Giriş

Hamd, kullarını lütuflarıyla kapsayan, onların kalplerini dinin nûru ve vazifeleriyle tamir eden, lütuflarının birini rahmet derecelerinden ve celâl arşından en yakın semaya indiren, diğer padişahlardan celâl ve azametin sadece kendisine mahsus olmasıyla ayrılan, halkı kendisinden istemeye teşvik eden ve 'İsteyen var mı isteğini yerine getireyim', 'Af talep eden var mı affedeyim' diyen Allah'a mahsustur!

Hamd, rahmet kapısını ardına kadar açmak, kendisiyle kulları arasında gerilen perdeleri kaldırmak suretiyle diğer sultanlardan ayrılan; ister tenhalarda, ister kalabalık yerlerde, hangi hallerde olursa olsun, namazlarla münacaat ruhsatını kullarına bahşeden Allah'a mahsustur! O Allah ki yalnızca münacaat ruhsatını vermekle yetinmeyerek aynı zamanda onlara teşvik ve tergible de lütufta bulunmuştur. O pâdişahlar pâdişahının dışındaki zayıf krallar ancak kendilerine rüşvet verildiği ve hediyeler geldiği takdirde ziyaretçilerle başbaşa kalmak müsamahasını gösterirler. O'nun şânı ne büyüktür; saltanatı ne kuvvetlidir! O'nun lütfu tastamamdır ve ihsanı umumî ve kapsayıcıdır. O'nun rahmeti; seçilmiş peygamberi ve velisi Muhammed'e ve hidayetin anahtarları ve zulmetin çıraları olan âline ve ashâbına olsun! Ey rabbimiz! Kulun ve peygamberin Hazret-i Muhammed'i, onun âlini ve ashâbını her çeşit eksiklikten koru!

Bu girişten sonra deriz ki; namaz dinin direği; yakînin ipidir. İbadetlerin başı ve tâatların en âlâsıdır. Biz Basît'ül-Mezheb, Vasıf'ül-Mezheb ve Vecîz'ül-Mezheb adlı eserlerimizin fıkıh bölümünde namazın usûl ve fürûunu uzun uzadıya tesbit etmiş bulunmaktayız, Hatta mezkûr eserlerde namazın bindebir vaki olacak fer'î meselelerine ve şâzz hâdiselerine bile ihtimam göstermişizdir. Bu ihtimamı gösterdik ki o kitaplar fetva verenlere birer hazine olsun. Müftü, sıkıştığı zaman onlardan yardım istesin ve ihtiyaç anında da onlara başvursun. Şimdi biz burada ibadet edenler için namazın zâhir amellerinden ve bâtın sırlarından çok mühim olanlarına kısaca işaret edeceğiz. Fıkıh ilminde zikredilmesi âdet edinilmeyen niyet, ihlâs ve huşûun mânâlarındaki gizli incelikleri belirtmeye çalışacağız.

Bu kitabı yedi bölüme ayırdık:

1. Namazın faziletleri

2. Namazın zâhirî amellerinin faziletleri

3. Namazın bâtınî amellerinin faziletleri

4. İmamet ve iktida (imama uyma)

5. Cuma namazı ve âdâbı

6. Her müslümanın bilmeye muhtaç olduğu ve bilinmesi çok mühim olan çeşitli meseleler

7. Nafile ve benzeri ibadetler

4-1

Ezan Fazileti

Hadisler

Kıyâmet gününde simsiyah miskten yapılmış bir tepenin üzerinde üç grup insan beklemektedir. Onların bu bekleyişleri diğer insanların hesabı bitinceye kadar devam eder. Bu kişiler ne hesaptan korkmaktadırlar ve ne de manzaranın fecaati kendilerini ürkütmektedir. Bunlar;

a) Allah rızası için Kur'ân okuyan ve kendisinden razı olan bir cemaata imamlık yapan kişi,

b) Allah rızası için bir mescitte ezan okuyan ve halkı Allah'a ibadet etmeye dâvet eden kişi,

c) Dünyada rızk darlığına müptelâ olduğu halde âhiret amellerini terketmeyen kişidir. 1

Müezzinin sesini işiten cinler, insanlar ve herşey kıyâmet gününde onun hakkında şahidlik yaparlar. 2

Allahü teâlâ'nın kudret eli, ezanını bitirinceye kadar müezzinin başındadır. 3

'Ben gerçek müslümanlardanım, deyip salih amel işleyerek Allah'a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır?' (Fussilet/33) ayetinin müezzinlerin fazileti hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmektedir.

Ezanı işittiğiniz zaman, müezzinin sözlerini tekrarlayınız. 4

'Müezzinin dediği gibi' demek müstehabdır. Ancak 'Hayye alessâlah' ve 'Hayye alelfelâh' kelimelerini işiten kimse aynı kelimelerle değil 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh' kelimesiyle mukabele etmelidir. Müezzinin kâmet sırasında 'Namaza başlandı' mânâsına gelen 'Kad kametissalâh' kelimelerinde ise 'Allah namazı yer ve göklerin devamı müddetince daim ve kaim kılsın' mânâsına gelen 'Ekamehallahü ve edâmehâ mâdâmetissemâvâtu vel-ard' ile mukabele etmek müstehabdır.

Sabah ezanında 'Namaz uykudan daha hayırlıdır' anlamına gelen 'Essalâtu hayrun minennevm' kelimelerine karşılık olarak da 'Doğru söyledin' hayır sahibi oldun ve müslümanlara nasihat ettin' mânâsına gelen 'Sadakte ve berirte ve nasahte' kelimeleriyle karşılık vermelidir. Ezan bittikten sonra da gerek müezzin ve gerek dinleyenler şu duayı okumalıdır:

Ey Allahım! Ey bu eksiksiz dâvetin (ezan ve kametin) ve kılınan namazın sahibi! Kulun ve Rasûlün Muhammed'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) vesilet ve fazilet adlı dereceler ile daha yüksek dereceyi ihsan eyle! Onu va'dettiğin makâm-ı mahmûd'a gönder. Çünkü sen va'dine muhalefet etmezsin,

Said b. Müseyyeb 'Çölde namaz kılanın sağında ve solunda birer melek namaz kılar. Eğer aynı zat namaza ezan okuyup kamet ederek durursa dağlar misâli melekler onun ardında saf olurlar ve ona uyarak namaz kılarlar' demiştir.

1) Tirmizî, (İbn Ömer'den hasen bir senedle)

2) Buhârî, (Ebû Said'den)

3) Taberânî el-Evsat, Hasan b. Said, Müsned, (Enes'den zayıf bir senedle)

4) Buhârî ve Müslim, (Ebû Said'den)

Farz Namazların Fazileti

Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Namaz Mü'minler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur. (Nisa/103)

Hadîsler

Beş vakit namaz vardır ki Allahü teâlâ onları kullarına farz kılmıştır. Bu namazların hakkını hafife almayarak ve hiç birini zâyi etmeyerek edâ eden kimse için, cennete girmesi hususunda Allah'ın va'di vardır. Bu beş vakit namazı edâ etmeyen kimse içinse Allah nezdinde herhangi bir va'd yoktur. Allah onu dilerse azaba dûçâr eder; dilerse de cennete dâhil eyler. 5

Hazret-i Peygamber 'Beş vakit namaz tıpkı herhangi birinizin kapısının önünden akan gür ve tatlı bir nehir gibidir. Bu kişi günde beş vakit, kapısının önünden akan bu nehre dalarak yıkansa, acaba sizce bedeninde kirden iz kalır mı?' dedi. Ashâb 'Hayır ey Allah'ın Râsûlü! Hiç birşey kalmaz' deyince de şöyle buyurdu: İşte suyun kiri götürmesi gibi, beş vakit namaz da insanın bütün günahlarını siler süpürür'. 6

Kişi büyük günahlardan sakındığı takdirde, beş vakit namaz, aralarda vaki olan küçük günahların kefareti olur. 7

Biz müslümanlarla münafıklar arasındaki fark, yatsı ve sabah namazlarına devam etmektedir; çünkü münafıklara bu iki namazı cemaatla kılmak) ağır gelmektedir. 8

Allah huzuruna, namazı zayi ettiği halde gelen bir kimsenin iyiliklerinin hiç birisine önem verilmez. 9

Namaz, dinin direğidir. Kim namazı terkederse dini yıkmış olur. 10

Hazret-i Peygamber 'Hayırlı amellerin hangisi daha üstündür?' sorusuna 'Vaktinde kılınan namazdır' diye cevap vermiştir. 11

Beş vakit namaz, abdestlerini ikmâl ederek ve vakitlerini gözeterek edâ eden kimse için, kıyâmet gününde delil ve nûr olur. Onları, zayi ederek terkedenler ise, Firavun ve Hâmân ile haşrolunur. 12

Cennetin anahtarı namazdır. 13

Allahü teâlâ, kullarına Tevhîd inancından sonra namazdan daha sevimli bir vazifeyi farz kılmış değildir. Eğer namazdan daha sevimli bir vazife olsaydı, Allahü teâlâ meleklerini o vazife ile görevlendirirdi. Halbuki meleklerin bir kısmı rükûda, bir kısmı secdede, bir kısmı kıyamda ve bir kısmı da ka'dededir. 14

Namazı kasten terkeden, nerede ise küfre girecektir. 15

İmanın ipini çözüp direğini yıktığından dolayı imandan çıkmaya ramak kalmıştır. Nasıl ki, şehre yaklaşan bir kimse için 'Şehre vardı ve girdi' deniliyorsa, namazı terketmek suretiyle küfre yaklaşan kişi için de 'Kâfir oldu' mânâsına gelen fekad kefere tâbiri kullanılmıştır. Nitekim bir başka hadîste de şöyle buyurulmuştur:

Namazı kasten terkeden kimse, Muhammed'in zimmetinden çıkmış olur. 16

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) 'Güzel bir abdest alarak namaz kılmak gayesiyle evinden çıkan kişinin attığı her adım sanki namazdaymış gibi kendisine ibadet sayılır. Her adımıyla defterine bir sevap yazılır, diğer adımıyla da defterinden bir günah silinir. Müezzinin kametini işitip de icabet etmemek, uygun bir hareket olmaz. Ecir bakımından en büyüğünüz, camiden en uzak yerde oturanınızdır' dedi. Bunun üzerine dinleyenler 'Neden camiden en uzakta oturanımız, ecir bakımından en hayırlımız olsun?' dediler. Bunun üzerine Ebû Hüreyre de 'Çok adım attığından' diye cevap verdi.

Kıyâmet gününde kulun bütün amellerinden evvel namazlarına bakılır. Eğer namazı tam görülürse hem namazı ve hem de (bu namazın yüzü suyu hürmetine) bütün amelleri kabul olunur. Eğer namazı eksik görülürse namazı reddolunduğu gibi diğer amelleri de reddolunur!17

Hazret-i Peygamber, Ebû Hüreyre'ye şöyle demiştir:

Ey Ebû Hüreyre! Aile efradına namaz kılmayı emret. Çünkü bunu yaparsan, Allahü teâlâ sana ummadığın yerlerden rızık gönderir. 18

Âlimlerden biri 'Namaz kılan kişi, kâr etmesi ancak meşrû sermayesine bağlı olan tüccara benzer; farzları edâ etmedikçe, nafile namazları kabul olunmaz' demiştir.

Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) namaz vakti geldiğinde 'Kalkın! Yaktığınız ateşi söndürün! derdi.

5) Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Mâce ve İbn Hıbbân, (Ubâde b. Sâmit'ten) ; İbn Abdilberr hadîsi sahih kabul etmiştir.

6) Müslim, (Câbir'den) ; Müslim ve Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)

7) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

8) İmâm-ı Mâlik, (Said b. Müseyyeb'den mürsel olarak)

9) Taberânî, el Evsat, (Enes'den)

10) Beyhakî, Şuab'ul-Îman, (Hazret-i Ömer'den zayıf bir senedle)

11) Buhârî ve Müslim, (İbn Mes'ûd'dan)

12) İmâm-ı Ahmed ve İbn Hıbbân, (Abdullah b. Amr'dan)

13) Tayâlisî, (Câbir'den)

14) Taberânî, (Câbir'den) ; Hâkim, (İbn Ömer'den)

15) Bezzâr, (Ebu'd Derda'dan)

16) İmâm-ı Ahmed ve Beyhakî, (Ümmü Eymen'den)

17) Sünen sahipleri, (Ebû Hüreyre'den)

Tadil-i Erkân'ın Fazileti

Hadîsler

Farz namazı, teraziye benzer. Kim onu doğru tartarsa aynı muamele ile karşılanır. 19

Yezid er-Rakkaşî şöyle demiştir:

Allah Rasûlü'nün namazı, dizili inci kolyesi gibi intizamlı ve tartılı idi. 20

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Ümmetimden iki kişi namaz kılmaya kalkarlar. Rüku ve secdeleri aynı olduğu halde namazları arasındaki fark yer ile gök arası kadardır. 21

Hazret-i Peygamber, bu mübarek sözü ile namazda bulunması gereken huşûa işaret etmektedir,

Allahü teâlâ rükû ve secdelerinde belini doğrultmayan bir kulun yüzüne kıyâmet gününde şefkatle bakmaz. 22

Namazda yüzünü sağa sola çeviren kişi, yüzünün, Allah tarafından merkeb yüzüne dönüştürülmesinden korkmaz mı?23

Kim abdestine, secde ve huşûuna tam mânâsıyla riayet ederek herhangi bir namazı vaktinde edâ ederse, o namaz bembeyaz olarak Allahü teâlâ'nın huzuruna yükselip giderken, mânâ diliyle 'Benim hakkımı koruyarak edâ ettiğin gibi Allah da seni korusun!" der.

Vaktinin dışında ve abdestine, rükû, secde ve huşûuna riayet etmeksizin edâ eden bir kimsenin namazı ise, simsiyah olarak Allahü teâlâ'nın dilediği yere yükselinceye kadar mânâ diliyle 'Beni zayi ettiğin gibi Allah da seni zayi etsin!' diye beddua eder. Sonra da yükseldiği yerden paçavra gibi dürülerek sahibinin yüzüne çarpılır. 24

Hırsızların en kötüsü namazından çalandır. 25

İbn Mes'ûd ve Selman-ı Farisî (radıyallahü anh) şöyle demişlerdir: 'Namaz ölçektir. Kim onu tam ölçerse hakkını da öylece ölçüp alır. Kim onda hile yaparsa, o Allahü teâlâ'nın ölçü ve tartıda hile yapanlar hakkındaki fermanını bilmelidir'.

18) Irâkî, bu hadîsin aslına rastlamadığını kaydetmektedir.

19) İbn-i Mübârek, Zühd, (İbn Hasan'dan mürsel olarak) ; Beyhakî, Şuab'ul-İman, (İbn-i Abbâs'dan)

20) İbn-i Mübârek, Zühd .

21) İbn Mihber, Kitab'u1-Akl, (Ebû Eyyûb el-Ensârî'den; uydurma olduğunuda kaydetmiştir. )

22) Ahmed, (Ebû Hüreyre'den sahih olarak)

23) İbn Adiyy, (Câbir'den)

24) Tabarânî, Evsat, (Enes'den zayıf bir senedle)

25) Ahmed ve Hâkim, (Ebû Katade'den sahih bir isnadla)

Cemaatin Fazileti

Hadîsler

Cemaatle kılınan namaz tek olarak edâ edilen namazdan yirmiyedi derece daha üstündür. 26

Allah Rasûlü bazı namazlarda cemaate katılmayan kimseleri farkedince 'Yerine namaz kıldıracak bir kişiyi tayin ederek, gidip cemaatten (özürsüz olarak) geri kalan kimselerin evlerini yakmayı düşündüm' buyurdular. 27

Cemaatten (özürsüz olarak) geri kalan kimselere gidip onların evlerini, kucak dolusu odunlarla yakarak başlarına yıkayım. Çünkü eğer onlardan birisi yağlı bir kemik veya iki ok elde edeceğini bilseydi, mutlaka gelirdi.

Hazret-i Peygamber'in bu hadîste yatsı namazının cemaatini kasdettiği kaydedilmiştir.

Yatsı cemaatine gelen, o gecenin yarısını ibadetle ihyâ etmiş sayılır. Aynı gecenin sabah cemaatine de iştirak ederse bütün geceyi ihyâ etmiş olur. 28

Bir namazını cemaatle kılan, göğsünü ibadetle doldurmuş olur. 29

Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: 'Yirmi seneden beri ezandan evvel mutlaka camide bulundum'.

Muhammed b. Vasi ise şunları söylemiştir: 'Dünyada üç şeyi şiddetle arzuluyorum:

a) Kaydığım zaman beni doğrultacak bir kardeş,

b) Meşrû ve helâl bir rızık,

c) Cemaatle kılınıp da yanlışlarımı affettiren ve fazileti bana yazılan bir namaz'.

Rivâyet edildiğine göre, Ebû Ubeyde b. Cerrah, bir ara bir cemaata İmâm olur ve namazdan sonra da şöyle der: 'Şeytan kafamı kurcalayıp duruyordu; şöyle ki, kendimi herkesten faziletli görmeye başladım. Bu sebeple artık ebediyyen imamlık yapmamaya karar verdim'.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: Âlimlerle sık sık ihtilâtta bulunmayan (görüşüp konuşmayan) bir imamın arkasında namaz kılmayınız'.

İbrahim Nehaî de 'İlmi olmadığı halde imamlık yapan bir kimse, içinde bulunduğu denizi elindeki kapla ölçmeye kalkışan kimseye benzer. Denizin fazlalığını eksikliğinden ayırdedemez'.

Hatem-i Esem şöyle buyurmuştur: 'Cemaatle namazı kaçırdığım için sadece Ebû İshak el-Buharî taziyette bulundu.

Eğer bir çocuğum ölseydi, en az onbin kişi başsağlığı dilerdi. Bunun sebebi; insanlarca, dine gelen musibetlerin, dünya musibetlerine nazaran daha hafif telâkki edilmesindendir'.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) ise şöyle buyurmuştur: 'müezzinin sesini işittiği halde icabet etmeyen hayrı irade etmemiştir. Kendisi için de hayır murad edilecek değildir'.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) de 'Âdem oğlunun kulağının eritilmiş kurşunla doldurulması, ezanı işittiği halde ona icabet etmemesinden daha hayırlıdır' buyurmuştur.

Rivâyet ediliyor ki: "Meymun b. Mihran camiye girdiğinde 'Halk namazı kılıp dağıldı' denilince 'İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn! Benim için, elimden kaçan bu namazın fazileti, Irak valiliğinden daha sevimli idi' buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

İftitah tekbirini kaçırmadan kırk vakit namazı cemaatle edâ eden kimse için Allahü teâlâ, biri nifaktan, öbürü de ateşten olmak üzere iki beraat kararı çıkarır. 30

Rivâyet olunduğuna göre, kıyâmet gününde en parlak yıldızdan daha parlak bir yüze sahip bir kavim haşrolunur. Melekler, bu mutlu insanlara 'Sizi bu ihsana mazhar eden ameller ne idi?' diye sorduklarında şu cevabı alırlar: 'Bizler, ezan sesini işittiğimizde, derhal abdest almaya koşardık. Hiçbir meşgûliyet bizi bu vazifeden alıkoyamazdı'. Sonra, yüzleri ay gibi parlayan bir grup haşrolunur. Bunlar meleklerin 'Bu fazilete ne ile eriştiniz' sualine şu mukabelede bulunurlar: 'Bizler, namaz vakti gelmeden abdest alırdık'. Yüzleri güneş gibi parlayan üçüncü bir grup ise, 'Bizler, ezanı ancak mescidde dinlerdik' derler.

Rivâyet edildiğine göre, selef-i salihînden herhangi biri, cemaatin birinci tekbirini kaçırırsa, üç gün müddetle nefsine taziyede bulunurmuş. . . Eğer cemaati tamamıyla kaçırmış olurlarsa bu, yedi gün devam edermiş. . .

26) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer den)

27) Buhârî ve Müslim

28) Müslim, (merfû olarak) ; Tirmizî, (Hazret-i Osman'dan mevkuf olarak)

29) Irâkî bu hadîsi merfû olarak görmediğini, Said b. Müseyyeb'in kavli olarak rivâyet edildiğini söylemiştir.

30) Tirmizî, (Enes'den)

Kitabu Esrar'is-Salât ve Mühimmâtihî

Secdenin Fazileti

Hadîsler

Kul, gizli secdeden daha üstün bir ibadetle Allah'a yaklaşamaz. 31

(Gizli secdeden maksat evde kılınan nafile namazlardır) .

Allah'a bir defa secde eden müslüman, bir derece yükselir ve bu secde sayesinde bir günahtan da kurtulur. 32

Bir kişi Hazret-i Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'tan benim için, cennette arkadaşlığınızı nasip etmesini ve şefaatınıza mazhar olabilmeyi ister misiniz?' der. Bu istek karşısında Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: 'O halde sen de, çok secde etmek suretiyle bana yardımcı ol!'33

Kulun Allah'a en yakın hali secdede olduğu haldir. 34

Bu hadîs-i şerîf, Allahü teâlâ'nın 'Rabbine secde et ve (ibadetle) O'na yaklaş' (Alak/19) ve "Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır'. (Fetih/29) ayetlerinin açıklamasıdır.

İkinci ayetteki 'secde izleri" tâbirinden, secde ederken insanın yüz ve alın kısmına yapışan toz toprağın murad edildiği söylendiği gibi, bazı âlimler de 'Bu, namazdaki huşû halinden doğan nûr'dur' demişlerdir. En doğrusu da budur; çünkü bâtına ait olan bu nûr, zâhirde de ortaya çıkmaktadır. Bazı kimseler de 'Secde izleri, kıyâmet gününde, Mü'minlerin alnında görülen abdest izleridir' demiştir.

Hazret-i Peygamber bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur:

Âdem oğlu, secdeyi emreden ayetlerden birini okuyup da secde ettiğinde, şeytan kendisinden uzaklaşır ve ağlayarak şöyle der: 'Yazıklar olsun bana! Şu adam, secde ile emrolundu ve bu emre uydu. Böylece cenneti kazandı. Secde emrine isyan ettiğim için bana da ateş vardır'. 35

Hazret-i Abbas'ın torunu ve Abdullah'ın oğlu Ali'nin hergün bin defa secde ettiği rivâyet edilmektedir. Bundan dolayı kendisine 'çok secde edici' mânâsına gelen Seccâd denilmiştir.

Ömer b. Abdülaziz'in topraktan başka bir zemin üzerinde secde etmediği rivâyet edilmektedir.

Yûsuf b. Esbat gençlere şu şekilde hitab ederdi: 'Ey gençler! Hastalık gelmeden evvel sıhhatinizden istifade edin. Ben, secde ve rükûu tam mânâsıyla yapan kişiden başkasına gıpta etmem; zira benim de aynı şekilde hareket etmeme ihtiyarlık mâni olmaktadır'.

Said b. Cübeyr şöyle demiştir: 'Secdeden başka dünya hayatının, elimden kaçan hiçbir metaına üzülmüyorum'.

Ukbe b. Müslim36 'Kulun Allah tarafından en çok sevilen hasleti, O'na mülâki olmayı istemesidir. Allah'a en çok yaklaştığı an da secde halinde olduğu zamandır' buyurmuştur.

Ebû Hüreyre de 'Kulun Allah'a en yakın hali secde ettiği zamandır. Bu bakımdan, secde halindeyken çok dua edin!' demiştir.

31) İbn Mübarek, Zühd, (Zümre b. Habib'den mürsel olarak)

32) İbn Mâce, (Ubâde b. Sâmit'ten sahih bir senedle)

33) Müslim, (Rebi b. Ka'b el-Eslemî'den) . Bu suâli soran Rebî'in kendisidir.

34) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

35) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

36) Abdullah b. Amr ve başka sahâbilerden rivâyette bulunmuştur. Becelî'ye göre güvenilir bir zattır. H. 243 senesinde vefat etmiştir.

4-2

Huşû'un (Kalb Huzurunun) Fazileti

Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır;

O halde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl. (Tâhâ/14)

Sakın gâfillerden olma! (Âraf/205)

Ey îman edenler! Sarhoş olduğunuzda, ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın! (Nisâ/43)

Ayetteki sarhoşluk, bazı âlimlere göre dünya hayatına gösterilen ihtimamdan, bazılarına göre de dünya sevgisinden gelen sarhoşluktur.

Vehb b. Münebbih37 'Ayetteki sarhoşluk tabirinden zahirî mânâ murad edilmektedir' demiştir.

Bu zata göre, ayet dünya sarhoşluğuna dikkat çekmektedir. Çünkü ayette 'namaza sarhoş olarak niçin yaklaşılmayacağı'nın sebebi 'Ne söylediğinizi bilinceye kadar. . ' sözleriyle beyan edilmiştir. Nice namaz kılanlar vardır ki içki kullanmadıkları halde namazda ne okuduklarını bilmezler.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Hatırından dünyayla ilgili herhangi birşeyi geçirmeksizin iki rek'at namaz kılanın geçmiş günahları affedilir. 38

Namaz, Allah'ın huzurunda zelil olmak, tevazu göstermek, yalvarmak, yakarmak ve pişman olmaktan ibarettir. (Namazda) iki elini yere koyduktan sonra iki defa 'Ey Allahım! Ev Allahım!' de; çünkü bunu yapmayan kimsenin namazı eksiktir. 39.

Önceki peygamberlere gönderilen kitaplarda Allahü teâlâ'nın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir:

Ben, her namaz kılanın namazını kabul etmem. Ancak azametimin önünde tevazu gösteren, insanlara karşı kibirlenmeyen ve hatırım için aç fakirleri doyuranların namazlarını kabul ederim.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Namazın farz kılınması, hac ve tavafın (Kâbe'yi ziyaret etmek) emredilerek hacda yapılması gereken vazifelerin bildirilmesi, ancak Allah'ın zikredilmesi içindir. 40

Bu bakımdan, hedef ve maksadını Allahü teâlâ'nın azamet ve heybetinin zikri teşkil etmelidir; çünkü bunlar yoksa zikrinin ne kıymeti olabilir.

Hazret-i Peygamber, bir zata şu tavsiyede bulunmuştur:

Namazlarını sanki son namazını kılan bir kişi gibi kıl!41

Nitekim Allahü teâlâ da şöyle buyurmaktadır:

Ey insan! Gerçekten sen rabbin (in sevgisinle kavuşmak için çalışıp çabalamaktasın. Nihayet O'na kavuşursun. (İnşikak/6)

Allah'tan korkun; ki O size ilim öğretiyor. (Bakara/282)

Allah'tan korkun ve muhakkak O'nun huzuruna varacağınızı bilin. (Bakara/223)

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur. :

Kişinin kendisini fuhşiyat ve münkerden alıkoymayan namazı onu Allah'tan uzaklaştırır. 42

Namaz, Allah'a münacaattır. Acaba münacaatla gaflet bir araya gelebilir mi?

Bekir b. Abdullah43 'Ey Âdem oğlu! Allah'ın huzuruna izinsiz ve tercümansız olarak girebilirsin' demiş; 'Bu nasıl olur?' sualine de 'Abdesti tam olarak alıp da mihraba girdiğin zaman, izinsiz ve tercümansız olarak Allah'ın huzuruna girmiş olursun' cevabını vermiştir,

Hazret-i Âişe şöyle demiştir:

Rasûlüllah bizimle, biz de onunla konuşurduk; fakat namaz vakti geldiğinde sanki ne o bizi ve ne de biz onu tanımaz olurduk. 44

Zira Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle bir zamanda sadece Allah'ın azametiyle meşgul olduğu için herşeyi unuturdu.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ, kişinin, kalp ile bedenini birlikte bulundurmadığı namazına iltifat etmez. 45

Allah'ın dostu Hazret-i İbrahim namaza kalktığı zaman kalp vuruşları iki mil mesafeden duyulurdu.

Said et-Tenuhî46 namazda bulunduğu sürece gözyaşları devamlı surette akardı.

Hazret-i Peygamber, namaz içinde sakalıyla oynayan birisini gördüğünde şöyle buyurmuştur: 'Eğer bu adamın kalbinde korku olsaydı, muhakkak âzâları da tesir altında kalır ve onlarla oynamazdı'. 47

Taşlarla oynayan ve 'Rabbim! Beni cennet hurileriyle evlendir!' diyen birisini gören Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Huriler için ne kötü müşterisin sen! Hem taşlarla oynuyor ve hem de onları istiyorsun'.

Halef b. Eyyûb'a48 'Namaz sırasında üzerine konan sinekler sana eziyet vermiyor mu ki onları kovmuyorsun?' diye sordu. O da 'Kendimi namazımı ifsad edecek bir harekete alıştıramıyorum' cevabını verdi. (Arka arkaya yapılan üç hareketin namazı ifsad edeceğine işaret buyurmaktadır) .

Devamla 'O halde bu eziyete nasıl tahammül ediyorsun?' denilir. Halef 'Duyduğuma göre fâsıklar, sultanın kamçısı altında sadece filan sabırlıdır denilsin ve bu övgüyle iftihar etsin diye sabrederlermiş. . .

Bana gelince, ben rabbimin huzurundayım. Bir sineğin ısırmasıyla nasıl kıpırdanabilirim?'

Rivâyet edildiğine göre Müslim b. Yesar49 namaza hazırlandığı zaman çoluk çocuğuna 'Siz konuşmanıza devam edebilirsiniz. Zira namazdayken sizin söylediklerinizi duymuyorum' dermiş. . .

Yine aynı zat bir gün Basra Camii'nde namaz kılarken camiin duvarlarından biri yıkılır. Halk, enkaz altında kalanları kurtarmak için bir araya toplanır. Müslim, namazını bitirinceye kadar bu hâdiseden haberdar olmaz.

Hazret-i Ali namaz vakti geldiğinde titrer, beti benzi atardı. Bu durumu gören biri 'Ey emir'el-Mü'minîn! Bu sarsıntı ve telâş nedendir?' diye sorunca, şu cevabı verirdi: 'Göklerin, yer ve dağların kendilerine arzedildiğinde yüklenmekten sarf-ı nazar edip korktukları emanetin (namazın) vakti geldi de ondan. . '

Hazret-i Hüseyin'in oğlu Ali'nin (Zeyne'l-Abidîn) bir gün abdest alırken renginin solduğunu gören kimseler kendisine 'Abdest alırken sende görülen bu durum neden ileri geliyor?' diye sorarlar, o da 'Kimin huzuruna çıkmak istediğimi biliyor musunuz?' cevabını verir.

İbn-i Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, Dâvud'un (aleyhisselâm) münacaatmı şu şekilde nakletmiştir: 'Yâ rabb! Senin (keyfiyeti meçhul bulunan) divanında kim durmuş sayılır ve kimin namazını kabul edersin?' Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvud'a cevaben şunları vahyetmiştir:

Ey kulum Dâvud! Azametimin önünde eğilen, gününü beni anmakla geçiren, benim için nefsini şehvetlerden alıkoyan, benim için açı ve fakiri doyuran, garibi misafir eden ve dertlinin derdine derman olarak merhamet eden kimse divanıma kabul edilir ve onun namazını kabul ederim. Bu kimsenin nûru göklerde güneş gibi parlar. Bu kimse beni çağırdığında kendisine cevap veririm. Benden istediğinde ihsan ederim. Kendisine cehalette ilim, gaflette zikir ve zulmette nûr ihsan ederim. Bu kimsenin insanlar arasındaki yeri, cennetlerin en âlâsı olan Firdevs gibidir; nehirleri kurumaz ve meyveleri bozulup çürümez.

Hatem-i Esem'e namazı hakkında sual sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

Namaz yaklaştığı zaman, tam bir abdest alırım. Sonra namaz kılmak istediğim yere gelirim ve âzâlarım sükûnet bulsunlar diye orada biraz otururum. Bu maksat hasıl olunca kalkar, Kâbe'yi iki kaşımın arasına, sırat'ı ayaklarımın altına, cenneti sağıma, cehennemi soluma, ölüm meleğini arkama alır ve sanki son namazım olacakmış gibi korku ve ümid arasında namaza dururum. Herşeyine inanarak ve bütün özelliklerine riayet ederek tekbir alırım. Tertîl ile okumaya başlarım. Rükûa tevazu ile varırım. Huşû ile karışık secde yaparım. Sol kalça üzerinde oturup sol ayağın sırtını yayar, sağ ayağı baş parmağı üzerine dikerek otururum. Bu durumları ihlâsla mühürlerim. Bunları yaptıktan sonra da Allahü teâlâ'nın bu ibadetlerimi kabul edip etmeyeceğini bilmem; zira takdir O'na aittir.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) ise şöyle demiştir: 'Düşünerek kılınan iki rek'at namaz, bütün bir gecenin gâfil bir kalple ihyâ edilmesinden daha hayırlıdır'.

37) Künyesi Ebû Abdullah el-Enbarî'dir. Tâbiîn-i kirâmın zahit ve şâyân-ı itimâd alimlerindendi. H. 116 senesinde vefat etmiştir.

38) Buhârî ve Müslim, (Hazret-i Osman'dan)

39) Tirmizî, Nesâî, (Fadl b. Abbas'dan)

40) Ebû Dâvud, Tirmizî. (Hazret-i Âişe'den) Tirmizî'ye göre hadîs hasen'dir.

41) 1i İbn Mâce, (Ebû Eyyûb'dan) ; Hâkim, (Sa'd b. Ebî Vakkas'tan) Hâkimegöre senedi sahih'tir.

42) Taberânî

43) Künyesi Ebû Abdullah olup Basralıdır. H. 108 yılında vefat etmiştir.

44) Ezdî, Duâfâ, (Süveyd b. Gafele'den mürsel olarak)

45) Irakî, kaynağını bulamadığını söylemiştir.

46) Künyesi Ebû Muhammed olup, Şamlıdır. H. 168 senesinde vefat etmiştir.

47) Hakîm Tirmizî, Nevâdir, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle) . İbn Ebî

Şeybe'ye göre bu söz Said b. Müseyyeb'e aittir.

48) Âmir soyundan ve Belh şehrindendir. Şâyân-ı itimâd bir fakihtir. H. 209 senesinde vefat etmiştir.

49) Basralı, zâhid ve fakih bir kimsedir. Künyesi Ebû Abdullah'tır. H. 100 senesinde vefat etmiştir.

Mescidin ve Namaz Kılınan Yerin Fazileti

Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve son güne îman eden kimseler tamir eder. (Tevbe/18)

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Katâk (bağırtlak) adlı kuşun yuvası kadar da olsa bir cami yapana Allahü teâlâ, cennette bir saray inşa eder. 50

Mescidlerle ülfet edene (dostluk kurup kaynaşana) , Allah da ülfet eder. 51

Herhangi biriniz mescide girdiğinde oturmadan evvel iki rek'at namaz kılsın. 52

Cami komşusu için, (kâmil) namaz, ancak camide kılınan namazdır. 53

Biriniz namaz kıldığında, yerinden kalkmadıkça melekler ona şöyle dua ederler: 'Yâ rabbi! Rahmetini bu kulun üzerine indir! Yâ rabbi! Bu kuluna rahmet eyle!. . . Yâ rabbi! Bu kulunu affeyle!' Kişi konuşmadıkça veya mescidden çıkmadıkça meleklerin bu duası devam eder. 54

Ahir zamanda ümmetimden bir tâife gelecek ve bunlar camilere gelerek halka kurup oturacaktır. Bunların zikri dünya ve onun sevgisidir. Bu bakımdan sakın bunlarla oturmayınız. Allahü teâlâ'nın da bunlara (camilerde toplaşmalarına) hiç bir ihtiyacı (ilgi ve iltifatı) yoktur. . . 55

Hazret-i Peygamber, Allahü teâlâ'nın şöyle buyurduğunu haber vermektedir:

Yüryüzünde benim evlerim camilerdir. Bu evlerde beni ziyaret edenler de onları imar edenlerdir. Evinde temizlendikten (abdest aldıktan) sonra beni evimde ziyaret edene ne mutlu! Ziyaret edilenin şanına düşen ve azametine yakışan, ziyaretçisine ikramda bulunmaktır!

Hazret-i Peygamber bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur:

Mescide gitmeyi itiyad edinen kişiyi gördüğünüz zaman onun Mü'min olduğuna şahidlik ediniz. . . 56

Said b. Müseyyeb (radıyallahü anh) 'Camide oturan, rabbiyle (mânen) oturmuş sayılır. Bu bakımdan hayırdan başka birşey söylemeye hakkı yoktur' demiştir.

Bir rivâyette şöyle denilmektedir:

Hayvanların yemlerini yeyip bitirdikleri gibi, camideki dünya sohbeti ve kelâmı da hasenâtları yer bitirir. 57

Nehaî 'Selef-i salihîn, karanlık gecede camiye gitmenin cenneti icab ettirdiğine kanidirler' buyurmuştur.

Hazret-i Ali 'İnsanoğlu öldüğü zaman, yeryüzünde namaz kıldığı yer ve gökte de amelinin yükseldiği yer onun için matem tutarak ağlar' demiş ve sonra da şu ayeti okumuştur:

Gökte de, yerde de onlar (kafirler) için gök ile yer ağlamadı. (Duhan/29)

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) 'Ölen müslüman için yeryüzü kırk sabah ağlar' demiştir.

Atâ el-Horasanî de şöyle demektedir. 'Herhangi bir yer, üzerine secde eden bir kul hakkında kıyâmet gününde şahidlik eder ve öldüğü gün de onun için ağlar ve matem tutar'.

Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) Allahü teâlâ'nın namazla veya zikirle anıldığı bölge, etrafındaki bölge ve kıt'alara karşı övünür. Yedi kat altına varıncaya kadar o bölge, Allah'ın zikriyle müjdelenir. Namaza kalkan bir kul için kürre-i arz süslenir' demiştir.

'Herhangi bir yer, üzerinde konaklayanlar için ya rahmet diler, ya da lânet eder' denilmiştir.

50) İbn Mâce, (Câbir'den sahih olarak) ; İbn Hıbbân, (Ebû Zer'den) ; Buhârî ve Müslim, (Hazret-i Osman'dan)

51) Taberânî, Evsat, (Ebû Said'den zayıf bir senedle)

52) Buhâri ve Müslim, (Ebû Katade'den)

53) Dârekutnî, (Câbir ve Ebû Hüreyre'den zayıf olarak) ; Hâkim, (Ebû Hüreyre'den)

54) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

55) İbn Hıbbân, (İbn Mes'ûd'dan) ; Hâkim, (Enes'den sahih bir senedle)

56) Tirmizî, (hadîsin hasen olduğunu söylemiştir) ; Hâkim ve İbn Mâce, (Ebû Said'den sahih olarak)

57) Irâkî aslına rastlanmadığını kaydetmiştir.

4-3

Namaza Tekbir ile Başlamanın ve Tekbirden Önce Yapılması Gereken Zâhirî Amellerin Keyfiyeti

Namaz kılmak isteyen kimsenin abdest aldıktan, beden, mekân ve elbise temizliği yaptıktan ve diz kapağından göbeğine kadar olan avret mahallini örttükten sonra kıbleye yönelip dimdik durması ve ayaklarını aralıklı tutup bitiştirmemesi uygundur. Bu vaziyette durmak kişinin fıkıh bilgisinin ölçüsüdür.

Hazret-i Peygamber namazda safn ve safdı yasaklamıştır. Safd, iki ayağı bitiştirmek demektir; nitekim şu ayeti kerimede bu anlamda kullanılmıştır:

O gün mücrimleri (şeytanlarıyla birlikte) ayakları zincirlerle birbirine bağlanmış olduğu halde görürsün. . . (İbrahim/49)

Safn ayaklarından birisini kaldırmak demektir; nitekim şu ayette bu mânâda kullanılmıştır:

Süleyman'a ikindi zamanı üç ayağı üzerinde durup ön ayaklarından birini büküp tırnağını yere dayayan cins atlar arzedilmişti. (Sâd/31)

Namaz kılan kimsenin kıyamda iken ayakları konusunda dikkat edeceği keyfiyet budur. Dizlerini ve kemerin bağlantı yerini (belini) dümdüz tutmaya da dikkat etmelidir.

Başına gelince; dilerse dik tutar, dilerse de önüne doğru birazcık eğer. Eğmesi huşûa daha yakındır ve bu gözün sağa sola bakmasına da engel olur. Gözleri, namazı üzerinde kıldığı seccadeye bakmalıdır. Eğer seccadesi yoksa bir duvara yaklaşsın veya bakış mesafesini kısaltmak için hududunu belirten bir çizgi çeksin ki uzaklara bakıp düşüncesi dağılmasın. Seccadenin ve çizginin hududunu geçmemeye dikkat etmelidir. Bu durum rükûa gidinceye kadar herhangi bir tarafa bakmadan devam etmelidir. İşte kıyamın âdâbı budur!

Kıyamı, kıbleye yönelişi ve baş eğişi tamamlandığı zaman, niyet etmeden evvel, şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak için, Nâs sûresini okuduktan sonra kamet getirmelidir. Eğer kendisine uyacak birisinin bulunacağını ümid ediyorsa, daha evvel ezanı okumalıdır. Bütün bunlardan sonra niyet etmelidir. Meselâ öğle namazında niyet etmek, kalbinden 'Öğlenin farzını Allah için edâ ediyorum' diye geçirmektir.

Edâ tâbiriyle vaktinde kılınan namazı, kazaya kalmış namazdan; farz tâbiriyle, nafile namazdan; öğle tâbiriyle de ikindi ve başka namazlardan ayırdeder. Bu kelimelerin mânâlarını kalbinden geçirmelidir. İşte niyet budur!

Kelimeler bu niyetin hatırlanmasına birer sebep ve vesiledir. Niyetin hazır bulundurulması için aynı mânâların devamlılığını tekbirin sonuna kadar korumaya gayret sarfetmelidir.

Namazda Ellerin Kaldırılması

Kalbinde bu niyeti hazır bulundurduğu zaman salıverilmiş bulunan iki elini omuzları hizasına kaldırmalıdır. Avuçlarının sırtını omuzları hizasında tutacaktır. Baş parmağını kulakların yumuşağı hizasında tutup parmak uçlarını kulakların başları ile aynı hizada bulunduracaktır. Bu konuda gelen hadîslerin tamamıyla amel etmek için böyle yapılmalıdır.

Tekbir aldığında parmaklarını açar, baş parmak ile el ayasını kıbleye yöneltir. Parmaklar arasını ne fazla açar ne de fazla kapatır; normal bir durumda tutar. Çünkü haberlerin kimisinde parmakların arasının açılması kimisinde de kapatılması vârid olmuştur. Bu bakımdan ikisinin arasını bulmak için ne fazla açmak ne de fazla kapatmak gerekir.

Tekbir

Eller istikrar buldukları zaman, niyetin de varlığıyla birlikte iftitah tekbirini alarak ellerini salıverir. Ellerini, göğsün altında ve göbeğin üstünde, sağ eli solun üzerine koymak sûretiyle bağlar. Sağ daha şerefli olduğu için sola yükletilir. Sağ elin şehadet ve ortanca parmakları, solun bileği üzerine uzatılır. Baş parmak ile serçe ve yanındaki parmaklarla da sol bilek çepeçevre tutulur. Tekbirin, ellerin kaldırılıp istikrar bulmasından sonra salıverilmesiyle alındığı rivâyet edilmektedir. Bütün bunları yapmakta her hangi bir beis yoktur.

Ben tekbirin, elleri salıverip sonra bağlamak sûretiyle alınmasının daha uygun, olduğunu savunmaktayım. Çünkü tekbir, kalbi Allah'ın azamet ve kibriyasına bağlamayı ifade eden bir kelimedir. Ellerin birisini diğerinin üzerine koymak akid sûretinde olur, Bu akdin başlangıcı elleri salıvermek, sonucu ise bağlamaktır.

Tekbir'in başlangıcı elif sonu râ harfidir. Bu bakımdan fiil (ellerin bağlanması) ile akid (Allahu Ekber) arasında tevakkuf bulunması daha uygundur. Elin kaldırılması, bu başlangıcın mukaddimesi gibidir.

Tekbir alırken ellerini öne ya da arkaya doğru götürerek kaldırmamalıdır. Tekbiri bitirirken de ellerini sağa sola silkmemelidir. Ancak hafifçe ve yumuşakça yanlarına salıverdikten sonra yeni bir hareketle sağ elini sol elinin üzerine koymalıdır.

Bazı rivâyetlerde şöyle bildirilir:

Hazret-i Peygamber tekbir aldığı zaman ellerini yanlarına salıverirdi. Okumaya başladığında da sağ elini sol elinin üzerine koyardı. . . 58

Eğer bu rivâyetler sahih ise, bu bizim söylediğimizden daha evlâ olur.

Tekbir kelimesine gelince Allah lafzının sonundaki ha harfi ötre ile fakat mübalağa etmeksizin hafif bir şekilde okunmalıdır. Allah lafzının ha'sı ile Ekber'in elifi arasına vav'a benzer birşey sokmamalıdır. Çünkü böyle bir duruma ancak ötrede mübalağa yapmak sûretiyle varılabilir. Ekber kelimesinin be'si ile ra'sı arasına elif harfi koyarak sanki Ekbâr denmiş gibi yapmamalıdır. Ekber 'in sonundaki re harfi harekesiz okunur; ötre ile okunmaz. İşte tekbir ve tekbirle ilgili hükümler bunlardır.

Kıraat

Tekbir'den sonra istiftah (açılış) duâsına başlar. Allahu Ekber deyip tekbir aldıktan sonra;

Allahü teâlâ herşeyden daha büyüktür. Allah'a çok hamdeder ve O'nu her türlü ortaktan tenzih ederiz' demek güzeldir. 59

Bu duadan sonra da 'Veccehtü vechiye' duâsını Ve ene min'el-müslimîn'e kadar okumalıdır.

Bu duâdan sonra da şu dua okunmalıdır:

Ey Allahım! Seni hamdin ve yardımınla ortaklardan tenzih ederim. Senin ismin mübarektir; senin şânın yücedir. Senden başka kendisine kulluk edilecek ilâh yoktur. 60

Bu konuda vârid olan bütün hadîslerle amel etmiş olması için bunların tümünün okunması gerekir.

İmama uyduğunda imamın, mukdedînin (kendisine uyanın) Fâtiha sûresini okumasına fırsat verecek derecede uzun bir mühlet vermek âdeti yoksa, bu duâlardan birisini okumakla iktifa eder. Sonra eûzü besmele çekerek Fâtiha sûresini okumaya başlar.

Fâtiha sûresine besmele ile başlar, Fâtiha'nın bütün şeddelerine riayet eder, bütün harflerini mahrecinden okur. Dat ile zâ harflerinin mahreçleri arasındaki farka mümkün olduğu kadar itinâ gösterir. Fâtiha'nın sonunda 'Âmin' der. 'Âmin' kelimesini, mim harfini hafif okumak sûretiyle biraz uzatır. 'Âmin' kelimesini Veleddâllîn' kelimesiyle vasletmez (birleştirmez) .

Sabah, akşam ve yatsı namazlarının kıraatini sesli yapar. Ancak imama uymuşsa gizli okur. Fakat 'Âmin' kelimesini açıktan okur. (Hanefî mezhebinde imamın okuması, cemaat için de sayıldığından, cemaat okumaz, sadece imamı dinler) .

Fâtiha'dan sonra bir sûre veya en azından üç âyet okur. Sûrenin sonunda 'sübhânallah' diyecek kadar susar, ondan sonra da tekbir getirerek rükûa varır.

Sabah namazında (Hucurât sûresinden başlayıp Burûc sûresine kadar olan) mufassal sûrelerin uzunlarından, akşam namazında (Beyyine sûresinden başlayıp Kur'ân'ı sonuna kadar olan) kısa sûrelerden, öğle, ikindi ve yatsı namazlarında ise Bürûc ve benzeri sûrelerden okur.

Seferde iken sabah namazında Kâfirûn ile İhlâs sûrelerini okur. Sabah namazının sünnetinde, tavaf ve tahiyyatu'l-mescid namazlarında da Kâfirûn ile İhlâs sûrelerini okur. Bunları okuduğu süre içerisinde, kıyamda olup, namazın başlangıcında beyan ettiğimiz şekilde elleri bağlı olacaktır.

Rükû ve İlgili Hususlar

Kıraat tamamlandıktan sonra rükûa varıp burada da birtakım hususları gözetmelidir:

1. Rükûa varmak için tekbir getirmek,

2. Getirdiği tekbir ile birlikte ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırmak,

3. Tekbiri, rükûa varıncaya kadar uzatmak,

4. Rükûda ellerinin ayalarını, parmakları açık ve kıbleye yönelik olduğu halde diz kapaklarına koymak,

5. Parmaklarını baldırlarının üzerine sarkıtmak,

6. Dizlerini dimdik tutmak,

7. Belini düzeltmek,

8. Boynu ile başını, sırtıyla aynı seviyede tutup başını sırtından ne yüksekte ve ne de aşağıda tutmak,

9. Dirseklerini yanlarından uzak tutmak (kadın ise, kollarını yanlarına yapıştırmak) .

10. Rükûda üç defa 'Sübhâne Rabbiyel-azim' demektir. Eğer İmâm değilse, bu duayı yedi veya on defa okuması daha güzeldir.

Sonra rükûdan kıyama kalkar; ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırarak 'Semiallâhu limen hamideh' (Allahü teâlâ, kendisinin hamdini yapan kulunun duasını kabul eder) der, İtidalda tam olarak istikrar bulduktan sonra 'Rabbenâ leke'lhamdu miressemâvâti ve mirel arzı ve mi'le mâ şi'te min şey'in ba'du' (Ey rabbimiz! Sana gökler, yer ve onlardan başka istediğin şey dolusu hamd olsun!) der.

Sabah, güneş tutulması (küsuf) ve tesbih namazları hariç hiç bir namazda rükûdan sonraki kıyam (itidal) uzatılmaz. Sabah namazının ikinci rek'atında secdeye gitmezden önce hadîs-i şerîfte vârid olan kelimelerle kunut duasını okumalıdır. 61

Secde

Kıyam'dan sonra tekbir getirerek secdeye gider. Yere önce dizlerini koyar. Sonra açık alnını, burnunu ve daha sonra da ellerinin ayasını kor. Secdeye giderken tekbir alır.

Rükûdan başka bir hareket için ellerini kaldırmaz. Secdeye giderken evvelâ dizleri, ikinci derecede elleri, üçüncü derecede de alnı yere gelmelidir. Alnını ve burnunu yere kor. Kollarını yanlarından biraz uzak tutar. Kadın ise rükûda olduğu gibi bunun aksini yapar; kollarını yanlarına yapıştırır.

Erkek, secdede ayaklarını aralıklı tutar; kadın ise bitiştirir. Erkek, secdede karnını uyluklarına yapıştırmamalı; dizlerinin arasını açık bırakmalıdır. Kadın ise bu durumun aksini yapmalıdır. Ellerini omuzlarının hizasında yere koymalıdır. Ellerin parmaklarını açıp bitişik olarak uzatmalıdır. Baş parmağı da diğer parmaklarla birleştirmelidir; fakat birleştirmese de bir beis yoktur.

Köpeğin, kollarını yere yaydığı gibi kollarını yere yaymamalıdır. Çünkü bu şekilde kolları yaymak yasak edilmiştir. Secdeye vardığında üç defa Sübhâne rabbiye'l-a'lâ, demelidir. Bu duâyı İmâm olmayan bir kimsenin daha fazla söylemesi iyidir. Sonra secdeden kalkar, oturduğu yerde belini doğrultur ve itminana kavuşur. Başını, tekbir getirerek kaldırır, sağ ayağını diker, sol ayağının üzerine oturur.

Parmakları yayılı olduğu halde ellerini uyluklarının üzerine koyar; parmaklarını ne fazla bitiştirir ve ne de fazla açar, İstikrar bulduktan sonra 'Rabbiğfirlî verhamnî verzuknî vehdinî vecburnî ve âfinî va'fu annî (Ey rabbim! Beni affeyle! Bana rahmet et! Beni rızıklandır ve hidâyet eyle! Kusurumu ve noksanımı tamamla, bana âfiyet ihsan eyle ve benden affını esirgeme!) duasını okur. Tesbih namazının secdesi hâriç, bu oturuş hiçbir namazda uzatılamaz.

İkinci secde de böyle yapılır. Arkasında teşehhüd olmayan her rek'atta ikinci secdeyi müteâkip istirahat için hafif bir oturuş yaptıktan sonra elini yere koyarak kalkar. (Hanefîlerde bu istirahat yoktur) . Kalkarken, ayaklarından birisini öne atıp ona dayanarak kalkmamalıdır.

Tekbiri oturma ile ayağa kalkma arasını dolduracak kadar uzatmalıdır. Şöyle ki: Tam oturmada istikrar bulduğu zaman Allah lafzının 'h'sini, ellerine dayanıp kalkarken Ekber'in 'k'sini ve kıyâma kalkmanın ortasında da 'r'sini söylemelidir. Kalkışının tam ortasında tekbire başlamalı ki," tekbir, intikâlin ortasında olsun ve iki tarafı, başı ile sonu tekbirden hâli bulunsun. Bu durum, ta'ınime (veya ta'zime) daha yakındır.

İkinci rek'atı da birinci rek'at gibi kılar. Başlangıçta olduğu gibi eûzü'yü tekrarlar.

Teşehhüd

İlk teşehhüdü ikinci rek'atın sonunda yapar. Teşehhüd'den sonra Hazret-i Peygamber'e ve âline (bir rivâyete göre) salavât-ı şerîfe getirir. Sağ elini sağ uyluğunun üzerine koyar, şehadet parmağı hariç diğer parmaklarını kapatır. Baş parmağını salıvermesinde bir beis yoktur. İllallah dediğinde sadece sağ elin şehadet parmağıyla işaret eder. Lâ ilâhe'yi söylediği zaman şehadet parmağını kaldırmaz, ancak illallah dediği zaman kaldırır. İki secdenin arasında olduğu gibi birinci teşehhüdde de sol ayağının üzerine oturur.

Son teşehhüdde Râsûlullah'a (sallâllahü aleyhi ve sellem) getirilen salavât-ı şerîfeden sonra, vârid olan duâyı okur. İkinci teşehhüdün sünnetleri birincininki gibidir. Ancak ikinci teşehhüdde sol kalçasının üzerine oturur; çünkü kıyam olmadığı için emaneten oturmuş değildir.

Aksine istikrarlı bir şekilde oturmuştur. Son oturuşta sağ ayağını dik tutar, sol ayağını onun altından çıkarır. Eğer zorluk çekmezse sol ayağının da baş parmağının ucunu yere koyarak kıbleye yöneltir.

Bu vazifeleri yaptıktan sonra başını, sağ yanağı arkadan görülecek derecede çevirerek sağma ve aynı hareketi yaparak soluna selâm verir. Selâm vermekle namazdan çıkmaya niyet eder.

Birinci selamla sağındaki meleklere ve müminlere selâm vermeye, ikinci selâmla da diğer tarafındakilere vermeye niyet eder. Sünnet, selâmın uzatmadan, harekesiz okunmasıdır. (Örneğin es-selâm kelimesini uzatmaksızm aleyküm ile birleştirip geçiştirmelidir. Bazı âlimlere göre selâmın cezmi imamın onu acele okuması demektir ki imama uyanlar, ondan önce selâm vermesinler) . 62

Buraya kadar anlattıklarımız, tek başına kılınan namazla ilgili idi. .

Tekbirleri işitecek derecede sesli getirmelidir. İmâm ise, fazilete nail olmak için imamlığa niyet etmelidir. İmâm, imamlığa niyet etmezse bile cemaatın namazları imama uymaya niyet ettikleri takdirde sahih olduğu gibi, cemaat sevabına da nâil olurlar. Namazı tek başına edâ eden gibi İmâm da istiftah duâsıyla eûzüyü gizlice okur.

İmâm ve cemaat sesli okunan namazda 'Âmin' kelimesini âşikâre söyler. İmâm ile cemaatın âminleri beraber olmalıdır. Cemaat amin kelimesini imamdan sonra dememelidir. İmâm Fâtiha'yı bitirdikten sonra nefes almak için az bir zaman susmalıdır. İmama uyan da cehrî namazlarda bu zaman zarfında Fatiha'sını okumalıdır ki imamın zammı sûresini dinleme imkânına sahip olabilsin.

Cehrî namazlarda imama uyan, imamın sesini işitmediği takdirde zammı sûreyi okur. (Eğer işitirse dinlemelidir) . İmâm, başını rükûdan kaldırırken 'Semiallâhu limen hamide' der. İmama uyan da aynı kelimeleri tekrarlar. İmâm, rükû ve secdede üç defadan fazla tesbih okumamalıdır. Birinci tesehhüdde Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammedin' ibaresinden daha fazla birşey ilave etmeye yetkili değildir.

Üçüncü ve dördüncü rek'atlarda da Fâtiha'dan başka birşey okuyamaz. Namazı çok uzatmamalıdır. Son teşehhüd de salavât-ı şerife miktarından fazla olacak bir dua okumamalıdır.

Selâm verirken cemaat ile melekler üzerine selâm vermeye, cemaat da, selâmlarıyla imama cevap vermeye niyet etmelidir. Cemaat selâmını tamamlayıncaya kadar İmâm kıpardamamalıdır. Selam vermelerinden sonra İmâm yüzünü cemaata çevirmelidir. Eğer arkasında kadınlar da varsa onlar gidinceye kadar yüzünü çevirmemesi daha evlâdır. İmâm kalkmadıkça cemaattan hiç kimse kalkmamalıdır.

İmâm istediği tarafa, sağına veya soluna dönebilir. Ancak sabah namazının kunut duasını sadece kendisine tahsis etmeyip, 'Ey Allahım! Bizi hidâyet et!' deyip ve umumî bir şekilde ve açıktan yapar; cemaat da âmin der. Kunut duâsında ellerini göğsü hizasına kaldırır. Duânın sonunda elleriyle yüzünü mesheder; çünkü bu konuda hadîsler nakledilmiştir. 63

Eğer bu hususta hadîs olmasaydı, teşehhüdün sonunda olduğu gibi kıyas, elleri kaldırmamayı gerektirirdi.

58) Taberânî, (Muaz'dan zayıf bir senedle)

59) Müslim, (İbn Ömer'den) ; Ebû Dâvud ve Tirmizî (Cübeyr b. Mut'im'den)

60) Müslim, (Hazret-i Ali'den)

61) Beyhakî, (İbn-i Abbâs'dan) ; Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî, (sahih olarak)

62) Ebû Dâvud ve Tirmizî, (Ebû Hüreyre'den sahih olarak)

63) İmâm Gazâlî dışında bu hususu belirten bir kimseye rastlanılmamıştır.

Namazda Yasak Olan Hususlar

Hazret-i Peygamber şunları yasaklamıştır:

1. Safn

2. Safd (Bu iki terimin mânâsı daha önce zikredilmişti)

3. İka64

4. Sedl65

5. Keff66

6. İhtisar67

7. Salb68

8. Muvâsele69

9. Hâki'nin namazı70

10. Hâkibin namazı71

11. Hâzik'in namazı72

12. Acıkmış kişinin namazı

13. Öfkelinin namazı

14. Yüzünü örtenin namazı,73

İka: Lugatçılara göre, kalçaları üzerine oturup dizlerini dikerek köpek oturuşu gibi ellerini yere koymak; hadîsçilere göre, baldırları üzerine oturup ancak ayaklarının parmakları ile dizlerini yere değdirmek demektir.

Sedl: Ehl-i hadîsin sedl hakkındaki tefsirine göre bu, elbiseye bürünüp elleri yenlerine sokarak rükû ve secdeye varmaktır. Yahûdîler namazlarında böyle yaptıkları için, müslümanlara, onlara benzemek yasak edilmiştir. İç gömlek de aynı mânâda olduğundan elleri gömlekte olduğu halde rükû ve secdeye varmak da uygun değildir.

Bazı âlimler sedl'in, 'İzarın ortasını başının tepesine koyup kollarını omuzlarına koymaksızın sağ ve sol taraflarına sarkıtmak demek olduğunu söylemişlerse de birinci mânâ hakikate daha yakındır.

Keff:Secdeye giderken önünden ve arkasından eteklerini toplamak ve yakarı kaldırıp bedenine yapıştırmak demektir.

Keff (kaldırmak, bir araya getirip bağlamak) bazen saçlarda da olur. Bu bakımdan hiç kimse saçlarını örgü yapıp bağlayarak namaz kılmamalıdır. Bu yasak, sadece erkekleredir.

Hazret-i Peygamberin şöyle dediği rivâyet olunmuştur:

Yedi âza üzerinde secde edip, saç ve elbiseyi (secdeye giderken) toplayıp kaldırmamakla emrolundum. . . 74

Ahmed b. Hanbel (radıyallahü anh) namazda, kamis (baştan topuklara kadar sarkıtılan kaftan) üzerine kemerimsi birşeyin bağlanmasını mekruh görmüş ve bunu yasak edilen keff'ten saymıştır.

İhtisar: Ellerini böğrüne koymak demektir.

Salb: Kıyamda ellerini böğürlerine koyup pazularını yanlarından uzak tutmak demektir.

Muvasele: Bu beş kısımdır ki ikisi imamda aranır.

1. Kıraati tahrim tekbirine bitiştirmek.

2. Rükûu kıraata bitiştirmek. (En doğrusu tekbirden az sonra okumaya başlamalı ve okumayı bitirdikten az sonra da rükûa gitmelidir) .

İkisi de cemaatta aranır:

1. Tahrim tekbirini imamın tekbiriyle birleştirmek.

2. Selâmını imamın selâmıyla beraber vermek.

Beşincisi ise hem imamda, hem de cematta aranır ki bu, farz olan birinci selâmı ikinci selâm ile bitiştirmektir. Gerek İmâm, gerek cemaat iki selâmı az bir farkla vermelidirler.

Hâkin: Bevlden (küçük taharetten) sıkışan demektir. Hâkib: Büyük abdestten sıkışan demektir. Hâzik: Dar mest giyen kişi demektir.

Bütün bu durumlarda kılınan namazlar mekruhtur; zira bu durumlar namazda aranan huşûa mânidirler.

Acıkmış ve üzüntülü olan kimseler de bu mânâdadır. Acıkmışın namazının mekruh olması,

Hazret-i Peygamber'in şu hadîsi şerifinden anlaşılmaktadır:

Akşam yemeği hazır olduğunda namaz vakti de girmişse, evvelâ yemeği yeyiniz. 75

Ancak vakit daralmış veya kişinin yemeğe karşı pek iştahı yoksa o zaman namazın önce kılınmasında herhangi bir kerahet yoktur.

Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur:

Sizden biriniz, yüzü asık olduğu halde namaza durmasın. Öfkeli olduğu halde namaz kılmasın. 76

Hasan-ı Basrî de 'Huzur-u kalple kılınmayan namaz, sahibini cezaya daha tez götürür' demiştir.

Yine bir hadîste şöyle buyurulmuştur:

Namazda meydana gelen şu yedi şey şeytandandır:

1) Burundan gelen kan,

2) Uyuklamak,

3) Vesveseye saplanmak,

4) Esnemek,

5) Kaşınmak,

6) Sağa sola bakmak,

7) Herhangi birşeyle oynamak. . . 77

Bazı ulemâ bu şıklara, unutkanlık ile şüpheciliği de eklemiştir.

Seleften bir âlim şöyle demiştir: Namazda şu dört şeyi yapmak katılığın alâmetidir:

1. Sağa sola bakmak.

2. Yüzünü silmek.

3. Secdeyi rahat yapmak için taşları düzeltmek.

4. Namazı, önünden insanların geçmesi muhtemel yerlerde kılmak.

Hazret-i Peygamber, namazda parmakların birbirine geçirilmesini, çıtlatılmasını, yüzün kapatılmasını ve rükûda ellerin üstüste konulup bacakların arasına sokulmasını nehyetmiştir. 78

Bir sahabî 'Biz böyle (yukarıda zikredildiği gibi) yapardık; fakat Hazret-i Peygamber bizi böyle yapmaktan menetti'79 demiştir.

Secdeye giderken secde yerinin temizlenmesi için yere üflemek ve taşları elle düzeltmek de mekruhtur.

Çünkü bu gibi fiiller lüzumsuzdur. Ayaklarından birisini kaldırıp uyluğunun üstüne koymamalı ve kıyamda iken herhangi bir yere dayanmamalıdır. Eğer yaslandığı yer, yerinden oynatıldığı takdirde düşecek şekilde dayanmışsa, en açık fetvaya göre namazı bâtıldır. Allah herşeyi herkesten daha iyi bilir.

64) Tirmizî ve İbn Mâce, (Hazret-i Ali'den)

65) Ebû Dâvud, Tirmizî ve Hâkim, (Ebû Hüreyre'den) ; Hâkim senedin sahih olduğunu söylemiştir.

66) İbn-i Abbâs'tan

67) Ebû Dâvud ve Hâkim, (Ebû Hüreyre'den) ; Hâkim'e göre senedi sahihtir.

68) Ebû Dâvud ve Nesâî, (İbn Ömer'den sahih bir senedle)

69) Rezin, Tirmizî'ye nisbet etmiştir.

70) İbn Mâce ve Dârekutnî, (Ebû Umâme'den)

71) Hazret-i Âişe'den

72) Rezin, Tirmizî'ye nisbet etmiştir.

73) Ebû Dâvud, İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den hasen bir senedle)

74) İbn-i Abbâs'tan

75) İbn Ömer ve Hazret-i Âişe'den

76) İmâm Irâkî bu hadîse rastlamadığını söylemiştir. Bkz. Kut'ul-Kulûb

77) Tirmizî, (Adiyy b. Sâbit'den garib olarak)

78) İmâm-ı Ahmed, İbn Hıbbân, Hâkim, Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ka'b b. Acere ile Ebû Hüreyre'den)

79) Buhârî ve Müslim, (Sa'd b. Ebî Vakkas'dan)

Farzların ve Sünnetlerin Açıklaması

Âhiret yolcusunun gözetmekle vazifeli olduğu farz, sünnet, âdâb ve heybetleri kapsamaktadır; zikredeceklerimizin onikisi farzdır:

1) Niyet.

2) Tahrim tekbiri.

3) Kıyam (ayakta durmak) .

4) Fâtiha'yı okumak.

5) Rükûda istikrara kavuşacak ve ellerinin ayası dizlerine değecek kadar eğilmek.

6) Rükûdan, sırtının kemikleri düzelecek derecede rükûda kalkmak.

7) Secdeye, istikrar bulacak derecede varmak (secdede iki elin yere konması farz değildir) .

8) Birinci secdeden, belini doğrultacak derecede kalkmak.

9) Son teşehhüdde oturmak.

10) Son teşehhüd.

11) Son teşehhüdde Râsûlullah'a salavât-ı şerife getirmek.

12) Birinci selâmı vermek. (Namazın çıkış niyeti, farz değildir) .

Bu saydıklarımızın dışındakiler farz değil sünnet ve farzlarda sünnetler ve heybetlerdir.

Sünnetlere gelince; amelî sünnet dört tanedir:

1) Tahrim tekbirini alırken ellerini kaldırmak.

2) Rükûa varmak için ellerini kaldırmak.

3) Rükûdan kalkarken ellerini kaldırmak.

4) Birinci teşehhüd için oturmak.

Bizim 'Teşehhüd için otururken parmaklar nasıl yayılır ve ne zaman kaldırılır' şeklindeki açıklamamıza gelince, bunlar teşehhüd için yapılan oturuş sünnetinin hey'etleridir. Kalçalar üzerine oturmak, (ikinci teşehhüde otururken) sol ayağı sağın altından çıkarmak ve (birinci oturuşta) sol ayağın üzerine oturmak ise celseye (oturuşa) tâbi birer heybettirler.

Başı eğmek, sağ sola bakmayı terketmek ise, kıyama tâbi hey'etlerden olup (zâhirde) sûretini güzel göstermek içindir. Teşehhüdü bulunmayan her rek'atın ikinci secdesinden sonra istirahat için azıcık oturmayı amelî sünnetin esaslarından saymadık. Çünkü bu oturuş, secdeden kıyama kalkma hey'etini güzelleştiren birşey olup haddizatında yapılması gerekenlerden değildir. Aksine secdeden kıyama kalkışa yardımcı olsun diye yapılır. Ayrı zikredilmemesi de bu sırra binaen olsa gerek.

Zikirlerden olan sünnetler ise şunlardır.

1) İstiftah (açılış) duasını okumak.

2) Eûzü çekmek.

3) Amin demek, (Bu, müekked sünnetlerdendir) .

4) Fâtiha'dan sonra bir sure okumak.

5) İntikal (meselâ kıyamdan rükûa, rükûdan itidala ve oradan da secdeye gitmek) için getirilen tekbirler.

6) Rükûda,

7) Secdede,

8) Rükû ve secdeden kalkarken ve

9) Birinci teşehhüdde yapılan zikirler.

10) Birinci teşehhüdde getirilen salavât-ı şerîfeler.

11) Son teşehhüdün sonunda okunan dua.

12) İkinci selâm.

Bütün bunları sünnet ismi altında topladıksa da, dereceleri ayrı ayrıdır. Zira bu saydıklarımızdan dört tanesi (Kunut duası, birinci teşehhüd, birinci teşehhüd için oturuş ve birinci teşehhüdde salavât-ı şerife getirmek) terkedildiği zaman ancak sehiv secdesiyle telâfi edilir. Fiillerde ise, sünnet bir tanedir. O da birinci teşehhüd için birinci oturuştur.

Namazın dörtlü olup olmamasının bilinmesi için, dikkat edenlerce bilinsin diye, birinci oturuş namaz nazmının tertibine tesir eder. Ellerin kaldırılması ise böyle değildir; zira onun namaz nazmında zerre kadar bir tesiri yoktur. İşte bu sebepten dolayı birinci oturuşa, namazın bâz'ı denilmiştir.

Bir kısım âlimlere göre, bâz sayılan hareketler, terkedildiklerinde secde-i sehivle telâfi olunurlar. Üçü hariç, zikrolunan bu sünnetlerin hiçbiri secde-i sehiv gerektirmez. Sehiv secdesi gerektirenler şunlardır:

1. Kunut duasının terki.

2. Birinci teşehhüdün terki.

3. Birinci teşehhüdde getirilen salavât-ı şerîfelerin terki.

İntikal tekbirleri ve rükû, secde ve bu ikisinden kalkarken okunan zikirlerin terkedilmesi ise secdeyi gerektirmez. Zira rükû ve secdenin sûretleri âdete muhalif olduğundan, buradaki zikirler terkedilip onlara intikal etmek için tekbirler getirilmese dahi ibadet mânâsı hâsıl olur. Buradaki zikirlerin olmaması ibâdet sûretini değiştirmez.

Teşehhüd (ün okunması) için oturmaya gelince, bu mûtad bir oturuştur ve teşehhüd için ihdas edilmiştir. Bu bakımdan onun terkinin tesir edeceği besbelli bir hakikattir. İstiftah duâsı ile zammı sûrenin terkine gelince; kıyam, Fâtiha-i şerîfe ile ma'ınûr olup, ibâdet âdetten bu sayede ayrıldığı için, bunların terkedilmesi herhangi bir menfi tesir yapmaz.

Son teşehhüddeki dua da böyledir. Sabah namazındaki kunut duâsı ise, secde ile telâfi, edilmekten en uzak duâlardandır. Fakat sabah namazındaki itidalin uzatılması sadece kunut duâsının okunması için meşru olduğundan, secdeden sonra istirahat için uzatılan istirahat oturuşu gibi olmuştur.

İstirahat oturuşunun, teşehhüdle uzatılıp birinci teşehhüdün celsesi kabul edildiği gibi, sabah namazının bu kıyamı da kendisinde vâcib bir zikir bulunmayan mûtad ve uzun bir kıyamdır. Uzunluk vasfıyla sabah namazının dışındaki namazların kıyamlarından ayrılır, (Zira sabah namazından başka hiçbir farzda böyle uzun bir kıyam yoktur) . 'Bu uzun kıyamda, vacip olan bir zikir yoktur' demekle de namazın esasından olan kıyamdan ayrılmıştır. Eğer 'Farzların sünnetlerden ayrılması mâkul bir keyfiyettir. Şöyle ki: Farzın yapılmamasıyla namaz sahih olamaz; Fakat sünnet böyle değildir. Farzın terkinde ikap ve ceza vardır; sünnetin terkinde ise böyle birşey yoktur. Sünnetin bir kısmını diğerlerinden ayırmaya gelince bu, karışık bir durumdur. Çünkü bütün sünnetler istihbab yoluyla emrolunmuşlardır. Hiçbirinin terkinde ikap yoktur. Ancak hepsinin yapılmasında sevap mevcuttur. O halde sünnetler arasındaki ayırımın mânâsı nedir ve bu ayırım nasıl yapılır?' dersen; buna şöyle cevap verebiliriz:

Bütün sünnetlerin, ifasında sevabın varlığında, terkedildiğinde ikabın yokluğunda ve istihbabiyette eşit olmaları, aralarındaki ayrımı kaldıramaz. Biz bu hükmü şöyle bir misâl ile açıklayabiliriz: İnsan ancak bâtınî mânâ ve zâhirî âzalarıyla kâmil bir insan sayılabilir. İnsanın kemâlini intac eden bâtınî mânâ, hayat ve ruhudur; zâhirî mânâ ise, âzaların cisimleridir. Bu hakîkat böylece bilindikten sonra mâlumdur ki, kalp, ciğer ve dimağ gibi, yok olmasıyla insanın yok olmasına sebep olan bazı âzalar varsa da, fevt olması hayatın fevtine değil, ancak maksatlarının fevtine sebep olanları da vardır: Göz, el, ayak ve dil, bu gruba misâl olarak gösterilebilir.

Bazılarıyla da ne hayat ve ne de maksatları fevt olur. Ancak güzelliğin yok olmasına sebep olur hepsi o kadar: Kirpik, sakal, kaş ve yüz güzelliği gibi.

Bazılarının yokluğunda ise güzelliğin esası de yok olmaz; ancak onunla güzelliğin kemâli kaybolur. Kaşların yay gibi oluşu, sakalın ve kirpiklerin siyahlığı, âzaların uygunluğu, cilt renginin kırmızı ve beyaz karışımı olması gibi. . . İşte bunlar âzalar arasında ayrı ayrı derecelerdir.

İbadet de bunun gibi şeriatça tasvir edilmiş bir sûrettir. Şeriat aynı zamanda bizleri onu elde etmeye de mecbur kılmıştır. Bu bakımdan ibadetin ruhu ve bâtıni hayatı huşû, niyet, kalp huzuru ve ilerideki bahislerde geleceği gibi ihlâstır. Biz ise, şu anda onun zâhirî parça ve cüzlerini beyana çalışıyoruz. Bu bakımdan rükû, secde, kıyam ve sair rükünler, ibadetin kalbi, baş ve ciğeri mesabesindedir. Çünkü bunların yokluğu namazın olmamasına sebebiyet verir.

Daha önce zikrettiğimiz ellerin kaldırılması, istiftah duası ve birinci teşehhüd gibi sünnetleri ise, ibadetin elleri, gözleri ve ayakları mesabesindedir. Şahsın hayatı bazı âzaların yokluğuyla yok olmadığı gibi namazın sıhhati de bunların yokluğuyla bozulmaz. Ancak şahıs bu âzaların yokluğuyla çirkinleşip, rağbetten düşer. Namazın bu gibi sünnetlerini terkedip sadece farzlarla iktifa eden de böyledir.

Namazında sadece farzlara yer veren bir kimse, padişaha, diri, fakat elleri, kolları ve bacakları kesik bir köleyi hediye eden gibi olur. Namazın, sünnetlerden sonra gelen hey'etlerine gelince; onlar insan güzelliğinde rol oynayan kaş, sakal, kirpik ve güzel renk yerine kaim olur. Sünnetlerdeki zikirlerin vazifeleri ise, güzelliğin tamamlayıcısıdır. Kaşların kavis yapması, sakalın çevirmesi ve benzeri gibi. .

Kısaca namaz senin elinde, Allah'ın rahmetine bir yaklaşma vesilesi ve kıymetli bir hediyedir. Onunla padişahlar padişahına mânen yaklaşılır. Sultanlara yaklaşmak isteyenin elinde bulunan ve ona hediye edilecek bir câriye (teşbihte hatâ olmasın) gibidir. Bu hediyeyi bugün Allahü teâlâ'ya arzedersin. Yarın en büyük arz gününde O bunu sana iade edecektir. Bu bakımdan onun güzellik veya çirkinliğinde seçim senin elinde olup, takdir sana aiddir. İyi de yaparsan kendine, kötü de yaparsan kendine aittir.

Sakın sünneti farzdan ayırdetmek için fıkıhla kurduğun ilişkiden nasibin 'ınademki sünnet, terki caiz olan bir ibadettir. O halde terkedeyim' olmasın. Zira böyle bir hareket, tıpkı bir doktorun 'Gözün çıkartılması insan vücudunu yok etmez. Gözü kör edilen köle, sadece hediye olarak sultana arzedildiği zaman kabul olunmayacağı korkusuyla karşı karşıyadır' sözüne benzer. İste sünnet, hey'et ve âdâbın mertebelerini böylece bilip takdir etmek gerekir.

Rükû ve secdesi tamamen edâ edilmeyen namaz, kıyâmette sahibinin gırtlağına sarılan ilk hasımdır. Sahibine 'Beni zayi ettiğin gibi Allah da seni zâyi etsin!' diye bedduada bulunur.

Namazın rükünlerinin kemâli hakkında verdiğimiz bilgileri dikkat ve itina ile mütalaa et ki, tesirlerini hakîkî bir şekilde görebilesin!

Not: Müellif tarafından verilen fıkhî malumât (kendisinin bağlı olduğu) Şâfiî mezhebine göredir. Okuyucularımız bu hususu dikkate almalıdırlar.

Kalbin Amelinden Olan Bâtınî Şartlar

Bu bölümde, namazın huşû ve kalp huzuruyla olan bağlantısını açıklayıp, sonra bâtınî mânâlarını ve bu mânâların hududlarını, sebep ve ilâçlarını zikredeceğiz. Âhiret azığı olmaya elverişli bir hale gelmesi için namazın her rüknünde hazır bulundurulması gereken mânâların tafsilâtını vereceğiz.

4-4

Namazda Huzur ve Huşû Şarttır

Bunun birçok delilleri vardır. Şu ayet bu delillerden biridir: Beni anmak için namaz kıl! (Tâhâ/14)

Bu emrin zahirinden Allah'ı anmanın vâcib olduğu anlaşılır. Gaflete dalmak ise, anmaya zıt düşmez mi? (O halde huzur şarttır. )

Namaz boyunca gaflet içerisinde bulunan kimse, nasıl olur da Allah'ı anmak için namaz kılanlardan sayılabilir?

Sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar, namaza yaklaşmayınız (Nisâ/43)

Bu hüküm, sarhoşun namazdan niçin menedildiğinin illet ve hikmetinin beyânıdır. Dünya düşüncelerine dalıp vaktini vesveselerle geçiren her gâfil hakkında bu hüküm câri ve mer'îdir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Namaz ancak (Allah'a karşı izhar edilen) meskenet (zillet) ve tevâzûdan ibarettir.

Bu hüküm 'es-salât' kelimesindeki harf-i tarif ve 'innemâ' kelimesi ile de tekid ve takviye edildi. Buna bir nazire olarak deriz ki; fakihler 'Şuf'a hakkı sadece taksim kabul etmeyen nesnelerde vardır hadisinden, hasr, isbat ve nefyi anlamışlardır, (Yâni şuf'a taksim kabul etmeyenlerden başka birşeyde olamaz, sadece bunlar için geçerlidir. Bu bakımdan namaz hakkındaki hadîsin mânâsı da şöyle olur: 'Namaz sadece Allah'a karşı gösterilen zillet ve tevazu ile kılınırsa namaz olur. Bunlarsız kılınan namaz, namaz sayılmaz') .

Delillerden biri de şudur:

Kimin namazı, kendisini fuhşiyat ve münkerden alıkoymazsa, o kişi gittikçe Allah'tan uzaklaşır.

Gafilin namazı ise, sahibini fuhşiyat ve münkerden menetmez. Bu bakımdan böyle bir namaz kişiyi gittikçe Allah'tan uzaklaştırır.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Nice kâim (namaz kılan) vardır ki namazından nasibi, sadece yorgunluktur. 80

Hazret-i Peygamber bu hadisinde gafilden başkasını kasdetmemiştir.

Kişi namazından ancak anladığı kadarını kılmış sayılır. 81

Bunun tahkiki şöyledir: Başka bir hadîste vârid olduğu gibi, namaz kılan rabbine münacaat etmiş olur82, gafletle yapılan münacaat ise hiçbir zaman münacaat olamaz.

İnsanoğlu, zekât verdiğinde gâfil olsa bile, zekâtın verilmesi temelde şehvete muhalif ve nefse zor geldiği için ki oruç da böyledir; bedenin kuvvetini kırar; Allah'ın düşmanı şeytanın âleti olan hevâ-i nefsi parçalar böyle bir zekâtın ve tutulan orucun kabul olunması uzak bir ihtimal değildir.

Hac da böyledir; fiillerinde meşakkat ve şiddet vardır. Kalp huzuru ister olsun, ister olmasın, hac farizasının ifası esnasında elem ve eziyete sebebiyet veren bir çalışma vardır.

Namaza gelince, namazda ancak zikir, kıraat (okuma) , rükû, secde, kıyam (ayakta durmak) ve kuud (oturuş) vardır.

Bunların tahlili ise şöyledir: Nasıl ki oruçta yeme, içme ve cinsî münasebetten kesilmekle mide; haccın zorluğuyla beden, zekâtın ve sevilen malın verilmesiyle de kalp denendiği gibi, zikir de ancak Allah ile münacaat ve muhaveredir. Bu bakımdan zikirden ya hitap ve mühavere kastedilir veya dilin çalışmasını denemek için harf ve sesler kastedilir.

Şüphe yoktur ki, bu (ikinci) kısım (kastedildiği takdirde, namaz) bâtıldır; zira dili hezeyanla kıpırdatmak, gâfil bir kimseye en hafif gelen birşeydir. Bu bakımdan dil çalışması olduğundan imtihan ve zorluk değil, aksine harflerin telaffuzundan konuşma kastolunur. Konuşma ise, kalpteki mânâları aksettirmedikçe konuşma sayılmaz. Kalpteki mânâların tercümanı ancak kalp huzuru bulunursa olabilir.

Eğer kalp gâfil ise, ' (Yâ rabbî!) Bizi dosdoğru yola hidayet et!' demenin ne faydası vardır?

Dua ve tazarru kastedilmedikçe dilin gafletle kıpırdanması zorluğuna katlanmanın ne mânâsı olabilir? Hele bu kabil kıpırdanmayı âdet edindikten sonra hiç de faydası olamaz. İşte zikirlerin hükmü budur. Bu hakikatlerden daha öteye giderek derim ki: Eğer birisi, Falan adama teşekkür edeceğim, kendisini övmek suretiyle ondan ihtiyacımı gidermesini isteyeceğim' diyerek yemin etse, sonra da bu mânâları ifade eden kelimeleri uykuda iken (tesadüfen) söylese yeminini yerine getirmiş sayılmaz.

Hatta isteğini karanlıkta tekrarladığı zaman o adam da orada bulunsa, fakat kendisi onun orada olduğundan haberi olmasa ve onu görmese yine yeminini yerine getirmiş sayılmaz. Çünkü kasdettiği adam kalbinde hazır olmadıkça konuşması ona hitap etmek sayılmaz. Eğer kasdettiği kimsenin de bulunduğu bir anda güpe gündüz herhangi bir fikirle meşgul olup konuşurken gayesi o adam olmadığı halde bu kelimeler ağzından çıksa yine de yeminin mesuliyetinden kurtulmuş sayılmaz.

Kıraat ve zikirlerden gaye, hamd, senâ, tazarru ve dua olduğunda zerre kadar şek ve şüphe yoktur. Burada muhatap, Allahü teâlâ'dır. Bu bakımdan bu gâfil adamın kalbi, gaflet perdesi ile örtülü olduğundan (mânen) O'nu görüp müşahede edemez. Muhatabı bulunan Allahü teâlâ'dan gafildir. Fakat âdet yerini bulsun diye lisanı hareket eder.

Bu gaflet hali, îmanın yerleşmesi, Allahü teâlâ'nın anılmasının yenilenmesi ve kalbin dünya paslarından temizlenmesi için, farz kılınan namazın gayesinden çok uzaktır. Kıraat ve zikrin hükmü işte budur.

Kısaca bu özelliğin konuşmada bulunması ve fiilden ayrı bir varlık olması inkâr kabul etmez bir hakikattir.

Rükû ve secdeye gelince, şüphe yoktur ki, bunlardan gaye Allah'ı tâzimdir. Bu bakımdan eğer O'ndan gâfil olduğu halde Allah'ı fiille tâzim etmek câiz olsaydı, önüne konan putu da tabiî fiilleriyle, bilmeyerek tâzimi de hâşâ mümkün olurdu veya kendisinden gâfil bulunduğu ve tâzimini aklından bile geçirmediği, önündeki duvarı tâzim etmesi de sözkonusu olurdu.

Gafletle yapılan rükû ve secdeden tâzim ruhu çıktıktan sonra, belini ve başını hareket ettirmekten başka bir mânâsı kalmaz.

Böyle bir harekette imtihana değer bir meşakkat (eğer tâzim ruhu olmazsa) yoktur ki, bu hareket dinin direği, küfür ile İslâm'ın arasını ayırt eden alâmet olup, mertebece hac vesair ibâdetlerden önce gelsin; onu tembellikle terkedenin (had için) katli vâcip olsun. Namaza verilen bu büyüklük ve önemin, sadece zahirî amellerinden dolayı olup bunda kendisinden kastedilen münacaatın rolü bulunmadığı kanaatinde değilim.

Namaz derece bakımından oruçtan, zekât, hacc ve sair ibâdetten ve hatta, hakkında 'Elbette kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah'a erişmez. (Allah katında makbul olmaz. ) Fakat Allah'a sizden ancak takvâ ulaşır' (Hac/37) ayeti nâzil olan ve maldan eksiklik hesabıyla nefisle mücahede sayılan kurbanlardan da ilerdedir.

Takvâ, kalbe üstün gelip Allah'ın yüce emirlerini yapmaya zorlayan sıfattır. Allah tarafından makbul ve matlup olan da budur. Hâl böyle iken nasıl olur da fiillerinden gâfil olunan bir namaz emrolunur? Kalp huzurunun namazda mânen şart olduğuna delâlet eden delil, işte bu zikrettiğimiz gerçektir.

Şayet "Kalp huzurunu namazın sıhhati için şart koşup bu huzur bulunmadığı takdirde namaz bâtıldır hükmünle, 'Kalp huzuru sadece tekbir alırken şarttır' diyen fukahânın icmaına muhalefet etmiş oluyorsun" dersen, bil ki, İlim bölümünde fakihlerin kalbe müdahale etmeye yetkili olmadıklarını, kalbi yarıp bakmaya ve âhirete götüren yolda söz söylemeye salâhiyetleri bulunmadığını, ancak dinin zâhir hükümlerini âzaların zâhir amellerine bina etmeye yetkili bulunduklarını kaydetmiştik.

Amellerin zâhirî icrası, ancak ölüm cezasının kalkmasına, hükümdarın (icra organının) takbih ve ta'zir cezalarının düşüşüne kâfidir. Fakat bu zâhirî amel âhirette fayda verir mi vermez mi, bu konu fıkhın hududu dışındadır. Kaldı ki, huzur-u kalbin namazda sadece tekbir alınacağı sırada şart olup diğer zamanlarda şart olmadığında fakihlerin icmaı bulunduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Çünkü Ebû Talib el-Mekkî, Süfyân es-Sevrî yoluyla Bişr el-Hafî'den 'Korkmayanın namazı fasiddir. . ' hükmünü rivâyet etmektedir.

Hasan-ı Basrî'nin 'Kalp huzurundan yoksun olarak kılınan namaz, rahmetten ziyade ceza ve ukûbâtı celbeder' dediği rivâyet edilmektedir.

Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) 'Namazda iken sağında ve solunda cereyan eden şeyleri anlamaya çalışan kişinin namazı, namaz sayılmaz' buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kul bazan namaz kılar; fakat namazın altıda biri, hatta onda biri kendisi için yazılmaz. Kişinin namazından ancak anlayıp idrak ettiği kadarı kendisi için yazılır. . . 83

Eğer bu sözü, Hazret-i Peygamber'den başkası söylemiş olsaydı, muhakkak bir mezheb ittihaz edilirdi. Kaldı ki Hazret-i Peygamber'den gelmiştir, nasıl olur da kabul edilmez?

Abdülvahid b. Zeyd84 (radıyallahü anh) 'Ulemanın ittifakıyla sabit olmuştur ki, kişinin namazından ancak anladığı kadarı defterine yazılır' buyurmuştur. Dikkat edildiğinde görülür ki; Abdülvahid de ulemânın, kalp huzurunun namaz boyunca şart olduğu hususunda ittifak ettiğini nakletmektedir. Muttakî fakihlerin ve âhiret âlimlerinin bu konudaki hükümleri sayılamayacak derecede çoktur.

Hak, şer'î delillere dönmektir. Bu şartın gerekliliğini belirten eser ve haberlerin açık olmasına rağmen zahirî teklif hususunda fetvâ, halkın kusurlu olduğu gözönünde bulundurularak takdir edilir. Her insana, namaz boyunca kalp huzuru şart koşulamaz; çünkü müstesna bir azınlık hariç, bu yükün taşınmasında bütün insanlar âciz kalır.

Zaruretten ötürü namaz boyunca huzur mümkün olmadığı takdirde buna katılmaktan başka çare bulunmaz. Ancak bir lahza da olsa huzur ismini taşıyan bir halin bulunması şart koşulmuştur.

Huzurun bulunması için en müsait zaman da tekbir getirilme vaktidir. Bunun için biz de ancak bu vakitte huzur ile mükellef olduğumuzu kaydederek kısa kestik. Buna rağmen ümidimiz şudur ki: Bütün namazı boyunca gâfil bulunan bir kimsenin hali, namazı büsbütün terkedenin hâli gibi değildir; çünkü gâfil, namazını zâhiren edâ edip bir an için de olsa kalp huzuruna varır. Nasıl böyle kabul edilmesin ki? Halbuki unutarak abdestsiz namaz kılan bir kimsenin namazı, her ne kadar fasid ise de, ibadet yaptığından dolayı, kusuru ve özrü kadar da olsa bir ecri vardır. Bu ümide rağmen gaflet ile namaz kılanın halinin büsbütün terkedenin halinden daha şiddetli olmasından da korkulur.

Korkulur; çünkü padişahın hizmetinde bulunup, huzuru ihlâl edici ve küçük düşürücü gafilin konuşması ve gevşek hali, hizmetten tamamen kaçanın halinden daha berbattır. Korku ve ümit sebepleri çatıştığı ve durumun tehlike arzettiği bir zamanda ihtiyatlı ve müsamahakâr davranmak sana aittir; istediğini seçebilirsin. Bütün bunlarla beraber fukahanın gaflet ile kılınan namazın sahih oluşuna dair verdikleri fetvâya muhalefet etmek niyetinde de değilim. Daha önce işaret edildiği gibi, bu hüküm fetvânın zaruretindendir.

Namazın sırrını bilen, gafletin namaza zıt düştüğünü de bilir. Fakat akaid kaideleri bahsinde zahir ve bâtın ilimlerinin farklılığını belirtirken, şeriatın görünen her sır ve hikmetini söylemeye mâni olan sebeplerden birinin de halkın anlayışındaki kusurun olduğunu söylemiştik.

Bu konuyu, bu kadarla kapatalım. Çünkü âhiret yolunun yolcusuna bu kadarı yeter de artar bile. Fazla mücadeleye hevesli olan münakaşacıya gelince, biz şimdilik ona hitap etmeye niyetli değiliz.

Kısacası kalp huzuru, namazın ruhudur. Bu ruhun idamesi en azından tekbir alındığı zaman bulunmasına bağlıdır. Tekbir anında huzurun eksikliği ruhun helâk olması demektir. Huzur, namazın parçalarında ne derece ise ruh da o nisbette gelişir.

Ölüye yakın nice hareketsiz diri vardır. Bütün namaz boyunca gâfil olup sadece tekbir alınırken huzura kavuşanın namazı, hareketsiz diriye benzer. Allah'tan yardımını talep ederiz.

80) Nesâî, İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den; hasen bir senedle)

81) Irâkî, merfû olarak görmediğini söylemektedir.

82) Buhârî ve Müslim, (Enes'den)

83) Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Hıbbân, (Ammar b. Yâsir'den)

84) Abdülvahid, Basralı olup tâbiîn ulemasından müttaki ve âlim bir zâttır.

Namazın Tamamlayıcısı Olan Bâtınî Mânâlar

Bu mânâların tafsilâtlı beyanı, uzun ibarelere muhtaçtır. Fakat hülâsası altı cümle ile şu şekilde ifade edilebilir:

1. Kalp huzuru

2. Tefehhüm (anlayış)

3. Tâzim

4. Heybet

5. Reca

6. Haya

Önce bunların tafsilâtını, sonra sebeplerini, daha sonra da nasıl elde edileceklerini beyân edelim.

Kalp Huzuru

Kalp huzurundan gayemiz; kişinin kalbinin, yaptığı ibadet ve okuduğu Kur'ân'dan başka herşeyden tahliye edilmesiyle birlikte yaptığı hareket ve okuduğu Kur'ân'ın bilgisiyle dolmasıdır. Beden bunları yaparken fikir de başka şeylerle meşgul olmamalıdır. Fikir başka şeylerle meşgul olduğu halde kalp, yaptıklarını hatırdan çıkarmasa tamamen gâfil sayılmadığı gibi kalp huzuru da hasıl olmuş sayılır. Kelâmın mânâsını anlamak ise, kalp huzurunun da ötesinde birşeydir.

Tefehhüm

Kalp huzuru, genellikle lâfzın mânâsıyla değil, mücerred lâfızla beraber olur. Bu bakımdan ancak kalbin mânâyı kapsamasına 'tefehhüm' denir ki biz de tefehhümden bu mânâyı kasdediyoruz. Bu makamda, insanlar çeşitli derecelere sahiptir. Çünkü okunan tesbihlerin ve Kur'ân'ın mânâlarını anlamakta bütün insanlar aynı seviyede değillerdir. Nice mânâlar vardır ki, namaz kılan zat, onları ancak namaz esnasında anlayıp kavrar. Namaz dışında ise bu mânâlardan haberdar değildir; hatta kalbine bile gelmez. İşte bu cihetten namaz insanı fuhşiyat ve münkerâttan alıkor; zira yüzdeyüz fuhşiyatı meneden birtakım emirleri vardır.

Tâzim

Anlayış ve kalp huzurunun da ötesinde bulunan bir emirdir. Çünkü kişi bazen kölesine kalben hazır olduğu ve mânâsını da anladığı birtakım sözler söyler. Bunu yaparken de kalbinde kölesini büyütücü bir emir de mevcut bulunmamaktadır. Bu bakımdan bir kimseyi tâzim, kalp huzuru ile beraber anlayışın da ötesinde bulunan bir mânâ belirtmek demektir.

Heybet

Heybet, tâzim'in ötesinde bulunan bir emirdir. Heybet, menşei tâzim olan korku demektir; çünkü korkmayan bir kimseye heybet edici denilemez. Ancak akrepten veya kölenin kötü ahlâkı ve benzeri hasis sebeplerden korkmaya da heybet adı verilemez. Aksine azametli sultandan korkmaya 'heybet' denilir. Heybet, menşei iclâl (büyüklük) olan korku demektir.

Reca

Reca'nın, söylenen bütün mânâların ötesinde bulunan bir husus olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Çünkü nice kimseler vardır ki padişahlardan birisine tâzimde bulunur, onun saltanat" ve savletinden korkar; fakat buna rağmen, ondan herhangi birşey ummaz, Oysa bir kula en yakışır hareket, namazıyla, Allahü teâlâ'nın sevabını ummaktır. Nitekim kusurlarından dolayı Allahü teâlâ'nın ikabından korktuğu gibi.

Haya

Zikrolunan bütün bu mânâlardan ötede bulunan bir mânâdır. Zira hayanın dayandığı temel, kusurlu oluşun sezilişi ve günahkârlığın anlaşılmasıdır. Kusurluluk anlaşılmadığı takdirde hayanın, haya olmaksızın da reca, korku ve tâzimin bulunması tasavvur edilebilir mi?

Bu Altı Mânânın Sebepleri

Kalp Huzuru'nun Sebebi

Kalp huzurunun sebebi 'himmet'tir. Çünkü senin kalbin, himmetine tâbidir. Kalp, neye karşı ihtimam duyarsan ve seni en fazla ne alâkadar ederse ancak onunla hazır olabilir. Herhangi bir iş seni sıkı bir şekilde ilgilendirirse, ister istemez kalbin orada da hazır bulunur; kalp bu şekilde yaratılmış, tasvir edilmiş ve musahhar kılınmıştır. Kalp namazda hazır değilse, faaliyetten düşmüş sayılmaz. Aksine o zaman da himmetinin sarfolunduğu dünya emirlerinde cevelân etmektedir. Kalbin izharı için gerekli çare, himmetini namaza sarfetmendir. İstenilen hedefin namaza bağlı olduğunu idrâk etmedikçe himmetini namaza sarfetmeye muvaffak olamazsın. Şöyle ki, âhiretin daha hayırlı ve devamlı olduğuna inanacak, buna götüren yolun da namaz olduğunu kabul edeceksin. Bu hakîkat, dünyanın, âhirete nisbetle hakir ve dünya hayatının da geçici olduğu bilgisine bağlandığı zaman, bütün bunlardan fâriğ olup namazda kalp huzuru hâsıl olur.

Sana ne zarar ve ne de kâr getirmeyecek olan bazı büyüklerin huzurunda bile bu gibi bir düşünce ile kalp huzurunu temin edebilirsin. Bu bakımdan padişahların padişahına ki dünya ve âhiretin, menfaat ve kârı O'nun kudret elindedir onunla münacat ederken bu çeşit düşünce ile dahi kalp huzurunu kazanamazsan sakın bunu îman zaafiyetinden başka bir illete bağlama, derhal imanının takviyesine çalış! İmanın takviyesinin yolu kitabımızın başka bölümlerinde belirtilmiştir.

Tefehhüm'ün Sebebi

Bunun sebebi, kalp huzuru temin edildikten sonra düşünce ve zihni, devamlı olarak mânâyı idrâk etmeye sarfetmektir. Bu halin temini ve tedâvisi, kalbin ihzarında kullanılan tedavi formülüyle beraber düşünceye yönelmek, ve vesveseleri bertaraf etmeye gayret sarfetmektir. İnsanoğlunu hakikatten ayıran vesveselerin bertaraf edilmesi ve bu hastalığın tedavisi, onun sebeplerini kökünden kesmekle mümkün olabilir. (Yani vesveselere sürükleyen sebeplerden el çekmekle mümkün olur) .

Çünkü insan kalbinden bu sebeplerin kökü kesilmedikçe sonuçları onlara karşı olan vesveselerden kurtulmaya imkân bulunmaz. Birşeyi fazla seven insan, onu daima hatırlar. Mahbubun hatırlanması da ister istemez kalbe hücum eder. İşte bu sırra binaendir ki, Allah'tan başkasını sevenin ibadeti, vesveselerden bir türlü kurtulamaz.

Tâzim'in Sebebi

Tâzim, kalbî bir haldir ve iki mârifetten doğmaktadır.

A) Allah'ın celâl ve azametinin mârifetidir. Bu mârifet îmanın esaslarındandır; çünkü azametine inanılmayan bir varlığın büyüklüğü nefse kabul ettirilemez.

B) Nefsin hakir, hasis, musahhar ve büyütülmüş bir köle olduğunu bilmek mârifetidir. Böylece, bu iki mârifetten Allah'a karşı meskenet, zillet ve Allah'tan korkmak duygusu doğmuş olur. İşte bu tür bir duyguya 'tâzim' denir. Nefsin hakirliği mârifeti ile Allah'ın celâlinin mârifeti mezcedilmedikçe tâzim ve huşû hali meydana gelmez. Çünkü başkasına muhtaç olmayan ve nefsinden emin olan bir kimsenin, muhtaç olmadığı bir zatın büyüklüğüne delâlet eden sıfatlarını bildiği halde, ona karşı huşû ve tâzim beslememesi câiz ve mümkündür. Çünkü tâzim ve huşûu duyması için kendi nefsinin hakir ve muhtaç bir durumda olduğunu bilmesi lâzımdır.

Heybet'in Sebebi

Bu, nefiste beliren bir haldir. Bu hal, Allahü teâlâ'nın kudret, satvet ve kâinattaki meşiyetinin, kâinata değer vermeksizin tenfiz edilmesinden doğar. Aynı şekilde bu hal, Allahü teâlâ, geçmiş ve geleceklerin tamamını helâk etse mülkünden bir zerre dahi eksilmeyecektir' hakîkatiyle beraber peygamberler ve velîlerin başına gelen musibet ve çeşitli belâların düşünülmesinden neş'et etmektedir. Halbuki bu musibet ve belâları rahatlıkla defetmeye muktedir olduğu ve bu konuda dünya padişahlarının tam aksine yetkili bulunduğu da inkâr edilemez bir hakikattir. Çünkü dünya padişahlarının hazineleri, vermekle tükenir ve gelen belâları defetmeye de her zaman için muktedir olamazlar.

Kısacası Allah'ı bilme sıfatı arttıkça korku ve heybet de o nisbette artar. Münciyât bölümünün 'Korku ve Heybet' kısmında bunun sebepleri genişçe izah edilecektir.

Reca'nın Sebebi

Allah'ın lutfunu, keremini, nimetlerinin umumîliğini, sanatının inceliklerini bilmek, namaza karşılık cennet va'dinin doğruluğuna inanmaktır. Allah'ın bu va'dine inanılır ve lütfu bilinirse o zaman bu ikisinin biraraya gelmesinden kaçınılmaz olarak ümit ve reca doğup meydana gelir.

Haya'nın Sebebi

İbâdet konusundaki kusurunu anlamak ve idrâk, Allahü teâlâ'nın büyük olan hakkının edasından acizliğini bilmek demektir. Bu sebep, nefsin ayıplarını, âfetlerini, ihlâsının azlığını, kötülüğünü, bütün fiillerinde geçici şeylere daha meyilli olduğunu bilmekle daha da gelişip takviye olunmaktadır.

Bununla beraber Allahü teâlâ'nın celâlinin gerektirdiği büyüklüğünü bilip, Allah'ın ne kadar ince ve gizli olurlarsa olsunlar kalbin vesveselerine ve her gizliye muttalî olduğunu bilmek de bu sebebi kuvvetlendirmektedir. Bu bilgiler yakînen var olduktan sonra haya diye adlandırılan hal zaruri olarak doğar insanda. . .

İşte bu sıfatların sebepleri bunlardır, elde edilmesi istenilen her sıfatın tedavisi ancak sebebinin ihzar edilmesiyle mümkündür. Bu bağlamdan sebebin bilinmesi, tedavinin de bilinmesi demektir. Bütün bu sebepleri bağlayıcı vasıf önce îman, sonra yakîndir. Yakîn 'den gayem; beyan ettiğim bütün bu bilgilerin mecmûudur. Bunlara yakîn demenin mânâsı, şüphenin ortadan kalkması, İlim kitabının Yakîn bahsinde geçtiği gibi bu bilgilerin kalbi istilâ etmesi demektir. Kalp ancak yakîn nisbetinde korkar.

İşte bu sırra binaen Hazret-i Aişe 'Allah Rasûlü bizimle, biz de onunla konuşurduk. Namaz vakti geldiğinde ise sanki ne o bizi, ne de biz onu tanımaz olurduk' buyurmuştur.

Rivâyet edildiğine göre Allahü teâlâ, kulu Musa'ya (aleyhisselâm) şöyle vahyetmiştir:

Ey Musa! Beni, azaların tirtir titrediği halde yâdet. Beni yâdettiğinde kalbin mutmain olup korku ile dolsun. Beni zikrettiğin zaman dilini kalbinin ötesinde kıl. Huzurumda zelil köleler gibi kararlı ol. Kork ve benimle sıdk diliyle konuş!

Yine rivâyet edildiğine göre, Allahü teâlâ, kulu Musa'ya (aleyhisselâm) şöyle vahyetmiştir:

Ümmetinin âsilerine söyle ki, beni zikretmesinler. Çünkü ben nefsime (zâtıma) ; beni yâdedeni yâdetme vazifesini yükledim. Bu bakımdan ümmetinin âsileri beni isyân anında yâdettikleri zaman, ben de kendilerini lânet ile yâdederim.

Allahü teâlâ'nın bu hükmü, zikrinden gâfil olmayan âsiler hakkında vârid olmuştur. Acaba isyan ve gaflet bir araya gelirse durum nasıl olur?

Kalpler hakkında zikrettiğimiz mânâlara göre insanlar şu kısımlara ayrılır:

1. Namazını tam kılan ve namazda bir lahza dahi olsun kalp huzuruna ermeyen gâfil.

2. Namazı tam kılan ve kalbi bir lahza dahi olsun gâib olmayan, aksine namaz boyunca ihtimam ile dolu bulunan, hatta namazla meşgul olduğu için etrafında cereyan eden hâdiselerle hiç ilgilenmeyen kimse. İşte bu sırra binaendir ki Müslim b. Yesar, Basra camiinde namaz kılarken yıkılan cami duvarından habersiz olarak namazına devam etmiş ve ancak insanların 'geçmiş olsun' dileklerinden sonra haberdar olmuştur.

Selef-i sâlibinden Said b. Müseyyeb, uzun bir müddet (bu müddet, Ebû Talib el-Mekkî'nin Kut'ul-Kulub adlı eserinde 40 yıl olarak belirtilmiştir) cemaata devam ettiği halde sağında ve solunda namaz kılanları hiçbir zaman tanımamıştır.

Hazret-i İbrahim'in namazda iken korkudan kalbinin sesi, iki mil mesafeden duyulurmuş. . .

Selef-i sâlihînin bazıları namaza durdukları zaman yüzleri sarararak, tirtir titremeye başlarlardı.

- Bütün bu hâdiselerin gerçekleşmesi çok tabidir. Çünkü bu hâdiselerin binlerce emsâli, kendisini dünyaya kaptıran, âciz, zayıf ve atiyyeleri cılız olan dünya hükümdarlarından korkan kimselerde dahi müşahede edilmektedir. Hatta bir padişahın veya bir vezirin huzuruna girip ona ihtiyacını arzettikten sonra çıkan birisine 'Sen padişahın veya vezirin huzuruna girerken sağında veya solunda kimler vardı veya padişahın sırtındaki elbise nasıldı?' diye sorulsa, himmetini elbiselere bakmaktan ve etrafındaki insanları süzmekten çevirip, sadece ihtiyacıyla meşgul ettiği için etrafındakiler ve elbiselerini tarif etmekten aciz kalır.

Bu bakımdan her mukallidin amel dereceleri farklıdır. Kişinin namazından nasibi, korkusu, huşûu ve tâzimi nisbetindedir; çünkü Allahü teâlâ'nın nazargâhı kalplerdir. Allah zahirî hareketlere bakmaz. İşte bu sırra binaen bir sahabî şöyle demiştir: 'İnsanlar kıyâmet gününde namazlarının hey'etleri olan itminan, itidal, zevk ve lezzet almak hey'etlerinin benzeri ile haşrolunur'.

Bu kanaati ibrâz eden zat, doğru söylemiştir. Çünkü insanlar dünyada hangi hey'et üzerinde ölmüş ise aynı hey'ette, dünyada hangi durumda yaşamışsa aynı durumda haşrolunurlar. Bu hususta şahsın zâhiri ile ilgili durumlar nazar-ı itibara alınmaz; aksine kalbinin hali dikkate alınır. Bu bakımdan âhiret evinde insanların sîretleri, kalplerinin sıfatlarına göre teşekkül eder. Ancak Allah'ın huzuruna sağlam bir kalp ile gelen kimse kurtulur. Allah'tan lütuf ve keremiyle güzel tevfîkini ümit ederiz.

Kalp Huzuru'nu Temin Edecek Çareler

Mü'minin Allah'ı tâzim etmesi, Allah'tan korkması, rahmetini umması, kusurlu olduğu için O'ndan utanması ve îman ettikten sonra bu vasıflardan ayrılmaması gereklidir. Bu sıfatların, Mü'mindeki kuvvet derecesi, yakînin kuvveti nisbetinde olmalıdır, Mü'minin namazda bu sıfatlardan ayrılmasının sebebi, fikrinin dağınıklığı, kalbinin münacaattan uzaklığı ve namazdan gâfil oluşu olabilir. Mü'mini namaz hususunda gaflete düşüren ancak oyalayıcı vesveselerdir. Bu bakımdan kalbin ihzarı için faydalı olan tedavi, ancak bu vesveselerin defedilmesidir; zira sebebi ortadan kaldırılmadıkça birşeyin yokedilmesi mümkün değildir. O halde ortadan kaldırılması istenilen unsurun sebebini bilmelisin. Vesveselerin doğuş sebebi ya zâhirîdir ya da bâtınî (gizli ) dir. Hâricî sebep, kulağın işittiği veya gözün gördüğü şeylerdir. Zira bu şeyler insanın himmetini elinden kaçırıp kendisine tâbi kılar ve istediği şekilde tasarruf eder. Bu tasarruftan sonra insan fikri, kendisini meşgul eden unsurdan bir başkasına intikal etmek suretiyle daldan dala atlar. Görmek ise, düşünmeye sebeptir. Düşüncelerin bir kısmı diğerinin doğmasına vesile olur. Niyeti kuvvetli ve himmeti yüce olan kimseyi, duyularının üzerinde cereyan eden hâdiseler meşgul edemez. Fakat zayıf bir insanı meşgul edeceği kesindir. Bunun tedavisi ise sözkonusu sebepleri önlemeye bağlıdır.

Şöyle ki, insan namaz kılarken gözünü kapatmalı veya namazı karanlık bir yerde kılmalıdır. Önünde hislerini meşgul edecek birşeyi bırakmadığı gibi namaz kılarken bir duvara yaklaşıp arada mesafede bırakmamalıdır. Umumî yolların kenarlarında namaz kılmaktan sakınmalı; bu vazifeyi nakışlı yerler ve boyalı sergiler üzerinde edâ etmekten kaçınmalıdır.

Bu hikmete binaen âbidler, ibadetlerini karanlık ve ancak secde edebilecekleri büyüklükteki yerlerde yaparlardı. Böylece huzurlarının dağılmasını önlerlerdi. Daha kuvvetli olanlar ise, camilere gidip, gözlerini kapatır, yalnızca secde mahallerine bakarlardı; namazın kemâlini de kişinin sağ ve solundaki insanları tanımamasında bulurlardı. İbn Ömer (radıyallahü anh) namaz kıldığı yerde asılı bulunan mushaf veya kılıçları indirir ve yöneldiği duvarda yazı varsa silerdi.

Bâtınî Sebepler

Bunlar kalbe, zâhirî sebeplerden daha fazla tesir ederler; zira himmeti dünya vâdilerinde dağılmış olan kimsenin düşüncesi hiçbir zaman bir merkezde toplanamaz; daimi bir şekilde daldan dala atlar. Böyle bir insan için gözlerin yumulması fayda vermez; çünkü namaza başlamadan evvel kalbine giren vesveseler kendisini meşgul etmeye kâfi gelir de artar bile. . . Böyle bir insan için çıkar yol, nefsini, namaz içinde okuduğu Kur'ân'ın mânâsını anlamaya zorlaması ve onunla meşgul etmesidir. Tahrimi getirmezden evvel nefsine âhireti, Allahü teâlâ'ya münacaatta bulunmakta olduğunu, Allah huzurundaki duruşun tehlikesini ve kıyâmetin korkunç manzarasını hatırlatmak suretiyle namazda okunan Kur'ân'ın anlaşılmasına yardımcı olabilir. Namaz için tahrim tekbirini almazdan önce, kalbe câzip görünüp, makbul olan dünyevî meşgaleleri oradan çıkarmaya çalışmalıdır. Kalbinin meşguliyetine sebep olacak hiçbir şeyi orada bırakmamaya dikkat etmelidir.

Hazret-i Peygamber Osman b. Ebî Şeybe'ye şöyle demiştir:

'Sana Kâbe-i Muazzama'nın içindeki çanağı örtmeni söylemeyi unuttum. (Onu muhakkak örtmelisin. ) Zira halkın huzurunu kaçıracak birşeyin Kâbe'nin içerisinde bulunması uygun değildir'. 85

Dağınık fikirlerin teskin yolu budur. Eğer kişinin dağınık fikirleri bu müsekkin ilâç ile sükûnete kavuşturulamazsa o zaman damarların derinliklerindeki hastalığın kökünü kesecek olan ishal edici devânın kullanılması şarttır:

Şöyle ki, kişi kalbin ihzarına engel olan ve kendisini meşgul eden sebeplere bakmalı ve düşünmelidir. O zaman görecektir ki, meşgul edici hadiselerin tamamı, insanın dünyevî isteklerine dönüşüp kendisini şehvet bakımından ilgilendiren mühim hâdiselerdir.

Bu bakımdan kendisine düşen ilk vazife, nefsini bu şehvetlerden kurtarmalı ve onlarla bağlarını koparmak suretiyle cezalandırmalıdır. O halde insanı namazdaki kalp huzurundan meşgul eden bir hâdise, dininin zıddı ve İblis'in (aleyhillâne) askeri kabul edilmelidir, İnsanın bu askeri içinde tutması çok zararlıdır. Onlardan ancak çıkarıp kovmak suretiyle kurtulabilir.

Nitekim şöyle bir rivâyet nakledilmiştir:

Hazret-i Peygamber kendisine Ebû Cehm86 tarafından getirilen siyah ve nakışlı bir aba ile namaz kıldı. Namazdan sonra bunu üzerinden çıkararak 'Bu abayı Ebû Cehm'e geri götürün; zira demin beni namazımdan meşgul etti. Bana Ebû Cehm'in nakışsız, enbicaniye adlı abasını getirin de onu giyeyim' buyurmuştur.

Bir ara Hazret-i Peygamber ayakkabılarının (nalınlarının) bağlarının değiştirilmesini emir buyurmuştu. Fakat namazda yeni olan bu bağlar dikkatini dağıttı. Namazdan hemen sonra bu yeni sicimlerin sökülmesini ve yerlerine eskilerinin takılmasını emir buyurdular,87

Hazret-i Peygamber, yeni bir ayakkabı giymişti. Onun güzelliği çok hoşlarına gittiğinden, derhal şükür secdesine kapanarak akabinde şöyle buyurmuştur:

Rabbimin bana buğzetmemesi için tevazuen secde ettim.

Sonra nalınları çıkarıp ilk rastladığı fakire sadaka olarak verdi. Daha sonra da Hazret-i Ali'ye kendisi için, tabaklanmış sığır derisinden yapılmış bir çift nalını satın almasını emretmiş ve onları giymiştir.

Erkekler için haram olmadan önce Hazret-i Peygamber'in parmağında bir altın yüzük bulunuyordu. Bir gün minberde hutbe okumaktayken yüzüğü çıkartıp atarak şöyle buyurdu:

Bu yüzük beni meşgul etti; çünkü bir ona bakıyorum, bir size. . . 88

Rivâyet ediliyor ki, Ebû Talha89 bir gün içinde kocaman bir ağaç bulunan bahçesinde namaz kıldı. Bu arada ağacın dallarında uçuşup duran bir kuşcağız çok hoşuna gitti. Namazın içinde bir müddet onu seyretti ve bu yüzden de kaç rek'at kıldığını hatırlayamadı.

Bilâhare bu fitneyi Rasûlüllah'a anlatarak şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu bahçe Allah rızası için sadakadır. Onu istediğin yere sarfedebilirsin90'

Başka bir zattan da şöyle rivâyet edilmektedir: Bu zat, bahçesinde, hurma ağaçlarının meyve gerdanlıklarını takındıkları bir zamanda namaz kıldı. Bu sırada gözleri manzaranın güzelliğine takılarak kaç rek'at kıldığını unuttu. Daha sonra hadiseyi üçüncü halife Hazret-i Osman'a anlatarak: 'O bahçe sadakadır. Onu Allah yolunda sarfet' dedi. Hazret-i Osman da, o bahçeyi ellibin dirheme sattı.

İşte selef, huzur kaçıran fikrin kökünü kesmek için böyle yapar, namazlarının eksiklerine kefaret olsun diye bu şekilde hareket ederlerdi. Bu müzmin illetin kökünü kurutan tedavi ancak budur. Bundan başka herhangi bir tedavi bulunamamıştır.

Bizim belirttiğimiz yavaşça kabaran fikirleri teskin ve zikrin anlaşılmasına dalmak suretiyle yapılan tedavi ise ancak zayıf şehvetler ve kalbin etrafını meşgul eden himmetler için fayda vericidir. Kuvvetli ve keskin şehvetlere gelince; teskin, bu şehvetler için fayda verici değildir. Bu şehvet ile daimi bir muharebe halindesin. Sen onu, o seni çeker durursun. Sonunda o galip gelir ve böylece bütün namazın şehvet ile güreş halinde cereyan eder. Şöyle bir misâl verebiliriz:

Adamın biri bir ağacın altında oturmakta ve mefkûresini de her türlü meşgalelerden tasfiye etmek istemektedir. Fakat dallarda öten kuşların sesleri zihnini teşviş eder. O da elindeki sopa ile kuşları kovalar ve tekrar düşünceye dalar. Fakat kuşlar, biraz sonra yeniden dönerek onu yine meşgul ederler. Onları bir daha kovalar. Bunu görenler kendisine şöyle derler: 'Bu hareketin dolap beygirinin sonu gelmez dönüşüne benzemektedir. Eğer ciddi olarak kurtulmak istiyorsan ağacı kökünden kes'. İşte şehvetler ağacı da böyledir. Dallanıp budaklanınca üzerinde, tıpkı dallarda dolaşan kuşlar ya da pisliklerin etrafına toplanan sinekler gibi çeşitli fikirler uçuşur. Bunları uzaklaştırmak için uğraşmak da uzadıkça uzar; zira sinekler kovuldukça geri dönmektedir. İşte bunun içindir ki 'kovulmak' ve 'dönmek' mânâsına gelen zübab adını almıştır: Vesveseler de bunun gibidir. . .

Bu şehvetler çok fazladır. Onlardan arınmış insansa çok az bulunur. Bütün buşehvetleri derleyen bir kök vardır ki bu dünya sevgisidir. Dünya sevgisi her yanlışlığın başı, her eksikliğin esası ve her fesadın da menbaıdır.

Âhiret işlerinde yardımcı olsun diye değil, aksine başka gayeler için dünyaya meyleden ve iç âleminde dünya sevgisini biriktiren bir insan, namaz içindeki münacaatın kendisine lezzet vereceğini umarsa yanılmış olur. Çünkü dünyaya sevinen, Allah'a sevinmez ve O'nun münacaatı da böyle bir kimsenin hoşuna gitmez. Kişinin gözü ne ile nûrlanırsa himmeti de onunla beraberdir. Eğer gözü dünyadaysa şüphesiz bütün gayretini de dünyaya tahsis edecektir; fakat bununla beraber mücadeleyi tamamen terketmek de uygun bir hareket olmaz. Kalbini büsbütün namaza vermeyi, huzur-u kalbi bozan sebepleri azaltmaya gayret göstermeyi ihmal etmek de doğru değildir. Çünkü hastalığın kökünü kazıyacak acı ilâç ancak budur. Acı olduğu için de insanların hoşuna gitmemiş ve bu yüzden illet müzminleşerek kalmış ve gitgide daha da berbat olmuştur.

Ümmetin büyükleri bile nefislerinin dünyevî işlerle meşgul olmadığı bir anda, iki rek'at namaz kılmaya var kuvvetleriyle çaba sarfetmişler; fakat buna bir türlü muvaffak olamamışlardır. O halde bizim gibilerin muvaffak olması çok uzak bir ihtimaldir. Namazımızın yarısı veya üçte biri vesvesesiz geçebilse, bize kâfidir; çünkü böyle bir namazla hiç olmazsa sâlih ameli kötüsüne karıştıran günahkâr kullardan sayılmış olurduk.

Kısacası, dünya ve âhiretin kalpteki himmetleri, sirke dolu bir fincana dökülen suya benzer. Fincana ne kadar su dökülürse, şüphesiz o nisbette sirke dışarı çıkar; zira ikisi bir arada cem olmaz.

85) İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud, (Osman b. Talha'dan)

86) Adı Âmir b. Huzeyfe'dir. Medinelidir. Mekke'nin fethi gününde müslüman olmuştur. Muaviye'nin hilafetinin sonlarına doğru vefat etmiştir.

Bu hadîsi Buhârî ve Müslim (Hazret-i Âişe'den) rivâyet etmişlerdir.

87) İbn-i Mübârek, Zühd, (Ebû Nadr'dan mürsel olarak)

88) Nesâî, (İbn Abbâs'dan sahih bir senedle)

89) Adı Zeyd b. Sehl b. Esed b. Haram olup Ensar'dandır. Rasûlüllah ile beraber bütün muharebelere iştirak etmiş ve Hazret-i Peygamber'den 40 sene sonra vefat etmiştir.

90) İmâm-ı Mâlik, Muvatta, (Abdullah b. Ebi Bekir'den)

Namazın Rükün ve Şartlarının İcrası Anında Kalpte Bulundurulması Gereken Şeyler

Eğer sen, âhireti isteyenlerdensen, herşeyden evvel namazın şart ve rükünlerinde bulunan ikazlardan gâfil olmaman gerekir. Namaza girmezden evvel gereken şartlar şunlardır:

1) Ezan

2) Taharet

3) Setr-i avret

4) İstikbâl-i kıble

5) Kıyam

6) Niyet

Ezan

Müezzinin sesini işittiğin zaman kalbinde kıyâmet gününe mahsus ezanın vereceği korkuyu ihzar etmeli, zâhir ve bâtınınla bir an önce icâbet etmeye hazırlanmalısın. Çünkü kıyâmet gününde huzur-u Rabbâniye iltifatla ancak dünyada müezzinin davetine icâbet edenler, dâvet olunurlar. Kalbini bu çağrıya göre ölç! Eğer sürur ve muhabbetle dolu ve bu dâvete icâbet etmek hususunda istekli olduğunu müşahede edersen, bil ki kazâ ve cezâ gününde sana müjde ve zafer davetiyesi gelecektir. Hazret-i Peygamber, 'Ey Bilâl! Bizi rahata kavuştur!' buyurmakla bu hikmete işaret etmiştir. Yâni bizi, namaz ve onun davetiyesi olan ezanla rahata kavuştur. Çünkü Rasûlulllah'ın gözünün aydınlığı namazda idi; en büyük zevkine onunla erişirdi.

Taharet

En uzak zarfın olan mekânında, en yakın kın'ın bulunan elbisende, daha sonra en yakın kabuğun olan bedeninde tahareti sağladığın gibi, özün olan zatının kalbinin temizlenmesinden de gâfil olma! Onu, tevbe ve vaki olan ifrattan nedâmet duymakla temizlemeye çalış. Gelecekte ifratı terketmek azmiyle kalbini pâklamaya gayret et. Tevbe ile bâtınını temizle; çünkü mâbudunun nazargâhı iç âlemindir.

Setr-i Avret

Setr-i avretin mânâsı, bedenin çirkinliklerini halkın gözünden gizlemektir. Halkın bakış yerleri, bedenin görünür yanlarıdır. Acaba ancak rabbinin muttali olduğu gizli kabahatlerinin ve bâtınî avretlerinin hali nicedir? O rezaletleri kalbinde ihzar edip gözönünde tut. Nefsinden onların örtülmesini iste ve kesinlikle bil ki, hiçbir örtü, senin kabahatlerini Allahü teâlâ'nın nazarından gizleyemez. Bu kabahatlerin kefareti ancak pişmanlık, haya ve Allah'tan korkmaktır. Bahsi geçen kabahatleri kalbinde ihzar etmekteki istifaden, korku ve haya askerlerini mevzilerinden çıkararak, düşmanın olan nefis ve şeytanla muharebe etmeye sevketmendir. Onlarla nefsini zelil ve mağlûp edersin. Kalbin de mahcubiyet duygusu altında sükûnete kavuşur. Allahü teâlâ'nın huzurunda efendisinden kaçan günahkâr ve mücrim bir köle gibi dur. Böylece hayâ ve korkudan başın eğik olarak efendinin huzuruna ilticâ etmiş olursun.

İstikbâl-i Kıble

İstikbâl-i kıble, yüzünün zâhirini her cihetten çevirip Beytullah' a döndürmen demektir. Mademki, yüzünden bu mükellefiyet istenmektedir; acaba kalbini her türlü tesirden muhafaza ederek Allah'ın emrine yönetmen de istenmiyor mu? Evet, böyle bir istek başta gelir. Bu zâhirî yönelişlerin tamamı, bâtını harekete geçirmek, azaları zabt u rapt altına alıp, kalbe zulmetmesini önlemek için bir cihette istikrara kavuşturmak için gösterilen gayretlerdir. Zira iç âlem ve azalar, hareketlerinde meşrû hududlarına tecavüz edip, sağa sola yalpa vurmaya başladığında kalp de onlara tâbi olur. Kişiyi Allahü teâlâ'nın dergâhından uzaklaştırır. Bu bakımdan kalbinin yüzü bedeninin yüzüyle beraber olsun. Bil ki, kişi yüzünü başka cephelerden çevirmedikçe, Beytullah'a yönelmiş sayılmayacağı gibi, kalp de, mâsivâdan boşalmadıkça Allah'a dönmüş sayılmaz Hazret-i Peygamber bu gerçeği şöyle dile getiriyor:

Kişi namaza durduğunda, eğer hevası, yüzü ve kalbi hep birlikte Allah'a yönelirse, namazdan, annesinden doğduğu ilk günkü gibi günahsız olarak çıkmış olur. 91

Kıyam

Kıyam, namazda dimdik ayakta durmak, zât ve kalbiyle Allah'ın huzurunda bulunmak demektir. Kıyamda azalarının en yücesi olan başın, Allahü teâlâ'ya karşı eğik olmalıdır. Başının eğikliği kalbinin tevazuuna ve büyüklenmekten uzak oluşuna işaret olsun. Kıyamda, Allah' Teâlâ'nın huzurunda durmanın ne derece tehlikeli ve sual ânında manzaranın ne derece korkunç olduğu keyfiyeti kalbinden çıkmamalıdır. Bilmiş ol ki, ey fani Allah'ın huzurundasın. O senin bütün hakikatine vakıftır. Eğer Allah'ın celâlinin hakîkatini idrâk etmekten âcizsen hiç olmazsa, zamanındaki hükümdarlardan birisinin huzurunda bulunduğun gibi ol veya namaz boyunca yakının olan salih bir kimse tarafından dikkatli bir gözle murakabe edilmekte olduğunu veya seni iyi tanımasını arzu ettiğin herhangi bir insanın kontrolu altında bulunduğunu farzet. Böyle bir düşünce ile kıldığın namazda her tarafın sükûnete kavuşur, âzaların korkar, o âciz murakıb seni lâubaliliğe nisbet etmesin diye her cüz'ün gevşer, uysallaşır. Miskin bir kölenin murakabesi ânında kendisine bu kadar çekidüzen veren nefsinin bu haline şahid olduğun zaman, onu muaheze ederek kendisine şöyle hitap etmelisin: 'Ey nefsim! Sen, Allah'ı tanıdığını ve sevdiğini iddia etmektesin. Acaba kullarından birini bu denli tâzim edip, O'na karşı ise küstahça hareket etmekten utanmaz mısın? Halktan korkuyor da Allah'tan korkmuyor musun? Halbuki asıl kahrından korkulması gereken Allah'tır'.

Bu sırra binaen Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) , Hazret-i Peygamber'e: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'tan nasıl haya edilir? diye sormuş,

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Allah'tan kavminin sâlih bir kişisinden utandığın gibi utanmalısın. 92

Başka bir rivâyette 'kavminin' yerine 'ehlinin' tâbiri kullanılmıştır.

Niyet

Emrini, namaz kılmak ve onu tamamlamak suretiyle yerine getirerek Allah'a 'evet' demeyi kasdetmektir. Namazı bozan ve ifsad eden şeylerden uzak durmak ve bütün bunları Allah'tan sevap umarak, azabından korkup O'na mânen yaklaşmayı isteyerek, ihlâs ile yapmaktır. Günahlarının çokluğuna rağmen sana kendisi ile münacaat etme izni verdiği için O'ndan minnet yükünü kabullenmek demektir. Nefsinde O'nun münacatının büyüklüğünü takdir etmelisin. Kime, nasıl ve ne ile münacaat ettiğini unutmamalısın. Bu derinlikleri idrâk ettiğin zaman, utangaçlıktan alnının terlemesi, korkudan âzalarının tirtir titremesi, heybetten yüzünün sararması gerekir.

Tekbir

Dilin tekbir getirirken kalbinin onu tekzip etmemesi gerekir. Eğer kalbinde Allah'tan daha büyük kabul edilen birşey varsa, o zaman her ne kadar bu tekbir haddi zâtında doğru ise de Allahü teâlâ senin 'tekbir' getirmekle yalan söylediğine şehâdet eder, tıpkı münafıkların 'Muhammed Allah'ın Rasûlü'dür' sözünün yalan olduğuna şehadet ettiği gibi. . . Eğer hevâ-i nefsin Allah'ın emrinden daha kuvvetliyse, sen Allah'tan daha fazla ona mutî olursun. Onu kendine ilâh edinmişsin demektir. O zaman senin 'Allaha Ekber' demen, kalbin iştiraki olmaksızın, sadece dil ile söylenen bir söz olur ve tehlikenin büyüklüğü korkunç bir hal alır. Eğer tevbe ve istiğfar etmezsen, Allah'ın kerem ve affı hususunda hüsn-ü zannın olmazsa, tehlike çok daha büyük olur,

91) Irâkî, bu ibare ile böyle bir hadîse rastlamadığım kaydetmiş ise de, İmâm Müslim aynı anlamda bir hadîsi Amr b. Anbese'den rivâyet etmektedir.

92) Haraitî, Mekârim-i Ahlâk; Beyhakî, Şuab'ul Îman, (Said b. Zeyd'den mürsel olarak)

İstiftah (Açılış) Duası

Bu duanın ilk kelimeleri şunlardır: 'Veccehtü vechiye lillezî fe-terassemâvâti ve'l-ard'.

Yüz mânâsına gelen Vech'ten murad, zâhirî yüz değildir; çünkü sen zâhirî yüzünü kıbleye çevirmiş durumdasın; Allahü teâlâ ise, cihetten münezzehtir. Cihet kabul etmez ki, sen, zâhirî yüzünü O'na çevirmiş olasın. Yer ve göklerin yaratıcısına ancak kalp yüzüyle yönelinebilir. O halde ev ve çarşıda bulunan şehvetlerine tâbi olan kalbinin hedefinin onlara mı yoksa göklerin yaratıcısı Allahü teâlâ'ya mı yöneldiğini tedkik et. Sakın münacaatının daha başında yaradanın huzuruna yalanla çıkma. Kalbin, yüzünün mâsivadan kurtulmadıkça Allahü teâlâ'ya teveccüh etmeyeceğini bil. Öyleyse derhal cüz'î bir zaman için de olsa kalbinin Allah'a yönelmesini sağlamaya bak. Hiç olmazsa böylece ilk anda sözünün doğruluğunu isbatlamış olursun.

'Hanîfen müslimen' kelimelerini okuduğun zaman kalbinde 'müslüman, bütün müslümanların elinden ve dilinden selâmette olduğu kişidir' hakikati bulunsun. Eğer sen böyle değilsen, bu kelimeleri söylemekle yalancı olursun. Hiç olmazsa, gelecek zamanda böyle olmaya gayret et ve geçmiş perişanlıklarından nâdim ol.

'Mâ ene min'el-müşrikîn' (Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim) dediğin zaman kalbin, gizli şirkin tehlikesini bilmelidir. Zira Allahü teâlâ'nın 'Kim rabbine kavuşmayı arzu ederse, salih amel işlesin ve yaptığı ibadette O'na hiç kimseyi ortak koşmasın' (Kehf/110) ayeti, ibâdetiyle hem Allah'ın lütfunu, hem de insanların övgülerini talep eden kimse hakkında nâzil olmuştur. Bu şirkten sakınmalısın. Böyle bir şirkten uzak olmadığın takdirde nefsini 'Ben müşriklerden değilim' şeklinde vasıflandırdığın zaman, kendi kendine utanmalısın; zira böyle bir zihniyetin çoğu gibi, azı da 'şirk'tir.

'Mahyâye ve memâtî lillâh' (Ölümüm ve hayatım Allah'a aittir) dediğinde bilmelisin ki, bu hal, nefsini kaybetmiş, efendisini elde etmiş bir kölenin halidir. Eğer bu konuşma, rızası, öfkesi, kalkışı, oturuşu, hayatı isteyişi ve ölümden korkusu dünya için olan bir kimseden sâdır olmuşsa, bu hiç de onun haliyle münasip bir söz değildir.

'Eûzü billâhi min'eş-şeytân'ir-racîm' dediğinde bilmelisin ki şeytan senin düşmanındır. Allah'a münacaat ve secde ettiğinden dolayı seni kıskanarak kalbini O'ndan çevirmek ister. Halbuki kendisi bir tek secdeyi terkettiğinden dolayı lânete uğramış ve yine bundan dolayı rahmetten uzaklaştırılmıştır. Şeytanın şerrinden Allah'a sığınman, ancak onun sevdiğini terketmen ve bunların yerine Allah'ın sevdiğini yapmanla gerçekleşir.

Sırf bu sözü söylemekle dâva hallolmaz; zira insanın, kendisini parçalamak veya öldürmek için üzerine hücum eden yırtıcı hayvan veya düşmana karşı, yerinde durarak 'Ben senin şerrinden şu aşılmaz kaleye sığınırım' demesi fayda vermez; yerini mutlaka değiştirmesi gerekir. İşte bunun gibi şeytanın sevdiklerinden ve Allah'ın buğzettiklerinden olan şehvetlerin arkasından sürüklenip giden bir kimsenin 'Eûzü billâhi min'eşşeytân'ir racîm' demesi fayda verici değildir. Sözünü, şeytanın şerrinden Allah'ın kalesine sığınmakla bir araya getirmelidir. Allah'ın kalesi ise 'Lâ ilâhe illâllah'tır.

Nitekim Hazret-i Peygamber'in Allah'tan haber verdiği bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır:

Lâ ilâhe illâllah benim kale'mdir. Kale'me sığınan kimse azâbımdan emin olur.

Bu kaleye sığınanlar, Allah'tan başka mâbudu bulunmayan kimselerdir. Heva-i nefsini kendisine mâbud edinen kimse ise, Allah'ın kalesinde değil, şeytanın ordugâhında bulunmaktadır.

Şeytanın desiselerinden birisi de, âhireti ve hayırlı işlerin tedvirini hatırlatmak suretiyle seni namazda meşgul etmesidir. Bunu, okuduklarının mânâsını düşünmeyesin diye yapmaktadır. O halde bil ki, seni namazda okunan Kur'ân'ın mânâsını anlamaktan alıkoyan herşey vesvese sayılır; zira Kur'ân 'dan sadece dilin hareketi değil, aksine okunanın mânâsı kastedilmektedir.

Kıraat Hususunda İnsanlar Üç Sınıfa Ayrılır

1. Dili çalışan fakat kalbi gâfil olan kişiler.

2. Kalbi çalışan diline tâbi olan, okuduğunun mânâsını anlayan, sanki başkasından dinliyormuş gibi olan kişiler ki bu, ashâb'ul-yemîn in derecesidir.

3. Kalbi herşeyden evvel mânâlara nüfuz eden, sonra da dili kalbinin hizmetçisi ve tercümanı olan kişiler.

Dilin, kalbin tercümanı olması ile muallimi olması arasında fark vardır. Mukarrebin zümresinin dili kalplerinin tercümanıdır. Onların kalpleri dillerine tâbi değildir. Namazda okunan ayetlerin mânâları ise şöyledir:

'Bismillâhirrahmânirrahim' dediğin zaman, Allah'ın kelâmına 'besmele' ile teberrüken başladığını niyet eyle! Bil ki, besmelenin mânâsı şudur: 'Bütün işler ancak Allah'ın yardımıyla olur'. İsimden gaye müsemma ve zattır.

Yani 'Allah'ın zatının yardımıyla başlıyorum' demektir. Bütün işler Allah'ın yardımıyla olduğu zaman, şüphe yok ki, bütün hamd da O'na mahsus olur.

'Elhamdülillâhi' ibaresinin mânâsı, 'Nimetler Allah'tan geldiği için, şükür de O'na mahsustur' demektir. Kim herhangi bir nimeti Allah'tan başkasından bilir veya şükrüyle Allah'tan başkasını kastederse, o vakit besmelesinde ve hamdinde, başkasına yaptığı iltifat miktarında noksanlık vardır.

'er-Rahmân'ir-Rahîm' dediğinde, rahmeti sana güneş gibi görününceye kadar Allahü teâlâ'nın lütfunun bütün çeşitlerini, kalbinde hazır etmelisin. Böylece ümidin taşıp kabarır.

Bundan sonra 'ınâliki yevmiddîn' demek suretiyle kalbinde Allah'ın azametini, korkusunu ihzar eylemelisin.

Azamet, 'mülkün sadece Onun olmasından; korku ise, sahibi olduğu hesap ve ceza gününün dehşetinden neş'et etmektedir.

Sonra 'iyyâke nâ'büdü' sözüyle ihlâsını ve 'iyyâke nestaîn' sözüyle de aczini, ihtiyacını, kuvvet ve kudretten uzak olduğunu yeniden dile getir. Kesinlikle bil ki, yaptığın tâat ve ibâdet ancak O'nun yardımıyla müyesser olmuştur. Seni tâatına muvaffak ettiğinden O'na karşı minnettar olduğunu unutma. Seni ibâdetinde kullandığından ve seni münacaatına ehil kıldığından O'na karşı olan sorumluluğunu unutma. Eğer O seni tevfîki'nden mahrum eyleseydi, rahmetten kovulmuş şeytanla birlikte kovulanlardan olacaktın.

İstiaze, besmele ve hamdden ve mutlak bir şekilde yardıma muhtaç olduğunu belirttikten sonra zât-ı ulûhiyyetine 'Bizi, mânevî komşuluğuna götürüp rıza denizine daldıracak dosdoğru yola ilet!' diye duada bulunursan.

İstediğin bu yolun açıklamasını da hidayet nimetine mazhar olan peygamberlerin, sıddîkların, şehid ve sâlihlerin yollarını istemek ve 'Allah'ın gazabına maruz kalan kâfirlerin, haktan bâtıla yönelen yahûdî ve hristiyanların ve yıldızlara tapan sabitler yoluna değil' demek suretiyle yap. Bütün bunlardan sonra da âmin demek suretiyle isteklerinin kabul olunmasını talep eyle!

Fâtiha sûresini belirttiğimiz şekilde okuduktan sonra, şu kudsî hadîsteki kimselerden olmaya hak kazanırsın:

Namazı, kulumla aramda ikiye böldüm; şöyle ki, yarısı benim, yarısı da kulumundur. Ayrıca kulum namazda neyi isterse onu da kendisine veririm.

Kul, 'Hamd âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur' der. Allah da 'Kulum benim hakkımı yerine getirdi ve beni senâ etti' buyurur. İşte 'Semiallâhü limen hamideh'in mânâsı budur. . .

Eğer namazında sadece Allahü teâlâ'nın celâl ve azametini hatırlasan, bu ganimet olarak sana fazlasıyla yeter. Kaldı ki, sen namazdan Allahü teâlâ'nın sevabını ummaktasın. . .

Kur'ân in Tilâveti bölümünde geleceği gibi, Fatiha'dan sonra okuduğunuz sûrelerin mânâsını da bu şekilde anlamanız gerekmektedir. Sakın sûreleri okurken Allah'ın emrinden, yasağından, va'dinden, vaîdinden, va'z ve irşadından, peygamberlerinin haberlerinden, minnet ve ihsanının zikrinden gâfil olma. Bütün bu hususların hakkını vermelisin. Meselâ, va'din hakkı ümit, vaîdinkiyse korkudur. Emir ve yasağın hakkı azmdir; va'z ve irşadınki ibret almaktır. Minnetin hakkı şükür, peygamberlerin getirdiği haberlerin hakkı ise yine ibrettir.

Rivâyet edildiğine göre, Zürâre b. Evfa, Kur'ân okurken 'O sûr'a üfürüldüğü gün (Müddessir/8) ayetine geldiğinde düşüp ölmüştür.

İbrahim en-Nehâî ise 'Gök yarıldığı gün' (İnşikak/l) ayetini işittiğinde çene kemikleri, sesi duyulacak derecede titremiştir.

Abdullah b. Vakîd İbn Ömer'in sanki ateşten pişirilmiş bir vaziyette olarak namaz kıldığını müşahede ettim' demiştir.

Namazda kulun kalbi, efendisinin va'd ve vaîdi ile yanmalıdır; çünkü günahkâr ve zelil bir kul, cebbâr ve kahhâr olan Allah'ın huzurunda bulunmaktadır. Tabiîdir ki, bu mânâlar her musallînin derecesine göre anlaşılır. İdrak ve anlayış, ilmin bolluğu, kalbin temizliği nisbetinde gelişir. Bunun dereceleri ise, sayılamayacak kadar çoktur. Namaz, kalplerin anahtarıdır. Kelimelerin sırları ancak namazda açılır.

İşte bu söylediklerim kıraatin hakkı olduğu gibi, namazdaki zikir ve tesbihlerin de hakkıdır. Musalli namazda bunları gözettikten sonra kıraattaki heybete dikkat etmelidir. Kelimelerin üzerine basa basa ve tane tane okumalıdır. Bütün kelimeleri bir nefeste okumaya heves etmemelidir. Zira kelimelerin üzerine basa basa okumak, onların mânâlarını düşünmeye yardımcı ve bunu kolaylaştırıcıdır.

Rahmet ve azap, va'd ve vaîd, hamd ve tâzim ayetlerinin nağmeleri aynı olmamalıdır. Nehâî, Allahü teâlâ'nın 'Allah evlât 'edinmemiştir. O'nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur' (Mü'minûn/91) ayetini ve benzerlerini okuduğu zaman sesini, zât-ı ulûhiyyetine lâyık olmayan sıfatları zikretmekten utanan bir kimse gibi alçaltıyordu.

Rivâyet ediliyor ki, kıyâmet gününde Kur'ân okuyan kimselere şöyle denir;

Dünyadaki gibi, kelimelerin üzerine basa basa, incelte incelte oku!93

Namazda, okuma müddetince dimdik durmak, kalbin Allah'ın huzurunda tam bir sükûnet ile kaim bulunmasına işarettir.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Namaz kılan sağa-sola bakmadığı sürece Allahü teâlâ'nın iltifatına ve nazarlarına mazhar olur.

Baş ve gözün sağa-sola bakmaktan korunması vâcib olduğu gibi iç âlemini de namazdan başka herhangi birşeye yönelmemesinin temini de vâcibdir. Namazda iken iç âlemin namazdan başka birşeye yönelirse derhal Allah'ın kendisini murakabe ettiğini hatırlat! Münacaatta bulunanın gaflete dalmasının, münacaat edilenin karşısında bir saygısızlık olduğunu hatırlatıp, iç âlemi derhal münâcaat edilene avdet ettirmelisin. Kalbi huşûdan ayırmamaya dikkat et; zira zâhir ve bâtında sağa-sola bakmaktan kurtulmanın çaresi ancak huşûdur. Bâtın korktuğu anda zâhir de korkar; yani dış âlem, iç âlemin izindedir.

Hazret-i Peygamber namaz içinde sakalı ile oynayan birisini gördüğü zaman şöyle buyurmuştur:

Eğer bu adamın kalbi korksaydı, âzaları da korkardı

Çünkü koyunlar çobana bağlıdır. Bu sırra binaen Rasûlüllah bir duasında şöyle der: Yâ rabbî! Çoban ile güttüklerini ıslah eyle!94 'Çoban'dan gaye kalp, 'güdülen'den gaye de âzalardır.

Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) namazda yere çakılan kazık gibi, İbn Zübeyr de (radıyallahü anh) ağaç gibi dimdik dururdu. Selef-i sâlihînin bazıları, rükûa varırken, hareketsizlikten, bir cansız kayayı andırırlardı ve bu sebeple ürkek kuşlar bile gelip sırtlarına konardı. Bütün bunlar, dünya evlâtlarından büyük olan kimseler huzurunda icrası tabiatça istenilen ve mümkün olan şeylerdir. Peki padişahlar padişahı olan Allah'ın huzurunda böyle bir durumun olması neden uzak sayılsın? Başkasının huzurunda, korktuğu için, edebli durup da Allah'ın huzurunda âzalarını kıpırdatan kimsenin bu hareketi, Allah'ın celâlini tanımak hususundaki kusurluluğundan ve kalbine muttali olmamasından ileri gelmektedir.

İkrime 95 'O (Allah) ki, namaza kalktığın zaman seni gördüğü gibi secde edenler içinde dolaşmanı da görür'. (Şuarâ/218-219) ayetinde 'kıyam, 'rükû', 'secde' ve 'teşehhüd' için 'cülûs' (oturmak) tâbir edilmiş olduğunu söylemiştir.

93) Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî, (Abdullah b. Âmir'den) Tirmizî hadîsin hasensahih olduğunu söylemiştir.

94) Zehîdî, Irâkî'nin bu hadîsi herhangi bir kaynakta bulamadığını söyler,

95) Künyesi Ebû Abdullah olup, İbn-i Abbâs'ın azadlısıdır. H. 105 senesinde vefat etmiştir.

Rükû ve Secde

Rükû ve secdeleri yaparken Allahü teâlâ'nın azamet ve kibriyâsını yeniden hatırlamalısın. Rükû ve secdeye varmak için (Şâfiî mezhebinde olduğu gibi) ellerini kaldırdığında yeni bir niyetle Allah'ın azabından, affına sığınmayı talep etmelisin. Böyle yapmakla Rasûlüllah'ın sünnetine de tâbî olduğunu ispat edersin. Sonra rükûa vardığında Allah'ın karşısında zillet ve tevâzuunu bir kere daha göstermelisin. Kalbinin incelmesine, korkunun yenilenmesine gayret sarfetmelisin.

Mevlâ'nın galibiyyetiyle beraber kendinin zilletini; kendi zayıflığınla beraber O'nun yüceliğini aklından çıkarmamalısın!

Dilin de bu hakikati kalbinde yerleştirmene yardım edecektir. Kalben Allah'ın büyüklüğüne şahidlik edip, dilinle de aynı mânâyı söylemelisin. O'nun her büyükten daha büyük olduğunu tekrar ede ede kalbinde yerleşmesine ve kökleşmesine çalışmalı ve başını rükûdan sana rahmet etmiş olması ümidi ile kaldırmalısın. Bu ümidi kalbinde yerleştirmek için 'Semiallâhu limen hamideh' (Allah, kendisine hamdedenin hamdini kabul eder) ve bu şükrün arkasından da 'Rabbenâ leke'l-hamd' (Ey Rabbim! Hamd sana mahsustur) demelisin. Gökler ve yerin dolusu mânâsına gelen 'ınile's-semâvâti ve mil'el-ard' sözüyle de hamdini artırmalısın. Azalarının en yücesi ve kıymetlisi olan yüzünü, eşyanın en zelili olan toprak ile birleştireceksin. Eğer alnınla toprak arasında herhangi bir perde koymaksızın doğrudan toprağa secde etmeye muktedirsen, bunu derhal yap; zira bu durum huşûu daha ziyade celbedici, zillete de daha fazla delâlet edicidir. Yüzünü yere koyduğun zaman, bilmiş ol ki, nefsini hakîkî ve kendisine uygun olan yerine koymuş bulunuyorsun ve kendini aslına döndürmüşsün demektir. Çünkü sen topraktan yaratıldın ve ona döneceksin. İşte bunu yaparken Allah'ın azametini kalbinde yenile ve 'En yüce olan rabbim her noksanlıktan münezzehtir anlamına gelen 'Sübhâne rab-biye'l-a'lâ' de! Bu mânâyı nefsine yerleştirmek için de aynı kelimeyi (üç defa) tekrar eyle. Zira bir tek vuruş, az iz bırakır.

Böyle yapıp kalbinin rikkate geldiğini hissettiğinde Allah'ın rahmetindeki ümidini gerçekleştir; zira O'nun rahmeti, kibre değil, zillet ve zâ'fa yaklaşır. Secdeden, tekbir alarak ve ihtiyacını isteyerek başını kaldır ve 'Yâ rabb! Beni affeyle, bana rahmet eyle ve hatalarımdan vazgeç!' mânâsına gelen 'Rabbiğfir verham ve tecâvez ammâ ta'lem' duâsını veya istediğin duayı oku. Sonra birinci secde gibi, ikincisini de tekrarlamak suretiyle tevazuunu tekid ve takviye eyle.

Teşehhüd

Teşehhüd için otururken edebli olmaya dikkat et. Sarâhatle ve açıkça kıldığın bütün namazların ve sahip olduğun temiz ahlâkın Allahü teâlâ'ya mahsus olduğunu ifade eyle; mülkün de O'na ait olduğunu söyle. İşte ettahiyyat'ın mânâsı budur.

Kalbinde Rasûlüllah'ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) mübarek şahsını hazır bulundur ve 'Ey Peygamber! Allah'ın selâmı rahmet ve bereketi senin üzerine olsun' de! Bunu söylerken de niyetinde bu selâmın Rasûlüllah'a iletildiğini ve ondan sana daha güzel bir selâmın geldiğini kesinlikle tasdik eyle.

Sonra kendi nefsine ve Allah'ın bütün salih kullarına selâm ver. Sonra da Allahü teâlâ'nın, selâmına, onlara vekâleten salih kulları adedince karşılık vereceğini düşün. Bundan sonra da Allah'ın birliğine, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğine şehâdet getir. Allah ile senin aranda bulunan ahdi, şehâdetin iki kelimesini söylemek suretiyle yenile. O kaleye yeniden sığınmaya çalış. Namazının sonunda da tevazu, huşû, yalvarma ve kabule kesinlikle inanarak Hazret-i Peygamber'den vârid olan duayı oku. Ebeveynini ve diğer Mü'minleri de bu duâna ortak et. Birinci selâmı verirken melekler ve orada bulunanlar üzerine selâm vermeyi kasteyle ve selâmla namazının sona erişine niyet eyle.

Bu tâati sana, tevfîki ile sona erdirten ve tamamlatan Allah'ın şükrünü kalbinden çıkarma. Namazında Allah'a vedâ eder gibi, hatta bundan başka bir namaz kılacak kadar yaşamayacakmış gibi hareket et.

Nitekim Hazret-i Peygamber adamın birine şu tavsiyede bulunmuştur:

Namazlarını sanki (dünyaya) vedâ ediyormuşun gibi kıl!

Sonra namazda, kusur yaptım diye hayâ ve korku şuuruyla hareket et. Namazının kabul olunmamasından kork. Zâhir veya bâtın günâhından ötürü Allah'ın buğzettiği bir kimse olmaktan sakın. Böyle bir felâkete düçâr olduğun zaman namazının paçavra gibi, yüzüne çarpılacağını bil. Bütün bunlarla beraber Allah'ın, kerem ve lütfuyla namazını kabul edeceğinden de ümidini kesme. Yahya b. Vessab96 namaz kıldığı zaman Allah'ın dilediği kadar durur, yüzünde namazdan ayrılmanın üzüntüsü görünürdü.

İbrahim en-Nehâî de namazdan sonra bir saat kadar sanki hastaymış gibi yerinden kalkmaz, beklerdi

İşte Allah'tan korkanlar namazı böyle kılarlardı. Onlar, namazlarında huşû sıfatından ayrılmaz, namaz vakitlerini dikkatle izler ve namazlarını ihmal etmeksizin edâ ederlerdi. Onlar ki, güçleri nisbetinde kulluk yapar ve ellerinden geldiği kadar Allahü teâlâ'ya münacaat ederlerdi. Her insanoğlu namazını böyle kılmaya çalışmalıdır. Böyle bir namazı edâ ettiği nisbette sevinmeli, elinden kaçtığı nisbette de üzülmelidir. Böyle bir namaz kılabilmek için de var kuvvetiyle kalbinin tedâvisine çalışmalıdır.

Gâfillerin namazına gelince, o baştan başa tehlikelerle doludur. Ancak Allahü teâlâ'nın rahmeti yetişirse ki O'nun rahmeti geniştir, keremi kullarının üzerine oluk gibi akar o zaman mesele değişir. Allahü teâlâ'dan bizi rahmetiyle kapsamasını, mağfiretiyle örtmesini temenni ve niyâz ederiz. Zira bizim rahmet-i ilâhîsini istemekten, ibâdetinin edâsından acizliğimizi itiraftan başka bir vesilemiz yoktur.

Namazı, âfetlerden kurtaran, onu sadece Allah rızasına hasrettiren, hayâ, tâzim ve huşû gibi bâtınî şartlarıyla edâ etmek mükaşefe ilimlerinin anahtarı olan nûrların kalpte doğmasına vesile olur. Bu derecelere ancak göklerin, yerin ve rubûbiyet sırlarının keşfedicisi olan Allah'ın velî kulları erişmişlerdir. Bunu da özellikle secde hâlinde elde etmişlerdir. Zira kulun, rabbine en yakın olduğu an secde ânıdır. İşte bu sırra binâen Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Hayır, sakın onu dinleme. Secdene devam et ve (ibadetle rabbinin rahmetine) yaklaş. (Alak/19)

Her namaz kılanın kalbinde dünya bulanıklıklarından uzak olduğu nisbette mükâşefe husule gelir. Bu durum kuvvet, zaaf, az, çok, açık ve gizlilik gibi dereceler arzeder. Hattâ bazılarına eşyanın hakikati inkişaf eder. Bazılarına ise eşya, hakîkatiyle değil, ancak misâliyle inkişaf eder. Nitekim bâzılarına da dünya bir cîfe; şeytansa o cifeye dalmış ve halkı da ona dalmaya dâvet eden bir köpek suretinde inkişaf etmiştir. Aynı zamanda, şahıslara göre inkişafın merkezinde de değişiklik vardır. Bazılarına Allah'ın sıfat ve celâlinden, bazılarına da Allah'ın fiillerinden inkişaf vâki olur. Diğer bir gruba ise, muamele ilimlerinin incelikleri hakkında mükâşefe vâki olur. Bütün bu mânâların tâyin ve tesbiti için sayılamayacak kadar gizli sebep vardır. Bu sebeplerin en âlâsı himmettir; çünkü himmet, muayyen birşeye sarfedildi mi onu diğerlerinden daha evvel keşfolunacak bir vaziyete getirir.

Bu işler ancak tam sırlı bir aynada görülebilir. Halbuki zamanımızın bütün aynaları paslıdır. İşte hidayet ve nimet veren hâlikın hâşâ cimriliğinden değil, aksine hidayet merkezinin üzerinde birikmiş pasların habasetinden ötürü hidayet ve saydığımız şeylerin hiçbiri bu aynalarda görülememektedir.

İşte diller, böyle bir hakikatin inkârı için âdeta yarış etmektedirler. Çünkü hazır olmayan bir nesnenin inkâr edilmesi, insanın fıtratında bulunan bir tabiattır. Eğer annesinin rahminde bulunan ceninin aklı olsaydı, dışarıda, geniş dünyada gezen insanların varlığının imkânını dahi inkâr ederdi. Eğer küçük çocuğun azıcık tefrik kabiliyeti olsaydı belki de akılların idrâk edebildiği gök ve yerlerin hakikatlerini inkâr ederdi. İşte böylece insanoğlu bulunduğu mertebenin ötesini inkâr edegelmektedir.

Veliliği inkâr edenin, nübüvveti de inkâr etmesi gerekir. Yaratıklar çeşitli aşamalardan geçerek şekillenmişlerdir. Bu bakımdan insanoğluna, bulunduğu basamağın ötesini inkâr etmesi uygun düşmez. Evet, hakikatı, kalplerini mâsivadan temizlemekte değil de cedel ve şaşırtıcı münakaşalarda arayanlar, onu kaybederek inkâra düşerler ve düşmüşlerdir de. . .

Mükâşefe ehli olmayan kimse, gayba îman edinceye ve tecrübe ile mükâşefeye varıncaya kadar tasdik etmese bile hiç olmazsa inkâra kalkışmamalıdır.

Çünkü hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur:

Kul, namaza kalktığı zaman, Allahü teâlâ kendisi ile onun arasındaki perdeyi kaldırır ve onunla yüzyüze gelir. Melekler de onun omuzları hizasından itibaren tâ arşa kadar hava boşluğunu doldururlar. Onunla birlikte namaz kılar ve onun yaptığı dualara 'âmin derler. Göklerin tam ortasından namaz kılan kimsenin üzerine rahmet yağar. Allah'ın tellallarından birisi şöyle bağırır: 'Eğer şu münacaat eden kul kime münacaat ettiğini bilseydi, gözleri sağa-sola kaymazdı. Göklerin kapısı namaz kılanlar için açılır'. Allahü teâlâ namaz kılan kulu ile meleklere karşı iftihar eder. 97

Gök kapılarının açılması ve Allahü teâlâ'nın namaz kılan kulu ile yüzyüze gelmesi, daha önce zikrettiğimiz mükâşefe ilminden kinâyedir.

Tevrat'ta 'Ey Âdem oğlu! Ağlayarak ibadet edip huzurumda kaim olmaktan acz gösterme. Kalbine yaklaşan Allah'ım! beni benim nûrumu gayb âleminde görmüştün' yazılıdır.

Ebû Tâlib el-Mekkî şöyle der: 'Namaz kılanın sezdiği rahmet kapılarının açılışı ve hissettiği ağlama ve rikkâtin, Allahü teâlâ'nın onun kalbine mânen yaklaşmasından meydana geldiğini kuvvetli bir şekilde tahmin etmekteyiz. Allah'ın bu şekildeki yaklaşımı mekânî bir yaklaşma olmadığına göre bunun mânâsı ancak hidayet, rahmet ve perdelerin aralanmasıyla yaklaşmadır'.

Deniliyor ki; kul iki rek'at namaz kıldığı zaman, onun bu hareketine her onbin meleğin bulunduğu on saf melek özenmektedir. Böylece Allahü teâlâ, o kuluyla yüzbin meleğe karşı iftihar etmektedir. Bunun sebebi; kulun, namazında kıyam (ayakta durmak) , kuud (oturmak) , rükû ve secdeyi bir araya getirmesidir.

Halbuki Allahü teâlâ bu dört vazifeyi kırkbin meleğe taksim etmiştir. Kıyamda olan melekler kıyâmete kadar bu şekilde kalıp rükûa varamazlar. Secdede olan melekler ise, kıyâmete kadar başlarını secdeden kaldıramazlar. Rükû ve kuudda olan melekler de böyledir. Allahü teâlâ'nın meleklerine ihsân buyurduğu yakınlık ve rütbe, aynı seviyede devam eder; ne eksilir ve ne de artar. İşte bu sırra binaen Allahü teâlâ meleklerinin şöyle dediklerini haber vermektedir.

Biz meleklerden her birimizin bilinen bir makamı vardır. (Sâffât/164)

İnsanoğlu, daha yüksek bir dereceye yükselme imkânına sahip olmak bakımından meleklerden ayrılır. Çünkü insanoğlu, ibâdetleriyle durmadan Allahü teâlâ'ya yaklaşır. O, bu fırsattan habire istifade etmektedir. Melekler içinse makam artışı kapısı kapalıdır. Herbir meleğin muayyen bir rütbesi ve bir vazifesi vardır; ondan başkasına intikâl etmesi mümkün değildir. Onda gevşeklik göstermesi de düşünülemez.

Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar Allah'ındır. O'nun katındakiler (melekler) kendisine ibâdet etmekten ne büyüklenirler, ne de usanırlar. Gece gündüz hep Allah'ı tesbih ederler, hiç ara vermezler. (Enbiyâ/19-20)

Derece artışının anahtarı namazdır.

Hakîkat, Mü'minler zafer bulmuştur. Onlar namazlarında tevazu ve korku sâhibidirler. (Mü'minûn/1-2)

Allahü teâlâ, imandan sonra zafer elde edenleri tevazuyla kılınan namaz ile methetmiştir. Sonra zafere ulaşanların vasıflarını, 'namaz kılmaktır' diye sona erdirerek şöyle buyurmuştur:

'Onlar ki, namazlarını gereği gibi ve devamlı kılarlar'. (Mü'minûn/9)

Daha sonra da bu sıfatlara sahip olan Mü'minlerin şu sonucu elde ettiklerini ilân etmiştir:

İşte bu vasıflara sahip olan kimseler vâris olanlardır. Onlar Firdevs cennetine vâris olacaklar ve orada ebedî olarak kalacaklardır. (Mü'minûn/10-11)

Görülüyor ki, Allahü teâlâ, bu sıfatlara sahip olan Mü'minleri başlangıçta felâh (zafer) ile sonunda da Firdevs'in vârisi olmakla vasıflandırdı. Benim kanaatime göre insanı bu dereceye yükselten, kalbin gâfil olmasıyla beraber yalnızca dilin hareketinden ibaret olan namaz değildir. . .

İşte bu sırra binaen Allahü teâlâ felâha kavuşanların tam zıddı olanlar hakkında da şu ifadeyi kullanmaktadır:

Mücrimlere'Sizi cehenneme sokan nedir?'diye sorulduğunda 'Biz namaz kılanlardan değildik' derler. (Müddessir/41-43)

Bu bakımdan Firdevs'in vârisleri ancak namaz kılanlardır. Allah'ın nûrunu müşahede edip O'na yakın olmaktan zevk alan ve kalben O'na yaklaşanlar da yine namaz kılanlardır. Allahü teâlâ'dan bizi namaz kılanlara dâhil etmesini, sözleri suç ve fiilleri çirkin olanların şerrinden korumasını dileriz. Çünkü ihsânı kadîm olan, kerem ve minnet sahibi bulunan ancak O'dur. Allah, seçtiği her kuluna rahmet deryâlarını coştursun. Amin!

96) Esed kabilesindendir. Kûfe'de kurraların imamıydı. H. 103 senesinde vefat etmiştir.

97) Kut'ul-Kulûb'da küçük bir ibare değişikliğiyle rivâyet edildiği gibi, Sühreverdî tarafından el-Avârif adlı eserinde de zikredilmiştir. Irâkî ise, bu hadîsin aslına rastlamadığını kaydetmektedir.

Huşû Duyanların Namazları ile İlgili Hikâyeler

Korkunun, îmanın semeresi ve Allah'ın celâlinden hâsıl olan yakînin neticesi olduğunu bilmek gerekir. Kime îman ile yakîn ihsân edilmişse, o gerek namazda, gerek namazın dışında daima; hatta tek başına hicran zâviyesinde ve def-i hacet için tuvalette iken dahi korkar.

Çünkü Allah'ın kuluna daima muttali olduğunu bilmek, O'nun celâlini anlamak ve kendi nefsinin kusurlarını idrâk etmek korkuyu gerektirmektedir. İşte bütün bu bilgilerden korku doğar. Bu bilgiler, sadece namaza mahsus değildir. Bu sırra binaen rivâyet edildiğine göre selef-i sâlihînden bir zat Allah'tan utanıp korktuğu için kırk sene başını kaldırıp göklere bakmamıştır.

Rebî b. Hayseme başını ziyadesiyle önüne eğdiği ve gözlerini kapattığı için, bazı kimseler onun kör olduğunu zannederlerdi. Rebî yirmi yıl boyunca İbn Mes'ûd'un evine gidip gelmiştir. İbn Mes'ûd'un cariyesi, Rebî'yi gördüğü zaman efendisine koşar ve 'Kör dostun geldi' derdi. İbn Mes'ûd da câriyesinin bu sözüne gülerdi. Cariye kapıyı çalan Rebî'yi daima başı eğik ve gözü kapalı olarak görürdü. İbn Mes'ûd, Rebî'ye her baktığında 'Ey Rasûlüm! İtaatkâr ve mütevazi olanları cennetle müjdele!' (Hac/34) ayetini okuyarak 'Allah'a "yemin ederim ki eğer Allah Rasûlü seni görseydi, sevinirdi' derdi. Başka bir rivâyette 'Seni severdi', diğer bir rivâyette 'Gülerdi' şeklinde gelmiştir.

Rebî, bir gün İbn Mes'ûd'la birlikte demirciler çarşısından geçiyordu, Demirci körüklerinin üfürdüğü, kıvılcımlar saçan ateşi görünce içten gelen bir nâra atarak düşüp bayıldı. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) namaz zamanına kadar onun başucunda oturdu. Fakat Rebî bir türlü ayılmadı. İbn Mes'ûd daha sonra onu sırtlayarak evine götürdü, fakat o ertesi gün aynı saata kadar ayılmadı ve bu arada beş vakit namazı da kaçırdı. Onun başı ucunda oturan İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) 'Allah'a yemin ederim ki işte korku diye buna denir' buyurmuştur.

Rebî şöyle demiştir: 'Hangi namaza durmuşsam, mutlaka kendi diyeceklerimi ve bana denilecek olanları düşünmüş ve bu sahada tefekküre dalmışımdır'.

Bu tür kimselerden biri de Amr b. Abdullah'tır. 98 Bu zat namaza durduğu zaman, kızı arasıra def çalar; kadınlar da ev dahilinde istedikleri gibi, yüksek sesle konuşurlardı. Fakat o bunları ne duyar ve ne de konuştuklarını anlardı. Günün birinde kendisine 'Namaz dahilinde nefsin sana birşey söylüyor mu?' diye soruldu. 'Evet; bana, Allah'ın huzurunda bulunduğumu ve yarın iki evden (cennet ve cehennemden) birine gideceğimi söylüyor' cevabını verdi.

Yine bir gün kendisine şöyle sorulmuştu: 'Bizim namaz içinde hissettiğimiz dünya hadiselerini duyuyor musunuz?' Buna şöyle cevap verdi: 'Bedenime mızrakların saplanması, bana sizin namaz içinde hissettiğiniz dünya hâdiselerini duymaktan daha sevimli gelir'.

Amr hazretleri şöyle der: 'Eğer Allah ile kul arasındaki perde gözlerimin önünden kalksaydı, yakînimden zerre kadar artma olmayacaktı'.

Müslim b. Yesar da bu kimselerdendi. Basra câmiînde namaz kılarken, câmi duvarının yıkılmasından haberi olmadığını daha önce söylemiştik.

Böyle kimselerden birinde, önlenmesi ancak hastalığa yakalanan parçanın kesilmesiyle mümkün olabilecek bir hastalık belirdi. Ancak o sözkonusu parçanın kesilmesine razı olmadı. Kendisini tanıyanlardan biri tedbir olarak şöyle dedi: 'Namaza durduğu zaman başına gelenlerden haberi olmaz. Bu nedenle, onu namazda iken ameliyat edin'. Bunun üzerine, kesilmesi gereken beden parçası kendisi namazda iken yerinden alındı ve böylece tedâvisi yapıldı.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Namaz, âhiret hâdiselerindendir. Bu bakımdan namaza girdiğin zaman, dünyadan çıkmış olursun'.

Seleften birine 'Namazda iken, dünya hâdiselerinden birşey düşünür müsün?' diye sorulduğunda şöyle cevap: vermiştir: 'Ne namazda, ne de dışında böyle birşey düşünmem'.

Yine bir zâta 'Namazda birşey hatırlar mısın?' diye sorulduğunda, 'Bence namazdan daha sevimli birşey yoktur ki onu hatırlayayım' buyurmuştur.

Ebu'd Derda (radıyallahü anh) şöyle buyurur: Kılmaya başlamadan önce her türlü ihtiyacını görüp, namaza sade bir kalple başlamayı başarmak, kişinin fakih olmasına delâlet eder'.

Seleften bazıları, vesvese korkusundan, namazlarını acele kılarlardı.

Rivâyet ediliyor ki, Ammar b. Yâsir (radıyallahü anh) bir keresinde namazını acele olarak kıldı. Orada bulunanlardan biri 'Ey Ebû Yekzan! Namazını çok acele kılmadın mı?' diye sordu. O da cevaben şöyle buyurdu: 'Namazın hududlarından herhangi birine riayet etmediğimi ve herhangi bir unsurunu eksik yaptığımı gördün mü?'. Adam görmediğini söyleyince de şöyle dedi: 'Şeytanın unutkanlığını acele olarak geçeyim diye namazı bu şekilde kıldım'.

Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştu:

Kul, namaz kılar; fakat kendisi için, bu namazın yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri ve hatta onda birisi dahi yazılmaz.

Ammar b. Yâsir sözlerine şöyle devam etti: "Kişi namazından neyi, ne kadarını anlarsa, kendisi için o kadarı yazılır, buyurulmuştur".

Ashâbdan Hazret-i Talha, Hazret-i Zübeyr ve bir grup, namazlarını herkesten daha acele ve hafif olarak edâ ederlerdi. Böylece şeytanın vesvesesinden bir an evvel kurtulmayı temin ettiklerini söylerlerdi.

Hazret-i Ömer bir gün minberde şöyle buyurmuştur: 'Kişi, sakalı İslâmiyet'te bembeyaz kesildiği halde, Allahü teâlâ için kâmil ve tam bir namaz kılmamış olabilir'. Sahabîlerden biri 'Bu nasıl olur?' diye sorunca da şöyle buyurmuştur: 'Bununla namazda gereken huşû, tevâzu ve Allahü teâlâ'nın huzuruna yönelmeyi tamamlamadığını söylemek istiyorum'.

Ebû Âliye'ye" 'Onlar ki, namazlarından gafildirler' (Mâûn/5) ayetinin kimin hakkında nâzil olduğu sorulunca, 'Namazında kaç rek'at kıldığını bilmeyen kimseler hakkında nâzil olmuştur' cevabını vermiştir.

Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) bu ayetin, namaz vaktini unutmak suretiyle, vakitten çıkaran kimse hakkında nâzil olduğunu söylemiştir.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Bu ayet-i celîle, namazını vaktinde kıldığı zaman sevinmeyen, vaktinde kılmadığı zaman da üzülmeyen; ta'cilinde hayır görmediği gibi, tehirinde de günâh telâkki etmeyen kimse hakkında nâzil olmuştur'.

Bilmelisin ki, kişinin kıldığı namazın bir kısmı aleyhinde ve bir kısmı da lehinde yazılmaktadır. Nitekim hadîsler de bu keyfiyete delâlet etmektedirler; her ne kadar fakihler 'Bir namaz ya doğru olur veya olmaz; bir kısmı doğru, bir kısmı da eğri olmak suretiyle parçalanmayı kabul etmez' deseler de. . . Fakat fakihlerin de biraz önce söylediğimiz gibi hükmü doğrudur. (Çünkü zâhire göre verilen bir hükümdür) . Birçok hadîs, bizim söylediğimiz bu mânâya da delâlet etmektedir. 'Farzların eksikliği nâfilelerle giderilir'100 diye bir hadîs-i şerif vârid olmuştur.

Bir hadîs-i şerifte Hazret-i İsâ Allahü teâlâ'dan farz ibadetlerle kulum azabımdan kurtuldu. Nâfile ibadetlerle de kulum bana yaklaştı' sözlerini naklettiği haber verilmektedir.

Hazret-i Peygamber de Allahü teâlâ'nın 'Kulum, benim azabımdan, ancak kendisine farz kıldığım ibâdetleri edâ etmek suretiyle kurtulur'101 buyurduğunu nakleder.

Hazret-i Peygamber, bir namazda okuduğu sûrenin bir ayetini atlar. Namazı bitirdikten sonra arkasındaki cemaata: 'Ben ne okudum?' diye sorar Cemaat susar. . . Bunun üzerine aynı suali Übey b. Ka'b'a sorar. Übey 'Filân sureyi okuyup, falân ayetini terkettin. Bu ayetin neshedilip edilmediğini bilmiyoruz' deyince Hazret-i Peygamber 'Sen bu işin ehlisin ey Übey?' buyurduktan sonra diğerlerine dönerek şöyle der: "Namaza gelip de saflarını tamamlayarak duran ve peygamberleri aralarında bulunan sizlere ne oluyor ki, Allah'ın Kitabı'ndaki size hangi sûrenin okunduğunu bilmiyorsunuz? İyi bilin ki, İsrâiloğulları da sizin yaptığınız gibi yapmıştı. Allahü teâlâ peygamberlerine 'Kavmine söyle! Bedenleriyle huzuruma geliyor ve dillerini bana veriyorlar; fakat kalpleriyle benden uzaklaşıyorlar. Yaptıklarının bâtıl olduğunu bilsinler, diye vahyetmiştir". 102

Bu hadîs-i şerîf. Fâtiha'dan sonra imamın okuduğu zammı sûrenin dinlenip anlaşılmasının, cemaat için bu zammı sûrenin bedeli olduğuna delâlet eder.

Seleften biri şöyle der: Kişi kendisini Allah'a yaklaştırdığı inancıyla secdeye varır. Oysa secdede yaptığı günâhlar, bulunduğu şehrin sâkinlerine taksim edilmiş olsaydı hepsi helâk olurdu'. Bu sözü dinleyenlerden biri 'Bu iş nasıl oluyor?' diye sorunca, o zât şöyle karşılığını verir:

Kendisi Allah huzurunda secdeye varmaktadır. Kalbi ise, nefsin hevasına kulak veriyor ve kendisini kaplamış olan bâtılı görüyor'.

İşte namazlarında huşû duyanların özellikleri bunlardır!

Bu anlattıklarımız, daha önce vermiş olduğumuz hükümlerle birleştikleri zaman, namazda huşû ve kalp huzurunun esas olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine gafletle kılınan namazın mücerred hareketlerinin âhirette pek az fayda verici olduğu da sarahaten anlaşılmaktadır. En doğrusunu Allah bilir. Allah'tan bizi muvaffak kılmasını niyaz ederiz!

98) Zübeyr b. Avvam'ın torunu ve Abdullah b. Zübeyr'in oğludur.

99) Adı Refi b. Mehram'dır. Riyâhî kabilesine mensup olup Basralıdır. Resûlullah'ın vefatından iki sene sonra müslüman olmuş ve H. 90 senesinde vefat etmiştir.

100) Sünen shipleri ve Hâkim, (Ebû Hüreyre'den) ; Hâkim senedinin sahih olduğunu söylemiştir.

101) İmâm Irâkî, böyle bir hadîse rastlamadığını kaydeder. Ebû Tâlib el Mekkî ise Kut'ul-Kulûb adlı eserinde bu hadîsi değişik bir ibare ile rivâyet etmektedir.

102) Muhammed b. Nasr, Kitab 'us-Salât, (mürsel olarak) ; Deylemî, (Übey b. Ka'b'dan) ; Nesâî, (Abdurrahman b. Ebzî'den sahih olarak)

İmamlık, İktidâ (İmama Uyma) , Namazın Rükünleri, İmamın Selâm'dan Sonraki ve İmamın Namazdan Önceki Vazifeler

İmâm'ın namazdan evvelki vazifeleri altıdır:

1. Kendisini istemeyen bir cemaata İmâm olmamalıdır. Eğer kendisini istemek hususunda cemaat ikiye bölünürse, ekseriyetin durumu dikkate alınır. Fakat azınlıkta kalanlar, diğerlerine nazaran, daha hayırlı ve dindar kimseler ise, onların görüşlerini dikkate alıp ona göre amel etmek daha evladır.

Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:

Şu üç grup insanın namazı, başlarından bir arpa boyu kadar olsun yukarıya çıkmaz; a) Efendisinden kaçan köle, b) Kocası kendisinden râzı olmayan kadın, c) Kendisini istemeyen bir cemaate imamlık yapan kişi. 103

Cemaatin imamı istemeyişi halinde 'imamlık' mekruh olduğu gibi, cemaat içerisinde fıkhı kendisinden daha iyi bilen birisinin bulunması halinde yapılan imamlık da mekruh olur. Ancak fıkhı daha iyi bilen kişi İmâm olmaktan kaçınırsa diğerinin İmâm olmasında mahzur yoktur. Bu gibi durumlar mevcut değilse, nefsinin imamlık şartlarını hâiz olduğuna kânî olan bir kimse, derhal öne geçerek imamlık yapabilir.

Cemaatin içinde imamlığa daha lâyık birisi bulunduğu zaman, bunların birbirleriyle diğerinin İmâm olmasını istemek sûretiyle itişmeleri mekruhtur. Çünkü 'Namaz için kamet getirildikten sonra imamlık hususunda itişip kakışan bir kavmi Allahü teâlâ batırmıştır' denilmiştir.

Ashâb-ı kirâm arasında İmâm olmamak için vukû bulan itişmeler hususundaki rivâyete gelince, bunun sebebi İmâm olması istenilen zatın diğer kişiyi bu işe kendisinden daha ehil görmesi ve onu nefsine tercih etmesidir; ya da sahâbiler, namazda herhangi birşeyi unuturum diye korkup imamlıktaki mesuliyet tehlikesinden kaçtıkları için bu şekilde hareket ediyorlardı. Çünkü imamlar sorumluluk taşımaktadırlar. İmamlık vazifesine âşinâ olmayan bir kimsenin kalbi, çoğu zaman, böyle bir görevi yüklendiğinde meşgul olur. Özellikle sesli kılınan namazlarda cemaatten gelen mahcûbiyet duygusu namazda gereken ihlâsı teşviş eder. Bu bakımdan imamlıktan çekinen ashâb-ı kirâmın böyle birçok mâzeretleri vardı.

2. Kişinin, ezan okumakla imamlık arasında muhayyer kılındığı zaman, imamlığı tercih etmesi daha uygundur; çünkü her ikisinin de fazileti olmakla beraber ikisini birden almak mekruhtur. İmamla müezzinin ayrı ayrı şahıslar olması daha münasiptir. İmamlıkla müezzinliği birden almak mümkün olmadığı zaman, imamlık daha evlâdır. Bazıları da ezan hakkında naklettiğimiz faziletten ötürü müezzinliğin daha evlâ olduğuna hükmetmişlerdir.

İkinci delilleri de Hazret-i Peygamber'in şu sözüdür:

İmâm mesûldür; müezzin ise emindir. 104

Bunlar 'İmamlıkta mesûliyet korkusu vardır' derler.

İmâm âmirdir (veya emindir) . O rükûa gittiği zaman siz de rükûa gidiniz; secde ettiğinde de siz de secde ediniz. 105

Eğer İmâm namazını tamamlarsa bundan hem kendisi, hem de cemaat faydalanır. Eğer namazında noksanlık yaparsa zararı cemaate değil, sadece kendisine aittir. 106

Bütün bu hadîsler, müezzinliğin imamlıktan daha üstün olduğuna delâlet ettiği gibi, şu hadîs-i şerîf de buna delâlet etmektedir:

Ey Allahım! İmamları irşâd et! Müezzinleri de affeyle!107

Affın istenmesi daha evlâdır; çünkü irşâd, affolunmak için istenilmektedir.

Bir camide yedi yıl imamlık yapana sorgusuz sualsiz cennet vâcib olur. Kırk yıl ezan okuyan ise sorgusuz sualsiz cennete girer. 108

İşte bu sır ve hikmetten ötürü sahâbiler (radıyallahü anh) İmâm olmamak hususunda itişip kakışmakta idiler.

Son Hüküm

En doğru fetvâya göre, imamlık, müezzinlikten daha efdâldir. Çünkü Hazret-i Peygamber hayatı boyunca imamlığa devam ettiği gibi, ondan sonra da Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve onlardan sonra gelen eimme-i kiram da imamlığa devam etmişlerdir. Evet, imamlıkta mesûliyet tehlikesi vardır; fakat unutulmamalıdır ki, tehlikesi nisbetinde de fazileti vardır. Nitekim tehlikelerle dolu olan âmirlik ve halifelik rütbesi de her rütbeden daha üstündür. Bunun delili Hazret-i Peygamber'in şu hadîsi şerifidir:

Adil sultanın tek bir günü, yetmiş senelik ibâdetten daha üstündür. 109

Buna rağmen saltanatta büyük tehlikeler vardır, İşte imamlıkta da tehlike olduğu için en faziletli olanın ve fıkhı en iyi bilenin, bilmeyenlere İmâm olması vâcib olmuştur.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

İmamlarınız şefaatçınızdır110. Sizin Allah nezdindeki temsilcinizdir. Eğer namazlarınızın makbul olmasını istiyorsanız, kendinize fazilet bakımından en üstününüzü İmâm seçiniz.

Seleften bazıları, 'enbiyâdan sonra âlimlerden daha üstün, âlimlerden sonra da namaz kıldıran imamlardan daha üstün bir kimse yoktur. Çünkü bu insanlar, Allah'ın huzurunda kâim olup onunla mahlûkatı arasında aracılık yaparlar. Peygamberler nübüvvet vazifesiyle, âlim ilimle, İmâm ise, dinin direği olan namazla Allah ile mahlûkatı arasına girmektedir' demişlerdir.

Ashâb-ı kirâm, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'ın halife seçilmesini şu delile dayanarak ispatlamışlardır:

Düşündük ve baktık ki namaz dinin direğidir. Bu bakımdan dinimiz hususunda Rasûlüllah tarafından önder seçilen bir insanı dünyamıza da lider intihab ettik.

Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh) Rasûlüllah tarafından müezzin tâyin edildiği halde, buna dayanarak onu halife seçmediler. (Bu bakımdan sahâbîlerin bu hareketi imamlığın müezzinlikten daha üstün olduğuna en bariz delildir) .

Müezzinliğin daha üstün olduğuna delâlet eden şöyle bir hadîs rivâyet olunmaktadır:

Ashâbdan biri 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana cennete girmeme vesile olacak bir amel öğret!' deyince, Hazret-i Peygamber 'müezzin ol!' buyurdu. Adam 'müezzinlik yapmaya gücüm yetmez' deyince, de :O halde İmâm ol!' dedi. Adamın İmamlık yapmaya da kudretim kâfi gelmez' demesi üzerine 'Öyleyse imamın hizasında namaz kıl!' buyurdu.

Bu hadîs yoruma muhtaçtır; çünkü Rasûlüllah, müezzinlik daha üstün olduğu için değil, cemaatin, o adamın imamlığına razı olmayacağı kanaatiyle böyle söylemiştir. Zira ezan okumak vazifesi müezzine, imamlık vazifesi ise cemaate ve onun seçimine bağlı bulunmaktadır. Daha sonraki zamanlarda zannedilmiştir ki o adam imamete muktedirdi. 111

3. İmâm, namaz vakitlerini gözetlemeli, Allah'ın rızasına nâil olabilmek için namazları vakitlerinin evvelinde kıldırmalıdır.

Nitekim Hazret-i Peygamber'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

Vaktin evvelinde kılınan namazın, sonunda kılınana nazaran üstünlüğü, âhiretin dünyadan üstünlüğü gibidir. 112

Kişi, namazını vaktin sonunda kılar ve kazaya bırakmaz. Ancak vaktin evvelinde edâ etmediği için kaybettiği fazilet, dünyadan ve dünyadakilerden daha üstün ve hayırlıdır. 113

Cemaat çoğalsın diye, namazı vaktin sonuna tehir etmek uygun bir hareket değildir. Aksine cemaatin vaktin evvelindeki faziletleri elde etmek için acele etmesi gereklidir. Namazı vaktin evvelinde kılmak, cemaatin çokluğundan ve uzun sûrelerin okunmasından daha üstündür.

Selef-i Sâlihîn iki kişi oldukları zaman, derhal namaza dururlar, üçüncüyü beklemezlerdi. Dört kişi cenazede hazır olduğunda derhal vazifelerin yapılmasına geçilir ve beşinci şahıs beklenmezdi.

Bir yolculuk esnasında cemaat, sabah namazına geç gelen Hazret-i Peygamber'i beklememiş ve Abdurrahman b. Avf'ı imamlığa geçirerek namazlarını edâ etmişlerdi. Birinci rek'ata yetişemeyen Hazret-i Peygamber, imamın selâmından sonra kalkarak kılamadığı bu rek'atı kaza etti. Râvî "Biz bu durumdan korktuk. Fakat Hazret-i Peygamber selâm verdikten sonra 'Böyle devam ediniz' buyurup bizi teskin etti" diyor. 114

Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) , bir gün öğle namazında gecikti. Ashâb onun gelişini beklemeden Ebû Bekir Sıddîk'ı imamlığa geçirdiler. Ebû Bekir, namazı kıldırırken Hazret-i Peygamber gelerek onun yanında durmak suretiyle cemaata uydu. 115

İmâm, müezzini beklemek mecburiyetinde değildir. Aksine kâmet getirmek için müezzinin imamı beklemesi gerekir. Bu bakımdan İmâm, hazır olduğu zaman, müezzini beklemeden namaza devam edebilir.

4. İhlâslı ve sadece Allah rızası için imamlık yapmak gerekir. Taharette ve namazın bütün şartlarında Allah'ın emanetini olduğu gibi edâ etmelidir.

103) Tirmizî, (Ebû Ümâme'den hasen ve garib olarak)

104) Ebû Davud ve Tirmizî, (Ebû Hüreyre'den) ; Ahmed b. Hanbel, (Ebû Ümâme'den hasen olarak)

105) Buhârî, (Ebû Hüreyre'den) Ancak Buhârî'de 'İmâm emindir (veya âmirdin) ibaresi yoktur.

106) Ebû Dâvud, İbn Mâce ve Hâkim, (Ukbe b. Âmir'den) , Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)

107) Bu hadîs, daha önce 'İmâm mesûldür' şeklinde vârid olan hadîsin bir parçasıdır.

108) Tirmizî, İbn Mâce, (İbn-i Abbâs'dan -hadîsin ilk kısmını-) ; Tirmizî hadîsin garib olduğunu söylemiştir.

109) Taberânî, (İbn-i Abbâs'dan hasen bir senedle)

110) Dârekutnî ve Beyhakî, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)

111) Buharî, Tarih; Ukaylî, Duafâ; Taberânî, Evsat, (İbn-i Abbâs'tan zayıf bir senedle)

112) Deylemî, Müsned'ül-Firdevs, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)

113) Dârekutnî, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)

114) Buhârî ve Müslim, (Muğire'den)

115) Buhârî ve Müslim, (Sehl b. Sa'd'dan)

İmamlık ve Müezzinlik İçin Ücret Almak

İhlâs ile imamlık yapmak, bu vazifenin karşılığında ücret almamak demektir; çünkü Hazret-i Peygamber, Osman b. Ebi'l-As es Sakafî'ye şöyle demiştir.

Okuduğu ezan karşılığında ücret istemeyen bir kimseyi müezzin yap!116

Ezan, namazın yoludur. Madem ki, ezan mukabilinde ücret alınmaması sözkonusudur, o halde imamlık vazifesine karşılık da ücret alınmaması daha evlâdır.

Vakfiyesinde 'İmâm ücreti' bulunan bir mescide İmâm olarak, oradan veya devletten, yahut da cemaatın herhangi birisinden imamlık ücreti alınırsa, bunun haram olduğuna hükmedilemez. Fakat mekruh olduğu da muhakkaktır. Farzlardaki kerahetse teravih namazlarındaki kerahetten daha şiddetlidir. İmâm'ın aldığı bu ücret, camide beş vakit hazır olmasının karşılığıdır. Cemaatin ikâmesi ve o mescidin murakabesi içindir. Yoksa sadece namaz kıldırmak için değildir.

Emanete gelince, bâtını fısk u fücura, büyük ve küçük günâhlara devam etmekten temizlemektir. İmamlığa seçilen zâtın, bu iç habasetten var kuvvetiyle kaçınması gerekir.

Çünkü İmâm, cemaatin şefaatçısı (veya temsilcisi) mesabesindedir. Bu bakımdan cemaatin 'en hayırlısı' olması gereklidir. Zâhirde hades ve necâsetten temizlenmesi de böyledir; çünkü böyle bir temizliğe kendisinden başkası vâkıf olamaz. Eğer namaz esnasında abdesti olmadığını hatırlar veya kendisinden bir yel zuhûr ederse, sakın utanıp da namazı bırakmamazlık etmesin! Böyle bir duruma yakınında bulunan birisinin elinden tutarak kendi yerine geçirmelidir; çünkü Hazret-i Peygamberin, namaz esnasında cünüp olduğunu hatırladığı ve derhal yerine birisini vekil yaparak gusül abdesti almaya gittiği, bilâhare gelerek namaza dahil olduğu sabittir. 117

Süfyân es-Sevrî şöyle der: 'Efendisinden kaçan köle, bid'at ehli, anababaya isyan eden, fisk u fücuru alenen işleyen ve daima sarhoş gezenler hariç, her doğru ve yalancının arkasında, cemaat olarak namaz kıl'. (Böyle bir namaz, Ebû Hanîfe ile Şâfiî'ye göre kerahetle birlikte sahihtir) .

5. İmamın saflar düzeltilmedikçe tekbir almaması gerekil".

İmâm, sağma ve soluna bakmalı ve saflarda bir eğrilik görürse düzeltilmesini emretmelidir.

Selef-i Sâlihîn namaza dururken omuzlarını bir hizaya getirir ve ayak topuklarını da birleştirirlerdi.

Müezzin, kâmeti bitirmeden İmâm tekbir almamalıdır. Müezzin de ezandan sonra, cemaatın namaza hazırlanabileceği kadar bekledikten sonra kâmet getirmelidir.

Ezan ile kametin arası kişinin yemek yiyebileceği veya sıkıştığında abdest alabileği kadar bir zaman uzatılmalıdır. 118

Bunun hikmeti, Hazret-i Peygamber'in küçük veya büyük taharetin sıkıştırdığında namaz kılmayı yasaklamasıdır. 119

Ayrıca Hazret-i Peygamber, kalbin vesveselerden kurtulması için, acıkan bir kimsenin akşam yemeğini yatsı namazından önce yemesini emir buyurmuştur. 120

6. İmâm, namazdaki tüm tekbirleri cemaate duyuracak şekilde yüksek sesle almalıdır. Cemaattekiler ise, seslerini ancak kendilerinin duyabilecekleri kadar yükseltebilirler. İmâm, fazilete nâil olmak için, imamete niyet etmelidir. İmâm bu niyeti getirmese dahi hem kendisinin hem de uymaya niyet eden cemaatin namazları sahihtir. Fakat cemaat sevabını ancak imama uymaya niyet eden kimseler alır. İmâm ise, imâmete niyet etmediği için, cemaatla namaz kılına sevabından mahrum olur. Cemaat istiftah tekbirlerini imamın tekbirinden sonra almaya dikkat etmelidir; yani İmâm tekbirini bitirdikten sonra sıra cemaate gelmelidir. Allah herkesten daha iyisini bilir.

116) Sünen-i Sitte ve Hâkim, (Osman b. Ebi'l-As es-Sakafî'den)

117) Ebû Dâvud, (Ebû Bekre'den sahih bir senedle)

118) Tirmizî ve Hâkim, (Câbir'den) Tirmizî'ye göre senedi meçhûldür.

119) Müslim, Eb. Aişe'den şu ibâre ile nakletmektedir: 'İki pislikten biriyle sıkışanın namazı yoktur (namazı kâmil olmaz) '.

120) Buhârî ve Müslim (İbn Ömer ve Hazret-i Âişe'den)

Kıraat Vazifeleri

Bu vazifeler üçtür:

A. İmâm, namazı tek başına edâ eden zat gibi, istiftah (açma) duasını ve eûzü'yü gizlice okur. Sabah namazının bütün rek'atlarında, akşam ve yatsının da birinci ve ikinci rek'atlarında Fâtiha' yı ve Fâtiha'dan sonra okunan sûreyi sesli okuyacaktır; nitekim namazı tek başına edâ edenler de böyle yaparlar. Namazın sonunda, eğer sesli okunan namazlardansa 'âmin' kelimesini sesli getirmelidir. Cemaat de böyle yapmalı ve âminlerini imamın âmin'inden sonra değil, onunla birlikte getirmelidirler. 121

İmâm, sesli namazlarda (Şâfiî'ye göre) besmeleyi de sesli okumalıdır. Besmele'nin nasıl okunacağı hakkında birbirine zıt birçok haberler zikredilmiştir. İmâm-ı Şâfiî (radıyallahü anh) besmele'nin açık okunması tarafını tercih etmiştir. 122

B. İmâm, kıyamdayken üç defa nefes alıp sükût etmelidir.

Bu keyfiyeti, Semure b. Cündüb ile İmrân b. Husayn Hazret-i Peygamber'den rivâyet etmişlerdir:

a) Tekbir aldığı zaman, arkasında bulunup kendisine uyan cemaatin Fâtiha'yı okuyacağı kadar susması gereklidir. Bu, sükûtların en uzunudur. Bu sükûtu, İmâm, istiftah duasını okuduğuzaman yapar; çünkü İmâm bu arada sükût etmezse cemaatin, zamlı sûreyi dinlemesine mâni olur. Bu durumda sevaplarının eksilmesinden mesûl olur. Eğer İmâm, sükût ettiği halde, cemaat bu müddet içinde Fâtiha'yı okumayıp başka birşeyle meşgul olursa günâh imama değil, cemaate ait olur.

b) İmâm, Fâtiha'yı okuduktan sonra, birinci sükûtunda Fâtiha'ları tamamlayamayanlara tamamlama imkânı vermek için, birinci sükûtun yarısı kadar susmalıdır.

c) Fâtiha 'nın akabinde okunan sûreyi bitirdikten sonra ve rükûa varmazdan önce azıcık sükût etmelidir. Bu, sükûtların en kısasıdır. İmâm okuyuş ile rükûa varış tekbirinin arasını ayıracak kadar susmalıdır; çünkü okuyuşu tekbirle birleştirmek yasaklanmıştır.

Cemaat, imamın arkasında, Fâtiha'dan başka birşey okumamalıdır. Eğer İmâm, tekbirinden sonra Fatiha'yı okuyacak kadar fırsat vermezse cemaat Fâtiha'larını onunla birlikte okumalıdır ve bunun (mânevî) kusuru da imama ait olur. Eğer cemaat, imamın okuduğu zammı sûreyi duyamazsa kendi kendine okumasında bir mahzur yoktur.

C. İmâm, sabah namazında yüz ayetten az olan sürelerden iki tanesini okumalıdır; çünkü sabah namazının kıraatini uzatmak ve namazı biraz erken başlatmak sünnettir. Sabah namazından tan yeri ağardıktaıı sonra çıkılması bir zarar vermez. İkinci rek'atında herhangi bir sûrenin sonundan otuz veya yirmi ayet okuyup o sûreyi bitirmekte hiçbir beis yoktur. Çünkü böyle sûreler sık sık okunmadığından va'z u nasihat bakımından daha tesirli ve insanı daha fazla tefekküre sevkedecidir. Bazı âlimler bir kısım sûrelerin baş taraflarından birkaç ayet okuyarak kesmeyi mekruh saymışlardır.

Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber Yûnus sûresinin bir kısmını okumuş, Hazret-i Mûsa ile Firavun bahsine gelince okumayı kesip, rükûa varmıştır. 123

Hazret-i Peygamber sabah namazında Bakara sûresinden (136) "Ey Mü'minler! Yahûdî ve hristiyanların sizi kendilerine dâvet etmelerine karşılık şöyle deyiniz: Biz Allah'a ve bize indirilen Kur'ân'a îman ettik" ayetini, ikinci rek'atte Al-i İmrân sûresinin (53) 'Ey rabbimiz! İndirdiğin İncil'e îman ettik ve peygamberin isa'ya tâbi olduk. . . ' ayetini okumuştur. 124

Hazret-i Peygamber, Bilâl'in daldan dala atlayarak şuradan buradan ayet okuduğuna şâhid olunca ona neden böyle yaptığını sorar.

Bilâl 'Güzel kokuyu güzel kokuya katıyorum' cevabını verir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Çok güzel yapıyorsun' buyurur. 125

Öğle namazında otuz ayet uzunluğunda olan ve Tıval'i Mufassal diye anılan sûrelerden okumalıdır. İkindi namazında öğlede okuduğu sürelerin yarısı kadar; akşam namazında ise Mufassal sûrelerden sonra gelen kısa sûreleri okumalıdır. 126

Hazret-i Peygamber'in kıldığı son namaz, akşam namazıdır. 127 Hazret-i Peygamber bu namazda Mürselât sûresini okumuş ve bundan sonra da ruhunu teslim edinceye kadar başka namaz kılmamıştır.

Kısacası namazda tahfif, ağır kılmaktan daha evlâdır; özellikle de cemaati bol olan camilerde. . .

Hazret-i Peygamber bu ruhsat hakkında şöyle buyurmaktadır:

Herhangi biriniz, halka namaz kıldırdığında, hafif kıldırsın; çünkü onların içerisinde ihtiyaç sahibi, yaşlı ve zayıf kimseler bulunabilir. 128

Ancak kişi tek başına kıldığı namazlarını istediği kadar uzatabilir.

Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) bir kavme İmâm olarak yatsı namazını kıldırdı. Zammı sûre olarak Bakara'yı okudu. Bu uzun süreye tahammül edemeyen birisi cemaati bırakıp namazını tek başın bitirdi. Onun bu halini gören cemaat 'Bu adam münâfık oldu' dediler. Bunun üzerine o adamla Muaz, Rasûlüllah'a müracaat ettiler. Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) hâdiseyi dinledikten sonra Muaz'ı azarlayarak şöyle buyurdu:

Ey Muaz! Sen kışkırtıcı mısın? A'la, Târık ve Şems sûrelerini okusana. . . 129

121) İmâm 'âmin' dediğinde, cemaatın da 'âmin' demesi gerektiğini bildiren hadis vardır.

122) Nesâi ve Müslim, (Enes'den)

123) Müslim, (Abdullah b. Saib'den) Mü'minûn sûresini okuduğunu rivâyetetmektedir.

124) Müslim, (İbn-i Abbâs'dan) ; Ebû Dâvud, (Ebû Hüreyre'den)

125) Ebû Dâvud, (Ebû Hüreyre'den sahih bir senedle)

126) Nevevî'ye göre, Mufassal sûreler, Hucurât süresiyle başlar ve Şems sûresinde sona erer.

127) Buhârî ve Müslim, (Ümmü Fadl'dan)

128) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den) Buhârî ve Müslim, (Câbir'den) Ancak bunların rivâyetinde Târık sûresinin zikri yoktur. Bu sûrenin zikri Beyhakî'ye göre sâbittir.

Erkânla İlgili Vazifeler Üçtür

1. Rükû ve secdeyi hafif yapmalı ve bunlardaki tesbihleri üçten fazla okumamalıdır. Çünkü Hazret-i Enes'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir:

Allah Rasûlü'nden namazının herşeyi tamam olduğu halde daha seri namaz kılan kimse görmedim!130

Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) , Medine vâlisi Ömer b. Abdülaziz'in arkasında namaz kıldığı zaman şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'in namazına, şu gencin namazından daha çok benzeyen bir namaz görmedim. Biz Allah Rasûlü'nün arkasında namaz kılarken rükû ve secdelerde onar defa tesbih getirirdik'. 131

Mücmelen rivâyet edildiğine göre ashâb-ı kirâm (radıyallahü anh) şöyle demişlerdir:

Biz Allah Rasûlü'nün arkasında namaza durduğumuzda rükû ve secde de onar defa tesbih getirirdik. 132

Bu şekildeki kıraat güzeldir, fakat cemaat çoğaldı mı tesbihleri üçer defa yapmak ve kısa kesmek daha güzeldir. Eğer kendisini sadece dine adayan kimselerden başka cemaat yoksa o vakit tesbih sayısını on'a çıkarmakta bir beis yoktur. İşte bu konuda vârid olan çeşitli rivâyetlerin bu şekilde telifi mümkündür.

İmamın, başını rükûdan kaldırırken 'Semiallâhu limen hamideh' demesi gerekir.

129) Buhârî ve Müslim, (Câbir'den) Ancak bunların rivâyetinde Târık sûresinin zikri yoktur. Bu sûrenin zikri Beyhakî'ye göre sâbittir.

130) Buhârî ve Müslim

131) Ebû Dâvud ve Nesaî, (hasen bir senedle) İbn Kattan'a göre zayıftır.

132) İmâm Irâkî bu şekilde müstakil bir hadîse tesadüf etmediğini kaydettikten sonra, bunun bir Önceki hadîsin parçası olması ihtimali üzerinde durmuştur.

İmama Uymanın Keyfiyeti

2. Cemaat rükû ve secdeyi, kılı kılına imamla beraber değil, aksine ondan sonra yapmalıdır. İmama uyan, imamın alnı secde yerine varmadan önce secde etmemelidir; çünkü sahâbe-i kiram, Hazret-i Peygamber'e bu şekilde uymuşlardır. Cemaat, İmâm tam rükûa varmadan, rükûa gitmemelidir.

Denildiğine göre, insanlar namazdan üç grup olarak çıkarlar:

ı) Yirmibeş namazla çıkanlar. (Yani namazlarını yirmibeş namazın faziletine nâil olarak bitirenler) . Bunlar, imamdan sonra rükûa varan ve yine ondan sonra tekbir alan kimselerdir.

ıı) Bir tek namazla çıkanlar. Bunlar da kılı kılına imamla beraber tekbir alıp rükû ve secdeye varanlardır.

ııı) Namazdan namazsız çıkanlar. Bunlar da imamdan önce tekbir alan ve ondan önce secde yapanlardır.

İmanım rükûda iken yeni gelip cemaata iştirak etmek isteyen bir kimsenin cemaat faziletine nâil olması ve o rek'ata yetişmesi için bekleyip beklememesi hakkında ulemânın ihtilâfı vardır. Ümit ederim ki, ihlâs ile yapılan böyle bir bekleyişte cemaat arasında herhangi bir tefrik sözkonusu olmamak şartıyla beis yoktur. Zira İmâm namazı uzatmamak hususundaki hakları gözetmelidir.

Teşehhüd Duası ve Hududu

3. Namazın uzamaması için teşehhüd duasını ancak teşehhüd kadar uzatmalıdır. Duayı yaparken sadece kendi nefsine duâ etmemeli, aksine bütün cemaatı kapsayan çoğul sigası kullanmalıdır.

Allâhümmağfirlenâ (Allahım! Bizi affeyle!) demeli; Allâhümmağfirlî (Allahım! Beni affeyle!) dememelidir. İmamın duada sadece kendi nefsini zikretmesi mekruh görülmüştür.

Teşehhüd'de, Hazret-i Peygamber'den vârid olan şu beş kelime ile Allah'a sığınmakta hiçbir beis yoktur. 133

Cehennem ve kabir azâbından sana sığınırız. Yâ rabb! Hayat ve ölümün ve mesih-deccâlın fitnesinden sana sığınırız. Yâ rabb! Herhangi bir kavmin başına fitneyi koparmak istediğin zaman, bizleri buna bulaştırmaksızın huzur-u ilâhîne al!

Deccâl'a, bütün yeryüzünü gezeceği için 'Mesih' denilmiştir. Bazı kimseler de ona, gözleri kör olduğu için 'Mesih' denildiğini söylemişlerdir.

Tahallül (Namazdan Çıkış) ile İlgili Vazifeler

Bunlar da üçtür:

1. Her iki selâmıyla da orada bulunan cemaate ve meleklere selâm vermeye niyet etmelidir.

2. Selâmdan sonra yerinden kıpırdamamalıdır. Çünkü Hazret-i

Peygamber ve halifeleri olan Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer böyle yapmışlardır. 134

Nâfile namazı, farz namazın kılındığı yerden başka bir yerde kılmalıdır. Eğer kendisine uyan cemaatın içinde kadınlar varsa, onlar dağılıp gitmedikçe, yerinden kıpırdamamalıdır.

Meşhur bir hadîste Hazret-i Peygamber'in şöyle diyecek kadar oturduğu rivâyet edilmektedir:

Ey Allahım! Selâm sensin ve selâm sendedir. Ey celâl ve ikram sahib; Allahım! Sen her eksiklikten yücesin!

3. İmamın yerinden kalkarken yüzünü cemaata çevirmesi daha uygundur. Cemaatın imamdan önce kalkması mekruhtur,

Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber'in güzîde sahabilerinden Zübeyr ve Talhâ (radıyallahü anh) , bir imamın arkasında namaz kıldılar. Selâmdan sonra imama şöyle dediler: 'Bir husus müstesnâ, namaz kıldırışı çok güzel ve tamamdı. Şöyle ki, selâm verdikten sonra yüzünü cemaata çevirmiyorsun'. Sonra da cemaata dönerek İmamınız yerinden ayrılmadan önce kalkıp gitmeniz olmasaydı, namazınız çok güzel olacaktı' dediler. İmâm selâm verip yüzünü cemaata çevirdikten sonra, ister sağ tarafa, isterse de sol tarafa ayrılıp gidebilir. Fakat sağ tarafa ayrılıp gitmesi daha uygundur. İşte namazlardaki vazifeler bunlardır. Yalnız sabah namazında kunut duasının okunması sözkonusudur. İmâm (ikinci rek'atın rükûundan sonra ayakta durup ve ellerini kaldırarak) 'Ey Allahım! Bizlere hidayet eyle!' demeli, yalnız kendisini zikrederek 'Ey Allahım! Beni hidayete erdir!' dememelidir. İmamın duasını dinleyen cemaat de 'âmin' demelidir. Ancak İmâm 'Sen hükmedersin, sana hükmedilmez' mealindeki İnneke takdî velâ yukdâ aleyk cümlesine geldiğinde cemaat 'âmin' demeyi kesmelidir. Çünkü burası dua değil, Allah'ı senâ etme makamıdır. Cemaat da imamla beraber bu medh-ü senâyı tekrarlamalı veya 'Evet ben de bu hususta şehadet edenlerdenim' mânâsına gelen Belâ ve ene alâ zâlike mine 'şşahidin ya da 'Doğru söyledin ve sevap işledin' mânâsına gelen sadakte ve berirte veya buna benzer şeyler söylemelidir.

Kunutta ellerin kaldırılmasına dair bir hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. 135 Gerçi bu keyfiyet, teşehhüdün sonunda okunan duaların hilafına olsa da, eğer bu husustaki hadîs sahih ise, elleri kaldırıp kunut duasını okumak müstahabdır. . . Çünkü teşehhüdün sonunda okunan dualar için el kaldırılmaz. Fakat kunutta Rasûlüllah'ın sünnetine uyulmuştur. Esasen bu dua ile teşehhüd sonunda okunanlar arasında bir fark da vardır. Çünkü teşehhüdde eller özel bir şekilde baldırlar üzerine konur; binaena leyh ellerin bir vazifesi vardır. Kunutta ise ellerin vazifesi yoktur. Bu sebeple 'Kunutta ellerin kaldırılması kendilerinin vazifesidir' denilirse garipsenmemelidir. Çünkü ellerin kaldırılması, duâya daha uygun düşmektedir.

Allah herkesten daha iyisini bilir. İşte imamlık ve cemaat âdâbının özü bunlardan ibarettir. . . İnsanoğlunu, iyilik yapmaya muvaffak kılan sadece Allahü teâlâ'dır!

133) Bu hadîs daha önce geçmişti.

134) Buhârî, (Ümmü Seleme'den)

135) Beyhakî, (Hasen bir senedle)

4-5

Cum'a Namazının Fazileti

Cum'a günü, büyük bir gündür. Allahü teâlâ İslâm dinini bu günle büyütmüş ve tezyin etmiştir. Aynı zamanda bu günü bütün ümmetler arasında sadece müslümanlara ihsan buyurmuştur.

Allahü teâlâ Kur'ân'da şöyle buyurmaktadır:

Ey îman edenler! Cum'a günü namaz için çağrıldığınız zaman hemen Allah'ın zikrine koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. (Cum'a/9)

Allahü teâlâ böyle buyurmak sûretiyle o saatte insanoğlunu cum'aya gitmekten alıkoyan dünyevî meşgalelerin tamamını haram kılmıştır.

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır:

Allahü teâlâ, benim şu makamımda ve şu günümde size cum'a namazını farz kılmıştır. 136

Allahü teâlâ özürsüz olarak üç cum'a namazını terkedenin kalbini kilitler. 137

Özürsüz olarak üç cum'a namazını terkeden kimse, İslâm dinini arkasına atmış ve ona önem vermemiş demektir. 138

Adamın birisi İbn-i Abbâs'a gelerek, hayatında cum'aya ve cemaat namazlarına iştirak etmeyerek ölen kimsenin durumunu sordu. İbn-i Abbâs 'O ateş ehlidir' cevabını verdi. Adam bir ay mütemadiyen gelip giderek, aynı suali sordu ve hepsinde de aynı cevabı aldı.

Bu hadîs-i şerîfte şöyle vârid olmuştur:

Cum'a günü, iki kitabın (Tevrat ve İncil'in) ehline verildi. Fakat onun hakkında ihtilâfa düştükleri için Allahü teâlâ onları o günden mahrum etti. Bizleri ise, o güne hidayet eyledi. O günü bu ümmet için sakladı ve onu, bu ümmete bayram kıldı. Bu bakımdan bu ümmet o günü herkesten daha önce elde etti. Hristiyan ve yahûdîler ise (o günü takip eden günleri bayram edindikleri için bu hususta) müslümanlara tâbi olmuşlardır. 139

Enes'in, Hazret-i Peygamber'den rivâyet ettiği bir hadîste de şöyle buyurulmaktadır:

Cebrail, elinde bembeyaz bir ayna olduğu halde bana gelerek 'Şu gördüğün ayna, rabbin tarafından, senin ve senden sonra gelecek ümmetin için bayram olsun diye, farz kılınan cum'a günüdür' dedi. Bunun üzerine 'Bu günde bizim için ne gibi faziletler var?' diye sordum. Şöyle dedi: "Bu günde öyle bir saat vardır ki, kim bu saatte, kendisine taksim edilen bir hayrı isterse Allahü teâlâ ona istediğini ihsan eder. Eğer kendisi için taksim edilmiş bir hayır yoksa duasının yüzü suyu hürmetine istediğinden daha büyük bir hayri kıyâmette azık olarak verir. Eğer bu saatte kendisi için yazılan birşeyden Allah'a sığınırsa, Allahü teâlâ onu o yazılandan daha büyük bir felâketten korur. O gün, bizim nezdimizde günlerin efendisidir. Biz, o güne kıyâmet gününde 'artırma günü' mânâsına gelen 'yevm-ül-mezîd' demekteyiz".

'Neden ey Cebrâil?' diye sorduğumda da şunları söyledi: 'Senin rabbin cennette miskten daha kokulu ve bembeyaz bir vâdi yaratmıştır. Kıyâmet gününde illiyyîn denilen makamdan kürsüsüne (kemiyeti ve keyfiyeti bilinmeyen bir şekilde) iner. Sonra, ehl-i cennete cemâlini o şekilde gösterir ki, onlar O'nun keremli vechini temaşa ederler. 140

Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün cum'adır. Adem (aleyhisselâm) o günde yaratıldı ve cennete o günde gönderildi. Cennetten o gün indirildi ve tevbesi o günde kabul olundu. O günde de vefat etti. Kıyâmet de o günde kopacaktır. O gün Allah'ın nezdinde mezîd (artırma) günüdür. Göklerdeki melekler de ona bu ismi vermektedirler. Aynı zamanda o gün, cennette Allahü teâlâ'nın cemâlinin temaşa günüdür. 141

Her cum'a gününde Allahü teâlâ'nın ateşten azad ettiği altıyüzbin azadlısı vardır. 142

Hazret-i Enes bir hadîste Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir;

Cum'a günü selâmetle geçtiği takdirde, haftanın diğer günleri de selâmetle geçer. 143

Hergün öğleden önce, güneş göğün tam ortasındayken, cehennem kızdırılır. Bunun için cum'a günü hariç, diğer günlerde, bu saatte namaz kılmayınız. Cum'a gününde ise, her vakit namaz kılınabilir; çünkü o günde (onun hürmetine) cehennem kızdırılmaz. 144

Ka'b'ul Ahbar şöyle diyor: Allahü teâlâ, şehirlerden Mekke'yi, aylardan Ramazan'ı, günlerden Cum'a'yı ve gecelerden de Kadir gecesini faziletli kılmıştır'.

Denildiğine göre, kuş vesâir haşarat, cum'a günü karşılaştıklarında birbirlerine 'Selâm, bugün sâlih bir gündür' derlermiş.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Cum'a gününde veya gecesinde ölen kimseye, 'şehid' ecri yazılır ve o kişi kabir fitnesinden korunur. 145

136) İbn Mâce, (Câbir'den zayıf hır senedle)

137) Beyhakî, Şuab'ul-Îman, (İbn-i Abbâs'dan)

138) İmâm-ı Ahmed ve Sünen sahipleri, (Ebû Ca'd ed-Damrî'den)

139) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

140) Şâfiî, Müsned; Taberânî, Evsat','İbn Merdeveyh, Tefsir, (zayıf senedlerle)

141) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

142) İbn Adiyy, el-Kâmil; İbn Hıbbân, Duafâ Beyhakî, Şuab'ul-Îman, (Enes'den)

143) İbn Hıbbân, Duafâ; Ebû Nuaym, Hilye; Beyhakî, Şuab'ul-Îman, (Hazret-i Âişe'den)

144) Ebû Dâvud, (Ebû Katade'den)

Cum'anın Şartları

Cum'a diğer namazların şartlarında ortak olduğu gibi onlardan hiçbirinde bulunmayan şu altı şartla da ayrılmaktadır:

1- Vakit: İmamın selâmı, ikindi namazı vaktine tesadüf ederse cum'a namazı geçmiş sayılır. Bu namazı, dört rek'at ve öğle namazı olarak kaza etmelidir. Cum'a namazına sonradan gelip de imama uyan kimsenin son rek'atı vaktin haricine çıkarsa, onun cum'asının sahih olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır.

2. Mekân: Cum'a namazının sahralarda, çöllerde ve çadırlar arasında kılınması sahih değildir. Aksine cum'a namazının sahih olması için, taşınmaz binaların bulunduğu bir yer lâzımdır.

Aynı zamanda bu yerde kendilerine cum'a namazı farz olan kırk kişinin bulunması şarttır. (Bu hüküm Şâfiî'ye göredir. )

Köy, cum'a hususunda şehir gibidir. Köylerde cum'a kılmak için sultanın bulunması veya izin vermesi şart değildir; fakat en iyisi izin almaktır.

3. Aded: (Şâfiî'ye göre) Cum'a, kırk erkekten az olan bir cemaatle sahih olmaz. Cum'aya iştirâk eden bu insanlar, mükellef, kış ve yaz göç etmeyen ve o mahallin daimî yerlisi olmalıdır. Eğer hutbe okunurken veya namaz kılınırken, mevcut kırk kişiden bir kişi bile çıkıp gitse cum'a namazı sahih olmaz. Bu adedin hutbenin başlangıcından imamın selâm vermesine kadar orada bulunması şarttır.

4. Cemaat: Eğer bir köyde veya şehirde kırk kişi ayrı ayrı yerlerde cum'a namazını tek başlarına (veya küçük gruplar halinde) kılsalar, namazları sahih değildir. Fakat sonradan gelip de namazın ikinci rek'atında imama uyan bir kimsenin, imamın selâmından sonra, kendi namazının ikinci rek'atını tek başına edâ etmesi caizdir. Eğer imamın ikinci rek'atına rükûuna yetişemezse, yine imama uyar; fakat o namazı öğle namazı niyetiyle kılar. İmâm selâm verdiğinde kalkarak dört rek'at öğle namazını edâ eder.

5. Orada Daha Önce Cum'a Kılınmış Olmamalıdır:

Eğer bir mahallenin bütün ahalisinin bir camiye toplanması mümkün değilse, iki, üç veya dört camiye (ihtiyaç kadar) dağılıp cum'a kılmaları caizdir. Eğer ihtiyaç olmaksızın birkaç yerde cum'a kılınırsa, hangi cum'anın imamı istiftah tekbirini daha önce alırsa, ancak o cum'a sahihtir. (Diğerleri ise fasiddir) .

Ayrı ayrı yerlerde cum'a kılmak mecburiyeti olduğu zaman imamlardan hangisi daha faziletli ise, onun arkasında namaz kılmak daha faziletli olur. Eğer zahirde iki İmâm fazilet bakımından eşit iseler, hangi cami daha önce inşa edilmişse o camide kılınan cum'a daha üstündür. Eğer bu hususta da eşit iseler, cum'anın, evine daha yakın olanda kılınması daha efdaldir. Cemaatin çokluk fazileti de gözetilebilir.

6. İki Hutbe: Bu iki hutbenin okunması farzdır. Hutbenin okunması esnasında ayakta durmak ve hutbeler arasında oturmak da hatib için farzdır. Birinci hutbede dört farz vardır:

a) Hamd: En azı 'Elhamdülillah' demektir.

b) Allah Rasûlü'ne salavât-ı şerîfe getirmek.

c) Allah'ın kullarına takvayı tavsiye etmek.

d) Kur'ân'dan en az bir ayet okumak.

İkinci hutbenin de dört farzı vardır. Ancak bu ikinci hutbede ayet okumak yerine, müslümanlara dua edilmesi ve aynı zamanda hutbeyi kırk kişinin dinlemesi vaciptir. (Eğer kırk kişinin hepsi veya bir kısmı sağır ise, onlara, hiç olmazsa, hutbenin rükünlerini dinletmek lâzımdır. Aksi takdirde böyle bir cemaatin cum'asının sahih olup olmayacağı hususunda ihtilâf vardır) .

145) Ebû Nuaym, Hilye, (Câbir'den)

Hutbe'nin Sünnetleri

Güneş tam göğün ortasından batıya doğru yöneldiği, müezzin ezanı okuduğu ve imamın da minbere çıkarak oturduğu zaman tahiyye-t'ül-mescid namazı hariç namaz kılma faslı sona ermiştir. Konuşma faslı ise hutbenin açılışıyla sona erer.

Hatib minbere çıkıp yüzünü cemaata çevirdiği zaman, selâm vererek oturur; cemaat de onun selâmına karşılık verir.

Müezzin ezanı okuyup bitirince, hatib sağa sola bakmaksızın, kılıcının kabzasıyla veya bastonuyla ya da minberin trabzanlarıyla oynamaksızın ellerini, namazda olduğu gibi birini diğerinin üzerine bağlayarak yüzünü cemaata çevirir ve iki hutbe irad eder. Bu iki hutbe arasında hafif bir oturuş yapar. Hutbe okurken cemaatin anlayamayacağı garip kelime ve lugatları kullanmamaya dikkat etmelidir. Hutbeleri fahiş bir şekilde uzatmamalı ve teganni yapmamalıdır. Hutbe, derleyici, beliğ ve kısa olmalıdır. İkinci hutbede bir ayetin okunması da müstehabdır. Camiye hutbe okunurken giren bir kimse cemaata selâm vermemelidir. Şayet böyle bir selâm verirse, cevap vermek şart değildir. Ancak işaretle cevap vermek güzeldir. Hutbeyi dinleyen bir kimse, aksıranlara dua etmek sûretiyle cevap vermemelidir. İşte bütün bunlar hutbenin sahih olmasının şartlarıdır.

Cum'anın Vücübü

Cum'anın vâcib olması için gereken şartlar şunlardır:

1- Erkek olmak.

2- Bâliğ olmak.

3- Akıllı olmak.

4- Müslüman olmak.

5- Hür olmak.

6- Bu vasıflara sahip kırk erkeğin bulunduğu bir mahalde bulunmak.

7- Sakin bir zamanda; gür sesli bir müezzinin şehirde okuduğu ezanın duyulabileceği bir mahallin sakinlerinden olmak. Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: 'Cum'a günü namaza çağrıldığınızda herşeyi bırakıp Allah'ın zikrine koşunuz ve alış-verişi bırakınız!' (Cum'a/9)

Yukarıda zikrolunan vasıflara sahip kimseler için, şu özürlerden dolayı cum'a namazının terkinde ruhsat vardır:

1- Yağmur.

2- Çamur.

3- Korku.

4- Hastalık.

5- Hastaya bakmak. .

Bu özürlere sahip olup da cum'a namazına gidemeyenlerin, öğle namazını halkın cum'a namazından çıkabileceği bir zamâna kadar tehir etmesi müstehabdır. Cum'a namazını kılan hasta, misafir, köle veya kadınların, namazları sahihtir ve bu, öğle namazlarının yerine sayılır ve geçerlidir. Allah herkesten daha iyisini bilir.

Sırasıyla Cum'anın Âdâbı

Bunlar on maddede toplanmıştır:

1. Perşembe gününden itibaren kişi cum'aya hazırlanmalıdır. Kalbiyle onu kılmaya hazır olup faziletini karşılanmalıdır. Bunun için de perşembe günü ikindi namazından sonra tesbih, istiğfar ve dua ile meşgul olmalıdır; çünkü bu saat fazilet bakımından cum'a gününde meçhul bırakılan saate denktir.

Seleften bazıları 'Kulların mûtad rızkından başka, Allahü teâlâ'nın bir fazilet ve ikramı vardır ki bunu yalnızca perşembe günü öğleden başlamak üzere cum'a günleri kendisine yalvaran kullarına verir' demişlerdir.

Cum'a gününde giyeceği elbiseleri perşembe gününden yıkamalı ve tertemiz yapmalıdır. Eğer yanında yoksa cum'a günü sürünmek üzere güzel koku hazırlamalıdır. Sabahın erken saatlerinden itibaren cum'aya mâni meşguliyetleri kalbinden çıkarmalı, perşembeyi cum'aya bağlayan akşam, ertesi gün için oruca niyet etmelidir; çünkü bu günün orucu çok faziletlidir. Ancak bu orucunu ya perşembe veya cumartesi orucuyla birleştirmelidir; çünkü sadece cum'a günü oruç tutmak mekruhtur.

Cum'a akşamını, namaz kılmak ve hatim indirmek sûretiyle ihya etmelidir; çünkü bu akşamın fazileti çoktur. Cum'a gününün fazileti bu gecenin üzerine bina edilmiştir. Bu gecede veya cum'a gününde hanımıyla birleşebilir. Hatta Hazret-i Peygamber'in 'Kim cum'a namazına sabahın erken saati gidip öncülüğü alır ve üstünü başını güzelce temizleyerek bedenini yıkarsa, Allah ondan razı olsun!'147 sözünü, hanımıyla birleşmek mânâsına hamleden bir grup, kişinin, cum'a gecesi veya cum'a günü namazdan önce hanımı ile birleşmesini müstehab saymışlardır.

Bu bakımdan hadîsin son cümlesini 'Kendisi yıkandığı gibi hanımını da yıkanmaya mecbur ederse' şeklinde tefsir etmişlerdir. Bir kısım âlimler de 'Hadîsin sonundaki ğassele tabiriyle elbiselerini yıkarsa mânâsı irade olunur' demişlerdir. Bazı rivâyetlerde de bu kelime gasele şeklinde tahfifle okunmuş ve iğteselenin sonuna da licesedihî tâbiri eklenmiştir. İşte cum'ayı karşılama âdâbı bunlardan ibarettir.

Cum'ayı karşılamanın bu âdabına riayet eden kimseler sabahladıkları zaman 'Bu hangi gündür?' diye gafletlerini izhar eden gâfiller zümresinden çıkmış olurlar.

Seleften bazıları "Cum'a günü nasibi en fazla olan kimse cum'a saatini bekleyen ve onu bir gün öncesinden gözetendir. Nasibi en az olan kimse ise, sabahladığı zaman 'Bugün günlerden nedir?' diye sorandır" demişlerdir. Seleften bazıları cum'a namazını karşılamak için, cum'a gecelerini camide geçirirlerdi.

2. Cum'a günü sabahleyin kalktığında fecirden sonra gusletmelidir. Eğer cum'aya sabahın erken saatlerinde gitmiyorsa yeni temizlenmiş olmak için gideceği zamâna yakın gusletmesi daha iyidir. Cum'a günü yapılan gusül, kuvvetli bir şekilde müstehabdır. Hatta bazı âlimler vacib olduğuna bile kail olmuşlardır.

Nitekim Hazret-i Peygamberin 'Cum'a guslü, her bâliğ kimseye vâcibdir' buyurduğu rivâyet edilmiştir. 148

Nâfi'in İbn Ömer'den rivâyet ettiği en meşhur hadîsin hükmü şudur: 'Cum'aya iştirak etmek isteyen herkes yıkansın'. 149

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Erkeklerden veya kadınlardan cum'a namazına gidecek olanlar muhakkak yıkansınlar. . . 150

Medinelilerden birbirleriyle tartışan iki kişiden biri diğerine 'Sen cum'a gününde gusletmeyen kimseden daha şerlisin' derdi. 151

Hazret-i Ömer, camiye hutbe esnasında geldiğini gördüğü Hazret-i Osman'a 'Bu saatte mi geliyorsun? diyerek cum'a namazına erken gelmemesini kınar. Hazret-i Osman da şöyle cevap verir: 'Ezanı işittikten sonra da abdest aldım ve ancak çıkıp gelebilecek kadar geri kaldım'. Bunun üzerine Hazret-i Ömer 'Abdest almak mı? O da ayrı bir suç. . .

Biliyorsun ki, Hazret-i Peygamber bize cum'a günlerinde gusül etmemizi emrediyordu. . . ' buyurur. 152

Hazret-i Osman'ın abdest almasıyla, cum'a gününde gusletmeyi terketmenin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Cum'a gününde guslün vâcib olmadığı,

Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilen şu hadîsle de sabittir:

Cum'a gününde abdest alan sünnete uymuş ve güzel birşey yapmıştır. Fakat gusletmek daha efdâldir. 153

Cum'a gününde cünüplük guslü alan kimse, ikinci bir defa da vücuduna cum'a guslü niyetiyle su dökmelidir. Fazileti elde etmek için bir gusül de kâfidir; yalnız hem cünüplüğün kalkmasına, hem de cum'a sünnetinin yerine getirilmesine niyet etmek şartıyla. . . Bu durumda cum'a için alınan gusül, cünüplük için alınana dahil olur.

Sahabîlerden biri, gusleden çocuğunun yanına girdiğinde 'Bu guslü cum'a için mi aldın?' diye sorar. Onun 'Hayır cünüplükten temizlenmek için aldım' demesi üzerine de 'O halde ikinci bir gusül daha al!' diyerek, delil olarak da cum'a guslünün her bâliğ müslümana vâcib olduğunu bildiren hadîsi rivâyet eder.

Bu sahabî, oğluna, cünüplük için guslederken cum'a guslü için de niyet etmediğinden ikinci bir gusül yapmasını emretmiştir.

'Gusülden gaye, temizliktir. Cünüplükten kurtulmak için gusledilirken bu gayenin hasıl olması muhakkak olduğundan, ikinciye ihtiyaç yoktur' denilirse, bu fikir de yabana atılacak birşey değildir. Ancak bu fikir şeran ibadet sayılan ve fazileti aranan abdest hususunda da ileri sürülebilir. (Böyle bir ihtimal de bu fikrin çürüklüğünü açığa çıkarır) .

Cum'a günü guslettikten sonra abdesti bozulan kimse, sadece abdestini yeniler, guslü iptal olunmuş olmaz. Fakat en iyisi gusülden sonra abdestini bozmamaya dikkat etmesidir.

3. Süslenmelidir. Cum'a gününde süslenmek müstehabdır ve bu da üç şeyle olur:

a) Güzel elbise

b) Temizlik

c) Güzel koku sürünmek

Temizlik

ı. Misvak kullanmak

ıı. Saçını tıraş etmek

ııı. Tırnakları kesmek ıv. Bıyıkları kısaltmak

Taharet bölümünde sözü edilen diğer temizlikleri de yapmak gerekir.

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: Allahü teâlâ cum'a günü tırnaklarını kesen kimseden hastalığı kaldırır ve ona şifa ihsan eder'.

Güzel Koku

Eğer kişi perşembe veya çarşamba günü hamama gitmişse, cum'a için istenilen temizlik hasıl olmuş demektir. O halde cum'a günü, kötü kokuları ortadan kaldırmak için, yanında bulunan en güzel kokuları sürünmelidir. Bu güzel kokuyu yanında bulunanlara da koklatmaya çalışmalıdır. Erkekler için en uygun koku, keskin, fakat renksiz olan kokudur. Kadınlar için ise, renkli fakat keskin olmayan koku en uygunudur. . . Bu keyfiyet bu şekilde rivâyet edilmiştir. 154

İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurmuştur: 'Elbisesini temizleyenin üzüntüsü azalır; güzel koku sürünenin de aklı fazlalaşır'.

Güzel Elbise

Elbiselerin en sevimlisi, beyaz olanıdır; çünkü Allah nezdinde en sevimli elbise, beyaz elbisedir. 155

Şöhrete vesile olacak hiçbir elbise giyilmemelidir. Siyah elbise giymek sünnet olmadığı gibi, giyilmesinde de herhangi bir fazilet yoktur. Hatta âlimlerden bir cemaat, siyah elbiseye bakmayı bile kerih görmüşlerdir; çünkü siyah elbise giymek, Hazret-i Peygamber'den sonra ihdas edilmiş bir bid'attır. Cum'a günü sarık sarmak müstehabdır. Nitekim Vâsile b. Eska'nın rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ ve melekleri cum'a günü sarık saran kimselere salavât'-ı şerife getirirler. 156

Hararet bastığı takdirde namazdan önce veya sonra sarığın çıkarılmasında hiçbir beis yoktur. Fakat evinden camiye giderken sarığını yolda çıkarmamalıdır. Namaz vakti gelip çattığında, İmâm minbere çıkarken ve hutbe okurken sarığı çıkarmamaya dikkat etmelidir.

4. Camiye sabahın erken saatlerinde gitmelidir. Camiye iki veya üç fersah yoldan ve erken saatlerde gitmek müstehabdır. Bu vakit, fecrin doğuşuyla başlar. Cum'a niyetiyle camiye erken gelmenin fazileti büyüktür. Cum'aya gelirken Allah'tan korkmak, mütevazi olmak, namaz vaktine kadar camide itikâfa ve bu gelişiyle Allah'ın dâvet ettiği cum'aya en kısa zamanda icabet etmeye ve O'nun affına ve rızasına koşmaya niyet etmek en uygun harekettir.

Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:

Cum'a namazına günün ilk saatinde giden, bir deveyi kurban etmiş gibi olur. İkinci saatinde giden, bir sığırı, üçüncü saatinde giden sanki boynuzlu bir koçu kurban kesmiştir. Dördüncü saatte gidense bir tavuk, beşinci saatte giden ise, bir yumurta hediye etmiş gibi olur. İmâm hutbeye çıkınca defterler dürülür, kalemler kaldırılır ve melekler hutbeyi dinlemek üzere minberin başında toplanırlar. Bu saatten sonra gelenler ancak namazın hakkını vermek için gelmiş olurlar. Bu gibiler için bunun dışında herhangi bir fazilet yoktur. 157

Hadîs-i şerifteki birinci saat denilen vakit, fecirden güneşin doğuşuna, ikinci saat ise, güneşin doğuşundan kuşluğa kadar olan zamandır. Üçüncü saat, ayakların yerde toprağın hararetiyle yanmasına; dördüncü ve beşinci saatlerse büyük kuşluktan zevale kadar geçen zamandır. Dördüncü ve beşinci saatlerin faziletleri azdır. Zeval vakti ise, namazın vakti ve hakkıdır. Camiye bu vakitte gelenin herhangi bir fazileti yoktur; yalnızca farzını edâ etmiş olur.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Üç şey vardır ki insanlar bunlardaki fazileti bilselerdi, tıpkı develerin koşusu gibi, onların arkalarına düşerek birbirleriyle yarışırlardı.

a) Ezan,

b) Namazın ilk safı,

c) Sabahın erken saatinde cum'a namazına gitmek. 158

Ahmed b. Hanbel (radıyallahü anh) , 'Bu üç şeyin en faziletlisi, sabahın erken saatinde cum'a namazına gitmektir' demiştir.

Bir rivâyette şöyle denilmektedir:

Cum'a günü oldu mu, melekler, ellerinde gümüş defterler ve altın kalemler olduğu halde camilerin kapılarında otururlar ve en önce gelenleri, derecelerine göre yazarlar. 159

Kişi cum'a günü her zamanki vaktinde gelmediğinde melekler onu aramaya başlarlar. Birbirlerine 'Filân adama ne oldu? Gecikmesinin sebebi nedir?' diye sorarlar ve 'Ey Allahım! Bu kişiyi cum'a namazına erken gelmekten fakirlik alıkoymuşsa onu zengin kıl! Onu hastalık geciktirmişse kendisine şifa ihsan eyle! Eğer herhangi bir meşguliyet sebebiyle gecikmişse onun kalbini, ibadetin için boşalt! Eğer kendisini fuzulî bir iş geciktirmişse onun kalbini tâat ve ibadetine yönelt!' derler. 160

Birinci asırda, seher vaktinde ve fecirden sonra yolların, mum ışığında camilere doğru yürüyenlerle dolu olduğu görülmekteydi. Bayram günlerinde olduğu gibi diğer günlerde de yollar camiye giden insanlardan geçilmez bir izdiham içindeydi.

Denildiğine göre, İslâm dininde ilk icad edilen bid'at, sabahın erken saatlerinde camiye gitmenin terkedilmesidir.

Acaba müslümanlar, cumartesi ve pazar günleri sabahın erken saatlerinde kilise ve havralarına akın eden yahûdî ve hristiyanlardan utanmıyorlar mı? Dünyaya tapanların sabahın erken saatlerinde para kazanmak, alış-veriş yapmak için çarşıları nasıl doldurduklarını ve âhiret taliplilerinin onlardan geri kaldıklarını müşahede etmiyorlar mı?

İnsanlar, Allahü teâlâ'nın cemâl-i ilâhîsini müşahede etmek istiyorlarsa, Allahü teâlâ'ya cum'aya erken gittikleri nisbette manen yaklaştıklarını bilmelidirler. . .

İbn Mes'ûd, bir gün sabahın erken saatinde camiye girerken üç kişinin kendisinden önce gelmiş olduğunu gördü. Bunun üzerine çok üzülerek nefsine şöyle dedi: 'Dört kişinin dördüncüsüsün öyle mi? Gerçi dört kişinin dördüncüsü de geç gelmiş sayılmaz'.

5. Camiye giriş keyfiyetidir: Camiye girerken cemaatin omuzlarından atlamamak ve önlerinden geçmemelidir. İşte camiye erken saatlerde gitmek bu keyfiyeti kolaylaştırır. Cemaatın omuzlarından atlayan hakkında şiddetli bir tehdit vârid olmuştur:

Camiye geç gelip de cemaatin omuzlarından atlaya atlaya öne geçen kimse, kıyâmet gününde köprü olacak ve halk da üzerinden geçecektir. 161

İbn Cüreyc mürsel olarak şu hadîsi rivâyet eder:

Hazret-i Peygamber cum'a günü hutbeyi okurken halkın omuzlarından atlayarak öne geçen birisini gördü. Namazdan sonra o kişiyi buldu ve 'Bugün cum'a namazını niçin bizimle kılmadın?' diye sordu. Kişi 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben bugün cum'a namazını sizinle kıldım' demesi üzerine 'Cemaatin boynuna basa basa öne geçtiğini görmedik mi?' demek sûretiyle bu hareketinden ötürü amelinin mânen yanlış olduğuna işaret buyurdu.

Müsned bir hadîste Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu vârid olmuştur:

Hazret-i Peygamber birine 'Bugün bizimle birlikte kılmadın?' deyince, adamcağız 'Ey Allah'ın Rasûlü! Beni görmediniz mi?' dedi. Hazret-i Peygamber de 'Seni gördüm. Gecikmiştin ve cemaate eziyet ediyordun' buyurdu.

Birinci safta boş bırakılmış bir yer varsa, sonradan gelen, doldurmayanlara ceza olsun diye, omuzlardan atlaya atlaya o boş yere gidebilir; çünkü onlar haklarını zayi etmiş ve fazilet yolunu terketmişlerdir.

Hasan-ı Basrî şöyle buyurmuştur: Cum'a günlerinde camilerin kapılarında oturup ön saflara katılmayanların boyunlarına basa basa ön saflara geçiniz; çünkü bu ihmalkâr insanlara hürmet gerekmez:

Camide namaz kılanlardan başka kimse yoksa, camiye girenin selâm vermesi uygun olmaz; zira bu selâmıyla namaz kılan kimselere veremeyecekleri bir cevabı yüklemiş olmaktadır.

6. Halkın önünden geçmemeye dikkat etmelidir. Halkın, önünden geçmesini önlemek için bir direğe veya herhangi bir duvara yakın bir yerde oturmalıdır. 'Halkın önünden geçmemesi' tâbirinden gayemiz, namaz kılanların önünden geçmemektir. Namaz kılanın önünden geçilmesi, namazın bâtıl olmasına sebep olmaz. Ancak teşvişe yol açtığı için Hazret-i Peygamber böyle bir geçişi nehyetmiştir:

Kişinin kırk sene durup beklemesi, namaz kılanın önünden geçmesinden daha hayırlıdır. 162

Yemin ederim ki kişinin rüzgârların savurduğu bir toprak olması, namaz kılanın önünden geçmesinden daha hayırlıdır. 163

Namaz kılanın önünden geçen, yol kenarında namaz kılan ve namaz kılarken önünden geçilmesini önleyecek tedbirleri almakta kusur edenler hakkında vârid olan bir hadîste şöyle buyurulmuştur:

Namaz kılanın önünden geçenler (veya bu geçişin önlenmesi hususunda ihmalkârlık gösteren musalli) , eğer bu yüzden düçar olacaklara azabı bilselerdi, kırk sene orada çakılı kalmalarının, geçmelerinden daha hayırlı olduğunu anlarlardı. 164

Direk, duvar ve yayılmış seccade, namaz kılanın hudududur. Bu bakımdan, namaz kılan kişi imkânı varsa bu hududlar dahilinde önünden geçmek isteyeni itebilir.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Namaz kılan kişi önünden geçmek isteyenleri eliyle itsin. Dinlemez de geçmekte ısrar ederse, tekrar itsin. Yine ısrarda bulunursa onunla dövüşsün; çünkü o şeytandır. 165

Ebû Said el-Hudrî (radıyallahü anh) , önünden geçmek isteyen kimseyi düşürecek derecede iterdi. Bir keresinde itilen adam Ebû Said'in yakasını bırakmadı ve onu Medine vâlisi Mervan b. Hakem'e şikayet etti. (Bu şikayet üzerine, Mervan, Ebû Said'i çağırarak, 'Sana ne oluyor? Neden filan yeğenini ittin?' diye azarladı. Ebû Said de Hazret-i Peygamber'in kendisine bu şekilde emretmiş olduğunu söyledi. ) Namaz kılan kişi, önünde durabileceği herhangi bir direk bulamadığı takdirde hududunu, önüne bir zirâ' boyunda olan birşey dikmek sûretiyle belirtmelidir.

7. Birinci safı aramalıdır; çünkü birinci safın fazileti çok fazladır. Bu hususda vârid olan bir hadîsi daha önce rivâyet etmiştik. Başka bir hadîste de şöyle buyurulmaktadır:

Kim elbisesini yıkar, gusleder sonra da cum'a namazı için sabahın erken saatinde camiye gider ve imama yaklaşıp hutbesini dinlerse, yaptığı bu hareketler, onun iki cum'a arasında vâki olan günahlarının keffareti olduğu gibi, fazladan da üç gününün keffareti olur. 166

Allah, böyle yapan bir kimsenin geçmiş cum'adan bu cum'aya kadar olan günahlarını affeder. 167

Hadîsin bazı rivâyetlerinde de, bu faziletin elde edilebilmesi için, insanların omuzlarından atlamamak şartı koşulmuştur.

Birinci safta kılmaya çalışırken de üç şeyden gâfil olunmamalıdır:

a) Hatibin yakınında ipekli ve benzeri giyilmesi erkekler için haram olan bir elbise giyen birisini görmesi ihtimali olur ya da kalbini meşgul edecek çok ağır veya altın işlemeli silâhlarıyla beraber namaz kılan birisi bulunur da eğer bu münkerleri kaldırmaya gücü yetmezse ön safta değil, gerilerde namaz kılması daha selâmetli ve kalp huzuru için daha hayırlıdır.

Kalp selâmetinin temini için bir grup âlim böyle yapmıştır. Nitekim Bişr el-Hafî'ye 'Camiye sabahın erken saatlerinde geldiğin halde neden en son saflarda namaz kılıyorsun?' diye sorulduğunda 'Kalplerin yakınlığı murad olunur, bedenlerinki değil' demiştir. Bu sözüyle, son saflarda namaz kılmanın, kalp selâmeti bakımından daha iyi olduğuna işaret buyurmaktadır.

Süfyân es-Sevrî (radıyallahü anh) , Şuayb b. Harb'in Ebû Câfer el-Mansur'un hutbesini iyi dinleyebilmek için minberin yanında oturduğunu gördü. Namazdan sonra Şuayb'a şöyle dedi: 'Bu kişiye (Mansur'a) yakın oturman kalbimi meşgul etti. Bu adamdan reddedilmesi gereken bir söz işittiğin takdirde, onu reddetmeye kudretin yetecek mi ve bunu yapacağından emin misin ki gidip bu adamın yanına oturdun?'

Hazret-i Süfyân, bu sözlerinden sonra Abbasî halifelerinin cum'a günlerinde giydikleri siyah elbiselerin bid'at olduğundan bahsetti. Bunun üzerine Şuayb, de "Ey Ebû Abdullah! 'Hatibe yaklaş ve hutbesini dinle!'168 diye bir hadîs yok mudur?" diye sordu. Süfyân da 'Allah sana rahmet etsin. Bu emir, râşid halifeler için vârid olmuştur. Halbuki bu adamlardan uzak bulunduğun ve yüzlerine bakmadığın nisbette Allah'a yaklaşırsın' buyurdu.

Said b. Amr şöyle diyor: "Bir keresinde sahâbîlerden Ebu'd Derda'nın (radıyallahü anh) yanında namaz kıldım. Namaz başladığında son safa kadar çekildik. Namazdan sonra kendisine 'Safların en hayırlısı birinci saftır denilmiyor mu?' denildi. 'Evet! Doğru; ancak bu ümmet, Allah'ın rahmetine mazhar olmuş ve diğer ümmetler arasında O'nun nazargâhı olan bir ümmettir. Bu bakımdan Allah namazda bulunan bir kuluna nazar kıldığı zaman, onu ve arkasındaki bütün insanları affeder. İşte bunun içindir ki Allahü teâlâ'nın beni buradaki kişilerin yüzü suyu hürmetine affetmesi için hepsinin arkasında bulunmayı tercih ettim' buyurdu".

Hadîs râvilerinden bazıları Hazret-i Peygamber'den, Ebu'd Derda'nın dediği gibi işittiklerini rivâyet etmektedir. 169

Bu bakımdan en son safı bu niyette tercih eden ve böylece Ümmet-i Muhammed hakkında hüsn-ü zan izhar eden bir kimse için, son safta hiçbir kayıp yoktur. (Aksine niyetine göre muamele görür) . İşte bu hikmete bianendir ki 'Ameller niyetlere bağlıdır' denilmektedir.

b) Eğer hatibin yanında padişahlar için camiin bir kısmı kesilip hünkâr mahfili yapılmamışsa onun yanına yaklaşmak ve birinci safta bulunmak güzel birşeydir. Eğer böyle bir bid'at varsa, ön safta bulunmamayı tercih etmelidir; çünkü bazı âlimler, hünkâr mahfiline girmeyi kerih görmüşlerdir.

Hasan-ı Basrî ve Bekir b. Abdullah el-Müzenî (Allah ikisinden de razı olsun) hünkâr mahfillerinde namaz kılmazlardı. Onların görüşüne göre; bu mahfil, sadece sultanlara mahsus olarak, sonradan ihdas edilen bir bid'atdır. Çünkü bu, Hazret-i Peygamber'den sonra icâd edilmiştir. Halbuki camiler bütün müslümanların hakkıdır. Camilerde, hünkâr mahfilleri gibi, bir kısmın husûsîleştirilmesi ise bu hükme muhaliftir.

Ashâbdan Enes b. Mâlik ve İmrân b. Husayn (radıyallahü anh) ise hünkâr mahfilinde namaz kılmışlar ve burada, imama yaklaşmak için durmakta herhangi bir kerahetin mevcut olmadığını söylemişlerdir. O halde kerâhiyet, mahfillerin sadece sultanlara tahsis edilmesi ve başkasının orada namaz kılmaktan menedilmesi halinde sözkonusudur. Orada namaz kılmak herkese serbest olduğu takdirde mahfilde kerahiyet yoktur.

c) Minber, safların bir kısmını ayırır. Bunun için birinci saf, minberin önünde, kesintisiz, baştan başa uzanan saftır. Minberin sağında solunda bulunan saflar ise, minberle kesilmiş olduğu için birinci sayılamaz. . .

Süfyân es-Sevrî (radıyallahü anh) 'Birinci saf, minberin önünde, kesintisiz devam edendir' buyurmuştur.

Bu söz çok doğrudur; zira bu saf gerçekten kesintisizdir ve ancak bu safta bulunanlar, hatibin yüzüne normal olarak bakıp sözünü (güzelce) dinleyebilir. Fakat kıbleye daha yakın olan safın birinci saf olduğunu ve minber tarafından bölünmesinde bir beis olmadığını söylemek de, hakikatten uzak bir hüküm değildir.

Çarşılarda ve camilerin dış avlularında namaz kılmak mekruhtur. Ashâbdan bazıları camilerin dış avlusunda namaz kılanları döver, oradan kovarlardı. (Tabii camide yer bulunması halinde durum böyledir. )

8. İmâm hutbeye çıkınca nafile namazı ve konuşmayı kesmelidir. Yalnızca müezzini ve hutbeyi dinlemekle meşgul olmalıdır. Müezzinler ayağa kalktıklarında bazı cahiller secde ediyorlar. Böyle bir secdenin aslı astarı yoktur. Çünkü ne bir haberde ve ne de bir eserde, böyle birşey rivâyet edilmiş değildir. Fakat buna rağmen bu secde, tilâvet secdesine tesadüf ederse, orada dua edilmesinde bir beis yoktur; çünkü bu vakit, fazilet vaktidir. Böyle bir secdenin haram olmasına hükmedilemez. Çünkü haram olması için her hangi bir sebep mevcut değildir,

Hazret-i Ali ile Hazret-i Osman'ın 'Sükût edip, hutbeyi dinleyene iki; hutbeyi dinlemeyip sadece susana ise bir ecir vardır. Hutbeyi duyduğu halde sükût etmeyene iki, duymaksızın konuşana da bir günâh vardır' dedikleri rivâyet edilmektedir.

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır:

İmâm hutbeyi okurken yanındaki arkadaşına 'sükût et' veya 'sus' diyen bir kimse 'lâğv' yapmış (yani susmamış) olur. İmâm hutbe okurken lâğv yapanın cum'ası yok demektir. 170

Hazret-i Peygamber'in bu hadîsi, konuşan bir insanı, sözle değil, elle işaret etmek veya taş atmak suretiyle susturmak gerektiğine delâlet eder. Ebû Zer'in rivâyet ettiği bir hadîste ise şöyle buyurulmaktadır:

Hazret-i Peygamber hutbe okurken, Ebû Zer, Ubey b. Ka'b'a 'Bu sûre ne zaman nâzil oldu?' diye sordu. Ubey de ona sükût etmesini işaret etti. Rasûlüllah hutbeden indikten sonra Ubey 'Git, senin cum'an bâtıldır' dedi. Bu söz üzerine Ebû Zer, Ubey'i Hazret-i Peygamber'e şikayet etti. Hazret-i Peygamber de 'Ubey doğru söylemiş' buyurdu. 171

İmamdan uzak bir yerde otursa dahi ne ilim ve ne de başka bir konu hakkında konuşmamalı; bilakis sükût etmelidir. Çünkü böyle bir fısıltı hutbeyi dinleyenlerin kulağına gider ve onların huzurlarını bozar, Aynı zamanda konuşan kimsenin yanında da oturmamalıdır, Uzak olduğundan imamın hutbesini dinlemek imkânına sahip olmayan kimsenin sükût etmesi müstehabdır.

Mademki, İmâm hutbe okurken namaz kılmak mekruhtur, o halde konuşmak haydi haydi mekruh olmalıdır.

Hazret-i Ali şöyle buyurmuştur: 'Şu dört vakitte namaz kılmak mekruhtur:

a) Sabah namazından güneşin bir mızrak boyu yükselmesine kadar,

b) İkindiden sonra,

c) Günün tam ortasında,

d) İmamın hutbe okuduğu anda. . '

9. Diğer namazlar için zikrettiğimiz hususlara cum'a namazında da riayet etmelidir. İmamın okuyuşunu işittiği takdirde Fâtiha'dan sonra birşey okumamalı ve imamı dinlemelidir. Cum'a namazından sonra Fatiha, İhlâs ve Muavvizeteyn'i yedişer defa okumalıdır. Zira seleften bazıları, bunları okuyan kimsenin, o cum'adan gelecek cum'aya kadar korunacağını ve bu okuyuşun onun için, şeytana karşı bir siper olacağını rivâyet etmektedir. 172

Cum'a namazından sonra "Ey Allahım, Yâ Ganî, Yâ Hamîd! Yâ Mübdî! Yâ Muîd! Yâ Rahîm! Yâ Vedûd! Beni helâlinden vermek sûretiyle haramından, fazlınla da mâsivadan koru!' demek müstehabdır.

Denildiğine göre, bu duaya devam eden kimseyi Allahü teâlâ bütün mahlûkattan müstağnî kılarak ona ummadığı yerlerden rızık gönderir.

Cum'a namazından sonra altı rek'at namaz kılmalıdır. Zira İbn Ömer'den, Hazret-i Peygamber'in cum'adan sonra iki rek'at namaz kıldığı,173

Ebû Hüreyre'den ise, dört rek'at kıldığı rivâyet edilmektedir. 174

Hazret-i Ali ve İbn-i Abbâs'tan ise, altı rek'at kıldığı rivâyet edilmektedir. 175

Bütün bu rivâyetler sahihtir ve değişik vakitlerde vâki olmuşlardır. En efdâli altı rek'at kılmaktır.

10. (Eğer iş güç sahibi değilse) ikindi namazını kılıncaya kadar camiden ayrılmaması gerekir. (Aksi takdirde 'Namazı kılınca yeryüzüne dağılınız!' emrine imtisâl etmelidir. )

Denildiğine göre, cum'a namazından sonra ikindi namazını da camide kılan kimseye, bir hac sevabı; aynı günün akşam namazını da kılarsa bir hac ve umre sevabı yazılır. Eğer riyâdan emin değilse, halkın İşte falan adam itikâfa girmiştir' demesinden korkuyorsa, o vakit, en faziletlisi Allah'ı anarak evine dönmesidir. Allah'ın nimetlerini düşünmeli, kendisini ibadet etmeye muvaffak kıldığı için O'na şükretmeli ve kusurlarından korkmalıdır.

Cum'a günündeki eşref saatini kaçırmamak için, güneş batmcaya kadar dil ve kalbine hâkim olmalıdır. Gerek cum'a namazı kılınan camide ve gerek diğer camilerde dünya kelâmı konuşmak uygun değildir.

Zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

Halk üzerine öyle bir zaman gelecektir ki mescidlerde yapılan konuşmalar dünyalıklarının tedbiri için yapılan müzakerelerden ibaret olacaktır. Halbuki Allahü teâlâ'nın böylelerine hiçbir ihtiyacı yoktur. Onların Allah ile râbıtaları kesilmiştir; bu bakımdan onlarla oturmayın!176

146) Bu özürlerin miktarı, fıkıh kitaplarında tafsilâtıyla beyan edilmiştir.

147) Sünen sahipleri, İbn Hıbbân, Hâkim, (Evs b. Evs'den) ; Tirmizî hadisin hasen olduğunu söylemiştir.

148) Buhârî ve Müslim, (Ebû Said'den)

149) İbn Hıbbân

150) İbn Hıbbân ve Beyhakî, (İbn Ömer'den)

151) Ebû Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulûb.

152) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

153) Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî, (Sumre'den) ; Tirmizî hadisin hasen olduğunu söylemiştir.

154) Ebû Dâvud ve Tirmizî; Nesâî, (Ebû Hüreyre'den)

155) İmâm-ı Ahmed, Nesâî ve Hâkim, (Semure b. Cündüb'den)

156) Taberânî ve İbn Adiyy, (Ebu'd Derda'dan) İbn Adiyy hadisin münker olduğunu söylemiştir.

157) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

158) Ebû Şeyh, Sevâb 'u1-A'ınâl, (Ebû Hüreyre'den farklı bir şekilde)

159) İbn Merdeveyh, Tefsir, (Hazret-i Ali'den farklı bir şekilde)

160) Beyhakî, (Amr b. Şuayb'dan hasen bir senedle)

161) Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Hıbbân ve Hâkim, (Abdullah b. Bişrden)

162) Bezzâr, (Zeyd b. Halid'den) ; Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

163) Ebû Nuaym, Tarih'ul-isfahan, İbn Abdilberr, Temhid, (Abdullah b. Ömer'den mevkûf olarak)

164) Muhammed b. Yahya, Müsned, (Zeyd b. Halid'den sahih bir senedle)

165) Buhârî ve Müslim

166) Hâkim, (Evs b. Evs'den)

167) Ebû Dâvud, İbn Hıbbân ve Hâkim, (Ebû Said ile Ebû Hüreyre'den)

168) Ebû Dâvud, (Semure'den farklı bir şekilde)

169) İbn Asâkir, Târih-i Dımeşk

170) Tirmizî ve Nesâî, (Ebû Hüreyre'den)

171) Beyhakî, Ebû Dâvud ve İbn Mâce, (Ubey b. Ka'b'dan sahih bir senedle)

172) Ebû Talib el-Mekkî, Kut'ul Kulûb ve Gazâlî, Bidâyet 'ül-Hidâye

173) Buhârî ve Müslim

174) Müslim

175) Beyhakî, (Hazret-i Ali'den merfû olarak) ; Ebû Dâvud, (İbn Ömer'den)

176) Beyhakî, Şuab'ııl-Îman, (Hasan-ı Basrî'den mürsel olarak) ; Hâkim, (Enes'den sahih bir senedle) ; İbn Hıbbân, (İbn Mes'ûd'dan)

Cum'anın Diğer Sünnet ve Edepleri

Bu sünnet ve edebler, sadece cum'a namazı ve hutbe ile değil, bütün cum'a günüyle ilgilidir. Bunlar yedi tanedir.

1. Cum'a sabahında veya ikindi namazından sonra ilim meclislerine gitmelidir, Kıssacıların meclislerindense, uzak durmalıdır; çünkü onların konuşmalarında hayır yoktur. Allah'ı arayan bir kimsenin, cum'a günlerinde hayırlı işlerden ve dualardan uzak kalması uygun değildir. Cum'a günündeki şerefli saat geldiği zaman, kendisinin hayırlı bir işte olması gerekir. Namazdan önce zikir halkalarına gitmesi uygun değildir; çünkü Abdullah b. Ömer' den şöyle rivâyet edilmektedir.

Hazret-i Peygamber, cum'a günü, namazdan önce halka çevirip zikretmeyi yasaklamıştır. 177

Ancak halkayı idare eden, Allah'ı bilen bir âlim olup cemaati, yaptıklarıyla irşad etmeye çalışıyorsa böyle bir toplantıya katılmak caizdir. Camide öğleden önce konuşup da dini öğreten kimsenin yanında oturmak hem sabahın erken saatlerinde camiye gitmek ve hem de vâ'z u nasihat dinlemek gibi iki vazifeyi bir arada yapmaya vesile olur. Âhirete yararlı ilmin dinlenilmesi, nafile namazlarla meşgul olmaktan daha efdâldir.

Ebû Zer'den rivâyet edildiğine göre: İlim meclisinde bulunmak, bin rek'at namazdan daha efdâldir'.

Enes b. Mâlik "Namazı (cum'ayı) kılınca yeryüzüne dağılın ve Allah'ın fazlından rızık arayın! (Cum'a,10) ayetindeki 'aranması emrulunan dünyalık değil, hastaları ziyaret ve cenazelerin kaldırılmasına iştirâk ve ilim öğrenmek ve Allah yolundaki bir kardeşini ziyaret etmektir" demiştir.

Nitekim Allahü teâlâ Kur'ân'ın birçok yerinde ilmi 'fazl' olarak ifade etmektedir:

O sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın senin üzerindeki fazlı çok büyüktür. (Nisâ/113)

Andolsun ki biz Dâvud'a tarafımızdan bir fazl verdik. (Sebe/10)

Bu ayetlerde geçen fazl kelimesi ilim anlamındadır ve Allah'a yaklaştırıcı hareketlerin en üstünüdür.

Kıssacıların meclisinde oturmaktansa, namaz kılmak daha efdâldir; çünkü selef-i Sâlihîn, vaizlerin kıssa anlatmalarını bid'at görürlerdi. Hatta böylelerini camiden kovarlardı.

Nitekim İbn Ömer bir gün sabahın erken saatlerinde camideki yerini almak üzere gitmişti. Bir de ne görsün, bir kıssacı, yerine oturmuş hikâye nakletmektedir. Ona "Yerimden kalk!' dediyse de kıssacı 'Hayır kalkmayacağım; çünkü senden önce gelip oturdum', karşılığını verdi. Bunun üzerine İbn Ömer zaptiye âmirine haber vererek onu yerinden kaldırttı.

Eğer kıssa anlatmak sünnetten sayılsaydı, o kişiyi yerinden kaldırmak câiz olmazdı; çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Sakın, herhangi biriniz müslüman kardeşini yerinden kaldırıp kendisi oraya oturmasın. Ancak birbirinize yer açmak üzere sıkışınız. 178

İbn Ömer, bir meclise geldiğinde kendisine hürmeten ayağa kalkan ve yerini vermek isteyenin yerine oturmadığı gibi, o ayağa kalkan adam yerine oturmadıkça, da oturmazdı.

Bir kıssacı Aişe validemizin hücre-i saadetinin dış avlusunda otururdu. Âişe validemiz, İbn Ömer'e haber göndererek 'Bu adam rivâyet ettiği hikâyelerle beni tâciz edip tesbih ve nafile ibadetlerime mâni oluyor' dedi. Bunun üzerine İbn Ömer (radıyallahü anh) , kaburgasını kırıncaya kadar asâsıyla onun sırtına vurdu ve onu oradan kovdu.

2. Cum'a günündeki eşref saatini güzelce gözetlemelidir; çünkü meşhur bir hadîste şöyle buyurulmaktadır:

Cum'a gününde bir saat vardır ki müslüman kul o saatte neyi isterse, Allahü teâlâ ona istediği şeyi ihsân eder. 179

Namazın o saate tesadüf etmesi, kılanın isteklerinin verilmesine vesile olur. 180

Bu eşref saatinin tâyininde ihtilâf edilmiştir. Kimisi güneşin doğuşu sırasında, kimisi zevalde iken, kimisi ezan okunduğu zaman, kimisi imamın minbere çıkıp hutbe okumaya başladığı zaman, kimisi halkın namaza başladığı an, kimisi de ikindi namazının en uygun vaktinin sonu, kimisi ise güneşin batış anıdır demiştir.

Rasûlüllah'ın kızı Fâtıma (radıyallahü anh) , cum'a günündeki eşref saatini güneşin batışı anında arar; bunun için de câriyesine 'Güneş batmak üzereyken bana haber ver!' derdi. Câriye gelip haber verdiğinde de güneş tamamen batıncaya kadar dua ve istiğfarda bulunurdu. Hazret-i Fâtıma, babasından cum'anın eşref saatinin bu vakitte olduğunu rivâyet etmiştir. Allah'ın salât ve selâmı hem babasının ve hem de onun üzerine olsun!181

Bazı âlimler, kadir gecesinin bütün ramazanda gizli olması gibi, eşref saatinin de bütün cum'a gününde gizli olduğunu ve bu gizliliğin de, iştiyâkla aranması ve cum'a gününün ihyâ edilmesi hikmetine dayandığını söylemektedir.

Bazı âlimler de, 'Kadir gecesinin Ramazan'da gezdiği gibi, cum'a gününün şerefli saati de cum'a gününün saatleri içinde gezmektedir' demişlerdir. En uygunu da bu son hükümdür; çünkü bunun bir sırrı vardır. Ancak bu sırrı muamele ilminde zikretmek uygun değildir. (Onun için biz de zikretmiyoruz) . Fakat Hazret-i Peygamber'in şu sözlerini tasdik etmek gerekir:

Yaşadığınız günlerde rabbinizin nefhaları (tecellileri) vardır. Dikkatli olunuz ve bu nefhalardan istifade etmeye bakınız. 182

Cum'a günü de bu günler arasındadır. O halde kişi cum'a günü boyunca huzur-u kalbi sağlamak, zikre devam etmek ve dünya vesveselerinden uzaklaşmak suretiyle bu rahmeti beklemelidir. Umulur ki, bu tecellilerden birisine erebilir.

Ka'b'ul-Ahbâr şöyle diyor: 'Cum'a gününün eşref saati o günün en son saatidir. Bu saat tam güneşin batışına tesadüf etmektedir'.

Ebû Hüreyre, Ka'b'a "Ey Ka'b! Eşref saati nasıl olur da cum'anın son saati olabilir? Halbuki ben Hazret-i Peygamber'in 'O saatte namaz kılan kul isteğini elde eder' buyurduğunu duydum. . . Günün son saati ise, namaz vakti değildir" dedi. Ka'b da, "Hazret-i Peygamber 'Oturup namazı bekleyen, namazda sayılır' demedi mi?" karşılığını verdi Ebû Hüreyre 'evet' deyince. Ka'b İşte o bekleyiş namazdır' dedi. Bunun üzerine Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) sükût etti. 183

Ka'b (radıyallahü anh) , bu saatin cum'a gününü hakkıyla değerlendirenlere rahmet olduğunu ve bu rahmetin de ancak amelin tamamlanmasından sonra gönderildiğine kâildir.

Kısacası, ikindi namazından güneşin batışına kadar olan vakit, imamın minbere çıkıp hutbe irâd ettiği vakitle birlikte şerefli saatlerdir. Bu saatlerde bolca dua etmek gerekir.

3. Cum'a gününde Rasûlüllah'a çokça salât ve selâm getirmek müstehabdır; çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ cum'a gününde bana seksen defa salât ve selâm getiren kimsenin seksen senelik günâhını bağışlar'. Bunun üzerine kendisine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sana nasıl salât getirilir?' diye soruldu. Rasûlüllah buna şöyle cevap verdi:

'Yâ rabb! Kulun, peygamberin, Rasûlün, mekteb ve medrese görmeyen nebiyyi zîşânın Hazret-i Muhammed'in üzerine rahmet deryâlarını akıt!' dediğin takdirde bir defa salavât-ı şerife getirmiş olursun. Dilersen "Ey Allahım! Muhammed'e ve onun âline öyle bir salât gönder ki, senin için rıza, Hazret-i Muhammed'in hakkı için edâ olsun. Muhammed'e Vesile' adlı dereceyi ihsân eyle! Onu kendisine va'dettiğin makâm-ı mahmûd'a gönder. Haketmiş olduğu mükâfatı bizden taraf ona ihsân eyle. Bize vekâleten ona herhangi bir peygambere ümmetinin yerine verdiğin mükâfatın daha üstününü ver! Ey merhametlilerin en merhametlisi. . . Ona, onun kardeşleri olan bütün peygamberlere ve sâlih kullarına rahmet deryâlarını coştur!" de ve bunu da yedi defa tekrar et!

Bu salavât-ı şerîfeyi her birinde yedi defa olmak üzere yedi cum'a okuyana, Hazret-i Peygamber'in şefaat edeceğine kesin gözüyle bakılmaktadır.

Daha fazla salavat getirmek isteyen, rivâyet edilen şu salavât-ı şerîfeyi okusun:

Ey Allahım! Salâvâtımın faziletini, artan bereketlerini, zekâtlarının şereflilerini, şefkatini, rahmetini ve tahiyyetini, Rasûllerin efendisi, hayra götürücü kumandan, iyiliğin kapısını açan kahraman, rahmet peygamberi ve ümmetin efendisi Hazret-i Muhammed'e tahsis et! Ey Allahım! Muhammed'i makâm-ı mahmûd' a gönder. Bu makamla onun zât-ı ulûhiyyetine yaklaşmasını sağla ve onun gözünü nûrlandır, geçmiş ve geleceklerin gıpta edebileceği bir şekilde nûrlandır! Ey Allahım! Muhammed'e fazl, fazilet, şeref, vesile ve yüce dereceler, yüksek ye şerefli mertebeler ihsân eyle. Ey Allahım! Muhammed'e istediğini ver. Onu umduğuna erdir ve kendisini ilk şefaat eden ve şefaati herkesten daha çok kabul olunan kıl. Ey Allahım! Bizi onun cemaatiyle haşr ve şefaatıa mazhar eyle. Onun milleti üzerine öldür ve sünneti üzerine dirilt! Bizi onun kevser havzına ilet ve bu havzın suyundan, mahcup etmeksizin içir. Bizleri pişman olanlardan, şikayet edenlerden, dinini değiştirenlerden, fitne çıkaranlardan ve fitneye düşenlerden eyleme! Ey âlemlerin rabbi! Bu duamızı kabul eyle. 184

Kısacası kişi bu konuda vârid olan hangi rivâyeti (velev ki teşehhüdde okunan meşhur rivâyet de olsa) okusa, salavât-ı şerife getirmiş sayılır. Salavât-ı şerife ile beraber istiğfar etmesi de uygundur. Çünkü bu mübarek günde istiğfar etmek de müstehaptır.

4. Kur'ân okumalıdır: Mü'minin cum'a gününde Kur'ân'ı çok okuması gerekir. Özellikle Kehf sûresini okumalıdır. Çünkü İbn-i Abbâs ve Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilmektedir:

Cum'a gecesinde veya gününde Kehf sûresini okuyan kimseye, bulunduğu yerden Mekke şehrine kadar olan mesafeyi aydınlatabilecek bir nûr ihsân edilir. O cum'adan gelecek cum'aya kadar olan (küçük) günâhları ve ayrıca da fazladan üç günlük günahları affolunur. Sabahlayıncaya kadar da yetmişbin melek kendisine rahmet ve af talebinde bulunur. Hastalıktan, urdan, zatülcenpten, alaca hastalığından, cüzzamdan ve deccâlin fitnesinden emin olur.

Mümkünse cum'a günü ve gecesinde Kur'ân'ı bir defa hatmetmesi müstehabdır. Eğer geceleyin Kur'ân okumuşsa kalanını sabah namazının iki rek'atında veya akşam namazının birinci ve ikinci rek'âtlarında ya da cum'a için verilen ezân ve kamet arasında tamamlamalıdır. Böyle yapmanın büyük bir fazileti vardır.

Abidler cum'a gününde İhlâs-ı şerifi bin defa okumayı müstehab görürlerdi. Denildiğine göre, on veya yirmi rek'atta bin İhlâs-ı şerif okumak, bir hatimden daha üstündür. Âbidler, cum'a gününde bin salavât-ı şerife getirirlerdi.

(Kitab'ın ilerdeki bölümlerinde de geleceği gibi) kişi meşhur altı tesbih duasını, cum'a gününde ve gecesinde okursa güzel bir zikir yapmış olur.

Cum'a günü ve gecesi hâriç, Hazret-i Peygamber'in hiçbir gün ve gecede muayyen sûreleri okuduğu rivâyet edilmemektedir. Hazret-i Peygamber cum'a gecesinin akşam namazında Kâfirûn ve İhlas sûrelerini; aynı gecenin yatsı namazında ise Cum'a ve Münâfikûn sûrelerini okurdu. 185

Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber Cum'a ve Münâfikûn sûrelerini cum'a namazında da okurdu. Cum'a gününün sabah namazında ise, Lokman ile İnsan sûrelerini okurdu.

5. Namaz kılmalıdır. Cum'a gününde, cum'a namazını kılmak maksadıyla da, camiye giren kimse, dört rek'at namaz kılmadan oturmamalıdır. Kıldığı bu dört rek'at namazın her rek'atında ellişer tane olmak üzere ikiyüz ihlâs okumalıdır; zira Hazret-i Peygamber'den şöyle nakledilmektedir: 'Bu dört rek'at namazı kılan kimse, cennetteki makamını görmedikçe ölmez'. 186

'Kendisine cennetteki yeri gösterilmedikçe ölmez' şeklinde de rivâyet edilmiştir. Mescide giren kimse, İmâm hutbede olsa bile iki rek'at mescid namazını mutlaka kılmalıdır. Ancak hutbe okunurken kıldığı takdirde hafif geçiştirmelidir; çünkü Hazret-i Peygamber böyle emir buyurmuştur. 187

Garib bir hadîste Hazret-i Peygamber'in mescide girip de iki rek'at tahiyyet'ül-mescid kılan bir kimse namazını bitirinceye kadar hutbeye ara verdiği rivâyet edilmektedir. 138

Kûfeliler 'Camiye sonradan gelen kimse İmâm kendisi için hutbesini keserse, cami hediyesi tâbir edilen iki rek'at namazı kılmalı; aksi takdirde kılmamalıdır' demişlerdir.

Cum'a gününde veya gecesinde dört rek'at namaz kılıp bu namazda En'am, Kehf, Tâha ve Yasin sûrelerini okumak müstehabdır. Bu sûreleri bilmeyenlerinse Yâsin, Lokman, Duhan ve Mülk sûrelerini okuması güzel olur. Cum'a gecesinde bu dört sûrenin okunmasını ihmal etmemelidir; çünkü bunların bu gecede okunmasında çok büyük fazilet olduğu rivâyet edilmektedir.

Kur'ân okumayı iyi bilmeyen kimse hangi sûreleri biliyorsa onları okur ve bu da kendisi için hatim yerine geçer. İhlâs-ı şerîfi bol bol okumalıdır.

Cum'a günü tesbih namazı kılmak müstehabdır. Tesbih namazının keyfiyeti nafile namazlar bahsinde gelecektir. Hazret-i Peygamber, amcası Hazret-i Abbas'a 'Her cum'a tesbih namazı kıl!'189 diye tavsiyede bulunmuştur.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) her cum'a zevâlden sonra tesbih namazı kılar ve bunun çok faziletli olduğunu söylerdi. En iyisi cum'a gününü zevâle kadar namaza, cum'a namazından ikindi namazına kadar ilim dinlemeye ve ikindiden akşam namazına kadar da tesbih ve istiğfara tahsis etmelidir.

6. Sadaka vermelidir. Bu günde sadaka vermek hassaten müstehabdır. Çünkü bu günde, (hutbe esnasında, dilencilik yapanlara verilenler hâriç) fakirlere verilen sadaka kat kat fazlasıyla kabul edilir.

İmâm hutbe okurken, istemek suretiyle dilenmek mekruh olduğu gibi, böyle bir kimseye sadaka vermek de doğru değildir.

Salih b. Ahmed (b. Hanbel) 190 şöyle demiştir: 'Bir cum'a günü İmâm hutbedeyken, cemaattan birisi babama, yanında oturan ve sadaka isteyen bir fakire vermesi için para uzattı; fakat babam ondan bu parayı almadı'.

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle der: "Camide dilenen kimseye sadaka vermemek gerekir. Bir de, Kur'ân okuduğunuz sırada birisi gelip sizden birşeyler dilenirse vermeyiniz'.

Âlimlerden bazıları, camilerde cemaatın omuzlarına basa basa sadaka toplamaya çalışanlara sadaka vermeyi mekruh görmüşlerdir. Ancak camiin bir yerinde ayakta durur veya oturur da, hiç kimseye eziyet vermeden sadaka isterse verilebilir.

Ka'b'ul-Ahbâr şöyle demiştir: "Kim cum'a namazından dönerken iki ayrı malından sadaka verir ve sonra da dönüp rükûunu, secdesini ve huşûunu tamamlamak sûretiyle iki rek'at namaz kılar; daha sonra da 'Ey Allahım! Senden Rahmân ve Rahîm, olan isminle ve kendisinden başka mâbud bulunmayan, Hayy ve

Kayyûm olan, uykudan ve uyuklamadan münezzeh bulunan isminle istiyor ve rahmetine sığınıyorum' derse (Allah, onun bu meşrû isteğini kabul eder) . Çünkü bu dua ile neyi istersen Allah ihsân eder".

Seleften bâzıları şöyle demiştir: Kişi cum'a günü bir fakire birşeyler yedirir, sonra erken saatlerde cum'a namazına gider, hiç kimseye eziyet vermez ve İmâm selâm verdikten sonra da şu duayı okursa, isteği kabul olunur:

Bismillâhirrahmânirrahim! el-Hayy, el-Kayyûm! Yâ rabb! Senden bana merhamet etmeni; beni affeylemeni ve ateşten âzâd etmeni istiyorum.

Bundan sonra istediği duayı edebilir. Çünkü kabul olunmasına kesin gözüyle bakılır.

7. Haftanın günlerinden cum'ayı âhiret işlerine tahsis edip, o günde bütün dünyevî meşgalelerden uzak durmalı, bol bol tesbih, tehlil ve zikir yapmalıdır. Cum'a günü sefere çıkmamalıdır; çünkü Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

Cum'a gecesi sefere çıkan kimseye iki meleği beddua ederler. 191

Cum'a günü sabah olduktan sonra sefere çıkmak ise haramdır. Ancak çıkmadığı takdirde arkadaşlarından geri kalacaksa hüküm değişir.

Bazı âlimler, camilerde alış-veriş yapılmış olmaması için içmek veya dağıtmak amacıyla sakalardan su satın almayı kerih görmüşlerdir. Çünkü camide alış-veriş yapılması mekruhtur. Bazı âlimlere göre de, parayı caminin dışında verir; fakat suyu camide içer veya dağıtırsa bir beis yoktur.

Kısacası, cum'a günü tesbihlerini ve hayırlı işlerini artırmalıdır; çünkü Allahü teâlâ bir kulunu sevdiği takdirde onu faziletli vakitlerde faziletli ameller işlemeye muvaffak eder. Buğzettiği kulunu ise daha acı azaplara çarptırmak, gazabına daha şiddetle mâruz bırakmak ve vaktin bereketinden mahrum bırakmak için kötü amellerle uğraştırır. Çünkü bu kişi, vaktin hürmetini ayakları altına almaktadır. . . Cum'a günü, Dualar bahsinde zikredilecek duaların okunması da müstehabdır.

Allah, kulları arasından seçtiği kuluna rahmet deryalarını coştursun! Âmin!

177) Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce, (Amr b. Şuayb'dan)

178) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer'den)

182) Hakîm Tirmizî, Nevadir) Taberânî, Evsat, (Muhammed b. Mesleme'den) ; İbn Abdilberr, Temhid, (Enes'den)

183) Ebû Dâvud, ,Tirmizî ve İbn Hıbbân, (Ebû Hüreyre'den) ; İbn Mâce, (Abdullah b. Selâm'dan ) Irâkî bu münazaranın Ebû Hüreyre ile Ka'b arasında değil, Abdullah b. Selâm ile Ebû Hüreyre arasında cereyan ettiğini kaydetmektedir.

184) İbn Ebî Âs, (İbn Mes'ûd'dan zayıf bir senedle ve fakat mevkûf olarak)

185) İbn Hıbbân ve Beyhakî, (Semure'den)

186) Hatib, (İbn Ömer'den)

187) Müslim, (Câbir'den) ve Buhârî

188) Dârekutnî, (Enes'den)

189) Ebû Dâvud, İbn Mâce ve İbn Huzeyme ve Hâkim, (İbn-i Abbâs'tan) Ali el-Karî ve başka muhaddisler, bu konuda sahih bir hadîs olmadığını söylemişlerdir,

190) Ahmed b. Hanbel'in oğludur.

191) Dârekutnî, el-İfrad, (İbn Ömer'den garib olarak)

4-6

Herkesin Bilmesi Gereken Meseleler

Çok nâdir vukû bulan meselelerden birçoğunu tedkik ederek fıkha dair eserlerimizde zikretmiş bulunuyoruz.

I. Mesele

Namazı bozmayan az hareket, ihtiyaç olmaksızın yapıldığı takdirde mekruhtur. Namaz kılanın, önünden geçeni durdurması, eziyet vermesinden korkulan akrebi bir veya iki vuruşla öldürmesi (eğer vuruşlar üç olursa hareketler çoğalır ve namaz da bozulur) ihtiyaçtan doğan hareketlerdir. Bunun için de namazda yapılmaları mekruh değildir.

Bit ve pireden eziyet gördüğü zaman, onları uzaklaştırabilir. Aynı şekilde huşûuna mâni olan kaşıntıları da kaşımak suretiyle giderebilir. Muaz (radıyallahü anh) namazda iken bit ve pireleri tutup atardı. İbn Ömer de namazda bitleri elinde kan görülecek derecede öldürürdü.

Nehâî şöyle diyor: 'Kişi, namazda bitleri hareketten düşürerek atabilir; öldürürse de bir zararı yoktur'.

İbn Müseyyeb de şöyle buyuruyor: 'Kişi biti tutup sersemleştirerek atar'.

Mücâhid ise şöyle buyurmuştur: 'Namazda, eziyet verip meşgul etmedikçe, bite dokunmamak en iyisidir. Aksi takdirde kendisine bir daha eziyet veremeyecek derecede ezip atar'.

Saydığımız bu gibi hareketler ruhsattır. Evlâsı, namazda, az da olsa hareketten kaçınmaktır. Bu sırra binaen bazı âlimler, namazda iken üzerlerine konan sinekleri kovmazlardı. Kendilerinden bunun hikmeti sorulduğunda da 'İleride namazımın bu gibi şeylerle bozulmaması için nefsimi böyle şeylere alıştırmam. Çünkü fâsıklar bile padişahın huzurunda birçok eziyetlere mâruz kaldıkları halde tahammül ederler' derlerdi.

Namaz içinde esnediği zaman, ağzını eliyle kapatmakta beis olmadığı gibi, evlâ olan da budur. Aksırdığı zaman, dilini kıpırdatmamak sûretiyle içinden Allah'a hamd etmelidir. Mideyi doldurmaktan dolayı geğirmesi halinde başını yukarıya kaldırması uygun değildir. Sarığının bozulması halinde düzeltmesi de böyledir. Bütün bunlar, zaruret olmaksızın yapılırsa, mekruhtur.

II. Mesele

Çıkarılması kolay bile olsa nalınlarla namaz kılmak câizdir. Çünkü mestler üzerine mesh ruhsatı, mestlerin kolay çıkmamasına bağlı değildir, aksine bunlardaki necasetin affedilmiş olması sebebiyledir. Ayakkabılar da nalınlar gibidir.

Hazret-i Peygamber nalınlarıyla namaz kılar, sonra da onları çıkarır. Bunu gören ashâb-ı kiram da nalınlarını çıkarırlar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Nalınlarınızı niçin çıkardınız?' diye sorar. Sahâbîlerin 'Sen çıkardığın için' demeleri üzerine de şöyle der: 'Cebrâil geldi ve bana nalınlarımda necaset olduğunu haber verdi. Ben bunun için çıkardım. Bu bakımdan herhangi biriniz mescide girmek istediği zaman nalınlarını çıkarıp altına baksın; eğer bir necaset görürse yere sürmek sûretiyle silsin ve namazını onlarla kılsın. 192

Bazı âlimler "Nalınlarla namaz kılmak daha efdâldir; çünkü Hazret-i Peygamber, geçen hadîs-i şerifte 'Nalınlarınızı niçin çıkardınız?' buyurmaktadır" demişlerdir. Fakat bu kadarı da mübalağadır; çünkü Hazret-i Peygamber, nalınla namaz kılmak daha üstündür demedi ki. . . Aksine bu soruyu nalınlarını çıkarmasının sebebini izah etmek için sormuştur. Çünkü onların, nalınlarını kendisine uymak için çıkardıklarını kesinlikle biliyordu.

Abdullah b. Said şöyle rivâyet etmektedir:

Hazret-i Peygamber, namazda nalınlarını çıkarırdı. 193

Hazret-i Peygamber, nalınla namaz kıldığı gibi nalınsız da kılmıştır. Bu bakımdan 'Nalınla kılmak nalınsız kılmaktan daha efdâldir' denilemez.

Nalınlarını çıkaran bir kimse bunları sağına veya soluna koyup da safların kesilmesine ve dağılmasına sebebiyet vermemelidir. Onları önüne koymalıdır. Arkasına da koymamalıdır ki, kalbi onlarla meşgul olmasın. Umulur ki 'Nalınlarla namaz kılmak daha efdâldir' diyenin gayesi de kalp huzurunun bozulmamasıdır.

Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

Herhangi biriniz namaz kılarken nalınlarını ayaklarının arasına bıraksın!194

Ebû Hüreyre, birisine 'Nalınlarını ayaklarının arasına koy! Onlarla herhangi bir müslümana eziyet verme!' demiştir. Hazret-i Peygamber, imamlık yaparken nalınlarını çıkarıp sol tarafına bırakmıştır. 195 Bu bakımdan imamın böyle yapması gerekir; çünkü onun solunda kimse durmaz. İmâm, kalbini meşgul etmemesi için nalınlarını ayakları arasına bırakmamalıdır; bu daha evlâdır. Onları ayaklarının önüne bırakmalıdır. Hadîsin maksadının 'Ayaklarının önüne bıraksın' olması muhtemeldir.

Cübeyr b. Mut'im şöyle demiştir: 'Kişinin nalınlarını ayakları arasına koyması bid'attır'.

III. Mesele

Kişi namazdayken tükürürse namazı bozulmaz; çünkü tükürmek (namazı bozmayan) fiil-i kalildir. Namazda sesin meydana gelmesine vesile olmayan fısıltı, konuşma sayılmaz. Konuşma harflerinin şekli üzerinde de değildir; ancak mekruhtur ve bunun için de sakınılması gerekir. Hazret-i Peygamber'in izin verdiği şekilde tükürmek ise mekruh değildir.

Allah Rasûlü mescidin kıble duvarında balgam görür ve bundan dolayı şiddetle öfkelenir. Sonra onu, elinde bulunan bir hurma dalıyla kazır. Sonra da 'Bana anber getirin!' der ve getirilen anberle o balgamın yerini sıvar. Arkasından cemaate dönüp 'Acaba hanginiz yüzüne tükürülmesini ister?' der. 'Hiçbirimiz istemeyiz' şeklinde cevap verilince de şöyle buyurur: 'Herhangi biriniz namaza durduğu zaman, Allahü teâlâ onunla yöneldiği kıble arasındadır'.

Allah onunla (namaz kılanla) yüzleşir. Bu bakımdan hiçbiriniz namazda iken önüne veya sağına tükürmesin. Ancak soluna veya sol ayağının altına tükürsün. Eğer ani bir anormallik başgösterirse, elbisesine tükürsün ve burasını ovalayarak birbirine sürtsün. 196

IV. Mesele

İmama uyan kimselerle (cemaat) ilgili sünnetler ve farzlar vardır:

Sünnetler

İmama uyan tek bir kişi ise imamın azıcık gerisinde ve sağ tarafta durmalıdır. Tek kadın imama uyduğu zaman, onun tam arkasında durmalıdır. İmamın yanında durursa da zarar etmez; ancak sünnete muhalefet etmiş olur. Eğer kadınla beraber imama uyan bir erkek de varsa, erkek, imamın sağında, kadın da o erkeğin arkasında duracaktır. Cemaate iştirâk eden kimse, safın dışında tek başına durmamalıdır. Aksine safa katılmalı veya yer yoksa niyet edip iftitah tekbirini aldıktan sonra usûlü dairesinde safın içinden birisini yanına çekmelidir. Eğer safın dışında tek başına durup namaza devam ederse namazı kerahetle birlikte sahihtir.

Farzlar

Safların bitiştirilmesi gerekir. İmâm ile muktedî (imama uyan) aralarında irtibat olacak şekilde bir yerde bulunmalıdırlar.

Çünkü ikisi bir cemaatte ve bir namazda sayılırlar. Eğer camide iseler, camide oluşları, aralarını birleştirici olarak kâfidir. Çünkü cami, safları birleştirmek için yapılmış bir yerdir. Binaenaleyh camide safların bitişik olmasına gerek yoktur. Camide ancak imamın hareketlerini bilmeye gerek vardır. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) namazı cami içinde kılan imama damda durarak uymuştur.

İmama uyan kimsenin, caminin dış avlusunda, bir yolda veya müşterek bir düzlükte durduğunda -orası ile cami arasına giren herhangi bir bina da yoksa- imama bir ok atımı kadar yakın olması kâfidir. Böylece imamla râbıtayı temin edebilir; çünkü bu durumda fiilleri birbirine bağlanmış olur. Safın bir olması, ancak muktedînin caminin sağında veya solunda bulunan ve kapısı cami ile bitişik olan bir evin sahanlığında durup imama uyması halinde şarttır. Bu durumda saf, kesintisiz olarak tâ camiden evin sahanlığına kadar uzanmalıdır ve böyle olması da şarttır. Ancak böyle olduktan sonra o safta bulunanların ve onların arkasında kılanların namazları sahih olur. O safın önünde bulunan ve cami ile râbıtası bulunmayan safta namaz kılanların namazı ise sahih değildir. İşte farklı binaların hükmü böyledir. Tek bir bina ve tek bir arsa ise sahra gibi sayılır. (Bir ok atımından daha fazla mesafe bulunmamak şartıyla uymak câiz olur. )

V. Mesele

Cemaate sonradan dâhil olan kişi namazın son rek'atında yetişse dahi kendi namazının başında sayılır. Bu bakımdan imama uymalı ve selâmdan sonra kalkıp, namazını kıldığı kısmın üzerine bina etmelidir. Sabah namazında imamla beraber Kunut duâsını okusa dahi kendi namazının sonunda da Kunut duâsını ikinci bir defa daha okumalıdır. Eğer imama kıyamın bir kısmında yetişirse istiftah duâsını okumaksızın doğrudan Fâtiha'ya başlamalı ve bunu da biraz acele okumalıdır.

Fatiha'yı tamamlamazdan önce İmâm rükûa giderse, 'Fâtiha'yı tamamladığı takdirde imama itidalde yetişebilirim' kanaatinde ise, Fâtiha'sını tamamlayıp ondan sonra rükûa varmalıdır. Eğer imama yetişemeyeceğini tahmin ederse, Fâtiha'yı okuduğu yerde kesip derhal imama uymalı ve rükûa varmalıdır. O zaman Fâtiha'nın okunan kısmı, tamamının yerine geçer ve geri kalan kısmın okunması da kendisinden sâkıt olur. Eğer İmâm, rükûa vardığında o da Fâtiha'yı bitirmiş, zammı sûreyi okuyorsa, onu derhal keserek imamla birlikte rükûa varmalıdır. İmama secdede veya teşehhüdde yetişirse ayakta iken istiftah tekbirini alır ve ikinci bir tekbir getirmeksizin oturup imama uyar. Eğer imama rükûda iken yetişirse, o zaman önce iftitah tekbirini alır ve sonra da ikinci bir tekbir getirerek rükûa varır. Çünkü böyle yaptığı takdirde bir rek'at kılmış sayılır. Tekbirler ise, ancak namaz dahilinde yapılan intikaller için meşrû kılınmıştır.

Sadece imama uymak için yapılan ârızî intikallerde tekbir getirmek gerekmez. İmâm daha rükûdayken rükûa varıp itminana kavuşmadıkça, bu intikal kendisi için bir rek'at sayılmaz.

VI. Mesele

Öğle namazını ikindi vakti gelinceye kadar edâ etmeyen kimse, ikindinin farzından önce, kazaya kalmış öğle namazını kılmalı, sonra da ikindi namazının edâsına başlamalıdır. Eğer dediğimizin aksine, önce ikindi namazına başlarsa yine olur, ancak en güzel şekli bırakıp ihtilâf şüphesine girmiş olur.

Eğer imama yetişirse ona uyup evvelâ ikindi namazını, cemaatten sonra da kazaya kalmış öğle namazını kılmalıdır; çünkü kazaya kalmış namazı hazır namazdan önce kılmaktansa, imama uyup cemaat faziletini elde etmek daha evlâdır. Eğer vaktin evvelinde namazını tek başına edâ ettikten sonra bir cemaate tesadüf ederse, (Şâfiî'ye göre) derhal edâ niyeti ile imama uymalıdır. Allah, bu iki namazdan dilediğini vaktin farzına sayar, Bu şekilde cemaate uyduğu zaman kazaya kalmış bir namaza veya sünnete niyet etmesi de câizdir. Eğer daha evvelce namazını cemaatle edâ etmişse, ikinci bir cemaate rastladığı zaman, ona da kazaya kalmış namaza veya nafileye niyet etmek sûretiyle uyabilir. Çünkü cemaatle edâ edilen bir namazı, ikinci bir cemaatle tekrarlamakta hiçbir mânâ yoktur. Namazın ikinci bir defa yenilenmesi, ancak cemaat faziletini elde etmek içindir. (Bu ise birinci cemaatle zaten elde edilmiştir. )

VII. Mesele

Namazını kıldıktan sonra elbisesinde necaset görürse, en iyisi namazı kaza etmesidir. Fakat ille de kaza etmelidir şeklinde bir zorlama da sözkonusu değildir. (Çünkü bu necasetin namazdan sonra bulaşmış olması da muhtemeldir) . Namazdayken elbisesinde necaset görürse, o elbiseyi sırtından yavaşça çıkarır ve namazını böylece tamamlar. Fakat en iyisi namazı bırakıp o necis elbiseyi çıkardıktan sonra yeniden başlamaktır. Bu meselenin temelini Rasûlüllah'ın 'nalınlarını çıkarması' hâdisesi teşkil etmektedir. Çünkü Cebrâil, 'Nalınlarında necaset var' haberini verdiği zaman, Hazret-i Peygamber nalınlarını olduğu yerde çıkarıp namaza devam etmiş; bozup yeniden başlamamıştır.

VIII. Mesele

Birinci teşehhüdü, Kunut duâsını197 veya birinci teşehhüdde getirilen salavât-ı şerîfeyi terketse veya kasden işlediğinde namazı bozacak bir fiili sehven işlese veya üç rek'at mı, yoksa dört rek'at mı kıldığında şüphe etse, bütün bu durumlarda yakîne (kesin kanaate) yapışmak ve selâm vermeden önce sehiv secdesi yapmalıdır. Eğer selâm vermeden önce sehiv secdesi yapmayı unutursa, selâmdan sonra çok fazla zaman geçmeden hatırladığı takdirde derhal yapmalıdır. Eğer selâm verip abdesti bozulduktan sonra secde ederse, namazı sahih olmaz; çünkü secde yaptığı anda daha önceki selâmı yanlışlıkla vermiş gibi olur. Bu bakımdan ilk selâmıyla namazdan çıkmamış ve tekrar namaza dönmüş sayılır, Sehiv secdesinden sonra selâm verilmesi de bu hikmetten dolayıdır. Eğer camiden çıktıktan sonra sehiv secdesi lâzım geldiğini hatırlasa veya hatırına aradan uzun bir zaman geçtikten sonra gelse artık sehiv secdesi geçmiş sayılır.

IX. Mesele

Niyette vesvesenin sebebi ya aklî noksanlıktır veya şeriatı bilmemektir; çünkü Allahü teâlâ'nın emrine imtisal etmek, başkasının emrine uymak gibidir. Niyet bakımından Allah'ın ta'zîmi de başkasının ta'zîmi gibidir. Bir kimse içeri giren bir âlim için hürmeten ayağa kalksa ve sonra da 'Fazilet sahibi bir Zeyd'in içeri girmesiyle ayağa kalkıp, onu güleryüzle karşılamaya niyet ettim' dese, bu kişinin aklı noksandır. Çünkü faziletini bildiği kimse içeri girdiğinde onun için ayağa kalkmasıyla onu ta'zîm etmiş sayılır. ('Böyle yapmaya niyet ettim' demesinde hiçbir manâ yoktur) . Böyle söylemesinin ancak Zeyd içeri girdiğinde başka bir iş için ayağa kalktığı veya herhangi bir gaflette bulunduğu zaman bir mânâsı olabilir.

Allah'ın emrine uyarak kıldığı namazın vaktini ve farz olduğunu belirtmenin şart koşulması, tıpkı içeri girene hürmet için yüzünü ona çevirip ayağa kalkmanın şart koşulması gibidir. Ancak bu kalkışın, girenin ta'zîminden başka bir sebep için olmaması ve bu hareketle onun büyütülmesinin kastedilmesi gerekir. Zira eğer kişi ayağa kalkıp girene sırtını çevirse veya durup adam girdikten bir müddet sonra ayağa kalksa, o vakit bu hareketi onu tâ'zim sayılmaz. Sonra bütün bu sıfatlar, yapanın mâlûmu ve maksudu olmalıdır. Bütün bunların, nefsinde bir anda hazır bulunması için çok uğraşmamalıdır. Bu sıfatlara delâlet eden kelimelerin bitiştirme ve tanzimini, dili ile telâffuz veya kalben tefekkürünü uzatmalıdır.

Namaz niyetini bu şekilde anlamayan kimse niyeti anlamamış demektir; yani sen muayyen bir zamanda namaz kılmaya dâvet edilmişsin ve sen de bu namazı, dâvete icabet ederek o vakitte kılmışsın. O halde bu hususta vesveseye düşmek tam mânâsıyla cehalettir. Zira bu maksud ve ilimler nefiste bir anda bir araya gelebilir. Ancak zihinde, nefiste düşünüldüğü gibi, teker teker düşünülmezler. Çünkü birşeyi düşünmekle nefiste hazır bulundurmak arasında büyük bir fark vardır. Allah'ın nezdinde bulunmak, O'ndan uzaklaşıp gaflete düşmeye zıt düşer.

Bu huzur, tafsilâtlı olmasa bile (icmâlen ve özüyle mutlaka bulunmalıdır) . Meselâ bir hâdiseyi bilen onu bir anda bir ilimle biliyor demektir. Halbuki bu ilmin içinde nice ilimler mevcuttur. Her ne kadar bu ilimler tafsilâtıyla mevcut değilseler de mücmel olarak vardırlar. Çünkü hâdiseyi bilen kimse, var ve yok olanı, daha önce ve sonra olanı ve oluş zamanlarını bildiği gibi, bu hâdisede yok olanın var olandan daha evvel bulunduğunu da bilir. Yine biliyor ki, var olan yoktan daha sonradır. İşte bütün bu ilimler, bir hâdise ile ilgili tek bir ilmin içindedir. Hâdiseyi bilen kimse, eğer kendisinden başka bilen yoksa 'Sen bu hâdisedeki sadece önce ve sonra olanı, yok olanı, yok olanın daha önce var olanınsa daha sonra olduğunu veya takdim ve tehire taksim olunan zamanı biliyor musun?' diye sorulduğunda, cevaben 'Ben bunları teker teker bilmiyorum' dese yalancı olur ve bu sözü 'Ben bu hâdiseyi biliyorum' sözüne zıt düşer.

İşte vesvese bu inceliği bilmemezlikten doğar. Vesveseli kimse ise, kalbinde (meselâ öğle namazının) vaktini, edâsını ve farziyyetini bir anda, lâfızlarıyla beraber, tafsilâtlı bir şekilde hazır bulundurmak ister ve aynı zamanda mânâsını da mütâlaa etmeyi arzular. . . Oysa bu muhaldir. Eğer âlimin önünde ayağa kalkarken bütün bu mânâları nefsine yüklemiş olsaydı asla beceremezdi. İşte vesvese, bir bilgi ile defedilir. Şöyle ki; niyet bakımından Allah'ın emrine uymanın; başkasının emrine uymak gibi olduğunu bileceksin.

Sonra teshil ve ruhsat yönünden deriz ki, eğer vesveseli kimse ille de 'Niyet, bütün bu emirleri tafsilatlı bir şekilde hazır bulundurmaktan ibarettir' deyip bunları nefsinde devamlı surette tutmaksızın bütün bunları tekbirin başlangıcından sonuna kadar izhar etmeye çalışıp, tekbiri ancak niyet hasıl olduğu anda bitirse, bu onun için kâfidir. Ancak biz ona "Bunların hepsini tekbirin evveli veya sonuyla beraber yapmak lâzımdır' şeklinde zor bir teklifi de yüklemeyiz; çünkü böyle bir teklif, zor ve zulümdür. Eğer kişi böyle birşeyle sorumlu olsaydı selef-i sâlihîn bu hususu mutlaka Hazret-i Peygamber'e sorarlar veya ashâb-ı kirâmdan birisi niyet hususunda vesveseye düşerdi. Madem ki, selef zamanında böyle bir hâdise görülmemiştir, o halde onların sîreti, bu hususta emrin kolaylık üzerine bina edilmesine delildir. Vesveseli kimse, niyet getirmeye alışıp, vesveseler yakasını bırakıncaya kadar nasıl kolay geliyorsa o şekilde niyet etmeli; nefsini bu konuda zorlamamalıdır. Çünkü insan niyet hususunu ne kadar tedkik ederse, vesvesesi de o kadar artar.

Biz fetvamızda niyetin tedkiki hususunda birçok yönler zikrettik ve aynı zamanda niyetle ilgili ve âlimler için bilinmesi gerekli olan birçok ilimleri ve maksudları da inceledik. Halkın bu incelikleri dinlemesi, kendilerine kârdan çok zarar vereceği ve vesveselerini kabartacağı için bunları burada zikretmiyoruz.

X. Mesele

İmama uyan kimse rükû ve secdeyi imamdan önce yapmamalıdır. Aynı şekilde ondan önce de rükû ve secdeden kalkmamalıdır. Namazın diğer amelleri de böyledir ve imamla aynı anda yapılması uygun değildir. Aksine imama tâbi olmak ve hareketleri onun arkasından yapmak en uygunudur. Zaten imamlığın mânâsı da budur. Eğer bunları kasten imamla aynı anda, ara vermeksizin yaparsa, nasıl ki aynı hizada durdukları takdirde namazı bozulmuyorsa, yine bozulmaz. Ancak bu hareketleri imamdan önce yaparsa namazının bâtıl olup olmadığı hususunda ihtilâf vardır. Fakat mekânda imamın önünde durduğu takdirde namazının bâtıl oluşuna kıyasla burada da namazının bâtıl olmasına hükmetmek, gözardı edilecek bir keyfiyet değildir. Aksine bu hareketleri kasten imamdan önce yaparsa, namazının bâtıl sayılması daha evlâdır; çünkü cemaat olmak, fiillerde imama uymak demektir, yoksa mekânda imamdan sonra gelmek demek değildir. Bu bakımdan imama fiilde tâbi olmak daha mühimdir. Mekânda imamı geçmemek şartı ise, fiilde ona tâbî olmanın kolaylaştırılması ve uyma sûretinin husûle gelmesi içindir. Önder olanın şanına yakışan önde olmasıdır.

Bu bakımdan sehven yapmak hâriç, imamdan önce davranmanın gereksiz ve mânâsız olduğu âşikârdır. İşte bu sırra binaen Hazret-i Peygamber fiillerinde imamı geçen bir kimsenin hareketini şiddetle tenkid ederek şöyle buyurmuştur:

İmamdan önce başını (secde ve) rükûdan kaldıran kimse, Allah'ın, başını eşşek başına çevirmesinden korkmaz mı?198

İmamdan bir rükû kadar geri kalmaya gelince, böyle bir hareketle namaz bozulmaz. Meselâ İmâm rükûdan itidâle kalktığı halde muktedî henüz rükûa varmamıştır. Bu hareketiyle namazı bozulmaz ama bu kadar ertelemek de mekruhtur. Eğer İmâm alnını secde etmek için yere koyduğu anda o halen rükûa varmamışsa, o zaman namazı bozulur. Aynı şekilde İmâm ikinci secdeye vardığında muktedî ancak birinci secdeye varmışsa, yine bozulur.

XI. Mesele

Cemaatle namazı kılan kimseler, başkalarının namazında gördükleri eksiklik ve kusurları değiştirmeye çalışıp o hareketi kötülemelidirler. Eğer uygun olmayan bu hareketler, cahil kimseden sâdır oluyorsa ona bu hareketinin namaza uygun olmadığını yavaşça ve güzellikle söyleyip doğrusunu öğretmelidirler. Safların düzeltilmesi, bir kişinin tek başına safın hâricinde durup namaz kılması bu kabil hareketlerdendir. İmamdan önce secdeden veya rükûdan başını kaldırmak ve buna benzer hâdiseler de bu gruba dahildir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurur:

Âlim, cahile dinini öğretmezse bundan dolayı azaba düçar olur. 199

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Namazda çirkin ve uygun olmayan hareketlerde bulunan kimseyi görüp de, onun bu hareketlerini menetmeyen kimse, günah hususunda onun ortağı olur'.

Bilâl b. Sa'd'dan200 şöyle rivâyet edilmektedir: 'Yanlışlık gizlendiği zaman yalnızca sahibine, açığa vurulduğunda ise, eğer yanlış olduğu sahibine söylenilmezse bütün müslümanlara zararlıdır'.

Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle vârid olmuştur:

Hazret-i Bilâl safları düzeltiyor ve safı düz tutmayanların ökçelerini kamçılıyordu. 201

Hazret-i Ömer'den şöyle rivâyet edilmektedir: 'Namazda kardeşlerinizi arayın ve göremediğiniz zaman sorun! Hasta iseler, ziyaretlerine gidin; yok sağlam oldukları halde namaza gelmemişlerse, gidip kendilerini azarlayın!'.

Azarlamak, cemaati terketmemenin iyi bir hareket ve cemaati terketmek hususunda gevşeklik göstermenin doğru olmadığını söylemektir.

Evvelkiler, cemaati terkedene karşı çok şiddetli hareket ederlerdi. Hatta bazıları cemaatten geri kalanın kapısına boş tabut götürür ve bununla, ölünün, cemaatten geri kalan diriden daha hayırlı olduğuna işaret ederlerdi.

Camiye giren kimsenin safın sağ tarafına yönelmesi daha uygundur; çünkü Hazret-i Peygamber zamanında sahabîler safın sağ tarafında izdiham yaparlardı. Öyle ki, bu konu hakkında Hazret-i Peygamber'e şikayette bulunuldu ve 'Ey Allah'ın Rasûlü! Mescidin sol tarafı neredeyse iptal edildi' denildi.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

Kim caminin sol tarafını (ibadetiyle) tâmir ederse onun için iki denklik ecir vardır. 202

Saf dışında tek başına kalan kişi safta bir çocuk görürse onu oradan çıkarıp yerine kendisi geçebilir. Ancak çocuğun bâliğ olmaması şarttır.

Halkın bilmeye ihtiyaç duyduğu önemli meselelerden ancak bu kadarını zikrettik. Bunun dışındaki çeşitli hükümler inşaallah Kitab'ul-Evrad bölümünde zikredilecektir.

192) İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud ve Hâkim, (Ebû Said el-Hudrî'den)

193) Müslim

194) Ebû Dâvud (sahih bir senedle) ; Münzirî ise, zayıf olduğu kanaatindedir.

195) Müslim, (Abdullah b. Saib'den)

196) Müslim, (Câbir'den) ; yine Müslim ve Buhârî, (Enes, Hazret-i Âişe, Ebû Said, Ebû Hüreyre ve İbn Ömer'den)

197) Şâfiî mezhebinde Kunut duâsı her sabah namazının ikinci rek'atının rükûundan kalkarken okunur; vitir namazında ise, Ramazan ayının ikinci yarısı hâriç hiçbir zaman okunmaz.

198) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

199) Deylemî, Müsed'ül-Firdevs, (Enes'den zayıf bir senedle)

200) Bilâl b. Sa'd b. Ebî Vakkas tâbiîndendir. Babası meşhur sahabî Sa'd b. Ebî Vakkas'tır. Âbid ve âlim bir zattı. H. 120 senesi dolaylarında vefat etmiştir.

201) Irâkî böyle bir hadîse rastlamadığını söylemektedir. Zebidî, Ebû Bekir b. Ebî Şeybe'nin benzeri bir hadîsi el-Musannef adlı eserinde rivâyet ettiğini ildirir.

202) İbn Mâee, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)

4-7

Nafile Namazlar

Farzların dışında kalan namazlar üç kısma ayrılır:

1. Sünnetler

2. Müstehablar

3. Tatavvu'lar

Sünnetler ile, Hazret-i Peygamber'in devamlı olarak kıldığı rivâyet edilen (namazlardan sonra kılınan sünnetler, duha, vitir, teheccüd ve benzeri sünnetler) namazları kastediyoruz; çünkü sünnet 'işlenilmiş yol' demektir.

Müstehablar'dan maksat; faziletleri hakkında hadîs vârid olan, fakat Hazret-i Peygamber tarafından devamlı olarak kılınmayan namazlardır. Nitekim ileride söz edeceğimiz gibi haftanın belirli gün ve gecelerinde, evden çıkarken ve eve girerken kılınan namazlar böyledir.

Tatavvu'lardan maksadımız da; hususiyeti hakkında herhangi bir rivâyetin vârid olmadığı ve sözünü ettiğimiz namazların dışında kalıp da kulun, Allah'ın münacaatına tâlip olduğu bir anda, bu münacaata fazileti hakkında şeriatın emri vârid olan namazla koyulsun diye kıldığı namazlardır. Kul bu namazı âdeta teberru etmektedir; çünkü her ne kadar namaz kılmaya teşvik varsa da hususî olarak bu namazın kılınması teşvik edilmemiştir. Tatavvu' ise, teberrudan ibarettir. Bütün bu kısımlara 'nafile namazlar' denir; çünkü nafile, fazla olan namazlardır. Bu bakımdan bu maksatların tarifleri için ıstılah olarak Tatavvu, Müstehab, Sünnet ve Nâfile tâbirlerini kullandık. Bu ıstılahı değiştirmekte herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü gayeler anlaşıldıktan sonra terimlerde tartışmaya gerek yoktur. Bu kısımların her birinin fazilet dereceleri değişiktir. Haklarında vârid olan haberler ve faziletlerini bildiren eserlere göre değer kazanırlar. Hazret-i Peygamber'in uzun zaman devam ettiği ve haklarında daha sahih ve meşhûr hadîslerin vârid olduğu namazların dereceleri daha üstündür. İşte bu sırra binaendir ki 'Cemaatle kılınan sünnetler, ferdî olarak kılınanlardan daha efdâldir' denilmiştir. Cemaatle kılınan sünnetlerin en faziletlisi bayram namazı, sonra ay ve güneş tutulması nedeniyle kılınan namazlarla yağmur namazıdır. Ferdî olarak kılınan sünnetlerin en faziletlisi ise, vitir sünneti (Hanefîlere göre vacibdir) ile sabah namazından evvel kılınan iki rek'at sünnettir. Bunlardan sonra, diğer farzlarla birlikte kılınan râtıb vakitli olarak kılınan sünnetler, derecelerine göre sıralanırlar.

Nafile namazlar, ilgili oldukları hususlara nisbetle iki kısma ayrılırlar:

A) Yağmur, ay ve güneş tutulması nedeniyle kılınan namazlar gibi, sebeplerle ilgili nafileler

B) Vakitlerle ilgili nafileler

Vakitlerle ilgili nafileler de gün ve gecenin tekrarıyla tekrarlanan, haftanın tekrarıyla tekrarlanan ve senenin tekrarıyla tekrarlanan olmak üzere üç kısımdır. Dolayısıyla bu kısımlar dörde ulaşmış olmaktadır.

Gün ve Gecelerin Tekrarlanmasıyla Tekrarlanan Nafileler

Bunlar sekiz tanedir. Bunların beşi, beş vakit namazla birlikte kılınan râtıb sünnetlerdir. Diğer üçü ise, kuşluk namazı, akşam ile yatsı arasında kılınan namaz ve geceleyin edâ edilen teheccüd namazıdır,

1. Sabah namazının sünneti

Bu namaz, iki rek'attan ibarettir; nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Sabahın farzından evvel kılınan iki rek'at sünnet, dünya ve içindeki herşeyden daha hayırlıdır. 203

Sabah sünnetinin vakti, (fecr-i kâzible, yani uzunlamasına/dikine yayılan aydınlıkla değil) fecr-i sâdıkın çıkışıyla başlar. Fecr-i sâdık, her tarafa (enine doğru) yayılan aydınlığın doğuşu demektir. Fecr-i sâdıkı idrâk etmek, ilk anında hemen hemen mümkün olmayacak kadar zordur. Ancak ayın menzillerini öğrenmiş veya fecrin, gözle görülen hangi yıldızlarla doğduğunu bilen kimseler için, fecri idrâk etmek kolaydır. Böyle bir kimse fecrin çıkışını yıldızlardan anlayabilir.

Fecrin çıkışının ay ile anlaşılmasına gelince; bu, her ayın iki gecesinde mümkündür. Şöyle ki, ayın yirmialtıncı gecesinde ay, fecirle birlikte doğmakta; onikinci gecesinin sabahında ise fecrin doğuşu ile batmaktadır. Bu genellikle böyledir. Ancak bazen de ayın burçlarında ufak tefek değişiklikler olabilir. Bunu izah etmekse uzun sürer.

Gecedeki vakitleri takdir etmek ve sabahı anlamak isteyen kimse için, ayın menzillerinin bilinmesi mühim meselelerdendir.

Sabah sünnetinin vakti, sabah farzının vaktinin geçmesiyle geçer; güneş doğduğunda farzın vakti son bulduğu gibi, sünnetin vakti de son bulur. Sabah sünnetinin vakti bu kadar geniş olmasına rağmen, onu farz namazdan evvel edâ etmek de ayrı bir sünnettir. Eğer kişi namaz için kamet getirildikten sonra camiye girerse, sünnetle hiç meşgul olmadan derhal farza durmalıdır; çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:

Namaz için kamet getirildikten sonra farz dışında herhangi bir namaz kılmamalıdır. 204

Bu durumda bu iki rek'at sünneti, farz namazının edasından sonra kılmalıdır. En doğru fetvaya göre bu iki rek'at sünnet, güneş doğmazdan evvel kılındığı takdirde velev ki, farzdan sonra kılınsın kaza değil eda edilmiş sayılmaktadır; çünkü bu iki rek'at sünnet, farzın vaktinde ona tâbidir. Farz ile aralarındaki tertib ise (yani evvelâ sünneti, sonra farzı kılmak hususu ise) , cemaate tesadüf etmediği zamanlarda sünnettir. Eğer cemaate tesadüf ederse tertip tam aksine döner ve iki rek'at sünnet, namazdan sonra yine eda olarak kılınmış olur.

Müstehab olanı, kişinin bu iki rek'atı evinde ve biraz da çabuk kılmasıdır. Evinde bunları kıldıktan sonra, camiye gelip iki rek'at da tahiyyetül mescid (cami hediyesi) kılsın. Sonra otursun, farz namaz kılıncaya kadar, herhangi bir namaz kılmasın. Farz kılındıktan güneş doğuncaya kadar olan zamanda ise en iyisi zikretmek ve düşünmektir. Bu zaman zarfında sadece sabahın sünneti ve farzıyla iktifa etmek daha iyidir.

2. Öğle namazının sünnetleri

Altı rek'attır. İkisi sünnet-i müekkede olarak namazdan sonra, dördü de yine sünnet olarak namazdan önce kılınır. Fakat önce kılınan dört rek'atın derecesi sonra kılınan iki rek'atın derecesine yetişemez.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmektedir:

Kim güneşin zevâlinden sonra dört rek'at namaz kılar ve bunlarda okunan Kur'ân'ı güzelce tilâvet edip, rükû ve secdeleri güzel yaparsa, o günün gecesine kadar kendisine af dileyen yetmiş bin melek de onunla birlikte namaz kılar. 205

Hazret-i Peygamber zevalden sonraki dört rek'atı terketmezdi. Bunları biraz uzatır ve şöyle derdi: 'Bu saatta, göklerin kapısı açılır, Ben bu saatte Allah'ın huzuruna yükselen bir amelimin olmasını istiyor ve seviniyorum'. 206

Bu hadîsi Ebû Eyyûb el-Ensarî tek başına rivâyet etmektedir. Ancak Hazret-i Peygamber'in zevcesi Ümmü Habîbe'den bu hadîsi takviye eden şöyle bir hadîs rivâyet edilmiştir:

Kim her gün farz namazlarından başka oniki rek'at namaz kılarsa, onun için cennette bir ev bina edilir. Bu oniki rek'atın ilk ikisi sabahtan, dördü öğleden evvel, ikisi öğleden sonra, ikisi ikindiden evvel ve son ikisi de akşamdan sonradır. 207

İbn Ömer (radıyallahü anh) ise "Ben Allah Rasûlü'nün 'Kim her gün on rek'at namaz kılarsa. . . ' buyurduğunu duydum" dedikten sonra, sabah namazının iki rek'atı hâriç, diğerlerini Ümmü Habibe'nin rivâyetinde olduğu gibi zikrederek söyle demiştir: 'Sabah saatlerinde hiçbirimiz Rasûlüllah'ın huzuruna çıkamazdık. Fakat ablam Hafsa'nın (radıyallahü anh) bana söylediğine göre, Hazret-i Peygamber evinden, sabahın iki rek'at sünnetini kılar öyle çıkarmış'.

İbn Ömer şöyle devam etmiştir: 'Öğle namazından evvel iki rek'at kılınmalıdır'. Bu bakımdan öğleden evvel kılınan iki rek'at, daha önce kılınmasından bahsedilen dört rek'atın en kuvvetlileri olmaktadır. (Yani öğleden evvel kılınan dört rek'atın ikisi daha kuvvetlidir. Dördü de aynı derecede değildir) . Öğleden evvel kılınan sünnetlerin vakti, zeval ile girmiş olur.

Zeval, ayakta olan şahısların doğuya yönelen gölgelerinin artmasıyla bilinir. Çünkü güneş çıktığı anda cisimler için batıya doğru uzanan uzun bir gölge meydana gelir. Güneş yükseldikçe bu gölge eksilmeye ve batı cephesinden çekilmeye başlar. Bu durum güneş tam tepeye çıkıncaya kadar devam eder. Güneş yüksekliğin zirvesinden batıya doğru kaydığında, duraklayan gölge bu defa doğuya doğru artmaya başlar. Artmasının gözle farkedildiği zaman öğle vaktidir. Bununla birlikte kesinlikle bilinir ki, Allahü teâlâ'nın ilminde öğle vakti bundan biraz önce olmuştur. Fakat insanoğlunun mükellefiyeti ancak hissedilir nesnelere bağlıdır. Artmaya başlayan gölgenin geri kalan kısmı, kış mevsiminde uzar, yaz mevsiminde ise kısalır. Gölgenin uzaması güneşin oğlak burcunun evveline; kısalması ise, güneşin yengeç burcunun evveline varmasına kadar devam eder. Bu ise, ayaklar ve mizanlarla bilinmektedir.

Güzelce gözetebilecek kimse için, tahkik ve tesbite yakın yollardan birisi de geceleyin kutb-u şimalî'yi gözetlemektir. Bu gözetlemeyi yapan kişi, dörtgen bir levhayı dümdüz ve kenarlarından birisi tam kutbun hizasına gelecek şekilde koyacaktır. Kutubdan bir taşın yere düştüğünü ve sonra da bu taşın düşüş yerinden levhanın kutup tarafında bulunan kenarına bir çizgi çekildiği farzedilse bu çizginin, dörtgenin kutub tarafına düşen kenarının tam ortasına gelip dörtgenin doğu ve batı çizgilerinin herhangi birisine daha yakın olmamalıdır. Sonra o levhanın üzerine, 5 rakamı yerine ki orası da tam kutbun karşısıdır bir direk dikecektir. Bu direğin gölgesi günün evvelinde A çizgisi tarafından batıya doğru kayacaktır.

Bu gölge tâ B çizgisini kaplayıncaya kadar meyletmeye devam eder ve sonunda öyle bir vaziyete gelir ki, eğer başı uzatılsa tam taşın düştüğü yere varır. O zaman levhanın doğu ve batı kenarlarına olan uzaklığı eşit olup hiç birine daha yakın olmayacaktır. Bu bakımdan batı tarafına olan meyli ortadan kalktığı zaman anlaşılır ki, güneş tam tepede bulunmaktadır.

Gölge levha üzerindeki çizgiden doğuya doğru kaymaya başladığında güneş zevale başlamış olur. Bu durum, Allah'ın ilmindeki zevalin evveline yakın bir vakitte kesin olarak bilinir. Sonra gölgenin doğuya doğru kaydığı anda tam onun başının bulunduğu yere bir alâmet konur. Ne zaman ki bu alâmetten itibaren gölge direk kadar olursa o vakit ikindi vakti gelmiştir.

Zeval ilminde bu kadarcık bilgi ile iktifa etmekte herhangi bir beis yoktur. Levhanın şekli şöyledir:

3. İkindi namazının sünneti

İkindi namazından evvel dört rek'at olarak kılınır. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:

İkindi namazından evvel dört rek'at namaz kılan kula Allah rahmet etsin!208

Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'in bu duasına mazhar olmak ümidiyle ikindiden evvel dört rek'at namaz kılmak kuvvetli bir şekilde müstehabdır; çünkü Hazret-i Peygamber'in duası şeksiz şüphesiz kabul olunur, Hazret-i Peygamber ikindiden önce kılınan dört rek'at sünnete, öğleden evvel kıldığı iki rek'at sünnete devam ettiği gibi devam etmemiştir.

4. Akşam namazının sünneti

Bu sünnet, akşamın farzından sonra ve iki rek'at olarak kılınır. Bu konuda rivâyet farklılığı yoktur. Akşam namazından önce, müezzinin ezan ve kâmeti arasında acele olarak (Şâfiî'ye göre) kılınan iki rek'at sünnete gelince; bu, Ubey b. Ka'b, Ubâde b. Sâmit, Ebû Zer, Zeyd b. Sabit ve diğer bir grup sahabîden rivâyet edilmiştir. Ubâde ve bir başkası şöyle demiştir:

Müezzin akşam ezanını okuduğu zaman, Hazret-i Peygamber'in sahabîleri koşar adımlarla direklerin arkalarına gider ve acelece iki rek'at namaz kılarlardı. 209

Biz akşam namazından önce, cemaate gelenler tamam oluncaya kadar iki rek'at namaz kılardık. Hattâ dışarıdan camiye gelenler, namazın kılındığını zannederek 'Akşam namazını kıldınız mı?' diye sorarlardı. 210

Bu namazın sünnet olduğu, belki de Hazret-i Peygamber'in İsteyen, iki ezan arasında namaz kılabilir'211 şeklinde vârid olan hadîsinden çıkarılmıştır.

Ahmed b. Hanbel (radıyallahü anh) bu iki rek'atı kılardı; bilâhare halkın ayıplaması üzerine terketti. Kendisinden bu husus sorulduğu zaman 'Hiç kimsenin kıldığını görmeyince ben de terkettim. Kişi, halkın görmediği bir yerde, evinde bu iki rek'atı kılarsa iyi olur' buyurdu.

Akşam namazının vakti, düz arazilerde güneşin gözlerden kaybolmasıyla başlar. Eğer arazinin batı tarafları dağlarla kaplı ise, güneş battıktan sonra doğudan bir karanlık yükselinceye kadar beklemelidir; zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: Gece şuradan (doğu istikametine işaretle) geldiği ve gündüz de şuradan (batıya işarettir) göçtüğü zaman, oruçlunun müddeti sona erer. 212

En iyisi; akşam namazını vaktin evvelinde, ertelemeksizin kılmaktır. Ancak kırmızı şafağın kaybolmak üzere olduğu zamana kadar ertelenerek kılınırsa, mekruh olmakla birlikte yine edâ edilmiş sayılır. Hazret-i Ömer bir gece akşam namazını bir yıldız çıkıncaya kadar tehir ettiğinden dolayı, İbn Ömer de, iki yıldız çıkıncaya kadar tehir ettiğinden dolayı iki köle âzâd etmiştir.

5. Yatsı namazının sünnetleri

Farzdan sonra dört rek'at olarak kılınır. Aişe vâlidemiz şöyle buyurmuştur:

Hazret-i Peygamber, yatsı namazından sonra dört rek'at namaz kılar, öyle yatardı. 213

Bazı âlimler, bütün bu haberlerin mecmûundan râtib sünnetlerin adedinin, farz namazların adedi gibi onyedi olduğunu çıkarmışlardır. Şöyle ki; sabah namazından evvel iki rek'at, öğleden evvel dört, öğleden sonra iki, ikindiden evvel dört, akşamdan sonra iki ve yatsıdan sonra da vitir namazı olarak üç rek'at.

Bu hususta vârid olan hadîsleri bildiğimize göre herhangi bir takdir gereksiz olur. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Namaz vaz'edilen şeylerin en hayırlısıdır. İsteyen çok, isteyen de az kılabilir. 214

Bu bakımdan her hayır isteyen, bu namazlardan talip olduğu hayır derecesinde kılabilir. Daha önce zikrettiğimiz hadîslerden bunların bir kısmının diğerlerinden daha kuvvetli olduğu anlaşılmıştı. Yine anlaşılmıştı ki, kuvvetlinin terki, zayıfın terkinden daha büyük bir kayıptır. Hele farz namazların noksanının nafilelerle tamamlanması hususu var olduktan sonra. . . Bu bakımdan çok nâfile namaz kılmayanın farzları tehlikededir; çünkü bu durumda onları ikmal edecek nafile namazlar yoktur.

6. Vitir namazı

Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediyor:

Hazret-i Peygamber yatsıdan sonra tek olarak, üç rek'at namaz kılar; birinci rek'atta A'lâ, ikincide Kâfirûn ve üçüncüdeyse İhlâs sûresini okuyordu. 215

Hazret-i Peygamber, vitir namazından sonra oturarak iki rek'at namaz kılardı. Bazı rivâyetlerde 'Bağdaş kurarak kılıyordu' şeklinde vârid olmuştur. 216

Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) yatağına girmeden evvel, onun üzerinde iki rek'at namaz kılıp birinci rek'atta Zilzâl ikinci rek'atta da Tekâsür sûrelerini okurdu. 217

Başka bir rivâyette de Tekâsür yerine Kâfirûn sûresini okuduğu bildirilmektedir.

Namaz kılan kişi, vitir namazını bir selâmla kılabildiği gibi, iki selâmla da kılabilir. Hazret-i Peygamber bir, üç ve beş rek'at olarak edâ etmiştir. Böylece tek olarak, onbir rek'ata kadar edâ edildiği de vâkidir. 218 Bu hususta, hadîs rivâyeti on üçe kadar çıkmaktadır. Şâzz bir hadîste onyedi rek'at kılındığı da kaydedilmektedir. Vitir diye isimlendirdiğimiz bu rek'atlar, Hazret-i Peygamber'in geceleyin kılmış olduğu namazlardır; ki buna aynı zamanda teheccüd namazı da denir. Kitab'ul-Evrâd'da fazileti zikredileceği gibi, geceleyin teheccüd namazı kılmak da müekked bir sünnettir.

Vitir namazının hangi şekilde kılınmasının daha efdâl olduğu Hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazı âlimler; 'çift rek'atları bir selâmla, sonundaki tek rek'atı da ayrı bir selâmla kılmak daha efdâldir. Çünkü kesinlikle anlaşılmıştır ki, Hazret-i Peygamber vitrin son rek'atını müstakil olarak kılmaya devam etmiştir' demişlerdir.

Bazıları da 'İhtilâftan kurtulabilmek için hepsini bir selâmla kılmak daha efdâldir. Bilhassa İmâm için böyledir; çünkü cemaat içerisinde, bir tek rek'atlık namaz olacağını bilmeyen kimseler olabilir' demişlerdir.

Hepsini bir selâmla kılarsa, hepsi için vitre niyet etmelidir. Eğer yatsı namazından sonraki iki rek'at sünnetten veya yatsının farzından sonra sadece bir rek'at kılmakla yetinip vitre niyet ederse de sahihtir. Çünkü vitrin şartı esasta tek olmaktır ve başkasını, yani kendisinden evvel kılınan namazları tekleştirmektir. Bu durumda ise yatsı namazının farzından sonra kılınan bir rek'at vitir sünneti, onu tekleştirir. Yatsı namazından evvel bir tek rek'atı vitir niyetiyle kılması doğru değildir.

Vitir namazı kırmızı develerden daha hayırlıdır.

Yatsı namazından önce kılınan bir tek rek'atlık vitirle bu hadîsle bildirilen fazilete nâil olunamaz. Nitekim böyle bir faziletten bahseden bir hadîs rivâyet olunmuştur. Yoksa (Şâfiî'ye göre) herhangi bir vakitte bir tek rek'at namaz kılmak sahihtir. Yatsı namazından evvel bir rek'at kılmanın sahih olmaması, halkın vitir namazını kılmak hususundaki icmâını yıkmak içindir. Bir de, bu rek'atın tek haline getireceği (yatsı) namazından evvel kılınmış olmasındandır.

Üç rek'atı iki selâmla kılmak istediği zaman, ilk kılınan iki rek'atın niyetinde zorluk çıkar; çünkü eğer bu iki rek'atla teheccüd namazına ve yatsının sünnetine niyet ederse, vitirden olmaz. Eğer vitre niyet ederse esasında vitir (yani tek) de değildir, Ancak bunlardan sonra kılınan rek'at vitir olur. Bütün bunlara rağmen üç rek'atı bir selâmla kıldığı gibi, bu iki rek'âtta da vitre niyet etmeldir. Ancak vitir kelimesinin iki mânası olduğunu da kabul etmek gerekir:

1. Esasında vitir (tek) olan namaz

2. Kendisinden sonra gelen namazla tek olmak için kılınan namaz

Bu bakımdan üç rek'atın tamamı vitir olur. Önce kılınan iki rek'at ise, bu üç rek'atın bir parçasıdır, Bu iki rek'atın vitir olması, ancak üçüncü rek'atın kılınmasına bağlıdır.

Kişi, bu iki rek'atı üçüncü bir rek'atla tekleştirmek niyetindeyse, o zaman bunların niyetinde 'Vitir kılıyorum' diyebilir. Üçüncü rek'at, esasında tektir ve başkalarını da tekleştirir. İlk iki rek'at ise başkasını tekleştirmediği gibi esasında tek de değildirler; ancak başkasının eklenmesiyle tekleşirler.

Vitrin, gecenin sonunda olması daha uygundur; çünkü bu durumda teheccüd namazından da sonraya düşer. 219 Teheccüdün keyfiyeti ise inşaallah Kitab'ul-Evrâd'da anlatılacaktır.

7. Kuşluk namazı (es-salâtu'd-duha)

Kuşluk namazına devam etmek, gerçek fazilettir. Rek'at adedine gelince, bu konuda rivâyet edilen hadîslerin çoğunda sekiz rek'at olarak kaydedilmektedir, Hazret-i Ali'nin kızkardeşi Ümmü Hâni şöyle demektedir:

Hazret-i Peygamber kuşluk namazını sekiz rek'at, oldukça uzun ve tâdil-i erkânına riayet ederek güzel bir şekilde edâ ederdi. 220

Ümmü Hâni'den başka, bunu söyleyen de yoktur. Hazret-i Âişe'ye gelince, o da şöyle demektedir:

Hazret-i Peygamber kuşluk namazını dört rek'at olarak kılar ve bazen de Allah'ın dilediği kadar uzatırdı. 221

Fakat Âişe validemiz dörtten fazla olarak kılınan rek'atların sayısını belirtmemiştir. Bu bakımdan Hazret-i Âişe'nin rivâyetine göre, dört rek'atı daimî olarak kılar, bunu azaltmazdı; fakat bazen çeşitli fazlalıklar da eklerdi.

Müfred bir hadîste, Hazret-i Peygamber'in kuşluk namazını altı rek'at olarak kıldığı rivâyet edilmektedir. 222 "Uykudan sonra kılınan namazdır". Hadîs hasen bir senedle rivâyet edilmiştir. Kuşluk namazının vaktine gelince, Hazret-i Ali Hazret-i Peygamber'in altı rek'atlık kuşluk namazını şu iki vakitte kıldığını rivâyet etmektedir:223

1. Güneş doğup biraz yükseldikten sonra kalkar ve iki rek'at namaz kılardı. (Bu gündüz zikirlerinden ikinci virdin başlangıcıdır. Bu husus ileride gelecektir) .

2. Güneş göğün dörtte birine yükselip etrafa yayıldığı zaman kalkıp dört rek'at daha kılardı. 224

Birincisinin vakti güneşin mızrak boyu yükselmesiyle başlar. İkincisinin vakti de, günün dörtte biri geçtiği zamandır. Bu ise, ikindi namazının karşılığıdır; çünkü ikindinin vakti de günün dörtte biri kaldığı zamandır. Öğlenin vakti ise, tam günün ortasıdır. İkindi namazının vakti zevâl ile batışın ortasındadır. İşte zamanların en faziletlisi bu söylediğimiz zamandır. Umumiyetle güneşin biraz yükselmesinden başlayarak zevâlin biraz öncesine kadar geçen zamanın tamamı kuşluk namazı vaktidir.

8. Akşam ve yatsı namazlarının arasını ihyâ etmek

Bu vakitte kılınan bir namaz, sünnet-i müekkede'dir. Hazret-i Peygamber'in akşam ve yatsı arasında altı rek'at namaz kıldığı nakledilmektedir. Bu namazın fazileti büyüktür. Bazı âlimlere göre şu ayetle kastolunan namaz budur:

Onlar geceleyin namaz kılmak için yataklarından kalkarlar. (Secde/16)

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kim akşam ile yatsı arasında namaz kılarsa, bu namaz, evvabînin (yüzünü Allah'a döndürenlerin) namazındandır. 225

Kim akşam ile yatsı arasında, cemaatle namaz kılınan bir camide durup (itikâfa girerek) , namazdan veya Kur'ân'dan başka birşeyle konuşmazsa, Allahü teâlâ onun için cennette, uzunluğu yüz senelik mesafe olan iki köşk lûtfeder. Yine onun için o iki köşk arasında yeryüzündeki bütün insanlar oraya akın etseler bile, onları alabilecek genişlikte bir bahçe tanzim edilir. 226

Bu husustaki diğer faziletler ise, Allah'ın izniyle Kitab'ul Evrâd'da gelecektir.

203) Müslim, (Hazret-i Âişe'den)

204) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

205) Abdülmelik b. Habib, (İbn Mes'ûd'dan)

206) İmâm-ı Ahmed, (zayıf bir senedle) ; Ebû Dâvud ve İbn Hâce, (daha kısa olarak) ; Tirmizî, (Abdullah b. Said'den )

207) Nesâî ve Hâkim

208) Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Hıbbân, (İbn Ömer'den)

209) Buhârî ve Müslim, (Enes'den) Abdullah b. Ahmed, Ziyâdât'ul-Müsned'de Ubey b. Ka'b ile Abdurrahman b. Avf'ın güneş battıktan sonra iki rek'at namaz kıldıklarını rivâyet etmektedir.

210) Müslim, (Enes'den)

211) Buhârî ve Müslim, (Abdullah b. Mugaffel'den)

212) Buhârî ve Müslim, (Hazret-i Ömer'den)

213) Ebû Dâvud.

214) İmâm-ı Ahmed, İbn Hıbbân ve Hâkim, (Ebû Zer'den)

215) İbn Adiyy; Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce, (İbn-i Abbâs'dan sahih bir senedle)

216) Müslim, (Hazret-i Âişe'den)

217) Beyhakî, (Ebû Ümâme'den)

218) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer'den bir rek'at kıldığını İbn Adiyy, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce, (İbn-i Abbâs'tan üç rek'at kıldığını (Müslim, Hazret-i Âişe'den beş rek'at kıldığını nakletmektedir.

219) Bu ibareden teheccüd'iın vitir'den ayrı bir namaz olduğu anlaşılmaktadır. Oysa daha önce vitrin, teheccüd namazı olduğu kaydedilmişti. Nitekim İmâm-ı Şâfiî el-Umm ve el-Muhtasar adlı eserlerinde vitir namazına teheccüd demiştir. Müellif ilk hükmünde bu ictihadı benimsemiştir. Şâfiî ulemasından er-Râfîi, vitr'in teheccüd'den ayrı bir namaz olduğunu kaydetmektedir. Çünkü teheccüd uyuduktan sonra kalkıp kılınan namaz demektir. Vitir ise, yatsı namazından sonra ve uykudan önce kılınan bir namazdır. Teheccüd'ün uykudan sonra kılınan namaz olduğu, İbn Ebi Hayseme'nin el-Ağrec'de, Kesir b, Abbas'tan ve Haccâc b. Amr'dan rivâyet ettiği şu hadisle sâbittir: "Bazılarınız geceleyin kılmış olduğu namaza 'teheccüd demenin doğru olduğunu sanıyor. Oysa teheccüd,

220) Buhârî ve Müslim

221) Müslim, (Mua'ze adlı kadın sahâbiden) ; İmâm-ı Ahmed, Nesâî, İbn Mace ve Tirmizî, Şemâil

222) Hâkim, (Câbir'den)

223) Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce, (Hazret-i Ali'den)

224) İbn Mendeh, es-Sahabe; Taberânî, Evsat, (Ammâr b. Yâsir'den zayıf bir senedle) ; Tirmizî, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)

4-8

Tekrarlanmasıyla Tekrarlanan Nafileler

Bunlar, haftanın gün ve gecelerine ait nafilelerdir; çünkü her günün ve her gecenin ayrı ayrı namazları vardır.

Pazar

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) , Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmektedir:

Pazar gününde dört rekat namaz kılıp her rek'atta Fâtiha'dan sonra Amene'r-Rasûlu'yu bir kere okuyan kimseye Allahü teâlâ, Hristiyan erkek ve kadınlar adedince hasene yazar ve ona bir peygamber sevabı ile bir hac ve bir de umre sevabı ihsan eder. Kıldığı herbir rek'attan dolayı defterine bin namaz kaydedilir, Allahü teâlâ bu namazda okuduğu her harfe karşılık ona cennette simsiyah miskten yapılmış şirin bir şehir ihsân eder. 227

Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmektedir:

Pazar gününde çok namaz kılmak sûretiyle Allah'ı birleyiniz. Allahü teâlâ her türlü eksiklikten münezzeh, ortağı bulunmayan bir zattır. Allahü teâlâ pazar günü, öğle namazının akabinde kılınması gereken sünnetlerden sonra kalkıp şu söyleyeceğim şekilde dört rek'at namaz kılan kimsenin bütün ihtiyaçlarını giderir: Bilinci rek'atta Fâtiha ile Secde sûresini, ikincisinde Fâtiha ile Mülk sûresini okuyacak ve sonra teşehhüde oturup selâm verecektir. Daha sonra kalkıp her ikisinde de Fâtiha ile Cum'a sûresini okuyacağı iki rek'at daha kılacaktır. Bundan sonra da Allahü teâlâ'dan istediklerini diler. Böylece Allahü teâlâ onun ihtiyaçlarını ihsân eder,228

Pazartesi

Câbir, Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmektedir:

Pazartesi günü, güneş yükselince iki rek'at namaz kılıp her rek'atta Fâtiha'yı, Âyet'el-Kürsî, İhlâs ve Muavvizeteyn'i birer defa okuyan bir kimse, selâm verdiğinde de on defa istiğfar edip, on defa da Hazret-i Peygamber'i salavât-ı şerife getirirse, Allahü teâlâ onun bütün günahlarını affeder. 229

Enes b. Mâlik de Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmektedir:

Pazartesi günü oniki rek'at namaz kılıp her rek'atta Fatiha ve Ayet' el-Kürsi' yi bir defa okuyan ve namazı bitirdikten sonra da İhlâs-ı Şerife'yi oniki defa okuyup, oniki defa da istiğfar eden kimse kıyâmet gününde şöyle çağrılır: 'Filân oğlu filân nerededir? Kalksın ve kendisine mahsus sevabı alsın!'

Kendisine verilen ilk mükâfaat, bin elbisedir. Başına bir taç konularak kendisine 'Haydi cennete gir!' denilir. Cennete girdiğinde kendisini yüzbin melek karşılar, Bu meleklerin her birisinin yanında birer hediye vardır ve bu hediyelerle onu teşyi ve taltif ederler. Bu durum, nûrdan yapılmış ve pırıl pırıl parlayan bin köşkü gezinceye kadar böyle devam eder. . . 230

Salı

Yezid er-Rakkaşî, Enes b, Mâlik'ten Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurmuş olduğunu rivâyet eder:

Kim salı günü, günün ortasında, (başka bir hadîste güneş yükselince) on rek'at namaz kılar ve her rek'atında Fâtiha ve Âyet'el-Kürsi'yi birer defa, İhlâs-ı Şerifi de üçer defa okursa, o günden itibaren yetmiş güne kadar defterine hiçbir hata yazılmaz. Eğer bu yetmiş gün içinde ölürse şehid olarak öldüğü gibi, yetmiş senelik günahları da affolunur. 231

Çarşamba

İdris el-Havlânî, Muaz b. Cebel'den Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurmuş olduğunu rivâyet eder: Çarşamba günü güneş yükseldiği zaman, oniki rek'at namaz kılıp, her rek'atta Fâtiha ve Âyet'el-Kürsi' yi birer defa, İhlâs ve Muavvizeieyn'i de üçer defa okuyan kişiye, arşın yanında duran bir tellâl şöyle seslenir: 'Ey Allah'ın kulu! O yaptığın ameli tekrarla; çünkü geçmiş günahların affolundu. Allah senden kabir âzâbını ve onun darlık ve zulmetini kaldırdığı gibi, kıyâmetteki sıkıntıları da kaldırdı'. O gün defterine bir peygamber sevabı yazılır'.

Perşembe

İkrime, İbn-i Abbâs'dan Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurmuş olduğunu rivâyet etmektedir:

Kim perşembe günü, öğle ile ikindi namazı arasında iki rek'at kılıp, birinci rek'atta Fâtiha ve Âyet'el Kürsî 'yi yüz defa, ikinci rek'atta da Fâtiha ile İhlâs sûresini yüz defa okuyup namazdan sonra da yüz defa salavât-ı şerife getirirse, Şaban, Receb ve Ramazan aylarını oruçlu geçirmiş kadar sevap kazandığı gibi, kendisine Kâbe'yi ziyaret etme sevabı ve Allah'a îman ve tevekkül edenler adedince de hasene yazılır. 232

Cum'a

Hazret-i Ali b. Ebî Tâlib, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurmuş olduğunu rivâyet ediyor:

Cum'a gününün tamamı namazdır. (Yani namaz vaktidir) . İmanlı bir kul, güneşin bir mızrak veya daha fazla yükseldiği bir zamanda güzelce abdest alıp inanarak ve Allah'ın sevabını umarak iki rek'at kuşluk namazı kılarsa, Allahü teâlâ kendisine ikiyüz sevap yazdığı gibi yüz günâhını da siler. Kim dört rek'at namaz kılarsa, Allahü teâlâ cennette onu dörtyüz derece yükseltir ve bütün günahlarını affeder. Kim oniki rek'at namaz kılarsa, Allahü teâlâ onun için ikibin ikiyüz hasene yazar ve ikibin ikiyüz günahını da siler. Cennette onu ikibin ikiyüz derece yükseltir. 233

Nâfî, İbn Ömer'den, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurmuş olduğunu rivâyet ediyor:

Cum'a gününde cum'a kılman camiye girip (cum'a namazından evvel) dört rek'at namaz kılan ve her rek'atında Fâtiha ile birlikte elli İhlâs-ı Şerîf okuyan kişiye, cennetteki makamını görmedikçe (veya cennetteki makamı kendisine gösterilmedikçe) ruhunu teslim etmez (ölmez) . 234

Cumartesi

Ebû Hüreyre, Rasûlüllah'tan (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu hadîsi rivâyet etmektedir: umartesi günü dört rek'at namaz kılıp her rek'atta bir Fâtiha ve üç İhlâs okuyan bir kimse, namazdan sonra da Âyet'el-Kürs'yi okursa, Allahü teâlâ okunan her harfe karşılık kendisine hac ve umre sevabı ile birlikte gündüzleri oruç, geceleri ibâdetle geçiren bir kimsenin ecrini ve yine her harfe karşılık bir şehid sevabı verir. Bu kişi kıyâmette de peygamber ve şehidlerle birlikte Arşullah'ın gölgesinde olur235.

227) Ebû Musa, (Ebü Hüreyre'den zayıf bir senedle)

228) Ebû Musa, (isnadsız olarak)

229) Ebû Musa, (Câbir'den, o da merfû olarak Hazret-i Ömer'den) Irâkî hadîsin ünker olduğunu söylemektedir.

230) Ebû Musa, (isnadsız olarak) ; Irâkî hadîsin münker olduğunu söylemektedir.

231) Ebû Musa (zayıf bir senedle)

232) Ebû Musa (zayıf bir senedle)

233) Dârekutnî, Garâib-i Mâlik

234) Hatib, er-Ruvât, (Mâlik'den garib olarak)

235) Ebû Musa, (zayıf bir senedle)

Gece İbadetleri

Pazar Gecesi

Enes b. Mâlik bu gece hakkında şu hadîsi rivâyet etmektedir:

Kim pazar gecesi yirmi rek'at namaz kılıp her rek'atta Fâtiha'dan sonra İhlâs sûresini elli defa, Muavvizeteyn'i bir defa okur, yüz defa tüm müslümanlara, yüz defa da kendisine, anne ve babasına af talebinde bulunur ve Hazret-i Peygamber'e yüz defa salavât getirir ve sonra da kuvvet ve kudretinden teberri etmek sûretiyle Allah'a sığınarak O'ndan başka mâbud olmadığına, Hazret-i Âdem'in Allah'ın seçtiği bir kul olduğuna, Hazret-i İbrahim'in Allah'ın halîli, Hazret-i Mûsa'nın Allah'ın kelimi, Hazret-i İsâ'nın Allah'tan gelen bir ruh ve Hazret-i Muhammed'in de Allah'ın habîbi olduğuna şâhidlik ederse, defterine, Allah'a evlât nisbet edenler ile bu sapıklıktan kaçanlar adedince sevap yazılır. Kıyâmet gününde Allahü teâlâ bu kulunu, azâb-ı ilâhîsinden emin olan kullarla birlikte haşreder. Bu kulun büyük peygamberlerle birlikte cennete girmesi (kendi lutfuyla) Allah üzerine hak olur. 236

Pazartesi Gecesi

A'ınr, Enes'ten, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurmuş olduğunu rivâyet ediyor:

düncüde ise Fâtiha ile kırk İhlâs-ı Şerîf'i okuyan ve selâmdan sonra da kendisine ve anne babasına Allah'tan yetmişbeş defa af dileyerek ihtiyacını O'na arzeden kimsenin istediklerini kendisine vermek Allahü teâlâ üzerine (bir lûtf-u ilâhî olarak) hak olur. 237

Bu namaza hâcet namazı da denir.

Salı Gecesi

Salı gecesi iki rek'at namaz kılıp her rek'atta Fâtiha ile onbeşer İhlâs ve Muavvizeteyn okuyan ve selâm verdikten sonra da Âyet' el-Kürsî yi onbeş defa okuyup onbeş defa da istiğfar eden kimse büyük bir sevap ve ecre nâil olur.

Hazret-i Ömer, Hazret-i Peygamber'den şu hadîsi rivâyet etmektedir:

Kim salı gecesi iki rek'at namaz kılıp her rek'atta Fâtiha'yı birer ve Kadir sûresini de yedişer defa okursa, Allah onu ateşten azâd eder. Kıyâmet gününde bu kişinin, kendisini cennete götürecek bir önder ve delili olur. 238

Çarşamba Gecesi

Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmektedir:

Çarşamba gecesi iki rek'at namaz kılıp birincisinde Fâtiha'dan sonra Felak sûresini on defa, ikincisinde Fâtiha'dan sonra Nâs sûresini okuyup, selâmdan sonra da on defa istiğfar, on defa salavât-ı şerife getiren kimse için, her gökten yetmiş bin melek yere iner ve kıyâmete kadar onun sevabını yazar. 239

(Çarşamba gecesi) onaltı rek'at namaz kılıp bu namazda Fâtiha'dan sonra Allah'ın dilediği kadar okuyan ve son iki rek'atta otuz Âyet'el-Kürsî, birinci ve ikinci rek'atlarda da otuz İhlâs-ı Şerîf okuyan kimsenin, cehenneme müstehak olan on yakını için ettiği şefaati kabul olunur.

Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmektedir:

Çarşamba gecesi altı rek'at namaz kılıp her rek'atta Fâtiha'dan sonra Âl-i İmrân sûresinin 26. ayetini okuyup namazdan sonra da 'Muhammed (sallâllahü aleyhi ve sellem) hangi mükâfata lâyıksa, Allah bizden yana ona o mükâfatı ihsân buyursun!' şeklinde dua eden kimsenin yetmiş senelik günâhı affolunur. Kendisi için ateşten kurtuluş beraatı yazılır.

Perşembe Gecesi

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) , Hazret-i Peygamber'den şu hadîsi rivâyet etmektedir:

Perşembe gecesi, akşam ile yatsı arasında iki rek'at namaz kılıp her rek'atında Fâtiha'yı, Âyet'el-Kürsîyi, İhlâs-ı Şerîf'i ve Muavvizeteyn'i beşer defa okuyan bir kimse, namazdan sonra da onbeş defa istiğfar edip bu ibâdetinin sevabını da anne-babasına hibe ederse, onlara isyan etmiş olsa dahi anne-babasının kendisi üzerindeki hakkan edâ etmiş olur. Ayrıca Allahü teâlâ ona sıddîklar ve şehidlere verdiği şeyleri de verir. 240

Cum'a Gecesi

Câbir, Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmektedir:

Cum'a gecesi akşam ile yatsı namazları arasında her rek'atında bir defa Fâtiha, onbir defa da İhlâs okuyarak oniki rek'at namaz kılan bir kimse, gündüzlerini oruç ve gecelerini namazla geçirmek sûretiyle Allah'a oniki sene ibâdet etmiş gibi olur241.

Enes, Hazret-i Peygamber'den şu hadîsi rivâyet etmektedir:

Cum'a gecesi yatsı namazını cemaatla, iki rek'at sünnetini de münferiden (tek başına) kıldıktan sonra, her rek'atında Fâtiha, İhlâs ve Muavvizeteyn'i birer defa okumak sûretiyle on rek'at namaz kılıp arkasından üç rek'at da vitir edâ eden ve bunları yaptıktan sonra da sağ tarafı üzerine yatıp yüzünü kıbleye çevirerek uykuya dalan kimse kadir gecesini ihyâ etmiş gibi olur. 242

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Berrak gece ile nûrlu gün diye anılan cum'a günü ve gecesinde bana çok salavât-ı şerîfe getiriniz. 243

Cumartesi Gecesi

Enes, Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmektedir:

Cumartesi gecesi, akşam ile yatsı arasında oniki rek'at namaz kılan kimse için, cennette bir köşk bina edilir. Aynı zamanda bu kişi, yeryüzünde bulunan müslüman erkek ve kadınların hepsine sadaka vermiş, inanç bakımından bütün yahudilerden uzaklaşmış olur. Bu kimseyi affetmek de Allah'ın üzerine (bir lutf-u ilâhî olarak) hak olur. 244

236) Irâkî, bu hadîsin kaynağına rastlamadığını söylemektedir.

237) Ebû Musa, (isnadsız olarak A'ınr'dan)

238) Zebîdî bu tür hadîslerin münker olduğunu ve İbn Cevzî'nin uydurma olarak kaydettiğini söylemektedir. Tafsilât için bkz. İthafu's-Saade, III/380.

239) Irâkî, bu hususta, dört rek'at namaz kılınması hakkındaki Câbir hadîsinden başka bir hadîs görmediğini kaydettikten sonra, Ebû Musa el-Medînî'nin bu hadîsi rivâyet ettiğini kaydeder.

240) Ebû Musa, Deylemî, Müsned'ül-Firdevs, (zayıf bir senedle) 241) Irâkî'ye göre senedi yoktur.

242) Iraki böyle bir hadîse rastlamadığını söylemiştir.

243) Taberânî, Evsat, (Ebû Hüreyre'den)

Sene İçinde Tekrarlanan Nafileler

Bu nafileler Şaban, Receb, Teravih ve Bayram namazları olmak üzere dört kısma ayrılır:

1. Bayram Namazı

Bayram namazı (Şâfiî'ye göre) çok kuvvetli bir sünnettir ve dinin şiârlarındandır. Bayram namazında yedi şeye riayet etmek gerekmektedir:

A) Sıra ile ve şu şekilde üç tekbir alınmalıdır:

Allah herşeyden daha yücedir. (Üç defa) Bol, bol yapılan hamd yalnızca O'na mahsustur. Sabah akşam O'nun her türlü eksiklikten uzak olduğunu ikrâr ederiz. O'ndan başka mâbud yoktur. . O'nun ortağı da yoktur. Kâfirler böyle yapmamızı istemeselerde biz O'na ihlaslı olarak itaat ederiz.

Ramazan bayramı gecesi tekbirle açılmalı ve bayram namazı kılınıncaya kadar da tekbirler getirilmelidir. Kurban bayramında ise, arefe gününün sabah namazından onüçüncü günün akşamına kadar tekbir getirilir. Bu konudaki fetvâların en güzeli budur.

Farz ve sünnet namazlarının akabinde tekbir getirilmelidir. Fakat farzdan sonra getirilenlerin daha efdâl oldukları muhakkaktır.

B) Bayram sabahı gusledilmeli, en güzel elbiseler giyinilip koku sürünmelidir. Erkeklerin tıpkı cum'a gününde olduğu gibi, abasını sırtına geçirip sarık sarmaları çok faziletlidir. Bayram günlerinde çocuklara ipekli elbiseler giydirilmemeli, kadınlar da (bayramlaşmaya) çıktıkları takdirde süslenmemelidirler.

C) Namazdan sonra eve, bayram namazına gidilen yoldan değil, başka bir yoldan dönmelidir; çünkü Hazret-i Peygamber böyle yapardı,245

Hazret-i Peygamber bayram namazlarına kızların ve kadınların da getirilmelerini emrederdi. 246

D) Mekke ve Kudüs-ü Şerif hariç, bayram namazını sahralara çıkarak kılmak müstehabdır. Fakat yağmurlu günlerde sahraya çıkmayıp câmilerde kılmakta bir beis yoktur. Bulutsuz günlerde devlet başkanının (veya vekilinin) mescidde zayıf kimselere bayram namazını kıldırması için birisine emir verip kendisinin kuvvetlilerle birlikte tekbirler getirerek sahraya çıkıp bayram namazını orada edâ etmesi câizdir.

E) Vakti gözetlemelidir. Bayram namazının vakti güneşin doğuşu ile zevâl arasıdır. Kurbanların kesim zamanı ise, güneşin iki hutbe okunacak ve iki rek'at namaz kılınacak kadar yükselmesiyle başlar, onüçüncü günün akşamına kadar devam eder.

Kurban bayramı namazını, kurban kesimi için, acele ederek vaktin evvelinde kılmak müstehabdır. Ramazan bayramı namazının ise sadaka-ı fıtrin, namazdan evvel dağıtılması için biraz ertelenmesi müstehabdır. İşte Rasûlüllah'ın sünneti böyledir. 247

F) Halk, namazda tekbir getire getire gitmelidir; İmâm, musallaya varınca ne oturur ve ne de nafile namaz kılmakla meşgul olur. Bu sırada cemaat nafile namazlarını sona erdirerek hazırlanır; sonra müezzin veya başka birisi bir veya iki defa es-salâtu câmiatun' (Namaz cemaatle kılınacaktır) diye bağırır.

Bundan sonra İmâm, cemaatin önüne geçerek iki rek'at namaz kıldırır. Birinci rek'atta, tahrim tekbiri ile rükûa varmak için getirilen tekbirden başka yedi tekbir getirir. Her iki tekbir arasında 'Sübhânallâhi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber' der. İftitah tekbirinden sonra, istiftah duası olan 'veccehtü'yü okur. Fâtiha'yı euzü ile birlikte sekizinci tekbirden sonra okur; Fâtiha'dan sonra birinci rek'atta Kâf, ikinci rek'atta da Kamer sûresini okur.

İkinci rek'attaki zâid (fazla) tekbirler beş tanedir. Kıyam ve rükû tekbirleri bunların dışındadır. İkinci rek'atın tekbirleri arasında da birinci rek'atın tekbirleri arasında okuduğu duayı okumalıdır. Namazdan sonra da aralarında oturulan iki hutbe irâd etmelidir. Bayram namazını kaçıran kimse, namazını kaza etmelidir.

G) Bir koç kurban etmelidir.

Hazret-i Peygamber, boynuzlu iki koç kurban etmiştir. Bunları bizzat mübarek elleriyle kesmiş ve keserken de şöyle buyurmuştur: 'Allah'ın ismiyle kesiyorum. O herşeyden yücedir. Bu kurban, 'benim ve kurban kesmeye gücü yetmeyen ümmetlerimin kurbanıdır'. 248

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Zilhicce hilâlini gören kimse, eğer kurban kesmeye niyet etmişse, artık o andan itibaren tüylerinden ve tırnaklarından birşey kesmesin. 249

Hazret-i Peygamber zamanında kişi bütün aile bireyleri hesabına bir koyun kurban eder; bundan hem kendileri yer, hem de yedirirlerdi.

Kişi kurban etinden üç gün ve daha fazla müddetle yiyebilir. İslâm'ın başlangıcında üç günden fazla yenilmemesi yasağı vârid olmuşsa da sonradan daha fazla bekletmeye ruhsat verilmiştir. 250

Süfyân es-Sevrî 'Ramazan bayramından sonra oniki rek'at, kurban bayramından sonra da altı rek'at namaz kılmak müstehabdır' buyurmuş ve aynı zamanda bu namazın sünnet olduğunu da belirtmiştir. 251

2. Teravih Namazı

Teravih namazı, yirmi rek'attır. Bu yirmi rek'atın nasıl kılındığı herkesçe bilinmektedir. Teravih namazı -her ne kadar fazilet bakımından iki bayram namazından eksik olmakla birlikte sünnet-i müekkede'dir. Teravih namazının cemaatle mi yoksa tek başına mı edâ edilmesinin daha efdâl olduğu hususunda ihtilâf vardır. Hazret-i Peygamber iki veya üç gece çıkıp, teravih namazını cemaatle kıldırmışsa da, sonraki gecelerde çıkmamıştır. Çıkmamasının sebebini de şöyle izah etmiştir:

Teravih namazının size vâcib olmasından korktuğum için dışarı çıkmadım. 252

Hazret-i Ömer, vahyin sona ermesiyle artık farz olmayacağından emin olduğu için, halkı, teravih namazını cemaatle kılmaya teşvik etmiştir. işaret etmektedir; çünkü sahih bir hadîste Hazret-i Peygamber'in ne bayram namazından evvel ve ne de sonra sünnet kılmadığı kaydedilmektedir.

Bazıları 'Hazret-i Ömer cemaatle kıldırdığı için, teravih namazının cemaatle kılınması tek başına kılınmasından daha efdâldir. Bir de cemaatte bereket vardır. Farz namazlardaki cemaatin fazileti diğer namazlardaki cemaat için de delil teşkil eder.

Diğer taraftan insan tek başına namaz kılarken çoğu zaman gevşeklik gösterir. Fakat cemaati gördüğü zaman neşelenir' demişlerdir. Bazıları da 'Teravih namazını tek başına kılmak, cemaatle kılmaktan daha efdâldir; çünkü teravih sünneti, bayram namazları gibi İslâm'ın şiârlarından değildir. Bu bakımdan teravih namazını Kuşluk ve Tahiyyet'ül-Mescid namazlarına benzetmek daha evlâdır. Halbuki bu namazların cemaatle kılınması sözkonusu değildir. Âdete göre, bir cemaat camiye birlikte girdikleri halde Tahiyyet'ul-Mescid'i cemaatle kılmazlar' demişlerdir.

Teravih namazının tek başına kılınmasının daha efdâl olduğuna Rasûlüllah'ın şu hadîsi delil getirilmiştir:

Kişinin, evinde kıldığı nafile namazın camide kıldığı nafile namaza olan üstünlüğü, tıpkı camide cemaatla kılınan farz namazın evde tek başına kılınan farza olan üstünlüğü gibidir. 253

Benim bu camimde kılınan bir namaz, başka camilerde kılınan yüz namazdan daha efdâldir. (Mekke'deki) Mescid-i Harâm'da kılınan bir namaz da benim camimde kılınan bin namazdan daha üstündür. Bütün bunlardan daha üstünü kişinin evinin bir köşesinde yalnızca Allahü teâlâ'nın bileceği şekilde kıldığı iki rek'at namazdır. 254

Bunun hikmeti şudur: Cemaatla yapılan ibâdete çoğu zaman riyâ karışması ihtimâli vardır; fakat tenha yerlerde insan böyle bir felâketten emindir. İşte teravih namazının cemaatla veya münferiden (tek başına) kılınması hususunda bunlar söylenmiştir.

En geçerli fetvaya göre teravih namazının cemaatla kılınması daha efdâldir; nitekim Hazret-i Ömer de böyle yapmıştır. Bazı nafilelerin cemaatla edâ edilmeleri meşru kılınmıştır. Teravih namazı da açıkça edâ edilmesi gereken dinî şiârlardandır. Cemaatteki riyâya ve tek başına kılınan namazdaki tembelliğe gelince, bu cemaat ruhunun faziletine bakmaktan uzaklaşmak demek olur. Bu delili ileri süren kimse, şöyle demiş gibidir: 'Cemaatle kılınan namaz, tembellikle terkedilmesinden daha hayırlıdır. İhlâs ise, her zaman için riyadan hayırlıdır'.

Sözgelimi bir zat vardır ki teravihi tek başına kıldığı zaman tembellik göstermez; cemaate iştirak ettiği zaman da, riyâkarlık yapmaz. Acaba bu adam için, bu iki hareketten hangisi daha efdâldir? Bu durumda cemaat bereketiyle artan ihlâs ile tenha yerlerde sağlanan kalp huzuru arasında düşünmek, birisinin diğerinden üstünlüğünü savunmak hususunda tereddüd etmek gerekir.

Müstehab olan şeylerden biri de, Ramazan ayının ikinci yarısında vitir namazının son rek'atında, rükûdan sonra Kunut duâsını okumaktır.

3. Receb Namazı

Hazret-i Peygamber'den müsned olarak şöyle rivâyet edilmektedir:

Bir kimse Receb ayının birinci perşembesinde oruç tutup aynı gün akşam ile yatsı arasında iki rek'atta bir selâm vermek ve her rek'atında Fâtiha sûresini bir defa, Kadir sûresini üç ve İhlâs sûresini de oniki defa okuyup namazdan sonra yetmiş defa salavât-ı şerîfe getirir ve daha sonra da 'Yâ rabbi! Ümmî peygamberin Muhammed'e ve onun âline rahmet deryâlarını coştur!' duasını okuyarak secdeye kapanır ve secde halinde de yetmiş defa 'Sübbûhun Kuddûsün Rabb'ul-melâiketi ve'r-Rûh' dedikten sonra başını kaldırıp yetmiş defa da 'Ey rabbim! Affeyle, rahmet eyle ve bildiklerinden vazgeç; çünkü en keremli ve en gâlib olan sensin' derse ve arkasından da ikinci bir secde daha yapıp, birinci secdede okuduklarını bunda da okuduktan sonra dileğini Allah'tan isterse, istedikleri kendisine verilir. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Bu namazı kılan kimsenin denizin köpükleri, kumların taneleri, dağların ağırlığı, ağaçların yaprakları kadar günahı olsa Allahü teâlâ onu affedecek ve bu kişi kıyâmet gününde ateşe müstehak olan yakınlarından yediyüz kişiye şefaat edecektir'. 255

Bu namaz, müstehab namazlardandır. Bu müstehab namazı Nafileler bölümünde zikretmiştik. Bu namaz, mertebesi teravih ve bayram namazlarından aşağı olmakla birlikte tıpkı onlar gibi, senelerin tekrarı ile tekrarlanan bir namazdır. Bu namazın hadîs ahad yoluyla nakledildiği için mertebesi diğerlerinden daha aşağıdır; fakat ben Kudüslülerin istisnasız bu namaza devam ettiklerini ve bu namazın terkedilmesine müsamaha göstermediklerini gördüm; bundan dolayı buradada zikretmeyi uygun buldum.

4. Şaban Namazı

Şaban'ın onbeşinci gecesinde yüz rek'at namaz kılınır. Bu namazı kılan kişi her iki rek'atta bir selâm verir. Her rek'atta Fâtiha'dan sonra onbir İhlâs-ı Şerîf okur. Dilerse on rek'at da kılabilir. O zaman her rek'atta Fâtiha’dan sonra yüz İhlâs-ı Şerîf okur. Bu namaz da müstehab namazlar grubuna dâhildir. Selef, bu namaza hayır namazı adını verirlerdi. Selef bu namazı kılmak için bir araya gelir ve çoğu zaman da cemaatle edâ ederlerdi.

Hasan-ı Basrî'nin şöyle dediği rivâyet edilir: Hazret-i Peygamber'in sahabilerinden otuz tanesi bana şöyle demişlerdir:

Bu gecede bu namazı kılan kimseye, Allahü teâlâ yetmiş defa nazar eder. Her nazar ile de onun yetmiş ihtiyacını giderir ki bu ihtiyaçların en azı affedilmektir. 256

244) Irâkî bu hadîse rastlamadığını söylemistir. Ayrıca bkz. Zebîdî, III/382

245) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

246) Buhârî ve Müslim, (Ümmü Atiyye'den)

247) İmâm-ı Şâfiî, (Ebû'l-Hüveylis'den mürsel olarak)

248) Buhârî ve Müslim (Enes'den) . Ancak ikisinde de 'Bu kurban benim ve kurban kesmeye gücü yetmeyen ümmetlerimin kurbanıdır' ilâvesi yoktur.

249) Müslim, (Ümmü Seleme'den)

250) Tirmizî ve İbn Mâce, (hasen-sahih bir senedle)

251) Irâkî bunun sünnet olduğu hususunun asılsızlığına

252) Buhârî ve Müslim, (Hazret-i Âişe'den)

253) Âdem b. Ebî İyaz, (Zümre b. Habib'den mürsel olarak) ; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, (Zümre b. Habib'den mevkûf olarak)

254) Ebû Şeyh, Enes'den şöyle rivâyet eder: 'Mescidimde kılınan bir namaz onbin namaza bedeldir; harem-i şerifte kılınan bir namaz yüzbin namaza, hududlardaki namazsa iki milyon namaza bedeldir, Bütün bunlardan daha fazlası, kişinin gece yarısı evinde, Allah rızası için kıldığı iki rek'at namazdır'. Hadîsin senedinde zaaf vardır.

255) Rezin, (Bu hadîsin uydurma olduğu söylenmiştir. )

256) İbn Mâce, (Hazret-i Ali'den zayıf bir senedle) ; Irâkî'ye göre bu hadîsin aslı yoktur.

4-9

Vakitlerle İlgisi Olmayıp Ârızî Sebeplerle Alâkalı Olan Nafile Namazlardır.

Bunlar dokuz kısma ayrılır:

1. Husuf (güneş tutulması) namazı,

2- Küsuf (ay tutulması) namazı,

3- İstiska (yağmur isteme) namazı,

4- Tahiyyet'ül-Mescid namazı,

5- Abdestten sonra kılınan iki rek'at namaz,

6- Ezan ile kâmet arasında kılınan iki rek'at namaz,

7- Evden çıkmadan önce kılınan iki rek'at namaz,

8- Eve girildiğinde kılınan iki rek'at namaz ve

9- Benzerleri.

Biz şu anda aklımızda bulunanları zikredelim.

1. Husuf ve Küsuf Namazı

Hazret-i Peygamber şöyle buyuruyor:

Güneş ve ay, Allah'ın (varlığına delâlet eden) ayetlerden iki ayettir ve hiç kimsenin ölümü ya da hayatı (doğumu) için tutulmazlar. Binanenaleyh güneş ve ayın tutulduğunu gördüğünüzde, derhal Allahü teâlâ'nın zikrine ve namaz kılmaya koşup, O'na ilticâ ediniz. 257

Hazret-i Peygamber'in oğlu İbrahim vefat ettiği zaman güneş tutulmuştu. Hazret-i Peygamber yukarıdaki sözleri halkın 'Güneş, İbrahim'in ölümü için tutuldu' şeklindeki iddiâlarını yalanlamak için söylemişti. 258

Kılınış Şekli ve Vakti

Bu namazın kılmış şekli şöyledir: İster kerahet vaktinde, isterse de dışında olsun, güneş tutulduğu zaman, 'es-Salâtu câmiatun' diye bağırılır. Bunun üzerine halk camiye toplanıp imamla birlikte iki rek'at namaz kılar. Bu iki rek'atın her birinde iki rükû vardır. Birinci rükû ikincisinden daha uzundur. Güneş tutulduğu için kılındığından kıraati (okuyuşu) gizlidir. Birincisinde Fâtiha ile Bakara sûreleri, ikincisinde Fâtiha ile Âl-i İmrân sûreleri, üçüncüsünde Fâtiha ile Nisâ ve dördüncüsünde de Fâtiha ile Mâide sûreleri okunur. Her kıyamda sadece Fâtiha okumak kâfi olduğu gibi kısa sûrelerin okunmasında da beis yoktur. Namazı uzatmaktaki gâye; güneş açılıncaya kadar devam etmesidir. Birinci rükûda yüz ayet kadar, ikincide seksen, üçüncüde yetmiş ve dördüncüde elli ayet kadar tesbih okunmalı, secdeler de her rek'atın rükûu kadar olmalıdır. Namazdan sonra, aralarında oturulan iki hutbe okunur. İmâm efendi, hutbelerinde cemaati sadakaya, köle âzâd etmeye ve tevbeye teşvik etmelidir. Ay tutulduğu zaman da böyle yapmalıdır. Ancak ay tutulması geceleyin vâki olduğu için küsuf namazının kıraati seslidir.

Husuf namazının vakti, güneşin tutulmasından açılmasına kadardır. Güneş, tutulu olarak batarsa, bu namazın vakti de çıkmış olur. Ay tutulması namazının vakti de güneşin doğuşuyla sona erer; çünkü güneş çıkınca gecenin saltanatı son bulur. Fakat ay, tutulu olarak batarsa namazının vakti geçmiş sayılmaz; çünkü gece ayın saltanat zamanıdır. Eğer namaz esnasında güneş ve ay açılırsa, namazı hafifleterek çabucak tamamlamalıdır.

İmama ikinci rükuda yetişen kimse o rek'ata yetişmemiş sayılır; çünkü esas olan birinci rükûdur.

2. Yağmur Namazı

Nehirler kuruyup yağmurlar kesildiğinde veya kuyulardaki sular çekildiğinde, imama (devlet başkanına) düşen, önce herkese üç gün oruç tutmayı emretmesidir. Bununla birlikte halk güçleri yettiğince sadaka vermeli, zulümle alınan malları sahiplerine iâde edip günahlarına tevbe etmelidir. Bunlar yapıldıktan sonra dördüncü günde İmâm (devlet başkanı) ve halk, yanlarında ihtiyarlar, kadın ve çocuklar olduğu halde süslü ve en güzel elbiselerin giyildiği bayram namazının aksine yırtık pırtık elbiseler içinde, tevazuyla sahraya çıkmalıdırlar.

'Hayvanlar da insanlar gibi yağmura muhtaç oldukları için, onların da insanlarla birlikte sahraya çıkarılması müstehabdır' denilmiştir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Eğer emzikli çocuklar, kamburlaşmış ihtiyarlar ve yayılan hayvanlar olmasaydı, üzerinize oluk gibi azap dökülecekti. 259

Eğer zımmîler (gayr-i müslim vatandaşlar) alâmet-i fârikalarını takınarak toplantıya iştirâk ederlerse menolunmazlar.

İnsanlar sahranın geniş musallasında toplandıkları zaman, birisi es-Salâtu câmiatun (Namaz, cemaatla kılınacaktır!) diye bağırır. Bundan sonra İmâm, tıpkı bayram namazı gibi ancak tekbirsiz olarak iki rek'at namaz kıldırır. Namazdan sonra iki hutbe irâd edip hutbeler arasında da hafif bir oturuş yapar. Hutbelerin ağırlık noktasını af talebi teşkil etmelidir. İmâm, ikinci hutbenin ortasında, sırtını cemaata çevirip kıbleye yönelmeli ve bu sırada abasını halin değiştirilmesine tefâulen değiştirmelidir.

Nitekim aşağıya, sağ tarafını sola, sol tarafını da sağ tarafına getirir; cemaat de onun gibi yapar. Bütün bunlar yapılırken gizlice duaya devam etmelidirler. Daha sonra İmâm tekrar cemaata dönerek hutbesini tamamlar. Halk, ters giydikleri elbiselerini yatacakları zamana kadar çıkarmamalıdır. İmâm şöyle dua eder:

Ey Allahım! Sen bize duâ etmemizi emretmiş ve yaptığımız duayı da kabul etmeyi va'detmiştin. İşte biz senin emrine uyarak dua ettik. Sen de va'dettiğin gibi kabul eyle. Yâ rabb! İşlediğimiz günahları affeyle. Sulanmak ve rızkımızın genişlemesi hususundaki dualarımızı kabul eyle!

Sahraya çıkmazdan evvelki üç günlük hazırlık devresinde kılınan namazlardan sonra dua etmekte de hiçbir beis yoktur. Yağmur için yapılan bu duanın tevbe etmek, zulümle alman nesneleri iâde etmek ve benzerleri gibi birtakım edepleri ve bâtınî şartları vardır. Bütün bunlar inşaallah Kitab'ud Da'avât'ta anlatılacaktır.

3. Cenaze Namazı

Cenaze namazının keyfiyeti, meşhur ve mâlûmdur. Cenaze hususundaki en kapsayıcı dua, sahih bir hadîste Avf b. Mâlik'ten rivâyet edilen duadır. Avf b. Malik şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber bir cenaze namazında şu duayı yapmışlardır:

Ey Allahım! Ona mağfiret ve rahmet eyle. Onu âfiyete kavuşturup affeyle. Onun yerini güzel kıl (onu iyi bir şekilde misafir et) ve genişlet. Onu su, kar ve dolu ile yıka. Beyaz elbisenin kirden temizlenmesi gibi, onu günahlarından temizle. Ona evinden daha hayırlı bir ev, eşinden daha hayırlı bir eş ihsân eyle. Onu cennete dâhil et; kabir ve ateş azabından koru. 260

Hatta (bu hararetli duadan ötürü) Avf b. Mâlik 'O ölünün yerinde olmayı temenni ettim' demiştir.

Cenaze namazının ikinci tekbirine yetişen kişi, kendi nefsinde namazın tertibini gözetmelidir. Böyle bir kişi, imamın tekbiriyle birlikte tekbir getirmelidir. İmâm selâm verdiğinde tıpkı namaza geç kalan kimsenin yaptığı gibi, yetişemediği tekbiri getirip öyle selâm vermelidir. Eğer İmâm selâm vermeden evvel, yetişemediği tekbirleri çarçabuk getirip tamamlarsa bu namazda imama uymanın mânâsı kalmamaktadır. Bu bakımdan bu namazın tekbirleri zâhirî hükümler olup bunların diğer namazların rek'atları yerine kâim ve kabul olunması gerekir. İşte her ne kadar nezdimde aksi muhtemel ise de, kuvvetlisi budur. Cenaze namazının fazileti ve cenazeyi teşyî' hususunda vârid olan hadîsler meşhur ve mâlum oldukları için onları zikrederek sözü uzatmak istemiyoruz.

Cenaze namazının fazileti nasıl büyük olmaz? Çünkü o farz-ı kifâyelerdendir. Nafile olması ise, ancak başkasının edâ etmesiyle, kendisine vazife olarak tevcih edilmeyen kimse içindir. Başkası tarafından kılındığı için kendisine farz olmadığı halde cenaze namazını kılan kimse farz-ı kifâyenin faziletini elde eder. Çünkü namaza iştirak edenler bu farz-ı kifâyeyi edâ edip diğer müslümanları bunun günahından kurtarmışlardır. Bu bakımdan bu namaz, herhangi bir kimseden bir farzı kaldırmayan bir nafile namaz gibi değildir.

Dua ve himmetlerin çokluğuyla bereketlenmesi için, cenaze namazında cemaatin çok olmasını istemek müstehabdır. Çünkü kalabalık bir cemaatte, duası Allah nezdinde kabul olunan kimselerin bulunması ihtimâli daha büyüktür. Kureyb şöyle anlatıyor: Oğlu öldüğünde İbn-i Abbâs bana 'Ey Kureyb! Çık bak bakalım, cemaat toplanmış mı?' dedi. Bu emir üzerine çıkıp baktığımda cemaatin toplanmış olduğunu gördüm. Dönüp kendisine cemaatin toplandığım haber verdiğim zaman bana 'Acaba kırk kişi kadar var mı?' diye sordu. Ben de 'evet' dedim. Bunun üzerine yakınlarına 'O halde cenazeyi çıkarınız' diyerek sözlerine şöyle devam etti:

'Ben Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu işittim:

Ölen bir müslümanın cenaze namazına Allah'a ortak koşmayan kırk kişi iştirâk ederse, Allahü teâlâ onların o kişi hakkındaki şefaatlarını kabul eder. 261

Cenazeyi teşyî' eden kimse, kabristana vardığı zaman (veya kabristana ilk girdiği zaman) şöyle demelidir:

Ey bu memleketin müslüman ve Mü'min ahalisi! Allah'ın selâmı sizin üzerinize olsun. Allah, buraya daha önce gelenlerimizi ve sonradan gelecek olanlarımızı rahmetine nâil eylesin. Allahü teâlâ dilediğinde biz de size yetişeceğiz.

Mezarlıktan, ölü defnedilmezden önce ayrılmaması evlâdır. Ölü mezara konulduğu zaman, birisi kalkıp şöyle der:

Ey Allahım! Senin kulun nihayet sana vardı. Ona şefkat ve rahmet eyle. Ey Allahım! Onun yerini genişlet. Onun ruhuna gök kapılarını aç ve kendisini nezdinde güzel bir şekilde kabul eyle. Ey Allahım! Eğer o iyiyse, iyiliklerini artır; kötüyse de kusurlarını affeyle!

4. Tahiyyet'ül-Mescid

Bu namaz, iki rek'at veya daha fazla kılmabilir. Bu niyetle namaz kılmak sünnet-i müekkede'dir. Cum'a günü hutbe okurken imamı dinlemek şiddetle vâcib olduğu halde hutbe esnasında (Şâfiî'ye göre) camiye girenin boynundan bu namaz sâkıt olmaz. Camiye giren kişi farz namaza dursa veya geçmiş bir namazı kaza etse bununla cami hediyesini yerine getirmiş ve bundan elde edilen sevabı da kazanmış olur. Çünkü bu namazdan gaye, kulun mâbede ilk girdiği zaman, mâbede mahsus bir ibâdet yapmasıdır. Yukarıda söylediğimiz namazlardan birini kılmakla caminin hakkını da edâ etmiş olur. İşte bu sırra binaendir ki camiye abdestsiz olarak girmek mekruhtur. Eğer camiye bir kapısından girip öbür kapısından çıkmak veya oturmak için abdestsiz giriyorsa şöyle demelidir: 'Sübhânallâhi ve'l-hamdülillâhi velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber'.

Bu duayı dört defa tekrar etmek lâzımdır. Denildiğine göre bu duayı dört defa okumak, fazilet bakımından iki rek'at namaza denktir.

Şâfiî mezhebine göre kerahet vakitlerinde tahiyyet'ül-mescid namazı kılmak mekruh değildir. Kerahet vakitleri şunlardır: İkindi namazından güneş batıncaya ve sabah namazından güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar geçen zaman; zevâl vakti; güneşin doğuş ve batış ânı.

Tahiyyet-ül-Mescid'in kerâhet vaktinde mekruh olmaması şu rivâyete dayanmaktadır:

Hazret-i Peygamber bir ikindi namazından sonra iki rek'at namaz kıldı. Bunun üzerine kendisine 'Sen bizi bu vakitte namaz kılmaktan menetmedin mi?' diye soruldu. Hazret-i Peygamber de 'Bu iki rek'at, öğle namazından sonra kılageldiğim sünnet idi. Gelen heyetle meşgul olduğum için kılamamıştım' karşılığını verdi. 262

a) Kerahet vakitlerinde yalnızca sebebi olmayan namazların kılınması mekruhtur. Nafile namazların kaza edilmesi, sebeplerin en zayıfıdır. (Buna rağmen Hazret-i Peygamber kerahet vaktinde bu sebebe dayanarak iki rek'at namaz kılmıştır) . Nafilelerin kaza edilip edilmemesi hususunda âlimler ihtilâf etmiştir. Geçmiş nafilenin benzeri kılındığı zaman, acaba bu, o nafilenin kazası olur mu diye tereddüt edilmektedir. Madem ki kerahet vakitlerinden, en zayıf sebeple dahi kerahiyet hükmü ortadan kalkıyor, o halde camiye girmekle de ki bu kuvvetli bir sebeptir kerahet ortadan kalkar. Bu sırra binaen eğer cenaze hazırsa namazı kerahet vaktinde kılmabilir. Kerahet vakitlerinde güneş tutulması ve yağmur namazı da kılınır; çünkü bu namazların birçok sebepleri vardır.

b) Nafile namazların da kaza edilebilmesidir; çünkü Hazret-i Peygamber geçmiş nafilesini kaza etmiştir. Rasûlüllah'ın bu fiili, bizim için en güzel bir örnektir.

Hazret-i Âişe şöyle buyurmaktadır:

Hazret-i Peygamber çok uykusu geldiği veya hasta olduğu için, geceleyin kalkıp teheccüd namazını kılamazsa, o günün erken saatlerinde oniki rek'at namaz kılardı. 263

Âlimler şöyle demişlerdir: Namazda olduğu için müezzinin sesini işittiği halde gereken cevabı veremeyen kimse, selâm verdiği zaman, verilmesi gereken cevapları kaza etmelidir. (Ezanı müezzinin okuduğu gibi tekrarlamak; ancak Hayya ale's-salâh ve Hayya ale'l felâh'a karşılık Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh deme göre Rasûlüllah bu iki rek'atı ikindiden önce kılıyordu; fakat gelen elçilerle meşgul olduğu için ikindiden sonra kazâ etmiştir. (Bu rivâyet, mevzuya daha uygundur) Müezzin ezanı bitirmiş ve sükût etmişse bile böyle yapmalıdır. Bu bakımdan 'Sonradan kılınan sünnet terkedilen sünnetin kazası değil, ancak onun benzeri bir namazdır. O halde sünnet kaza edilemez' diye iddiâ eden kimsenin bu iddiâsının mânâsız olduğu anlaşılmaktadır. Zira eğer onun iddiâ ettiği gibi olsaydı, Hazret-i Peygamber kerahet vaktinde sünnet kılmazdı. (Bu vakitte kılmış olduğu namazın, geçmiş sünnetin kazası olduğu anlaşılmıştı. Bu fetvâ, Şâfiî mezhebine göredir) .

Evet bir kimsenin devam ettiği bir virdi (ibadeti) varsa, herhangi bir özürden dolayı yerine getirememesi onun bu virdi terketmesine sebep olmamalıdır. Aksine bu virdini başka bir vakitte kaza etmelidir ki, nefsi ikinci bir defa terketmeye meyledip kolayına kaçmasın! Nefisle mücâhede bir haktır.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Allah nezdinde amellerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır. 264

Hazret-i Peygamber, bu sözüyle amelin devamlılığında gevşeklik göstermemenin daha uygun olduğunu kasdetmektedir.

Hazret-i Âişe Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:

Kim devamlı yapmakta olduğu bir ibadeti usanarak terkederse, Allahü teâlâ ona buğzeder. 265

Bu bakımdan her müslüman bu tehdide mâruz kalmamaya dikkat etmelidir. Bu hadîsin tahkîki şöyledir: Kişi, ibadetini Allahü teâlâ kendisine buğzettiği için usanarak terketmektedir. Eğer Allah'ın buğzu ve uzaklaştırması olmasaydı, bu kişiye tembellik ve usanç musallat olmazdı. 266

5. Abdest Namazı

Abdestten sonra kılınan iki rek'atlık namaz mûstehabdır. Çünkü abdest almak Allah'a yaklaştırıcı bir ibadettir; hedefi ise namazdır. Abdestsizlik ârızdır ve çoğu zaman abdest, daha namaz kılınmadan önce bozulur. Böylece abdest için sarfedilen çaba onunla bir namaz kılınmadığı için boşa gitmiş olur. Bu bakımdan abdestten sonra ara vermeksizin iki rek'at namaz kılmak abdestin boşa gitmeyerek hedefine varması demektir. Bu durum Hazret-i Bilâl'in hadîsiyle sâbittir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Cennete girdiğimde Bilâl'in orada olduğunu gördüm. (Uyandığımda) ona 'Ey Bilâl! Hangi amelin sayesinde benden evvel cennete gittin?' diye sordum. 'Bilmiyorum, ancak her aldığım abdestten sonra iki rek'at namaz kılıyorum' dedi. 267

6. Tahiyyet'ül-Menzil

Bu, kişinin evine girdiği ve evinden çıkacağı zaman kıldığı iki rek'at namazdır.

Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet ediyor:

Evinden çıkmaya niyet ettiğinde iki rek'at namaz kıl. Bu seni kötü çıkıştan korur. Evine girdiğin zaman da iki rek'at namaz kıl. Bu da seni kötü girişten korur. 268

(Dinen) kıymeti olup başlatılan her manevî iş de bu namazı kılmak bakımından tıpkı evden çıkış ve giriş gibidir. İşte bu sırra binaendir ki hadîste İhrama girerken, sefere başlarken ve seferden dönerken ve bir de eve girmezden evvel camide iki rek'at namaz kılınsın'269 buyrulmuştur.

Bütün bunlar, Hazret-i Peygamber'in fiiliyle sâbittir.

Salihlerden bazıları, yemek yedikleri ve su içtikleri zaman, kalkar iki rek'at namaz kılarlardı. Aynı şekilde her yapılan işten sonra da mutlaka namaz kılarlardı. Herşeyin başında Allah'ın zikriyle bereketlenmek en uygun harekettir. Bu da üç mertebeye ayrılır:

a. Bu mertebelerin birincisi yeme-içme gibi günde birkaç defa tekrar edilir. Bu bakımdan böyle bir işe Allah'ın ismiyle başlanır.

Hazret-i Peygamber bir hadîsinde şöyle buyurmaktadır:

Önemli bir işin başlangıcında Bismillahirrahmânirrahîm denilmediği takdirde o iş bereketsizdir. 270

b. Pek fazla tekerrür etmeyen, ancak esasta çok mühim olan şeyler; nikâh kıymak, nasihat etmek ve müşaverede bulunmak gibi. . . Bu işlere Allah'ın hamdiyle başlamak müstehabdır.

Evlendiren 'Hamd Allah'a, salât ve selâm da Hazret-i Peygamber'e mahsustur. Kızımı seninle evlendirdim'; nikâhı kabul eden de 'Hamd Allah'a, salât ve selâm da Hazret-i Peygamber'e mahsustur.

Onun nikâhını kabul ettim' demelidir.

Ashâb, tebliğ yaparken nasihat ve istişare ederken önce Allah'a hamdeder ve sonra söze başlardı.

c. Fazla tekerrür etmeyen, fakat vâki olduğu zaman da devam eden mühim hâdiseler; sefere çıkmak, yeni bir ev satın almak, ihrama girmek gibi. . . Bütün bunlardan evvel iki rek'at namaz kılmak müstehabdır. Seferin en azı evden çıkmak ve eve girmektir; çünkü bu da bir nevi yakın sefer sayılır.

7. İstihare Namazı

Bir işi yapmak isteyip, âkıbetini bilmeyen, yapılmasının mı yoksa terkedilmesinin mi daha hayırlı olduğunu kestiremeyen kimseye Hazret-i Peygamber şunları emretmektedir:

İki rek'at namaz kılmalı; birinci rek'atın Fâtiha'sından sonra Kâfirûn sûresini, ikinci rek'atın Fâtihsa'sından sonra da İhlâs sûresini okumalıdır. Namazı bitirdikten sonra da şöyle dua etmelidir: 'Ey Allahım! Senden ilmindeki hayrı istiyorum.

Beni kudretinle muktedir yapmanı istiyorum. Senin büyük fazlından istiyorum; çünkü senin kudretin vardır, benimse yoktur. Sen bilirsin, bense bilmem. Gâiblerin en incelerine kadar bilen sensin! Ey Allahım! Eğer şu yapmak istediğim şey dinim, dünyam, âkıbetim, dünya ve âhiret hayatım için hayırlı ise bana takdir eyle ve benim için onda bereket ihsan eyle. Onu bana kolaylaştır. Eğer bu şeyin benim için, dinim, dünyam, âkıbetim, dünya ve âhiret hayatım için hayırsız ise onu benden, beni de ondan uzaklaştır. Bana hayır nerede ise onu takdir eyle. Çünkü sen herşeye kâdirsin'. 271

Bu hadîsi, Câbir b. Abdullah rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber, bize Kur'ân sûrelerini öğrettiği gibi her işimizde de istihareyi öğretirdi'.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Biriniz herhangi birşey yapmak istediği zaman, iki rek'at namaz kılsın ve sonra da yapacağı şeyi düşünerek zikrettiğimiz duayı okusun. (Böylece yapılıp yapılmamasmdan hangisi hayırlı ise ona teşvik olunacaktır. )

8. Hâcet Namazı

Sıkışan, din ve dünyasının ıslahı hususunda aşılması güç birşeyle karşılaşan, hâcet namazı kılsın; çünkü Vüheyb b. el-Verd'den272 şöyle rivâyet edilir: Böyle bir kişi oniki rek'at namaz kılıp, her rek'atında Fâtiha, Âyet'el-Kürsî ve İhlâs sûresini okumalı ve namazdan sonra da secdeye kapanarak şöyle demelidir:

'Sahip olduğu izzetle hükümran olan, şefkat yüzünü cömertçe gösteren ve keremde bulunan, ilmiyle herşeyi şaşmaz bir şekilde sayan ve hepsinin adedini bilen, kendisinden başka tesbihe lâyık bir varlık bulunmayan, minnet ve fazilet sahibi; izzet ve keremin mâliki olan, yegâne ihsan sahibi Allah, her türlü ortaklık ve eksiklikten münezzehtir. Ey Rabbim! Arşındaki izzet düğümlerinin ve kitabındaki rahmetin en son mertebelerinin hürmetine; en büyük ismin, en yüce sa'y'in, iyi ve kötülerin geçme imkânına sahip olamadığı tam ve âmm kelimelerin hürmetine sığınarak senden Muhammed'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) ve âlinin üzerine rahmet deryalarını coşturmanı isterim'. Kim bu duadan sonra Allah'tan meşrû birşey isterse, isteği kabul olunur.

Vüheyb şöyle buyurmuştur: "Ashâbdan gelen bir haberde 'Sakın bu duayı sefihlere öğretmeyiniz; çünkü isyanla onu kötüye kullanabilirler' denilmektedir". 273

9. Tesbih Namazı

Bu namaz müstakil olarak rivâyet edilmiştir; vakti ve sebebi yoktur. Haftada bir veya ayda bir defa kılmak müstehabdır.

İkrime, İbn-i Abbâs'tan şöyle rivâyet ediyor:

Hazret-i Peygamber birgün amcası Abbas b. Abdülmuttalib'e şunları söyledi: 'Ey amca! Sana birşey vereyim mi? (Öğreteyim mi?) Sana birşey vereyim mi? Sana birşey vereyim mi? Bunu yaptığın takdirde Allah, başından sonuna kadar; eski yeni kasden ve yanlışlıkla yaptığın, gizli açık günahlarını affeder. Dört rek'at namaz kılacak ve her rek'atında Fâtiha ile bir sûre okuyacaksın. Birinci rek'atın kıraatini bitirdiğin zaman rükûa varmadan onbeş defa 'Sübhânallâhi ve'l-hamdü lillâhî velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber' diyeceksin. Sonra bu tesbihi rükûda on defa, rükûdan kalktığında on defa, birinci secdede on defa, iki secde arasında on defa, ikinci secde de on defa ve ikinci secdeden kalkarken de on defa tekrarlayacak; her rek'atta yetmişbeş defa olmak üzere dört rek'atı da böyle kılacaksın. Eğer gücün yetiyorsa bunu hergün kıl! Buna gücün yetmiyorsa her cum'ada bir, buna da gücün yetmiyorsa ayda bir eğer buna da gücün yetmiyorsa senede bir defa kıl'. 274

Başka bir rivâyette de şöyle denilmektedir:

Kişi namazın başlangıcında Sübhâneke duasını okuduktan sonra Fâtiha'yı okumadan önce- (biraz evvel zikrettiğimiz) tesbihi onbeş defa okuyacaktır. Fâtiha'dan sonra on defa, geri kalanı da (daha önce söylediğimiz gibi) onar defa okuyacaktır. Fakat birinci rek'atın tahiyyatına otururken okumayacaktır.

Bu şekil daha iyidir; İbn-i Mübârek de bunu tercih etmiştir. İki rivâyetin toplamından üçyüz tesbih meydana gelir. Bu namazı gündüz kıldığında bir, geceleyin kıldığındaysa iki selâmla tamamlaması daha iyidir.

Çünkü bir hadîste şöyle buyurulmaktadır:

Gece namazları ikişer rek'at kılınır. 275

Eğer tesbihten sonra 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil-azîm' derse daha güzel olur; çünkü hadîsin bazı rivâyetlerinde böyle denilmesi yolunda emirler vardır.

Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilen namazlar işte bunlardır. Bu namazların kerahet vakitlerinde kılınması müstehab değildir. Ancak tahiyyet'ül-mescid namazı, (daha önce de söylediğimiz gibi) bu vakitlerde de kılınabilir. Tahiyyet'ül-mescid'den sonra zikrettiğimiz abdest, sefer, evden çıkma ve istihare namazlarının kerahet vaktinde kılınmaları ise müstehab değildir; çünkü bu vakitlerde namaz kılınması kuvvetli bir şekilde yasaklanmıştır, Bu namazlar, sebepleri zayıf olduğu için küsuf, yağmur ve tahiyyet'ül-mescid namazları derecesine yetişemezler.

Bazı mutasavvıfları gördüm ki, kerâhet vakitlerinde iki rek'at abdest sünnetini kılıyorlardı. Onların bu hareketi, hakikatten çok uzaktır; çünkü abdest hiçbir zaman namazın sebebi olamaz. Aksine namaz abdestin sebebidir. Bu bakımdan namaz kılınması için abdest almak uygun olduğu halde abdest alındığı için namaz kılmak uygun değildir. Her abdesti bozulan kerâhet vaktinde namaz kılmak isterse, abdest alıp namaz kılmasından başka çıkar yol olamaz. Bu durumda da kerâhetin herhangi bir mânâsı kalmamış olur. Tahiyyet'ul-Mescid'in iki rek'at sünnetine niyet edildiği gibi abdestin iki rek'at sünnetine niyet etmek uygun değildir. Aksine abdest aldığı zaman bu namazı tatavvu olarak kılacaktır ki abdesti namazsız kalmasın. Nitekim Hazret-i Bilâl de böyle yapardı. Bu bakımdan abdestten sonra kılınan iki rek'at, mücerred tatavvu namazdır. Ancak abdestten sonra kılınır. Hazret-i Bilâl'in hadîsi, abdestin de güneş tutulması ve tahiyyet'ul-mescid gibi, namazın sebebi olduğuna delâlet etmez ki 'Abdestin iki rek'atı' diye niyet edilsin.

Bu bakımdan abdeste namazla niyet etmek muhal olur; namaza abdestle niyet etmek daha uygundur. Abdestinde 'Namazım için abdest alıyorum' ve namazında da 'Abdest aldığım için namaz kılıyorum' demesi asla intizamlı bir söz olamaz. Abdestini kerâhet vaktinde dahi namazsız bırakmamak isteyen kimse, eğer zimmetinde herhangi bir sebepten dolayı sıhhatinde tereddüt ettiği bir namazı kazaya niyet etmek sûretiyle kerahet vaktinde de abdest namazını kılabilir. Çünkü farz namazların kazalarını kerahet vaktinde kılmak mekruh değildir. Ama bu vakitlerde sebepsiz sünnetlere niyet etmenin hiçbir mânâsı yoktur:

Kerâhet vakitlerinde sebepsiz namazların yasak olmasında üç mühim sır vardır:

1. Güneşe tapanlara benzemekten kaçınmak,

2. Şeytanların yayılmasından sakınmak; zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Güneş, beraberinde şeytanın boynuzu da olduğu halde çıkar. Doğduğunde boynuz beraberindedir. Yükseldiği zaman ondan ayrılır. Tam göğün ortasına geldiği zaman tekrar birleşir. Batıya doğru kaydığında ayrılır; batışı dolayısıyla ışığı azalmaya başladığında yine birleşir. Batınca tekrar ayrılır. 276

Hazret-i Peygamber böyle buyurmak sûretiyle bu vakitlerde namaz kılmayı yasaklamış ve aynı zamanda yasaklamanın illetine de dikkat çekmiştir.

3. Âhiret yolunun yolcuları bütün vakitlerde namazlara kesintisiz devam etmek isterler. Halbuki aynı ibadete kesintisiz olarak devam etmek usanç verir. Fakat insan bu ibadetten bir zaman için menedilirse yeniden canlanır ve o ibadete karşı iştiyâkı artar. Bir de insanoğlunun menedildiği şeye karşı hırslı olduğu da bir gerçektir. Bu bakımdan namazın bu vakitlerde yasaklanması, âhiret yolcularını ziyadesiyle teşvik etmekte, vaktin bitmesini ve namaza yeniden başlamayı dört gözle beklemelerini sağlamaktadır. O halde bu vakitler, devamlı namaz kılmaktan usanılmaması için tesbih ve istiğfar ile ihya edilmeye tahsis edilmiştir. Böylece insan ibadetin bir nev'inden diğerine intikal etmek sûretiyle feraha kavuşur; çünkü her yenilikte bir lezzet ve zevk vardır. Sürekli olarak aynı şeye devam etmek bir ağırlık ve usanç getirmektedir. İşte bu sırra binaendir ki kulluk sadece secdeden, rükû veya kıyamdan ibaret kılınmamış; aksine muhtelif ibadetlerle çeşitli amellerden ve ayrı ayrı zikirlerden teşekkül etmiştir. Kalp onlara intikal ettiğinde her birinden ayrı bir lezzet alır. . . Eğer kişi sürekli olarak aynı şeye devam ederse sonunda mutlaka usanır.

Kerâhet vakitlerinde sünnetlerin kılınmamasının sır ve hikmetleri bu üç mühim sebeple birlikte birçok sebeplerden oluşmaktadır ki, beşer tâkati için bütün bu hikmetlere muttali olmak mümkün değildir. Allah ve Rasûlü bu hikmetleri herkesten daha iyi bilirler. Bu mühim hikmetler, ancak şeriatça mühim olan kaza, yağmur, güneş tutulması ve tahiyyet'ül-mescid namazları gibi sebeplerden dolayı terkedilebilir. Sebeplerin zayıfları ise, bu vakitlerdeki yasaklılık hikmetiyle çarpışır. Onu kaldırmaması daha uygundur. Bizce en iyisi budur. Allah herkesten daha iyisini bilir.

Kitabu Es'ar'is-Salât ve Mühimmâtihî (Namaz'ın Sırları ve Önemli Meseleleri) adlı bölüm burada sona erdi. Bunun ardından Allah'ın izniyle- Kitabu Esrar'iz-Zekât (Zekât'ın Sırları) adlı bölüm gelecektir. Hamd, her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah'a mahsustur. Mahlukâtın en seçkini Hazret-i Muhammed'e, âline ve ashâbına salât ve selâm olsun!

257) Buhârî ve Müslim, (Muğire b. Şu'be'den)

258) Buhârî, el-Edeb, Müslim, (Muğire b. Şu'be'den)

259) Beyhakî, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)

260) Müslim

261) Müslim

262) Buhârî ve Müslim, (Ümmü Seleme'den) . Müslim'in diğer bir rivâyetine

263) Müslim

264) Buhârî ve Müslim, (Hazret-i Âişe'den)

265) İbn Sinnî, Riyaz'ul Mutaabbidîn, (Hazret-i Âişe'den mevkuf olarak)

266) Bu, çözülmesi güç olan hükümlerdendir. Binaenaleyh burada Zebîdî'nin buyurduğu gibi devir ve teselsüle benzer bir durum vardır.

267) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

268) Beyhakî, Şuab'ul-Îman, (Bekir b. Amr'dan)

269) Haraitî, Buhârî ve Müslim

270) Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Mâce, İbn Hibbân, (Ebû Hüreyre'den)

271) Buhârî, (Câbir'den) ; İmâm-ı Ahmed bu hadîsin münker olduğunu söylemiştir. Zebîdî ise, Müslim dışında bütün sünen sahiplerinin bu hadîsi rivâyet ettiklerini söyler.

272) Künyesi Ümeyye veya Ebû Osman olup, Kureyşlidir. Asıl ismi Abdülvehhab'dır. H. 153 senesinde vefat etmiştir.

273) Sahavî, el-Kavl'ul-Bedi'; Irâkî, Deyremî'nin bu hadîsi Müsned'ül-Firdevs'te çok zayıf iki senedle zikrettiğini rivâyet etmektedir. Bkz. Zebîdî, III/470

274) Daha önce geçmişti.

275) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer'den)

276) Nesâî, (Abdullah es-Senabihî'den mürsel ve müteşabih olarak)