aldandıktan sonra eceli onları kabre getirip dostları tarafından karar yerine konduğunu görüyorsun'.
Yezid er-Rakkaşî şöyle diyor: Kulağıma geldiğine göre ölü kabrine konulduğunda amelleri onu çepeçevre sarar ve Allah o amelleri konuşturur. O ameller de derler ki: Ey çukurunda tek kalan kul! Dostlar ve aile efradın senden ayrıldı. Bugün bizden başka senin dostun yok!'
Ka'b şöyle demiştir: 'Sâlih kul kabrine konulduğunda namaz, oruç, hac, cihad ve sadaka gibi sâlih amelleri onun etrafını çepe çevre sararlar.
Yine Ka'b der ki: "Azap melekleri, ayaklan tarafından geldiklerinde namaz onlara 'Ondan uzaklaşsın! Siz ona varamazsınız. Çünkü beni kılmak maksadıyla Allah için bu iki ayak üzerinde uzun uzadıya ibadette bulundu' der. Bu bakımdan melekler, baş tarafından gelirler. Bu sefer oruç der ki: 'Siz ona musallat olamazsınız. Çünkü o dünya evinde Allah için uzun zaman susuz kaldı. Ona bu taraftan varacak imkâna sahip değilsiniz'. Böylece melekler beden tarafından gelirler. Bu sefer hac ve cihad meleklere şöyle haykırırlar: 'Ondan uzaklaşınız. O nefsini yordu, bedenine zahmet verip haccetti. Allah için cihad yaptı. Bu bakımdan ona varacak imkânımız yoktur'. Azap melekleri, bu sefer elleri tarafından gelirler. Sadaka meleklere şöyle haykırır: "Arkadaşımdan uzaklaşın! Zira bu ellerden Allah için nice sadakalar çıkmıştır. Bu bakımdan ona yetişemezsiniz'. Bunun üzerine o ölüye şöyle denir: 'Afiyet olsun! İyi olarak yaşadın, iyi olarak öldün'.
Ka'b der ki: 'Rahmet melekleri ona varırlar. Ona cennetten getirilen bir döşek ve bir yorgan sererler. Kabrinde gözün yetişebileceği kadar onun için genişlik yapılır. Cennetten ona bir kandil getirilir. Allahü teâlâ, onu kabirden hasredeceği güne kadar o kandilin ışığından nûrlandırır'.
Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr150 bir cenazede Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder
Ölü kendisini techiz ve teşyi edenlerin adımlarının sesini işittiği halde oturur. Kabrinden başka birşey onunla konuşmaz. Kabir ona der ki: Ey Âdem oğlu! Sen benden, darlığımdan, pis kokumdan, dehşetimden ve kurtlarımdan sakındırılmadın mı? Acaba benim için ne hazırladın?151
148) İbn Eb'id-Dünya
149) Adı, ELaı Abbas Seiumaktır. Bağdadlı meşhur bir vaizdir.
150) Künyesi Ebû Haşim el-Mekki'dir.
151) İbn Eb'id-Dünya