İbn-i
Ebî Dâvûd Kitâbu'l-Mesâhif adlı eserinde Ebû Cafer'den nakleder. O şöyle
demiştir: "Ebû Bekir; Cebrâîl'in Peygamberimiz'e fısıldayışını
işitir fakat kendisini göremezdi..."
Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet ederler. O demiştir ki: Haris bin Hişâm
Peygamber Efendimiz'e: "Sana vahiy nasıl geliyor?" diye sordu.
Peygamberimiz de buyurdu ki: "Bâzan çıngırak sesi gibi gelir, bana en ağır
geleni de budur. Sonra vahiy benden kesilir, ben de bana söyleneni aynen alıp ezberlemiş
olurum... Bâzan da melek bana bir insan suretine temessül etmiş olarak gelir ve
bana söyler, ben de onun söylediğini aynen bellemiş olurum."
Âişe validemiz, Peygamber
Efendimiz'in kendisine gelen vahiy hakkındaki bu sözlerini böylece naklettikten
sonra demiştir ki: "Ben, gerçekten Peygamberim iz'e soğuğu şiddetli bir
günde vahy geldiğine şahit olmuştum. Vahiy kesildiği zaman şakakları şapır
şapır terliyordu..."
Müslim'in Ubâde bin Sâmit'ten nakli
de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, bu kendisine çok ağır gelirdi, hattâ
mübarek yüzünün rengi iyice solardı."
Yine Âişe validemizin bir rivayetinde de: "Peygamberimiz'e
vahiy geldiği zaman, bu kendisine çok ağır gelirdi" denilmiştir. Nitekim
âyet-i celîlede: "Ey Muhammed, doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz
bırakacağız" buyurulmuştur. [1]
Taberâni'nin
tesbitine göre de yine Zeyd bin Sabit şöyle demiştir: "Ben, Resûlüllah
Efendimiz'in huzurunda vahiy yazıyordum, vahiy geldiği zaman Resûlüllah'ı
şiddetli bir sarsıntı kaplar ve şakakları inci daneleri gibi ter dökerdi. Sonra
vahiy kesilir, Resûlüllah da açılırdı. Resûlüllah söyler, ben de yazardım.
Nazil olan ilâhi vahiy benim üzerimde dahî öylesine bir ağırlık yapardı ki,
nazil olan Kur'ân âyetleri sebebiyle ben ayağımın kırıldığını ve bir daha
yürüyemeyecek hâle geldiğini sanırdım..."
Ebû Nuaym'in nakline göre İbn-i Abbâs da şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz'e
vahiy geldiği zaman mübarek yüzünün ve cesedinin rengi solardı; ashâbtan hiç
kimse bu sırada kendisiyle konuşamazdı..."
Ahmed, Taberanî ve Ebû Nuaym İbn-i
Amr'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben: Ey Allah'ın Resulü,
vahyin gelişini siz hisseder misiniz?" diye sordum. Resûlüllah'ın bana
cevabı da şöyle oldu:
"Evet,
vahiy bana gelir, ben de onu çıngırak sesi gibi işitirim ve şiddetle
sarsılırım. Sonra sarsıntı geçer ve ben sâbitleşir karar kılarım. (Bana
söyleneni de aynen alır zaptederim). Bu şekilde (çıngırak sesi şeklinde) gelen
vahiy bana o kadar ağır gelir ki, her defasında ben, "muhakkak bu sefer
canım çıkacak" zannederim!"
Ebû Nuaym'in Feltân bin Asım'dan
rivayeti ise şöyledir: "Vahiy geldiği zaman Peygamber Efendimiz'in her iki
gözü açık bir vaziyette dikilir kalırdı. Allah'tan gelen vahyi aynen alıp
ezberlemek için kulağını ve kalbini de iyice verirdi..."
Buhârî, Müslim ve Ebû Nuaym, Ya'lâ bin Ümeyye'den rivayet ediyorlar. O şöyle
demiştir: "Peygamber Efendimîz'e vahiy geldiği sırada iyice kendisine
baktım. O'nun şiddetli bir hırıltı çıkardığını, gözlerinin ve şakaklarının
iyice kızarmış olduğunu gördüm."
İbn-i
Sa'd'ın Devs'li Ebû Erva'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamber Efendimiz'e
vahiy geldiği zaman gördüm, kendisi devesi üzerinde idi. Vahyin ağırlığı
sebebiyle devesi sağa sola yalpa yapıyor ve ön ayaklarını atamaz hâle
geliyordu. Bazen dayanamayıp yere çöktüğü,[2]) bazan
da ön ayaklarını dikerek ayakta durakladığı oluyordu. Peygamberimiz'in de
şakakları şapır şapır ter döküyordu."
Yine bu
noktaya temas eden Ahmed ve Beyhekî'nin Âişe'den rivayeti şöyledir: "Resûlullah Efendimiz'e vahiy
geldiği zaman, üzerine bindikleri devesi vahyin ağırlığı sebebiyle yere
çökerdi. Peygamberimiz de şakaklarından şapır şapır ter dökerdi. İsterse soğuk
bir günde olsun."
Taberânî'nin Esma binti Amis'ten
rivayeti ise şöyledir: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerine vahiy indiği zaman, neredeyse bayılacak gibi
olurdu."
Ahmed, Taberânî, Beyhekî ve Ebû Nuaym Esma binti Yezid'den rivayet ederler. O demiştir
ki: "Mâide Sûresi Resûlullah'a nazil olduğu zaman, kendileri devesi
üzerinde bulunuyorlardı ve devenin yularından ben tutuyordum. Nazil olan
sûrenin ağırlığından neredeyse devenin ön ayakları kırılacak idi."
Yine bu
konuda Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Ebû Hüreyre demiştir ki:
"Kendilerine vahiy indiği zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in başı şiddetli ağrıdığı için, ağrısı
dinsin diye başına kına vurulduğu olurdu."
İbn-i Sa'd İkrime'den rivayet eder. O da
şöyle demiştir: "Resûlullah Efendimiz'e vahiy indiği zaman, vahyin
şiddetinden neredeyse bayılmış gibi olurdu ve bir müddet böyle kalırdı."
Müslim'in Ebû Hüreyre'den olan
rivayetinde de şöyle denilmiştir: "Resûlullah Efendimiz'e vahiy indiği
zaman, ashâbdan hiç biri vahiy hali geçinceye kadar Resûlullah'a
bakamazdı," [3]
Ahmed, İbn-i Ebî Hatim ve Ebû'ş-Şeyh İbn-i Mes'ûd'dan rivayet ediyorlar.
O şöyle diyor: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı yaratıldığı şekil ve surette iki defa görmüştür.
Bunlardan birincisi: Peygamberimiz ona, kendisini yaratıldığı şekilde göstermesini
istemişti de o da göstermişti ve bütün ufku kaplamıştı. Diğeri ise: îsrâ
Gecesinde Sidre-i Müntehâ yanında olmuştur."'
Yine Ahmed'in tek başına İbn-i Mes'ud'dan rivayeti de şöyledir:
"Peygamber Efendimiz Cebrâîl'i yaratıldığı şekilde gördüğü
zaman, ona altı yüz kanadı ile ve bütün ufku kapatmış bir vaziyette ve her bir
kanadından renk renk inci ve yakutların döküldüğü bir şekilde görmüştür. Ki
bunların çeşit, renk ve miktarını ancak Allah bilirdi."
Yine Ahmed ve Taberânî'nin İbn-i Abbâs'tan
bir rivayeti var. O şöyle diyor: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'e kendisini göstermesini istediği zaman, "Allah'a bu
hususta dua et!" cevabını almıştı. Peygamberimiz de dua etmişti. Derken
doğu ufkundan bir karaltı yükselip yayılmaya ve bütün ufku kaplamağa başladı."
Buhârî ve Müslim Âişe'den şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'i yaratıldığı şekil ve surette ancak iki defa görmüştür.
Onu, semâdan yere inerken ve bütün semâ ile arz arasını doldurmuş bir vaziyette
görmüştür. Çünkü Cebrâîl, çok büyük olarak yaratılmıştır."
İmâm-ı Ahmed'in Âişe'den rivayetinde ise, o bunu, Peygamberimizin ağzından
naklen şöyle ifâde etmiştir: "Peygamberimiz buyurdu: "Ben Cebrâîl'i gökten yere iner bir vaziyette ve arz ile semâyı
tamamen, doldurmuş bir şekilde gördüm. Üzerinde ise inci ve yakutlarla
süslenmiş ince ve has ipekten bir elbise vardı."
Ebû'ş-Şeyh'in
rivayetinde ise Âişe şöyle demektedir: Peygamberimiz buyurdu:
"Ben, Cebrâîl'e: "Seni yaratıldığın şekilde görmek
istiyorum" dedim. Cebrâîl de kanatlarından birini açıverdi. Semânın ufkunu
tamamen kapladı. O kadar ki, semadan hiç bir şey görünmüyordu."
Ebû'ş-Şeyh'in
bir rivayetinde İbn-i Mes'ud demiş ki: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'i gördüğü zaman, Onun üzerinde yeşil renkte bir elbise
vardı ve O, yerle gök arasını tamamen kaplamış idi."
Yine İbn-i
Mes'ud'dan Ebû'ş-Şeyh'in ve İbn-i Merdûye'nin rivayetleri de şu mealdedir:
"Peygamber Efendimiz Sidre-i Müntehâ'da Cebrâîl'i iki ayağını Sidre üzerine -atmış bir vaziyette ve üzerinde bitki
üzerindeki çığ dâneleri gibi, inciler dizilmiş bir şekilde görmüştür."
Yine
Ebû'ş-Şeyh'in rivayetine göre, Şüreyh bin Ubeyd'in bu husustaki sözü de şu
mealdedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz semaya çıktıkları zaman Cebrâîl'i
yaratıdığı şekilde gördü. Cebrâîl'in kanatlarında bir nûr gibi
parlayan zeberced, inci ve yakutlar vardı. Kendileri bu hususta buyurmuştur ki:
"Cebrâîl o kadar büyüktü ki, sanıyorum sadece iki gözü
arası bütün ufku kaplamıştı. Ben onu, daha önceleri muhtelif şekillerde
görüyordum. En fazla olarak da onu Dıhyetü'l-Kelbi sûresinde görmüştüm. Zaman
zaman da onu, bir kimsenin arkadaşını tül perde, arkasından görmesi gibi
görüyordum."
İbn-i Sa'd ve Nesai sahih bir sened ile İbn-i Ömer'den şöyle rivayet eder: "Cebrâîl (aleyhisselâm) Peygamber Efendimiz'e Dıyhe el-Kelbi suretinde
gelirdi."
Taberânî'nin Enes'ten rivayetinde ise
şöyle denilmiştir: "Peygamber Efedimiz buyurdular ki: "Cebrâîl bana, Dıhye el-Kelbi suretinde geliyordu. Dıhye,
yaratılışı güzel bir adamdı."
El-Uceli'nin
tarihinde Muâviye bin Hakemden naklen: "İnsanların en güzeli; vahiy meleği
olan Cebrâîl kimin suretinde gelir idiyse İşte odur" diye
kaydedilmiştir." [4]
İbn-i Ebî Şeybe, Ebû Yûlâ, Baremi, Beyhekî ve Ebû Nuaym el-A'meş tarikiyle Ebû Süfyan'dan, O da Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Cebrâîl Peygamber Efendimiz'e geldi, kendileri bu sırada Mekke dışında idi ve Kureyş tarafından kanlrr içinde bırakılmıştı. Cebrâîl: "Bu hal nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Kureyş beni kanlar içinde bıraktı" dedi. (Cebrail Peygamberimize teselli için: "Bir mucize görmek ister misiniz!" diye sordu, Peygamberimiz de "Evet" dedi. Cebrâîl: "Şu ağacı çağır" dedi. O da çağırdı. Ağaç yeri yararak gelip Peygamberimizin önünde durdu. Cebrâîl: "Emret de yerine gitsin!" dedi. O da yerine gitmesi için ağaca emretmiş, ağaç da yerine dönmüştür. Bu olay üzerine Peygamberimiz: "Bu kadarı bana yeter" demiştir. [5]
Beyhekî Hasan-ı Basri'den rivayet eder: "Peygamberimiz Kureyş'in kendisini yalanlamaları sebebiyle son derece üzülmüş ve Mekke'den dışarı çıkarak bazı dağ yollarında yürümeye başlamıştı. Bu sırada: "Ey Rabbim, bana teselli olacağını ve kendisiyle üzüntüden kurtulacağım bir şey göster!" diye niyazda bulunmuş. Kendisine, karşısındaki ağacın hangi dalim isterse yanına gelmesi için çağırması hakkında vahiy gelmiş. O da çağırmış. Bunun üzerine dal ağacından ayrılarak O'nun yanına gelmiş. Peygamberimiz o dala yerine gitmesini emretmiş, dal da yeri yararak geri dönmüş ve âit olduğu ağaçla birleşmiştir. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz'in nefsi itmi'nan bulmuş ve Allah'a hamdederek Mekke'ye dönmüştür."
İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Bezzâr, Beyhekî ve Ebû Nuaym güzel bir sened ile Hasan-ı Basri'den, o da Ömer İbni'l-Hattâb (radıyallahü anh)'ten rivayet ederler. Şöyle ki: "Peygamber Efendimiz Mekke'den çıkıp Hacûn tarafında bulunuyordu, oldukça üzgün idi. Müşriklerin ezalarını hatırlıyor ve: "ilâhi, bugün bana öyle bir ayet göster ki, bir daha üzülmeyecek şekilde kalbim itmi'nana ersin!" diye dua ediyordu. Bu sırada kendisine "Vadideki ağaçlardan birini çağırması" emredildi. O da çağırdı. Ağaç yeri yararak geldi, O'nun önünde durdu ve kendisine selâm verdi. Sonra Peygamber ağaca: "Yerine dönmesini" emretti. Ağaç da geldiği gibi yerine döndü. Bunun üzerine Peygamber (aleyhisselâm): "Bu tecelliden sonra, beni yalanlamalarına hiç de aldırmam!" dedi."
Ebû Nuaym Câbir'den naklediyor, O demiştir ki: "Müşrikler Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) eziyet ediyorlardı. Cabrâil gelerek Peygamber'i aldı ve Mekke'nin dışına çıkardı. Ağaçlık bir vadinin kenarından geçerlerken Peygamberimiz'e hitaben: "Ağaçlardan hangisini istersen çağır!" dedi. Peygamberimiz de bir ağacı çağırdı, ağaç geldi ve O'nun önünde durdu. Bunun üzerine Cebrâîl: "Ey Peygamber, gerçekten sen hak üzeresin!" dedi." [6]
Tayâlisi,
İbn-i Sa'd, İbn-i Ebî Şeybe, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Mes'ûddan rivayet ediyor. O demiştir ki:
"Ben yeni yetişmekte olan bir genç idim ve Mekke'de Ebû Muayt oğlu
Ukbe'nin koyunlarını güderdim. Peygamberimiz ve Ebû Bekir, Mekke müşriklerinden
kaçarlarken bana uğradılar ve dediler ki: "Ey delikanlı, yanında bize
içireceğin süt var mıdır?" Ben ise, "Bir emanetçi olduğumu"
bildirerek cevab verdim. Dediler ki: "Güttüğün sürü içinde henüz koç
görmemiş ve yaşına basmamış dişi kuzu yok mudur?" Ben: "Vardır"
diyerek cevapladım ve kuzuyu onların yanına getirdim. Ebû Bekir kuzuyu bağladı.
Peygamberimiz
de kuzunun memesini eline aldı ve dua etti. Kuzunun memesi süt ile doldu... Ebû
Bekir içi çukur bir taş bulup getirdi, Peygamberimiz sütü bunun içine sağdı.
Sonra sütten Peygamberimiz ve Ebû Bekir içtiler. Bana da içirdiler. Sonra
Peygamber Efendimiz kuzunun memesine "sütünü çek" diye seslendi. O da
eski hâline geldi." [7]
[8]İbn-i Sa'd ve Beyhekî
Muhammed bin Abdullah bin Amr'den[9]
nakleder:'Hâlid bin Saîd, İslâm'in ilk günlerinde müslüman olmuştu. O'nun
müslümanlığı kabul edişi gördüğü bir rüyaya dayanır. Şöyle ki: Rüyasında pek
büyük bir ateş görür, babası kendisini bu ateşe itmektedir. Kendisi de bu
ateşin kenarında bulunmaktadır. Peygamberimiz ise gelip ateşe düşmesin diye
arkasından tutup onu çekmektedir. Ürpererek uykusundan uyanmış ve:
"Allah'a yemin ederim ki bu, bir hak rüyadır!" demiş. Derhal Ebû
Bekir'e giderek rüyasını anlatmış. Ebû Bekir de: "Bu gerçekten hayırlı bir
rüyadır" demiş ve: "Hiç durma, işte Resûlüllah, hemen gidip kendisine
imân et!" tavsiyesinde bulunmuştur. O da hemen Peygamberimiz'e gidip:
"Ey Muhammed, sen insanları neye çağırıyorsun?" diye sormuş.
Peygamberimiz: "Ben Allah'ın elçesi olarak insanları Allah'ın birliğine,
eşi ve benzeri olmadığına, Muhammed’in de Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna
inanmaya çağırıyorum. İşte seni de buna ve putları aradan çıkarıp atmaya
çağırıyorum! Elbette ki insan, fayda da, zarar da vermekten âciz bulunan,
kendisine ibadet edenle etmiyeni farketmiyen taş parçasına tapınamaz!...
buyurmuştur. Bunun üzerine Hâlid müslüman olmuştur. Durumu öğrenen babası
Hâlid'in peşine adam takmış, yakalatıp getirmiş, fena sözler söyleyip
doğmuştur. Öfkesini yenemeyip: "Vallahi ey Hâlid, sana bir lokma yiyecek
vermeyeceğim!" diyerek haykırmıştır. Hâlid de babasına hitaben: "Eğer
sen yiyeceğimi vermezsen, Allah benim rızkımı istediği şekilde
verecektir!" diyerek karşılık vermiştir."
İbn-i Sa'd Salih bin Keysân'dan [10]şöyle nakleder; "Hâlid bin Saîd gördüğü rüyayı
arılatarak demiştir ki: Peygamberimiz'i gönderilmesinden önce idi. ... Ben,
bütün Mekke'yi kaplayan, dağları ve vadileri örten bir karanlık gördüm,
rüyamda... Sonra Zemzem tarafından
Darekutnî ve İbn-i Asâkir Vakıdî tarikiyle nakleder: İbrahim bin Ukbe'nin
oğlu İsmail, amcası Mûsâ bin Ukbe'den rivayetle der ki: "Hâlid bir Saîd'in
kızı Ümmü Hâlid, babasının bu rüyasını aynen nakleder ve bu esnada babasının
"Bu seseble Allah beni İslâm'a hidayet etmiştir" sözüne temasla:
"Babam ilk müslüman olan kişidir! O, rüyasını Rasûlüllah'a gidip anlatmış,
Resûlüllah Efendimiz de kendisine: "Ey Hâlid, vallahi ben, senin gördüğün
bu nurum! Ben, Allah'ın Resulüyüm!" buyurmuş, bunun üzerine babam da
derhal müslüman olmuştur" şeklinde ifade etmiştir." [11]
İbn-i Ebû'd-Dünyâ ve İbn-i Asâkir Sa'd bin Ebû Vakkâs'tan nakleder. O demiştir ki: "Ben müslüman olmazdan üç gün önce rüyamda çok büyük bir karanlık gördüm; öyle ki hiçbir şey görünmüyordu. Derken ansızın Ay doğuverdi. Ben bu Ay'a bakıyor ve başka kimlerin bulunduğuna dikkat ediyordum. Baktım ki Zeyd bin Harise ile Ebû Bekir de oradalar, benimle birlikte Ay'ı takib ediyorlar... "Siz buraya ne zaman geldiniz?" diye kendilerine soruyor, onlardan "şimdi geldik" cevabını alıyordum... Uyandığım zaman, Resûlüllah'ın insanları gizlice İslâm'a davet ettiğine dâir duygumu hatırladım ve bu maksatla kendisini görmek istedim. Ciyad taraflarında bir yolda kendisiyle karşılaştığımda: "Ey Muhammed, Sen insanları neye davet ediyorsun?" diye sordum. Resûlüllah da bana: "Allah'tan başka ilâh olmadığı, bildirilmektedir. Hicretin 140. yılında vefat etmiştir. Zehebi el-Mizân'da onun hakkında: "Ulemâdan itimad edilir bir zattır" der. Kaderiyeden olduğu iddia edilmişse de, bunun asılsız olduğunu bildirir.
Muhammed'in de Allah'ın elçisi bulunduğu hakikatini kabul edip şehâdet getirmeye davet ediyorum! Haydi buna şehadet et de müslüman ol" buyurdu. Ben de derhal şehadet getirerek müslüman oldum." [12]
İbn-i Sa'd Nâfi tarikiyle Sâlîm'den [13]o da Ali'den nakleder. Şöyle ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hatice'ye bir miktar yemek hazırlamasını emretti, o
da hazırladı. Sonra bana: "Ey Ali, haydi Abdü'l-Muttalib Oğullarını çağır"
dedi. Ben de çağırdım... Kırk kişi kadar geldiler. Peygamberimiz kendilerine:
"Haydi buyurunuz!" diyerek serîd ikram etti. Hepsi de yiyip doydular.
Aslında bu yemek, onlardan birinin tek başına yiyebileceği miktarda idi. Sonra
kendilerine süt ikram etmemi söylediler. Ben de süt ikram ettim. Hepsi içip
süte kandılar. Aslında bu da, onlardan birinin tek başına içebileceği kadardı.
Fakat kırk kişi olmalarına rağmen hepsini kandırmıştı. Ebû Leheb derhal söze
atılarak: "Gördünüz mü, Muhammed sizleri nasıl da büyüledi!" dedi ve
oradakilerin dağılmalarına sebeb oldu... Aradan bir kaç gün geçtikten sonra
yine bir miktar yemek hazırlatan Peygamber Efendimiz, bana hitapla: "Ey
Ali haydi kavmini topla!" buyurdular. Ben de onları topladım, hepsi gelip
yediler ve içtiler. Doyup kandılar... Sonra Peygamberimiz topluluğa hitapla:
"Şimdi beni, üzerimde bulunduğum bu dâvada kim destekleyecek?" diye
sordu... Ben hemen söze atarak: "Ben destekliyeceğim, ey Allah'ın Resulü!
Şu topluluğun en genci de benim!" diyerek karşıladım... Oradakileri bir
sükût kapladı, hiç kimseden bir ses çıkmadı. Sonra babama hitapla: "Ey Ebû
Tâlib, oğlunun yaptığını görüyor musun?" dediler. Babam da kendilerine:
"Bırakın onu, o elinden gelen hiç bir şeyi esirgemeksizin amcası oğlunu
desteklemeye devam edecektir" karşlığını verdi..."
Yine Ebû Nuaym İbn-i İshâk tarikiyle Berâ bin Azib'ten nakleder:
"Peygamber Efendimiz'e "Ey Muhammed, yakınlarını inzâr et!"
mealindeki âyet indiği zaman, Peygamberimiz Abdü'l Müttalib oğullarını topladı,
o gün onlar kırk kişi idiler. Ali'ye, bir koyun budundan bir miktar yemek
hazırlamasını emretti. O da hazırlayıp Resûlullah'a takdim etti. Resûlullah bu
yemekten bir parça alıp bu parçanın bir kısmını yedi, kalan kısmını da yemek kabının
etrafında dolaştırarak yemeğe dokundurdu. Sonra onar kişi hâlinde gelip
yemelerini söyledi. Onlar da onar kişi halinde gelip hepsi bu yemekten yediler
ve doydular. Sonra Peygamberimiz süt kabım isteyip eline aldı, bir yudum
içtikten sonra onlara verdi: "Buyurunuz sırayla içiniz, bismillah"
dedi. Hepsi içtiler ve süte kandılar. Ebû Leheb derhal söze başlayıp: "Hiç
bir kimse, bu adamın sizi büyülediği gibi kimseyi büyülemiş değildir!"
dedi ve oradakileri dağıttı. Ertesi günü Peygamberimiz onları tekrar çağırtıp
topladı. Aynı şekilde bir kişinin yiyebileceği miktardaki bir yemekle hepsini
doyurdu, aynı miktardaki sütle de hepsini süte kandırdı. Sonra başkasına fırsat
vermeden söze başlayıp kendilerine tebligatını yaptı." [14]
İbn-i Adiy, Beyhekî ve Ebû Nuaym (zayıf bir senedle) yâni Heysem bin Hammâd
tarikiyle Enes'ten rivayet eder. O diyor ki: "Ebû Talib hasta olmuştu.
Peygamberimiz kendisini ziyaret etti. Bu sırada Ebû Talib: "Ey kardeşimin
oğlu, kendisine ibadet ettiğin Rabbine dua et de bana şifâ versin"
ricasında bulundu. Peygamberimiz de: "Allah'ım, amcama şifa ihsan
eyle!" diyerek dua etti. Ebû Tâlib de sanki hiç hasta değilmiş gibi
iyileşip ayağa kalktı. Peygamberimiz'e hitaben: "Ey kardeşimin oğlu, Senin
kendisine ibâdet ettiğin Rabbin, sana itaat edip isteğini yerine
getiriyor" dedi. Peygamberimiz de kendisine: "Ey amca, eğer sen
Allah'a itaat etsen, elbette O da sana itaat eder!" diyerek karşılık
verdi."
(Bu
rivayeti tek başına Heysem nakletmiştırve kendisi zayıf bir râvidir -Süyûti-).[15]
İbn-i Asâkir'in Târih'inde naklettiğine göre Celheme bin Arfeta demiştir ki: "Ben Mescid-i Haram'a gitmiştim. Kureyş'in dağınık bir vaziyette bulunduğunu, izdiham ve gürültüden geçilmediğini gördüm. Yağmur duası yapıyorlardı. İçlerinden biri: "Lât ve Uzzâ adındaki putlarınızın yanına giderek, onlardan şefaat isteyin!" diye bağırıyordu. Bir başkası da: "Menât'a gidiniz, Menât'a" diyerek haykırıyordu, içlerinden yaşlı birisi bu arada: "Vesını ve Kasını! Yani meşhur ve büyük adam! Güzel yüzlü, tatlı ve haklı sözlü! Size ne oluyor da O'na başvurmuyorsunuz? İbrâhim'in bakiyesi, İsmâil'in sülâlesi sizin içinizdedir!" dedi. Bu yaşlı kişiye: "Ebû Talib'i mi kastediyorsun?" diye sordular. O da: "Evet" karşılığını verdi. Hep birlikte kalkıp Ebû Talib'in evine gittiler. Ben de gittim. Kapıyı çaldıklarında Ebû Talib dışarı çıktı ve niçin geldiklerini anlatmaları üzerine de: "Öğle vaktinin girmesini ve rüzgarın esmesini bekleyiniz" dedi. Güneşin zevalinden sonra, yanında sanki buluttan sıyrılan güneş gibi biri bulunduğu halde halkın yanına çıktı. Etrafında başka gençler de vardı. Ebû Talib yanındaki güneş yüzlü gencin elinden tutup Kabe duvarının dibine ve arkası Kâbeye dayalı bir vaziyette oturttu. O genç de şehadet parmağını yukarı kaldırarak dua edip sığındı. Yanındaki diğer gençler de yalvarıp yakarıyorlardı. Semada ise hiç bulut yoktu. Derken bulutlar görünmeye ve çeşitli taraflardan yükselmeye başladı. Çok geçmedi hava iyice kapandı ve bol bol yağmur yağdı. Vadilerden seller aktı ve her taraf bolluk bereketlik oldu. Ebû Tâlib de bunun üzerine şiir hâlinde şu sözleri söyledi:
"Nûr yüzlü! O'nun yüzüsuyu hürmetine yağmur istenir. Kendisi yetimlerin sığınağı, dulların dayanağıdır.
Her tarafı kıtlık ve kuraklık sarmışken, nimete ve berekete kavuşuldu.
Adalet terazisi bir arpa ağırlığında hatâ etmez. "
Tartıcısı da gerçek ve güvenli olunca, hiçbir haksızlık olmaz!" [16]
Peygamber
Efendimiz'in sahih haberlerle sabit bulunan mucizelerinden birisi de, Ay'ın
yarılması mûcizesidir ki buna Şakkı-Kamer mucizesi denilmektedir. Üzerinde ittifak
edilmiş bulunan sahih hadisler ve haberler, Ay'ın bilfiil ikiye ayrılmasına
şehadet ettiği gibi; ilgili âyet-i kerime de bu hususta sarihtir; açıkça buna
delâlet etmektedir. Nitekim Kamer Sûresi'nin birinci âyetinde aynen şöyle
buyurulmaktadır:
"Kıyamet
saati yaklaştı, Ay yarıldı."
Buhârî ve Müslim de sahihlerinde Enes'ten
şöyle rivayet ederler: "Mekke halkı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den kendilerine bir mucize göstermesini istediler.
Peygamberimiz de onlara Ay'ın ikiye yarılması mucizesini gösterdi." Yine
her iki sahihlerin İbn-i Mes'ud'dan rivayetleri de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında Mekke'de Ay iki parçaya ayrıldı.
Peygamber Efendimiz Mekke'lilerin dikkatini bu mucizeye çekerek: "Şahit
olunuz" buyurdular.
Buharî ve Müslim'in yine, İbn-i Mes'ud'dan olan diğer bir revâyetleri de şu
mealdedir."Mekke de Ay ikiye yarıldığı zaman biz Peygamber Efendimiz'in yanında
bulunuyorduk. Ben şahsen bu mucizeye şahit oldum. Ay ikiye ayrıldı, bir parçası
dağın öbür tarafında, bir parçası da bu tarafînda oldu. Peygamberimiz
Mekke'lilere hitaben: "Şahit olunuz" buyurdular.
Yine
İbn-i Mes'ûd'dan sahihlerin bir diğer rivayetinde: "...Ay'ın bir parçası
dağın üst kısmında, diğer parçası da beri kısmında idi" denilmiştir.
Yine
İbn-i Mes'ûd'dan Beyhekî'nin bir rivayeti var. Bu rivayette ise şöyle
denilmektedir: "Ben Mekke'de ayın ikiye ayrılışına bizzat şahit olup kendi
gözümle gördüm. Peygamber Efendimiz henüz Mekke'den çıkmamış idi. (Hicretten
evvel idi). Mekke'lilerin kendisinden bir mucize göstermesini istemeleri
üzerine, Peygamber Efendimiz mubârek parmağıyla Ay'a işaret etti ve Ay ikiye
ayrıldı. Bir parçası Ebû Kubeys dağının üzerinde, diğer bir parçası da aşağı
tarafta idi. Müşrikler dediler ki: "Muhammed Ay'ı büyüledi" İşte
bunun üzerine: "Kıyamet saati yaklaştı, ay ayrıldı" mealindeki ilgili
âyet nazil oldu. [17]
Beyhekî ve Ebû Nuaym'in İbn-i Mes'ûd'dan olan rivayetleri de şöyledir:
"Mekke kâfirleri Peygamberimizden bir mucize istediler. Peygamberimiz de
onlara Ay'ın yanlışı mucizesini gösterdi. Kâfirler bunun üzerine: "Bu bir
sihirden ibarettir, Ebû Keşbe'nin oğlu (Muhammed) sizi büyüledi!" dediler.
Sonra, seferde olanlar döndüklerinde onlardan bunu sormaya karar verdiler.
"Eğer seferde bulunanlar da sizin gördüğünüzü görmüşlerse, Muhammed
sözünde sâdıktır, eğer görmemişlerse, burada size sihir yapıldığından hiç
şüpheniz olmasın(!)" dediler. Seferde olanlar da dönmeye, çeşitli
cihetlerden gelmeye başladılar. Onlar da her gelene soruyor, sorduklarından:
"Evet gördük" diye cevab alıyorlardı." [18]
Ay'ın
ikiye yarılması mucizesini Buhârî ve Müslim Abdullah İbn-i Abbâs'tan rivayet ettikleri gibi, ayrıca Müslim Abdullah İbn-i Ömer'den de kısaca şöyle nakleder:
"Mekke'de Ay'ın ikiye yarılması mucizesi vukua gelmiştir. Ay'ın bir
parçası dağın öbür tarafında, bir parçası da beri tarafında idi. Peygamberimiz
de bunun üzerine: "Allah'ım şahit ol!" demişti."
Beyhekî ve Ebû Nuaym Cübeyr bin Mut'im'den rivayet eder. O şöyle
demiştir: "Mekke'de Ay ikiye ayrıldığı zaman bir Peygamber Efendimiz'in
yanında bulunuyorduk. Ay'ın bir parçası şu dağın üzerinde diğer parçası da şu
dağın üzerinde idi. İnsanlar yâni kâfirler: "Muhammed bizi büyüledi!"
dedi. İçlerinden birisi de: "Sizi büyüledi ise, bütün insanları da
büyüledi değil ya!" diyerek söz attı. Yine Ebû Nuaym'ın Atâ ve Dahhâk tarikiyle İbn-i Abbâs'tan
bir rivayeti var.
Bunda
da denilmiştir ki: "Müşrikler toplanıp Peygamberimiz'e geldiler ye: "Ey
Muhammed, eğer davanda sâdık isen, bize şu Ay'ı ikiye ayır! Öyle ki bir parçası
şu Ebû Kubeys dağının üzerinde, diğer parçası da şu Kuaykân dağının üzerinde
olsun!" dediler. Vakit
(Ebû Nuaym'ın yalnız Dahhâk tarîkinden sevkettiği bir rivayet
daha var. Burada ise yine İbn-i Abbâs'ın şöyle dediği kaydedilir:
"Ay İki parça oldu. Bir parçası Safa tepesi üzerinde, diğer parçası ise
Merve tepesi üzerinde idi. İkindi vaktinden
İslâm
âlimleri dediler ki: Ay'ın ikiye ayrılması mucizesi, gerçekten çok büyük bir
mucizedir. Diğer Peygamberlere verilen mucizelerden hiç biri, bu büyüklükte bir
mucize değildir... Çünkü bu mucize bu âlemde carî bulunan tabiî ve fıtrî
kanunların fevkinde olan bir mucize ve tecellîdir... Tamamen semavî ve ulvî bir
tecelli ve mucizedir. Tabiatta var olan kânun ve özelliklerin dışında büyük bir
harikadır. Tabiî yollardan herhangi biriyle başkasının buna ulaşmasına ve
taklîd etmesine asla imkân yoktur. Bu itibarla, bu mucizeyi izhar edenin
davasında sâdık olduğuna delâleti de, çok açık ve kesindir. [20]
Tirmizî, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym'in Âişe'den rivayetine göre o şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Önceleri nöbetçiler dikilerek insanların
kendisine bir kötülük yapmasından korunması için bekleniyordu... Nihayet şu
âyet nazil oldu:
130-
"Ey Muhammed, Allah seni insanlardan koruyacaktır." [21]Bunun üzerine başını kubbeden çıkaran Peygamber
nöbetçilere hitaben: "Ey İnsanlar, haydi gidiniz, Allah beni koruyacağını
va'd buyurdu" demiştir.
Ahmed, Taberânî, Ebû Nuaym Cude'den naklediyor:
"Birgün ben Peygamber Efendimiz'in huzurunda idim. Oraya bir adam
getirdiler ve: "Ey Allah'ın Resulü, bu adam sizi öldürmek istedi"
dediler. Peygamber Efendimiz de: "Korkuya mahal yok, korkuya gerek yok!
Eğer sen beni öldürmek istemişsen bile, Allah bunun için sana fırsat
vermeyecektir!" buyurdular. [22]
Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet ediyor: "Bir gün Ebû Cehil büyük bir öfkeleyle: "Demek, Muhammed aranızda yüzgösterip istediği gibi ibâdet mi ediyor?" diye bağırdı." Kendisine: "Evet" dediler. Bunun üzerine Ebû Cehl: "Lât ve Uzzâ adındaki putlarımıza yemin ederim ki, eğer Muhammed'in bir daha böyle yaptığını görecek olursam, muhakkak boynunu çiğneyeceğim! Yahut ta yüzünü yerlere süreceğim!" dedi. Peygamberimiz ise tekrar gelip namaz kılmaya başladı. O'nun boynunu çiğnemek için ilerliyen Ebû Cehl, birden bire geri çekilmeye ve eliyle kendisini korumaya çalışır gibi hareketlere başladı ve oradan derhal uzaklaştı. Kendisine niçin böyle yaptığını sorduklarında: "Muhammedle benim aramda ateşten bir hendek açıldı. Müthiş korktum. Sonra aramızda birtakım kanatlar da zuhur etti" cevabını verdi. Peygamber efendimiz de bu hususa temasla: "Eğer o bana yaklaşsaydı meleklerin kanadıyla parça parça edilirdi" buyurdular. Cenab-ı Hak da:
"Hayır, gerçekten insan azar. (Rabbi'nin bunca iyiliğine rağmen yine de taşkınlık eder)" mealindeki âyeti ve onu takîb eden diğer âyetleri inzal buyurdu. [23]
İbn-i İshâk, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: "Bir gün Ebû Cehil, Kureyş'e hitaben: "Ey Kureyş topluluğu, bildiğiniz gibi Muhammed dînimizi ayıplıyor, atalarımızı kötüleyip aklımızla alay ediyor! Üstelik ilahlarımıza da hücum ediyor... Ben Allah'a and içiyorum ki, yarın elime bir taş alıp Muhammed'in namaz kıldığı yerin yakınına oturacağım, o namaza durup secdeye varınca, başını taşla ezeceğim! Muhammed öldükten sonra, onun yakınları olan Abdü Menâf oğulları ne isterlerse yapsınlar!" diyerek öfkesinden kükrüyordu. Derken ertesi günün sabahında Resûlüllah Efendimiz geldi ve namaza durdu. Ebû Cehil elinde taş orada bekliyordu. Kureyş de orada toplanmış merakla bekliyor ve bakıyordu. Peygamberimiz secdeye vardığı zaman Ebû Cehil taşı yüklenerek ilerledi ve Peygamberimiz'e biraz yaklaştığı sırada ansızın geri çekilmeye başladı. Dehşete kapılmış ve rengi solmuş bir vaziyette idi. Sanki eli kurumuş gibiydi. Nihayet taşı elinden indirdi. Kureyş'ten bazı adamlar yanına gelerek: "Sana ne oluyor?" diye bağırdılar. Ebû Cehil'de onlara: "Muhammed'e yaklaştığım zaman büyük bir deve bana hücum etti! Neredeyse beni yiyeyazdı." diye karşılık verdi. Bunu Peygamberimize duyurdukları zaman: "Büyük ve korkunç bir deve suretinde ona hücum eden Cebrâîl idi. Eğer bana biraz daha yaklaşsaydı, onu parçalardı" buyurdular.
Yine İbn-i Abbâs'tan Buharî'nin rivayetinde şöyle denilmektedir: Ebû Cehil: "Eğer Muhammed'in Kabe'de namaz kıldığını görürsem, boynunu çiğneyip onu ezeceğim!" diye haykırmıştı. Bunu Peygamberimize haber verdikleri zaman şöyle buyurdular: "Eğer öyle bir şey yapsa, melekler onu gözönünde parçalarlar!"
Diğer bazı kaynaklarında İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var. O da bunu babası Abbâs'tan nakleder. Şöyle ki: "Birgün ben Mescid'de idim. Ebû Cehil dedi ki: "Eğer Muhammed'i burada namaz kılarken görürsem, secdeye vardığı zaman boynunu çiğneyip ezeceğime dair Allah'a söz veriyorum!" Ben Resûlüllah'a giderek Ebû Cehl'in bu andından haber verdim. Peygamberimiz gadada gelerek yerinden kalktı ve doğruca Mescid'e gitti. Mescid'in kapısından girerken müthiş bir izdiham vardı. Herkes ne olacak diye heyecanlanmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) okumağa başladı: Kur'ân'ın "Yaratan Rabbinin adıyla oku" mealindeki ayeti okudu, sonra bu âyeti takîb eden âyetleri okudu. Nihayet Ebû Cehil hakkındaki "Hayır insanoğlu gerçekten azıp taşkınlık eder!" mealindeki âyeti okuduğu sırada, oradakilerden biri Ebû Cehl'e yanaşarak: "Duyuyor musun, Muhammed neler okuyor, neler diyor?" dedi. Ebû Cehil de o adama cevaben: "Duyuyorum, fakat siz ufukta benim gördüğümü görmüyor musunuz? Vallahi semânın bütün ufku benim aleyhime kuvvetlerle doluverdi" dedi.
Kaynakların Ebû Süfyan el-Sekâfi'den tesbitine göre, o da şöyle demiştir: "Eraş kabilesinden bir adam devesine binerek Mekke'ye geldi. Ebû Cehil bu deveyi bu adamdan satm aldı, fakat parasını vermedi. Adam Kureyş topluluğuna giderek durumu anlattı: Kendisinden bir garip ve yolcu olduğunu söyleyerek, Ebû Cehîl'den hakkının alınması hususunda kendisine kimin yardım edebileceğini sordu... Onlar da sırf ikisi arasındaki soğukluk ve düşmanlığı bildikleri için; "İşte şu adamı görüyorsun ya, ancak sana o adam yardım edebilir" diyerek Resûlüllah'a işaret ettiler ve: "Haydi ona git!" dediler. Peygamberimiz o sırada Mescid'in bir tarafında idi. Adamcağız Peygamberimiz'e giderek durumu O'na anlattı. Peygamberimiz de bu adamcağızı yanına alarak doğruca Ebû Cehl'in evine gitti ve kapıyı çaldı. İçeriden Ebû Cehl: "Kim o?" diye seslendi. Peygamberimiz de: "Muhammed" diyerek cevap verdi. Dışarı çıkan Ebû Cehl, gerçekten toprak gibi kesilmişti. Peygamberimiz kendisine: "Derhal bu adamın hakkını öde!" dedi. Ebû Cehl: "Ayrılmayınız, hemen hakkını ödeyeyim" dedi ve evine girip çıktı. Adamın hakkını ödedi. Efendimiz de o adamla birlikte oradan ayrıldı. Olayı takip edenlerden bâzıları Ebû Cehle hitaben: "Ey Ebû'l-Hakem, doğrusu sen şaşıracak bir şey yaptın, derhal Muhammed'e itaat ettin" dediler. Ebû Cehl onlara verdiği cevapta: "Haklısınız, şaşılacak bir iş yaptım doğrusu... Fakat Allah'a yemin ederim ki, o benim kapımı çaldığı zaman beni müthiş bir korku kapladı, kapıyı açıp baktığım zaman, tepemde bir büyük deve dikiliyordu! Şimdiye kadar hiç böylesini de görmüş değildim. Eğer ben Muhammed'e derhal itaat etmeseydim, muhakkak o deve beni parçalayıp yerdi."
Şimdi de Selâm bin Miskinin anlattığını dinleyelim. Bunu nakleden de Ebû Nuaym'dir: "Bana anlattıklarına göre, adamın birinin Ebû Cehil'de bir miktar alacağı varmış, fakat bir türlü bu alacağını alamıyormuş... Birisi kendisine: "Bu hususta sana kimin yardımcı olabileceğini söyliyeyim mi?" demiş. Kendisinin "Evet" demesi üzerine: "Sen doğruca Muhammed bin Abdullah'a git!" denilmişti, O da bunun üzerine Peygamber Efendimiz'e müracât etmiş... Efendimiz de o adamı yanına alarak doğruca Ebû Cehlin evine gitmiş ve: "Derhal bu adamın hakkını ver!" diye ona emretmiş. O da: "Derhal" diyerek evine girmiş, parayı getirip ödemiş... Bâzıları bu hususta Ebû Cehl'e hitaben: "Bütün bunlar, Muhammed’den korktuğun için değil mi?" demiş. Ebû Cehil de verdiği cevapta: "Bütün varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki),[24] Muhammed'in yanında, ellerinde kargı birçok adamlar vardı. Eğer o adamın hakkını vermeseydim, muhakkak karnımı yararlardı" demiş. [25]
Yüceler
Yücesi Allah buyuruyor:
"Sen
Kur'ân okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanların arasına kapalı bir perde
çekeriz." [27]
Yine şânı
yüce Allah buyuruyor:
"Önlerinden
bir sed ve arkalarından bir sed çektik de onları kapattık; artık onlar
görmezler." [28]Aralarında Beyhekî ve Ebû Nuaym'in de bulunduğu kaynaklarımız Ebû Bekir'in kızı
Esmâ'dan şu haberi naklederler; O demiştir ki: "Yüceler Yücesi Allah
"Ebû Leheb'in iki eli kurusun; zâten kurudu da!" [29]âyetini inzal buyurduğu zaman, Avrâ bint-i Harb
büyük bir velvele ve gürültü kopararak geldi, elinde de bir taş vardı.
Peygamber Efendimiz de, yanında Ebû Bekir bulunduğu halde Mescid'de idi. Ebû
Bekir, Avrâ'nın gelişini görünce: "Ey Allah'ın Resulü, ben onun sizi
görmesinden korkuyorum" dedi. Peygamberimiz de: "Ey Ebû Bekir, o asla
beni görmeyecek!" buyurdu ve Kur'ân'dan bâzı âyetler okudu... Bunları
okuyarak Allah'a sığındı. Avrâ da gelip Ebû Bekir'in başucunda dikildi ve
Peygamberimiz’i göremedi. Ebû Bekir'e hitaben: "Ey Ebû Bekir, bana haber
verdiklerine göre senin arkadaşın Muhammed, beni kötülemiş" dedi. Ebû Bekir
de cevaben: "Şu Kabe'nin Rabb'ine yemin ederim ki O senin hakkında hiciv
söylememiştir" dedi. Bunun üzerine Avrâ oradan uzaklaştı."
Yine bu
hususta Beyhekî'nin Esmadan sevkettiği bir diğer rivayet var.
Oradaki ifade de şöyledir: "...Ebû Bekir Avrâ'ya verdiği cevapta:
"Vallahi arkadaşım Muhammed şâir değildir, şiir nedir bilmez, de"
demiştir. Peygamber Efendimiz Ebû Bekir'e olan kelamında: "Ona sor
bakalım, senin yanında başkasını görebiliyor mu? O beni elbette göremiyecektir
buyurmuştur. Ebû Bekir Avrâ'ya bunu sorduğu zaman o sinirlenmiş ve: "Ey
Ebû Bekir, benimle alay mı ediyorsun? Vallahi ben senin yanında kimseyi
görmüyorum!" diyerek karşılık vermiş ve ordan uzaklaşmıştır."
Bir de
bu hususta İbn-i Ebî Şeybe'nin ve Ebû Nuaym'in İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var. Bunda da denilmektedir ki:
"Ebû Leheb ve karısı Avrâ ile ilgili olarak Tebbet Sûresi nazil olduğu
zaman, Ebû Leheb'in karısı büyük bir öfkeyle geliyordu. Bunun farkına veren Ebû
Bekir: "Ey Allah'ın Resulü, ondan saklansanız! Zira bilirsiniz ki o çok -
ağır konuşur" demiş... Peygamber Efendimiz de: "Onunla benim arama
perde çekilir ve o beni asla göremez" karşılığını vermiştir. O hışımla
gelmiş ve: "Ey Ebû Bekir, arkadaşın bizi hicvetmiş" demiş. Ebû Bekir
de: "Arkadaşım şiir söylemez ve söylememiştir" demiş. Avrâ da bunu
doğru kabul etmiş ve geri dönmüş... Ebû Bekir Peygamberimiz'e hitaben de:
"Yâ Resûlallah, o sizi görmedi" demiş. Efendimiz de: "O buradan
gidinceye kadar bir melek, beni ondan kanadıyla gizledi" buyurmuştur. [30]
Beyhekî, Süddî es-Sağîr tarikiyle
Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan
rivayet eder. [31]Şöyle ki: "Cenab-ı
Hakk'ın: "Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik de onları
kapattık, artık onlar görmezler" mealindeki âyet-i celîlesiyle bize
bildirmek istediği kimseler, Kureyş kâfirleridir. Ayette: "...Onları
kapattık, artık onlar görmezler" yâni gözlerini perdeledik, artık onlar
Peygamber'i görmezler, manası murâd edilmiş, görmeyince de O'na eziyet
edemeyecekleri bildirilmiştir. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili olay şöyle
olmuştur:
Mahzûm
kabilesinden bazı kimseler ki bunlar: Velîd bin Mugîre, Ebû Cehl, Züheyr İbn-i
Ebû Ümeyye, Abdullah bin Ümeyye ve Esved bin Abdü'l-Esed idiler. Bunlar
Peygamberimiz'i öldürmek için kendi aralarında anlaştılar... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in kalkıp namaza durduğu zaman O'nun
okuduğunu duydular. O'nu öldürmesi için aralarından Velîd bin Muğîre'yi
yolladılar. Velîd Peygamberimiz'in namaz kıldığı yere geldi. O'nun sesini
işitiyor, fakat kendisini göremiyordu. Dönüp öbürlerinin yanına gitti, durumu
onlara anlattı. Onlar da hep beraber oraya geldiler. Peygamberimiz'in sesini
işitiyor fakat kendisini göremiyorlardı. Tam sese yaklaştıkları zaman, sesin
arka tarafdan geldiğini işitiyorlar ve o tarafa gidiyorlardı. Sese
yaklaştıklarında yine sesin arka taraflarından geldiğini işitiyor tekrar o
tarafa gidiyorlardı. Böyle birkaç defa gidip geldiler, bir türlü sesin sahibini
göremediler. Göremiyeceklerini anlayınca da çekip gittiler. İşte yukarıdaki
âyet-i celîle de bu sebeple nazil oldu..,"
Beyhekî: "Bu rivayeti te'yîd-
eden bir rivayet, İkrime'den nakledilmiştir" der. Derim ki, Beyhekî’nin bu sözüyle söylemek istediği rivayet, İbn-i
Cerîr'in Tefsirinde İkrime'den sevkettiği rivayettir. Bu rivayette denilmiştir
ki:
Ebû
Cehil büyük bir öfkeyle: "Eğer Muhammed'i görürsem, yemin ediyorum ki O'na
şöyle şöyle yapacağım!" diye haykırdı. İşte bunun üzerine Yâsîn
Süresindeki ilgili âyetler nazil oldu, tâ; "Onlar artık görmezler"
mealindeki âyete kadar... Ebû Cehl'in yanındaki adamlar; "İşte
Muhammed" diyerek Peygamber Efendimiz'i gösteriyorlar, Ebû Cehl de:
"Hani nerde, hani nerde?" diyordu ve O'nu bir türlü
göremiyordu..." [32]
Ebû Nuaym Mu'temir bin Süleyman el-Teymî'den
[33]rivayet eder. O da babasından naklen der ki:
"Mahzûm kabilesinden biri, eline bir taş alarak Peygamber Efendimiz'in
üzerine yürüdü. Peygamberimizin yanına geldiği zaman kendisinin namaz kılmakta
olduğunu gördü ve elindeki taşıyla O'na vurmak istedi. Elini kaldırıp tam
vuracağı sırada eli tutulup kaldı. Bir türlü taşı fırlatamıyordu. Dönüp arkadaşlarının
yanına gitti. Arkadaşları kendisine: "Sen ondan korktun" dediler. O
da: "Hayır, korktuğumdan değil; baksanıza elim kurudu, taş elimde
kaldı" diye karşılık verdi. Onlar da bu durum karşısında hayret ettiler ve
taş üzerinde kuruyan parmaklarını açarak taşı yere düşürdüler. "Bu doğrusu
şaşılacak bir şey ve senin hakkında Allah tarafından irâde edilmiş bir
husus" demekten kendilerini alamadılar." [34]
Vâkıdî ve Ebû Nuaym Urve bin Zübeyr'den naklediyor. O şöyle diyor: "Nadr bin Haris Peygamber Efendimiz'e zaman zaman eziyet eder, taarruzda bulunurdu. Birgün Peygamberimiz öğle vakti yaklaşırken haceti için Seniyyetü'l-Hacûn tarafına gitti. Adetleri veçhile oldukça uzağa gitti. Bunu gören Nadr: "Böyle bir fırsat ebediyen bir daha elime geçmez, pusuya yatıp ansızın onu öldürmeliyim!" diyerek gidip pusuya yattı... Sonra ansızın müthiş bir korkuya kapılarak geri döndü. Dönüş sırasında Ebû Cehl kendisine "Nereden geldiğini?" sordu. Nadir şu karşılığı verdi: "Muhammed'in peşinden gitmiştim. O'nun yalnız olduğunu görerek hesabım görmek istemiştim. Bu maksatla gidip pusuya yattım, fakat simsiyah ve korkunç yılanların dişlerini birbirine çarparak ağızlarını açmış bir vaziyette bana hücum ettiklerini gördüm, müthiş korktum ve süratle evime dönüyordum!" Ebû Cehl de kendisine: "Bu, O'nun sihirlerinden birisidir" karşılığını verdi." [35]
Taberânî, İbn-i Münde ve Ebû Nuaym, Kays bin Hubra tarikiyle Hakem'in kızından şöyle
nakleder: "Bana atam dedi ki: Kızım ben sana, nıüslüman olmazdan önce
bizzat kendimizin yaşadığı ve gözlerimizin gördüğü bir olay nakledeyim: Bir
Resûlüllah'ı yakalayıp öldürmek üzere anlaşmıştık. O'na yaklaştığımız zaman öyle
büyük bir gürültü duyduk ki, Tihame'de parçalanmıyan hiç bir dağ kalmadığını
zannettik ve müthiş korktuk... Bulunduğumuz yerde baygın yere düştük... Bu
sırada Resülüllah namazını kılıp bitirmiş ve evine dönmüştür... Sonra biz, bir
başka günün gecesinde Resûlüllah'ı öldürmek üzere kendi aramızda sözleşmiştik.
Bu seferinde de Safa ve Merve tepelerinin üstüste gelerek aramıza girip, O'nu
koruduğunu gördük... Vallahi bu seferinde dahi O'na kârşı bir şey yapamadık...
Nihayet Allah bizim hakkımızda hidâyet murâd etti ve bize müslüman olmamız için
izin verdi. Bizler de müslüman olduk..." [36]
Beyhekî İbn-i İshak tarikiyle rivayet
eder. O diyor ki: "Babam İshâk bin Yesâr'ın bana anlattığına göre,
Hicaz'ın meşhur pehlivanı Rükâne bin Abdü Yezîd'e hitaben Peygamberimiz demiş
ki: "Ey Rükâne, İslâm'ı kabul eyle!" Rükâne karşılığında: "Eğer
senin söylediğinin hak olduğunu bilmiş olsam, kabul ederim!" demiş.
Peygamberimiz de: "Eğer ikimiz güreş tutar ve ben seni bu kadar güçlü
olmana rağmen yıkarsam, İslâm'ın hak olduğunu kabul eder misin?" demiş.
Rükâne de bu teklifi kabul edip güreşe tutuşmuşlar. Peygamber Efendimiz onu bir
hamlede alıp yere indirmiş. Neye uğradığını bilemeyen Rükâne: "Yâ
Muhammed, güreşi tekrarlayalım" demiş ve tekrarlamışlar. Bu seferinde de
Peygamberimiz onu alıp yere indirmiş... Sonra yerden kalkan Rükâne: "Ben
bugüne kadar böyle bir sihir görmedim" diyerek oradan ayrılmış... Bu
güreşi anlatırken Rükâne şöyle dermiş: "Vallahi ben, O'nun tarafından yere
indirildiğim zaman, kendimde hiç bir şey yapmağa güç bulamadım![37]"
Yine Beyhekî'nin Rükâne'den rivayetinde şöyle denilmiştir: "Ben ve
Hazret-i
Peygamber koyun güderdik... Birğün bana
Peygamber dedi ki: "Ey Rükâne, benimle güreş tutmayı kabul eder
misin?" Ben: "Nesine?" diye sordum. O da: "Bir koyuna"
dedi. Ben de kabul ettim ve güreşe tutuştuk. Fakat o beni yıkarak koyunu
kazandı ve bana ikinci defa güreşip güreşmeyeceğimi sordu, ben de kabul ettim.
Bu seferinde de beni yenerek bir koyun da kazandı. Üçüncü defa güreşmeyi teklif
etti ki, ben bunu da kabul ettimse de neticede yine yenildim ve bir koyun daha
kaybettim... Gayet üzüntülü ve düşünceli olarak oturuyordum. Bana niçin bu
kadar üzüldüğümü sordu, ben de kendisine: "Hem güreşte yenildim, hem de
babama döndüğümde üç koyunun hesabını vereceğim!" dedim. Hazret-i Peygamber ki Peygamberliğinin ilk günleri idi, bana dedi ki:
"Peki dördüncü defa güreşmek ister misin?" Ben: "Hayır"
dedim. Peygamber: "Babana koyunların hesabını vermene gerek yoktur, zira
koyunlar senindir" diyerek üzüntümü azalttı... Çok geçmeden de İslâm Dâvası'nı
aşikâre eyledi. Ben de kendisine giderek müslüman oldum. Kendisiyle güreş
tuttuğumuz gün, kendi kuvvetiyle değil, kendisine verilen mucizevî bir kuvvetle
güreştiğini anlamıştım... Allah'ın bana hidâyet vermesine bunun sebeb olduğu
kanâatini taşıyorum." [38]
İbn-i Asâkir'in tahricine göre Osman bin Affân (radıyallahü anh): "Ben câhiliye zamanında kadına düşkün biriydim... Bir gün ben, Kabe yakınında Kureyş'le birlikte oturuyordum. Birisi gelip: "Muhammed, kızı Rukiyye'yi amcası Ebû Leheb'in oğlu Utbe ile nikahladı" diye bir haber getirdi. Ben bu habere üzüldüm, zira Rukiyye çok güzeldi ve ben Utbe'den evvel davranıp onunla evlenmek isterdim. Bu fırsatı kaçırdım. Az sonra evime döndüm. Evde halam oturuyormuş. Kendisi zaman zaman kehânette bulunurdu... Beni görünce şöyle konuşmaya başladı: "Müjde ey Osman! Üç sene yaşıyacak, sonra üç sene daha, sonra bir üç sene daha, ayrıca ilâveten bir sene daha... Yâni on sene daha yaşadıktan sonra sana büyük bir hayır ulaşacak... Temiz ve güzel bir bakire ile evleneceksin, sen de o güne kadar evlenmemiş olacaksın ve aldığın kızın soyu ve şerefi çok büyük olacak..." Ben onun bu sözlerine çok şaştım... Dedim ki: "Ey hala, sen neler söylüyorsun?" Dedi ki: "Ey esman, güzel yüz senin, tatlı söz senin, O bir Peygamberdir ve Peygamberliğini isbât eden mucizesi vardır. O'nu hak Peygamber olarak Deyyân olan Allah gönderilmiştir.'O'na tenzil ve furkân gelmiştir; hiç durma O'na uy! Sakın putlar seni mahvetmesin!" Dedim ki: "Ey hala, sen şu anda hiç söz konusu olmayan bin şeyden bahsediyorsun. Bunu açıklar mısın?" O da dedi ki: "Muhammed bin Abdullah, Allah'ın Resulüdür, kendisine kitap indirilmiştir, O insanları Allah'a çağırır. Sabah aydınlığı gibi bir aydınlık. Tam manası ile kurtuluş yolu olan bir din! Başarılı ve kahraman, muzaffer bir kumandan! Çağırıp bağırmanın yok bir faydası... Kılıç onun elinde, söz onun, kuvvetli olan O..."
Onun bu sözleri gerçekten içime işlemişti. Ben bâzan Ebû Bekir'in meclisine katılır, onları dinlerdim. Kalktım onun yanına gittim. Duyduklarımı kendisine anlattım. O da bana: "Ey Osman, sen akıllı ve tedbirli bir adamsın, hak olanla bâtıl olanı birbirinden ayırdedebilecek durumdasın... Bizim şu kavmimizin tapındığı putlar nedir ki? Konuşmaz, görmez, fayda ve zarar da vermez; taş parçalarından ibaret değil midir?" Ben kendisine: "Yemin ederim ki doğru söylüyorsun" diye karşılık verdim. Ebû Bekir tekrar: "Vallahi halan sana doğru söylemiş. İşte Allah'ın Resulü Muhammed bin Abdullah, gerçekten Allah O'nu elçi olarak göndermiş bulunuyor. Bizzat kendisine gidip O'ndan dinlemeye ne dersin?" dedi. Ben de: "Giderim" dedim ve gittim... Peygamber bana dedi ki: "Ey Osman, Allah sizleri cennetine çağırıyor, bu daveti kabul etmelisin! Bilesin ki ben Allah'ın sana diğer kullarına gönderdiği elçisiyim." Ben, O'nun bana olan bu davetini kabul etmemezlik edemedim, derhal orada müslüman oldum... Sonra aradan bir zaman geçmemişti ki ben Peygamber'in kızı Rukiyye ile evlendim...
Dillerde söylenen şu idi: "En güzel evlilik, Rukiyye'nin Osman ile evliliğidir." [39]
İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Hâkim ve Beyhekî'nin Enes'ten tesbitlerine göre, o şöyle demiştir: "Ömer bir gün kılıcını kuşanarak yola çıkmış gidiyordu... Zühre
Oğullarından bir adam kendisine rastlayıp: "Nereye yöneldin, yâ Ömer?" diye sormuş. Ömer: "Muhammed'i öldürmeye
gidiyorum!" demiş. Adamcağız: Hâşim ve Zühre Oğullarının elinden nasıl
kurtulacaksın yâ Ömer?" demiş... Ömer: "Her halde sen de müslüman olmuşsun!" demiş. Adamcağız:
"Daha fazla şaşıracağın bir şey söyleyeyim mi? Kızkardeşin ve enişten bile
müslüman olmuş durumdalar" diye karşılık vermiş. Ömer büyük bir öfkeyle eniştesinin evine gider ve kapıyı
çalar... Onun gelişini hisseden Hâbbab hemen saklanır. İçeri giren Ömer: "Birşeyler mırıldanıyordunuz, neydi
okuduğunuz?" der. Onlar ise o sırada Tahâ Sûresini okuyorlarmış... Fakat Ömer'den çekindikleri için ona verdikleri cevapta: "Hiç
öyle aramızda konuşuyorduk" demişler. Ömer: "Hayır, siz birşey
okuyordunuz, siz müslüman olmuşsunuz!" diyerek bağırmış. Eniştesi
kendisine: "Ey Ömer, eğer hak senin dîninin dışındaki bir dinde ise,
buna ne dersin?" diye karşılık vermiş. Bunun üzerine Ömer, eniştesinin üzerine yürümüş ve onu yere serip ezmeye
başlamış. Kızkardeşi gelip Ömer'i iterek kocasını onun
altından kurtarmak istemiş. Ömer kardeşinin yüzüne bir yumruk
vurarak yüzünü kanlar içinde bırakmış ve: "Okuduğunuz şeyi bana vereceksiniz
ve ben ne okuduğunuza bakacağım!" diye ısrar etmiş... Kardeşi kendisine:
"Sen pissin, gusül yapmazsın; bizim okuduğumuza ise temiz olmayanlar
dokunamaz; kalk yıkan da okuduğumuz şeyi sana verelim" karşılığını
vermiş... Ömer de kalkıp yıkanmış ve onların okuduğu şeyi eline
alarak okumaya başlamış. Tâhâ Sûresini tâ:
"Gerçekten
ben evet Allah'ım; Ben'den başka hiçbir tanrı yoktur! O halde yalnız Bana
kulluk et, Beni anmak için namaz kıl!" [40]âyetine kadar okumuş. Derin bir düşünceye dalan Ömer: "Muhammedin bulunduğu yere beni kılavuzlayın, O'nu
görmek istiyorum" demiş. Saklandığı yerde Ömer'in bu sözünü duyan Habbâb saklandığı yerden çıkmış ve: "Ey Ömer, sana müjde ederim! Sevgili Peygamberimiz Perşembe gecesi
şu duayı yapıyordu: "Allah'ım, yâ Hattâb'ın oğlu Ömer ile, yahut Hişâm'ın oğlu Amr ile İslâm'ı azız kıl."
O'nun bu duasının senin hakkında kabul olduğunu umuyorum!" diyerek
kendisini müjdelemiş ve İslâm'a teşvik eylemiştir. Doğruca Peygamberimiz'in
bulunduğu yere giden ve O'nunla konuşan Ömer, Peygamberimiz'in huzurunda
müslüman olmuştur."
İmâm-ı Ahmed Hazret-i Ömer'den nakleder. O demiştir ki: "Birgün ben dışarı
çıkmış Resûlüllah'ın önüne geçmeye çalışmıştım. Hâlâ müslüman olmamıştım...
Baktım Resûlüllah beni geçmiş ve benden evvel Mescid'e varmış... Ben O'nun
arkasında idim. Kendisi Hakka Sûresini okumaya başladı. Ben onun okuduğunu
dinliyor, Kur'ân'ın fesahat ve belâğatine hayran oluyordum. Diyordum ki:
"Bu ne kadar güzel bir şiirdir! Nitekim Kureyş de böyle söylemektedir..."
Derken Resûlüllah: "Gerçekten o şerefli bir elçinin sözüdür, bir şâirin
sözü değildir, ne kadar az inanıyorsunuz!" mealindeki âyeti okudu. Ben de:
"Öyleyse o bir kahindir" dedim. Peygamber: "O bir kahin sözü de
değildir! Ne kadar az düşünüyorsunuz. O âlemlerin Rabbi Allah'ın indinden
indirilmedir" âyetini okudu ve sûrenin sonuna kadar devam etti. O gün İslâm
sevgisi, bütün kalbimi istilâ etmişti."
İbn-i Sa'd, Ahmed, sahihtir kaydiyle Tirmizî, İbn-i
Hibbân ve Beyhekî İbn-i Ömer'den rivayet ediyorlar. O demiştir
ki: "Resûlüllah Efendimiz dua buyurup: "Allah'ım, şu iki adamdam
hangisi sana daha sevimli ise, onlardan biri ile İslâm'ı azız eyle! Ebû Cehil
bin Hişam ile Ömer bin el-Hattâb'dan birine müslümanlık nasib
et" diye Cenâb-ı Hakk'a yalvarmıştı."
Bu mealdeki
bir hadisi Beyhekî, Enes'ten de rivayet etmektedir, İbn-i Mâce ile Hâkimin Âişe'den olan rivayetinde ise, Resûlüllah Efendimiz'in bu
duasında sâdece Ömer'in adının geçtiği kaydedilmiştir. Ayrıca Hâkim'in Enes'ten dahi bir rivayeti olup bu rivayette de sâdece Ömer'in adı geçmektedir.
Taberânî ve Hâkim İbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivayet ederler: "Gerçekten
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem): "Allah'ım, Ömer'e hidâyet vererek İslâmı aziz kıl yahut Ebû Cehl'e hidayet
vererek müslümanlığı te'yîd eyle" diyerek dua etmiş; O'nun bu duası Ömer hakkında kabul edilmiştir. Ömer müslüman olmuş ve İslâm mülkünü Allah'ın lütfettiği bu hidayet üzerine
bina kılmıştır.[41]
(Buharî'nin rivayetine göre İbn-i Mes'ûd: "Biz Ömer'in müslüman olduğu günden itibaren hep izzetli ve kuvvetli
idik" demiştir. Diğer bir rivayete göre de: "Ömer'in müslüman olmasından önce biz, Kabe'de namaz
kılamazdık" demiştir.)
Hâkim Huayfe'den şöyle rivayet
etmiştir: "Ömer'in zamanında müslümanlık,-devamlı ilerliyen bir
adam gibi hep terakki ve teali eylemişti! Ömer'in şehîd edilmesinden sonra
ise, hep gerilemiştir."
İbn-i Sa'd Suheyb bin Sinan'dan şöyle
nakletmektedir: "Ömer müslüman olunca müslümanlık aşikâre oldu... Açıkça
İslâm'a davet devresine girildi. Kabe'nin etrafında halka olup oturduk, Kabe'yi
tavaf eyledik, bize kötü sözler sarfedenlere karşı bir nevi intikam
aldık..."
Yine İbn-i Sa'd'ın Saîd bin el-Müseyyib'ten bir rivayeti de şöyle:
"Ömer müslüman olduğu zaman, kırk birinci olarak İslâm'ı
kabul etmiş oldu... On aded de kadın müslüman vardı. Hepsinin sayısı elli bir
idi. Ömer'in İslâm'ı kabul etmesi ile müslümanlık açığa
çıktı."
Hâkim ve İbn-i Mâce'nin İbn-i Abbâs'tan rivayetlerinde ise: "Ömer müslüman olunca, Cebrâîl gelip:
"Ömer'in İslâm'ı kabul etmesine bütün gök ehli
sevindiler, ey Allah'ın Resulü!" diyerek müjde getirdi"
denilmiştir."[42]
Ahmed, Müslim ve Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan
rivayeti: İbn-i Abbâs diyor ki: "Bir gün Ezd kabilesinden olan
Dımâd Mekke'ye gelmiş, Kureyş'le konuşmuş... Kendisi yel ve benzeri
hastalıkları tedaviye çalışırmış... Kureyş'ten bâzı akılsızlar ona:
"Muhammed delirdi" demişler. Dımâd da Peygamberimiz'e acıyarak:
"Gidip şu adamcağızı tedavi edeyim umulur ki Allah ona benim elimle şifa
verir" diye Peygamberimizin yanına gelmiş... Demiş ki: "Ey Muhammed,
ben, bâzı hastalıkları okuyup tedavi etmeğe çalışırım. Allah da dilediği
kuluna, benim elimle şifa verir... İstersen, seni de tedavi etmeğe
çalışırım!" Onun bu sözlerine karşılık olacak Peygamber Efendimiz de
buyurmuş ki:
"Olanca
hamd ü sena gerçekten Allah içindir! Biz yalnız O'na hamdeder, yalnız O'ndan
yardım dileriz... O'na hakkiyle inanır, hakkiyle tevekkül ederiz... Nefislerimizin
şerrinden ve yaptıklarımızın kötülüklerinden de yine O'na sığınırız... Bir
kimse ki Allah ona hidâyet vermiştir; hiçbir kimse onu bu hidâyetten
saptıramaz. Bir kimse ki Allah onu saptırmıştır, kimseler ona hidâyet
veremez... Ben, bütün varlığımla şehadet ederim ki: Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur! Yine şehadet ederim ki: Muhammed de, gerçekten O'nun kuludur ve
Resulüdür!"
Dımâd,
bu muhteşem îmân ve tevhtd cümlelerini duyunca hayran olmuş ve demiştir ki:
"Ey Muhammed, bu emsalsiz güzellikteki sözleri bana tekrar eder
misin?" Peygamber Efendimiz de kendisine bu cümleleri tekrar buyurmuşlar.
Bunun üzerine Dımâd: "Ey Muhammed, ben kâhinlerin sözlerini de işittim,
sihirbazların, şâirlerin kelamlarını da dinledim. Fakat bunlar kadar güzel
sözleri, şimdiye kadar hiç duymuş değilim! Bu cümleler, gerçekten ilim ve
hikmet deryasının tâ merkezine ulaşmıştır. Ey Allah'ın elçisi, elini bana uzat
da müslümanlığı kabul etmek üzere sana biat edeyim!" demekten kendisini'
alamamıştır. Resûlüllah Efendimiz da ona mübarek elini uzatmış, o da müslüman
olmak üzere Resûlüllah'a bîatta bulunmuştur." [43]
İbn-i Şahin Hüseyin bin Muhammed tarikiyle şöyle bir rivayet sevketmiştir: "Bize, Abdü'l-Kays kafilesinin içinde bulunan bâzı kimseler anlattı: aynı kabileden olan Eşec adındaki kişinin, kendisiyle samimiyet kurduğu bir râhib vardı. O bunu, yolculuk esnasında tanımıştı. Râhib, Lübnan'ın bir kasabası olan Dârin'de otururdu. Eşec, her sene gittiği ticaret seferinde mutlaka onunla konuşur, ondan bir şeyler öğrenmeğe çalışırdı. Bir seferinde bu râhib Eşec'e demiş ki: "Yakında Mekke'de bir Peygamber çıkacaktır. Bu Peygamber, hediye olan maldan yer, sadaka olandan yemez. İki omuzu arasında bir işaret bulunur. Getirdiği din, diğer dinlerin üzerine çıkacaktır." Sonra râhib vefat etmiş. Eşec de, kızkardeşinin oğlu olan Amr İbn-i Abdü'l-Kays'ı Mekke'ye göndermiş. Amr, Mekke'ye geldiği zaman hicret yılı imiş. Yine de Mekke'de Peygamberle karşılaşıp görüşmüş. Söylenen alametlerin doğruluğunu görünce müslüman olmuş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine Fatiha Sûresini ve Alalf Sûresini öğretmiş. Ayrıca kendisine: "Kabilene vardığın zaman dayim da İslâm'a davet et! O da Allah'ın bu hak dinini kabul etsin" buyurmuştur
Amr, Mekke'den kabilesine müslüman olarak ve bazı Kur'an Sûrelerini öğrenmiş bulunarak, hem de İslâm'ın bir dâvetcisi olarak dönmüştür. Kabilesine vardığı zaman, dayısı el-Eşec'i de İslama çağırmış ve bu husustaki Peygamberin sözünü kendisine haber vermiştir. El-Eşec de derhal müslüman olmuştur. Fakat duruma göre davranarak müslümanlığını bir müddet gizlemiştir. Sonra yanında onaltı arkadaşıyla birlikte Medine'ye gelmiştir. Bu sırada, henüz onlar gelmeden arkadaşlarının yanına çıkmış olan Hazret-i Peygamber; "Ashabım, bu gecenin sabahında bir kafile gelecek, şu doğu tarafından. Bunlar müslüman olmaları için hiçbir zorlama görmeksizin, kendi iradeleriyle müslüman olacaklar" buyurmuş; onlar da öylece gelip müslüman olmuşlardır."
(Bunların Mekke'ye gelişinin Mekke'nin fethi yılına rasladığını rivayet edenler varsa da, doğru ve sahih olanı; hicretin dokuzuncu yılında, Resûlullah'ın Tebük Gazvesinden dönüşü sırasında geldikleridir.)[44]
Buhârî, Ebû Hüreyre'den nakleder. O
demiştir ki: "Devs'li Tufeyl bin Amr, Peygamber Efendimiz'e gelip:
"Ey Allah'ın Resulü, şu bizim Devs kabilesinin insanları; Allah'a isyan
ediyorlar, İslâm'ı red ediyorlar! Onlar hakkında beddua et" demiştir.
Sevgili ve büyük Peygamberimiz de hemen kıbleye dönüp: "Ey Allah'ım, Devs
kabilesinin insanlarına hidayet ver, onlara iyilik ve ihsanda bulun"
diyerek onlar hakkında hayır duada bulunmuştur."
Beyhekî İbn-i İshak'tan rivayet
ediyor: "Devs'li Tufeyl bin Amr kendisi anlatır: Ben Mekke'ye geldiğim
zaman Resûlullah henüz oradan hicret etmiş değildi. Benim akıllı, şâir ve
şerefli bir adam oluşuma bakarak Kureyş büyükleri etrafımda toplanıp: "Ey
Amr, ülkemize hoş geldin, safa getirdin! Bilesin ki Muhammed aramızda yepyeni
bir dava ile ortaya çıktı. Birliğimizi bozup işimizi darmadağan eyledi. Onun
sözü tıpkı sihir gibi insanları büyülüyor, kişi ile babasının, kişi ile
kardeşinin, kişi ile karısının arasını açıyor. Sakın Muhammed seni de
büyülemesin! Sonra senin sebebinle kavminin arasına ayrılık gayrılık sokar!
Ondan çok sakınmalısın, yâni onu hiç dinlememelisin" diye beni ondan
sakındırmaya çalıştılar. O kadar ısrar ettiler ki, ben de vallahi onu hiç
dinlememeye kesin olarak karar verdim, ondan hiçbir şey duymamak için
kulaklarımı da pamukla tıkadım. Sabahleyin herkes gibi Mescid'e gittim, bir de
ne göreyim, Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Mescidi gelmiş, el bağlayıp
namaza durmuş, ibâdetini yapmaktadır. Ben her ne kadar O'nu dinlememeğe
azmetmişsem de, Allah bana ondan bazı şeyleri duymamı taktir etmiş. Baktım çok
güzel şeyler okuyor. Kendi kendime dedim ki: "Sen akıllı, şâir ve edip bir
kimsesin! Mücerret bir insanın kelâmını duymuş olmaktan böyle korkmanın bir
mânası yoktur. Dinleyip anlarsın, gerçekten güzelse kabul edersin, değilse red
edersin." Peygamber orada ibâdetini tamamlayıncaya kadar oturup bekledim.
O, oradan ayrılıp evine döndüğü zaman, ben de peşinden gittim, kendisine dedim
ki: "Ey Muhammed, senin kavmin senin hakkında bana böyle böyle söylediler.
Fakat buna rağmen ben seni dinledim. Gerçekten senin dâvan nedir? Getirdiğin bu
yepyeni din nedir? O da bana müslünıanlığı arz etti, Kur'andan bazı ayetler
okudu. Allah'a yemin ederim ki, O'nun bana söyledikleri ve okudukları, o kadar
güzel şeylerdi ki; ben onların bir benzerini görmüş veya işitmiş değilim!
Bunlar, son derece güzel, son derece adaletli ve gerçek olan şeylerdir. Ben de
hemen oracıkta müslüm anlığı kabul ettim ve dedim ki:
"Ey
Allah'ın Resulü, ben kavmim içinde kendisine itibar ve itaat edilen bir adamım.
Şimdi ben onlara müslüman olarak döneceğim ve kendilerini İslâma çağıracağım.
Allah'a benim hakkımda dua ediver de, Allah bana fevkalâdeliği olan bir alâmet
ihsan buyursun!" Benim bu ricamı kabul eden Peygamberimiz: "Allah'ım,
ona bir alâmet ihsan eyle!" diye dua etti. Ben de yola çıktım. Seniyye-i
Kedâ'ya vardığım zaman iki gözümün arasından kandil gibi bir nûr çıkmaya
başladı. Bunun kötüye yorul ab ileceğinden endişe ederek: "Allah'ım, bu
alâmeti yüzümden başka bir yere nakleyle!" diye dua edip Allah'a sığındım.
Bir de ne göreyim, kandil gibi bir nûr, başımdan ışık saçmaktadır. Kavmime
vardığımda onları İslama davet ettim. Fakat onlar bunu geciktirdiler. Ben de
Resûlullah'a gidip durumdan şikayetçi oldum ve kavmimin aleyhine dua etmesini
rica ettim. Fakat Hazret-i
Peygamber onların aleyhine değil,
lehine dua etti ve şöyle buyurdu: "Ey Allah'ım! Şu Devs kabilesinin
insanlarına hidayet ver!" Sonra bana dönüp şu tenbihde bulundu: "Ey
Amr, haydi kavmine git, onları İslama davet eyle! Sakın kendilerine katı davranma!
Onlara gayet yumuşak ve anlayışlı olarak davran!" [45]
Sonra
bana kavmime dönmemi emrettiler. Ben de kavmime döndüm. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in Medine'ye hicretlerine kadar, onları
İslâm'a davete devam ettim. Bir müddet daha devam ettikten sonra, yanıma
yetmiş-seksen kadar müslüman ev halkını alarak Resûlullah'a gittim. O sırada
Resûlullah Efendimiz, Hayber Gavzesine gitmişti. Ben de kendisini burada
ziyaret ettim."
Ebû'l-Ferec
İsfehâni el-Eğâni adlı eserinde, senedi Abbâs bin Hîşâm'a varan bir rivayet
sevkeder. Bu rivayette denilmiştir ki: "Devs'li Tufeyl bin Amr Mekke'ye
gittiği zaman Resûlullah orada Peygamberliğini ilân etmiş, sonra da Medine'ye
hicret buyurmuşlardı. Kureyş Amr'i Peygamberimiz'e göndermiş ve kendisine şu
teklifi yapmıştı: "Ey Amr, Medine'ye git, Muhammed'le konuş, O'nun
durumunu gözden geçir, dâvasını iyice incele. Sonra gelip bize haber
verirsin." Bunun üzerine Amr, Mekke'den ayrılıp Medine'ye gelmiş,
Peygamberle görüşmüş. Peygamber kendisine İslâm'ı arz eylemiş, O da Peygamber'e
demiş ki: "Ey Muhammed, ben akıllı ve şair bir adamım, şimdi sen benim
söyliyeceklerimi dinle!" Amr, böyle söyleyip bazı şiirler okumuş.
Peygamber Efendimiz de kendisine:
"Ey
Amr, şimdi ben sana bazı şeyler okuyacağım, bunları dikkatle dinlemelisin"
buyurup akabinde Eûzü Besmele çekerek: "de ki: "Allah birdir, Allah
sameddir" diye İhlâs Sûresinin âyetlerini baştan sona kadar okumuş. Sonra
Kul-eûzü sûrelerini okumuş. Sonra: "Ey Amr, işte duydun ve anladın, İslâmı
kabul et" buyurmuş. Amr da hemen orada müslümanlığı kabul etmiş."
Amr,
müslüman olduktan sonra izin alarak kavmine dönmüş, yolda giderken karanlık bir
gecede yağmura tutulmuş. Nereye gittiğini, nereye ayak bastığını göremiyormuş.
Kılıcının kenarından kandil gibi bir ışık zuhur edip yolunu aydınlatıyormuş. Bu
şekilde kavmine ulaştığı zaman, onun kılıcının ucundan çıkan ışığı tutup
avuçlamak istemişler. Parmaklarının arasından da bu nurun fışkırmakta olduğunu
görmüşler. Amr, babasını ve anasını İslâm'a davet etmiş, babası müslüman olmuş,
fakat anası müslümanlığı kabul etmemiş. Sonra bütün kavmini İslama çağırmış,
kavminden ilk müslüman olan da Ebû Hüreyre olmuştur. [46]
Tefsir
sahibi İbn-i Cerir'in İbni'l-Kelbi'den bir rivayeti var. O şöyle demiştir:
"Tufeyl bin Amr'ın Zi'n-Nûr diye lakabı vardı. Ona bu lakabın verilmesinin
sebebi şu idi: O, Resûlullah'a gidip müslüman olduğu zaman: "Ey Allah'ın
Resulü, benim kavmimi İslâm'a davet ederken üzerimde bir alâmet olması lâzım.
Bu hususta dua ediver de Allah bana bir alâmet ihsan eylesin" ricasında
bulunmuştu. Resûlullah da: "Ey Allah'ım, ona bir nûr ihsan eyle!"
diye dua ediverdi. Tufeyl kavmine giderken, iki gözünün arasından kandil gibi
bir nûr hasıl oldu. Tufeyl bunun yanlış anlaşılmasından endişe ederek, Cenâb-ı
Hakk'tan tebdilini istedi. Cenâb-ı Hak da onu, kılıcının ucunda kıldı. Tufeyl
karanlık gecede yoluna devam ediyor, bu nur da kandil gibi önüne ışık
veriyordu."[47]
Ahmed ve İbn-i Sa'd İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler:
"Peygamber Efendimiz Mekke'deki evinin yanında oturuyordu. Osman bin Mazun
oradan geçerken, Peygamberimiz'e karşı yüzünü ekşiterek güya tehdid etmek
İstediğini gösterdi. Peygamberimiz: "Osman, oturmak istemez misin?"
dedi. Osman: "Evet" deyip oturdu. Konuşmaya başladılar. Bu sırada
Resûlullah gözünü semaya dikip bakakaldı. Bir müddet böyle kaldıktan sonra
gözünü sağ tarafa indirip baktı, sonra o baktığı noktaya geçip oturdu. Başını
hareket ettirerek dikkatle dinlemeğe (o sırada gelen vahyi almaya) başladı.
Osman da bu durumu iyice gözden geçiriyordu. Sonra Resûlullah, önceki gibi
gözünü semaya dikip bir müddet öyle kaldı. Vahiy hali sona ermişti. Sonra
Osman'a dönüp yaklaştı. Osman: "Ey Muhammed, hiç daha önce böyle bir şey
yaptığını görmemiştim" dedi. Resûlullah: "Ey Osman, sen ne yaptığımı
görmüş bulunuyorsun" buyurdu. Osman, gördüğü hali Peygambere haber verdi.
Peygamberimiz de: "Demek ki sen o hali anlamışsın" buyurdu. Osman:
"Evet" dedi. Peygamberimiz de: "Ben o hali yaşarken, bana Cebrâîl gelmişti" buyurdu. Osman: "Cebrâîl sana ne dedi?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Cebrâîl bana şu âyeti getirdi" buyurup nazil olan âyeti
okudu: "Allah gerçekten adaleti, ihsanı, akrabaya iyiliği emreder;
fuhuştan, münkerden ve hakka tecâvüzden de meneder! Öğüt alasınız diye size
böylece öğüt verir!" [48]
Osman
diyor ki: "İşte bu ayet nazil olduğu zaman, benim kalbim İslama ısındı ve
ben Muhammed'i (sallallahü aleyhi
ve sellem) sever oldum." [49]
Yüce Allah buyuruyor ki:
"Bir zamanlar cinlerden bir gurubu, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde: "Susun dinleyin" dediler. Okuma bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler." [50]
Yüce Allah buyuruyor ki:
"de ki: Bana vahyolundu ki, cinlerden bir topluluk Kur'an dinlediler de şöyle dediler: Biz harikulade bir Kur'an dinledik." [51]
Buhârî ve Müslim İbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: "Resûlullah Efendimiz ashabından bâzıları ile birlikte meşhur Ukâz panayırına gitmişti. Bu sırada şeytanların semavî haberleri dinlemesi yasaklanmıştı. Dinlenmeğe kalkışan olursa gönderilen alevlerle dinleme yerlerinden sürülüyorlardı. Şeytanlar kendileri arasında büyük bir toplantı yaparak durumun ne olduğunu görüşmek istemişler. Demişler ki: "Semanın haberiyle bizim aramıza giren şeyin, çok mühim bir olay olduğunda şüphe yoktur. Acaba bu olay, ne olabilir?" Bâzıları bu soruya: "Dünyanın doğusunu batısını, her tarafını kontrol etmemiz gerekir" demiş ve araştırma yapmak üzere dağılmışlar... Tihame taraflarına giden grup, Nahle denilen yere geldiklerinde Resûlüllah Efendimiz'in ashabı ile birlikte namaz kıldıklarını görmüş... Peygamberimizin okuduğu Kur'ânı işitince: "Durun dinleyelim!" demişler. Dikkatle kulak verip dinlemişler ve demişler ki: "Vallahi bizimle semanın haberi arasına gerilen şey budur! O halde buna inanmamız gerekir."[52]. Böyle deyip Kur'ân'a îmân etmişler ve buradan kavimlerine (diğer cin ve şeytanlara) döndükleri zaman da onlara hitaben demişler ki: "...Ey bizim kavmimiz, biz harikulade bir Kur'ân dinledik. O Kur'an gerçekten doğru yola iletiyor, biz ona îmân ettik. Artık bundan böyle Rabb'imize hiç bir kimseyi ortak koşmayacağız!" [53]
İbn-i Cerir, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Osman el-Hudaî tarikiyle İbn-i Mes'ûd'dan rivayet ederler, O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz ashabına hitaben buyurdu ki: "Bu gece cinlerin hâlini görmek isteyen benimle gelebilir." Benden başka Peygamberimizle çıkan olmadı. İkimiz birlikte gittik Mekke'nin üst tarafına çıktığımız zaman ayağı ile bir yere çizgi çekti ve bana oraya oturmamı emretti. Sonra kendisi biraz ileri gitti ve Kur'ân okumaya başladı. Sonra üzerini birtakım karaltılar kapladı. Artık O'nu hiç gör emiyordum, sesini de duyamıyordum... Sonra bulut parçaları gibi gitmeye başladılar, ancak içlerinden bir grup kalmıştı. Sonra şafak attı... Peygamberimiz de oradan ayrılarak yanıma geldi. "Hani o grup nerede?" diye seslendi. İşte oradalar dedim. Eline kemik ve tezek parçası alarak onlara vedi, sonra: "Bu ikisi ile istincâ yapmayınız, zira bunlar cin kardeşlerinizin yiyeceğidir" buyurdular. [54]
İbn-i Mes'âd'a âit bir rivayette, o gece toplanıp Kur'ân dinleyen cinlerin sayısı on beş kadardı ve bunlar kardeş çocukları ve amcaoğulları idiler. Yine İbn-i Mes'ûd'a âit bir diğer rivayette, o gece Resûlüllah ile birlikte gittikleri yer el-Hacûn idi. Cinlerin büyüğü Peygamber Efendimiz'e: "Ben bunları sana hiçbir zarar vermeden alıp götürürüm" demişti. Peygamberimiz'in cevabı da: "Allah'tan bana gelecek olan bir zarardan, hiçbir kimse beni kurtaramaz!" olmuştu. Cinlerin büyüğünün adı ise verdân idi.
Ebû Nuaym İbn-i Mes'ûd'dan şöyle tahric etmiştir: "Cinlerden bir grubun Resûlüllah Efendimize çevrildikleri gece, ben O'nun yanında idim. Cinlerden biri, elinde bir alev parçası ile Resûlüllah'ın üzerine yürüdü. Cebrâîl de Peygamberimiz'e: "Yâ Muhammed sana bir dua öğreteyim ve sen bu şekilde dua ederek Allah'a sığın! Bu suretle onun alevi sönecek ve kendisi burnu üstüne yere yuvarlanacaktır. [55]Bir dua öğretti. Peygamberimiz duasını yaptı, Yüce Alah da şeytanları hezimete uğrattı... Dua şudur:
"De ki: Ben keremi sonsuz Allah'a, O'nun vechine, O'nun kelimâtına (hiç bir kimse o kelimeleri geçemez) sığınırım; semâdan inen ve semâya çıkan şeyin şerrinden, arza giren ve arzdan çıkan şeyin şerrinden, gecenin ve gündüzün şerrinden... (Ancak geceleyin ansızın gelen biri müstesnadır ki, o bana hayırla gelir.) İşte bütün bu serlerden, beni sen koru ey Rahman..."
Taberâni, Ebû Nuaym Ebû Zeyd tarikiyle İbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivayet ederler: "Biz Mekke'de Peygamberimizle birlikte idik. Peygamberimiz ashabına hitaben: "Tam bir ihlâs ve istekle benimle gelmek isteyen varsa, gelebilir" buyurdu. Ben kalkıp kendisiyle beraber yürüdüm, yanıma da bir su kabı aldım. Birlikte yürüyüp Mekke'nin üst tarafına vardık. Ben o sırada bulut gibi bir karaltı gördüm. Peygamberimiz bana: "Ben gelinceye kadar şurada otur, bekle" buyurdu. Ben de beklemeye koyuldum. Peygamberimiz ileriye vardı, onlar O'na üşüşüyorlardı. Peygamberimiz kendileriyle geç vakte kadar müsâmerede bulundu. Şafak atarken benim yanıma geldi. Bana: "Buradan hiç ayrılmadın değil mi?" dedi. Ben de: "Ayrılmadım" dedim. Sonra: "Abdest almak için yanında su var mı?" diye sordu. Ben de: "Ey Allah'ın Resulü var" dedim ve su kabını açtım. Fakat içinde nebîz (şerbet) varmış... Ben bunu aldığım zaman, içinde su vardır zanniyle almıştım, fakat nebîz imiş, dedim... Resûlüllah da: "Hurma temizdir, su temizleyicidir; bunun içinde ise bu ikisi vardır" buyurdu ve onunla abdest aldı... Namazına duracağı zaman cinlerden ikisi O'nun yanına gelip: "Ey Allah'ın Resulü, biz Senin bize imam olarak namaz kıldırmanı istiyoruz" dediler. Peygamberimiz de onları saf halinde dizdiler, sonra hepimize birden namaz kıldırdılar... Sonra Mekke'ye dönüşe geçtik. Ben kendisine: "Bunlar kimlerdir, yâ Resûlallah?" diye sordum. Buyurdular ki: "Bunlar, Nusaybin cinleridir. Kendi aralarında vukua gelen bir ihtilafa hakem olmam için bana geldiler. Bana ayrıca ne yiyeceklerini sordular, ben de kendilerine; "Deve ve sığır dışkısını kurumuş hurma olarak bulacaklarını, Allah'ın adiyle boğazlanmış hayvanların kemiklerini de rızık olarak bulacaklarını söyledim..." İşte bu olaydan sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kemik ve tezekle taharetlenmeyi yasakladı."[56]
Yine İbn-i Mes'ûd'dan gelen bir rivayette, onun cinleri beyaz elbiseli siyah adamlar şeklinde gördüğü ve onların tıpkı: "...Hepsi O'nun üzerine üşüşüp nerdeyse keçe gibi birbirine gireceklerdi" [57]mealindeki âyette bildirildiği gibi, O'nun üzerine üşüştükleri bildirilmektedir... Bu sırada İbn-i Mes'ûd diyor ki: "Cinlerin bu izdihamına karşı Resûlüllah'ı korumak istedim, fakat O'nun bana olan tenbihini hatırlayarak yerimden ayrılmadım. Cinlerin oradan ayrılırken Resûlüllah'a: "Yerlerinin uzak olduğunu söylediklerini, yiyeceklerininin ne olacağını" sorup kemik ve tezek olacağı cevabını aldıklarını duydum."
Yine İbn-i Mes'ûd'dan Taberânî ve Ebû Nuaym şöyle rivayet ederler: "...Resûlüllâh bana yerimden hiç ayrılmamamı tenbih ederek sür'âtle dağa doğru gitmişti. Dağların tepelerinden bâzı adamların Resûlüllah'a doğru üşüştüklerini görünce kılıcımı çekip: "Derhal gidip Resûlüllah'ı müdâfa etmeliyim" dedim, fakat Resûlüllah'ın bana olan tenbihini hatırlayarak durakladım... Şafak sökerken yanıma gelen Resûlüllâh bana: "Yerinden hiç ayrılmadın değil mi?" diye sordu. Ben de: "Yâ Resûlallah, ben burada bir ay beklesem, Sen yanıma gelmedikçe yerimden ayrılamam!" dedim... Sonra kendisine, bir ara gördüklerimin te'siriyle kılıcımı çekip kendilerini kurtarmaya gelmeyi niyet ettiğimi, fakat kendilerinin bana olan emirlerini hatırlayarak vazgeçtiğimi anlattım... Buyurdular ki: "Ey İbn-i Mes'ûd, eğer böyle bir şey yapsaydın, kıyamete kadar sen beni, ne ben de seni göremezdik! Sonra parmaklarını parmaklarıma geçirerek buyurdular ki: "Ben, insanlara ve cinlere gönderilmiş bir Peygamberim; bana insanların da, cinlerin de îman edecekleri va'd olunmuştur! Bir insan olarak senin bana îmân ettiğin gibi, cinler de bana îmân etmiştir, nitekim sen bunu gördün..."
(Diğer rivayette, İbn-i Mes'ûd'un cinleri elbisesiz olarak gördüğü fakat onların avret yerlerinin görünmediği; boylarının uzun olup bedenlerinin zayıf olduğu kaydedilmektedir... Yine bu rivayette, bir ara cinlerin İbn-i Mes'ûd'a iyice yaklaştıkları ve kendisinin onlardan korktuğu, sabahın aydınlığının belirmesi üzerine dağıldıkları kaydedilmektedir... Yine aynı rivayette, diğer bir grup cinnin beyaz elbiseli oldukları, uzun boylu ve zayıf bedenli bulundukları kaydedilmekte ve bir ara Resûlüllah'ın kendinden geçtiği ve bu sırada etrafındaki cinlerin birbirine, bu hususta bir mesel söylemek gerektiğini belirterek mesel getirdikleri ve te'vilini yaptıkları bildirilmektedir..-. Buna göre bir grup cin: "Bunun meseli şuna benzer: "Bir ulu efendi var, büyük bir bina yaptırmış... Sonra büyük bir ziyafet hazırlatmış... İnsanları bu ziyafete çağırması için de bir dâvetçi göndermiş... Bu dâvetçi insanları bu ziyafete çağırmış... Gelmeyenleri o ulu efendi, azâb edip cezalandırmış..."
Cinlerden bir kısmının bu darb-i meseline, diğer bir kısmı da te'vil (yorum) getirmiş ve demiş ki: "O ulu efendi; yüceler yücesi Allah'tır ki O, bütün âlemlerin Rabbidir. Yaptırdığı büyük binanın meseli ise İslâmdır!... Hazırlattığı nimetler de cennettir... Gönderdiği dâvetçi ise, şu Peygamberdir. Kim bu dâvetçiye (Muhammed'e) gerçekten uyarsa, ebedî saadet yurdu cenneti kazanır. Uymayanlar da cehennemi hakeder."
Bu darb-i meselden ve onun yorumundan sonra İbn-i Mes'ûd diyor ki: Resûlüllah Efendimiz uyandılar... Bana: "Ey Ümmü Abd'in oğlu, ne gördün?" diye sordu. Ben gördüklerimi O'na anlattım. Buyurdular ki: "Onların söylediklerinden hiçbir şey bana gizli kalmış değildir... Bunlar meleklerden bir gruptur." [58]
Ebû Nuaym Ebû Recâ'dan rivayet eder: O demiş ki: "Biz arkadaşlarla birlikte seferde idik... Bir suyun başına inip çadırlarımızı kurduk. Ben hemen, kuşluk uykusuna uzandım. Birde ne göreyim, çadırıma bir yılan girdi. Dilini çıkarmış adetâ yalvarıyordu... Herhalde dedim, bu yılancağız benden su istiyor. Hemen su kabının ağzını açıp az az ağzına su serptim, o da içmeye devam etti. İkindi vakti de öldü. Ben heybemden beyaz bir parça çıkararak onu sardım. Bir çukur açarak onu defnettim. Aynı günün akşamından önce oradan ayrıldık. Gece boyunca da yola devam ettik. Sabahleyin yine bir su başına inip çadırlarımızı kurduk. Ben yine kuşluk uykusuna uzanmıştım ki, bâzı sesler: "Ey müslümanlar, sizlere tekrar tekrar selâm olsun! Bir kere, on kere, yüz kere, bin kere değil; daha çok selâmlar olsun!" diyordu... Ben: "Siz kimsiniz?" diye seslendim. Onlar şu karşılığı verdiler: "Biz, cinleriz... Allah'ın bol bereketi senin üzerine olsun! Sen gerçekten bize, bizim sana karşılığını ödeyemeyeceğimiz bir şekilde iyilikte bulundun." Ben: "Neymiş bu yaptığım iyilik?" diye sorduğumda; "O senin su verdiğin, ölümünden sonra de defnettiğin yılan; bizden biri idi. Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat eden cinlerdendi."
Ebû Nuaym Übeyy bin Ka'b'dan rivayet eder. O demiş ki: "Bir grup, hacc için yola çıktıklarında yolu şaşırmışlar, çok yorulup takatsiz düşmüşler. Ölmek üzere olduklarını görüp kefenlerini giymişler ve uzanmışlar... Bu sırada yanlarına bir cinnî gelmiş ve onlara: "Ben, Peygamber Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân eden, Ondan Kur'ân dinleyen cinlerdenim. Ben Peygamberimiz'in bir defasında: "Mü’min mü’minin kardeşidir, onun gözü ve kılavuzudur! Onu yardımsız bırakmaz!" buyurduğunu duymuştum. Sizler suya yakın bir yerde bulunuyorsunuz, haydi kalkınız, ben sizlere hem suyu, hem yolu göstereceğim" demiş ve onlara kılavuzluk etmiştir."
Beyhekî Üseyde'den şöyle nakleder: "Ömer bin Abdü'l-Azîz Mekke'ye giderken çölden geçiyormuş... Ansızın ölmüş bir yılana rastlamış. "Bana kürek getiriniz" demiş ve oraya açtığı bir çukura yılanı defnetmiş... Kendisini görmedikleri bir ses (hatif); "Allah'ın rahmeti senin üzerine olsun, ey Serk! Sen Peygamber'in senin hakkında: "Ey Serk, sen çölde öleceksin, ümmetimin en hayırlısının eliyle de defn olunacaksın!" dediğini duymuştun..." Ömer bin Abdü'l-Azîz, bu kendisini görmediği sesin sahibine hitab ederek: "Sen kimsin?" diye sormuş... O da demiş ki: "Ben cinlerdenim, şu defnettiğin de Serk'dir. Resûlüllah'a bîat eden cinlerden sadece ikimiz kalmıştık... Ben şehadet ederim ki, Resûlüllah'a bîat eden cinlerden sadece ikimiz kalmıştık... Ben şehadet ederim ki, Resûlüllah onun ve senin hakkında böyle buyurmuştu, bu sözü söylemişti." [59]
Yüce
Allah buyuruyor ki: "Elif lâm mîm. Rumlar yenildi, en yakın bir yerde.
Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir." [60]
Ahmed, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder:
Müslümanlar Rumların Farsları yenmesini isterlerdi, zira Rumlar ehl-i kitap
idi. Müşrikler de Farsların Rumları yenmesini isterlerdi, çünkü Farslar da
kendileri gibi müşrik idi. Müslümanlar bu durumu Ebû Bekir'e, Ebû Bekir de
Peygamber'e andı. Peygamberimiz: "Yakında Rumlar Farsları yenecek"
buyurdu. Ebû Bekir de bunu müşriklere intikal ettirdi. Müşrikler dediler ki:
"Peki aramızda bir müddet tayin et, eğer bu müddet zarfında Rumlar gâlib
gelirse, sana şunu şunu verelim. Eğer Farslar gâlib gelirse, biz de senden aynı
şeyleri alırız." Ebû Bekir onlarla arasında beş seneyi tayin etti. Bu
müddet dolduğu halde Rumların galebesi gerçekleşmedi. Ebû Bekir durumu
Peygamberimiz'e anlattı. O da kendisine: "Onlarla on senenin altında
anlaşsaydın ya!" dedi. Hakikaten bundan sonra Rumlar, Bedir günü Farslara
gâlib geldiler." [61]
Beyhekî'nin İbn-i Şihab'dan rivayeti
ise şöyledir: "Müşrikler müslümanlar ile mücadele ediyor ve: "Rumlar
da sizin gibi kitap ehlidir, işte Farslara yenildiler. Siz kendinizin,
Peygamberinize indirilen Kitap sebebiyle üstün geleceğinizi iddia ediyorsunuz.
Şimdi kitap ehli olan Rumlar nasıl Farslara yenildilerse, siz de bize öylece
yenik düşeceksiniz" diyordu. İşte bunun üzerine Yüce Allah, şu âyeti inzal
buyurdu:
"Elif
lâm mîm. Rumlar yenildi: en yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra
yeneceklerdir; birkaç yıl içinde (dokuz seneyi geçmez)." [62]
-İbn-i
Şihâb der ki: Bana Ubeydullah bin Abdullah şöyle haber verdi: "Bu iki âyet
nazil olduğu zaman Ebû Bekir, müşriklerden bâzıları ile bahis tutuştu. Kumar
henüz haram değildi. Bahsin şartı şöyleydi: Eğer yedi sene zarfında Farslar
yenilgiye uğramazsa müşrikler kazanacaktı. Peygamberimiz durumu öğrenince;
"Niçin yedi sene üzerine şart koştun? On sayısının altındaki her sayı
âyette bildirilen "Fî bid'ı Sinîn = Birkaç sene" manâsında
dahildir" buyurdu. Farsların Rumlara galebesi dokuz senede idi. Hudeybiye
andlaşması zamanında ise Rumlar Farslara üstün geldiler. Müslümanlar bu sebeble
sevindiler." [63]
Beyhekî Katâde'den şöyle nakleder:
"Allahü teâlâ Rumların yenilgiden sonra yeneceklerine dâir ilgili
âyetlerini indirdiği zaman, müsîümanlar hiç tereddüd etmeksizin buna inandılar
ve Rumların sonunda üstün geleceğini anladılar ve müşriklerle bahis
tutuştular... Aralarında beş sene üzerine ve beş deve şartıyla anlaştılar... Bu
andlaşmada müslüman tarafı Ebû Bekir, müşrik tarafı da Übeyy bin Halef temsil
ediyordu... Tabiî henüz kumar haram kılınmış da değildi. Beş sene müddet
dolduğu halde, Rumların Farslara galebesi gerçekleşmedi. Müşrikler bahsi
kazandıklarını söyleyerek beş deveyi taleb ettiler. Müslümanlar da durumu Hazret-i Peygamber'e arz eylediler. O da buyurdu ki:
"Müslümanlar, on seneden daha azı üzerinde müddet tayin eylemekte haklı
olamazlar! Zira âyetteki "Bid'ı sinîn = Birkaç sene" sözü, üç seneden
on seneye kadardır." Müslümanlar da bunun üzerine hem seneyi, hem de
devenin sayısını artırdılar... Yüce Allah da dokuzuncu senenin başında Rumları
Farslara üstün getirdi. Bu sırada müslümanlar Hudeybiye'den dönmüşlerdi. Ehl-i
Kitap olan ramların mecûsîlere galebesi sebebiyle müslümanlar sevindiler. Ve bu
olay, yüce Allah'ın İslâmı kendisi sebebiyle kuvvetlendirdiği hadiselerden biri
oldu."
Yine Beyhakî Zübeyr'den şöyle nakleder: "Ben Farsların Rumları
yendiğine, Rumların da Farsları yendiğine şahit olduğum gibi; müslümanların hem
Farsları, hem de Rumları yendiğine de şahit olmuşumdur. Bütün bunlar on beş
sene içinde gerçekleşmiştir. [64]
İbn-i
İshak, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: "Kureyş müşrikleri
toplanıp aralarından Nadir bin Haris ile Ukbe bin Ebû Muayt'ı Medine'deki
yahûdî âlimlerine bâzı sorular sorup cevaplar getirmeleri için elçi olarak
gönderdiler ve bu ikisine hitaben dediler ki: "Yahûdî âlimlerine
Muhammed'e âit sıfatları bir bir anlatıktan sonra, O'nun hakkında ne diyeceklerini
sorunuz, çünkü onların Peygamberler hakkında bilgileri vardır, onlar kitap
ehlidir; bizim ise bu hususlarda bilgimiz yoktur" dediler. Onlar da
Medine'ye gelip yahûdî âlimleri ile görüşüp sorularını bunlara yönelttiler.
Yahûdî âlimleri de bunlara üç mes'ele öğretip Hazret-i Peygamber'e yolladılar. Bunlar Peygamberimiz'e gelip o üç
meseleyi sordular. Sorular şunlardı:
1- Çok
önceleri şehirlerini terk ederek bir mağaraya sığman ve şaşılacak durumları
olan, o bir avuç genç grup kimlerdir; şaşılacak halleri nedir?
2-
Yeryüzünün doğusunu da batısını da dolaşan gezgin adam kimdir ve kendisine ait
haberler nedir?
3- Rûh
menşei ve mâhiyeti itibariyle nedir? Ruha âit ne gibi bilgiler vardır? (Bunları
cevapladığı taktirde kendilerince Peygamberin doğruluğu anlaşılacaktır.)
Medine'deki
yahûdî âlimlerinden öğrendikleri bu sorularla Mekke'ye dönen Nadir ve Ukbe,
önce Kureyş topluluğunu görerek davayı hail ve fasl edecek olan şeyi öğrenip
geldiklerini söylediler, sonra da Hazret-i Peygamber'e gidip sorularını yönelttiler. İşte onların bu sorularına cevab olmak
üzere Cebrâîl (aleyhisselâm) Ashâbu'l-Kehf hakkındaki Kehf
sûresini, gezgin adam olan Zü'l-Karneyn hakkındaki âyetleri ve ruh hakkındaki
sorularına cevap teşkil eden;
"Sana
ruhtan sorarlar. De ki: "Rûh Rabbimin emrindendir. Size ilimden az bir şey
verilmiştir" âyetini indirmiştir." [65]
Yine İbn-i Abbâs'tan Ahmed, Beyhekî, Nesaî ve Ebû Nuaym'in rivayeti de şöyledir:
"Kureyş yahudîlere dedi ki: Peygamberliğini ilân eden şu adama karışı
yöneltebileceğimiz bâzı şeyleri bize öğretiniz de gidip kendisine
soralım!" Yahudiler Kureyş'e: "Gidip ona rûh hakkında sorunuz!"
dediler. Kureyş de gidip Hazret-i
Peygamber'e bunu sordu... İşte bunun
üzerine rûh hakkındaki bu âyet nazil oldu." [66]
Ebû Nuaym Suddî es-Sağîr tarikiyle
Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan
rivayet eder: "Kureyş Medine'ye bir heyet gönderdi. Bu heyet Resûlüllah
hakkında yahûdîlerden bilgi alacaktı. Önce yahudîlere Peygamber hakkındaki
kendi bilgilerini anlattılar; Hazret-i Peygamber'in
Peygamberlik dâva ettiğini, adının Ahmed olduğunu, yetim ve fakir
bulunduğunu, iki omuzu arasında bir mühür bulunduğunu söylemişler. Yahudiler de
kendilerine, bu sıfatları Tevrat'ta okuduklarını söyleyip: "Eğer sizin
O'nun hakkında söyledikleriniz doğru ise; O Peygamberdir, davası haktır"
demişler. Fakat kendisine şu üç şeyi sormalarını, birinci ve ikinci soruya
cevap verip üçüncü soruya cevap vermezse, hak Peygamber olduğunun iyice
anlaşılacağını söylemişler. Birinci soru: Zü'l-Karneyn, ikinci soru: Ashâb-ı
Kehf, üçüncü soru: Rûh imiş. Kureyş gelip bu soruları Peygamberimiz'e
yöneltmiş. Peygamberimiz de Zü'l-Karneyn ile Ashab-ı Kehf hakkında bilgi verip
rûh hakkında ise: "Rûh, Rabbimin emrindendir, onun hakikatini Rabbim
bilir; bu hususta benim bilgim yoktur" buyurmuştur. Neticeden memnun
olmayan Kureyş: "iki sihirbaz, Tevrat ve Kur'ân adiyle birbiriyle
yardımlaştılar! Biz her ikisini de inkar ediyoruz" demişlerdir."
Taberânî ve Ebû Nuaym Muhammed bin Hamza'dan, O da Abdullah bir Selâm'ın
oğlu Yusuf'tan, bu dâhi babası Abdullah bin Selâm'dan naklederler: O demiştir
ki: "Ben bâzı yahûdî hahamlarına hitaben: "Hepimizin atası bulunan
İbrahim'in mescidine giderek bir müddet kalacağım" dedim ve Medine'den
ayrılarak Mekke'ye geldim. Bu sırada Resülüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de Mekke'de idiler. Fakat ben Mekke'ye vardığım
zaman Peygamber Mina'da imiş. Kendileri ile Mina'da buluştum. Etrafını insanlar
sarmıştı. Ben de o insanlar arasında yerimi aldım, Peygamber'e bakıyordum...
Peygamber (aleyhisselâm) da bana baktı ve: "Sen Abdullah bin Selâm'sın,
değil mi?" buyurdu. Ben de "Evet" diyerek cevap verdim. Bana
yaklaşmamı emretti, ben de kendisine yaklaştım... Dedi ki: "Ey Abdullah,
Allah aşkına doğru söyle, benim Peygamber olduğuma dâir Tevrat'ta bilgi
bulmuyor musun?" Ben de kendisine dedim ki: "Bana, Allah'ın sıfatlarını
söyler misin yâ Muhammed?" İşte bunun üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) geldi ve insanlara Allah'ı tanıtan İhlâs Sûresini
getirdi ve okudu:
Kur'ân
ve ihlâs dîni olan müslümanlığm temeli ve özü bulunan bu sûre; dört âyetten
ibarettir ve meali şöyledir: "de ki: Allah birdir. Allah Sameddir. (Her
şey, varlığını ve bekasını O'na borçludur, O'na muhtaçtır. O hiçbir şeye muhtaç
değildir. Her şeyin (ve özellikle inanan kişinin) başvuracağı, yardım dileyip
sığınacağı tek varlık O'dur!) Asla doğurmamıştır ve doğurulmamıştır ve hiçbir
şey O'nun dengi olmamıştır!"
Cebrâîl'in getirdiği bu âyetleri,
Resülüllah Efendimiz bana tebliğ ettiler. Ben, bu gerçekten Tevhîd ve İhlâs
âyetlerini dinleyince derhal müslümanlığı kabul ederek şehâdet getirdim:
"Bütün
varlığımla şehâdet ederim ki Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur! Yine şehâdet
ederim ki Sen Allah'ın Resulüsün!" dedim... Sonra Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) ayrılarak Medine'ye döndüm. Fakat müslümanlığı
kabul ettiğimi gizledim. Hicreti sırasında Peygamberimiz Mekke'den ayrılıp
Medine'ye yöneldiği zaman ben, olgunlaşan meyvelerini toplamak üzere hurma ağacının
üzerinde idim. Peygamberimiz Medine'ye teşrif ettiler. Ben sevinç ve
heyecanımın şiddetinden kendimi ağaçtan yere attım... Anacığım bana dedi ki:
"Oğlum, Allah seni korusun! Sen ne yapıyorsun? Herhalde Peygamber Mûsâ
gelse idi, yine kendini ağaçtan yere atmazdın!" Ben şu karşılığı verdim:
"Anacığım, ben vallahi Resûlüllah'ın Medîneye gelişinden, daha fazla
sevinmiş durumdayım! Eğer Peygamberimiz Mûsâ çıkıp gelmiş olsaydı, herhalde bu
kadar sevinmezdim..."
------------------------
[1] Muzzemmil suresi, 5
[17] Kamer suresi, 1
[21] Maide suresi, 67
[23] Alâk suresi, 6-19
[27] İsrâ' suresi, 45
[28] Yasin suresi, 9
[29] Mesed (Tebbet) suresi, 1
[40] Tâhâ suresi, 14
[48] Nahl suresi, 90
[50] Ahkâf suresi, 29
[51] Cin suresi,
[57] Cin suresi, 19
[60] Rûm suresi, 1-3
[62] Rûm suresi, 1-4
[65] İsrâ' suresi, 84