Allahü teâlâ'nın:
"Biz, Peygamberlerden mîsâklarını aldığımız
zaman..." [2] âyetiyle ilgili olarak İbn-i Ebî Hatim Tefsîr'înde, Hafız Ebû Nuaym Delâil'inde Katâde'den Hazret-i Peygamberin hadîsini nakleder:
"Ben, hakikatte Peygamberlerin ilki, bi'sette ise
sonuncusuyum..." [3]
Ebû Sehl bin Kattan "Emâlî"sinin bir
cüz'ünde şöyle demiştir: "Ben, Ebû Cafer Muhammed bin Ali'ye sordum:
"Ya İmâm! Peygamberimiz en son gönderildiği halde, O'nun bütün
Peygamberlerin önüne geçmiş olması nasıl oluyor?" Bana şu cevâbı verdi:
"Cenab-ı Hakk, ruhlar âleminde Âdemoğullarından mîsâk alıp ve
onları öz varlıkları üzerine şahit tutup: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğu zaman [4] Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk olarak: "Evet, Sen bizim Rabbimizsin!" cevâbını vermiştir. Böylece O, bütün
Peygamberlerin önüne geçmiştir..."
İmam-ı Ahmed'in Buhârî'nin Târih'inde, Taberanî, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym'in
Meyseratü'l-Fecr'den rivayet ettiklerine göre, o demiştir ki: "Ben ey
Allah'ın Resulü, sen ne zaman Peygamber oldun?" diye sordum. Peygamberimiz
de buyurdular ki: "Âdem ruh ile cesed
arasında iken, ben Peygamber idim."
Yine İmâm-ı Ahmed ile Hâkim ve Beyhekî Irbâd
bin Sâriye'den şöyle rivayet ederler: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat şöyle buyurduklarını duydum: "Gerçekten ben, Allah indinde Ümmül Kitab'da
bütün Peygamberlerin sonuncusu olarak yazıldığım zaman, Âdem, onun yaratılışına
esas olan çamur parçası içinde mayası çalınmak üzere yatmakta idi!"
Ayrıca Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym, yine Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'in şöyle
dediğini rivayet ederler: "Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle soruldu: "Ya Resûlallâh, Peygamberlik
sizin için ne zaman vacip oldu?"
Efendimiz de: "Babamız Âdem'in topraktan yaratılması ile
kendisine rûh üflenmesi arasında..." buyurdu.
Bezzâr, el-Evsat'ında Taberanî ve Ebû Nuaym, eş-Şa'bî tarikinden o da İbn-i Abbâs (radıyallahü anh)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:
"Peygamberimiz'e "Ey Allah'ın Resulü, sen ne zaman peygamer
oldun?" diye soruldu. Peygamberimiz de: "Âdem ruh ile cesed arasında iken" buyurdu.
Ebû Nuaym'in es-Senâbihı'den rivayet ettiğine göre, bir gün Ömer (radıyallahü anh): "Yâ Resûlallâh, siz ne zaman
Peygamber kılındınız?" diye sormuş. Peygamberimiz ise: "Âdem, yaratılışının mayası olan çamurda
yatar iken" demiştir... -Haber
verelim ki, bu rivayet mürseldir-
İbn-i Sa'd'in rivayetine göre de, İbn-i Ebi'l-Ced'â şöyle
demiştir: "Ben, ey Allah'ın Resulü, sen ne zaman Peygamber oldun?"
diye sorduğumda; aldığım cevap şöyle olmuştur: "Ben, Âdem ruh ile cesed arasında iken
Peygamber oldum."
Yine İbn-i Sa'd,
Mutarrif bin Abdullah bin el-Şihhir'den şöyle rivayet etmektedir: "Adamın
biri, Peygamber'e (sallallahü aleyhi
ve sellem): "Sen, ne zaman
Peygamber oldun?" diye sordu. O da cevabında şöyle buyurdu: "Âdem ruh ile çamur arasında iken."
İbn-i Sa'd'in, Amir'den olan rivayeti de şöyledir:
"Adamın biri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Siz ne zaman nebi oldunuz?" diye sormuştu. Efendimizin
verdikleri cevap da şöyle olmuştur: "Benden misâk alındığı ve Âdem'in ruh ile cesed arasında bulunduğu zaman."
Taberani ve Ebû Nuaym,
Meryem el-Gassani'den şöyle rivayet etmektedirler: "Bir arâbi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Ey Allah'ın resulü, senin
Peygamberliğinde ilk şey nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Allah
diğer bütün Peygamberlerden misâk aldığı gibi, benden de misâk aldı. Aynı
zamanda bu hususta, Peygamberler babası İbrahim (aleyhisselâm)'ın duası, Îsâ (aleyhisselâm)'ın müjdesi vardır. Bir de anamın bir rü'yası
vardır ki o da şöyledir: Anam, bu rü'yasında, iki ayağı arasından bir kandilin
çıktığını ve bu kandilin Şam saraylarını aydınlattığını görmüştür..."
Bu hususu gayet ilmi bir şekilde açıklayan Şeyh
Takıyyuddin es-Sübki, "Et-Ta'zim ve'l-Minneh" adlı kitabında diyor
ki: "Canâb-ı Hakk, Kitâb-ı Kerim'inde Peygamberlere hitaben:
"...Mutlaka O'na inanacak ve mutlaka O'na yardım edeceksiniz" [7] diye buyurmuştur. Kurân'ın bu
ayetinde, Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem)'in makamının yüksekliği ve
kadrinin yüceliğine işaret edildiği, asla gizli değildir. Yine aynı ayette
O'nun, onların zamanlarında gönderilmiş olması -veya onların ömürlerinin uzun
olup da O'nun zamanına yetişmiş olmaları- halinde, onların dahi Peygamberi
olacağına da işaret edilmiş olmaktadır. Demekki O'nun nübüvvet ve risâleti, Âdem (aleyhisselâm) zamanından tâ kıyamete kadar umûm halka şâmil
bulunmakta, bütün Peygamberler ve onların ümmetleri de O'nun ümmetinden
sayılmaktadır. Ve O'nun: "Ben, bütün insanlara Peygamber olarak
gönderildim!" hadisi de, yalnız kendi zamanından kıyamete kadar gelecek
olanlara değil, aynı zamanda kendinden önceki insanlara da şamil bulunmaktadır.
Böylece, hem Peygamberimizin bu büyük özelliği, hem de diğer bir
hadislerindeki: "Âdem, ruh ile cesed arasında iken ben Peygamber
idim" beyânı da güzelce anlaşılmış olur.
Bu hususu sırf Allah'ın ilmi nokta-i nazarından
açıklamak isteyenlere gelince: Onlar, bizim burada anlatmaya çalıştığımız bu
önemli inceliği kavrayamamış olan kimselerdir. Zira Allah'ın ilmi, her şeyi
ihata etmiştir. Peygamberimiz'in tâ o vakitte nübüvvet ile vasıflanmış olması
ise; kendisi için Peygamberliğin tâ o zaman dahi sabit bir emir olduğunu ifade
etmektedir. Bu yüzdendir ki Âdem (aleyhisselâm) O'nun adını, Arş üzerinde: "Muhammed Allah'ın
Resulüdür!" şeklinde yazılı olarak görmüştür. İşte bunun, tâ o zaman sabit
bir hakikât olması gerekir. Eğer bunu; sırf ileride Peygamber olacağının
bilinmiş olması manasına alacak olursak, bu taktirde O'nun, "Âdem ruh ile cesed arasında iken Peygamber oluşunun" bir hususiyeti
kalmamış olur.
Zira, diğer Peygamberlerin Peygamberlikleri de, her
zaman için Allah tarafından bilinmekte olan bir şeydir. Halbuki, bizim
Peygamberimiz’in bu hadisleri ile biz ümmetine haber verdikleri böyle bir hususiyetin
sabit olduğu; muhakkak bulunmaktadır. Müslümanlar O'nu, bu hususiyeti ile de
tanıyıp Allah indinde O'nun kadrinin ne kadar yüce oluşuna hakkıyle arif
olurlar da bu sebeble, nice iyilik ve faziletler elde ederler.
SORU:
Eğer dersen ki: "Ben, bu fazilet ve özelliği
iyice anlamak istiyorum. Zira Peygamberlik bir vasıftır ve bununla vasıflanacak
olan zatın, aynı zamanda mevcud olması gerekir. Bu ise ancak, kendisine
Peygamberlik verilecek olan zâtın kırk yaşına baliğ olmasından sonra olur. Bir Peygamber,
henüz kendisi mevcut değilken ve Peygamber olarak da gönderilmiş değilken,
nasıl olur da Peygamberlik ile vesıflandırılabilir? Eğer bu, haddizatında sahih
ise, başkası için de sahih olması gerekmez mi?"
CEVAP:
Bilesin ki, bize, Allahü teâlâ'nın ruhları
cesedlerden evvel yaratmış olduğuna dair hakikatli haberler gelmiştir.
Peygamber Efendimizin: "Ben, Âdem ruh ile cesed arasında iken
nebi idim" sözleri ile; bizzat kendi hakikatine veya rûh-u şerifine işaret
etmiş olmaları mümkündür. Bizim gibiler mücerred akılları ile hakikatleri
kavramakta kusur edebilirler. Hakikatleri ancak, onların ve her şeyin
yaratıcısı olan ve yaratılmışlara ilâhi nuru ile imdad buyuran Yüce Allah
bilir. Sonra, şânı yüce Allah'ın, bu hakikatlerden dilediğini dilediği zaman meydana
getirmesi de mümkindir. Peygamberimizin hakikatine gelince: Demek ki Cenâb-ı
Hakk, O'nun hakikatına daha Âdem yaratılmadan Peygamberlik vasfını
vermiş, O'nu buna layık bir şekilde hazırlamış ve O'nun üzerine bu vasfı ifâza
buyurmuştur. O da, tâ o vakitten beri Peygamber olmuş, adı da "Muhammed
Allah'ın Resulüdür!" diye Arş üzerine yazılmıştır. Cenâb-ı Hakk da O'ndan
Resul diye haber vermiştir. Tâ ki, ins ü cin ve bütün melekler O'nun Allah
indindeki kadr ü kıymetini, üstün kerametini hakkiyle bilsinler. Bilsinler de
bu yüzden nice derece ve faziletlere ersinler.
Evet, O'nun hakikati tâ o zamandan beri mevcuttur,
her ne kadar yüce Allah'ın kendisine ifâza ve imdâd buyuracağı nice şerefli
vasıflar ile sıfatlanacak olan cesid-i şerifinin mevcudiyeti gecikmiş olsa
bile... Hiç şüphesiz gecikme bundadır. Yâni O'nun fânî vücûdunun tekevvününde,
O'nun Peygamber olarak gönderilmesinde, "tebliğ"dedir. Yoksa O'nun
hakikatinde değil...
Diğer keramet (nübüvvet) ehline gelince: Yüce
Allah'ın böyle bir kerameti (nübüvveti), ona sahib olan zâta ifâza ve imdâd
buyurması ise; o zâtın vücûdunun tekevvün etmesinden bir müddet sonra
olmaktadır...
Her vücûda geleni yüce Allah'ın ezelde bilmiş
olmasında ise, asla şüphe yoktur. Bunun böyle olduğu, aklî ve şer'î kesin
deliller ile sabittir... İnsanların Allah'ın ezelde bilmiş olduğu bir şeyi
bilmeleri ise, o şey zuhur edip de kendilerine vâsıl olduktan sonra
olmaktadır... Daha önce bilmeleri, mümkün olmamaktadır... Nitekim Sevgili
Peygamberimizin Peygamberliğini de, Cebrâîl (aleyhisselâm)'ın kendisine gelip Kur'ân'dan âyetler getirdiği
zaman bildikleri gibi...
Cenâb-ı Hakk'ın malûmatı -ezelde bildikleri-
cümlesinden olan bir şey; aynı zamanda O'nun fiillerinden bir fiildir; O'nun
kudretinin ve irâdesinin eserlerinden bir eserdir... Ve bu eser, kendisiyle
vasıflanan özel bir mahalde zuhur eder... Yâni burada iki mertebe söz
konusudur. Birincisi: Sâdece delîl ve bürhân ile bilinmektedir, ikincisi: Gözle
görülecek şekilde zuhur etmektedir... Bu iki mertebe arasında ise Allah'ın
irâde ve ihtiyarı ile zuhura gelecek olan birtakım vasıtalar bulunmaktadır.
Bunlar, Allah'ın fiilleri olan öyle vasıtalardır ki, bazısı özel bir mahalde
zuhur eder... Bazısı ise, özel bir mahal içip haddizatında hâsıl olmakla
beraber, hiç bir kimse için zahir ve malûm olmayabilir... Yâni, husûsî bir
mahalde zuhur eden bir kemâl ve keramet (nübüvvet); yâ bu mahallin yaratıldığı
andan itibaren ona mukârin olarak mevcut bulunur, yahut da bir müddet sonra
vücûda gelir... Böyle olmakla beraber, eğer "muhbir-i sâdik"ın haber
vermesi olmasa, bizim bu hususta hiç bir bilgimiz olamaz...
Hiç şüphesiz Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün yaratılmışların en hayırlısıdır. Hiçbir
kimse için, O'nun kemâl ve kerametinden daha büyük bir kemâl ve keramet olamaz!
Yine O'nun husûsî mahal ve makamından daha şerefli bir makam da bulunamaz! İşte
biz, böyle bir kemâl ve kerametin Âdem yaratılmadan önce
Peygamberimiz için sabit olduğunu, sahîh haber ile, yâni O'nun bize haber
vermesi ile bilmiş bulunuyoruz. Şüphesiz bu keramet ve hususiyet O'na, Allah (celle
celalühü) tarafından verilmiş ve Allah O'nu, tâ o vakitte Peygamber kılmıştır.
Sonra, bu hususta diğer Peygamberlerden "mîsâk" almış ve O'nun,
kendilerine mukaddem olduğunu, hepsinin nebisi ve resulü bulunduğunu da onlara
bildirmiştir."
Şânı yüce Allah, Peygamberimiz'e ve diğer
Peygamberlere salât ü selâm eylesin, gerçekten bizim Peygamberimiz için diğer
Peygamberlerden mîsâk alınmış olmasında büyük bir hikmet ve incelik bulunmaktadır...
Sanki bu, halîfelerin tebeasından bîat yemini almasına benzemektedir... İhtimal
ki halîfelerin halkından kendilerine itaat edeceklerine dair aldıkları bu bîat
yemîni de, diğer Peygamberlerden bizim Peygamberimiz'e itaat edeceklerine dair
alınmış bulunan bu mîsâk olayına dayanmaktadır... İşte bu inceliği nazar-ı
itibâra alarak Cenâb-ı Hakk'ın, sevgili Peygamberimiz'in kadrini ne kadar
yüceltmiş olduğunu güzelce anlamaya çalış... Bunu anladığın zaman, sevgili
Peygamberimizin Peygamberler Peygamberi olduğunu da anlamış ve kabul etmiş
olursun... O, Peygamberler Peygamberi olduğu içindir ki, yarın ahîrette bütün
Peygamberler O'nun Livâü'l-Hamd sancağı altında toplanacaklardır. Ve O, daha
dünyamız da iken de Leyle-i Mi'râc'da Peygamberlerin önüne geçip onlara namaz
kıldırmıştır...
İşte bunun içindir ki, eğer O'nun gelişi Âdem, Nûh, Ibrâhîm, Mûsâ veya Îsâ Peygamberlerden (Allah'ın selâmı hepsinin
üzerine olsun!) herhangi birinin zamanına rastlamış olsaydı, onlara ve onların
ümmetlerine O'na imân etmeleri ve O'na destek olmaları farz olurdu. Çünkü şânı
yüce Allah, onlardan bu hususta mîsâk almıştır...
Demek ki, O, manen bütün Peygamberlerin ve onların
ümmetlerinin dahî nebîsi ve resulü bulunmaktadır. Sadece iş, O'nun onlarla
birlikte bulunmasına, onların zamanında mevcut olup-olmamasına kalmaktadır...
Yâni işin gecikmesi; onların vücutları ile ilgili bulunmaktadır. Yoksa onların
bu ilâhî ve manevi hikmetin iktizâsı ile vasıflanmamış olmalarından değil...
Unutmamamız lâzımdır ki, husûsî bir mahallin bir fi'li (veya vasfı) henüz kabul
etmemiş olması ile, kabul edecek olanın kabul etme ehliyetinin olup-olmaması
arasında fark vardır... Bahsimizde ise, hem failin ehliyeti bakımından, hem de
Peygamber Efendimizin zâtı cihetinden bir tavakkuf, gecikme (veya)
ehliyetsizlik söz konusu değildir. Gecikme sadece vücût itibariyle olup buna
şümülû ve ilgisi bulunan zamanın gelip gelmeme sindedir. Yani eğer O, onların
asrında mevcut olsa, hiç şüphesiz onların da O'na uymaları gerekir. İşte bu
yüzdendir ki Îsâ Peygamber, âhir zamanda geldiği zaman O'nun şeriati üzerinde
bulunacaktır. Halbuki kendisi de kerem sahibi bir Peygamberdir... Yoksa bazı
kimselerin zannettikleri gibi, Hazret-i İsâ, bu ümmetten bir ferd olarak
gelecek değildir.
Evet, Hazret-i Îsâ da yukarıda anlattığımız
manâda, bu ümmetten biri sayılır... O, ancak Peygamberimiz'in şerîati ile,
kitap ve sünnet ile amel edilmesini emredecektir. Kitap ve sünnetteki bütün
emir ve nehiyler, diğer bütün Peygamberleri ilgilendirdiği gibi, Hazret-i
Îsâ'yı da ilgilendirmektedir. Bu onun Peygamberlik kerem ve şânından da hiçbir
şey eksiltmeyecektir. Bu böyle olduğu gibi, şayet Peygamber Efendimiz onun
zamanında veya Hazret-i Musa'nın zamanında, İbrâhim veya Nuh'un zamanlarında
gönderilmiş olsaydı, bu Peygamberler kendi ümmetlerinin Peygamberleri oldukları
gibi, aynı zamanda Peygamberimiz de onların üzerinde onların Peygamberi
olacaktı; hepsinin nebîsi ve resulü bulunacaktı. Demek ki bizim
Peygamberimiz'in Peygamberliği, bütün Peygamberlerinkinden daha şümullü, daha
umûmî, daha büyük bulunmaktadır. Aynı zamanda O, onların şerîatleriyle de
"usûl" (temel esaslar) bakımından müttefik bulunmaktadır. Çünkü
şeriatler usûl bakımından birbirinden farklı değildir...
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in şerîatinin, teferruata âit hükümler
bakımından diğer şeriatlerden üstün olmasına gelince:
Bu, yâ tahsis ya da nesih yoluyla olmaktadır...
Yahut da bunların her ikisi de olmaz, fakat diğer Peygamberlerin kendi
zamanlarında kendi ümmetlerine getirdikleri bir hüküme nisbetle, bizim
Peygamberimiz'in şu zamanda getirdiği bir hükmün arasındaki (zamanlar ve
şahıslar bakımından) görülmesi kaçimlmaz olan fark itibariyle olur... Biz,
burada izahına çalıştığımız böyle bir hikmet ve inceliğin mevcudiyetine vâkıf
olduktan sonradır ki, aşağıda ki iki hadisin manâları da bizce aydınlığa
kavuşmuştur...
Halbuki daha önce her iki hadisin manâları da bizce
aydınlığa kavuşmuştur... Halbuki daha önce her iki hadisin gerçek manaları
tarafımızdan iyice anlaşılamamıştı...
Bu iki hadisten birincisi: hadisi olup ikincisi
de: hadîs-i şerifidir.
Biz önceleri,
"Ben, bütün insanlara Peygamber olarak gönderildim!" mealindeki
birinci hadîsi, "O, kendi zamanından tâ kıyamete kadar ki zamanın
Peygamberidir" şeklinde anlıyorduk. Halbuki hadîsin esas manâsı: "O, Âdem'den tâ kıyamete
kadar bütün insanların ve bütün zamanların Peygamberidir!" şeklinde
olmalıdır. İkinci hadisi de önceleri: "O'nun tekaddümü, Allah tarafından
malûm ve mukadderdir" diye anlıyorduk. Halbuki esas manâ, bundan çok
farklı ve fazla imiş... Nitekim yukarıdan beri izahına çalıştık. Bu izahın
özeti ise: O, diğer Peygamberlerin herhangi birinin zamanında Peygamber olarak
gönderilmesi halinde, onlar ve onların ümmetleri mutlaka O'na uyacaklar ve O'na
destek olup yardım edeceklerdir!... O, böyle bir vazife ve vasıf için
ehliyetli, onlar da buna me’mûr ve mükelleftir... Mesele, bir hükmün, şartına
talik edilmesi kabîlindendir. Hükümler, şartlarına ta'lik edilir. Fakat bu
ta'lik, bazan tasarrufu kabul edecek olan mahal itibariyle olur... Bazen de o
mahalde tasarruf edecek olan fail itibariyle olur. Bahsimizle ilgili olan
ta'lik ise, sadece tasarrufu kabul edecek olan mahal itibariyledir. Burada bu
mahal; kendilerine Peygamber gönderilecek olan kimselerdir ve onların bunu
dinleyip kabul etmeleridir... Onlara hitap edecek olan zât-ı şerifin maddeden
mevcut olması ise, bir temsil ile şuna benzemektedir:
Bir aile reisi, yâni
baba; kendi kızını evlendirivermesi için bir adama vekalet verir... O adama
hitaben der ki: "Kızımı, kendisinin dengini bulduğun zaman
evlendirebilirsin. Sana bu hususta vekâlet veriyorum!" İşte bu babanın o
adama bu şartla vekâlet vermesi sahih olmuştur ve o adamın vekâlet ehliyeti de
böylece sabit olmuştur... Şimdi o adam bu vekâleti, kendisine vekâlet verenin
kızının dengini bulduğu zaman kullanacaktır. Üzerinde taşıdığı vekâlet sıfatını
da, o zaman tasarruf edecektir. Bakarsınız kızın dengini bulmakta hayli
gecikmiş olabilir... Fakat bu gecikme yüzünden ne vekâletine bir zarar gelir,
ne de vekâletin sıhhatinde bir eksilme olur...
(Muhterem okuyucu,
Allâme Sübkî'nin bahsimizle ilgili izahı, burada sona ermiştir. Her şeyi,
yüceler yücesi Allah daha iyi bilir) (Süyûtî).
Hâkim, Beyhekî, Taberânî (el-Sağir'inde), Ebû
Nuaym
ve İbn-i Asâkir, Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet
ederler. O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz şöyle buyurdular: "Âdem (aleyhisselâm) Cennette malûm
hatayı işlediği zaman, "Yâ Rabbi! Beni, has kulun Muhammed hürmetine
bağışla!" diye duâ etti. Allah da kendisine: "Yâ Âdem, Muhammed'i nasıl tanıdın?"
diye sordu.
Âdem şöyle cevap verdi:
"Yâ Rabbi! Sen beni yarattığın ve ruhundan bana üflediğin zaman, başımı
kaldırıp yukarı bakmıştım. İşte o sırada Arş'ın sütunları üzerinde: "Lâ
ilahe illallah! Muhammedün Resûlüllah" diye yazılı olduğunu gördüm. Bildim
ki Sen, kendi adının yanına ancak en sevgili kulunun ismini koyarsın."
Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk: "Evet yâ Âdem, doğru söyledin. Eğer Muhammed olmasaydı, Ben seni
yaratmazdım..." diye buyurdu.
İbn-i
Adiy
ve İbn-i Asâkir Enes'ten şu rivayeti naklederler. O şöyle
demiştir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Ben, mi'râc
gecesinde arş'ın sâkında; "Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed Allah'ın
resulüdür ve ben O'nu Ali ile te'yîd eyledim" diye yazılı olduğunu
gördüm."
Yine İbn-i
Asâkir
Ali'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Resûlüllah buyurdu: Ben mi'râc
gecesinde Arş'ın üzerinde; "Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed Allah'ın
resulüdür! Ebû Bekir gerçekten sıddîktir, Ömer fâruktur, Osman da iki nûr
sahibidir!" şeklinde yazılı olduğunu gördüm."
Ebû Yâ'lâ, Taberanî, İbn-i
Asâkir
ve Hasan bin Arafa Ebû Hüreyre'den şunu naklederler. O demiştir ki:
"Resûlüllah buyurdular ki: "Ben mi'râc gecesi semaya çıktığımda her
semâda adının "Muhammed Allah'ın resulüdür" diye yazılı olduğunu
gördüm. Benden sonra halîfe Ebû Bekir olacağını da..."
Hafız Bezzâr ise, İbn-i
Ömer
tarîkinden şu mealde bir rivayet sevketmiştir: "Resûlüllah buyurdu: Ben mi'râc
gecesi semâlara çıktığımda, her bir semâda adının "Muhammed Allah'ın
resulüdür!" diye yazılı olduğunu görmüşümdür."
Darekutnî, Hatıb ve İbn-i
Asâkir
Ebû'd-Derdâ'dan şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu
ki: "Ben mi'râc gecesi Arş'ta bir yeşil yaygı gördüm, üzerinde beyaz bir
nur halinde şöyle yazılı idi: "Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed Allah'ın
resulüdür! Ebû Bekir sıddîktır. Ömer de fâruktur!"
İbn-i
Asâkir
Câbir'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Cennetin kapısında: Lâ ilahe
illallah Muhammedün Resûlüllâh!" yazılı olduğu bir hadislerinde Resûlüllâh
tarafından bildirilmiştir.
Ebû
Nuaym'in
Hılye'sinde İbn-i Abbâs'tan rivayet ettiğine göre de, Resûlüllâh şöyle
buyurmuştur: "Cennette mevcut her bir ağacın her yaprağında: Lâ ilahe
illallah, Muhammedün Resûlüllâh" diye yazılıdır."
Hakim, sahihtir kaydiyle İbn-i
Abbâs'tan
rivayet eder. O demiştir ki: "Allahü teâlâ Îsâ (aleyhisselâm)'a şöyle vahyetmiş:
"Muhammed'e imân et ve ümmetinden her kim O'na yetişecek olursa, O'na imân
etmelerini de kendilerine emret! Eğer Muhammed olmasaydı, ne Âdem'i yaratırdım, ne
cenneti ne de cehennemi... Ben arşı yarattığım zaman o su üzerinde izdırâb
etti... Ben de, üzerine "Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed Allah'ın
resulüdür" diye yazdım, bunun üzerine arş sakin oldu..."
Not: Hafız Zehebî:
"Bu rivayetin râvileri arasında Amr bin Evs vardır ve kim olduğu
bilinmemektedir" demiştir. (Suyûtî).
İbn-i
Asâkir
Ebû'z-Zübeyr tarikiyle Câbir'in şöyle dediğini rivayet eder: "Âdem (aleyhisselâm)'ın iki omuzu
arasında: "Muhammed Allah'ın resulüdür ve bütün Peygamberlerin
hâtemidir" diye yazılmıştır."
Taberanî'nin Ubâde bin
Sâmit'ten naklettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Peygamber Süleyman bin Davud'un yüzüğünün kaşı semavî idi ve nakşında şu
yazı vardı: Ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım! Muhammed de benim
kulum ve resûlümddür!"
Ukaylî ile İbn-i Adiyy'in Cabîr'den
sevkettikleri rivayet ise şöyledir: "Resûlüllâh buyurdu: "Davud'un
oğlu Süleyman'ın yüzüğünün nakısında şunlar yazılı idi: "Lâ ilahe illallah
Muhammedün resûlüllâh = Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed de Allah'ın
resûlü'dür."
Ebû Nuaym (Hılye'sinde) ve İbn-i Asâkir Atâ'dan o da Ebâ Hüreyre'den şöyle rivayet eder: O demiştir ki: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: Âdem, cennetten çıkarıldığı zaman Hind'e (oradaki Serendip arzına) indi ve yalnızlık sebebiyle korktu... O sırada Cebrâîl (aleyhisselâm) inerek ezan okudu: "Allahü Ekber Allahü Ekber! Eşhedü enlâilâhe illallah (iki defa), eşhedü enne Muhammeden resûlüllah (iki defa) diyerek nida etti. Âdem ona sordu: "Muhammed kimdir?" Cebrâîl de: "Senin evladından Peygamber olanların en sonuncusudur" diyerek cevap verdi..."
Bezzâr Ali'den nakleder. O şöyle demiştir: "Allahü teâlâ Peygamberimiz'e Ezân'ı öğretmek istediği zaman, Cebrâîl Burak'a binerek geldi. Burak, önce O'nu bindirmemek istedi... Cebrâîl ona dedi ki: "Sakin ol yâ Burak! Allah'a yemin ederim ki Allah indinde Muhammed'den daha kerim olan birisi sana binmiş değildir. Peygamberimiz Burak'a binerek tâ ilâhî huzura kadar yükseldi... O orda dururken perde arkasından bir melek çıkıp: "Allahü Ekber Allahü Ekber!" dedi... Perdenin arkasından o meleğe cevaben: "Kulum doğru söyledi, gerçekten Ben'den başka ilâh yoktur!" denildi... Melek tekrar: "Ben şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın resulüdür" diye şehâdette bulunduv. Kendisine yine perde arkasından o meleğe cevaben: "Kulum doğru söyledi, ben Muhammed'i resul olarak gönderdim" denildi... Melek: "Hayye ales-salâh, hayye alal-felâh! kad kâmetis-salâh!" dedi ve devamla: "Allahü ekber Allahü ekber!" diye nida etti... Perde arkasından: "Kulum doğru söyledi, ben en büyüğüm, ben yegâne büyük olanım!" denildi... Sonra melek: "Lâ ilahe illallah" kelime-i tevhidi ile ezanı bitirdi... Perde arkasından da: "Kulum doğru söyledi! Gerçekten benden başka ilâh yoktur!" diye cevap verildi...
Sonra Melek Muhammed (aleyhisselâm)'ın elinden tutarak O'nu ileri götürdü, biraz daha ilâhî huzura yaklaştırdı... Semâvât ehline gelince... Âdem ve Nuh gibi Peygamberler de o zaman gökdekilerin arasında bulunuyorlardı... İşte o gün, şanı yüce Allah sevgili resulünün şerefini, gerek gök ehli olanlara karşı, gerek yer ehli olanlara karşı kemâle erdirmiştir..."
Şânı Yüce Allah
Kitâb-ı Kerîminde buyuruyor ki:
"Allah
Peygamberlerden şöyle söz almıştı: "Bakın, size kitap ve hikmet verdim,
sonra yanınızda bulunan kitapları doğrulayıcı bir Peygamber geldiğinde, ona
mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? ve
bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?" demişti. "Kabul
ettik" dediler."O halde şahit olun, Ben de sizinle beraber şahit
olanlardanım." dedi. [17]
İbn-i
Ebî Hatim,
bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak es-Süddî'den naklen şöyle der: "Nuh (aleyhisselâm)'dan beri her bir
Peygamberden Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'a inanacakları ve
O'na yardım edeceklerine dâir mîsâk alınmış olduğu gibi, her bir Peygamber de
kendi ümmetlerinden bu hususta misâk almış ve onlara: "Siz sağ iken O size
gönderilmiş olursa, mutlaka O'na inanacak ve mutlaka O'na yardım
edeceksiniz!" demiştir..."
İbn-i
Asâkir,
Küreyb'in İbn-i Abbâs tarîkinden sevkettiği bir rivayeti nakleder... İbn-i
Abbâs
demiştir ki: "Cenâb-ı Hakk, Âdem'den itibaren her Peygambere Sevgili Habîbi'ni
takdim eder (O'na inanıp yardım etmeleri hakkında onlardan mîsâk alır...),
Ümmetler de O'nu birbirine müjdeler ve O'nun kendi aralarından çıkmasını
beklerdi. Nihayet yüce Allah O'nu ümmetlerin en hayırlısı içinden çıkardı, en
hayırlı zamanda Peygamber olarak gönderdi, en hayırlı ve en güzide arkadaşları
da O'na ashâb kıldı... O, beldelerin en hayırlısı olan Mekke'de doğdu, orada
büyüdü ve kırkında kendisine ilâhi elçilik vazifesi verildi... Burası, Hazret-i
İbrahim (aleyhisselâm)'ın haremi idi... Sonra O'nu oradan çıkarıp
Taybe'ye (mübarek Medine şehrine) göç ettirdi... Dînini orada yerleştirdi...
Burası da Muhammed (aleyhisselâm)'ın haremi oldu... Harem-i Şerîf’den Peygamber
olarak gönderildi, harem-i şerife hicret etti..."
İmam İbn-i Cerîr
tefsirinde Ebû'l-Aliye'den naklediyor. O şöyle diyor: "İbrahim (aleyhisselâm)'ın -Kabe'nin duvarlarını
yükseltirken- şöyle bir duası olmuştur:
Bakara Sûresi'nin
129. âyetinde geçen O'nun bu duası şu mealdedir: "Ey Rabbimiz! Onlara
kendi içlerinden bir resul gönder..." O'nun bu duasına karşılık denildi
ki: "Yâ İbrâhim, duan kabul edilmiştir! O resul, âhir zamanda
gelecektir."
Ahmed, Hâkim ve Beyhekî Irbâz bin Sâriye'den
şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem):
"Ben, İbrâhîm (aleyhisselâm)'ın duası ve Îsâ (aleyhisselâm)'ın müjdesiyim!"
buyurdular.
İbn-i
Asâkir
ise, Ubâde bin es-Sâmit'den naklen şöyle rivayet eder: - O demiştir ki:
"Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın resulü! Bize kendinden bahseder
misin?" denildi. Efendimiz de buyurdular ki: "Ben, İbrâhim (aleyhisselâm)'ın duasıyım... Benim
geleceğimi en son müjde eden ise, Îsâ bin Meryem olmuştur... Her ikisine de Allah'ın
salât ve selâmı olsun!..."
Tabakât sahibi İbn-i
Sa'd,
Dahhâk tarîkinden gelen bir rivayeti şöyle kaydeder: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdular
ki: "Ben İbrahîm (aleyhisselâm)'ın duasıyım! O, Kabe'nin temellerini yükseltirken
şöyle duâ etmişti: "Ey Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden bir resul
gönder!..." İşte Cenab-ı Hakk, O'nun bu duasını kabul buyurmuş ve Kabe'nin
binasını tamamlamayı O'na nasîb eylemiştir..."
İbn-i Sa'd Tabakât'ında İbn-i Abbâs'tan rivayetle şöyle diyor: "İbrahim (aleyhisselâm)'a Hâcer'i götürmesi emredildiği zaman, Cebrâîl Burak ile geldi ve onları bindirdi... Giderken, sulak ve verimli ovalara rastladıkça "Burada indir yâ Cebrâîl" diyordu... Cebrâîl de "Hayır!" diyerek cevaplıyordu... Nihayet Mekke'ye geldiler. Cebrâîl: "İn yâ İbrahîm" dedi. O da: "Ağacı ve bitkisi olmayan bir yere mi?" dedi. Cebrâîl: "Evet yâ İbrahîm, buraya ineceksin. Çünkü senin zürriyetinden gelecek ve Yüce Kelime'yi tamamlıyacak olan âhir zaman Peygamberi, buradan çıkacaktır" diye karşılık verdi..."
Yine İbn-i Sa'd Şa'bîden naklen şöyle demiştir: "İbrahîm (aleyhisselâm)'a indirilen kitapta;"Yâ İbrahim, senin neslinden nice milletler gelecek nihayet, Hâtemü'l-Enbîyâ = en son Peygamber olan Nebiyy-i Ümmî gelecek" diye bir beyan da vardı."
Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'den ise şöyle rivayet eder: "Hâcer validemiz, Şam diyarından oğlu İsmâîl ile çıktığı zaman biri kendisine karşı şöyle demişti: "Yâ Hâcer, bil ki senin şu oğlun, nice milletlerin babasıdır ve o milletlerin birinden Harem'de ikâmet eden âhir zaman Peygamberi gelecektir."
Yine İbn-i Sa'd, aynı tarîkden şöyle rivayet eder: "Cenâb-ı Hakk, Yakûp (aleyhisselâm)'a şöyle vahyetmiştir: "Ey Yâkûp, ben senin zürriyetinden birçok hükümdarlar ve Peygamberler göndereceğim... Fakat sonunda Harem-i Mekke'den çıkacak olan Peygamber (Muhammed)i göndereceğim. O'nun ümmeti Kudüs'deki mescidin binasını yenileyecektir. O, bütün Peygamberlerin sonuncusu olarak gelecek ve adı Ahmed olacaktır..."
İmâm-ı Taberânî Ebû Ümâme'den
naklediyor. O şöyle diyor: "Ben Resûlüllâh'tan işittim, O şöyle diyordu:
"Ma'd bin Adnan'ın çocuklarının sayısı kırka ulaştığı zaman, bunlar Mûsâ (aleyhisselâmym askeri içine
dalarak onların mallarından aldılar... Mûsâ bunlara beddua etti. Cenab-ı Hakk
kendisine vahiy ederek dedi ki: Yâ Mûsâ onlara beddua etme! Çünkü onların
içinde kötü yolda gidenleri korkutan, iyi yolda gidenleri müjdeliyen Nebiyy-i
Ümmî gelecek... Ve kendilerine merhamet olunan Ümmet-i Muhammed zuhur
edecektir... Bu, öyle bir ümmet olacaktır ki, Allah'tan gelen az rızka razı
olacaktır... Allah da kendilerinin az amellerinden razı olacaktır... Ve onları
"Lâ ilahe illallah" Kelime-i Tevhîd'i ile cennete koyacaktır... Bu
ümmetin Peygamberi: Abdülmuttalib'in torunu, Abdullah'ın oğlu Muhammed
olacaktır! Muhammed ahlâkında son derece tevâzû, sahibi, son derece akıllı,
hikmetle konuşan, hilim ve vakar sahibidir... Ben O'nu, Kureyş'in en hayırlı
kolundan ve o kolun en seçkin ailesinden çıkaracağım! O, bir kul olarak, en
hayırlı aileden en hayırlı ümmete Peygamber olacaktır! O ve O'nun ümmeti, hayra
doğru yürüyecek ve hayrı bulacaktır..."
Yüce Allah Kur'ân'da
buyuruyor ki:
"O gerçek mü’minler
ki onlar, yanlarındaki Tevrat ve incil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî
Peygambere uyarlar..." [23]
Yüce Allah bir
âyetinde de şöyle buyuruyor:
"Muhammed,
Allah'ın elçisidir. O'nun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi
aralarında ise merhametlidirler. Onların, rükû ve secde ederek Allah'ın lütuf
ve rızâsını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları
vardır. Onların Tevrat'taki vasıfları, İncil'deki vasıfları da şudur: Bir ekin
gibidirler ki, o ekin filizini çıkarmış ve o filizi güçlendirmiştir... " [24]
İmâm-ı Buhârî, Ata bin Yesâr'dan
şöyle rivayet eder: "Ben, Amr İbn-i As'ın oğlu Abdullah ile
karşılaştığımda ona: "Ey Abdullah, bana Resûlüllâh'ın sıfatından bahseder
misin?" diye ricada bulundum. O da bana: "Peki bahsedeyim. Allah'a
yemin ederim ki O, Kur'ân'da bahsedilen: "Ey O şânı büyük Peygamber! Biz
seni şâhid, mübeşşir ve nezîr olarak gönderdik!" [25]gibi
sıfatlarının bâzısı ile, Tevrat'ta dahi vasıflandırılmış bulunmaktadır... Hattâ
Tevrat'ta: "Biz seni ümmilere koruyucu olarak da gönderdik! Sen benim hâs
kulumsun ve elçimsin! Ben sana "el-Mütevekkil" diye de ad verdim ki
sen, sert tabiatlı ve şiddetli değilsin; sokaklarda bağırmazsın... Kötülüğe
kötülük ile değil, iyilik ile karşılık verirsin, affeder hoş görürsün... (Ey
Tevrat okuyanlar! İyi biliniz ki:) yüceler yücesi Allah, O'nun vâsıtası ile
eğri giden milleti doğrultmadıkça, onlar: Lâ ilahe illallah! diyerek bu ilâhi
tevhîd ile doğru yolu bulmadıkça, O'nun vâsıtası ile kör gözleri açmadıkça,
sağır kulakları işitir hâle getirip, kilitli kalbleri de açmadıkça kendisine
ölüm vermiyecektir! Bunlar gerçekleşmedikçe O'nu dünyadan âhirete
göçürmeyecektir!... diye de, O'nun hakkında vasıflandırmalar vardır."
İbn-i
Asâkir
Muhammed bin Hamza tarikinden "Târîk-i Dımaşk" adlı kitabında şöyle
rivayet eder, O demiştir ki: "Büyük dedem Abdullah bin Selâm, Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem)'in
Mekke'de çıktığını duyduğu zaman, O'nunla karşılaşmak istemiş, O'nun yanına
gitmiştir... Peygamberimiz kendisine: "Sen, Abdullah bin Selâm'sın ve
Yesrib (Medine) halkının âlimisin!" buyurmuştur. Dedem de "Evet"
demiştir. Peygamberimiz ona "Ey Abdullah, Allah aşkına doğru söyle,
Allah'ın Musa'ya indirdiği Tevrat'ta benim vasfım yok mudur?" demiş. O, bu
soru karşısında demiş ki: "Yâ Muhammed! Bana Rabbinden bahset!" Tam
bu sırada Cebrâîl gelip: "de ki: Allah ehaddir, Allah
samed'dir! Doğurmamış ve de doğurulmamıştır! Hiçbir şey O'nun dengi
olmamıştır" mealindeki îhlâs Sûresinin âyetleriyle cevab vermesini
söylemiştir. Peygamberimiz de bu âyetleri okuyarak cevaplamıştır...
İşte bunun üzerine
büyük dedem Abdullah bin Selâm: "Şehâdet ederim ki Sen, Allah'ın
resulüsün! Gerçekten Allah sana yardım edecek ve senin elinle İslâmı diğer
dinlerin üzerine çıkaracaktır. Ben senin sıfatını Tevrat'ta: "Ey
Peygamber, Biz seni şâhid, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik! Sen benim
kulum, resûlümsün! Sana el-Mütevekkil adını verdim, sen sert ve şiddetli
değilsin, sokaklarda bağırır değilsin, kötülüğe iyilikle karşılık verirsin,
affeder bağışlarsın... Allah, eğri milleti O'nunla doğrultmadıkça, onlar:
"Lâ ilahe illallah!" Kelime-i Tevhidi ile doğru yolu bulmadıkça;
O'nun vâsıtası ile kör gözleri açmadıkça, işitmeyen kulakları işitir hâle
getirip kapalı kalbleri açmadıkça, O'nu dünyadan âhirete göçürmeyecek, O'nu
vefat ettirmeyecektir!" şeklinde bulup okumuşumdur" demiştir.
İbn-i
Asâkir
daha sonra Zeyd bin Eşlem tarikından şöyle rivayet eder: "Abdullah bin
Selâm demiştir ki: "Resûlüllâh'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Tevrat'taki sıfatı
şöyledir: "Yâ Muhammed, Biz seni şâhid ve mübeşşir olarak
gönderdik..." O böyle demiş ve yukarıdaki rivayeti sonuna kadar
anlatmıştır."
Benzeri bir rivayeti
Dârimî ve Beyhekî de Atâ bin Yesâr'dan rivayet etmiştir... Dârimî
ile İbn-i Asâkir'in Ka'b'dan sevkettikleri bir rivayette ise Ka'b
şöyle demiştir: "Birinci satırda şunlar yazılı idi: "Muhammed
Allah'ın resûlü'dür! Allah'ın seçilmiş kuludur, huysuz ve sert tabiatlı
değildir, sokaklarda çağırıp-bağırmaz, kötülüğe kötülükle karşılık vermez,
bağışlayıp iyilikle karşılık verir... Doğum yeri Mekke, hicret yeri Medine'dir.
Mülkü de Şam'da olacaktır..." îkinci satırda da: "Muhammed Allah'ın
resûlü'dür! O'nun ümmeti, çok hamdediciler olup darlık ve genişlik zamanlarında
hep Allah'a hamdederler... Yegâne büyük olarak Allah'ı tanıyıp hep O'nu tekbîr
ederler... Vakti gözetirler, vakti gelince hemen namazlarını kılarlar...
Kemerlerini sıkarlar, etraflarını temiz tutarlar; geceleri aşk ve şevkle
yaptıkları ibâdetle, semâ boşluğunda iniltili ses dalgaları meydana
gelir..." şeklinde yazı vardır..."
Dârimî, İbn-i
Sa'd
ve İbn-i Asâkir'in Ebû Ferve'den onun da İbn-i
Abbâs'tan
rivayetinde ise, şu fark vardır: "Ka'b, Peygamberimizin Tevrat'taki
sıfatına dâir İbn-i Abbâs'ın sorusuna karşılık; aynı şeyleri söyledikten
sonra: "...ve onlar -yâni O'nun ümmetleri- namazlarını kılarken harp
düzeninde saf bağladıkları gibi saf tutarlar... Mescidlerindeki ibâdetlerinden,
arı kovanından duyulan inilti gibi iniltiler duyulur... Okunan ezanları, tâ
semâlara çıkar..." diye bilgi vermiştir..."
Zübeyr bin Bekkâr ve Ebû
Nuaym,
Abdullah İbn-i Mesûd'dan rivayet ederler ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Tevrat'ta
kendi vasıflarına dâir yazılanları ve ümmetinin "Ümmet-i Hammâd = Her hâl
ü kârda Allah'a hamd eden bir ümmet" olduğunu anlattıktan sonra;
"...ve onların indileri yâni kitapları kalblerindedir... Savaşta saf
tuttukları gibi, namazlarında da saf tutarlar... Onlar, öz canlarını Allah
yolunda feda ederek Allah'ın yakınlığını kazanırlar... Onlar, geceleri râhib,
tâat ve ibâdette; gündüzleri ise arslan kesilirler.., Allah yolunda canlarbaşla
cihâd ederler..." buyurdu."
İbn-i
Sa'd
ve sahihtir kaydıyla Hâkim,
Beyhekî ve Ebû Nuaym Âişe'den (radıyallahü
anh) rivayet ederler ki, o şöyle demiştir: "Peygamberimizin vasfı İncil'de
şöyle yazılmıştır: "Muhammed Allah'ın resulüdür, huysuz ve sert tabiatlı
değildir, kötülüğe aynen karşılık vermez, affeder ve bağışlar!"
Beyhekî ile Ebû
Nuaym,
Ebû'd-Derdâ'nın hanımı Ümmü'd- Derdâ'dan şöyle naklediyorlar: O demiştir ki:
"Ben Ka'b'a sordum: "Söyler misin, siz Resûlüllâh Efendimiz'in sıfatını
Tevrat'ta nasıl buldunuz?" Cevabında Ka'b dedi ki: "Biz O'nu şu
şekilde vasfedilmiş olarak bulduk: "Muhammed Allah'ın resulüdür! O'nun adı
Allah'a hakkiyle tevekkül eden'dir. O, katı ve sert huylu değildir. Sokaklarda
çağırıp bağırmaz da... O'nun eline (manevi) anahtarlar verilmiştir ki, Allah
bunlar ile görmeyen gözleri açsın, duymayan kulakları duyursun, eğri konuşan
dilleri yine bunlar ile doğrultsun diye... Tâ ki en sonunda onlar, O'nun
sayesinde: "Lâ ilahe illallah vahdehû lâ şerike leh! = Allah'tan başka hiç
bir ilâh yoktur! O birdir ve O'nun hiç bir ortağı yoktur!" diye şehâdet
ederler... Ve O, yâni Muhammed; zulme uğrayanın yardımcısıdır, zayıfdır diye
mazluma yüklenilmesine asla müsâade etmez!..."
Hafız Ebû
Nuaym,
Ebû Hüreyre'den şu rivayeti nakletmiştir: "Resûlüllâh bir defasında
buyurdular ki: Mûsâ (aleyhisselâm), kendisine Tevrat nazil olduğu ve onu okuduğu
zaman onda şu ümmete âid vasıfları görünce: "Yâ Rabbi, ben Tevrat'a âid
levhalarda, en son geldikleri halde en başa geçen bir ümmet buluyorum. Bu
ümmeti bana ümmet eyle!" diye duada bulundu. Cenâb-ı Hakk kendisine:
"Bu ümmet, habîbim Ahmed'in
ümmetidir" buyurdu... Mûsâ dedi ki: "Yâ Rabbi! Ben levhalarda icabet
eden ve kendilerine icabet olunan bir ümmet buluyorum. Bu ümmeti bana ümmet
eyle!" Yüce Allah kendisine: "Bu, Ahmed'in ümmetidir" buyurdu.
Mûsâ: "Yâ Rabbi! Ben levhalarda kitapları kalplerinde olan ve onu ezbere
okuyan bir ümmet görüyorum. Onu bana ümmet kıl!" diye niyaz etti...
Kendisine: "Bu, Ahmed'in
ümmetidir" denildi... Mûsâ: "Yâ Rabbi! Ben levhalarda kendilerine
ganimet helâl kılınan bir ümmet buluyorum. Onu bana ümmet eyle!" diye dua
etti. Yüce Allah kendisine: "Bu, Ahmed'in ümmetidir" diye
karşılık verdi... Mûsâ: "Yâ Rabb! Ben levhalarda yedikleri sadaka olan ve
bundan sevâb kazanan bir ümmet görüyorum! Onu bana ümmet eyle!" diye niyaz
etti. Cenâb-ı Hakk: "Ey Mûsâ! Bu Ahmed'in ümmetidir" dedi...
Mûsâ: "Ey Rabbim! Ben levhalarda içlerinden biri, bir iyilik yapmak
istediği zaman o iyiliği yapmazsa, kendisine bir iyilik yazılan; o iyiliği
yaptığı zaman ise kendisine on iyilik yazılan bir ümmet buluyorum. Onu bana
ümmet eyle!" eledi. Cenâb-ı Hakk da: "Bu Ahmed'in ümmetidir"
buyurdu... Mûsâ: "Ben levhalarda, içlerinden biri bir kötülük yapmağa
niyetlenir fakat o kötülüğü yapamazsa, kendisi için günah yazılmaz; eğer o
kötülüğü yaparsa kendisine bir kötülük yazılır" diye vasfedilen bir ümmet
gördüm. Bu ümmeti bana ümmet kıl!" diye dua etti. Allah: "Bu, Ahmed'in ümmetidir"
buyurdu... Mûsâ: "Ey Rabbim! Ben levhalarda kendilerine hem evelki ilmin,
hem sonraki ilmin verildiği bildirilen, dalâlet fırkalarını ve mesîh deccâlı
öldürecek olan bir ümmet buluyorum. Bunu bana ümmet eyle!" diye dua etti.
Yüce Allah kendisine: "Bu Ahmed'in ümmetidir" buyurdu...
Bunun üzerine Mûsâ: "O halde beni Muhammed Ümmetimden eyle!" diye
yalvardı... İşte bunun üzerine Allah ona iki haslet verdi ve şöyle buyurdu:
"Ey Mûsâ, Ben sana verdiğim risâletlerimle ve kelâmımla (seninle olan
konuşmamla) seni insanlara karşı seçtim! Sana verdiğimi al ve şükr edeni erden
ol!" [26] Mûsâ (aleyhisselâm) da dedi ki:
"Razı oldum yâ Rabbî!"
Yine Ebû
Nuaym
Enes'den rivayet eder: "Resûlüllâh buyurdu ki: Cenâb-ı Hakk İsrâ'il oğullarının
Peygamberi olan Musa'ya şöyle vahyetmiştir: "Ey Mûsâ! Her kim Ahmed'i inkâr ettiği halde
Bana gelecek olursa, onu cehenneme atarım!" Mûsâ: "Ey Rabbim, Ahmed kimdir?" diye
sordu. Cenâb-ı Hakk buyurdu: "Ben, Benim yanımda ondan daha keremli olan
bir kul yaratmadım! Ben, yeri-göğü yaratmazdan önce O'nun adını Arş üzerinde
kendi adımla beraber yazdım! O ve O'nun ümmeti cennete girmedikçe, kimse
cennete giremez!" Mûsâ dedi ki: "O'nun ümmeti kimlerdir?"
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu: "O'nun ümmeti; her hâl ü kârda Allah'a
hamdeden bir ümmettir... Allah yolunda kemerlerini sıkan, çevrelerini temiz
tutan; geceleri râhib, gündüzleri sâim olan bir ümmettir... Onların az
amellerini dahî kabul eder değerlendiririm. Onları: "Lâ ilahe
illallah!" Tevhidine şehâdetleri sebebiyle cennete koyarım..." Mûsâ
dedi ki: "Ey Rabbim, beni bu ümmetin Peygamberi kıl!" Cenâb-ı Hakk,
"O ümmetin Peygamberi, kendilerinin içinden çıkacaktır" buyurdu...
Bunun üzerine Mûsâ: "Öyleyse yâ Rabbi, beni o Peygamberin ümmetinden eyle!"
diye niyaz eyledi... Yüce Allah ise şu karşılığı verdi: "Yâ Mûsâ! Ben
seninle o Peygamberin arasını âhirette birleştireceğim; orada O'nunla bir araya
geleceksiniz..."
Ebû
Nuaym'in
Abdurrahmân el-Muâfirî'den naklettiğine göre, Ka'bü'l-Ahbâr, yahûdî hahamım
ağlar görür ve ona niçin ağladığını sorar... Haham: "Bazı şeyler
hatırladım da ondan" der. Ka'b; "Niçin ağladığını sana söylersem beni
tasdik eder misin?" der. Haham: "Evet" deyince, Ka'b şöyle
der:'Allah aşkına doğru söyle, Mûsâ (aleyhisselâm) Tevrat'a baktığı
zaman: "Ey Rabbim, ben Tevrat'ta iyiliği emreden, kötülükten nehyeden,
önceki ve sonraki kitaplara inanan, dalâlet ehliyle savaşan ve en sonunda bir
gözü kör deccâli öldürecek olan ve bütün ümmetlerin en hayırlısı bulunan bir
ümmet görüyorum! Yâ Rabbi, bu ümmeti bana ümmet kıl" diye niyazda
bulunmadı mı?" Haham da bunu "Evet" diyerek tasdik etmiştir..."
Yine Ka'b dedi:
"Allah aşkına doğru söyle! Okuduğun Tevrat'ta, Mûsâ (aleyhisselâm)'ın Tevrat'a baktığı
zaman; "Yâ Rabbi, ben Tevrat'ta öyle bir ümmet görüyorum ki, her hâl ü
kârda Allah'ı tekbîr eder, tahmîd eder; temiz topraktan teyemmüm ederler, yeryüzü
onlar için mesciddir, suyu bulamadıkları zaman teyemmüm ederek abdest de
alırlar, gusül de ederler; abdest azaları âhirette nûr gibi parlar! "Yâ
Rabbi, onları bana ümmet kıl!" diye taleb ettiğini de okuyorsun, değil
mi?" Haham da bunu, "Evet" diyerek tasdik etti.
Ka'b devamla:
"Yine Mûsâ (aleyhisselâm)'ın: "Yâ Rabbi, ben Tevrat'ta kendisine
merhamet olunan zayıf bir ümmet görüyorum ki, Kitâb'a onlar vâris olacak ve Sen
onları seçmişsin; içlerinden kimi kendisine yazık eder, kimi dosdoğru gider,
kimi de tâ öne geçer ve fakat hepsi de senin merhametine mazhar olmuştur...
"Onları bana ümmet eyle!" diye niyazda bulunmadı mı?" diye
sordu... Haham da "Evet" diye tasdik etti.
Ka'b: "Allah
aşkına doğru söyle, yine okuduğun Tevrat'ta Mûsâ (aleyhisselâm)'ın: "Yâ Rabbi,
ben Tevrat'ta, kitapları kalblerinde olan ve onu ezbere bilen, renk renk
elbiseler giyinen, namazlarında meleklerin safları gibi saf tutan,
mescidlerinde Allah'a ibadet aşk ve şevkiyle inleyen bir ümmet görüyorum...
Öyle bir ümmet ki, içlerinden hiç biri cehenneme girmez; meğer ki, taşta
ağaçlarda biten yapraklardan eser olmadığı gibi, kendisine iyilikten hiçbir
eser olmaya!... "Yâ Rabbi, bu ümmeti bana ümmet eyle!" diye temenni
ettiğini de okuyor musun?" şeklinde bir soru yöneltti... Haham da buna
karşılık "Evet" diye cevab verdi..."
Mûsâ (aleyhisselâm), Allah'ın Ümmet-i
Muhammed'e verdiği büyük iyilikleri ve üstün faziletleri öğrenip hayran olduğu
zaman demiş ki: "Keşke ben de Ümmet-i Muhammed'den olaydım!..." İşte
bunun üzerine Cenab-ı Hakk da kendisine verdiğim risâletimle ve kelâmımla seni
insanlara karşı seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!" Mûsâ (aleyhisselâm) da bunun üzerine
tamamen razı olup teselli bulmuştur..."
Ebû
Nuaym,
Saîd bin Ebû Hilâl’den şöyle rivayet eder: Abdullah bin Amr, Ka'bü'l-Ahbâr'a
demiştir ki: "Ey Ka'b! Bana, Peygamberimiz Muhammed'in ve O'nun ümmetinin
sıfatından haber verir misin?" Bunun üzerine Ka'b da demiştir ki:
"Ben onları Tevrat'ta şöyle buluyorum: Muhammed ve O'nun ümmeti, her hâl ü
kârda Allah'a hamdederler, Her aşama ve menzilde Allah'ı tekbîr ve tesbîh
ederler... Onların nidaları (ezanları), tâ göklerde işitilir... Namazlarında
kendilerini iyice Allah'a verirler... Meleklerin saf tuttukları gibi saf
bağlarlar ve namazdaki gibi de harb ederken saf tutarlar... Allah yolunda
çarpışırlarken melekler de onları destekler ve kuvvetli atışları ile onlara
yardım ederler... Üzerlerinde de bir gölge onları serinletir, sanki kuşların
kanatları ile yuvaları üzerine gölge yaptıkları gibi... Onlar, asla bulundukları
cepheyi tamamen terkedip geri gitmezler... Nihayet en sonunda, onların
yardımına Cebrâîl (aleyhisselâm) gelir... Allah'ın
izni ve vazifelendirmesi ile..."
İbn-i
Ebî Hatim
ve Ebû Nuaym Vehb bin Münebbih'den rivayet ederler. O şöyle
demiştir ki: "Allah Eş'ıyâ Peygambere vahyetmiş ve buyurmuştur ki:
"Ben, Ümmî bir Peygamber göndereceğim, ve onun vâsıtası ile duymayan
kulakları, görmeyen gözleri ve kilitli kalbleri açacağım! O'nun doğum yeri
Mekke, hicret yeri Medine olacak. Mülkü ise Şam'da... O, gerçekten bana
tevekkül eden, yükseltilmiş, sevilmiş, seçilmiş ve muhabbetle dolmuş
el-Mustafâ'dır! Kötülüğe kötülükle karşılık vermez, affedip bağışlar. Mü’minlere
çok merhametlidir, bir karıncanın incinmesinden ağlıyacak kadar şefkatlidir...
Babasını kaybeden yetîm için, hüngür hüngür ağlar... Katı ve huysuz değildir.
Sokaklarda çağırıp-bağırmaz da... Çirkin sözü ağzına bile almaz! Yanmakta olan
bir kandilin yanında geçse, Öyle sekînet ve vakarla geçer ki, o kandili
söndürmez... Yetişip kurumuş kamış üzerine yürürse, ayak sesleri işitilmez...
Ben O'nu, bütün iyilik ve güzellikler için müjdeler veren, kötülükler için de
güzelce uyaran bir Peygamber olarak göndereceğim!... Her iyilik ve güzellik
için O'nu takviye edeceğim ve O'nu her güzel huy ile bezeyeceğim. Ona sekînet
ve vakarı elbise, iyiliği şiar, takvayı vicdan, hikmeti de akıl olarak hibe
edeceğim! Doğruluk ve vefakarlık O'nun tabiatıdır, bağışlayıp vazgeçmek ve
iyilikte bulunmak O'nun ahlâkıdır. Adalet O'nun yaşayışı, hakk ise şeriatıdır!
Hidâyet O'nun kılavuzu, İslâm da milletidir!..."
"Ahmed, O'nun adıdır.
Dünyaya sapıklık hâkim olmuşken, O'nun vâsıtasıyle hidâyete kavuşacaktır.
Cehaletin yerini ilim, geriliğin yerini ilerleyip yükselmek, çirkinliklerin
yerini güzellik ve meşruiyet alacaktır... O'nun sayesinde ortalığı bolluk ve
bereket, fakirliğin yerini zenginlik, ayrılık gayrılıkların yerini birlik ve
beraberlik, gönülden yakınlık ve kardeşlik alacaktır... O'nun ümmetini,
ümmetlerin en hayırlısı kılacağım. Çünkü O'nun ümmeti, iyiliği emredecek,
kötülüğü nehyedecektir! Beni Tevhîd, Bana îmân ve Benim için amellerinde ihlâs edecek!
Bütün Peygamberlerin getirdiklerini büyük bir samimiyetle tasdik edecek,
vakitleri gözetecek, vaktinde dinin direği olan namazlarını kılacaktır!...
"Ne mutlu bu
kalblere, bu yüzlere ve bu ruhlara ki, Benim rızâm için ihlasla dolmuştur! Ben
onlara tesbîhi; tekbîr, tahmîd ve Tevhîd'i ilham edeceğim. Onlarda bütün
mescidlerde, meclislerde, iş ve istirahat yerlerinde Ben'i hatırlayıp tesbîh,
tekbîr, tahmîd ve tevhîd edecekler... Meleklerin Arş'ım etrafında saf
tuttukları gibi namazlarında saf bağlıyacaklar... Onlar Benim evliyam ve
ansârımdır! (Gerçek dostlarım ve dînimin yardımcılarıdır.) Düşmanlarımdan onlar
sebebiyle intikam alırım. Putları tanrı edinenleri onlar vasıtasıyla cezalandırırım...
Onların namazı; kıyamlı, kırâtatlı, rukûlu ve secdeli bir ibâdettir... Binlerce
bölük asker olarak, Benim yolumda cihâda çıkarlar ve Benim uğrumda saflar ve
ordular hâlinde çarpışırlar..."
"Ben onların
kitapları ile diğer kitapları, şeriâtleri ile şeriâtleri, dinleri ile bütün
dinleri mühürleyeceğim! Her kim onlara yetişir de onların kitabına îmân
etmezse, din ve şerîatlermi kabul eylemezse, bilsin ki o Ben'den uzaktır; Ben
de ondan beriyim (uzağım). Ümmetlerin en fâzilelisi onlardır, onlar "Ümmet-i
Vasaf'tir! Yâni "Orta Ümmet" olup dalâlet ve istikâmet sahibidirler;
her türlü aşırılık ve geriliklerden beridirler... Adalet ye istikâmette diğer
insanlara karşı da şâhid durumundadırlar... Öfkelenip gadaba geldikleri zaman,
"hepsini Allah yaratmış" deyip adaletten ayrılmazlar, kendileri zor
duruma düştüklerinde de sabredip dayanırlar ve "Allah büyüktür!"
derler... Birbiriyle çekiştikleri zamanda ise, "Sübhânellâh! Ne şaşılacak
şey! Bu bir müslümana yakışmaz!..." deyip birbirini insafa davet ederler,
insafı gözetirler..."
"Çevrelerini,
ellerini yüzlerim tertemiz tutarlar; temizliğe çok önem verirler... Onların
kurbanları kanları, incileri de gönülleridir... Onlar, geceleri rahip,
gündüzleri nıücâhiddir! Vicdanları yüksek, dâvetçileri tâ yücelerdedir... Onlar,
Allah yolunun bağrı yanık âşıklarıdırlar... Ne mutlu onlara ve onlarla beraber
olanlara!... Onların dîni, onların hidâyeti üzere bulunanlara... Bu, ancak
Ben'im lutfumdur! Dilediğim kullara veririm. Ben; büyük ve sonsuz lütufların
sahibiyim!..."
Beyhekî, İbn-i
Abbâs'tan
rivayet ediyor. O şöyle diyor: "Cârûd bin Abdullah gelip müslüman oldu ve
Peygamberimizde hitaben dedi ki: "Seni hak Peygamber olarak gönderen
Allah'a yemin ederim ki, ben senin vasıflarını İncil'de görmüştüm! Gerçekten
Meryem oğlu Îsâ senin geleceğim müjde etmiştir!"
Ebû
Nuaym
da Saîd bin Museyyib'den rivayet eder: "Abbâs, Kâbu'l Ahbâr'a dedi ki:
"Ey Ka'b! Sen niçin Peygamberimizin sağlığında veya Peygamberin halîfesi
Ebû Bekir zamanında müslüman olmadın?" Ka'b cevabında dedi ki: "Babam
Tevrat'a âit bâzı âyetler yazıp bana verdi ve "İşte bunlarla amel et!
Sakın diğer âyetlere bakayım deme!" diye vasiyet etti ve diğer âyetlerin
bulunduğu kısmı mühürleyip asla açmamamı bana sıkıca tenbîh eyledi... Halîfe Ömer zamanında İslâm'ın
iyice zuhur ve galebesini gördüm ve hayırdan başka birşey olmadığına kanâat
getirdim, Bu durumda vicdanım bana dedi ki: "Belki baban bâzı şeyleri
senden gizlemiştir!..." Gerçekten ben de babamın mühürlediği Tevrat nüshasının
mührünü açarak okudum ve orada Muhammed'in ve ümmetinin vasfının yazılı
olduğunu gördüm... İşte bu yüzden, şimdi müslüman oldum.
Yine Hafız Ebû
Nuaym'in
Şehr bin Havşeb'ten sevkettiği bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Kala
dedi ki: Benim babam, Allah'ın Musa'ya inzal buyurduğu kitabı en iyi
bilenlerden idi... Ve benden birşey gizlemezdi. Vefat edeceği zaman bana dedi
ki: "Oğlum, ben senden birşey gizlemiş değilim, ancak iki yaprak var ki
onda gönderilmesi yaklaşan bir Peygambere âit haberler yazılıdır... Bâzı
yalancılar, Peygamberim diye iddiaya kalkışır ve sen de ona inanırsın diye
korktuğumdan, bu iki yaprağı senden gizledim... İşte bu gördüğün yere bu iki
yaprağı gömüp üzerine sıvadım. Sen, şu zamanda onlara dokunma. Allah'ın senin
hakkında hayır murâd ettiği ve o Peygamberin çıktığı zaman, onlara bakabilirsin
ve o Peygambere uyabilirsin..." Sonra babam öldü ve biz onu defnettik...
Benim de en çok arzu ettiğim şey, bu iki kağıtta yazılı olanları görmek idi...
Bir gün, dayanamayıp onları çıkardım ve okudum. Bir de ne göreyim, o iki
kağıtta şunlar yazılı imiş: "Muhammed Allah'ın resulüdür! Ve O,
Peygamberlerin sonuncusudur, O'ndan sonra Peygamber gelmeyecektir. O'nun doğum
yeri Mekke, hicret yurdu de Medîne olacaktır. O, katı ve öfkeli değildir,
sokaklarda çağırıp-bağırmaz, kötülüğe kötülükle karşılık vermez, bağışlayıp
affeder... O'nun ümmeti, her hâl ü kârda Allah'a hamdederler... Yegane büyük olarak
Allah'ı tanırlar ve dillerinden tekbîri eksik etmezler... Onların Peygamberi,
Allah'ın yardımına mazhardır. Onlar, temizliğe çok önem verirler, kitaplarını ezbere
bilirler... Birbirlerine o kadar merhaletlidirler ki, bir ananın evladları
gibi... Cennete ilk girecek ümmet de, bu ümmet olacaktır."
Bunun üzerine kısa
bir zaman geçmişti ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de zuhur etmiş.
Haber bize ulaştığı halde, iyice tetkik edip emin olayım diye, müslüman olmayı
geciktirmiş idim. Sonra Peygamberin vefat haberi bize ulaştı. Yerine halifesi
geçmişti. Askerleri bize kadar geldiler. Fakat ben, bunların halini iyice tetkik
etmek istedim. Nihayet Halife Ömer'in adamları geldiler. Ben
onların son derece sözüne sadık ve kahraman kişiler olduğunu gördüm, beklediğim
kimseler olduğunu anladım. Allah'a yemin ederim ki, bir gün ben evin damında
idim ve müslümanlardan birinin Kûr'an okumakta olduğunu işittim. Kulak verdim
ve onun şu mealdeki âyeti okuduğunu duydum:
"Ey kendilerine
kitap verilenler! Biz bâzı yüzleri silip arkalarına döndürmeden ya da Cumartesi
adamlarını lanetlediğimiz gibi kendilerini lanetlemeden önce, yanınızdakini
doğrulayıcı olarak indirdiğimiz Kitâb'a inanınız[29]
İşte ben, bu ayeti
duyduğum zaman, sabaha çıkmadan Allah'ın lanetine uğramaktan çok korktum ve
sabaha çıkar-çıkmaz ilk yapacağım iş, müslümanların yanına gitmek ve müslüman
olmaktı. Öyle yaptım." (Bu haberi, İbn-i Asâkir; Ka'b'dan, Müseyyib
bin Râfi'in ve başkasının rivayeti olarak vermiştir).
Beyhekî'nin Vehb bin
Münebbih'ten rivayetine göre, o demiştir ki: "Allah, Zebur'da Davud (aleyhisselâm)'a şöyle
vahyetmiştir: "Ey Davûd, senden sonra gelen Peygamberlerin en sonunda bir
Peygamber gelecek, onun adı Ahmed ve Muhammed olacak. Kendisine
"Sâdık Nebi" denilecek. Ben ona hiç gadab etmem, o da bana hiç isyan
etmez. O'nun gelmiş geçmiş günahlarını bağışlamışımdır. O'nun ümmeti de Ümmet-i
Merhume'dir. Benim rahmetime mahzardır. Ben onlara Peygamberlere lütfettiğim
nafileleri lütfettim ve Peygamberlere farz kıldıklarımı, onlara da farz
kılmışımdır. Kıyamet günü bana geldikleri zaman nurları, enbiyanın nurları gibi
parlar. Çünkü kendilerine her zaman için temizlik yapmalarını emretmişimdir,
Peygamberlere emrettiğim gibi. Ve her cenabetten yıkanmayı da kendilerine farz
kılmışımdır. Tıpkı Peygamberlere farz kıldığım gibi. Kendilerine haccı da,
cihâdı da farz kılmışımdır. Yâ Dâvud, Ben Muhammed'i ve O'nun ümmetini diğer
bütün ümmetlerden üstün kılmış mıdır. Onlara altı adet özellik vermişimdir ki,
bunları başka ümmetlere vermemişimdir. Onlar hata ettikleri veya unuttukları
zaman kendilerini cezalandırmam..." (Bu rivayetin devamı vardır ve ileride
gelecektir).
Taberani, Beyhekî ve Ebû
Nuaym,
Feltân bin Asım'dan rivayet etmektedir. O şöyle demiştir: "Biz, Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) ile
beraber idik. Birisi geldi ve Peygamberimiz kendisine şunu sordu: "Sen
Tevrat okur musun?" O: "Evet" diye cevap verdi. Peygamberimiz:
"incil'i de okur musun?" dedi. O da "Evet" dedi.
Peygamberimiz de: "Allah aşkına doğru söyle, Tevrat'ta ve incil'de bana
dair bir bilgi yok mudur?" O şöyle cevapladı: "Evet, senin vasfına
benzer vasıflar, senin şekil ve şemâline benzer şekil ve şemailler bulmaktayız.
Ancak biz, bu vasıflara sahib olan bir Peygamberin, kendi içimizden çıkmasını
ümit ediyorduk. Sen ki, şimdi Peygamber olarak çıktın, ümit ettiğimiz bu zatın
sen olmasından korkmaktayız. Biz dikkat edip baktık, o sen değilsin..."
Peygamberimiz bunun üzerine "Niçin?" diye sordu. O adam dedi ki:
"Çünkü o beklediğimiz zatın ümmetinden yetmiş bin kişi, onunla beraber
olacaktır, onlara hesab ve azâb olunmayacaktır. Halbuki senin yanında çok az
kimse bulunmaktadır..." Peygamberimiz de buyurdular ki: "Varlığım
elinde bulunan Allah'a yenin ederim ki, ben o haber verilen zatım! O ümmet de
benim ümmetimdir. Ve benim ümmetim; yetmiş bin kerre yetmiş binden daha
çoktur!"
Taberani, İbn-i Hibbân, Hâkim, Beyhekî ve Ebû
Nuaym
Abdullah bin Selâm'dan rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Yüce Allah,
Zeyd bin Sa'ne'nin hidayetini dilediği zaman ona şöyle dedirtmiştir:
"Gerçekten Peygamberlik alâmetlerinden olarak ne varsa hepsini Muhammed'de
görüyorum. Lâkin ben O'nun hılmini, sabır ve metanetini denemiş değilim. Ben,
kendisiyle yakınlık kurabilmem için O'na çok yumuşak davranırdım. Nihayet bir
gün ondan hurma satın aldım. Parasını verdim, hurmayı da belli bir zaman sonra
teslim alacaktım. Sırf kendisini denemek için, hurma alacağımın vadesine bir
kaç gün kala O'na gittim. Yanına yaklaşıp şiddetle yakasına sarıldım ve:
"Ey Muhammed! Hakkımı niye vermezsin! Ey Abdül-Muttalib oğulları, vallahi
sizler borcunu vermekte ağır davranıp geciktiren insanlarsınız! Ben sizi iyi
tanırım!" diyerek şiddet ve öfkeyle bağırdım. Orada bulunanlardan
Hattâb'ın oğlu Ömer:
"Ey Allah'ın düşmanı!
Resûlüllah'a nasıl
böyle söylersin!" diye bana karşılık verdi ve: "Vallahi şu işin
gecikmesinden korknıasam, senin boynunu vururdum!" diye de ilave etti.
Resûlüllah ise sükûn ve vakar içinde Ömer'e bakarak gülümsüyor ve şöyle
diyordu: "Ya Ömer,
o ve ben; senden, bundan daha iyi ve güzel olanını bekleriz! Ona alacağını
güzelce istemesini söylersin, bana da, borcumu güzelce ödememi emredersin. Yâ Ömer, şimdi sen git ona hakkını
öde ve yirmi ölçek de fazladan ver. Bu fazlalık da, senin onu korkutmana karşılık
olsun."
Ömer, aynen Resûlüllâh'ın
dediği gibi yaptı... Ben kendisine dedim ki: "Ey Ömer, ben bütün
Peygamberlik alâmetlerini Resûlüllâh'ın yüzünde görüyordum... Lâkin O'nun hilmini,
sabır ve metanetini denememiştim... Şimdi denemiş ve bunları da Resûlüllâh'da
en kâmil derecesiyle görmüş bulunuyorum... Yâ Ömer, seni şahit
tutuyorum ki ben, şu andan itibaren; Rab olarak Allah'tan, din olarak
İslâm'dan, Peygamber olarak da Muhammed'den razı olmuş ve müslümanlığı kabul
etmiş bulunuyorum!"
(Diğer rivayette,
kendisiyle beraber ev halkının da müslüman olduğu kaydedilmiştir.)
İbn-i
Sa'd
ve İbn-i Asâkir Mûsâ bin Yâkâb el-Zemeî tarikiyle Guseyme'nin
âzadlısı Sehl'den rivayet ederler, Sehl, Murays kabilesine mensub bir nasrânî
idi ve amcası evinde büyüyen bir yetimdi... O demiştir ki: "Bir gün ben,
incil'i elime aldım ve okumaya başladım... Derken birbirine yapışık iki yaprak
vardı. Onları ayırarak okumaya başladım ve orada Muhammed (aleyhisselâm)'ın sıfatlarını gördüm.
O'nun boyundan, renginden, oturuş şeklinden, iki omuzu arasındaki mühürden,
sadaka kabul etmemesinden, hilim ve tevâzuundan haberler vardı... Orada,
kendisinin İsmâil (aleyhisselâm) soyundan olduğu ve isminin Ahmed olduğu da yazılı
idi... Ben, bu kısımları okumakla idim ki, bu sırada amcam geldi ve bana:
"Niçin o yapışık olan kısmı açıp okuyorsun? Sen kim oluyorsun ki bunları
okuyasın?" diye şiddetle çıkıştı ve beni dövdü... Ben dedim ki: "Ey
amcacığım, bak bu kısımlarda Ahmed adındaki Peygamberle ilgili
haberler var!" Amcam bana, yine öfkeyle: "O Peygamber henüz
gelmedi!" diye bağırdı..."
Beyhekî, Ömer bin el-Hakem'den
rivayet eder ki kendisi Râfi' bin Sinan'ın oğludur ve şöyle demiştir:
"Atalarım ve halalarımdan bazıları bana demişti ki: Bizim yanımızda önceki
nesillerden intikal eden bir evrak vardı... Derken müslümanlık geldi ve
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşrif
ettiler... Biz bu evrakı götürüp Peygambere verdik. İşte bu evrakta:
"Bismillah! Allah'ın adıyla, O'nun sözü haktır, zâlimlerin sözü helak
olucudur... Bu anlatış, âhir zamanda gelecek olan bir ümmet içindir. Bu ümmet,
uzunca giyinip bellerine kuşak sararlar... Allah yolunda savaşmak için denize
dalarlar, Allah'ın emriyle namaz kılarlar... Eğer bunların kıldıkları namaz,
Nûh Peygamber zamanında olsaydı, onun kavmi bu sayede tufanda batmaktan
kurtulurdu. Eğer bu namaz, Ad kavminde bulunsaydı, fırtına vâsıtası ile helak
olmazlardı... Semûd kavminde olsaydı, onlarda sayha ile helak olmazlardı... (Bu
evrakı okuttuğu zaman, Peygamberimiz, gerçekten sevinmiştir.)"
İbn-i Mende
"Es-Sahâbe" adlı kitabında Enes'ten rivayet eder. O şöyle, demiştir:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: Yüce Allah
beni bütün âlemlere rahmet ve hidâyet olarak görderdi! Ve beni, içki ve günah
meclislerinde çalınan çalgıları imha etmem için vazifelendirdi." Bunun
üzerine Evs bin Sem'ân dedi ki: "Ey Allah'ın Resûlu, seni hak Peygamber
olarak gönderen Allah'a yemin ederimki ki ben hadisi Tevrat'ta böyle
okudum!"
Beyhekî ve Ebû
Nuaym
Ka’bul Ahbar'dan şunu rivayet ederler: O, adamın birinin gördüğü ru'yâsından
bahisle şöyle anlattığına şahit olmuştur: "Ben, rü'yâmda insanların hesap
için toplandıklarını, Peygamberlerin çağırıldıklarını ve çifter nurla
geldiklerini, o Peygamberlere tabî olanların da birer nurla geldiklerini,
Muhammed (aleyhisselâm)'ın çağırılıp yüzünden ve başındaki her bir kıldan
büyük birer nûr saçarak geldiğini, O'nun ümmetinden olanların da önceki
Peygamberler gibi ikişer nûr sahibi olarak geldiklerim ve bu çifte nurun
aydınlığında yürüdüklerim gördüm..." Ka'b rü'yasını bu şekilde anlatan
adama: "Kendisinden başka tanrı bulunmayan bir Allah'ın hakkı için doğru
söyle, sen bunu rü'yanda mı gördün?" diye sordu. Adam: "Evet"
dedi Ka'b: "Varlığım elinde olana yemin ederim ki, Muhammed ve ümmetinin,
diğer Peygamberlerin ve ümmetlerinin Tevrat'taki sıfatları budur! Sanki sen
bunları, Tevrat'tan okuyormuş gibi anlattın!" demiştir..."
İbn-i
Asâkir,
İbn-i Mesûd'dan rivayet ediyor. O şöyle demiştir: "Peygamberlerden beşi
vardır ki, henüz kendileri dünyaya gelmeden haklarında müjde verilmiştir.
Bunlar, ilgili âyetlerde de görüldüğü veçhile sırasıyle şöyledir: İshâk ve
Yâkûb Peygamberler ki, haklarında şöyle buyurulmuştur: "...Biz de ona, İshâk'ı
müjdeledik, onun ardından da (torunu) Yâkûb'u müjdeledik." [30]
Yahya Peygamber ki,
hakkında şöyle buyurulmuştur: "Ey Zekeriyyâ Allah sana Yahya'yı
müjdeler..." [31]
Îsâ Peygamber ki
hakkında: "Ey Meryem, Allah sana kendisinden bir kelime ile müjde
verir..." buyurulmuştur [32] ve Muhammed (aleyhisselâm) ki O'nun hakkında
da:"... -İsâ onlara- ve ben sizlere benden sonra gelecek bir Peygamberi
müjdeleyici olarak geldim, O’nun adı Ahmed olacaktır, demişti..."
diye buyurulmuştur. [33]
İbn-i
Sa'd
Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) Efendimiz
yahûdilerin ders yaptıkları yere gidip: "En bilgili olanınızla görüşmek
istiyorum" buyurmuştur... Onlar da: "En bilgili olanımız, Abdullah
bin Soryâ'dır" dediler. Peygamberimiz bu zatla başbaşa kalıp görüşmüş ve
ona demiştir ki: "Ey Abdullah, Allah aşkına doğru söyle, benim hak
Peygamber olduğumu biliyorsun, değil mi?" Abdullah da O'na:
"Evet" demiştir ve: "Benim bildiğimi, diğer kitap ehli yahûdiler
de bilmektedir. Zira senin sıfatların, açıkça Tevrat'ta yazılmıştır. Onlar
sana, sırf hased ettikleri için müslüman olmamaktadırlar..." diye ilâve
etmiştir... Bunun üzerine Peygamberimiz demiştir ki: "Peki sen niçin
müslüman olmuyorsun?" Buna karşılık Abdullah: "Kendi kavmime
muhalefet etmeyi hoş görmüyorum. Onların sana inanmalarını ve onlara uyarak da
şahsen müslüman olmamı ümîd ederim..." demiştir."
Ahmed ve İbn-i
Sa'd,
Ebû Sahr el-Ukaylî'den rivayet ediyor. O şöyle demiştir: "Bana bir adam
anlattı ve dedi ki: Bir gün Peygamberimiz, elinde ki Tevrat yapraklarını hasta
oğlu üzerine okumakta olan bir yahûdîye rastlamıştı.. O yahûdîye hitaben
buyurdu ki: "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah aşkına doğru söyle, okuduğun
Tevrat'ta benim sıfatımı ve çıkacağım yeri bulup görüyorsun değil mi?" O
yahûdî, oğlu üzerine okumaya devam ederek, sâdece başı ile "hayır"
diye işaret etti... Hasta yatmakta olan oğlu ise derhâl dedi ki: "Tevrat'ı
Musa'ya indiren Allah'ın adına yemin ederim ki, babam bu hususu Tevrat'ta
okumuş ve görmüştür; sizin sıfatlarınıza, Peygamber olarak çıkacağınız yer ve
zamana âit bilgileri almıştır... Fakat bildiği halde "hayır" diye
işaret etmektedir... Ben şehâdet ederim ki: Allah'tan başka ilâh yoktur ve sen,
gerçekten Allah'ın resulüsün!" Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
"Şehâdet getirerek müslüman olan kardeşinizin üzerinden, şu yahûdîyi
kaldırınız!" buyurdular... Az sonra da o yahûdînin, şehâdet getiren hasta
oğlu vefat etti... Peygamberimiz ise, onun cenaze namazını kıldırdılar..."
(Beyhekî benzeri bir
rivayeti, Enes ve İbn-i Mes'ud tarikiyle nakletmiştir)
İbn-i
Sa'd,
(İbn-i Abbâs'tan sevkedilen rivayet yollarının en zayıf olan)
el'Kelbî'den o da Ebû Sâlih'den rivayet ederler ki; İbn-i
Abbâs
şöyle demiştir: "Kureyş, Nadir bin Haris ile Ukbe bin Ebû Muayt ve daha
başkalarını o gün adına Yesrib denilmekte olan Medine'ye yolladı...
Kendilerinden Yesrib'e gitmelerini, oradaki ehl-i kitap'tan Muhammed hakkında
bilgi edinmelerini istediler... Onlarda gidip Yesrib Yahûdilerine sordular;
"Mekke'de büyük bir olay çıktı... İçimizden yetim bir çocuk büyüyüp çok
büyük bir dâvaya kalkıştı! Peygamberliğini ilân etti. Bize bu hususta bilgi
veriniz!" dediler... Yahudiler de kendilerine: "Önce siz bize O'nun
hâl ve sıfatı hakkında bilgi veriniz" dediler... Onlar da O'nu
anlattılar... Bunun üzerine Yesribli yahûdiler: "O'na kimler tâbi
oluyor?" diye sordular. Kureyşin temsilcileri: "Aşağı tabaka"
dediler... Yahûdî hahamlarından biri derhal güldü ve dedi ki: "Bu
Peygamber, Tevrat'ta geleceğini ve kavminin kendisine şiddetle düşman olacağını
okuduğumuz Peygamberdir."
Hâkim, Beyhekî ve İbn-i
Asâkir,
Ali bin Ebû Tâlib'den rivâyet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamberimiz'de
birkaç dinar alacağı olan bir yahûdî vardı... Bir gün gelip alacağını istedi.
Peygamberimiz cevabında: "Şu anda, sana verecek birşeyim yoktur!"
buyurdular. Bunun üzerine yahûdî: "Alacağımı almadan, burayı terketmem yâ
Muhammed!" diye haykırdı... Peygamberimiz de: "O halde, ben de
seninle beraber burada otururum!" buyurdular ve oturdular...
Güneş yükselip kuşluk
vakti olmuştu ki, o yahûdî müslüman oldu... Ve dedi ki: "Ey Allah'ın
Resulü! Malımın yarısını Allah yolunda sadaka olarak veriyorum! Benim size
karşı böyle davranmış olmamın sebebi, sırf sizi denemek içindi... Zira ben
Tevrat'ta okudum ki: "O gelecek olan Peygamberin babasının adı Abdullah olacak,
doğum yeri Mekke, hicret yurdu Taybe (Medine) olacak, mülkü Şam'da
yerleşecek... O, katı veya öfkeli değildir, sokaklarda çağırıp bağırmaz da...
Çirkin söz söylemez, günah olacak şekilde konuşmaz...
Tirmîzî hasendir
kaydiyle Abdullah bin Selâm'dan rivayet eder. O der ki: "Tevrat'ta,
Muhammed (aleyhisselâm)'ın sıfatları ve kıyamet kopmazdan önce Hazret-i
Îsâ'nın vefat ederek O'nun yanına gömüleceği yazılı idi..."
Tefsîr'inde Ebüş-Şeyh
Saîd bin Cübeyr'den nakleder. O demiştir ki: "Necâşî’nin ashabından olup
da müslüman olanlar ona demişlerdir ki: "Ey hükümdarımız, bize izin ver de
şu sıfatlarını kitapta okuduğumuz Peygambere gidelim ve ona imân edelim!"
Necâşî onlara izin vermiştir ve onlar gelip müslüman olmuşlardır... Uhud
harbinde de bulunmuşlardır.
Zübeyr bin Bekkâr'ın
"Ahbârü'l-Medîne" adlı kitabında da şöyle yazar: Kab demiştir ki:
"Allah'ın Musa'ya indirdiği kitapta Medine'ye hitaben buyurmuştur:
"Ey Taybe ve Tâbe gibi adlarla anılan mütevazı şehir! Sen hazineleri kabul
etme; Ben senin evlerini bütün kasabaların evlerinden daha yüksek (şerefli)
kılacağım!"
Kasım bin
Muhammed'den yapılan bir rivayete göre, "Tevrat'ta Medine şehrine âit kırk
aded isim bulunmaktadır..."
Bu konuda Hâkim ve Beyhekî, Selmân-ı Fârisî'den şöyle naklederler... Selmân'a sormuşlar: "Müslümanlığı kabul etmezden önceki halin nasıldı?" diye. O şu bilgiyi vermiş: "Ben,. Ramhürmüz halkından bir yetim idim. Babam ise mecûsilerin dihkanlarından (din adamlarından) biri idi... Ben bir öğreticiye gidip gelmekteydim. Onun yakınlarından olmak için, kendisinden ayrılmamaya başladım. Yaşça benden büyük bir de kardeşim vardı ki, o kendi hâlinde yaşardı... Bense fakir bir gençtim... Öğretici (muallim), ders halkasından kalktığı zaman, onu koruyanlar da dağılırdı. Onlar dağılınca da muallim kıyafet değiştirerek çıkar ve dağa giderdi... Bunu, sık sık yapardı. Bir gün kendisine, beni de yanında götürmesini söyledim... Dedi ki: "Sen bir gençsin, gizli şeylerden birini açığa vurursun diye korkuyorum." Ben: "Korkma" dedim. O dedi ki: "Gittiğin bu dağda öyle adamlar var ki, devamlı ibâdet edip Allah'ı zikrediyorlar, âhirete inanıyorlar... Ve gerçekten iyi kimseler. Bunlar, bizim ateşe ve puta taptığımızı, Allah'a ortak koştuğumuzu ve bizlerin bir din üzere olmadığımızı söylüyorlar.." Ben: "Bu adamların yanına beni de götür" dedim. O: "Onlardan izin alayım da öyle" dedi ve gittiği zaman kendilerinden benim hakkımda izin istemiş, onlar da kabul etmişler... Derken birlikte dağa gittik. Baktım onlar altı-yedi kişiler... Şiddetli ibâdetten çok cansız düşmüşler. Gündüzleri hep oruç tutup geceleri sabaha kadar ibâdet ediyorlar. Ağaç kabuğu veya ne bulurlarsa onu yiyiyorlar... Bizimle konuştukları zaman, Allah'a hamdettiler ve geçmiş Peygamberlerden bahsedip sözü Hazret-i İsa’ya getirdiler ve: "Allah onu Peygamber kıldı. O, babasız dünyaya geldi. Allah onu kendisine elçi olarak gönderdi ve ona ölüyü diriltmek, kuş yaratmak, körlerin gözünü açmak gibi mucizeler de verdi... Fakat kavmin bir kısmı kendisini inkâr etti, bazıları da ona inandılar..." diye konuştular. Ve bana hitaben dediler ki: "Ey delikanlı! Bilesin ki senin bir Rabbin var, O'na inanıp bağlanmalısın!... Bu dünyânın bir de âhireti var. Buna da inanmalı ve hazırlanmalısın... Çünkü âhirette yerin yâ cennet olacak, yâ da cehennem. Şu etrafımızdaki ateşe tapan insanlar var ya, bunlar hiç şüphesiz delâlet ve küfür ehli kimselerdir! Bunların yaptıklarından Allah, asla razı değildir ve bunlar dinsizdirler." Onların bu konuşmalarını dinledikten sonra ayrıldık, sabahleyin yine yanlarına girdik... Yine aynen, daha önceki gibi bize konuştular ve pek güzel şeyler söylediler... Ben onların sohbetine devam ediyordum. Bana dediler ki: "Ey Selmân, sen bir gençsin. Bizim yaptığımızı yapmaya güç yetiremezsin. Sen, hem ibâdet et hem de istirahat eyle, güzelce ye iç..."
Derken onların bu halinden haberdar olan hükümdar, kendi ülkesini terk etmelerini istedi. Onlar orayı terkederken, ben de kendilerinden ayrılmak istemedim. Hep beraber Musul'a geldik. Halk bunların etrafını sardı. Derken yanımıza mağara da yaşamakta olan bir adam geldi. Halk bu sefer onun etrafını sardı ve kendisine' büyük saygı gösterdiler... O, bunlara dedi ki: "Sizler daha evvel nerede yaşıyordunuz?" Bunlar bilgi verdiler. O: "Bu genç, niçin sizinle beraberdir?" diye sordu. Bizimkiler de ona benim hakkımda çok iyi şeyler söylediler ve benim kendilerine tabî olduğumu anlattılar... Halkın bu adama olan saygısı öyle büyüktü ki, böylesini hiç görmemiştim... Derken Allah'a hamd edip konuşmaya başladı ve geçmiş Peygamber ve onların çektikleri hakkında güzel bilgiler verdi... Sonunda sözü Îsâ'ya getirip nasîhata başladı: "Ey ahâlî Allah'tan korkunuz ve Îsâ'nın getirip tebliğ ettiği şeylere muhalefet etmeyiniz! Aksi halde cezasını görürsünüz!..." şeklinde hitap etti... Sonra kalkıp gitmek istedi. Ben kendisine rica edip beni yanından ayırmamasını istedim. Cevabında: "Ey delikanlı, senin benimle birlikte olmaya gücün yetmez. Zira ben yaşadığım mağaradan sadece haftanın pazar günleri çıkarım" dedi. Ben de: "Sizden ayrılmak istemiyorum!" diye isrâr ettim. O da kabul etti ve birlikte mağaraya gittik. Onun ne yemesi vardı ne de uykusu. Hep ibâdet ediyordu... Tâ pazar gününe kadar... Pazar günü gelince birlikte çıktık ve halkın yanına geldik. Halk etrafımızı sardı... O önceki konuşması gibi bir konuşma yaptı... Sonra yine mağaraya döndük. Haftalar hep aynı şekilde geçiyordu.
Nihayet yine bir pazar günü halkın huzuruna geldik. O aynı şekilde bir konuşma yaptı ve dedi ki: "...Biliniz ki ben artık iyice ihtiyarladım, ölümüm yakındır. Ben yıllardır Kudüs'e gitmek hasretiyle yanmaktayım ve mutlaka gitmeliyim." Böyle dedi ve yola çıktı. Ben de kendisinden ayrılamayacağımı söyleyerek onunla birlikte çıktım.
Nihayet Beyt-i Makdis'e geldik. O, mescid'e girip ibâdet etmeğe başladı. O bana demişti ki: "Ey Selmân, Allah yakında bir Peygamber gönderecek, adı Ahmed olacak, Mekke'den çıkacak... O, hediyeyi kabul edecek, sadakayı kabul etmeyecek... İki omuzunun biraz sol tarafında mühür bulunacak. İşte şu içinde bulunduğumuz zaman, onun gelmesinin yaklaştığı zamandır... Bana gelince, sanmıyorum ki ben ona yetişeyim! Zira iyice ihtiyarladım. Eğer sen ona yetişecek olursan, ona inan ve tabî ol!" Ben kendisine dedim ki: "Efendim, eğer o Peygamber, bana sizden öğrendiğim ve şimdi üzerinde bulunduğum dinimi terketmemi emrederse, yine ona tabî olayım mı?" Cevabında: "Evet, benden öğrendiğin dînin terkedilmesini istese dahî, ona uy!" dedi... Sonra Beytü'l-Makdis'ten çıktı. Onun kapısı önünde bir adam oturuyordu. Onun elinden tutarak: "Kum bismillâh Allah'ın adıyla kalk!" dedi ve o kötürümü ayağa kaldırdı. O da birşeyi yokmuş gibi kalktı... Sonra üstad, kimseye bakmadan çekip gitti. Ben de hemen arkasından koşturmak istedim, fakat oradaki adam bana:"Yardım et de eşyamı sırtıma alayım, ben de yoluma gideyim" dedi. Ben de kendisine yardım ettim. Sonra üstadın peşinden koştum... Fakat bir türlü kendisine yetişemedim. Kime rastlasam onu soruyordum. Aldığım cevaplarda hep "İleride, ileride!" oluyordu...
Çok gayret ettimse de onun izine rastlamadım. Bir gün bir kervana rastladım, kendilerine üstadımı görüp görmediklerini sordum... Onlar, konuşma tarzımdan benim İranlı olduğumu anladılar. İçlerinden biri, devesini çöktürerek beni o deveye bindirdi. Kendisi de binerek yola koyulduk. Beni ülkelerine, yani Medîne'ye götürdüler. Orada köle olarak sattılar. Sahibem bir kadındı ve beni, kendisine âit bir hurma bahçesinde çalıştırıyordu... Nihayet bir gün, Medîne'ye sevgili Peygamberimiz hicret buyurmuşlar. Bunu haber alınca, yanıma bir miktar hurma alarak O'nun huzuruna gittim ve hurmaları önüne koydum. O: "Bu nedir?" diye sordu. Ben de: "Bir sadakadır" dedim. Peygamberimiz, kendileri yemeyip arkadaşlarına onu yemelerini söyledi. Ben, daha sonra yine bir miktar hurma alarak O'nun huzuruna gittim ve hurmaları önüne koydum. O yine: "Bu nedir?" diye sordu. Ben de: "Bu bir hediyedir" dedim. Bu sefer hem kendileri Bismillah çekip yedi, hem de ashabına yemelerini söyleyip onlar da yediler... Kendi kendime: "İşte bunlar, Peygamberlik alâmetlerinden bâzılarıdır" diyordum... Sonra O'nun arka tarafına dolaştım. O, maksadımı sezmiş olacak ki, elbisesinin omuz kısmını sarkıtarak, iki omuzu arasındaki nübüvvet mührünü görmemi sağladı. Bu alâmeti de gördükten sonra, tam kanâat getirdim ve tekrar O'nun huzuruna gelip edeple oturdum. "Eşhedü" diyerek alenen şehâdet getirdim: "Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur! Ve sen Allah'ın resulüsün!" diyerek müslüman oldum..."
İbn-i Sa'd, Beyhekî ve Ebû Nuaym (bu konuda, daha geniş bir şekilde) İbn-i İshâk'tan şöyle rivayet ederler: Bana Asım bin Ömer'in, Mahmud bin Lebid'den, onun da İbn-i Abbâs'tan rivayeti şöyledir: O demiştir ki: Bana Selmân-ı Fârisi kendisi anlattı ve dedi ki: Ben faris halkından biri idim. Babam, bulunduğu yerin ağası idi. Beni çok severdi. Hatta bir kız evladı imişim gibi, beni evden dışarı salmazdı. Sonra mecusilikte çok çalışıp ilerledim ve ateşgedede hadim oldum. Zerdüştlük dininin hiç söndürülmeden yandırılan ateşinin başında kalıyor, onu devamlı yakmakla meşgul bulunuyordum. Bu meşguliyetimin dışında herhangi bir işle bir ilgim ve bilgim yoktu. Babamın arazileri vardı. O da bu işlere bakıyordu. Bir gün bana: "Oğlum, ben işlerime bakamaz oldum. Haydi arazime git, adamlarımızın çalışmalarını güzelce kontrol et. Benden de fazla ayrı kalma" dedi. Ben, babamın emri üzerine araziye giderken yolda kiliseye rasladım. Nâsâranın buradaki ibâdetlerinden sesler geliyordu. Merakımı çekti ve "Acaba bu nedir?" diye ilgilendim. Sorduğum kimseler: "Nasrâniler namaz kılıyorlar" dediler. Kiliseye girdim, gördüğüm şeyler beni hayretler içinde bıraktı. Onların yanında ta güneş batıncaya kadar oturdum. Babam, adamlar salıp her tarafta beni aramış. Akşamleyin eve döndüğümde, tabii araziye gidemeden dönmüş oluyordum. Babam bana: "Nerede idin, niçin araziye gitmedin?" diye sordu. Dedim ki: "Babacığım, giderken bir yere rastladım, nasrâniler burada ibâdet edip namaz kılıyorlarmış. Onların namaz ve duaları çok hoşuma gitti. Ben de kendileriyle beraber oturup onların ibâdetlerini seyre daldım." Babam dedi ki: "Oğlum, senin dinin, senin atalarının dini, onların dininden daha hayırlıdır!" Ben dedim ki: "Baba Allah'a yemin ederim ki, bizim dinimiz onların dininden hayırlı değildir. Onlar öyle kimseler ki, Allah'a ibâdet ediyorlar, namazlar kılıp dualar ediyorlar. Bizler ise, kendi ellerimiz ile yaktığımız eteşe tapıyoruz. Kendi haline bırakacak olsak, ateşimiz sönüp gidecek..." Bunun üzerine babam bana çok kızdı, ayağıma demir zincirler vurarak beni bir odaya hapsetti.
Derken ben, nasrânilere gizlice haber saldım ve dedim ki: "Bu dininizin aslı nerededir?" Onlardan "Şam'dadır" diye cevap geldi. Ben kendilerine, "Şam'dan insanlar geldiği zaman bana haber veriniz, onlarla birlikte Şam'a gitmek istiyorum" dedim. Bir gün Şam'dan tacirler gelmiş, bana haber verdiler. Bunların hangi gün dönecekleri hakkında onlardan bilgi aldım ve o gün, hazırlanıp onlarla birlikte Şam'a kaçtım. Şam'a geldiğimiz zaman; "Burada bu dinin en yetkili ve en faziletli şahsı kimdir?" diye sordum. Kilisedeki baş papazın olduğunu söylediler. Ben de ona giderek, "Ben burada sizinle beraber kalmak, size ve dininize hizmet etmek, Allah'a ibâdet etmek ve iyiliğin ne olduğunu sizlerden güzelce öğrenmek istiyorum" dedim. Papaz, bu ricamı kabul etti. Artık ben, orada onunla kalıyordum. Fakat bu papaz, iyi bir insan değildi. Kiliseye gelenleri hep sadaka ve hayır yapmaya teşvik ediyor, paraları topluyor, fakat fakirlere dağıtmıyordu. Onun bu halini görerek, kendisini hiç sevemedim. Hattâ ona çok kızıyordum.
Derken, adamcağız vefat etti. Nasraniler onu defnetmek için geldiklerinde, durumu kendilerine açıkladım. Onlar, önce bana inanmak istemediler. Paraların gömülü olduğu yeri onlara gösterince, inanmak zorunda kaldılar ve o papazı defnetmeden önce bir ağaca astılar. Karşısına geçip cesedini taşladılar. Yerine bir adam seçtiler. Bu, öyle bir adamdı ki, ondan daha çok ibâdet eden, daha çok kanaatkar olan, daha dürüst olan ve daha çok sevdiğim bir adam yoktu. Kendisinden hiç ayrılmıyordum. Fakat günün birinde o da hastalandı. Kendisine dedim ki: "Efendim, durumunuz ağır görünüyor. Allah'ın emri yakına benzer. Allah'a yemin ederim ki ben, sizi sevdiğim kadar hiç kimseyi sevmiş değilim! Bana ne emredersiniz, kimi tavsiye edersiniz?" Dedi ki: "Evladım, Musul'da iyi yetişmiş bir üstad vardır, ondan başkasını bilmiyorum. Ona git, onu en azından benim kadar iyi ve yetkili bulacaksın..."
Bu zât vefat edince, ben de onun tavsiye ettiği Musul'daki üstad'a gittim ve kendisine dedim ki: "Efendim beni size Şam'daki zât tavsiye etti. Sizinle beraber kalmama izin verir misiniz?" İzin verdi ve ben onunla beraber kalmaya başladım. Baktım, onun hali de, aynen bana söylendiği gibi çok iyi idi. Çok abid ve zâhid bir zât idi. Bir müddet beraber bulunduk.
Bir gün bu da hastalandı. Kendisine dedim ki: "Efendim, beni size Şam'daki meslektaşınız tavsiye etmişti. Şimdi siz bana kimi tavsiye edersiniz?" Cevabında dedi ki: "Oğlum, ben sana Nusaybin'deki üstadı tavsiye ederim. Bir başkasını bilmiyorum."
Üstadı defnettikten sonra, Nusaybin'e gittim. Buradaki üstadı bulup kendisine: "Beni size Musul'daki meslektaşınız, vefatından önce vasiyet ettiler, izniniz olursa sizinle beraber kalacağım" diyerek müracat ettim. Bana: "Peki, bizimle ikâmet edersin" diyerek izin verdiler. Önceki iki üstadımla olduğu gibi, bununla da ölünceye kadar beraber kaldık. Günün birinde bu da hastalanınca, kendisine: "Efendim, hakkın emri yakın görünüyor. Sizden sonra bana kimi tavsiye edersiniz?" diye ricada bulundum. Bana dedi ki: "Yavrum, şu zamanda kimseleri bilmiyorum. Ancak sana Amûriye'deki üstadı tavsiye edebilirim. Onu da bizim halimiz üzere bulacaksın."
Bu üstadı da defnederek Anadoludaki Amûriye'ye gidip buradaki üstada müraâcat ettim. O da ricamı kabul etti. Artık bu üstadla kalıyordum. Bir ara bâzı kazançlarım oldu, koyun ve sığırlarım vardı. Derken bu üstad da ölüme yaklaştı. Kendisine dedim ki; "Efendim, beni en son size havale etmişlerdi, şimdi siz kime havale edeceksiniz? Bana, kimi tavsiye edersiniz?" Üstad da bana dedi ki: "Evladım, yemin ederim ki seni havale edecek kimseleri bilmiyorum. Hâli, bizim halimizi andıran birini tanımıyorum. Fakat Mekke hareminden çıkacak olan Peygamberin zamanı yaklaşmıştır. O'nun hicret yeri de hurmalık bir yer olacaktır. Kendisinde, Peygamber olduğuna dair alâmetler bulunacaktır. İki omuzu arasında nübüvvet mührü olacak, hediye olanı yiyecek, sadaka olanı yemiyecektir. Eğer, bu ülkeye bir yolunu bulup gitmeye gücün yeterse, gitmeni tavsiye ederim. O'nun zamanının yaklaştığına dâir nice alâmetler belirmiştir..."
Nihayet bu üstad da vefat etti. Kendisini defnettikten sonra, Amûriye'de ikâmete devanı ederek fırsat kolluyordum. Derken buraya Arabistan'dan bir ticâret kafilesi geldi. Kendilerine dedim ki: "Eğer beni ülkenize götürürseniz, size elimde bulunan şu koyun ve sığırlarımın hepsini veririm!" Onlar da bunu kabul ettiler. Birlikte yola çıktık. Fakat Vâdil-Kurâ denilen yere gelince bana zulmettiler ve beni bir yahûdiye köle olarak sattılar. Orada hurmalıkları da görerek bana haber verilen'yer olmasını da çok ümîd etmiştim. Derken Kurayza Oğullarından bir yahûdî beni, diğer yahûdîden satın alarak Medine'ye getirdi... Vallahi burasını görünce: "Tamam, işte bana söylenen yer burasıdır" diyerek tanımıştım. Efendimin yanında köle olarak kalıyor ve çalışıyordum... Derken Allah Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de Peygamber olarak göndermiş... Fakat ben köle olduğum için bu hususta haber alamıyordum.
Nihayet Resûlüllah Medine'ye hicret buyurmuşlar. Gubâ'da ikâmet ediyorlarmış. Bu sırada efendimin amcası oğlu gelerek "Ey fulan! Allah şu Kayla Oğullarının belasını versin! Onlar Gubâ'da bir adamın etrafında toplanmışlar, onun Peygamber olduğunu iddia ediyorlar" diye bağırıyordu... Ben, onun bu sözlerini işitir işitmez büyük bir sarsıntı geçirip titremeye başladım ve üzerinde bulunduğum hurma ağacından aşağıdaki efendimin üzerine düşeyazdım... Zorla kendimi toparlayıp aşağı indim ve ona hitaben: "Neler oluyor? Nedir bu haber?" diye sordum... Efendim ise elini kaldırarak suratıma şiddetli bir yumruk attı ve: "Bundan sana ne! Sen işine bak!" diye haykırdı... Ben de kendisine: "Doğru söylüyorsun efendim, ben sâdece merakımı saran bir haberin aslim öğrenmek istemiştim" diyerek işimin başına döndüm.
Sonra bahçeden çıkarak yine bu haberin aslim sormaya başladım. Yolda giderken rastladığım bir kadına sordum, meğer bu kadının bütün ev halkı müslüman olmuşlar... Bana Resûlüllâh'ın bulunduğu yeri tarif etti. Ben akşama kadar sabrettim. Akşamleyin yanımda bulunan hurmalardan bir miktar alarak O'nun yanına gittim. O, bu sırada Gubâ'da idi. Huzuruna varıp dedim ki: "Ey Allah'ın resulü, sizin iyi haberiniz bana ulaşmıştır. Yanınızda da garip kimseler bulunmakta imiş. Size bu hurmaları sadaka olarak yemeniz için getirdim.' Resûlüllah kendileri bu hurmadan yemediler, ashabına yemeleri için söylediler. Ben kendi kendime dedim ki: "İşte bu, Peygamberlik alâmetlerinden birisidir."
Sonra dönüp gittim. Resûlüllah da bu sırada Gubâ'dan ayrılarak Medine'ye gelmişler.
Ben, bir miktar daha hurma toplıyarak Resûlüllah'a getirdim ve: "Sizin sadaka olan şeyden yemediğinizi gördüm, bunu bir hediye ve ikram olarak getirdim" dedim. Resûlüllah ve ashabı bundan yediler... Dedim ki "İşte bu, ikinci alâmettir."
Bir defasında ben yine Resûlüllâh'a gelmiştim. O bu sırada bir cenazenin arkasından gitmekte idi... Ben omuzundaki nübüvvet mührünü görebilsem diye, arkasına dolaştım. O benim maksadımı sezerek elbisesini omuzundan aşağıya biraz sarkıtarak benim, nübüvvet mührünü görmemi sağladı... Aynen bana söylendiği gibiydi... Omuzuna kapanarak onu öpüyor ve ağlıyordum... Efendimiz bana hitaben: "Şöyle ön tarafa gel yâ Selmân!" buyurdular. Ben derhal ön tarafa geçip huzuruna edeple oturdum... O bu sırada, benim başımdan geçenleri ashabına duyurmak istedi... Ben de hepsini anlattım. Sözünü bitirince bana hitaben "Ey Selmân! Efendinin seni azâd etmesi için, kendisiyle anlaşma yap!" buyurdu. Ben de efendime gidip anlaşma yapmasını istedim, o da kabul etti, Üçyüz adet hurma fidanının dikilmesi ve kırk okka (çeki) altının kendisine ödenmesi şartı üzerinde karar kıldık. Resûlüllah’ın ashabı bu hususta bana yardımcı oldular. Herkes gücünün yettiğince ve yanında bulunan kadarıyla kimi otuz, kimi yirmi, kimi de on aded hurma fidanı getirerek bunu t-affî^TPİaduk... Resûlüllah da bana: "Selmân, fidanları dikeceğiniz çukurları açınız, fakat dikmeden bana haber veriniz! Her birini ben, kendi elimle dikmek isterim" buyurdular.
Ben ve Resûlüllah'ın ashabı birlikte çukurları açtık ve Resûlüllah'a haber verdik. Geldiler ve kendi elleriyle her bir fidanı yerine koyup düzlediler... Allah'a yemin ederim ki, bu fidanlardan bir tanesi dahi yozmadan hepsi tuttu. Şimdi sıra para borcumun ödemesindeydi... Bir gün adamın biri, bâzı mâdenlerden güğercin yumurtası büyüklüğünde altın parçası getirdi. Resûlüllâh buyurdular ki:
- "Ey Selmân, al bununla da para borcunu öde!" Dedim ki:
- "Ey Allah'ın Resulü, bu küçücük altın parçası ile ben, kırk çeki altın borcunu nasıl ödeyeceğim?" Buyurdular ki:
- "Ey Selmân, sen bunu götür ve tartarak borcunu öde! Şüphen olmasın ki Allah senin borcunu bununla ödeyecektir! Ona öyle bereket (ve ağırlık) verecektir ki, Allah isterse borcunu ödedikten sonra, bir o kadar daha artırır bile!..." .
(Ben, gittim ve bununla da kalan borcumu ödedim.)
(İmâm-i Ahmed ve Beyhakînin diğer tarîkten rivayetlerinde böyle tasrîh edilmiştir.)
Yine Ebû Nuaym'ın Ebû Seleme bin Abdurrahman'dan nakline göre, Selmân'ın önceki Ustadlanndan birinin kendisine şöyle dediği anlatılmaktadır:
- "...Ey delikanlı, Meryem oğlu Îsâ'nın kim olduğunu biliyor musun?" Ben:
- "Hayır, bunu işitmedim" dedim. O dedi ki:
- "Îsâ, Allah'ın Resulüdür. Kim Îsâ'nın ve ondan sonra gelecek olan Ahmed adındaki zatın Peygamberliğine inanırsa, Allah o kimseyi dünyanın gamından âhiretin ferahlığına ve nimetine eriştirir..."
Ben bu üstadın çok iyi bir insan olduğuna şahit olmuştum. Onun bana ilk öğrettiği şey şu idi: "Allah'tan başka ilâh yoktur, Meryem oğlu Îsâ Allah'ın resulüdür. Ondan sonra gelecek olan Muhammed de Allah'ın resulüdür. Öldükten sonra dirilmek de haktır." O bana, namaz kılmayı da öğretmişti ve demişti ki: "Namaz kılacağın zaman kıbleye dön! Ateş sana ürperti verse dahi ona iltifat etme. Sen farz olan namazı kilarken, anan veya baban sana çağırsa bile, namazını kesme! Ancak bir Peygamber çağırırsa kesersin. Çünkü Allah'ın Resulü, ancak Allah'ın vahyi ile seni çağırır, kendiliğinden değil... Eğer sen, Tihama dağlarından (Mekke'den) çıkacak olan Muhammed bin Abdullah'ın zamanına yetişecek olursan, muhakkak ona imân et ve kendisine benim selâmımı söyle." Ben de kendisine dedim ki:
- "Efendim bana Muhammed'in sıfatını anlatır mısın?" O dedi ki:
- "O, âlemlere rahmet olarak gönderildiğinden kendisine "Nebiyyü'r-Rahme" yâni rahmet Peygamberi denilecektir, babasının adı Abdullah olacaktır... Tihama dağlarından çıkacaktır... Son derece mütevazı olup deveye, merkebe, ata ve katıra da binecek; hür olanla köle olan yanında eşit olacaktır... Rahmet, O'nun hem kalbinde hem de uzuvlarında dopdolu olacaktır... İki omuzu arasında güvercin yumurtası büyüklüğünde bir mühür bulunacaktır. Bunun zahirinde: "Her nereye teveccüh etsen, Allah'ın yardımı seninle olacaktır" mealinde bir yazı; bâtınında ise: "Allah birdir, O'nun hiçbir ortağı yoktur! Muhammed de O'nun resulüdür!" diye yazılmış olacak... O, hediye olandan yiyecek, sadaka olandan yemiyecek... Ne bir muâhide, ne de bir müslümana, asla zulüm etmiyecek..."
(Nübüvvet mührünün, zahirdeki ve bâtındaki yazılarından söz eden bu rivayet, münker sayılmıştır.)
Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın Büreyde tarikiyle yaptıkları rivayette, Selmân demiş ki; "Ben, efendimle muayyen bir miktarda fidan dikilmesi şartı ile anlaşma yapmıştım, bu fidanların tutması ve meyve vermeye başlaması da şart idi. Peygamberimiz geldiler fidanları kendi elleriyle diktiler. Bir tanesini ise Ömer dikmişti.,. Aynı yıl fidanlar tuttu ve meyve verdi. Bir tanesi ise vermedi... Peygamberimiz:
- "Bunu kim dikmişti?" buyurdular. Kendisine:
- "Ömer dikmişti" denildi. O bunu çıkarıp yeniden kendi elleriyle dikti. Bu fidan da yılında meyve verdi..."
İbn-i Sa'd ile Ebû Nuaym'ın Osman en-Nehdî tarikiyle sevkettikleri rivayete göre ise, Selmân: "Bir tanesini de ben dikmiştim. Bu ise, yılında meyve vermedi..." demiştir.
Hâkim ve Beyhekî'nin Ebû't-Tufeyl'den rivayetlerinde de Selmân, geriye kalan nakit borcunu nasıl ödediği konusunda şunları söylemiştir: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bana, şu kadar, yâni bir dirhem büyüklüğünde bir altın parçası verdi ve buyurdu ki: "Al bununla da kalan nakit borcunu öde! Bu o kadar ağır gelecektir ki, karşılığında Uhud dağı olsa bile, yine ağır basacaktır!" ,
(Yâni Selmân, "Benim her iki borcum da, Resûlüllâh'ın birer mucizesi olarak ödendi" demek istiyor...)
Nitekim İmâm-ı Ahmed ile Beyhekî'nin diğer bir tarîkten rivayetlerinde şöyle denilmiştir: "Resûlüllâh Efendimiz bana bu altın parçasını verdiği ve: "Bununla borcunu öde!" dediği zaman, ben: "Bu azıcık altın ile, borcumu nasıl ödeyeceğim?" demiştim. Bunun üzerine Resûlüllâh bu altın parçasının her iki tarafını mübarek tükrükleri ile ıslatarak bana verdiler ve: "Allah bununla senin borcunu elbette ödeyecektir!" buyurdular... Ben de bunu alarak gittim ve onu tarttılar, kırk çekilik borcumun yerine yeter buldular ve böylece, borcumu ödemiş oldum..."
Yine İbn-i İshâk ile Beyhekî'nin rivayeti şöyledir: Asım bin Ömer bin Katâde demiştir ki: "Bizim büyüklerimizden bâzıları şöyle anlatırlardı: "Resûlüllâh Efendimiz'in geleceğine dâir haberler konusunda bizden daha bilgili kimse yoktu... Zira bizim aramızda kitap ehli olan yahûdiler yaşardı. Biz ise putlara tapardık... Onlar bize kızdıkları zaman derlerdi ki: "Putları kıracak ve Tevhîd dinini yayacak olan Peygamberin gelmesi iyice yaklaşmıştır... O çıktığı zaman biz ona îmân edeceğiz ve onunla birlikte sizi öldürüp yok edeceğiz... İşte o zaman, görürsünüz siz." Derken Allah Resulünü gönderdi, bizler kendisine ihlâs ve samimiyetle imân ettik... Yahudiler ise küfür ve inkâr ettiler... Yüce Allah, Kur'ân'daki şu âyetini de işte bu hususta indirmiştir:
"...Onlar, daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip duruyorlardı. O bildikleri (Kur'ân) kendilerine gelince onu inkâr ettiler... Artık Allah'ın laneti, inkarcıların üzerine olsun!" [36]
Beyhekî ve Ebû Nuaym Ali el-Ezdî'den şöyle nakleder: "Yahûdiler dua eder ve derlerdi ki: Ey Allah'ım, bizim için bu Peygamberi gönder de, bizimle diğer insanlar arasında hakemlik yapsın..."
Yine Beyhekî ile Hâkim'in İbn-i Abbâs'tan rivayeti şöyledir. O demiştir ki: "Hayber yahûdileri Gatafân ile harbeder ve onlara yenilirler idi. Şu şekilde dua ederek Allah'a sığınırlardı: "Ey Allah'ımız! Bize göndermeyi va'dettiğin şu Nebiyyi Ümmî Muhammed hürmetine düşmanlarımıza karşı bize yardım et!..." Onlarla karşılaştıkları zaman da böyle dua ederler ve neticede zafer kendilerinin olurdu... Ne zaman ki Allah, Resûlü'nü gönderdi; O'nu inkar ettiler... Allah da onlar hakkında: "...Halbuki onlar, inkâr edenlere karşı yardım isteyip duruyorlardı..." mealindeki âyetini indirmiştir. [37]İbn-i İshâk, Ahmed, Buhârî Târih'inde, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî, Taberânî ve Ebû Nuaym; Mahmûd bin Lebîd'den, o da Seleme bin Sülâme'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Bizim aramızda yahûdiler de yaşardı. Bir gün onlardan biri Abdü'l-Eşhel Oğullarına hitaben şöyle diyordu: "İyi biliniz ki öldükten sonra dirilmek var, kıyamet, cennet ve cehennem var... Hesâb ve mîzân var... Bu azab yeri olan cehennem, öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna inanmıyan müşrikler içindir... Onlar burada yanacaklar..."
Bu olay, Peygambetirniz'in gönderilmesinden az önceye rastlıyordu. Kendisine dediler ki: "Sen ne diyorsun? Hiç insanlar öldükten sonra dirilir mi? Yaptıklarından dolayı hesab mı verirler?" O da cevabında dedi ki: "Hakk Teâlâ'ya yemin ederim ki, şimdi sizler bana, âhiretteki cehennemden kurtulmam karşılığı olarak birbirinizin evindeki iyice yandırılmış ve kızdırılmış bir fırına girmemi söyleseniz, hiç tereddüd etmem bu fırına girerim!... Yeterki cehennemden kurtulmuş olayım..." Kendisine dediler ki: "Bu söylediklerinizin doğru olduğunun alâmeti nedir?" O da dedi ki: "Şu Mekke veya Yemen tarafından gönderilecek olan bir Peygamberdir... O, bunların doğruluğunu isbât edecektir..." Dediler ki: "Peki sen bunu ne zaman göreceksin?" O da bana işaret ederek dedi ki: "İşte şu genç O'na yetişecektir!"
Sabahtır, akşamdır derken, Allah Resûlü'nü gönderdi... Artık O, aramızdadır... Bizler O'na imân ettik ve O'nun bize getirip tebliğ ettiği şeylerin hepsini tasdik eyledik. O bize hutbeler okuyan yahudi ise O'na inanmıyordu. Şüphesiz bile bile hasedinden inkâr ediyordu. Bir gün kendisine dedik ki: "Ey yahûdî! Sen değil misin, bize Peygamberimizin geleceğine ve gelmesinin yaklaştığına dâir hutbeler okuyan? Şimdi sana ne oluyor da O'nu inkâr ediyorsun?" Bize cevabında: "Benim dediğim, o değil" diyordu..."
Beyhekî, Taberânî, Ebû Nuaym ve "El-Hevâtif" adlı eserinde el-Harâitî, Halîfa bin Abde'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben, Adiyy bin Rabîa'nın oğlu Muhammed'e sordum: "Baban sana o câhiliye devrinde, bu Muhammed adını nasıl vermiş?" dedim. O da dedi ki: "Bunu ben de babama sormuştum. O bana demişti ki: "Ben, Temîm oğullarından Süfyân bin Mücâşı’, Yezîd bin Ömer, Üsâme bin Mâlik ile sefere çıkmıştım. Şam'a vardığımız zaman, üzerinde ağaçlar bulunan bir su birikintisinin yanına indik. Bir din adamı olduğu anlaşılan biri, yukarı tarafımızdan seslenerek: "Kimlersiniz?" diye sordu. Biz: "Mudar kabilesindeniz" diye cevap verdik. O dedi ki: "Yakında sizin içinizden bir Peygamber çıkacak, ona derhal inanınız, bütün kuvvetiniz ve dikkatiniz ile onun söylediklerini kabul ediniz! Bu taktirde doğru yolu bulursunuz!... Biliniz ki, o, Peygamberlerin sonuncusudur..." Biz: "Onun adı ne olacak?" diye sorduk. O, "Muhammed olacak" dedi. İşimizi bitirip seferden döndük. Bu dört arkadaştan her birimiz, çocuğu olduğu zaman ona "Muhammed" adını koydu."
İbn-i Sa'd, Saîd bin el-Müseyyib'in şöyle dediğini nakleder: "Araplar, gerek kitap ehli yahûdî ve nasrânilerden, gerek bâzı kâhinlerden, "Arapların içinden bir Peygamber gelecek, adı Muhammed olacak" diye îşitirlerdi... Bunu duyup da çocuğuna Muhammed adı verenler çok olmuştur..."
Yine İbn-i Sa'd, Katâde bin Sekenden şöyle rivayet eder: "Temîm Oğulları içinde Muhammed bin Süfyân bin Mücâşi' vardı ve kendisi papaz idi... Babasına: "Arabın içinden Muhammed adında bir Peygamber gelecek" demişti. Babası da ona Muhammed adını verdi..."
Beyhekî'nin Mervân bin Hakemden nakline göre, Muâviye bin Ebû Süfyân demiştir ki: "Bana babam Ebû Süfyan şöyle anlatmıştı: Ben, Ümeyye bin Ebû's-Salt ile Şam'a gitmiştim. Nasrânilerin yaşadığı bir karyeye geldik. Onlar Ümeyye'yi gördükleri zaman ona çok büyük ta'zîm ve tekrimlerde bulundular ve kendileriyle birlikte gitmesini istediler... Ümeyye bana dedi ki: "Ey Ebû Süfyân, benimle beraber sen de git! Öyle bir adamın yanına gidiyoruz ki, nasraniyetle ilgili bütün bilgiler onun yanında toplanmıştır. Ben, "Seninle birlikte gitmek istemiyorum" dedim ve gitmedim. O gitti ve döndüğü zaman bana dedi ki: "Sana söyliyeceklerimi, kimselere anmıyacağına dâir söz verir misin?" Ben: "Söylemem" dedim. O dedi ki: "Yanına gittiğimiz nasrânî âlimi: "Beklenen Peygamber gelmiştir!" dedi. Onun bu sözünden, kendimin Peygamber olduğunu zannettim. O, sözüne devamla dedi ki: "O, sizden değil Mekke ehlindendir." Ben: "Onun nesebi nedir?" diye sordum. "Kavminin en hayırlı ailesinden" dedi ve ilâve etti: "Eğer alameti nedir, dersen; Şam şehri, Îsâ'dan sonra tam seksen defa sarsılmıştır... Geride bir sarsıntı daha vardır ve bunun zararı büyük olacaktır..." Biz geriye döndük. Seniyye'ye yaklaştığımız zaman binitli bir adama rastladık, "nereden?" diye sorduk. "Şam'dan" dedi. Yeni bir olayın olup olmadığını sorduk. O: "Evet, Şam'da büyük bir sarsıntı oldu ve pek büyük zarar ve tahribata sebebiyet verdi" diye cevapladı..."
Ebû Nuaym, Ka'b ve Vehb bin Münebbih'ten şöyle nakleder: "Kral Buhtu Nasr, uykusunda büyük ve korkunç bir rü'yâ görür. Uyandığı zaman, rü'yanın dehşetiyle nasıl bir rü'yâ gördüğünü hatırlıyamaz... Kâhin ve sihirbazlarını çağırıp, çok sıkıntılı ve korkulu bir rüya gördüğünü, uyanınca bunu unuttuğunu ve bu gördüğü rü'yanın yorumunu yapmalarını ister... Onlar da: "Rüyanı anlat da tâbîr edelim" derler. O: "Unuttum" der. Onlar da: "Rü'yanı bize anlatmadıkça bizim onu tabir etmemiz mümkin değildir" derler.
Bunun üzerine o, Danyâl (aleyhisselâm)'ı çağırtıp rü'yasının tâbirini ondan istiyor... Danyâl (aleyhisselâm) da diyor ki: "Sen rü'yanda büyük bir put görmüşsün, ayakları yerde, başı semâda olan öyle bir put ki, yukarısı altından, ortası gümüşten, aşağısı ise tunçtan... Bacakları demirden, ayakları tuğladan... Sen ona bakarken hayran olup kalmışsın, onun güzelliğinden, ondaki san'atm sağlamlığından dehşete kapılmışsın... Tam bu sırada Allah yukarıdan bir taş göndermiş, bu taş o heybetli putun tepesine inmiş ve onu un gibi ufalamış... Onun altını, gümüşü, demiri, tuncu ve tuğlası birbirine karışmış... Sen bu sırada demişsin ki, "Bütün insanlar bir araya gelseler, un gibi ufalanan ve bütün maddeleri birbirine iyice kansan şu putun madenlerini birbirinden ayırmaya güç yetiremezler! Şimdi bir rüzgar esse bütün bunları havaya savurur!..." Evet sen, kendi kendine böyle derken, o semadan inen taşın da giderek büyüdüğünü görüyordun... O kadar ki, o taş bütün yeryüzünü kaplamış, sen de ya gökyüzünü veya o taşı görüyordun, başka birşey göremiyordun..." Kral Buhtu Nasr da: "Evet doğru söylersin, gördüğüm rü'yâ aynen budur. Fakat bu rü'yanın tabiri nedir?" der. O da der ki: "Gördüğün put, çeşitli zamanlarda yaşayan ümmetlerdir... Gökten inen taş ise, Allah'ın ahir zamanda göndereceği hak dine işarettir. Allah, Araplar arasından bir Peygamber gönderecek, o, bütün dinler ve ümmetler üzerine zahir ve galip olacak... Allah onun sayesinde bütün dinleri ezip silecek... Rü'yandaki gökten inen taşın, o putu ezdiği gibi.
İbn-i Asâkir'in Dımeşk Târihinde Îsâ bin Dab'dan şöyle rivayet edilmiştir: Ebû Bekir es-Sıddık buyurdu ki: Ben Kabe'nin yanında oturuyordum. Orada Zeyd bin Nüfeyl de vardı. Derken Ümeyye bin Ebi's-Salt yanımızdan geçti ve dedi ki: "Şu beklenmekte olan Peygamber, yâ bizden, yâ sizden,- yâ da Filistin ehlinden çıkacaktır." Zeyd bin Nüfeyl de: "Ben bu hususta daha önce bir şey duymuş değilim" diyerek karşılık verdi... Ben, Varaka bin Nevfel ile görüşmek üzere oradan ayrıldım. Varaka'ya gittiğim zaman, kendisine bu konuşulanları anlattım. O bana dedi ki: "Ey kardeşim oğlu, evet doğrudur. Kitap ehli ve âlimler bize haber verdiler ki, bu beklenen Peygamber, arabın en hayırlı ve en şerefli ailesinden çıkacaktır. Benim neseb ilmine de vukufum vardır, senin kavmin neseb bakımından arabın en hayırlı kavmidir." Dedim ki: "Ey amca! O, neler söyleyecek?" Varaka: "Kendisine ne vahyedilirse onu söyleyecek" defli ve ilave etti: "Şu kadar var ki O, ne başkasına zulmeder, ne de kendisine zulüm edilmesine fırsat verir." Vaktaki Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Peygamber olarak gönderildi, ben de O'na hemen îmân ettim ve O'nu bütün kalbimle tasdik eyledim."
- Tayâlisî, Beyhekî ve Ebû Nuaym Zeyd bin Nüfeyl'in oğlu Saîd'den şöyle rivayet ederler: "Zeyd bin Artır bin Nüfeyl ve Varaka bin Nevfel hak dînin ne olduğunu aramaya çıkıp Musul'a giderler... Oradaki bir râhib, Zeyd'e der ki: "Sen neredensin?" Zeyd: "İbrahim (aleyhisselâm)'ın yurdu Mekke'den" diye cenaplar. O da der ki: "Peki, buralarda ne arıyorsun?" Zeyd: "Hak dîni arıyorum!" der. Râhib de der ki: "Yurduna dön! Çünkü aradığın hak dînin oradan çıkması yaklaşmıştır..."
Ebû Ya'lâ, Beğavî, Taberanî, Beyhekî, Ebû Nuaym ve sahihtir kaydiyle Hâkim; Üsâme bin Zeyd'den şöyle rivayet ederler: Babası Zeyd bin Harise demiştir ki: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyd bin Nüfeyl'e kavuşmuş ve ona demiş ki: "Ey Amca! Sebeb nedir ki kavmin sana buğzediyor?" O da demiş ki: "Onların bana kızmaları, benim kendilerine karşı bir kötülüğüm olduğundan değildir. Sa'dece ben kendilerine, doğru yolda olmadıklarını söylemişimdir... Nihayet hak dînin ne olduğunu aramak maksadı ile çıktığım zaman Cezire'ye gelmiştim. Buradaki şeyhe maksadımı söylediğim zaman, bana: "Sen kimsin?" diye sormuştu. Ben de: "Beytullâh'ın bulunduğu yerdenim" diye cevap vermiştim. O da bana demişti ki: "Aradığın hak dîni yayacak olan Peygamber, senin ülkenden çıkacaktır, zamanı da yaklaşmıştır... Ülkene dön, O'na inan ve kendisini tasdik et."
Bunun üzerine döndüm. Fakat şimdilik o Peygamber çıkmış da değil..." Zeyd bin Harise der ki: Zeyd bin Nüfeyl, Peygamber Edendimiz'e Peygamberlik verilmeden önce vefat etti.
İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym Amir bin Rabîa'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Ben, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl'e Hirâ'ya giderken yolda rastladım. O, kavmiyle arasını iyice açmıştı. Onların putlara tapmasını kimyor ve onlara şiddetle muhalefet ediyordu. Zeyd bana dedi ki: "Ey Amir, ben kavmime muhalefet edip İbrahim (aleyhisselâm)ın dinine tabi oldum. Ben şu günlerde bir Peygamberin çıkmasını bekliyorum. Bu Peygamber İsmail Oğullarından ve Abdül-Muttalib soyundan çıkacaktır... Adı Ahmed olacaktır. Ben ona yetişirsem derhal imân edip onu tasdik edeceğim, alenen şehadette bulunacağım... Eğer kendisine yetişemezsem ve sen benden daha uzun yaşayıp da ona yetişecek olursan; kendisine benden selâm söyle ve hiç çekinmeden ona imân et! Yâ Amir, bana verilen bilgiye göre, onun hakkındaki bâzı alâmetleri sana söyliyeyim de bu hususta tereddüdün kalmasın. O'nun boyu, ne uzun olacak, ne de kısa; saçı ne çok olacak, ne az... Gözlerinde devamlı bir kırmızılık bulunacak... Adı Ahmed olacak ve şu beldede (Mekke'de) doğacak, yine bu beldede Peygamberliğini tebliğ edecek. Sonra kavmi kendisini bu şehirden çıkaracak, çünkü onlar O'na inanmıyacaklar, O'nun tebliğ ettiği şeylerden hoşlanmayacaklar... O da Yesrib'e (Medine'ye) göçecek... Dînini orada yayacak... Sakın hâ O'nu görmezlikten geleyim deme! Bilirsin ki ben, hak dîni bulabilmek için nice beldeler dolaştım, fakat karşılaştığım din âlimlerinin bana verdikleri bilgiler, işte bu merkezdedir... Karşılaştığım bu âlimler bana, geleceğini bildirdikleri bu Peygamberden sonra bir daha Peygamber gelmeyeceğini de haber vermişlerdir..."
Amir bin Rabîa diyor ki: "Resulüllâh Efendimiz Peygamberliğini ilân ettikleri zaman, kendilerine gidip Zeyd bin Nüfeyl'in bu söylediklerini anlattım ve müslüman oldum. Peygamberimiz onun hakkında rahmet diledi ve buyurdu ki:
"Ben onu, eteğini sürüyerek cennette gezinirken gördüm."
İbn-i Sa'd, eş-Şa'bî yoluyla Zeyd bin el-Hattâb'ın oğlu Abdurrahman'dan rivayet eder. O demiştir ki: "Zeyd bin Nüfeyl bana şöyle anlattı: Ben, Şam'da idim. Orada bir rahible karşılaştım ve puta tapıcılıktan, yahûdîlik ve nasrânîlikten hiç hoşlanmadığımı, bunları asla doğru görmediğimi ona söyledim. Rahib bana dedi ki: Öyle sanıyorum ki sen İbrahim'in dînini arıyorsun! Fakat şimdiki zamanda bu din ile amel edilmemektedir... Sen kendi ülkene (Mekke'ye) dön! Oradan büyük bir Peygamber çıkacak, İbrahim'in dînî olan Hanîflik dinini yayacak ve bu Peygamber, Allah indinde en hayırlı ve en şerefli bir kul olacak!..."
Ebû Nuaym, Ebû Ümâme el-Bâhilî tarîki ile Amr bin Absetü's Sülemî'den nakleder. O şöyle demiştir: "Ben, câhiliye devrinde kavmimin dînini terk ettim, onların taşlara tapmakla bâtıl yolda oldukları kanaatinde idim... Derken ehl-i kitaptan bir adama rastladım ve ona: "En faziletli din hangisidir?" diye sordum o dedi ki: "Mekke'den bir adam çıkacak, kavminin tanrılarını terkedecek, insanları başka bir dine çağıracak... İşte bu adam, en faziletli dîni getirecek! Onun çıktığını duyarsan, gider kendisine uyarsın."
Ondan bu sözleri duyunca, bütün arzum Mekke'ye gitmek idi. Gittim ve yeni bir olay çıkıp çıkmadığını sordum. "Hayır" cevabını aldım. Ailemin yanına döndüm, tekrar Mekke'ye gidip aynı şeyi soruyor, "hayır" cevabını alıyordum... Artık, Mekke'den çıkış yapan kervanları karşılayıp yeni bir olay olup olmadığını soruyor, yine "hayır" cevabını alıyordum... Bir gün yol üzerinde oturuyordum. Bir binitli geldi, kendisine: "Nereden geliyorsun?" diye sordum. "Mekke'den" dedi. Dedim ki: "Bir haber var mı?" Dedi ki: "Evet, bir adam çıktı, kavminin tanrılarını tanımıyor! İnsanları yeni bir dine çağırıyor." Bunun üzerine ben, "İşte beklediğim adam budur!" dedim ve hemen Mekke'ye gelip O'na iman etmek istedim. Gördüm ki, kendisini gizliyordu. O'na:
- "Sen kimsin?" diye sordum. O:
- "Peygamber" diye cevapladı. Dedim ki:
- "Peygamber nedir?" Dedi ki:
- "Resul, yani bir elçi." Dedim ki:
- "Seni elçi olarak kim gönderdi?" Dedi ki:
- "Allah!"
- "Ne ile gönderdi?"
- "Akrabaya iyilik etmek, haksız yere kan dökmemek, kız çocuklarını diri diri kuma gömmemek, yol emniyetini sağlamak, putları kırmak, yalnız Allah'a ibâdet edip hiçbir şeyi O'na ortak koşmamak ile!..."
- "Allah seni, ne güzel şeylerle göndermiş! Sen şâhid ol ki, ben sana îmân ettim ve seni tasdik eyledim! Artık senden ayrılmam!" Buyurdu ki:
- "Bak, insanlardan ne çektiğimi, onların buna ne kadar kızdıklarını görüyorsun. Bu durumda sen, benimle birlikte bulunmağa güç yetiremezsin... Sen yurduna dön, ben buradan başka bir yere çıktığım zaman gelir benimle birlikte olursun..."
Vaktaki Peygamberimiz Mekke'den ayrılıp Medine'ye göç ettiler, ben de Medine'ye gidip kendisiyle beraber olanların arasına katıldım..."
(Bu rivayeti İbn-i Sa'd, Amr bin Abse'den Şehr bin Havşeb tarikiyle nakleder).
Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Ebû Hilreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Edindiğim bilgilere göre, İsrâ'il Oğulları, Buhtu Nasr'ın kesin galebesinden sonra çeşitli ülkelere dağılmışlar... Onlar kendi kitaplarında Muhammed (aleyhisselâm)'ın sıfat ve alâmetlerini okurlar ve O'nun Arap karyelerinden hurmalıklı bir kasabada çıkacağını söylerlerdi. Şam'dan ayrıldıkları zaman, Yemen ile Şam arasındaki Arap kasabalarının hangisinin buna uyduğunu araştırmışlar, söylenen kasabanın Yesrîb, yâni Medine olduğunu görmüşler ve gelecek olan Peygambere kavuşup O'na ümmet olmak isteğiyle Medine'ye yerleşmişler... Hattâ Hârûn Oğullarından Tevrat'ı bilen bâzıları da Medine'ye bu maksatla yerleşmişler... Henüz gönderilmemişken, Muhammed'in Peygamberliğine inanmışlar ve kendileri hayatta iken geldiği takdirde O'na inanmalarını çocuklarına tavsiye etmişlerdir... İşte bunların neslinden bâzıları; Hazret-i Muhammed'in Peygamber olarak gönderildiği günlere ve O'na yetiştikleri halde, bile bile inkâra yönelmişlerdir..."
Ebû Nuaym Hassan bin Sâbit'ten nakleder. O demiştir ki: "Vallahi ben, babamın evinde yedi yaşında çocuk iken, gördüğüm ve duyduğum şeyleri hiç unutmazdım. Bir gün babamla birlikte idik. Evimize bir genç geldi, adı da Sabit bin Dahhâk idi. Konuşmaya başladı ve dedi ki: Kurayza'lı bir yahûdi şöyle iddia ediyor: "Yahudilerin kitabı gibi bir kitap getirecek olan bir Peygamberin gelmesi iyice yaklaşmıştır! O çıktığı zaman sizi kılıçtan geçirecektir..."
Yine Hassan diyor ki: Vallahi, bir gece seher vakti idi ve ben evin damı üzerinde idim. Bir ses duydum. Bu bir yahûdinin sesi idi. Medine evlerinden birinin üzerine çıkmış ve bütün sesi ile bağırıyordu. İnsanlar da etrafına toplandı, "Ne var? Niye bağırıyorsun?" diye çıkıştılar. O diyordu ki: "İşte, Ahmed'in yıldızı doğdu!... Bu yıldız, ancak Peygamberliğin alâmeti olarak doğar! Ve Ahmed'den başka gönderilecek bir Peygamber de kalmamıştır!..." Onun böyle söylemesi üzerine insanlar gülüşmeye başladılar ve onun söylediklerine hayret ettiler."
(Bunu rivayet eden Hassan bin Sabit, tam yüz yirmi sene yaşamıştır. Bu yaşamın altmış senesini câhiliyede geçirmiş, altmış senesini de İslâm'da yaşamıştır).
Vâkıdî ile Ebû Nuaym Huvaysa bin Mes'ûd'dan naklederler. O demiştir ki: "Biz, yahudilerle birlikte yaşardık. Onlar derlerdi ki: "Mekke'den bir Peygamber çıkacak, adı Ahmed olacak... O son Peygamber olacak. O'na ve O'nun geleceğine dair kitaplarımızda bilgiler vardır ve bu hususta bizden söz alınmıştır..."
Onlar, tam O'nun sıfatını anlatacakları sırada, uzaktan bir ses duyuldu. Ses, Abdü'l-Eşhel Oğullarının yurdundan geliyordu. Kavmim sesi duyunca, yeni bir olay mı var, diye telaşlanıp korktular. Baktık, ses duyulmaz oldu... Sonra yine biri bağırıyordu ve diyordu ki: "Ey Yesrîb halkı, işte Ahmed'in yıldızı doğdu, kendisi de doğmuştur!" Tabiî biz onun bu sözlerinden hayrete düşmüştük... Sonra bir ara bunlar unutuldu. Sağ olanlardan niceleri vefat etti, küçükler büyüdü. Tabiî, ben de büyüyüp adam oldum. Derken bir ses yine haykırıyordu: "Ey Medine halkı! Gerçekten Muhammed çıktı ve Peygamberliğini ilân etti! Musa (aleyhisselâm)'a gelen vahiy meleği Cebrâîl, O'na da geldi..."
Aradan bir zaman geçmemişti ki, gerçekten Mekke'de bir adam çıkıp Peygamberliğini ilân etmişti... Olay üzerine bizden Mekke'ye gidenler oldu. Bâzıları da gecikmişti. Bana da, Peygamber Mekke'deyken müslüman olmak kısmet olmamıştı... Halbuki iki genç o sırada müslümanlığı kabul etmişlerdi... Ben ise, Peygamber Medine'ye teşrif edinceye kadar, müslüman olmayı geciktirmiş oldum..."
İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Kurayza, Nadîr, Fedek ve Hayber yahûdileri okudukları kitaplarında, Peygamberimize âit vasıfları görüp biliyor, O'nun Mekke'den çıkıp Medine'ye hicret edeceğini söylüyorlardı... Yine onlar, Peygamberimiz doğduğu zaman: "Ahmed dünyaya geldi, O'nun yıldızı doğdu..." diyorlardı. Vaktaki Peygamber Efendimiz Peygamberliğini ilân ettiler, bile bile inkâr cihetine gittiler..."
Yine İbn-i Sa'd ile Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Ebû Nemle'den rivayet ederler. O da şöyle demiştir: "Kurayza Oğulları yahûdîleri Resûlüllâh'a âit vasıfları kitaplarında okurlar ve çocuklarına okuturlardı... O'nun adım, çıkacağı ve hicret edeceği yeri öğretirlerdi... Vaktaki Peygamberimiz zuhur ettiler, onlar da O'nu, bile bile ve sırf hasedlerinden inkâr ettiler ve O'na düşman oldular..."
Ebû Nuaym, Ebû Saîd el-Hudrî'den ise şöyle rivayet eder: "Ben, Ebâ Mâlik bin Sinan'dan işittim, şöyle anlattı: "Bir gün ben, Abdü'l-Eşhel oğullarına gitmiştim. Ehl-i kitaptan Yûşâ diyordu ki: "Mekke'den çıkacak olan Ahmed adındaki Peygamberin çıkması yakındır." Kendisine: "Alâmeti nedir?" diye sordular. Dedi ki: "O, ne uzun boylu, ne de kısa boyludur. Gözünde devamlı bir kırmızılık vardır. Elbisesi, ihram kabilinden bir örtüdür. Biniti merkeptir, kılıcı omzundadır. Hicret yurdu burası, yâni Medine'dir."
Ben, kabilem Hadret Oğullarına döndüğüm zaman, büyük bir hayret içinde idim... İçimizden biri böyle söylüyor, Yûşâ böyle söylüyor, Medine'deki bütün yahûdiler böyle söylüyordu... Bir gün Kurayza Oğullarına gittim, orda toplanmışlar, Peygamberimiz hakkında konuşuyorlar... Zübeyr İbn-i Bata dedi ki: "Sâdece bir Peygamber geleceği zaman doğup görünen kırmızı yıldız işte doğmuştur. Ahmed'den başka gönderilecek Peygamber de kalmamıştır... O'nun hicret edeceği yer de işte burası, yâni Medine'dir..."
Ebû Nuaym, Mahmûd bin Lebîd'den, o da Muhammed bin Seleme'den rivayet eder. Şöyle demiştir: "Eşhel Oğullarında bir tek Yahûdî vardı; Yûşâ... O diyordu ki: "Mekke'den çıkacak olan Peygamberin çıkması yakındır. Ben gencim, kimin ömrü müsâid olur da O'na yetişirse, mutlaka O'na inansın. O'nu tasdîk etsin!"
Derken çok geçmedi. Allah Resulünü gönderdi. Bizler O'na imân ettik. O artık aramızda idi. Yûşâ ise hasedinden O'na inanmadı..."
Ebû Nuaym'ın Abdullah bin Selâm'dan rivayeti ise şöyledir. O demiş ki: "Kral Tübba Medine yakınma kadar gelmişti. Medine Yahudilerinin söylediklerine itimad ederek ölmeden, Peygamber Efendimize imân etmiştir."
İbn-i Sa'd'ın İkrime'den, onun İbn-i Abbâs'dan, onun da Übey bin Ka'b'dan rivayeti ise şöyledir: Kral Tübba, Medine yakınındaki Kınat denilen yere geldiği zaman, yahudi hahamlarını çağırtıp, "Ben bu şehri tahrib edeceğim!" dedi. Yahudi Şamun da dedi ki: "Ey melik, adı Ahmed olan bir Peygamber Mekke'den çıktığı zaman, onun hicret yurdu burası olacaktır ve senin şu bulunduğun yerde o, büyük bir savaş yapacaktır. Kendilerinden ve düşmanlarından çok kimseler yaralanacak ve öleceklerdir..." Tübba’ dedi ki: "O zaman onunla kimler savaşacak?" Şamun şu cevabı verdi: "Kendi kavmi Mekke'den gelerek onunla çarpışacaktır." Tübba: "Onun kabri nerede olacak?" diye sordu. Şâmun, "Bu beldede" diye cevapladı. Kral: "O savaştığı zaman, hezimet hangi tarafta olacak?" dedi. Şamun: "Bazen onun tarafında, bâzan da düşmanları tarafında" dedi ve ilave etti: "Senin şu bulunduğun yerde, onun ashabından bir çoğu şehid düşecekler. Sonra kesin zafer O'nun olacak ve O, iyice zahir ve gâlib bulunacak." Tübba': "Onun alâmetleri nedir?" diye sordu. Şamun dedi ki: "O, ne kısa boylu, ne de uzun boylu bir adamdır. Gözlerinde bir kırmızılık bulunacak. Merkebe binecek, elbisesi bir örtüden ibaret bulunacak. Kılıcı omuzunda olacak. Kesin zafer kazanıp dinini yerleştirinceye kadar, kiminle karşılaştığına hiç aldırmıyacak; hiçbir düşmandan korkmayacak..."
İbn-i Sa'd Abdil'l-Humeyd bin Cafer'den, o da babasından rivayet eder. O demiştir ki: "Zübeyr bin Bata, yahûdilerin en âlimi idi. Bize şöyle anlatmıştı: "Babam Tevrat'a ait bir kısım evrakı benden saklamıştı. Bu evrakta: "Ahmed adında bir Peygamber gelecek, Mekke'de doğup Peygamberliğini ilan edecek. Şu ve şu alâmetleri bulunacak" diye yazıyordu. Zübeyr bin Bata, babasının ölümünden sonra bunları anlatırdı, henüz Peygamberimiz de çıkmış değildi. Vaktaki Peygamberimiz, Peygamberliğini ilan ettiler; o bunu duyunca hemen yanındaki Tevrat'a âit evrakı imha etti ve Peygamberimize âit alâmetleri tamamen gizledi. Kendisi de: "Bu o değildir" diyerek inkâr eyledi."
(Kurayza ve Nadir Oğullarının hahamlarının da böyle davrandıklarına dâir bir rivayeti de Ebû Nuaym; Sa'd bin Sabit tarikiyle nakletmiştir).
Ebû Nuaym, Zeyyâd bin Lebib'den nakleder. O şöyle demiştir: "Bir gün ben Medine evlerinin birinin damında idim. Bir ses duydum, diyordu ki: "Ey Medine'liler! Allah'a yemin ederim ki, Peygamberlik îsrâil Oğullarında sona ermiştir. İşte şu yıldız, Ahmed'in doğduğuna işarettir. O, bütün Peygamberlerin sonuncusudur. Mekke'den çıkıp buraya hicret edecektir!"
İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym Amâra bin Huzeyme'den, o da babası Sabit'ten rivayet eder. Şöyle ki: "Evs ve Hazrec içinde Ebû Amir er-Râhib kadar Peygamberimizin sıfat ve alâmetlerini bilen birisi yoktur. Yahudilerle samimiyet kurar, din hakkında onlara sorular sorardı. Resûlüllah'ın geleceğine, Mekke'de doğup Medine'ye hicret edeceğine dâir onlardan bilgiler alırdı. Sonra çıkıp Teymâ yahudilerine gitmiş, onlardan da bu hususta bilgiler almıştı. Daha sonra Şam'a gitmiş oradaki nasrâni bilginleri ile görüşmüş, onlar da kendisine, Peygamber Efendimiz'in geleceğine ve sonunda Medine'ye hicret edeceğine dair bilgiler vermişlerdi. Nihayet Medine'ye dönen Ebû Amir diyordu ki: "Ben, tevhid dini olan "Haniflik" dini üzerindeyim!..." ve yün elbise giyerek, kendisini ibâdete verdi. Bunun için ona er-Râhib derlerdi. O, ayrıca "İbrahim aleyhisselamın dininde olduğunu" iddia ediyor ve son Peygamberin çıkmasını beklediğini söylüyordu. Fakat Resûlüllah Efendimiz Mekke'de zuhur ettiği zaman Ebû Amir, ne Mekke'ye gitti, ne de bulunduğu halinde bir değişiklik oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz Medine'ye hicret buyurdular, bu sefer de Peygamberimize hased etti, düşmanlık ve münafıklık yolunu seçti. Bir gün Peygamberimize gelip:
- "Yâ Muhammed, sen ne ile gönderildin?" diye sordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de:
- "Haniflik ile" cevabını verdiler. Bunun üzerine Ebû Amir;
- "Sen, Hanifliği ona aykırı şeylerle karıştırıyorsun!" demek cüretim gösterdi. Buna karşılık Peygamber Efendimiz:
- "Ben, Hanifliği, güneş gibi parlak ve açık, aynı zamanda tertemiz olarak getirmiş bulunuyorum!" ve devamla buyurdular ki; "Ey Ebû Amir, yahudi hahamlarının ve nasrani papazlarının benim hakkımda sana bildirdikleri şeyleri neden değerlendiriyorsun! Şimdi bu bilgilere ne oldu?" Ebû Amir:
- "Onların haber verdikleri sen değilsin!" dedi. Peygamberimiz de:
- "Yalan söylüyorsun!" buyurdular. Ebû Amir:
- "Hayır, yalan söylemiyorum" diyerek inkar cihetine gitti. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz de buyurdular ki:
- "Yalan söylediği belli olan kişiyi Allah, kovulmuş ve yapayalnız kalmış olarak ölmeye mahkum eylesin!"
Ebû Amir, Peygamberimizin bu bedduasına "Amin!" diyerek katılmıştır. Sonra Mekke'ye dönmüş, Kureyş'in müşriklik dinine katılmış ve eski halini terketmiştir."
Cafer bin Abdullah bin Ebûl-Hakem'den Ebû Nuaym'in bir rivayeti dahi bu merkezdedir. Ancak bu rivayette şu açıklama da vardır: "Ebû Amir, Mekke'nin müslünıanlar tarafından fethedilmesi üzerine Taife geçti. Taifin de müslümanların eline geçip Tâiflilerin de müslümanlığı kabul etmeleri üzerine, Tâifden ayrılmış ve Şam'a gitmiştir. Burada, vaktiyle Resûlüllah'ın bedduaları veçhile, yapayalnız ve tek başına iken ölmüştür."
Ebû Nuaym, Ebû Seleme bin Abdurahman bin Avftan rivayet eder. O demiş ki: "Ka'b bin Lüey bin Gâlib, kavmini cuma günü toplar, onlara şöyle hitabederdi: "Bundan sonra derim ki: "Ey kavmim, işitip öğreniniz, anlayıp belleyiniz! Gece örtücü, gündüz aydınlatıcıdır. Yeryüzü döşek, gökyüzü bir bina, dağlar direk, yıldızlar birer işarettir. Evvelkiler de sonrakiler gibidir. Erkek kadın her yaşayan ölür. Akrabanızı gözetiniz, evlilik yoluyla te'sis ettiğiniz hasınılıkları koruyunuz, mallarınızı bereketlendiriniz. Hiç ölüp de dirilen, gidip de gelen olmuş mudur? Hakiki hayatın yurdu önünüzdedir, âhirettedir. Hakikat, sizlerin zan ettiğiniz gibi değildir! Şu Harem-i Şerifin kıymetini bilip güzel koruyunuz! Zira burada dünyanın en büyük olayı gerçekleşecek; yakında buradan çok şerefli bir Peygamber çıkacaktır!. Vallahi benim eğer gözüm ve kulağım varsa, elim ve ayağım da tutuyorsa ve ben de o çok şerefli Peygamberin çıkışma şahid olursam, büyük bir istek ve süratle O'na icabet ederim! O'na inanır ve tabi olurum!..."
İşte o, kavmine böyle hitâb eder sonra şiir hâlinde şunları söylermiş:
"Gece ve gündüz. Her bir hareket veya dönüş.
Farksızdır bizim için. Hepsi yeni bir oluş.
Bir bakmışsın, Peygamber Muhammed gelivermiş!
Nice büyük haberler hem gerçek oluvermiş.
Zirâ ki haber veren kendisi çok gerçektir,
Er veya geç, bu "gerçek haberci" gelecektir!
Keşke O'nun gelişinde ben dahi bulunsam!.
Kavmi hakkı çiğnerken; ben yardımcısı olsam!..."
Ebû Nuaym İbn-i İshâk'tan, o ez-Zühri'den, o Sald bin el'ınüseyyib'den, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. Şöyle ki: "Kıss bin Sâide, Ukâz panayırında kavmine hitâb eder, hutbesinde derdi ki: "Nihayet hak din, işte şu Mekke şehrinden çıkıp yayılacaktır!" Ona sormuşlar: "Hak din dediğin nedir?" diye. O da demiştir ki: "Mekke'den ve Lüey bin Gâlib oğullarının soyundan bir adam gelecek, sizleri Kelime-i İhlâs'a, yâni Kelime-i Tevhid'e çağıracak, ebedi âhiret hayatının hak olduğunu öğretecek. Buna ve ebedi saadete devam edecek. Eğer sizler onun zamanına yetişecek olursanız, mutlaka O'na uyunuz!. Ben, nasib olsa da O'na yetişebilsem, hiç tereddüd etmeksizin kendisine koşar ve tabi olurum..."
İbn-i Asâkir ve Kitâbu'l-Havâtif'de el-Harâiti, Cami' bin Cirân'dan naklederler ki o, şöyle demiştir: "Evs bin Harise, vefatı yaklaştığı zaman oğlu Mâlik'e bir takım vasiyetlerde bulunmuş ve sonunda demiş ki: "Muhrik oğulları ile olan çarpışmada esir düşenleri gördüm. Hiçbir hükümdarın veya sıradan bir kimsenin, asla şu dünyada baki olmadığına şahid oldum. Hepsinin sonu ölüm ve kabirdir! Ey kavmim! İyi ve saâdetli kişilerin, kendisiyle gerçek saadete erecekleri Allah'ın davetçisi, hâlâ gelmedi mi? Mekke'de Gâlib oğulları soyundan gelecek olan dâvetçi, Zemzem ile Hacer arasında dikilip de insanları Allah'a çağırdığı zaman, kendisine mutlaka icabet ediniz. Mutlaka ona yardımcı olunuz! Biliniz ki gerçek mutluluk, O'na yardımcı olmaktadır..."
İbn-i Sa'd, Hıram bin Osman el-Ensâri'den rivayet eder. O der ki: "Sa'd bin Zürâre kırk arkadaşı ile birlikte ve ticâret maksadıyla Şam'a gitmişti. Bu sırada kendisi bir rü'ya görmüş. Rü'yasında ona demişler ki: "Ey Ebû Ümâme! Yakında Mekke'den bir Peygamber çıkacak, O'na tabi ol! Bunun alâmeti ise, arkadaşlarınla birlikte Şam'dan dönerken, bir yere ineceksiniz. Orada size bir musibet erişecek. Arkadaşların ölecekler. Sâdece içlerinden bir tanesi kurtulacak, onun da bir gözü sakat olacak. Sen ise kurtulup, bu bir tek arkadaşınla kalacaksın..." Hakikaten bir yere indikleri zaman vebadan arkadaşları ölmüş ve kendisi, bir gözü sakatlanan tek arkadaşı ile birlikte kurtulmuşlardır..."
İbn-i Ebî'd-Dünya, Bey ha kî ve Ebû Nuaym Eş-Şâ'bi'den naklederler. O demiştir ki: "Bana Cüheyne'li bir şeyh anlattı ve dedi ki: Bizde, câhiliye zamanında Umeyr bin Hubeyb adında bir adam vardı. Hastalandı ve komaya girdi... Derken biz onun öldüğünü zannettik ve kabrinin kazılması için emir verdik. Bir müddet yanında kaldık. Adam ansızın doğrulup oturdu ve dedi ki: "Gördüğünüz gibi ben bayılmışım. Bu haldeyken bana denildi ki: Lât ve Hübel gibi putlar boştur! Bak kabrin kazılıyor! Halbuki sen daha yaşayacaksın, şimdi vefat eden ise Kusal'dır... Ayılıp iyileştiğin zaman, Nebiyy-i Mürsel'e inanır mısın? Rabbine şükreder, namaz kılar mısın? Putları Allah'a ortak koşan ve insanları sapıklığa sürükleyen kimselerin yolunu terk eder misin?" Ben de "Evet!" dedim. "Evet" der demez de ayıldım... Şimdi derhal gidip bakınız, hakîkaten Kusal vefat etmiş midir, etmemiş midir?"
Umeyr'in bu sözü üzerine gidip baktılar, hakîkaten Kusal vefat , etmiş... O sırada açılması emredilen kabre, Kusal'ı defnettiler... Umeyr ise, tâ İslâmı idrâk edinceye kadar yaşadı..."
İbn-i Asâkir "Dımaşk Tarihi" adlı eserinde Ka'b'dan naklen şöyle der: "Ebû Bekir es-Sıddîk'ın müslümanlığı kabul edişi, semavî bir vahiy sebebiyledir. Şöyle ki: O Şam'da ticâret yapıyorken bir rü'yâ gördü ve bu rü'yâsını, Râhib Buhayrâ'ya anlattı. Râhib: "Sen nereden geldin?" diye sordu. O: "Mekke'den" diye cevap verdi. Râhib: "Hangi kabilesinden?" dedi. O: "Kureyş'ten" dedi. Râhib: "Ne iş yaparsın?" diye sordu. O: "Tacirim" dedi. Râhib: "Allah rü'yâ'ın gerçek kılsın! Senin kavminden bir Peygamber gelecek ve sen O'na vezir olacaksın... Ölümünden sonra da O'na halîfe olacaksın..." dedi.
Ebû Bekir, rahibin bu sözlerini kimseye açmadı. Peygamber Efendimiz, Peygamberliğini tebliğe başladığı zaman Ebû Bekir O'na geldi ve dedi ki: "Yâ Muhammed, senin Peygamber olduğunun delili nedir?" Efendimiz de ona buyurdu ki: "Senin Şam'da iken gördüğün rü'yâdır!" Bunun üzerine Ebû Bekir, Efendimiz'in alnından öptü, kendisini kucakladı ve derhal müslümanlığı kabul etti... "Şehâdet ederim ki Sen, Allah'ın Resulüsün!.,." dedi.
İbn-i Asâkir, Muhammed bin Abdurrahmân el-Beyâdî'den nakleder. O babasından, babası da kendi babasından naklen demiş ki: "Ebû Bekir'e: "Müslümanlığı kabul etmeden, önce Muhammed'in Peygamberliği hakkında bir alâmet görmüş müydünüz?" diye sordular. O da dedi ki: "İster Kureyşten olsun ister başkalarından olsun, hiçbir kimse yoktur ki Muhammed'in Peygamber olduğu hususunda Allah ona bir alâmet ve hüccet göstermemiş bulunsun! Bir gün ben, bir ağacın gölgesinde oturuyordum... Bir ara ağacın bir dalı üzerime iyice sarktı ve başıma değdi... Bir başkalık var, diye hayretle ona bakmaya başladım. Bu sırada bir ses işittim. Diyordu ki: "O Peygamberin çıkması yaklaşmıştır! O'na derhal imân etmek suretiyle insanların en bahtiyarı olmaya bak!"
Yüce Allah buyurur:
"Andolsun
Tevrat'tan sonra Zebur'da da: "Arza mutlaka iyi kullarım vâris
olacaktır" diye yazmıştık." [41]
Kur'an'ın tefsirine
dâir yazdığı eserinde İbn-i Ebî Hatim, İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiş ki:
"Allahü teâlâ, Tevrat'ta, Zebur'da ve yerle göklerin yaratılmasından önce
ilm-i ezelîsinde "Arza mutlaka Ümmet-i Muhammed vâris olacaktır!"
diye haber vermiştir."
Yine İbn-i Ebî Hâtim
Ebû'd-Derdâ'dan rivayet eder. O demiştir ki: "Yüce Allah âyetinde:
"Arza mutlaka iyi kullarımı vâris kılacağım" İşte o iyi kullar
biziz!" Ben, yüz elli kadar, sûreden oluşan bir Zebur nüshasını görmüştüm.
Onun dördüncü suresinde: "Ey Dâvûd! Sana olan kelamımı iyi dinle,
Süleyman'a da emret ki, kendisinden sonraki insanlara ulaşması için duyuru
yapsın; gerçekten yeryüzü benimdir! Ben onu Muhammed'e, ümmetine vâris
kılacağım!" diye yazılı olduğunu görmüştüm..."
İbn-i
Asâkir
İbn-i Mesûd'dan rivayet eder. O demiştir ki: "Bir gün Ebû Bekir bize şöyle
anlattı: "Ben, Peygamberimiz gönderilmeden önce - Yemen'e gitmiştim. Üçyüz
elli yaşlarında olduğu söylenen bir şeyhin yanında idim. Bu şeyh çok okumuştu.
Ezd kabilesinden olan bu bilgin şeyh, bana dedi ki: "Öyle sanıyorum ki
sen, Harem-i Şeriftensin." Ben de "Evet" dedim. Şeyh:
"Sanıyorum ki Kureyş'tensin" dedi. Ben de "Evet" dedim.
Şeyh: "Aynı zamanda Teym'densin" dedi. Ben de: "Evet"
dedim. Dedi ki: "Şimdi senden öğrenmek istediğim bir şey kaldı." Ben
"Nedir?" diye sordum. O da dedi ki: "Karnım açıp bana
göstermelisin!" Ben "Niçin?" dedim. O da: "Bana ulaşan
gerçek ilme göre; Mekke'den bir Peygamber çıkacak, ona bir genç, bir de yaşlı
birisi çok yardımda bulunacak... Genç çok büyük sıkıntılara girecek, çok müşkil
meseleleri halledecek... Yaşlı adam ise, beyaz tenli ve zayıf bünyeli olacak...
Karnı üzerinde siyah bir leke, sol uyluğunda da bir ben bulunacak... Bu alâmeti
de bana göstersen olmaz mı?" dedi. Ben de karnımı açarak göbeğimin üst
kısmındaki siyah tekeyi ona gösterdim. Bunun üzerine o dedi ki: "Kâ'be'nin
Rabbi'ne yemin ederim ki, sen osun!"
İbn-i
Asâkir,
Rabi' bin Enes'ten rivayet eder. O demiştir ki: "ilk kitapta: "Ebû
Bekir es-Sıddık yağmur gibidir, nereye düşse oraya faydalı olur" diye
yazılıdır."
Yine İbn-i
Asâkir
Ebû Bekir'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ben bir gün Ömer (radıyallahü anh)ın
yanına gitmiştim. Yanında yemek yiyen bâzı kimseler vardı, içlerinden birine
gözünün kenarıyla bakan Ömer,
o adama hitaben dedi ki: "Bundan önce okuduğum kitaplarda ne gibi haberler
vardı, söyler misin?" O adam da dedi ki: "Peygamberin halîfesi, en
yakın arkadaşı es-Sıddîktır diye okurdum."
İbn-i
Asâkir
ve "El-Mücâlese" adlı eserinde Dineverî, Zeyd bin Eslem'den rivayet
ediyor. Zeyd demiş ki: "Bize Ömer bin el-Hattâb haber verdi ve
dedi ki: "Câhiliye zamanında bir ticâret kervanı ile birlikte Şam'a
gitmiştim. Mekke'ye dönüş için Şam'dan yola çıktığımız zaman mühim bir işimi
unuttuğumu farkettim. Arkadaşlarıma dedim ki: "Siz gidedurun ben size
yetişirim!" Hemen geri döndüm. Şam'ın bir çarşısında giderken ansızın bir
papazla karşılaştım. Papaz bana yaklaşıp yakamdan tuttu ve beni götürmeye
başladı. Ben direndim ise de kâr etmedi. Beni kendi kilisesine götürdü, içeride
büyük bir toprak yığını vardı. Bana bir kürek, kazma ve zenbil verip "İşte
bu toprağı dışarı taşıyacaksın!" diye emretti... Oturup ne yapacağımı
düşünmeye başladım. Papaz, öğle üzeri geldi ve hiçbir iş yapmadığımı görüp:
"Toprağı dışarı taşımamışsın!" diye bağırdı ve elini yumruk yaparak
beynimin üzerine şiddetle vurdu... Ben de elimdeki küreği onun başına vurdum.
Baktım beyni dağılmıştı... Nereye gittiğimi bilmeksizin, derhal oradan
uzaklaştım,. Günün kalan kısmını ve bütün geceyi yürüyerek geçirdim. Derken bir
kilise yanında durdum ve gölgesine oturdum... İçeriden bir adam çıktı ve:
"Ey Allah'ın kulu, burada oturmanın sebebi nedir?" diye sordu. Dedim
ki: "Yol arkadaşlarımı kaybettim." O adams bana yiyecek ve içecek
getirdi. Ben yemeğe başladım. O beni tepeden tırnağa süzmeye başladı. Sonra
dedi ki: "Ey yolcu, ehl-i kitap beni, yeryüzünün en bilgili adamı olarak
tanırlar. Ben ise, seni ve senin sıfatını tanımış bulunuyorum... Sen bu
kiliseyi elimizden alacak ve bu ülkeyi feth edeceksin..." Ben dedim ki:
"Ey efendi, sen cidden yanılıyorsun!" O dedi ki: "Senin adın
nedir?" Ben: "Ömer
bin el-Hattâb'tır" dedim. O da dedi ki: "Vallahi dediğim adam sensin!
Bunda hiç şüphem yok! Bana ve kiliseme dokunmayacağına dair bir emân yazıp
imzala!" Ben de dedim ki: "Efendi, bana şuracıkta bir iyilik yaptın,
yaptığın iyiliği lekeleme!" O dedi ki: "Bir sened yazıp imzalamaktan
niye çekmiyorsun. Bunun sana ne zararı olabilir?" Ben de: "Peki"
dedim, bir sened yazıp imzaladım ve kendisine verdim."
Ömer (radıyallahü anh)ın
halifeliği zamanında müslümanlar Şam'ı da feth ettiler. Ömer Şam'a geldiği zaman
bahsi geçen papaz gelip vaktiyle Ömer'in imzaladığı senedi
kendisine verdi ve Kudüs'deki kilisesi için ayrıcalık istedi. "Ben
vaktiyle şart koştum, şartıma rivayet etmeniz gerekir!" dedi. Ömer, bu adamı görünce
vaktiyle kendisiyle onun arasındaki geçenleri anlattı... Ve ona cevaben de dedi
ki: "Bu imzalı kağıtta, ne Ömer'i, ne de Ömer'in oğlunu bağlayıcı
birşey yok..."
İbn-i
Sa'd
İbn-i Mes'ûd'dan rivayet eder. O demiştir ki: "Bir gün Ömer, atına bindiği sırada
elbisesi açılarak uyluğu görülmüş... Bunu gören Necrân Nasrânilerinden
bâzıları, onun uyluğunda siyah bir lekenin olduğunu farkederler ve derler ki:
"Biz okuduğumuz kitabımızda, bu adamın bizi buradan çıkaracağını
gördük."
İmâm-ı
Ahmed'in
Kitâbü'z-Zühd'üne ilaveler yapan ve Zevâidü'z-Zühd adını veren oğlu Abdullah,
Ebû İshâk'dan, o da Ebû Ubeyde'den nakleder, O demiştir ki: "Peygamber
Efendimiz'in zamanı idi. Bir gün Ömer, atına sıçramış ki o, eğere
dokunmadan ata binerdi. Bu sırada elbisesi açılıp uyluğunda bir siyah leke
olduğu görülmüş. Bunu farkeden Necrânlı bir adam: "İşte, okuduğumuz
kitapta bizi buradan çıkacağını gördüğümüz adam, bu adamdır!"
demiştir."
Ebû
Nuaym
Şehr bin Havşeb'den, o da Ka'b'dan rivayet eder. Ben, Şam'da iken Ömer'e demiştim ki:
"Bunların okuduğu kitaplarda, iyilerden bir adam bu ülkeleri fethedecek
diye yazar. Ve o fâtihin; mü’minlere çok merhametli, kâfirlere karşı çok
kuvvetli, içi dışı gibi, sözü işine uygun, yakın olanla uzak olan onun yanında
müsâvî, adamları geceleri rahipler gibi ibâdete dalar, gündüzleri ise,
arslanlar gibi cihâda koşarlar; yek diğerine acırlar, iyilik ve yakınlık
gösterirler, diye de vasıfları yazılıdır." Ömer de dedi ki:
"Senin bu söylediklerin, hak mıdır?" Ka'b: "Yemin ederim ki,
haktır!" dedi. Bunun üzerine Ömer, "Muhammed (sallallahü
aleyhi ve sellem)'i
bize göndermek suretiyle bizleri azız, kerîm ve şerif kılan Allah'a
hamdolsun!" diyerek hamd ü senalar etti."
İbn-i
Asâkir
Ubeyd bin Âdem'den,
o Ebû Meryem'den, o da Ebû Şuayb bin Ömer'den rivayet eder. Şöyle ki:
"Ömer
bin el-Hattâb Câbiye'de iken Hâlid bin Velîd Kudüs'e gitmişti... Ona dediler
ki: "Senin adın nedir?" O da: "Hâlid bin Velîd" dedi. Onlar
tekrar: "Hâlifenizin adı nedir?" diye sordular. O da: "Ömer bin el-Hattâb"
dedi. Onlar: "Onu bize tanıt!" dediler. O da O'nu onlara tanıttı...
Bunun üzerine dediler ki: "Buranın fâtihi sen değil, Ömer'dir! Biz okuduğumuz
kitaplarda hangi şehrin hangisinden evvel fethedileceğini ve kimin tarafından
fethedileceğini okumuş bulunuyoruz. Yine kitapda, İran Kayseri'nin şehrinin
(Medâin'in) Kudüs'ten evvel feth edileceğini de okumuşuz,.. Sizler gidip önce
onu fethediniz. Sonra sahibinizle (hâlifenizle) birlikte gelir, burayı da
fethedersiniz...
Taberânî ve Ebû
Nuaym
Hılye'sinde Muğyes el-Evzai'den rivayet ederler. Ömer bin el-Hattâb,
Ka'b'a demiş ki: "Tevrat'ta benim sıfatımı nasıl buldun?" Ka'b da
demiş ki: "Öyle bir halife ki, demirden bir boynuz, şiddetli kumandan,
Allah yolunda kınanmasından hiç korkmaz. Bundan sonra bir halife daha gelecek,
haksız yere ümmet onu öldürecek. Sonra belâ ve fitneler başlayacak..."
İbn-i
Asâkir'in
Ömer'in
müezzini olan Akra'dan rivayetine göre, bir gün Ömer; Metropolit
yardımcısı olan papaza sormuş: "Kitaplarınızda bizim hakkımızda birşey
buluyor musunuz?" diye. Papaz: "Size ait sıfat ve işlerin beyanım
buluyoruz, fakat sizlerin, teker teker isimlerini değil" demiş. Ömer: "Peki, benim
hakkımda ne buluyorsunuz?" diye sormuş. Papaz: "Demirden boynuz diye
bir sıfat" demiş. Ömer:
"Demirden boynuzun tevili nedir?" demiş. Papaz da: "Şiddetli bir
başkan" demiş. Bunun üzerine Ömer: "Allahü ekber!"
demiştir. Sonra: "Benden sonraki başkan hakkında ne dersin?" demiş.
Papaz: "Sonra iyi bir halife gelecek, akrabasını tercih edecek"
demiştir. Ömer:
"Allah, Osman bin Affân'a rahmet eylesin!" dedikten sonra,
"Bundan sonraki için ne dersin?" demiş.. Papaz: "Onun zamanında
demir sesleri işitilecek!" demiş. Bunun üzerine Ömer: "Vâh ümmetin başına
gelen belâlara!" diye feryat etmeye başlamıştır. Papaz da:"Yavaş ya Ömer, aslında o kendisi
iyi adamdır, fakat onun halifeliği kılıçların kınından çıkarıldığı ve kanların
döküldüğü bir zamanda olacaktır" demiştir..."
Yine İbn-i
Asâkir'in
İbn-i Sirin'den nakline göre, Ka'bü'l-Ahbâr Ömer'e demiştir ki: "Yâ Ömer, uykunda bazı şeyler
sana malûm oluyor mu?" Ömer onu azarlamış. Bunun üzerine
Ka'b: "Ben, rü'yasında ümmetin işleri kendisine malûm olan adamın kim olduğunu
biliyorum!" demiştir...
Müsned'inde güzel bir
sened ile İbn-i Râhüye nakleder. Ebû Eyyüb el-Ensâri'nin azadlısı Eflah demiş
ki: "Ortalığı karıştıran Mısırlı hey'etlerin Medine'ye gelmesinden önce,
Abdullah bin Selâm Kureyş büyüklerinin yanına girer ve onlara: "Sakın
Osman bin Affan'ı öldürmeyiniz!" derdi. Kureyş kendisine: "Vallahi bizim
Osman'ı öldürmek kasdımız yoktur!" derlerdi. Abdullah ise: "Vallahi
onu öldürecekler!" diyerek çıkıp giderdi. Sonra yine Kureyşe hitaben öyle
söyler ve: "Artık Osman'ın kırk günü kaldı" derdi. Aradan bir müddet
geçmişti ki o yine Kureyş'in yanına gelip: "Sakın Osman'ı öldürmeyiniz!
Yemin ederim ki onun ancak beş günü kalmıştır" demişti..."
İbn-i
Sa'd
ve İbn-i Asâkir'in Tavas'tan nakline göre ise, şöyle denilmiştir:
"Osman katledildiği zaman Abdullah bin Selâm'a dediler ki:
"Okuduğunuz kitaplarınızda Osman hakkında ne gibi haberler vardı?" O
da şu karşılığı vermiştir: "Biz onun hakkında onun; kıyamet gününde hem
katil üzerinde, hem de yardımını kesen üzerinde amirlik yapacağını
okumuşuzdur!"
İbn-i
Asâkir
Muhammed bin Yusuf’tan, o da dedesi Abdullah bin Selâm'dan nakleder. O, bir gün
Osman'ın yanına gitmişti. Osman ona dedi ki: "Çarpışmak veya çarpışmaktan
sakınmak konusunda ne dersin?" O da dedi ki: "Sakınmak daha iyidir.
Biz kitaplarımızdaokuduk kif kıyamet gününde sen, hem katile karşı, hem de
katli emredene karşı emir olacaksın..."
Yine bu tarikten
gelen bir rivayete göre, Abdullah bin Selâm Mısır'dan gelen hey'etlere demiştir
ki: "Ey, Mısırlılar! Sakın halife Osman'ı öldürmeyiniz! "İnsan eceli
gelmeden ölmez de, öldürülmez de!" diyerek kendinizi aldatmayınız! Eceli
gelmiş bile olsa, haklı olan yine haklıdır ve hakkının davacısıdır..."
Ebû'l-Kâsım
el-Beğavi, Saîd bin Abdü'l-Aziz'den rivayet eder. O demiştir ki: Resülüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) vefat
ettiği zaman, bazı kimseler yahudilerin en âlimlerinden olan Hımyerli Zû
Karabât'a dediler ki: "Ey Zû Karabât, Resülüllahtan sonra başa geçecek
olan kimdir?" O da: "el-Emin" diye cevapladı. Bununla Ebû
Bekir'i kastediyordu. "Ondan sonra kim?" diye sordular. O da:
"Demir boynuz" dedi, bununla da Ömer'i kastediyordu. "Bundan
sonra kim?" dediler. O da Osman'ı kastederek: "El-Ezher" dedi.
"Peki bundan sonra kim?" dediler. O da: "el-Vaddâhü'l-Mansur =
Ortaya çıkıp yardım gören!" diyerek karşılık verdi ve bununla o,
Muâviye'yi kasdediyordu..."
İbn-i
Râhûye
ve Taberânî Abdullah bin Muğaffil'den rivayet eder. O şöyle
demiştir: "Ali katledildiği zaman Abdullah bin Selâm bana demişti ki:
"Bu, kırkıncı hicret yılının başıdır. Bu yıl zarfında bir sulh yapılsa
gerekir."
İbn-i
Sa'd
ise Ebû Salih'ten şöyle rivayet eder: "Şarkılar söyleyerek devesini süren
diyordu ki: "Osman'ı katlettiler, ondan sonra emîr Ali'dir dediler. Zübeyr
hakkında ise: "Ali'den sonra odur" diye bir söylenti var." Bunu
işiten Ka'b dedi ki: "Hayır, ondan sonra emîr, Muâviye'dir!" dedi.
Bunu Muâviye'ye ulaştırdılar. Muâviye de Ka'b'a hitaben dedi ki: "Ey Ebû İshâk,
Ali ve Zübeyr gibi Resûlüllâh'ın ashabı varken, ben nasıl emîr
olabilirim?" Ka'b: "Sen emir olacaksın!" dedi.
Dârimî ve İbn-i
Râhûye
güzel bir sened ile rivayet eder, Ebû Hureyz'den, o da Abdullah bin Selâm'dan.
O Resûlüllâh'a hitaben demiştir ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz kitap ehli
olarak sizin; kıyamet gününde Rabbiniz'in, huzuruna vardığınız zaman,
ümmetinizin sizden sonra ihdas ve icâd ettikleri şeyler sebebiyle utanıp,
mübarek yüzünüzün kızaracağını okuyoruz..."
Taberânî ve Beyhekî Muhammed bin Yezîd
es-Sakafi'den rivayet eder. O demiş ki: "Kays bin Harişşe, Ka'bu'l-Ahbâr
ile yola çıkar. Giderlerken Sıffin'e varırlar. Burada duraklayan Ka'b, sağa
sola iyice baktıktan sonra: "Burada pek çok sayıda müslümanın kanı
akıtılsa gerektir." der. Kays da der ki: "Bunu nasıl söylersin? Gaybı
Allah'tan başkası bilemez!" Ka'b da şu karşılığı verir: "Biz bunu
Allah'ın Musa'ya indirdiği Tevrat'a dayanarak söylüyoruz. Tevrat'ta kıyamete
kadar gelecek olaylar bildirilmiştir.
Hâkim el-Müstedrek'inde
Abdullah bin Zübeyr'den rivayet eder. Şöyle ki: Muhtar es-Sakafî'nin kellesini
getirdikleri zaman Abdullah demiş ki: "Ka'b bana ne söyledi ise, hepsinin
çıktığını görmüşümdür. Ancak o bana şunu da söylemişti ki: "Sakîf ten bir
adam çıkacak, senin katilin o olacak!" Halbuki Sakîfli'nin kellesi bize
getiriliyor."
Bu hususta El-Ameş
demiştir ki: "Abdullah böyle söylerken, tabiî Haccâc-ı Sakafî'nin sonunda kendisini
katledeceğini bilmemekte idi."
Yine Hakim el-Müstedrek'inde
Abdullah bin Amr'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Ben, kitapta şöyle
yazılı olduğunu görmekteyim: Muâviye şeceresinden (neslinden) bir adam gelecek,
çok kan dökecek... Çok mal alacak ve şu Beyt’i, taşlarını birer birer sökerek
yıkacak! Eğer bu olay ben sağ iken olursa, onu gözlerimle görmüş olacağım...
Eğer ben öldükten sonra olursa, "Abdullah bunu haber vermişti"
diyerek beni hatırlarsınız..." Mugîra Oğullarına mensup bir kadının evi,
Kubeys dağı üzerinde idi. Abdullah bin Zübeyr zamanında Haccâc gelip Kabe'yi
kuşattığı sırada, Kabe'nin yıkılışını evinden görür ve şöyle der: "Allah,
Abdullah bin Amr'a rahmet eylesin! O, aynen bunu söylemişti!"
Ahmed bin Hanbel'in oğlu
Abdullah "Zevâidü'z-Zühd" adlı eserinde Hişâm bin Halid er-Rib’î’den
rivayet eder, O şöyle demiştir: "Ben Tevrâtta: "Ömer bin Abdül-Azîz
öldüğü zaman, yer ve gök onun ölümüne tam kırk sene ağlıyacaktır!" diye
yazılı olduğunu gördüm." Muhammed bin Fadâle de der ki: "Râhiblerden
biri diyordu ki: Ömer
bin Abdül-Azîz'in adaletli imamlar arasındaki yeri, mübarek aylar arasındaki
Recep ayının yeri gibidir."
Velîd bin Hişâm'dan
sevkedilen bir rivayete göre, o demiştir ki: "Biz bir yolculuk sırasında
bir yere inmiştik. İçimizden biri dedi ki:
"Baksana şu
râhib neler söylüyor? Mü’minlerin Emîri Süleyman bin Abdül-Melik'in vefat
ettiğini söylüyor!" Ben: "Peki yerine kim geçti?" dedim. Râhib:
"El-Eşec, Ömer
bin Abdül-Azîz" dedi. Şam'a geldiğim zaman durumun aynen öyle olduğunu
gördüm. Bu seyahatimizin dördüncü senesi idi. Biz yine aynı yere indik. Aynı
adam, rahibe gidip: "Ey râhib, bize söylediğin aynen olmuş... Şam'a
döndüğümüz zaman, durum senin söylediğin gibi idi." diye konuştu. Bu sefer
râhib de dedi ki: "Yemin ederim ki, şimdi de zehir içirilmek suretiyle Ömer bin Abdül-Azîz vefat
etmiş bulunuyor!" Yolculuğumuz sona erip Şam'a döndüğümüzde, yine durumun
öyle olduğunu gördük..."
İbn-i
Asâkir
Muğîra bin Nûmân'dan nakleder. O şöyle der: "Basra halkından biri bana
dedi ki: Ben, Kudüs'e gitmek niyetiyle yola çıkmıştım. Şiddetli bir yağmura
tutuldum. Bir manastıra sığındım. Oranın rahibi bana dedi ki: "Biz,
okuduğumuz kitapta sizin dîninizden bâzı kimselerin şu Azi*â denilen yerde
öldürüleceklerini okuduk! Onlar üzerine hisâb ve azâb olmayacakmış! Yâni onlar
şehid olacaklar!" Aradan fazla zaman geçmedi, Hucür bin Adiyy ve
arkadaşları oraya getirilip katledildiler."
Beyhekî'nin rivayetine göre,
Ka'b bir defasında şöyle demiştir: "Abbâs oğulları için siyah bayraklar
yükselir, onlar Şam'a inerler, nice zâlim ve cebbarları katlederler!..."
El-Künâ adlı
kitabında ed-Devalibî naklediyor: Hammâd bin Seleme'den, o Ya'lâ bin Atâ'dan, o
Ebû Ubeyd Büceyr'den, o da Şerh el-Bermekî’den, o kendisi, ehl-i kitaptan idi.
O demişti ki: "Ben, kitapta: "Şu ümmetten on iki başkan gelir."
diye okudum. Başkanların birincisi Peygamberleridir. Başkanların sayısı on
ikiye tamam olduğu zaman, ümmet azıp isyan eder. Kuvvetlerini, kendilerine
karşı kullanır olurlar."
Ebû
Nuaym
ve İbn-i Asâkir İsmail b. Ayyaş tarikıyla şöyle derler:
"Adamın biri gelip "Satıh" adıyla meşhur Arap kâhininden
bahsetti ve dedi ki: "Satıh, yaratılış hakkında bâzı garîb şeyler iddia
ederdi. Aslında o, bir top et şeklinde, sakat ve kemiksiz bir adamdı. Vücûdunu,
bir bez parçası toplar gibi toplayıp kaldırırlardı. Hiç bir yeri hareket
etmiyordu, sâdece dili kımıldıyordu... Bir gün o, Mekke'ye gitmek istedi. Onu
alıp sedyesi üzerinde tâ Mekke'ye götürdüler. Onun geldiği Mekke'de duyuldu.
Kureyş'ten dört adam, yâni Abdü Şems, Abdü Menâf, Ahvas bin Fihr ve Ukayl bin
Ebû Vakkâs onun yanına gittiler ve kendisini imtihan etmek istediler. Dediler
ki: "Bizler, Cümah kabilesinden kimseleriz, senin Mekke'ye geldiğini
duyunca ziyaret etmek istedik ve bunu gerekli gördük.
Satıh dedi ki:
"Ey Ukayl, elini bana ver!" Ukayl da elini ona verdi. Sâtih onun
elinden tutarak dedi ki: "Bütün gizlilikleri bilen ve hatâları bağışlayan
adına yemin ederim ki, sizler Cümah Oğullarından değilsiniz..." Onlar da
"Evet, bildin ve doğru söyledin!" dediler ve şunu sordular: "Ey
Satıh! Bizim zamanımız da ve bizden sonra neler olacak, haber ver
bakalım!"
Satıh şu karşılığı
verdi: "Bildiğim kadarı ile, Allah'ın bana ilham ettiği ile, benden
dinleyiniz! Ey Arap topluluğu, sizler kocalık devrinizi yaşıyorsunuz! Şimdi,
arabın basireti ile acemin basireti aynıdır. Ne sizde, ne onlarda ilim ve fehim
kalmamıştır. Fakat sizin neslinizden öyle insanlar neş'et edecekler ki, her
nevi ilmin talibi olacaklar, putları kıracaklar, Acem'in iktidarına son
verecekler, harplerde bol ganimet alacaklar." Ona dediler ki: "Ey
Satıh, bu dediğin nesil kimlerden gelecek?" O da dedi ki: "Rükünleri
olan Beyt'e, emniyet ve saltanata yemin ederim ki, sizin neslinizden gencecik
adamlar gelecek, putları kıracak, şeytana ibâdeti terkedecek, Allah'ı hakkiyle
tevhîd edecekler ve Allah'ın dînini ihya edecekler! Aynı zamanda binalar
yükseltip büyük bir medeniyet kuracaklar, ileriyi göremeyen kavimleri geride
bırakarak ilerliyecekler!"
Onlar yine dediler
ki: "Ey Sâtih, güzel söylersin, fakat bunlar kimin neslinden, hangi soydan
olacaklar?" Sâtih de dedi ki: "Yemin ederim ki, bunlar Abdü Menâf
oğullarından, Abdü Şems Oğullarından ve binlerce olacak. Fakat aralarında çok
geçmeden ihtilâf çıkacak..." Dediler ki: "Ey Sâtih, onlar hangi
ülkeden çıkacak?" Sâtih: "Bu ülkeden" diye cevapladı ve ilâve
etti: "Bir Peygamber çıkacak, doğru ve gerçek yola çağıracak,
putperestliği atacak, bir tek Allah'a ibadet edecek. Sonunda vazifesini yapmış
olarak vefat edecek. Yeryüzü öylesini bir daha görmeyecek. O göklerde de
övüldükçe övülecek...
Sonra es-Sıddîk O'na
halîfe olacak, hükmettiği zaman hükmünde sâdık olacak; hakları ne eksik, ne
fazla, tam yerine getirecek. Sonra bunun yerine el-Hanîf geçecek... Adalet ve
hakkaniyet sahibi, davayı iyice kuvvetlendirici... Sonra bunun yerine gelecek
bir "Dâri" işlerinde tecrübeli biri. Fakat toplanacaklar başına bir
sürü... Ve kendisine kızarak, haksızlık ederek, öldürecekler onu. İhtiyarı,
koyun boğazlar gibi boğazlayacaklar. Sonra hakkında çok konuşanlar olacak...
Biri çıkıp, birçok hutbeler okuyacak, durumu aydınlatmaya çalışacak... Sonra
birisi başa geçecek, kazanacak: (siyaset kürsüsünde başarılı olacak). Esaslı ve
doğru düşünceyi, aldatıcı bir düşünce ile karıştıracak... Yeryüzünde askerler
çoğalacak...
Sonra bunun yerine
oğlu geçecek. Övülen işleri az olacak, hakkı hukuku gözetmeyecek... Pek çok mal
yığacak... Derken arkasından bir sürü melikler gelecek... Sonra es-Sâlûk
gelecek. Onları, yaygı çiğner gibi çiğneyip ezecek. Sonra işi sıkı tutan Ebû
Cafer gelecek bir çok yerler fethedecek... Sonra kısa boylu biri gelip saâdetli
bir ölümle gidecek... Sonra hilesi az olan biri, sonra onun izince giden
kardeşi, sonra ehvec gelecek. Dünyalığı çok hazinesi dolu olacak... Fakat kendi
adamları ve yakınları tarafından katledilecek... Sonra yedinci sırada biri
gelecek, hükümdarlığı ortada bırakacak, sanki sahibi olmayacak... Bu zamanda,
fakirler çok zengin olup altınlara bezenecek. Ayak takımı, hükümdarlığa
kalkışacak... Bir kurtarıcı bekleyen insanların imdadına yetişip duruma el
koyacak. Bütün Nizâr ve Kahtân kabilelerini ezip geçecek... Dımaşk yakınında,
Lübnan ile Meysân arasında iki büyük kuvvet karşılaşacak; bu sırada Yemen dahî
iki Yemen hâlinde bölünecek... Bir kısmı karışık, bir kısmı da yardımı kesilmiş
olacak... Halk, sanki esir gibi yaşıyacak... Yine bu sıralarda Fırat ile dağlar
arasındaki yerlerde, cami ve mescidler harab olacak; yer sarsıntıları meydana
gelecek... Sığıntı adam, hâlife olmak isteyecek. Nizâr gadaba gelecek, köleler
ve kötüler gözde olacak, âbid ve zahid olanlar, hayırlı kimseler sıkıntıya
düşecek... İnsanlar aç kalacak, fiyatlar çok yükselecek... Aylardan bir safer
ayında, hendeklere dolmuş pekçok zâlim askerler, kılıçtan geçirilir, sabahın
ilk saatlerinde hezimete uğrarlar, haberleri derhal yayılır. Bu İşte,
hayırlılar galip gelirler. Yerlerinde durmaz ilerlerler, güzleri uyku nedir
bilmez... Derken şehirlerden bir şehre girerler. İşte kaza ve kader orada
yetişir, sonra piyade okçular gelir, saklanmış olanları bulup katlederler,
koruyucuları da bertaraf ederler. İşte burada suların tâ üst tarafında, kader
ona yetişiverir. Artık bundan sonradır ki din, zayıflayıp çekilmeye başlar.
İşlerde inkılâp meydana gelir. Kitap inkâr olunur, köprüler kaldırılıp atılır.
Ancak adalarda yaşıyanlar başka... Zaman, zor ve çetin olur, haya azalır."
Onlar bunun üzerine
dediler ki: "Ey Satıh sonra ne olur?" O da şöyle cevapladı:
"...Sonra Yemen'den ip gibi bir adam çıkar, Sana ile Aden arasından zuhur
edip işe koyulur. Adı yâ Hasan olur, yâ da Hüseyin... İşte bu adam vâsıtası ile
Allah, fitne ve fesadı defeder."
İbn-i Asâkîr İbn-i
İshâk tarikinden, o da bâzı rivayet ehlinden nakleder ki, Rabîâ bin Nasr
el-Lühamî korkunç bir rü'yâ görür ve memleketindeki tâbircileri çağırtıp
rü'yâsının tâbirini ister. Çağırtıp sormadık ne bir kâhin bırakır, ne bir
sihirbaz, ne de bir falcı veya müneccim... "Ben, korkunç bir rü'yâ gördüm,
sizden bunun tâbirini istiyorum!" der. Kendisine: "Efendim, rü'yânı
anlat da tâbirini yapalım" derler. O der ki: "Rü'yâmı size anlatsam,
tâbirinden emîn olamam! Onu, ben kendisine anlatmadan bilecek ve tâbirini
yapacak bir adam lâzım." Bunun üzerine ona derler ki: "O halde siz
kâhinlerden Satîh'a veya Şık'a haber gönderip getirtiniz, bunu ancak bu
ikisinden biri yapabilir."
Kral her ikisini de
çağırttı, ancak Satıh önce geldi. Kral ona dedi ki: "Ey Satıh! Ben korkunç
bir rü'yâ gördüm, bunun tabirini yapar mısın?" Satıh: "Sen,
karanlıktan püsküren siyah bir kül görmüşsün. Bu tâ Tihame arzma kadar
dağılmış, her canlı bundan yemiş..." Kral: "Hiç hata etmedin, tam
söylediğin gibi" dedi ve tâbirinin ne olduğunu sordu. Satıh: "Yemin
ederim ki, ülkenize Habeşliler inip işgal edecek!" dedi. Kral: "Bu
bize çok ağır gelir. Ve ne zaman olacak söyler misin?" dedi. Satıh:
"Senin vefatından biraz sonra" dedi. Kral: "Onların bu işgali
devam edecek mi, yoksa kalkacak mı?" dedi. Satıh de dedi ki: "Yetmiş
küsur sene sonra kalkar, bir kısmı öldürülür, kalanlar da kaçarak
giderler." Kral: "Bunların gitmesinden sonra ne olur?" diye
sordu. Satîh: "Aden'den, İrem'i, Ziyezen adında biri gelir, çıkarır"
dedi. Kral: "Bunun sonu ne olacak?" diye sordu. Satıh: "Bunun
hükmü de yetmiş küsur sene sonra kalkar" dedi. Kral "Kim
kaldırır?" diye sordu. Satıh: "Bir Nebiyy-i Zekî, ona vahiy ve yüce
Allah'tan imdâd-i ilâhî gelir" dedi. Kral: "Bu zekî Peygamber hangi
soydan olacak?" dedi. Satîh: "Mâlik bin Nadir oğlu Gâlib bin Fihr
soyundan... Mülk, (yani hakimiyet) zamanın sonuna kadar bunun kavminde
kalır." Kral: "Zamanın da bir sonu mu var?" diye sordu. Satîh:
"Evet, zamanın sonu gelecek, önceki ve sonraki bütün insanlar toplanacak,
iyiler mutlu, kötüler mutsuz olacak" dedi. Kral: "Ey Satîh, bu
söylediğin haber hak mıdır?" dedi. Satîh: "Şafaka, gasaka ve feleka
yemin ederim ki, bu söylediğim haktır!" dedi..."
Satîh, kralın sorularını
bu şekilde cevaplayıp bitirdiği zaman, Şık da gelmişti... Kral, Satîh'in
söylediklerinden hiç dem vurmaksızın dedi ki: "Ey Şık, ben bir korkunç
rü'yâ gördüm, bunun tabirini bana söyler misin?" Şık: "Sen
karanlıktan çıkan siyah bir kül görmüşsün... Her canlı ondan yemiştir."
Kral: "Tâbirini de söyle!" der. Şık: "Yemin ederim ki; ülkeni
Sudanlılar alacaktır ve onlar tâ Necrân'a kadar hâkim
olacaklardır..." Kral: "Bu bize acı ve öfke verir! Bu ne zaman
olacak? Ben sağken mi, yoksa benden sonra mı?" dedi. Şık: "Bu senden
sonra olacaktır. Sonra kuvvetli biri gelip sizi onlardan kurtaracaktır."
Kral: "Bu kuvvetli adam kimdir?" dedi. O da: "Ziyezen soyundan
biri" dedi. Kral: "Bu devam edip gidecek mi, yoksa kalkacak mı?"
diye sordu. Şık: "Kalkacak ve onu bir Resul-i Mürsel kaldıracaktır. Bu
Resul; hak ve adaletle gelecektir, din ve fazilet ehlinden olacaktır. Mülk, tâ
hail ü fasl gününe kadar onun adamlarında olacaktır" dedi- Kral:
"Fasıl günü, ne demektir?" diye sordu. Şık: "İşlerin ve
idarelerin hesabının sorulduğu, semâdan davetler duyulduğu, herkesin bir yere
toplandığı bir gündür. O gün, Allah'tan ittikâ edenler için, kurtuluş ve çok
iyilikler vardır" diyerek sözünü bitirdi."
(İbn-i
Asâkir'in
dediğine göre, Satih, irem Seli'nin vukua geldiği günler de doğmuş ve
Resülüllah Efendimizin doğduğu yıl içinde de vefat etmiştir.. Onun beşyüz yıl
veya üçyüz yıl yaşadığı söylenmektedir).
Ebû Mûsâ el-Medini
"Ez-Zeyl" adlı eserinde İbn-i Külebi'den, o da Uvâne'den rivayet
eder. Şöyle ki: Birgün Ömer
yanındakilere demiş ki: "Câhiliyye zamanında iken, Peygamberimiz'in geleceğine
dair bir şey duymuş olanınız var mı?" Tufayl bin Zeyd el-Hârisi demiş ki:
"Evet, ey mü’minlerin emiri, sizce de malum olduğu gibi, Me’mun bin
Muâviye'nin bu hususta kehanetleri olmuştur. O Peygamberimiz'in geleceğine
dikkati çeken bir konuşmasında aynen şunları da söylemişti: "Keşke onun
gelişinde ben de hazır bulunsaydım! Keşke ondan evvel gelmesem, ondan sonraya
da kalmasam!" Peygamberimiz'in çıktığı haberi, biz Tihâme'de iken bize
ulaşmıştı. O gün ben kendi kendime demişimdir ki: "Ey Tufeyl, işte bu, Me'mûn'un
önceden verdiği haberdir.. Biz ise, günleri geçirdik ve geciktik.. Nihayet, bir
hey'et hâlinde gelip müslüman olduk..."
İbn-i Asâkir Hasan tarikiyle Süleyman'dan nakleder. O demiş ki: "Bir gün Ömer bin el-Hattâb Ka'b'a kitaben: "Peygamberimiz'in doğumundan önceki faziletleri hakkında ne dersin?" diye sormuştu. Ka'b da: "Evet ey mü’minlerin emiri, ben okuduğum kitablarda görmüştüm: İbrahim (aleyhisselâm) bir gün bir taş bulmuş ve bu taşda dört satır yazı olduğunu görmüş. Bu satırlarda sırası ile şunlar yazılı imiş:
"Ben Allah'ım, Ben'den başka ilâh yoktur! O halde sadece bana ibâdet et!"
"Ben Allah'ım, Ben'den başka ilâh yoktur! Muhammed de benim Resûlümdür! O'na inanan ve uyan kimseye ne mutlu!"
"Gerçekten Ben Allah'ım ve Ben'den başka hiçbir ilâh da yoktur! Bana bağlanan kurtuluşa erer."
"Ben Allah'ım. Ben'den başka ilah yoktur. Harem-i Şerif ve Kabe, Benim içindir! Beytime giren azabımdan emin olur!"
(Kab'ın ve emsalinin bu ve benzeri haberleri karşısında ihtiyatı seçer, "doğrusunu Allah bilir" diyerek tevakkuf eyleriz.)
Beyhekî ve Târih'inde Buhârî Muhammed bin el-Esved'den naklederler. O da babasının babasından nakleder. Şöyle ki: Onlar bir gün üzerinde kitabesi bulunan bir taş bulmuşlar. Kureyş bu taşı okutmak için bir adam çağırmış. Adam o taşı iyice süzdükten sonra demişki: "Ben bu taşdaki yazıyı size okusam, siz beni öldürürsünüz!" Biz bu taşdaki yazının Muhammed hakkında olduğunu zannettik amma, bunu söyleyemedik..."
Ebû Nuaym, Ebû Hureyş'in oğlu Hureyş'ten, o da Talha'dan nakleder. O şöyle demiştir; "İlk yıkılması zamanında Beyt'in taşlarından biri yerde gömülü olarak kalmış.. Bu taş ele geçtiği zaman Kureyş bir adam çağırıp ondaki yazının okunmasını istemiş. Adam da okumaya başlamış.. Şöyle ki: "Benim seçilip beğenilmiş, tâm tevekkül ve inâbe eden kulum! Doğumu Mekke'de, hicreti de Medine'ye olacak.. O, eğri yolu iyice doğrultmadan, "Lâ ilahe illallah Muhammedün Resülüllah!" tevhidine şehâdeti hâkim kılmadan dünyadan ayrılmıyacaktır.. O'nun ümmeti, "Ümmet-i Hammâdûn" olacaktır! Her hal ü kârda hamdedecekler, üzerlerine basit gömlek giyecekler, el ve yüzlerini tertemiz tutacaklardır..."
İbn-i Asâkir Ebût-Tayyib el-Mukri'den nakleder. O demiştir ki: "Amûriye fethedildiği zaman oradaki kiliselerden birinde buldukları bir yazıda şunlar yazılı imiş: "Sonradan gelen nesillerin en kötüsü, önceki nesillere sövüp küfredenidir. Halbuki o hayırlı geçmişlerden biri, sonrakilerin bin tanesinden daha hayırlıdır. Ey Gâr'da arkadaşlık eden (Ebû Bekir), haklı olarak övünme kerametine sen nail oldun! Zira Kâdir'i Mutlak olan Melik, seni övmüştür. Çünkü o, gönderdiği elçisine indirdiği kitabta: "İkisi birlikte Gâr'da iken, ikinin ikincisi" buyurmaktadır[48]
"Ey Ömer, sana da ne mutlu! Sen bir vali değil, bir vâlid (baba) oldun... Ey Osman, sana da mutluluklar! Fakat onlar seni haksız yere öldürecekler. Sen ise ey Ali, iyilerin önderi, Resûlüllâh'ın davasının dâvâcısısın... Şu, Gâr'daki can yoldaşı, şu iyilerden biri, şu şehirlerin imdatcısı, şu da iyilerin öncüsü... Hepsine ne mutlu! "Bunları kötüleyenlere Allah'ın laneti olsun!,.." Ben, bunları bize okuyan kilise papazının arkadaşına yaklaşıp sordum: "Bu yazı, kaç yıldır kilisenizin kapısında bulunmaktadır?" O, iyice ihtiyarlamış ve yaşlılıktan kaşları gözleri üzerine dökülmüş bulunan papaz, soruma cevapla dedi ki: "Sizin Peygamberiniz gönderilmezden iki bin sene evvel!"
Ebû Muhammed el-Cevherî "Emâlî" adlı kitabında Yahya bin Yemân'dan nakleder. O demiştir ki: "Birgün ben Benî Selîm'in mescidinde idim. Buranın imamı bana dedi ki: "Bizden bâzı ihtiyarlar, Rûm diyarına gitmişlerdi. Onların kiliselerinin birinde aynen şöyle yazılı imiş: "Bir ümmet ki, Hüseyn'i katleder; acaba bunlar hesâb gününde onun dedesinden şefaat umarlar mı?" Bizimkiler onlara demişler ki: "Bu yazı, kaç yıldır burada bulunmaktadır?" Onlarda demişler ki: "Sizin Peygamberinizin çıkışından altı yüz sene evvel bu yazı, yine burada idi."
------------------------
[2] Ahzâb Sûresi, 7.
[4] Araf Sûresi, 172.
[7] Al-i İmrân Sûresinin 81. âyeti.
[17] Al-i İmrân sûresi, 81
[23] Araf Sûresi âyet: 157.
[24] el-Fetih Sûresi, âyet: 29
[25] el-Ahzâb Sûresi, âyet: 45.
[26] A'râf Sûresi, 144.
[29] Nisâ Sûresi, âyet: 47,
[30] Hûd Sûresi, âyet: 71.
[31] Al-i İmrân Suresi, âyet: 39.
[32] Al-i İmrân Suresi, âyet: 45.
[33] Saff Sûresi, âyet: 6.
[36] Bakara Suresi, 89
[37] Bakara suresi, 89
[41] Enbiyâ Sûresi, 105.
[48] Tevbe suresi, 40