Buhârî ve Müslim'in bu hususta Âişe'den bir rivayeti var. Buna göre. Âişe şöyle demiştir: "Ben, Rasulüllah'ın şöyle
buyurduğunu işittim: "Ya Âişe, sen bana iki
defa rüyada gösterildin. Rüyamdaki adam elinde beyaz bir ipek parçası tutuyor,
bu ipek parçası içinde seni gösteriyor ve bana: "İşte bu kadın senin
zevcendir" diyordu. Ben, onun tuttuğu ipek parçasına baktığımda seni
görüyor ve: "Eğer bu rüya, Allah tarafından ise şüphesiz bu
gerçekleşir" diyordum."
Ebû Ya'lâ, Bezzar, İbn-i Ömer el-Adeni ve sahihtir kaydıyle Hakim, Âişe'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben,
henüz Rasulüllah ile evlenmemişken, Cebrâîl benim suretimi götürüp Peygamberimize göstermiştir. O günlerde ben
alacalı elbise giyinen küçük bir kızcağız idim. Rasulüllah benimle evlendiği
zaman ise, Allah bana küçük olmama rağmen büyük bir haya duygusu
vermişti."[1]
İbn-i Sa'd, el-Kelbi
tarikiyle Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder.
İbn-i Abbâs demiş ki: "Şevde binti Zema,
Süheyl bin Amr'ın kardeşi, Sekran bin Amr ile evli idi. Bir gün acaip bir rüya
gördü. Rüyasında kendisi yatarken, Peygamberimizi yürümekte ve gelip kendi
boynuna ayağı ile basmakta olduğunu görür. Hemen uyanıp rüyasını kocasına
anlatır. Kocası da der ki: "Eğer gördüğün rüya doğru ise, ben yakında
öleceğim ve sen Peygamberle evleneceksin demektir."
Sonra Şevde bir başka
Rifaa bin Rafi'den sahihtir kaydıyla Hakim rivayet eder. Şöyle ki: O, teyze oğlu Muaz bin Afra ile Mekke'ye gitmişti. Bu olay, Medine'li ensardan altı kişinin Kureyş ile bir anlaşmaya varmak üzere ve de anlaşmadan döndükleri Mekke seferinden önce olmuştu. Rifaa, Mekke'de Peygamber efendimizi gördüğü zaman, Peygamber efendimiz kendisine İslâm'ı arz etmiş ve buyurmuş ki:
- "Ey Rifaa, bütün gökleri, yeryüzünü, dağları kim yarattı?" Rifaa ve yanındakiler:
- "Şüphesiz Allah yarattı" demişler. Peygamberimiz:
- "Peki sizleri kim yarattı?" buyurmuş. Onlar:
- "Şüphesiz Allah yarattı" diye karşılık vermişler (yani Rifaa bu olayı kendi anlattığı zaman: Biz de böyle karşılık vermiştik demiştir.) Bunun üzerine Peygamberimiz:
- "Peki tapınmakta olduğunuz putları kim yaptı?" diye sormuş. Rifaa ve arkadaşları da:
- "Bu putları kendi ellerimizle yapan bizleriz" demiş. Peygamberimiz:
- "Peki, yoktan yaratan mı ibadet edilmeye layıktır, yoksa başkasının yaratması ile meydana gelen mahluk mu?" diye sormuş ve hemen şunları ilave etmiş: "Şüphesiz, sizlerin kendi ellerinizle yaptığınız putlara tapınmanız layık değildir. Çünkü onlar sizin eserinizdir ve sizler, kendi ellerinizle yaptığınız ve kendi eseriniz olan putlara değil, sizlerin ve her şeyin yegane yaratıcısı olan Allah'a ibadet etmelisiniz. Sizlere layık olan da budur! İşte ben sizi böylece Allah'a ibadet edip yalnız O'na kul olmaya; Allah'tan başka ibadete layık hiç bir ilahın bulunmadığına şehadet etmeye, benim de Allah'ın rasülü olduğuma şehadet etmeye çağırıyorum! Ayrıca sizleri, akrabayı görüp gözetmeye, her çeşit düşmanlıkları da kaldırıp atmaya da çağırıyorum. Benim çağrımı kabul ederseniz, şüphesiz dünyada da, ukbada da bahtiyar olacaksınız!" diyerek davette bulunmuştur."
Rifaa der ki: "Biz Rasulüllah'ın bu daveti karşısında dedik ki:
- "Eğer sizin bizi davet ettiğiniz bu din, haddi zatında hak değil de batıl bile olsa; şüphesiz bizi davet ettiğiniz bu şeyler, işlerin en yüce olanları, ahlakın da en güzel olanlarıdır. Buniarı kabul etmemek için haklı bir itiraz bulacak değiliz."
"Biz orada, Peygamber'in bu davetini, hemen kabul edebilmiş de değiliz. Şahsen ben önce gidip Kabe'yi tavaf ettim. Yedi adet kadar oku çıkarıp torbaya koydum, içlerinden birini o niyetle çektiğimde çıkarsa diye işaretledim. Sonra Kabe'ye dönüp okları karıştırdım. Kader oklarını çekmeden önce de şöyle bir dua ettim: "Ey Allah'ım! Eğer, Muhammed'in bizi davet ettiği din, gerçekten hak ise; okları yedi defa çektiğimde, her defasında onun için işaretlediğim oku denk getir!" İşte böylece dua ettikten sonra okları yedi defa çektim. Her defasında da niyet ve işaret ettiğim ok çıktı. Hayret ve heyecan içinde kalmıştım. Derhal sesimin çıktığı kadar bağırarak: "Bütün varlığımla şehadet edip tasdik eylerim ki, Allah'tan başka ibadet edilecek hiç bir ilah yoktur! Muhammed de Allah'ın rasülüdür!" dedim. Kendi iradem ve ihtiyarımla şehadet getirip müslüman oldum."[3]
Beyhekî, İbn-i Şihab ve
Musa bin Ukba tarikiyle rivayet eder. Bu ikisi demişlerdir ki: "Peygamber
efendimiz, islamı tebliğ etmek üzere kendilerini bazı Arap kabilelerine arz
ederdi. Her hac mevsiminde buna dikkat ve gayret gösterirdi. Bir defasında ise,
ta Taife giderek davasını arz etmişlerdi. Sakif (yani Taifliler) ise kabule
yanaşmadılar. (Hatta bir takım sefih adamları ve çocukları kışkırtarak onu taş
yağmuruna tutturdular. Peygamberimizi korumaya çalışan Zeyd bin Harise başından
yaralanmış, efendimizin de ayakları al kanlar içinde kalmıştı.)
Mahzun ve mükedder olarak dönüşünde, bir bahçenin yanında istirahat
edip gölgelendiler. Rabia'nın iki oğlu: Utbe ve Şeybe bu bahçede idiler. Duvar
dibinde dinlenmekte olan Peygamberimizi gördüler ve yanlarındaki hizmetçileri
Addas'ı O'na gönderdiler. Addas aslen Ninovalı olup- nasraniyet (hıristiyanlık)
dinine mensup idi. Geldiğinde Peygamber efendimiz kendisine:
"Nerelisin?" diye sordu. O da: "Ninova’lıyım" dedi.
Peygamberimiz: "Yani Allah'ın salih kullarından Yunus bin Metta'nın şehrindensin,
demek" buyurdu. Addas hayret edip: "Sen Yunus bin Metta'nın kim
olduğunu ne biliyorsun?" demekten kendini alamadı. Peygamberimiz:
"Ben Allah'ın elçisiyim, onu bana Allah haber verdi" buyurdu. Addas,
Rasulüllah efendimizin ayaklarına kapanarak her iki ayağını da öptü. Karşıdan
bakmakta olan Utbe ve Şeybe Addas'ın yaptığını gördüler. Döndüğü zaman
kendisine çıkışıp: "Sen ne yapıyordun? Gördük ki Muhammed'in ayaklarına
kapanıyor, ona secde ediyordun! Halbuki sen şimdiye kadar hiç kimseye, böylesine
bir saygı göstermiş değilsin" dediler. Addas da onlara şu karşılığı verdi:
"Muhammed dediğiniz bu adam, Allah'ın iyi kullarından birisidir. Bana öyle
bir şeyden haber verdi ki, kendisine hayran oldum: Allah'ın bize gönderdiği
Yunus adında bir Peygamberi vardır, işte o bana bizim Peygamberimiz Yunus bin
Mettadan haber verdi. Bunun için kendisine o saygıyı gösterdim. Yoksa ben O'na
secde etmiş değilim, Sa'dece ayaklarına kapanıp öptüm." Utbe ve Şeybe
gülüştüler ve: "Sakın ey Addas, Muhammed seni de büyüleyip dininden
döndürmesin? Zira o büyüleyici ve aldatıcı birisidir" dediler." [4]
Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayetine göre, o şöyle demiştir:
"Bir gün ben Peygamberimize: "Ey Allah'ın rasülü, sizin için Uhud
gününden daha şiddetli bir gün oldu mu?" diye sordum. Efendimiz de şu
cevabı verdiler: "Ben senin kavminin bana çektirdiği Akabe gününden daha
şiddetli bir gün görmedim. Zira ben davamı arzetmek üzere Abdi Yalil oğullarına
gitmiş, onlara kendimi arz eylemiştim. Onlar ise beni kabule yanaşmadılar. Üstelik
taşa tuttular. Çok mahzun ve mükedder olarak geriye dönmüş, adeta kendimden
geçmiştim.
Ancak Karnü's-Sealib denilen yere geldiğim zaman biraz açılabildim.
Burada ansızın beni gölgelendiren bir bulut ile karşılaştım. Başımı kaldırıpta
baktığımda Cebrâîl'i gördüm. O bana şöyle nida ediyordu:
"Ya Muhammed! Şüphesiz kavminin sana ettiklerini ve söylediklerini Allah
işitip görmüştür. Dağlar üzerine müvekkel olan meleğini de senin emrine
vermiştir. Kavmin hakkında dilediğini bu meleğe emredebilirsin!" Bundan sonra
bana Melekül Cibal (dağlara müvekkel melek) nida edip beni selamladı. Sonra
bana dedi ki: "Ey Muhammed şüphesiz Allah kavminin sana söylediklerini ve
yaptıklarım işitip görmüştür. Ben Melekül Cibal'im. Beni sana, senin Rabbin
gönderdi, istediğini bana emredebilirsin! Eğer sen istersen; ben, şu her iki
dağı Mekke'nin üzerine kapatarak onları helak edebilirim."
Rasulüllah (sallallahü aleyhi
ve sellem) efendimizin
Melekül Cibal'in bu teklifine karşı tavrı ve cevabı ise şu olmuştur: "Ey
melek, ben kavmimin helak olmasını istemiyorum! Benim dileğim odur ki: Bunlar
bizzat kendileri müslüman olmasalar bile, Allah bunların nesillerinden islamı
kabul edecek kimseler getirsin! Allah'tan bunu dilemekte ve ümid etmekteyim.
Öyleki onlar islamı kabul etsinler, İslâm sayesinde şirkin her çeşidinden
arınsınlar; Sa'dece ve Sa'dece Allah'a ibadet etsinler, hiç bir şeyi asla
Allah'a ortak koşmasınlar!"
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Bana Ali bin Ebû Talib söyledi:
Allah, Peygamber efendimize kendisini Arap kabilelerine arzetmesini emrettiği
zaman, onun yanında ben ve Ebû Bekir vardık. Arap topluluklarından birinde idik. İçlerinde Mefruk bin Ömer ile Hani bin Kubaysa da bulunmakta idi. Mefruk
Peygamberimize hitaben: "Sen bizi neye davet ediyorsun?" dedi.
Rasulüllah efendimiz de buyurdu ki: "Ben sizleri Allah'ın tevhidine
şehadet getirmeye, yani: Allah'tan başka bir ilah olmadığına, onun bir olup hiç
bir ortağı olmadığına, Muhammed'in de gerçekten onun kulu ve elçisi olduğuna
inanıp ikrar etmeye" davet ediyorum. Ayrıca beni aranıza almanızı,
aranızda barındırmanızı ve bana yardımcı olmanızı istiyorum. Zira Kureyş
Allah'ın emrine karşı gelmek için aralarında söz birliği etti, Allah’ın
elçisini yalanladı, Hakka karşı arka çevirip batılla yetindi. Halouki Allah,
mutlak gani ve mutlak hamid bulunuyor."
Bunun üzerine Mefruk: "Vallahi ben, bundan daha güzel bir söz
duymuş değilim" dedi. Peygamberimiz de: “Gelin size Rabbinizin neleri
haram kıldığını söyleyeyim” ayetlerini okudu. Mefruk: "Vallahi bunlar bir
beşer kelamı değildir" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz de:
“Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı emreder.” ayetini okudu. Mefruk: "Vallahi
ya Muhammed, sen bizleri ahlakın en şereflisine, amellerin en güzel olanlarına
çağırıyorsun! Sana karşı birleşen ve seni yalanlayan bir kavim; Allah'a yine
yemin ederim ki kendileri yalan söylemekte ve iftira etmektedirler!" dedi.
Rasulüllah Mefruk'un bu konuşması bittikten sonra buyurdu ki:
"Haberiniz olsun ki, İslâm sayesinde sizler, çok yakın bir gelecekte
Allah'ın size yardımı ile, îran ülkesine de varis olacak, büyük fetihler ve
zaferler kazanacaksınız. Allah'ı da hakkıyle teşbih, tenzih ve takdis
edeceksiniz."
Ebû Nuaym, Halid bin Said
tarikiyle rivayet eder. Halid, babası vdsıtasıyle dedesinden nakleder. O şöyle
demiştir: "Hacc mevsiminde Bekr bin Vail'den bazı kimseler gelmişti. Hazret-i Peygamber Ebû Bekr'e: "Git onlara islamı
arz et. Bizi kabul etsinler" dedi. Ebû Bekir de onlara gidip arz etti.
Onlar dediler ki: "Bizim şeyhimiz ve büyüğümüz Haris, henüz gelmedi. O
geldiği zaman ona soralım." Haris geldiği zaman sordular, o da dedi ki:
"Şimdi biz İran'la savaş halindeyiz. Aramızdaki bu savaş bittikten sonra gelip
bu meseleyi hallederiz. O zaman sana bir cevap veririz, ey Ebû Bekir!"
Onlar gidip Zikar denilen yerde İranlılarla karşılaştılar. Savaş
esnasında Haris adamlarına: "Bize kendisini ve davetini arz eden o adamın
adı ne idi?" diye sordu. Onlar: "Onun adı Muhammed idi" dediler.
Haris bunun üzerine dedi ki: "O halde o zatın adını burada kendinize şiar
ediniz" dedi. Savaşa "Muhammed" parolası ile devam ettiler,
sonunda galip geldiler. Rasulüllah efendimiz de bu hususta dediler ki:
"Onlar orada, benim sebebimle galip geldiler [5]
Meşhur alim el-Amidi'nin meşhur şair el-Aşa'nın divanı üzerine yazdığı
bir şerhi vardır. Ben bu şerhte şöyle yazılmış olduğunu gördüm: "Denilir
ki: Zikar savaşının olduğu gün, Cebrâîl gelip savaşın seyrim Hazret-i Peygambere gösterdi. Peygamberimiz de: "Allah'ım, Bekr bin Vail'i
İranlılara karşı muzaffer eyle!" diye dua etti ve bu duasını iki kere
tekrarladı. Cebrâîl de kendisine dedi ki: "Senin duan
makbuldür, sen onların muzafferiyeti için dua ettiğin müddetçe zafer
onlarındır." Gerçekten de öyle oldu. Peygamber efendimiz onların
galebesini görünce tebessüm buyudular ve: "Benim sayemde muzaffer
oldular" sözünü söyledi."
Vakıdi ve Ebû Nuaym Abdullah bin Vabisadan, onun babası
vasıtası ile dedesinden şöyle rivayet ettiğini naklederler: "Biz Minada
iken Resulullah bizim yanımıza geldi ve bizi İslâm'a davet eyledi. Biz bunu
kabul etmedik. İçimizde Meysere bin Mesruk da vardı. Meysere bize dedi ki:
"Arkadaşlar, geliniz bu zatın davetini kabul edelim! Allah'a yemin ederim
ki, eğer onun bu davetini kabul edecek olursak ve onu aramıza alırsak en doğru
kararı vermiş oluruz. Ben yine Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, bu adamın
davası her yere ulaşacak ve her yerde galip olacaktır." Kavmimiz ise,
Meysere'nin bu sözlerine de aldırış etmedi. Meysere onlara şu teklifte bulundu:
"Öyleyse dönüşte Fedek'e uğrayalım, oradaki yahudiler alim kişilerdir,
onlara bu hususta danışalım." Giderken Fedek'e uğradılar. Yahudilerle
görüşüp Hazret-i Muhammed hakkında sordular. Onlar, bir kitap çıkarıp onun
üzerinde derse başladılar. Ders sırasında Hazret-i Muhammedi görüşüyor ve onun
hakkında diyorlardı ki: "O, herhangi bir kimseden ders almış olmayacak,
aslen Arap'tan olup merkebe binecek, az yiyecek, orta boylu olacak; saçları
hafif dalgalı olacak, gözünde biraz kırmızılık bulunacak, hafif pembeye çalar
beyaz renkte olacak." Sonra Meysere ve arkadaşlarına dönüp: "Eğer
sorduğunuz adam, bu vasıfta biri ise hiç tereddüt etmeden onun davetini kabul
edip dinine giriniz. Bizim ona tâbi olmayışımıza gelince, bizler onu kıskanan,
bu yüzden kendisine tâbi olmayan kişileriz. Bizim onunla doğrusu işimiz zordur.
Araplar'a gelince, bunlar ya onun dinine girecek, ya da onunla savaşıp
ölecek." Meysere arkadaşlarına şöyle haykırdı: "Ey kavmim! Bu iş, son
derece açıktır, anlaşılmayan bir şey yoktur." Meysere veda haccı sırasında
müslümanlığı alenen kabul etmiştir.
Ebû Nuaym Urve'den şu
haberi nakletmiştir: "Peygamberimiz Ensar ile Akabe'de biat ettikleri
zaman, şeytan dağın zirvesinden: "Ey Kureyş topluluğu, İşte, Evs'in ve
Hazrec'in çocukları sizinle savaşmak üzere Muhammed'e söz verip biat
ettiler!" diye bağırmış. Biat edenler bu sesi duydukları için korkuya
kapılmışlar. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuş ki: "Arkadaşlar, sakın bu
sesten korkmaymız! Çünkü bu Allah'ın düşmanı İblis'in sesidir. Korkduğumız
kimselerin, bu sesi duymasına Allah imkan vermeyecektir." Kureyş,
gerçekten bu sesi duymamış, fakat Akabe'de konuşulanları dinleyip de onlara
söyleyenlerden öğrenmiştir. Bunun üzerine takibe çıkan Kureyş, Akabe'de kimseyi
bulamadığı gibi, biat edenlerin eşyaları arasında da onları aramış ise de,
kimseye rastlayamamış ve geri dönmüştür." [6]
Yukarıdaki rivayetin aynısını el-Zühri'den rivayet eden Ebû Nuaym, İbn-i İshak'tan şöyle rivayet eder:
"Vaktaki Rasulüllah ile Akabe'de biat ettiler, dağın tepesinde birisi,
bütün sesinin çıktığı kadar bağırıyordu: "Ey Kureyş topluluğu, eğer
Muhammed'e bir şey yapmak istiyorsanız, gidip onu dağın şöyle bir yerinde
yakalayın. Orada sizin aleyhinizde Medine'den gelenlerle biat etmek
üzeredir!" Kureyş onları yakalamaya çıktı, fakat Cibril inip onları
korudu. Kureyş gelipte arama yaptı fakat kimseyi bulamadan geri döndü. Bu
sırada Cibril'in gelişini Harise bin Numan'dan başka gören olmadı. Harise:
"Ey Allah'ın rasülü, ben hiç tanımadığım beyaz elbiseli birini gördüm,
senin sağ tarafında duruyordu, o kimdi?" dedi. Rasulüllah: "Demek onu
gördün mü?" dedi. Harise: "Evet" dedi. Rasulüllah:
"Gerçekten büyük bir hayrı görmüşsün o Cibril idi!" buyurdu."
Ebû Nuaym'ın İbn-i Ömer'den de şöyle bir rivayeti vardır:
"Rasulüllah efendimiz, nakipleri seçipte tayin ettiği zaman: "Sakın
hiç birinizin aklına bir şey gelmesin! Ben Sa'dece Cibril'in bana işaret ettiği
kimseleri nakib olarak tayin etmiş bulunuyorum" dedi.