Hamd, kâinatın düzenini sağlayan, yeri ve gökleri yaratan, tatlı suyu bulutlardan indiren ve o su ile taneler ve bitkileri çıkaran Allah'a mahsustur. O Allah ki bütün canlıların rızıklarını takdir etmiş, sâlih ameller yapması hususunda kuluna yardım etmiştir.
Apaçık mu'cizelerin sâhibi Hazret-i Muhammed'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) , onun âline ve ashâbına salât ve selâm olsun. Öylesine bir salât ki, vakitlerin geçmesiyle tekrarlanır, saatlerin birbirini takip edişiyle artıp katmerleşir.
Bunlardan sonra muhakkak ki akılların hedefi, sevap evinde (cennette) Allahü teâlâ'ya kavuşup O'nun cemâlini doya doya seyretmektir. Bu da sadece ilim ve amel ile olur. İlim ve amelde devamlılık imkânı ise, ancak bedenin sıhhatine bağlıdır. Bedenin sıhhati ise, ancak yeterli gıdalarla mümkün ve vakitlerin tekerrürüyle ihtiyaç kadarını o gıdalardan almakla kaimdir. İşte bu sebepten ötürü bazı salihler yeyip içmeyi dinin gereklerinden saymışlardır.
Nitekim âlemlerin rabbi olan Allah bu hususu belirtmekte ve dikkatleri çekmektedir:
Ey Rasûller! Helâl şeylerden yeyiniz ve sâlih ameller işleyiniz. . . (Mü'minûn/51)
Bu bakımdan ilim ve amele yardımcı olması ve takvâya doğru adım atmasına imkân vermesi için yiyen bir kimsenin nefsini başı boş ve konrolsüz bırakması uygun bir hareket değildir. Çünkü böyle yaptığı takdirde nefis, meraya dalan hayvanlar gibi, yemeye dalacaktır. Oysa dini ayakta tutan ve gereklerini yerine getirmek için yenilen yemeğin üzerinde dinin nûrlarının parlaması gerekir. Dinin nûrları ise, kulu frenliyen dinin âdab ve sünnetleridir. Muttaki bir kimse, bu sünnet ve âdabla gemlenmeli ki, ilâhî nizamın hassas ve şaşmaz terazisiyle yemeğe karşı olan şehvetini tartabilsin ve dolayısıyla günahları atmaya ve sevapları kazanmaya vesile olsun. Her ne kadar yemekte nefsin zevk alması varsa da (yine günâhı atmaya ve sevabı kazanmaya vesile olur) .
Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
Kişi, yediği ve ailesine yedirdiği lokmadan bile ecir alır. 1
Bu da yemek yemenin âdâb ve sünnetlerine riayet etmekle mümkün olur. İşte biz burada yemekteki dinî vazifeleri; farzını, sünnetini, mürüvvet ve şeklini dört bölüm ve bir fasılda anlatacağız.
Birinci Bölüm: Tek başına olsa bile yemek yiyen kimsenin riayet etmekle mükellef olduğu hususlar.
İkinci Bölüm: Toplu olarak yemek yemenin gerekleri
Üçüncü Bölüm: Misafire yemek ikram etmenin âdâbı
Dördüncü Bölüm: Davet ve ziyafet âdâbı
1) Buhârî, (Sa'd b. Ebî Vakkas'dan)
Tek Başına Olsa Bile Yemek Yiyen Kimsenin Riayet Etmekle Mükellef Olduğu Hususlar
Bunlar üç kısma ayrılır:
a. Yemek öncesi âdâb
b. Yemek esnasındaki âdâb
c. Yemek sonrası âdâb
Bu edepler yedi tanedir:
1. Aslında helâl olmakla beraber, kazanç şekli de tamamen sünnete ve takvaya uygun, şüphelerden uzak ve temiz olmalıdır.
Helâl ve Haram bölümünde mutlak temizin mânâsının beyan edileceği gibi, dinde müdahene yapmak suretiyle veya nefse uymak ya da ilâhi nizama göre mekruh olan bir sebeple kazanılmış olmamalıdır.
Allahü teâlâ, helâl demek olan tayyib'in yenmesini emretmiştir. Helâlin bereketini, haramın da kötülüğünü belirtmek için öldürmeyi yasaklamazdan önce bâtıl yolla elde edilen haramın yenmesini yasaklamış ve şöyle demiştir:
Ey îman edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl sebeplerle yemeyin. Ancak birbirinizden hoşnud olarak ticaret yoluyla olursa başka. Herhangi bir sebeple nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah çok merhametlidir. (Nisâ/29)
Bu bakımdan yiyecekte asıl olan, temiz (helâl) olmasıdır. Böyle olması hem farzlardandır, hem de dinin esaslarındandır.
2. El yıkamaktır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Yemekten önce abdest almak (el yıkamak) fakirliği, yemekten sonra el yıkamak ise deliliği giderir, 2
Başka bir rivâyette 'Gerek yemekten önce, gerek sonra olsun, el yıkamak fakirliği giderir' denmiştir. Çünkü el, pislenmekten korunamaz. Bu bakımdan eli yıkamak nezahet ve nezafete daha yakındır. Bir de yemekten gaye; ibadet yönünden dine yardım etmektir. Bu bakımdan yemekten önce yapılan temizlik, namazdan önceki abdest gibi yerinde bir temizlik olur.
3. Yemeğin yere serilmiş sofranın üzerine konmasıdır. Zira böyle yapmak, masa üzerinde yemekten, Hazret-i Peygamber'in fiiline daha yakındır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kendisine bir yemek getirildiği zaman yere koyarak yerdi. 3
Böyle yapmak, sofrada yemekten tevazua daha yakındır. Fakat yemeği yere koyup yemek mümkün değilse, sofra üzerinde yiyebilir. Çünkü sofra kelimesi (anlamı bakımından) yolculuğu hatırlatır. Yolculuktan da âhiret yolculuğu hatıra gelir. Ondan da âhiret yolculuğunun takvâ yemeğine olan ihtiyacı insanın aklına gelmelidir.
Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) , ne masa gibi yerden yüksek şeyler üzerinde, ne de Sükürrüce denilen kapta yemek yemezdi'. 4
Enes'e denildi ki:
- O halde, siz neyin üzerinde yiyordunuz?
- Sofra üzerinde.
Dört şey vardır ki, bunlar Rasûlüllah'tan (sallâllahü aleyhi ve sellem) sonra ihdas edilmişlerdir: a) Yemek masaları, b) Unu elemek için elek, c) Eşnan denilen köpüklü madde ile yıkanmak, d) Doyasıya yemek.
Biz, her ne kadar 'sofra üzerinde yemek evlâdır' demişsek de 'ınasa üzerinde yemek, tenzihi veya tahrimî bir mekruhtur' demek istemiyoruz ve diyemeyiz. Çünkü masa üzerinde yemenin hakkında herhangi bir yasak sabit olmuş değildir. 'ınasa üzerinde yemek Rasûlüllah'tan sonra ihdâs edilmiştir' denilmiş ise de, bunun mânâsı yasak demek değildir. Zira Rasûlüllah'tan sonra ihdâs edilen her şeyin kullanılması yasak değildir. Yasak olan bid'at, sâbit bir sünnete zıt düşen, şer'i bir işi gerektiren ve illeti olduğu halde kaldırılmasına vesile olan bid'attır. Hatta bazı hâllerde sebepler değişip bozulduğu zaman, ibtidâ, (yâni bid'atleri icat etmek) farz olur. Kaldı ki masada, yemeğin daha kolayca yenmesi için yerden yüksek tutulmasından başka bir mânâ da yoktur. Masada yemek yemenin benzerleri mekruh olmayan hâllerdir. Dört şeyin bid'at olduklarında ittifak vardır. Onların hepsi aynı derecede mahzurlu değiller. Belki (sabun) gibi temizlikte kullanılan eşnan, temizliği temin ettiği için güzeldir. Zira İslâm dininde gusletmek ve yıkanmak, temizlik maksadıyla yapıldığı takdirde müstehâbdır. Eşnan ise, temizliği daha da tamamlayıcıdır. Ashâb-ı Kirâm (radıyallahü anh) , eşnanı, âdet olmadığı için kullanmamışlardır veya ellerine kullanacakları kadar eşnan geçmezdi veya mübâlâğalı bir şekilde temizlenmekten daha önemli meselelerle meşgul idiler. Onun için de fazla temizliğe yarayan eşnan gibi maddeleri kullanmaya vakit bulamazlardı. Zira ashâb-ı kirâm yemekten sonra vakit bulup ellerini yıkayamazdı. Mendilleri ise ayaklarının altı idi. Ashâb-ı kirâmın böyle yapmaları, yıkamanın müstehab olmasına mâni değildir.
Elek
Elek ve kalbura gelince, onlardan gaye; yemeği ve ekmeği daha güzelleştirmektir. Bu ise eğer ifrat derecesindeki nimetlenmeye sürüklenmezse mübah bir harekettir.
Masa
Yemek masasına gelince; masa sadece yemeği kolaylaştırmak için kullanılan bir âlettir. Bu da, eğer kibir ve büyüklük taslamaya sebep olmazsa mübâhtır.
Doymak
Doyasıya yemeye gelince, bu dört bid'atın en şiddetlisidir. Çünkü doyasıya yemek, şehvetin tahrik olmasını ve bedendeki ârızaların harekete geçmesini sağlar. Bu bakımdan bu bid'atların arasındaki farkı bilmelisin.
4. İlk oturuşunda sofrada güzelce oturmalı ve o güzel oturmayı yemeğin sonuna kadar devam ettirmelidir.
Hazret-i Peygamber çoğu zaman dizleri üzerine çökerek, bazen ayaklarının sırtları üzerinde, bazen de sağ ayağını diker, sol ayağının üzerine otururdu ve şöyle derdi: 'Ben yaslanarak yemem. Çünkü ben kulum. Kölelerin yeyişi gibi yer ve kölenin oturuşu gibi de otururum'. 6
Yaslanarak su içmek de, mekruhtur. Çünkü mideye zararlıdır. Uzanarak, yaslanarak yemek mekruhtur. Ancak çerez olarak yenen şeyler bu hükmün dışındadır.
Hazret-i Ali uzanmış olduğu halde miğferinin üzerine konmuş bir peksimet yemişti. Yüzükoyun yatarken yediği de söylenmiştir. Çünkü Araplar bazen böyle yaparlardı.
5. Yedikleriyle güçlenmeye ve Allah'a ibadet etmeye niyet etmelidir ki, yemekle de Allah'a itâat etmiş olsun. Yemeği sadece lezzet alma ve zevklenme gayesiyle yememelidir.
İbrahim b. Şeyban şöyle demiştir: 'Seksen seneden beri şehvetim ve arzum için birşey yemiş değilim!'
Bu niyetiyle beraber, daima az yemeğe azimli olmalıdır. Zira kişi ibadet kuvvetini temin etmek için yediği zaman, ancak doyamayacak kadar yemek suretiyle niyetinin doğruluğunu isbat etmiş olur. Çünkü doyasıya yemek, değil ibadete güç ve kuvvet vermek, belki ibâdete mânidir. Bu bakımdan şehvetin kırılması böyle bir niyetin zaruri neticesi olduğu gibi, kanaatkârlığı oburluğa tercih etmek de bu niyetin gerekli neticesidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Hiçbir insan, karnından daha şerli bir kabı doldurmuş değildir. Âdem oğluna, belinin düzeltilmesine yardımcı olabilecek kadar yemek yeter. Eğer bu kadarcıkla iktifa etmezse karnını üçe taksim etmelidir. Üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de nefes almaya ayırmalıdır. 7
Böyle niyet etmenin ayrılmaz ve zarurî gereklerinden birisi de, ancak acıktığı zaman yemeğe el uzatmaktır. Bu bakımdan acıkmak, yemekten önce varlığı gereken sebeplerden biridir. Kişinin doymadan önce sofradan elini kaldırması gerekir. Böyle yapan bir kimse doktor muayenesinden kurtulmuş olur. Kitabımızın gelecek bölümlerinde az yemenin faydaları belirtilecektir ve az yemenin tedricî bir surette nasıl yapılacağı da Mühlikât bölümünün 'yemeğe karşı şehvetin kırılması' bahsinde zikredilecektir.
6. Mevcut olan rızka ve hazır olan yemeğe razı olmasıdır. Fazla yemeye dalmak, fazlasını aramak ve katığı beklemek uygun bir hareket değildir. Ekmeğe yapılacak hürmet, ona katık aramamaktır. Zira ekmeğe hürmet etmek hadîsi şerifle emredilmiştir. 8
Madem hadîs bunu emrediyor, o halde insanı ibâdet hususunda güçlü kılan ve hayatını idame ettiren her helâl şey insan için hayırlıdır ve onu hiçbir zaman hakir görmemelidir. Daima hürmet etmelidir. Hatta namaz vakti gelmişse dahi, yemeği namazdan ötürü bekletmek de uygun değildir. Şu şartla ki, namazın vakti daralmamışsa. .
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Yatsı namazı ile akşam yemeği aynı anda hazır olduğu zaman önce yemekten başlayınız. 9
İbn Ömer (radıyallahü anh) , çoğu zaman imamın okumasını duyduğu halde akşam yemeğini bırakıp cemaate iştirâk etmezdi. Ne zaman canı yemek istemez ve yemeğin tehirinde herhangi bir zarar da yoksa işte o zaman en evlâsı, namazı daha önce kılmaktır.
Yemek hazır olduğu zaman namaz için kamet getirilirse, duruma bakılır; eğer yemeği tehir etmekte yemeğin soğuması veya yemediği için namazda birtakım vesvese ve şüpheler belirmesi sözkonusu ise, yemeği namaza takdim etmek daha müstehabdır. İster canı yemek istesin, ister istemesin. Çünkü bu hususta vârid olan hadîs umumîdir. Zira karnı aç olmasa bile, sofradaki yemeğe bakmaktan az da olsa kendini alamaz. Bu ise namazda aranan huzura zıddır.
7. Aynı sofraya birçok elin uzanmasını temine çalışmaktır. İsterse o eller aile efrâdının elleri olsun.
Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Yemeğinizin üzerinde toplanın. Böyle yaptığınız takdirde sizin için o yemekte bereket olur. 10
Enes (radıyallahü anh) şöyle der: 'Allah'ın Rasûlü tek başına yemezdi'. 11
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Yemeğin en hayırlısı kendisine birçok elin birden uzandığı yemektir.
2) Müsned-i Şihab
3) Ahmed b. Hanbel
4) Buhârî. (Sükürrüce, küçük bir kaptır)
5) Ebû Dâvud
6) Buhârî
7) Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce, (Mikdad b. Madî Kerib'den)
8) Bezzâr,Taberâni, (Abdullah b. Ümmü Haram'dan)
9) Namaz bölümünde geçmişti.
10) Ebû Dâvud ve İbn Mâce
11) Harâitî
Bunlar şöyle sıralanabilir:
1) Yemeğe besmele ile başlamalıdır.
2) Sonunu elhamdülillah ile bitirmelidir. Hatta her lokma ile beraber bismillah denmesi çok güzeldir ki, oburluk onu Allah'ın zikrinden alıkoymasın,
3) Birinci lokma ile beraber bismillah, ikinci ile beraber bismillahirrahman, üçüncü lokma ile beraber bismillahirrahmânirrahim demelidir.
4) Besmeleyi, başkası da hatırlasın diye sesli söylemelidir.
5) Sağ el ile yemelidir.
6) Yemeğe tuz ile başlayıp, yemeği tuz ile bitirmelidir.
7) Lokmasını küçük tutmalı ve güzelce çiğnemelidir.
8) Bir lokmayı yutmadan diğer lokmaya elini uzatmamalıdır; zira böyle yapmak yemekte acelecilik yapmak demektir.
9) Yenebilecek hiçbir şeyi hor görmemelidir.
Hazret-i Peygamber yemeklerin hiçbirisini hor görmezdi. Eğer hoşuna giderse yerdi. Aksi takdirde yemezdi. 12
10) Önünden yemelidir. Ancak meyvelerde istediği taraftan alabilir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Yemeğin senin tarafına düşen kısmından ye!13
Sonra Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , ellerini meyveler üzerinde gezdirdi. Kendisine 'Neden böyle yapıyorsunuz?' denildiğinde şöyle buyurdu: 'meyveler bir çeşit değildir'. 14
11) Yemeğin tepesinden ve ekmeğin ortasından yememelidir. Aksine ekmeğin kenarlarından kesmek suretiyle yemelidir. Ancak ekmek az olduğu zaman, ekmeği kopararak yemelidir.
12) Ekmeği de pişmiş eti de bıçakla kesmemelidir.
Çünkü Hazret-i Peygamber böyle yapmayı yasaklayarak15 şöyle demiştir:
Eti, ön dişlerinizle parçalamak suretiyle yeyiniz. 16
13) Çömlek veya başka bir kabı ekmeğin üzerine koymamalıdır. Ancak ekmekle katık olarak yenen madde ekmek üzerine konabilir.
Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Ekmeğe hürmet ediniz. Zira Allah ekmeği göğün bereketlerinden indirmiştir. 17
14) Elini ekmekle silmemelidir.
Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Herhangi birinizin lokması elinden düştüğü zaman, onu kaldırıp ona yapışan tozları sildikten sonra (yemelidir) . Onu şeytana bırakmamalıdır. Parmaklarını yalamadan önce, mendil ile silmemelidir. Çünkü kişi bereketin hangi yemekte olduğunu bilemez. 18
15) 'Sıcak yemeğe üflememelidir. Çünkü böyle yapmak, yasaklanmıştır'. 19 Sıcak yemek yenebilecek dereceye gelinceye kadar sabretmelidir.
16) Hurmaları yedi, onbir veya yirmibir tane; yâni tek olarak yemelidir. Yahut da mümkün olduğu kadar yediği hurmaları tek sayıda bitirmelidir.
17) Hurmaların içinde bulunduğu kaba çekirdeğini atmamalıdır ve aynı zamanda çekirdekleri elinde de tutmamalıdır. Hurma çekirdeğini ağzından elinin dışına koyup sonra atmalıdır.
Çekirdeği ve tortusu olan her tane ve meyve de hurma hükmündedir.
18) Yemeğin artıklarını yemek tabağına dökmemelidir. Onları, tortular ve çöplerle beraber bir yere bırakmalıdır ki, başkası yanılıp onu yemesin.
19) Yemek esnasında fazla su içmemelidir. Ancak boğazında lokma kalırsa veya normal olarak susamışsa, o zaman su içebilir. Denildi ki, yemek esnasında su içmek, tıbben faydalıdır. Çünkü (doktorlara göre) , su midenin düzenleyicisidir.
Su içmenin edepleri şunlardır:
1) Testiyi sağ eline alıp bismillah deyip emmek suretiyle içmelidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Suyu emerek yavaş yavaş içiniz. Onu, bolca nefes almadan içmeyiniz. Zira ciğer hastalığı bu şekilde su içmekten meydana gelir. 20
2) Ayakta veya uzanmış iken içmemelidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ayakta su içmeyi yasaklamıştır. 21
Buna rağmen Rasûlüllah'ın ayakta su içtiği de rivâyet edilmiştir. O halde bu iki rivâyetin arasındaki zıtlığın giderilmesi ve telif edilmesi şöyledir: Hazret-i Peygamberin ayakta su içmesi, herhangi bir özürden dolayıdır. 22
3) Suyu içerken testinin altından üzerine damlamamasına dikkat etmelidir.
4) İçmeden önce, testiyi kontrol etmelidir.
5) Ağzı testide iken nefes alıp vermemeli ve geğirmemelidir. Hamdederek testiyi ağzından meyilli bir şekilde uzaklaştırma nefesini alıp geğirdikten sonra besmele ile ikinci bir defa testiyi ağzına götürmelidir.
Zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) içtikten sonra şöyle demiştir:
Hamd, suyu rahmetiyle tatlı ve zevkli yaratan Allah'a mahsustur. O Allah ki, günahlarımızdan ötürü suyu acı ve tuzlu kılmamıştır. 23
6) Gerek testi ve gerek cemaatin arasında dolaştırılan diğer su kapları olsun, bütün bunlar, sağdan başlayarak dolaştırılmalıdır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) süt içerken, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) solunda, bir bedevî de sağında idi. Hazret-i Ömer de meclisin bir köşesinde bulunuyordu. Rasûlüllah'ın süt kabını bedevîye uzattığını görünce, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) 'Yâ Rasûlüllah! Senin solunda duran Ebû Bekir'e versene' demesine rağmen Rasûlüllah, Hazret-i Ebû Bekir'e değil de göçebeye verdi ve şöyle buyurdu: 'Sağdan başlayınız, sağdan, sağdan. . ,'24
7) Üç nefeste suyu içmelidir.
8) Başlangıcında besmele çekmeli, sonunda ise, Allah'a hamdetmelidir. Birinci nefesin sonunda elhamdülillâh, ikinci nefesi sonunda rabb'il-âlemin, üçüncü nefesin sonunda da errahmânirrahîm demelidir.
İşte yemek ve içmek hususunda söylediğimiz bu yirmiye yakın edeplerin varlığı rivâyetlerle sabittir.
12) Müslim ve Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
13) Müslim ve Buhârî, (Ömer b. Ebî Seleme'den)
14) Tirmizî ve İbn Mâce
15) İbn Hıbbân, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle) ; Beyhakî, (Ümmü Seleme'den zayıf bir senedle)
16) Ebû Dâvud, (Hazret-i Âişe'den)
17) Müslim, (Enes ve Câbir'den)
18) Müslim
19) Ahmed, (İbn-i Abbâs'tan)
20) Deylemî, Müsned'il Firdevs
21) Müslim, (Enes, Ebû Said ve Ebû Hüreyre'den)
22) Müslim ve Buhârî, İbn-i Abbâs'tan Hazret-i Peygamber'in zemzem suyunu ayakta içtiğini rivâyet etmişlerdir.
23) Taberânî, (Ebû Câfer Muhammed b. Ali'den)
24) İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed, Müslim, Buhârî ve diğer sünen sahipleri, (Enes'ten)
Yemek Sonrası Âdâb
Yemekten sonra müstehab olanlar şunlardır:
1) Doymadan sofradan çekilmelidir.
2) Parmaklarını yalamalıdır.
3) Daha sonra mendil ile silmelidir.
4) Daha sonra yıkamalıdır.
5) Yemek kırıntılarını toplayıp yemelidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: Sofradan düşen yemek kırıntılarını yiyen bir kimse, genişlikte yaşar ve çocuğu hakkında da âfiyete kavuşur. 25
6) Dişlerini kürdanla karıştırmalı, dişlerinin arasından her çıkanı yutmamalı, ancak dişlerinin köklerinde biriken ve dilin ucuyla çıkarılan şeyleri yutmalıdır. Kürdan ile çıkartılan şeyi ise dışarı atmalıdır. Kürdan ile dişlerini araladıktan sonra, su ile ağzını yıkamalıdır. Çünkü bu hususta ehl-i beyt'ten rivâyet edilen bir söz vardır.
7) Yemek çanağını parmaklarıyla silmeli, yıkayıp suyunu içmelidir. Zira deniliyor ki; yemek çanağını parmaklarıyla silip parmağını yalayan, çanağı yıkayıp suyunu içen bir kimse için, âzâd edilmiş bir kölenin sevabı yazılır. Yemek kırıntılarının toplanması ise, elâ gözlü hurilerin mehridir.
8) Yedirdiği 'nimetlere karşı Allah'a kalbiyle şükretmelidir. Şöyle ki, yemekleri Allah'tan kendisine ihsan edilen birer nimet olarak görmelidir.
Ey Mü'minler! Size verdiğim rızıkların temiz ve helâlinden yiyiniz ve Allah'a şükrediniz! (Bakara/172)
Hamd o Allah'a mahsustur ki O'nun nimetlerinin sayesinde sâlih ameller tamamlanır ve bereket iner. Ey Allahım! Bize güzeli ve helâlı yedir, bizi sâlih yollarda kullan. Eğer şübheli bir şey yersen şöyle demelisin:
Her hâlükârda hamd Allah'a mahsustur. Ey Allahım! Bu yemekleri sana isyan etmek yolunda harcanan bir enerji kılma.
Yemekten sonra, İhlâs ve Kureyş sûrelerini okumalıdır. Sofrayı kaldırmadan kendisi sofradan kalkmamalıdır.
Eğer başkasının yemeğini yemiş ise ona duâ edip, şöyle demelidir:
Ey Allahım! Bu kulunun hayrını çoğalt, kendisine vermiş olduğun rızkına bereket ihsan et. Rızkında hayırlı hareket etmeyi kendisine müyesser eyle; verdiklerinle kendisini kanaâtkâr kıl. Bizi ve onu şükreden kullarından eyle!
Eğer bir topluluğun yanında iftar ederse şöyle demelidir:
Oruçlular nezdinizde iftar ettiler (etsinler) , hayırlı insanlar yemeğinizi yediler (yesinler) , melekler size salâvat-ı şerife okudular (okusunlar) .
Yemekten sonra çokça istiğfar etmelidir. Şüpheli olarak yediği yemekten ötürü üzülmelidir ki, göz yaşları ve üzüntüsüyle ateşin hararetini söndürmüş olsun. O ateş ki, onu kıskıvrak tutmak için hazırdır.
Zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Haramdan gelişen her ete ateş daha uygun ve evlâdır.
Yeyip ağlayan, elbette yeyip oynayan gibi değildir. Süt içtiği zaman, şu duâyı okumalıdır:
Ey Allahım! Bize rızık olarak verdiklerine bereket ver ve daha fazlasını da bize ihsan buyur.
Eğer sütten başka birşey yerse (veya içerse) şu duâyı okumalıdır:
Ey Allahım! Bize rızık olarak verdiklerine bizim için bereket ihsân et. Bizim için ondan daha hayırlısını rızık olarak ver.
Bu duayı, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) faydası umumî olduğu için süt içmeye tahsis etmiştir. Yemekten sonra şöyle demek müstehabdır:
Hamd Allah'a mahsustur. O Allah ki, bize yedirdi, içirdi, bizi himayesine aldı. O efendimiz ve mevlâmızdır. Ey başka hiçbir şeye ihtiyaç bırakmayan ve herşeyin kendisine muhtaç olduğu Allah! Karnımı doyurdun, beni korkudan emin kıldın. O halde sadece sanadır hamd. Yetimlik ve fakirlikten döndüren, dalâletten hidâyete erdiren ve fakirlikten zengin eden sensin; o hâlde sadece sanadır hamd!. . Bereketli, faydalı, güzel, daimi ve çok olan hamd sana mahsustur. Sen hamde lâyık ve müstehaksın. . . Ey Allahım! Bize helâli yedirdin, o halde bizi sâlih amelde kullan. Yediğimiz bu yemeği bizim için ibadetinde yardımcı kıl. Günah işlememize yardımcı olmasından sana sığınırız!
Eşnan ile ellerin yıkanmasına gelince, onun keyfiyeti şöyledir: Eşnanı sol avucuna almalıdır. Önce sağ elinin üç parmağını onunla yıkamalıdır. Daha sonra parmaklarını kuru eşnana vurarak eline bulaşan eşnanla dudaklarını silmelidir. Sonra yavaşça ağzının içini parmağıyla yıkamalıdır. Daha sonra parmaklarını kuru eşnana vurarak eline bulaşan eşnanla dudaklarını silmelidir. Sonra yavaşça ağzının içini parmağıyla yıkamalıdır. Dişlerinin iç ve dışını, avurdunu ve dilini güzelce ovalayıp çalkalamalıdır. Sonra o su ile parmaklarını yıkamalıdır. Daha sonra da geri kalan kuru eşnan ile parmaklarının iç ve dışlarını ovalamalıdır. Böyle yapmakla ikinci bir defa eşnanı ağza sürmeye ve ağzın yıkanmasını tekrara ihtiyaç kalmamış olur.
25) Ebû Şeyh, Sevab, (Câbir'den)
Bunlar yedi tanedir.
1) Beraberinde, yaşlılığından veya faziletinden ötürü daha önce yemeye başlaması gereken birisi olduğu halde ondan önce yemeye başlamamalıdır. Ancak âmir ve önder ise, o zaman yemek için bir araya gelmiş ve hazırlanmış cemaati fazla bekletmemesi gerekir.
2) Yemek yerken sükût etmemelidir. Çünkü bu şekilde davranmak. Acemlerin âdetidir. Fakat, iyiliklerden konuşmalıdırlar. Salihlerin yemek ve başka şeyler hakkındaki hikâyelerini anlatmalıdır.
3) Yemek zamanında arkadaşını düşünmeli ve arkadaşından daha fazla yemeyi asla düşünmemelidir. Sofraya gelen yemeğin, sofrada bulunanların rızası olmadıkça fazla yenmesi haramdır. Aksine arkadaşının fazla yemesine imkân vermek suretiyle arkadaşını kendine tercih etmelidir.
İki hurmayı birden yememeli. Ancak sofrada oturanların hepsi öyle yerlerse veya ona o şekilde yemesine izin verirlerse, o zaman o şekilde yiyebilir. Eğer arkadaşı azar azar yerse onun iştahını açmaya gayret göstermeli ve yemeye teşvik etmeli ve arkadaşına 'ye' demelidir. Bunu üç defadan fazla tekrar etmemelidir. Zira üç defadan fazla 'ye' demek, fuzulî ve ifrat olur. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , herhangi birşeye üç defa muhatap olduğu zaman, üç defadan fazla ısrar etmediği gibi, üç defadan fazla ısrar edenin sözüne de iltifat etmezdi. 26
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , konuşmayı üç defa tekrar ederdi. 27 O halde edepli kimse üçten fazla demeye meydan vermeyen kimsedir. Israr edep dışı bir harekettir. Arkadaşına yemek hususunda yemin verdirmek ise, dinen yasak ve çirkindir. Hasan b. Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Yemek için Mü'mine, yemin teklif etmek gerekmez'.
4) Arkadaşını kendisine 'ye' demeye mecbur etmemelidir. Ediplerden biri şöyle demiştir: 'Yemek yiyenlerin en iyisi, arkadaşını bu hususta kendisini kontrol etmeye mecbur etmeyen ve arkadaşının 'ye' demesine meydan vermeyen kimsedir'. Başkası kendisine bakıyor diye iştahı çektiği bir yemeği terk etmek, uygun bir hareket değildir. Çünkü böyle yapmak, yapmacık bir harekettir. Aksine âdeti üzerine devam etmeli ve tek başına olduğu zaman nasıl yerse, arkadaşlarla beraber olduğunda da öyle hareket etmelidir. Ancak tek başına olduğu zaman, kendini güzel edebe alıştırmalıdır ki, cemiyet arasında yapmacık hareketlere muhtaç olmasın. Evet eğer arkadaşlarını nefsine tercih ederek, onların ihtiyaçlarını dikkate alarak az yerse, bu takdirde az yemesi güzeldir. Eğer sofradaki insanlara yardım niyetiyle ve onları yemeye teşvik etmek kastıyla fazla yerse, bunda sakınca yoktur. Aksine böyle davranmak güzeldir.
İbn Mübarek hurmaların en güzelini arkadaşlarına takdim ederek şöyle demiştir: 'Kim fazla yerse herbir çekirdeğe karşılık ona bir dirhem vereceğim'. Yedikten sonra çekirdekleri sayar kimin çekirdekleri fazla ise, fazla olan her çekirdeğe karşılık bir dirhem verirdi. İbn Mübarek'in böyle yapması iki sebebe dayanır: a) Yemek hususundaki haya ve utangaçlığı kaldırmak, b) Arkadaşlarla sohbeti koyulaştırmaktır.
Câfer b. Muhammed (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Bence arkadaşların en iyisi, (sofrada) en fazla yemeğimi yiyen ve lokmasını en büyük yapandır. Bence arkadaşlardan derdi çekilmez ve en ağırı o arkadaştır ki, yemekte bile kendisini kontrole mecbur eder'. Bütün bunlar normal âdet üzerinde yürümenin ve yapmacık hareketlerden kaçınmanın gerekliliğine işarettir.
Yine İmâm Câfer-i Sâdık şöyle demiştir: 'Kişinin arkadaşına karşı olan muhabbetinin tatlılığı, onun evinde güzelce yemesinden belli olur'.
5) Leğende elin yıkanması mahzurlu değildir. Eğer tek başına yerse, aynı leğende dişlerini ve ağzını yıkayıp çalkalayabilir. Eğer başkasıyla beraber yerse ağzını yıkayıp leğene boşaltması uygun değildir. Başkası kendisine ikram olsun diye leğeni önce kendisine takdim ederse kabul etmelidir.
Enes b. Mâlik ve tâbiînden Sâbit el-Bennânî (radıyallahü anh) bir sofrada bir araya geldiler. Bu arada Enes b. Mâlik leğeni Sabit'e takdim etti. Sabit ise, edebinden ötürü Enes'ten önce yıkamayı kabul etmedi. Bunun üzerine Enes (radıyallahü anh) şöyle dedi: 'Kardeşin sana ikram ettiği zaman onun ikramını kabul et, reddetme. Zira o kimse gerçekte Allahü teâlâ'ya ikram ediyor'.
Rivâyet ediliyor ki, Hârun Reşid âma olan Ebû Muaviye Muhammed b. Hâzım'ı davet etti. Dâvet edilen zât leğende elini yıkarken Hârun Reşid eline su döktü. Ebû Muaviye elini yıkadıktan sonra Hârun kendisine şöyle sordu:
- Ey Ebû Muaviye! Senin eline su dökenin kim olduğunu biliyormusun?
- Hayır.
- O suyu emir'ul-Mü'minîn döktü.
- Ey emir'ul-Mü'minîn! Sen böyle yapmakla ancak ilme ikram etmişsin ve onu yüceltmişsin. İlim ve onun ehlini yücelttiğin gibi, Allah da seni yüceltsin. 28
(Eğer leğen geniş ve ibrikler birkaç tane ise) aynı anda birkaç kişinin aynı leğende ellerini yıkamalarında hiçbir sakınca yoktur. Aksine, böyle yapmak tevâzua daha yakın ve beklemekten de daha iyidir. Hepsinin aynı anda yıkamayıp, ayrı ayrı yıkamaları halinde herbirinin suyunun dökülüp yeni leğenin getirilmesi uygun bir hareket değildir. Kullanılmış su leğende biriktirilir ve bir defada dökülür.
Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Abdest suyunuzu bir araya toplayınız. (Böyle yaptığınız takdirde; yani bir kapta yıkadığınız takdirde) Allahü teâlâ sizin aranızdaki ihtilâfı giderip birleşmenizi temin eder.
Denildi ki: Bu hadîs-i şerifteki abdest suyundan gaye; toplu halde yiyenlerin bir kapta yıkamalarıdır. Ömer b. Abdülâziz, İslâm diyarlarına şöyle bir ferman göndermiştir:
El yıkanan leğen dolduğu zaman, toplu halde yiyenlerin arasından kaldırılıp dökülsün. Sakın kendinizi Acemlere benzetmeyiniz.
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Ellerin yıkanmasını bir leğende yapın. Sakın Acemlerin âdetine uymayın'.
Ele su döken hizmetçinin ayakta olmasını, bazı âlimler kerih görerek, oturmasını daha uygun bulmuşlardır. Çünkü hizmetçinin oturarak su dökmesi tevazûa daha yakındır.
Bazı âlimler de hizmetçinin oturmasını kerih görerek şunu anlatmışlardır: 'Hizmetçi oturduğu halde birisinin eline su döktü. Bu sırada eline su dökülen adam ayağa kalktı. Ayağa kalkana 'Neden kalktın?' diye sorulduğu zaman şu cevabı verdi: 'Birimiz muhakkak ayakta olmalıdır'.
Hizmetçinin ayakta olması daha evlâdır. Çünkü ayakta olması hem suyu dökmeye ve hem de yıkamaya daha uygun düşer ve bir de suyu ayakta dökmek tevazûa daha yakındır. Eğer hizmetçinin suyu ayakta dökmeye niyeti varsa, ona hizmet imkânını vermekte herhangi bir kibir yoktur; zira hizmetçinin suyu bu şekilde dökmesi normal bir âdettir.
Geçmiş izahtan anlaşıldı ki, leğende el yıkamanın yedi âdabı vardır:
1. Leğene tükürmemek.
2. Baş ve reis olan kimseye herkesten önce leğeni takdim etmek.
3. Takdim etme ikrâmını kabul etmek.
4. Sağdan başlayarak gezdirmek.
5. Aynı leğende bütün cemaatin ellerini yıkaması.
6. Kullanılan suyun tamamının aynı leğende toplanması.
7. Yıkayanların eline su döken hizmetçinin ayakta olması. Edeplerden biri de ağzından ve elinden suyu leğene yavaşça bırakmaktır ki arkadaşlarına ve üzerinde oturduğu sergiye bıraktığı su sıçramasın. Ev sahibi bizzat misafirin eline suyu dökmelidir.
Çünkü İmâm-ı Mâlik (radıyallahü anh) kendisine misafir olarak gelen (ve henüz yirmi yaşından daha küçük olan) İmâm-ı Şâfiî'nin eline su dökmüştür. Bu manzara karşısında mahcup olan İmâm-ı Şâfiî'ye şöyle demiştir: 'Sakın benden gördüğün hareket seni utandırıp şaşırtmasın. Zira misafire hizmet farzdır'.
6) Arkadaşlarına yemek yerken bakmamalı ve utandıracak derecede yemelerini kontrol etmemelidir. Aksine onların yemesiyle ilgilenmemeli ve kendi yemesiyle meşgul olmalıdır. Eğer kendisinden sonra arkadaşları yemekten utanırlarsa, o zaman arkadaşlarından önce yemeği bırakmamalıdır. Onlar doyasıya yeyinceye kadar o da yavaş yavaş yemekle kendini oyalamalıdır. Eğer az yiyen bir kimse ise, yemeğin başlangıcında ağır ağır yemeli ve yemeği onlarla beraber bitirmelidir. Çünkü ashâb-ı kirâmın (radıyallahü anh) çoğu böyle yapmıştır. Eğer herhangi bir sebepten yemiyorsa, misafirlerden özür dilemelidir ki, özür dilemekle onların mahcubiyetlerini kaldırmış olsun.
7) Başkasını tiksindirecek bir harekette bulunmamalıdır. Bu bakımdan elini yemek kabına silkmemelidir. Lokmayı ağzına alırken başını yemek kabının üzerine eğmemelidir. Ağzından herhangi bir şeyi çıkardığı zaman yüzünü yemekten çevirerek o şeyi sol eliyle tutmalıdır. Yağlı lokmayı sirkeye daldırmamalı, sirkeyi de yağlıya karıştırmamalıdır. Çünkü başkasının bundan tiksinmesi mümkündür.
Dişiyle kesip parçaladığı lokmayı (müşterek) çorbanın ve sirkenin içine sokmamalı ve tiksindirici şeyleri hatırlatan sözleri söylememelidir.
26) İmâm-ı Ahmed
27) Buhârî, (Enes'ten)
28) Bu zat, dört yaşında iken gözlerini kaybetmiştir. Kûfelidir. Şâyân-ı itimad bir zattır. H. 123 senesinde doğup, H. 194 senesinde vefat etmiştir.
Misafire yedirmekte çok fazilet vardır. Nitekim Câfer b. Muhammed (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Arkadaşlarla beraber sofra üzerinde oturduğunuz zaman, oturuşunuzu oldukça uzatınız. Zira bu saat hayatınızın sizin aleyhinizde sayılmayan saatidir'.
Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Kişi kendi nefsine, ebeveynine ve yakınlarına sarfettiği her nafakadan muhakkak sorulacaktır. Ancak kişi din kardeşlerine Allah rızası için infak ettiği yemekten sorulmayacaktır. Çünkü Allahü teâlâ kulunu bu yemekten ötürü sorguya çekmekten hayâ eder'.
Allah yolundaki arkadaşına yedirmenin fazileti hakkında zikrettiğimiz bu misallere yedirme hakkında vârid olan hadîsler eklendiğinde fazileti apaçık bilinir.
Hadîsler
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Herhangi birinizin sofrası önünde yayılı bulunup kaldırılıncaya kadar melekler onun için salâvat-ı şerife getirirler. 29
Horasan âlimlerinden biri din kardeşlerine bitiremeyecekleri kadar bol yemek takdim ederek dedi ki: Hazret-i Peygamber'den bize gelen bir hadîsi şerifte şöyle buyuruluyor:
Kardeşleri ellerini yemekten kaldırdıkları zaman, artanı yiyen bir kimse hesaba çekilmez. 30
Madem ki durum budur, o hâlde isterim ki size takdim ettiğim yemeği çoğaltayım ki onun kalıntılarından yiyelim.
Arkadaşlarıyla yediklerinden kul hesaba çekilmez. 31
Seleften bâzıları arkadaşlarının gönlünü hoş etmek için cemaatle yediği zaman fazlaca yerdi. Tek başına yediği zaman ise pek az yerdi.
Üç şey vardır ki, insan onlardan hesaba çekilmez: a) Sahur yemeği, b) İftar yemeği, c) Arkadaşlarla beraber yenilen yemek. 32
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Dostlarımı bir sa' yemek üzerine toplamam, bir köleyi azâd etmemden daha iyi gelir bana'.
İbn Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Sofrada güzel ve helâl yemeğin bulundurulması ve arkadaşlara ikram edilmesi, kişinin şerefli oluşuna delâlet eder'.
Ashâb-ı kirâm (radıyallahü anh) şöyle derlerdi: 'Yemek üzerinde bir araya gelmek güzel ahlâktandır'.
Ashâb-ı kirâm (radıyallahü anh) , Kuran okunmasında da bir araya gelirlerdi. Onlar bir araya geldikleri zaman, muhakkak toplu hâlde bir şeyler yedikten sonra dağılırlardı. Dostların dostluk ve yakınlıkla kendilerine yetecek kadar bir yemek üzerinde toplanmalarının dünyadan olmadığı söylenmiştir.
Allahü teâlâ kıyâmet gününde kuluna der ki:
- Ey Âdem oğlu! Ben acıktım, bana yedirmedin.
- Sen âlemlerin rabbisin, sana nasıl yedirebilirdim?
- Senin müslüman kardeşin acıktı. Ona yedirmedin. Eğer ona yedirmiş olsaydın bana yedirmiş sayılırdın. 33
Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
Size ziyaretçi geldiği zaman, ona ikrâm ediniz. 34
Cennette bir takım köşkler vardır. Dışları içlerinden ve içleri de dışlarından görünmektedir. Bu köşkler yumuşak konuşan, Allah için yediren ve halk uykuda olduğu zaman kalkıp namaz kılanlar içindir. 35
Sizin en hayırlınız, Allah için yedireninizdir. 36
Din kardeşine doyasıya yediren ve kana kana içiren bir kimseyi Allahü teâlâ yedi hendek kadar ateşten uzaklaştırır. Bu çukurlardan ikisinin arasındaki mesafe beşyüz seneliktir. 37
29) Taberânî, Evsat
30)
31) Ezdî, Duafâ, (Câbir'den)
32) Ezdî, (Câbir'den)
33) Müslim
34) Harâitî
35) Tirmizî, (Hazret-i Ali'den)
36) İmâm-ı Ahmed ve Hâkim, (Suheyb'den)
37) Taberâni, (İbn Ömer'den)
Yemeğin âdâbına gelince, bu âdâbın bir kısmı misafirliğe yemeğe gitmekle, bir kısmı da misafire (yemek) ikram etmekle ilgilidir.
Yemek Davetine Katılmanın Âdâbı
İnsanların yemek zamanlarını gözetip o zamanda yemeğe gitmek sünnete aykırıdır. Bu bakımdan tam yemek zamanında bir eve girmek, ansızın girişten sayılır. Bu ise yasaklanmıştır.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle demiştir:
Ey îman edenler, (rastgele) peygamber'in evlerine girmeyin. Ancak yemek için size izin verilir de girerseniz (erkenden gelip) yemeğin pişmesini beklemeyin. Çağrıldığınız zaman girin; yemeği yeyince dağılın, söze dalmayın. (Ahzâb/53)
Ayette geçen 'Onun kabını (yemeğini) beklemeksizin' ifadesi; 'yemeğin ne zaman pişeceğini beklemeyin' demektir.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
Çağırılmadığı bir yemeğe giden kimse, fâsık olarak gitmiş ve haram yemiş olur. 38
Yemek zamanını gözetmeden girip de onların yemeklerine tesadüf ettiği takdirde, kendisine izin verilmeden yememesi gerekir. Ne zaman ki kendisine 'ye' denirse, incelemelidir. Eğer onların içten gelen bir teklif yaptıklarına ve yemek yemesini istediklerine inanırsa, onlarla beraber yemelidir. Eğer kendisinden utanarak bunu söylüyorlarsa, yemesi uygun değildir. Bahane bulup yemeğe ihtiyacı olmadığını ileri sürerek imtihan etmelidir.
Fakat aç olduğu zaman, kendisine yedirmek için dostlarından birisinin yemek vaktini beklemeksizin evine giderse, bu takdirde yemesinde bir sakınca yoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer'le beraber Ebû'l-Heysem ve Ebû Eyyûb el-Ensarî'nin evlerine yemek için teklif olmaksızın yemek yemeye gitmişlerdir. 39
Böyle bir durumda müslüman kardeşinin evine gitmek, ona yedirme sevabını kazandırmaya yardım etmektir. Bu âdet, selef-i salihînin âdeti idi. Avn b. Abdullah el-Mes'udî'nin üçyüz altmış arkadaşı vardı. Senenin her gününde bir dostunun evinde yemeğini yiyerek o seneyi geçirirdi. Başka birisinin de otuz dostu vardı. Bir ayda herbirine bir gün gitmek suretiyle dolaşırdı. Başka birisinin de yedi dostu vardı. Haftanın her gününde birisinin evinde olurdu. Onların dostları çalışmalarında kendilerine yardım ederlerdi. Dostlarının bu zâhid ve âbid kimselere yedirdikleri kendileri için ibadet sayılır. Eğer kişi eve girip ve sâhibini içerde bulamazsa, ev sahibinin dostluğuna güveniyorsa, izin almaksızın dostunun yemeğini yiyebilir. Zira izinden gaye; yemek sahibinin razı olmasıdır. Hele yemeklerde. . . Çünkü yemekler hususunda daha da genişlik vardır. Çok kişi var ki, açıkça izin verir ve izin verdiğine dair yemin eder. Oysa buna rağmen karşısındakinin yemesine razı değildir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin yemeğini yemek mekruhtur. Hazır bulunmayan çok kimseler de vardır ki, izin vermediği halde onun yemeğini yemek güzeldir.
Yahut sâdık dostlarınızın evlerinde yemenizde size bir günah yoktur. (Nûr/61)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Berire'nin (Hazret-i Âişe'nin azâdlı câriyesi) evine girdi. Kendisi hazır olmadığı halde sadakadan olan yemeğini yedi. Rasûlüllah yemeği yedikten sonra 'İşte sadaka tam yerini buldu'40 buyurdu.
Rasûlüllah'ın böyle yapması, Berire'nin (radıyallahü anh) buna sevineceğini bildiğinden kaynaklanmaktadır. İşte bu sırra binaen ve sahibinin izin vereceğini bilmekle yetinerek izinsiz eve girmek câizdir. Eğer böyle bir şeyi bilmezse mutlaka önce izin almalı, sonra içeri girmelidir.
Muhammed b. Vâsık ve arkadaşları Hasan-ı Basrî'nin evine girerler, izin almaksızın gördüklerini yerlerdi. Hasan da eve gelir, onların böyle yaptıklarını görünce sevinir ve 'Biz de böyle yapardık' derdi. .
Hasan-ı Basrî çarşıda bir bakkalın kuru meyvelerinden ayakta durarak 'şu sepetten bir incir, öbüründen bir hurma alır yerdi'. Hişam kendisine 'Ey Ebû Sâid! Acaba takvâ konusunda sana ne görünmüş ki, adamcağızın izni olmaksızın yemişlerinden yiyorsun?' Hasan 'Ey Lehim (Cimri!) Yemek hakkındaki ayeti bana oku'. Bunun üzerine Hişam ayeti 'veyahut da dostlarınızın' (Nûr/61) cümlesine kadar okudu. Oraya varınca Hişam sordu: 'Ey Ebû Saîd! Âyetteki dost kimdir?' Hasan (radıyallahü anh) 'Ayetteki dost, o kimsedir ki, nefis ona meyleder, rahata kavuşur, kalp de onunla sükûnet bulur. . . '
Bir topluluk Süfyân es-Sevrî'nin evine gitti. Süfyân'ı evde bulamadılar. Kapıyı açıp, sofrasını indirip yemeye başladılar. O esnada Süfyân içeri girdi ve 'Siz bana selef-i sâlihînin ahlâkını hatırlattınız. İşte onlar böyle yaparlardı' dedi.
Bir topluluk, tâbiînden birini ziyaret etti. Ziyaret edilen zâtın yanında onlara ikram edecek bir şey yoktu. Bunun üzerine ziyaret edilen, dostlarından birinin evine gitti. Fakat onu evde bulamadı, onun pişirdiği çömleğine baktı. Bir de ne görsün yemek pişmiş ve ekmek de hazırdır ve diğer gereken şeyler de mevcuttur. Hepsini aldı, ziyaretçilere takdim etti ve 'Yeyiniz!' dedi. Evin sahibi geldi. Evde hiçbir şey görmeyince, kendisine 'Filân zat geldi, hepsini toparlayıp götürdü' denildiğinde, 'Çok güzel etmiş' dedi. Daha sonra yemeği götüren zatla karşılaştığında şöyle dedi: 'Ey kardeşim! Misafirlerin ikinci bir defa geldikleri takdirde ikinci bir defa aynı şeyi yapabilirsin'.
İşte yemeğe katılmanın âdâbı bunlardır.
38) Beyhakî, (Hazret-i Âişe'den bir benzerini)
39) Müslim ve Taberânî, (İbn-i Abbâs'tan zayıf bir senedle)
40) Müslîm ve Buhârî, (Hazret-i Âişe 'den)
1. Herşeyden önce yapmacık hareketleri ve zorlamaları terketmeli, ne varsa onu ikrâm etmelidir. Eğer yanında hiçbir şey yoksa ve açıklamaya imkânı da bulunmazsa, dostlarına yedirmek için borç etmemelidir. Çünkü böyle yaptığı takdirde nefsini vesveseye sevketmiş olur. Eğer kendi nafakasına yetecek kadar bir şeyleri varsa ve nefsi de ondan vazgeçip dostlarına yedirmesine taraftar değilse, o nafakasını buna rağmen dostlarına vermesi uygun değildir.
Seleften biri bir zâhidin evine gitti. Zahid yemek yiyordu. Gelen misafire zâhid şöyle dedi: 'Eğer bu yemeği borç ile almasaydım, ondan sana da yedirirdim.
Seleften bâzıları zorlamakla ilgili olarak şöyle demişlerdir: 'Senin, arkadaşına yedirdiğin yemekten daha enfesini ve daha kıymetlisini arkadaşına yedirmek kaygusuna düşmen demektir'.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Halk, ancak tekellüf ve zorlukları yüklenmekten ötürü bozuşurlar. Şöyle ki, birisi arkadaşını dâvet eder. Onun için bir sürü zorluklara girişir ve dolayısıyla ikinci bir defa arkadaşının gelmesini böylece önlemiş olur'.
Bazıları şöyle demiştir: 'Bana gelen arkadaşımın kimliği beni ilgilendirmez. Zira ben onun için herhangi bir külfete girişmem. Ancak yanımda ne varsa onu takdim ederim. Eğer onun için külfete girmiş olsaydım, onun gelişi bana zor gelecek ve usandıracaktı'.
Zâtın biri şöyle demiştir: "Ben geçmişte bir dostumun yanına gidiyordum. O da benim için külfetlere giriyordu. Kendisine dedim ki: 'Tek başına kaldığımız zaman, ne sen bunu yiyorsun ve ne de ben. Bu bakımdan bir araya geldiğimiz zaman neden bunu yiyoruz? O halde ya sen bu külfete girmeye son vereceksin veya ben ziyaretlerimi keseceğim'. Bunun üzerine dostum tekellüfe son verdi ve tekellüfe son verişinin yüzü suyu hürmetine bizim de ziyaretlerimiz devam etti".
Yanında ne varsa hepsini misafirlere takdim etmek ve böylece çoluk çocuğuna zarar verip onların kalplerini ezâ ve cefâ ile doldurmak da külfete girmek demektir.
Bir zat, Hazret-i Ali'yi (radıyallahü anh) dâvet eder. Hazret-i Ali kendisine şöyle der:
'Üç şartla senin dâvetine icabet ediyorum:
a) Çarşıdan bir şey getirmeyeceksin,
b) Evinde olanı da esirgemeyeceksin,
c) Çoluk çocuğuna da zarar vermeyeceksin'.
Seleften bazıları, evinde ne varsa hepsini misafire takdim ederlerdi. Her çeşit şeyden sofraya getirlerdi.
Seleften biri şöyle demiştir: Biz, Câbir b. Abdullah'ın (radıyallahü anh) evine gittik. Bize ekmek ile sirke takdim etti ve şöyle dedi: 'Eğer külfete girmekten menolunmasaydık, sizin için külfete girecektim'. 41
Seleften biri şöyle demiştir: 'Ziyaretçin geldiği zaman, neyin varsa onu misafire takdim et'. Selmân-ı Fârisi şöyle demiştir:
Allah'ın Rasûlü, bizde bulunmayan bir şeyi misafir için hazırlamaya çalışıp zorluk çekmekten menetti ve ancak elimizde bulunanı ikram etmemizi emretti.
Hazret-i Peygamber şöyle anlatır: 'Yûnus (aleyhisselâm) , arkadaşları kendisini ziyarete geldiklerinde onlara ekmek ve elinin mahsûlü olan sebzeleri takdim ederek 'Buyurun yeyin. Eğer Allah tekellüf yapanlara (misafirlere ikram hususunda zorlananlara) lânet etmeseydi, elbette size daha iyisini hazırlamak için zorluklara katlanırdım' demiştir.
Enes b. Mâlik ve diğer ashâb misafirlerine kuru ekmek ve hurmalardan mevcut olanı takdim ederek şöyle derlerdi: 'Biz, kendisine yapılan ikramı hakir görenin mi, yahut yanında bulunan nimeti hakir görüp misafirine takdim etmekten çekinen kimsenin mi günahı daha büyüktür bilmiyoruz'
2. Bu edep ziyaretçiye aittir. Şöyle ki; belli bir şeyi ısrarla istememelidir. Çünkü o şeyi bulup getirmek, ev sâhibine çok kere zor gelir. Eğer ev sahibi misafirini iki yemek arasında muhayyer bırakırsa (yani iki yemek adı zikredip, bunlardan birini hazırlamayı teklif ederse) misafir, ev sahibine hangi yemeği hazırlamak kolay ise, onu istemelidir. Çünkü sünnet-i seniyye böyledir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) iki şey arasında muhayyer bırakıldığı zaman muhakkak ki, en kolayını tercih ederdi. 42
A'meş, Ebû Vâil'den şöyle rivâyet etti: 'Bir arkadaşımla Selmân-ı Fârisî'yi ziyarete gittik: Bize arpa ekmeği ile katık olarak tuz takdim etti. Bu meyanda arkadaşım 'Eğer bu tuzda bir de su'teri otu bulunsaydı daha iyi olurdu' dedi. Bunu duyan Selman, çarşıya gidip abdest aldığı ibriğini rehin bırakarak, karşılığında su'teri otu alıp getirdi. Biz yedikten sonra arkadaş şu duâyı okudu: 'Bize rızık olarak verdiği ile bizi kanâat sâhibi kılan Allah'a hamdolsun'. Buna karşılık Selman şöyle dedi: 'Eğer sen rızkınla kanâat etseydin, şu anda benim abdest ibriğim rehinde bulunmazdı'.
Eğer isteğinin arkadaşına zor geleceğini bilirse veya isteğini iyi karşılamayacağı kanaatini taşıyorsa, durum böyledir. Eğer arkadaşının böyle bir istekle sevineceğini biliyorsa, isteğinde hiçbir mahzur yoktur. Nitekim İmâm-ı Şâfiî Bağdad'da Za'ferânî'nin misafiri iken böyle yapmıştır. Şöyle ki; Za'ferânî her gün pişirilen yemeklerin bir listesini yazar ve getirilmesi için cariyesine teslim ederdi. Bir ara İmâm-ı Şâfiî listeyi cariyenin elinden alıp kendi el yazısıyla bir çeşit yemek daha ilâve etti. Za'ferânî sofrada onun ısmarladığı çeşidi görünce bozuldu ve 'Ben bu yemeği ısmarlamadım' diye çıkıştı. Bunun üzerine kendisine listeyi getirdiler, orada Şâfiî'nin yazısı gözüne ilişince bundan çok memnun olan Za'ferânî cariyesini âzâd etti. . .
Ebû Bekir el-Kattanî şöyle demiştir: Sırrî es-Sakâtî'nin huzuruna girdim 'fetit' (ekmek kırıntıları ile karışık bir meşrubat) getirip yarısını bardağa döktü. Kendisine 'Sen ne yapıyorsun? Ben onun hepsini bir nefeste içerim' dedim. Bunun üzerine gülerek şöyle dedi: 'Senin böyle demen, senin için bir hac sevabından daha faziletlidir'. Ulemâdan biri şöyle demiştir: 'Yemek üç çeşittir: a) Fakirlerle yerken, onları nefsine tercih ettiğin yemek, b) Arkadaşlarla beraber yenilen yemek, c) Dünya ehliyle yenilen yemek'.
3. Ev sahibi, misafirini iştihalandırıp, hangi yemeği canının istediğini söylemesini ısrarla kendisinden sormalıdır. Nefsi, arkadaşının isteğine razı olduğu takdirde, böyle bir teklifte bulunması hem güzeldir, hem de böyle bir teklifte büyük bir fazilet ve ecir vardır.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
Kim kardeşinin bir isteğine tesadüf edip (onu giderirse) günâhı bağışlanır. Kim Mü'min kardeşini sevindirirse muhakkak o kimse Allah'ı sevindirmiş olur.
Mü'min kardeşinin iştahının çektiği yemeği yedirip onu doyuran bir kimseye Allahü teâlâ bir milyon hasene (ecir) yazar. Bir milyon günâhını siler. Bir milyon derecesini yükseltir. Huld, Adn ve Firdevs adlı üç cennetten ona yedirir.
4. Misafire 'Sana yemek getireyim mi?' dememelidir. Aksine, yemeği varsa sormaksızın takdim etmelidir.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: "Kardeşin ziyaretine geldiğinde, sakın ona 'yer misin veya sana yemek getireyim mi?' deme. Hazır olanı derhal getir. Eğer yerse ne âlâ, yemediği takdirde kaldır". Eğer ev sâhibi, misafirlere herhangi bir yemeği yedirmek istemiyorsa, onları o yemekten haberdar etmesi ve onu onlara anlatması uygun bir hareket değildir.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Yediğin yemekten çocuklarına yedirmek istemediğin zaman, onlara o yemekten bahsetmediğin gibi, onu beraberinde de göstermemelisin.
Sûfîlerden biri şöyle demiştir: 'Fakirler size geldikleri zaman, onlara yemek ikrâm ediniz. Fakîhler size geldikleri zaman onlara ilmî bir mesele sorunuz. Kurralar (Kur'ân okuyucuları) size geldikleri zaman ise onlara mihrabı gösteriniz'.
41) İmâm-ı Ahmed
42) Harâitî ve İmâm-ı Ahmed
Ziyafetin edepleri altıdır:
1. Davet etmek
2. Davete icabet etmek
3. Hazır olmak
4. Yemeği takdim etmek
5. Yemek
6. Dağılmak
Bu edepleri teker teker açıklamadan önce Allah'ın izniyle ziyafetin faziletini belirtelim.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Misafir için, zorluklara ve zahmete girmeyiniz. Zira böyle yaptığınız takdirde ona buğzetmeye başlarsınız. Oysa misafire buğzeden bir kimse Allah'a da buğzetmiş olur. Allah'a buğzedene de Allah buğzeder. 43
Misafir kabul etmeyen bir kimsede hayır yoktur. 44
Bir ara Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , birçok deve ve sığıra sahip bulunan bir kimseyi ziyarete gitti. Fakat o zengin onu misafir olarak kabul etmedi. Birkaç koyunu olan fakir bir kadıncağızı ziyarete gitti, kadın, (kendisini misafir olarak kabul ettiği gibi) , ikrâm olarak kendisine bir de koyun kesti.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Bu iki insanın hâline bakınız. Demek ki bu ahlâklar Allah'ın kudret elindedir. Kim isterse güzel ahlâkı ona verir. 45
Rasûlüllah'ın azadlısı Ebû Râfi şöyle buyurur:
Rasûlüllah'ın bir misafiri geldi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu 'Filân yahûdîye git ve de ki; Rasûlüllah'ın bir misafiri gelmiştir. Receb ayına kadar ödünç olarak biraz un versin'. Bu teklif üzerine yahûdî şöyle dedi: 'Vallahi ona ancak rehine karşılığı un verebilirim'.
Yahudinin dediklerini iki cihan serverine haber verdiğim zaman şunları söyledi: 'Allah'a yemin ederim ki ben yerde ve gökte eminim. Eğer bana ödünç olarak unu verseydi, muhakkak ki onun hakkını yerine getirirdim. Fakat al şu zırhımı götür ve kendisine rehin olarak bırak'.
Hazret-i İbrahim (sallâllahü aleyhi ve sellem) yemeğe hazırlandığı zaman çıkar, bir veya iki millik bir mesafeye kadar sağa, sola bakar, kendisiyle birlikte yemek yiyecek birisini arardı. Bunun için Hazret-i İbrahim'e 'Misafir babası' mânasına gelen 'Ebû'd-Diyfan' denirdi. Bu husustaki güzel niyetinin bir mükâfatı olarak günümüze kadar mübarek meşhedinde (makamında) ziyafeti devam edegelmektedir. Bir gece yoktur ki Hazret-i İbrahim'in yanında (makamında) üç, on ve yüz kişilik cemâatlar yeyip içip barınmasınlar, Türbedârı diyor ki: 'Buraya ilk geldiğim andan beri burayı bir gece olsun misafirsiz görmüş değilim'. Hazret-i Peygamber'e şöyle soruldu: Îman nedir?' Cevaben şöyle buyurdu:
Yemek yedirmek ve selâm vermek. 46
Başka bir hadîs-i şerifte kefaret ve yüksek derece hakkında şöyle buyurmaktadır:
Yemek yedirmek ve halkın tatlı uykuda mışıl mışıl uyuduğu zaman kalkıp Allah ile başbaşa kalıp ibadet etmektir. 47
Hazret-i Peygambere Hacc-ı Mebrur sorulduğunda şöyle demiştir:
Yemek yedirmek ve güzel konuşmaktır.
Enes (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Misafirin girmediği bir eve melekler de giremez'. Kısacası, ziyafetin ve Allah rızası için yedirmenin fazileti hakkında hadde hesaba sığmayacak kadar çok haberler vârid olmuştur. O hâlde biz burada bu kadarla yetinip edeplerin zikrdilmesi faslına dönelim.
1- Davete çağıran sofra sâhibi, ittika sahibi ve dindar kimseleri davet etmeye bakmalıdır. Fâsık ve fâcirleri dâvet etmemelidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kendisini davet edip yediren bazı kimselere şöyle demiştir: 'Senin yemeğini iyiler yediler'. 48
Bir başka hadîste de şöyle demiştir:
Sen ancak muttakî bir kimsenin yemeğini ye ve yemeğini de sâlih bir kimseye yedir. 49
2- Özellikle zenginleri değil, tam aksine fakirleri dâvet etmeye dikkat etmelidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
Yemeklerin en şerlisi velîme yemeğidir. Çünkü yemeğe yalnız zenginler dâvet edilir. Fakirler ise, davet edilmezler. 50
3- Ziyafetinden akrabalarını mahrum etmemesi gerekmektedir. Çünkü onları mahrum etmesi nefretlerine sebep olur ve böylelikle sıla-i rahim kesilir.
4- Dost ve tanıdıkların yakınlık derecelerini gözetip ona göre hareket etmesi lâzımdır. Çünkü sadece bir kısmını davet etmek diğerlerini rencide ederek ürkütür.
5- Verdiği dâvet ile gurura kapılıp övünmemelidir. Aksine, dostlarının kalplerini kazanmayı ve Rasûlüllah'ın yemek yedirmek ve Mü'minlerin kalbine sevinç vermek hususundaki sünnetine uymayı kasdetmeli ve sadece buna niyet etmelidir.
6- Dâvete icabet etmesi zor olan birini dâvetine çağırmamalıdır.
7- Geldiğinde herhangi bir sebepten dolayı, dâvette olanların rahatsız olacağını bildiği bir kimseyi de dâvet etmemelidir.
8- Dâvetine icabet edeceği kesin olan kişileri dâvet etmelidir.
Süfyân es-Sevrî şöyle der: İcabet etmesinden hoşlanmadığı birini dâvet eden kimse günahkâr olur'. Buna rağmen, eğer çağrılan icâbet ederse, o zaman çağıran iki defa günahkâr olur. a) İstemediği halde kişiyi yemeye zorlamış olur. b) Şâyet çağrılan, kendisinin ev sâhibi tarafından istenmediğini bilseydi, hiç şüphesiz gelip o yemeği yemeyeceği için.
Bir terzi İbn-i Mübârek'e şöyle sordu: 'Ben sultanların elbiselerini dikiyorum, acaba onların yardımcılarından olmamdan korkar mısın?. ' İbn-i Mübârek 'Hayır, zâlimlerin yardımcıları, ancak sana iğne ve iplik satan kişidir. Sen ise zâlimin tâ kendisisin' dedi.
Dâvete icâbet sünnet-i müekkede'dir, Bazı yerlerde icabetin farz olduğunu söyleyenler de vardır.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Eğer kürâ denilen bacak kemiğine dâvet edilsem icâbet ederim. Zira bana bir hayvan kolu hediye edilse bile kabûl ederdim.
43) Ebû Bekir b. Lâl
44) İmâm-ı Ahmed
45) Harâitî
46) Müslim ve Buhârî
47) Tirmizî ve Hâkim
48) Enes'ten
49) Zekât bölümünde geçmişti.
50) Buhârî ve Müslim
Davete icâbet etmenin âdâbı beş'tir:
1. Fakir zengin ayırımı yapılmamalıdır. Eğer fakirinkine değil de sadece zenginin davetine icabet edilirse, böyle bir hareket yasaklanmış olan kibir ve gurur sınıfına girer. Bu sır ve hikmete binâen, seleften bazı kimseler icabetin aslından vazgeçerek nedenini şöyle izah etmişlerdir: 'Çorbayı beklemek zillettir'. Başka biri 'Elimi başkasının çanağına uzattığım zaman, boynum ona karşı bükük ve zelil olur' demiştir.
Bir kısım mütekebbir vardır ki, zenginlerin dâvetine icabet edip fakirlerin davetine gitmekten imtina ederler! Bu hareket, sünnetin tam tersidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) köle ve fakir ayırmaksızın herkesin dâvetine icâbet etmiştir. 51
Bir ara Hazret-i Ali'nin oğlu Hazret-i Hasan (radıyallahü anh) yolun kenarında oturup dilenen bir grubun yanından geçtiğinde kumlar üzerine yemeklerini serdiklerini gördü. Bu gruba katırının üstündeyken selâm verdi. Onlar bu selâma karşılık 'Ey Allah Rasûlü'nün torunu, yemeğimize buyurmaz mısınız?' dediler. Hazret-i Hasan 'Elbette gelirim; çünkü Allahü teâlâ kibir gösteren kimseleri sevmez' deyip katırından indi ve onlarla oturup birlikte yemek yedi. Yemek yedikten sonra tekrar katırına bindi ve 'Ben sizin dâvetinize icâbet ettim, o hâlde siz de benim dâvetime icâbet ediniz' dedi. Onlar da 'Hay hay, biz de senin dâvetinize icabet ederiz' dediler. Bunun üzerine onlara belli bir zaman tâyin etti. Onlar o zamanda çıkıp geldiler. Onlara yemeklerin en nefislerini takdim ederek, oturup kendileriyle birlikte yedi.
'Ben elimi kimin çanağına uzatırsam, ona karşı boynum bükük olur' şeklindeki hükme, 'Bu hüküm sünnete muhaliftir' diyenin kanâati yanlıştır. Zira davet eden, çağrılanın icâbet etmesine sevinmediği ve onun gelmesini kendisine bir minnet saymadığı takdirde, icâbet etmek, zillet olduğu gibi, çağrılanın boynunda da bu dâvet bir minnet olur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) davetlerin tümüne icâbet ederdi. Çünkü bilirdi ki, o davette hazır bulunmasından dolayı yemek sahibi büyük bir minnet yükünü kabul edip, teşriflerini kendisi için dünya ve âhiret azığı olarak görür. Bu nedenle bu durum, hâllerin değişmesiyle değişen bir durumdur. Şöyle ki: Şayet yedirmenin davet edene ağır geldiğini, ancak böbürlenmek ve zoraki bir durum için yedirdiğini bilirse, böyle bir davete icabet edilmesi sünnete uygun değildir. Aksine böyle bir dâvete icabet etmemesi için bahaneler uydurması daha uygun bir harekettir. Bundan dolayı seleften biri şöyle demiştir: 'Ancak senin kendinde olan rızkını yediğini ve sana ait olup onun yanında bulunan bir emaneti sana teslim ettiğini, o emanetini kabul ettiğin için de kendisine büyük bir iyilikte bulunduğunu gören ve bilenin yemeğini ye.
Sırrı es-Sakatî şöyle demiştir: 'O lokma için âh çekerim ki, onda Allah'a karşı bir mesuliyet olmadığı gibi, herhangi bir mahlûkun da onda minneti yoktur'.
Bu nedenle davete çağrılanın, dâvette herhangi bir minnetin olmadığını bildiği zaman, icâbet etmesi gerektir.
Ebû Turâb en-Nahşâbî şöyle demiştir: 'Bana bir yemek takdim edildi (hiç bir mâni olmadığı halde) yemedim. Bunun üzerine on dört gün aç kaldım. Düşündüm ve bu cezânın sebepsiz yere reddettiğim dâvetten geldiğine kanâat getirdim'.
Mâruf-u Kerhî'ye 'Seni kim dâvet ederse hemen dâvete icâbet ediyorsun' denildiğinde, 'Ben misafirim, beni nereye oturturlarsa ben orada otururum' demiştir.
2. Dâvet edenin fakirliği ve rütbece yüksek olmaması, icâbete engel teşkil etmediği gibi, gidilecek mesafenin uzaklığı da engel teşkil etmemelidir. Normal olan her mesafenin icâbete engel olmaması gerekir. Bunun için Tevrat'ta veya semavî kitapların birinde şunlar vardır: 'Hastanın ziyareti için bir millik mesafeye; cenâze teşyii için iki mil; dâvete icabet etmek için üç mil ve Allah için bir arkadaşını ziyaret etmek için de dört mil yol gitmelisin'. Dâvete icâbet ile Allah için ziyaretin daha önemli tutulması, şu hikmetten dolayıdır: Bu iki husus da diriler hakkında yerine getirilmesi gereken hususlardır. Dirinin hakkına öncelik vermek, ölünün hakkına öncelik vermekten daha evlâdır.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Eğer Gamim denilen mevkide bulunan kürâ'a dâvet edilirsem, şüphesiz icabet ederim. 52
Hadîste adı geçen Gamim Medine-i Münevvere'den birkaç mil uzaklıkta bulunan bir yerin adıdır. Hazret-i Peygamber Ramazan'da Medine'den çıkıp oraya vardığında, orucunu bozar ve her sefere çıkışında oraya vardığında namazını seferî olarak kılardı. 53
3. Oruçludur diye davete icabetten kaçınmamalıdır. Aksine dâvete icabet etmesi gerekmektedir. Davete icabet edip hazır olduktan sonra, eğer orucunu bozmak arkadaşını sevindiriyorsa, orucunu hemen bozmalıdır. Orucunu bozup din kardeşine bahşettiği sevinçten elde ettiği sevap, nafile oruçtan elde ettiği sevaptan kat kat üstündür.
Bütün bu hükümler nafile oruç hakkındadır. (Farz oruçta ise böyle birşey sözkonusu değildir) .
Eğer davet sahibinin kalbî sevinci kesinlikle sabit olmamışsa, onun zahirî sevincini tasdik ederek orucu bozmalıdır. Eğer kesinlikle dâvet sahibinin samimiyetine inanmayıp, ancak zorakî dâvet ettiğine karar verirse, o zaman orucunu bozmamak için bahaneler uydurup yemekten kaçınmalıdır. Orucunu özür olarak gösterip yemekten kaçınan bir kimse için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir.
Kardeşin senin için zorluklara katlanmış ve yemek hazırlamıştır, sen de 'Ben oruçluyum' diyerek yemekten kaçınıyorsun. 54
İbn-i Abbâs şöyle der: 'Nâfile orucunu, arkadaşlarının kalbini hoş etmek için bozmak, iyiliklerin en faziletlilerindendir'.
Öyleyse bu niyetle nâfile orucu bozmak, bir ibâdettir. Güzel bir ahlâktır. Öyleyse böyle yapmanın sevabı, nâfile oruca devam etmenin sevabından daha üstündür. Eğer nâfile oruç tutan zat, orucunu bütün ısrarlara rağmen bozmazsa onun ziyafeti güzel koku sürmek, buhur yakmak ve tatlı konuşmaktır. Göze sürme çekme nin ve kokulu yağlarla yağlanmanın bir çeşit ziyafet olduğu da söylenmektedir. .
4. Yemekte şüphe varsa, yayılan sergiler helâlden değilse, davet yerinde ipekli sergiler serilmişse, gümüş kaplar kullanılıyorsa, dâvet yerinin duvar veya tavanlarında canlıların boy resimleri bulunuyorsa, dinen münker olan çalgılar çalınıyorsa, haram oyunlarla meşgul olunuyorsa, gıybet, yalan şahitlik, iftira, yalan ve benzeri şeyler yapılıyor ve dinletiliyorsa, böyle bir dâvete icabet etmekten şiddetle kaçınılmalıdır.
Bütün bu durumlar, icâbete mânî oldukları gibi, müstehab olmasını ortadan kaldırıp haram ve mekruh hâle getirir. Dâvet eden, zâlim, bid'atçı, fâsık, şerir veya gösteriş meraklısı bir zorba ise, böyle bir kimsenin dâvetine icabet etmemek gerekir.
5. Dâvete icabet etmenin gayesi, karın doyurmak olmamalıdır. Böyle bir durum, dünya için çalışıldığını gösterir. Aksine, âhiret için çalışmak niyetiyle icâbet edip, bunu ispatlamak için çalışmalıdır. Şöyle ki: Dâvete icabet etmekle Hazret-i Peygamber'in 'Eğer Kur'a bile davet edilsem icabet ederim sözüne uymaya niyet etmelidir. Davete icâbet etmekle, Allah'a masiyetten korunmaya niyet etmelidir.
Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Çağırana (eğer dinî mahzur yoksa) icâbet etmeyen muhakkak Allah ve Rasûlü'ne isyân etmiştir. 55
İcabet etmekle Mü'min kardeşine ikrâm etmeyi niyet etmelidir. Böylece Hazret-i Peygamber'in yolunda yürümüş olur,
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
Kim Mü'min kardeşine ikramda bulunursa sanki o kimse Allah'a ikram etmiştir. 56
Bir Mü'mini sevindiren, muhakkak Allah'ı sevindirmiş olur. 57
Bu hadîse uyarak davete icabet etmekle çağıranı sevindirmek gibi, davet edenin ziyaretine de niyet etmelidir ki, bu sayede Allah için sevişenlerden olsunlar; zira Allah için sevişmekte Hazret-i Peygamber karşılıklı ziyaret ve ikramı şart koşmuştur. Böylece bir taraftan ikrâm, diğer taraftan da ziyaret olmuş olur.
Bir kimsenin davete icabet etmemesi yüzünden kötü zanna kapılıp hakkında saçma sapan konuşulmasına meydan vermemelidir. Meselâ icabet etmemesinin, kibir, gurur, kötü ahlâk, müslü man kardeşlerini hakir görmek ve benzeri kötü ahlâklara hamledilmesine fırsat vermemelidir.
Konunun başından buraya kadar zikredilenlerin tümü altı husustur. Dâvete icabet etmesi sadece bunların birisiyle olsa bile, Allah'a yaklaştırıcı ibâdetlerden olur. Acaba hepsi bir arada olursa nasıl olur?
Selef-i sâlihînden biri şöyle demiştir: 'Her amelde, hatta yemekte ve içmekte bile benim bir niyetim olmasını sever ve isterim'. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Ameller ancak niyet ile vardır. (veya kâmildirler) . Her kişi niyet ettiğini elde eder. Bu bakımdan kimin hicreti (gidişi) Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne ise, o kimsenin hicreti Allah ve Rasûlü'nedir. Kimin hicreti elde etmek istediği bir dünyalık veya evlenmek istediği bir kadına ise, onun kazancı da kasdettiği hedeftir. 58
Bu hadîsler, bu gibi hükümler hakkında vârid olmuştur.
Niyet ancak mübahlara ve ibadetlere tesir eder. Yasaklarda ise, niyetin zerre kadar müsbet bir tesiri olmaz. Bu bakımdan arkadaşlarını sevindirmek niyetiyle içki içirir veya başka bir haram hususunda yardımda bulunursa, bu niyet, kendisine zerre kadar fayda vermez ve bu hususta 'ameller ancak niyete bağlıdır' denilemez.
Dahası vardır: Eğer tâat ve ibâdetin tâ kendisi olan gaza ve muhârebe ile şöhret ve ganimeti kast ederse, kötü niyeti onu ibâdet olmaktan çıkarır. Hayırlar ile mübah da böyledir. Ancak iyi niyetle hayır sınıfına girer. Bu bakımdan niyet bu iki kısımda tesir eder. Üçüncü kısım (haram) da ise, hiçbir tesiri yoktur.
1- Davette hazır olmanın âdâbına gelince, eve girip baş tarafa geçmemeli ve yerlerin en iyisini işgal etmemeli, aksine tevâzu gösterip, alçak gönüllü davranmalıdır.
2- Geç gelmek suretiyle misafirleri bekletmemelidir.
3- Yemek hazırlanmadan önce ansızın gelmemelidir.
4- Hazır bulunanları, sıkıştırmak suretiyle rahatsız etmemelidir. Ev sahibi kendisine bir yer gösterir veya işaret ederse, ona muhalefet etmemesi lâzımdır. Çünkü ev sahibi kendi kafasında sofrada herkesin yerini tâyin ve tertip etmiş olabilir. Bu durumda ev sâhibine muhalefet etmek onun plânını altüst etmek demektir.
5- Eğer misafirlerden bazıları, kendisine ikrâm olsun diye baş tarafa oturmasını işaret ederlerse, tevâzu göstermesi gerekir.
Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Meclisin en aşağısında oturmaya razı olmak, Allah rızası için tevâ zu gösterip alçak gönüllü olmak demektir. 59
6- Kadınların bulunduğu hücre (oda) kapısına gerdikleri perdenin karşısında oturmamalıdır.
7- Yemeğin hazırlandığı yere çok bakmamalıdır; zira böyle yapması oburluğun işaretidir.
8- Oturduğu zaman, ancak, yakınında oturan kimsenin hâlini sorup ona selâm vermelidir.
Gece kalacak bir misafir geldiği zaman, ev sahibi misafire gelir gelmez şunları yapmalıdır:
a) Kıbleyi, b) Helâyı, c) Abdest alacak yeri göstermelidir. Çünkü İmâm-ı Mâlik misafiri bulunan İmâm-ı Şâfiî'ye böyle yapmıştır.
İmâm-ı Mâlik (radıyallahü anh) yemekten ve misafirlerden önce elini yıkayıp şöyle demiştir: 'Yemekten önce ev sahibinin el yıkaması daha uygundur. Çünkü o, misafirleri ikramına davet eder. . . Öyleyse herkesten önce el yıkama hakkına o sahiptir'.
Yemeğin sonunda ise herkesten daha sonra yıkamalıdır ki sonradan gelenleri beklemiş ve onlarla yemek yemiş olsun.
Kişi eve girerken dine muhalif bir münkeri gördüğünde, eğer kudreti varsa kaldırmalıdır. Aksi takdirde, diliyle o işin dine muhalif olduğunu söyleyip geri dönmelidir.
Dinen münker ve yasak olanlar şunlardır:
1- İpekli sergileri yaymak, 2- Altın ve gümüş kapları kullanmak, 3) Resimler asmak 4) Oyun âletlerini ve çalgılarını dinletmek, 5) Mecliste yüzü açık kadınların hazır bulunması vb. .
İmâm-ı Ahmed (radıyallahü anh) başı gümüş kaplamalı bir sürmedanlık görüldüğünde, meclisin terkedilmesi gerektiğini söylemiştir. Fakat İmâm-ı Ahmed, bir evde gümüşle yamalanmış bir kap bulursa, o evde oturmaya izin vermiştir. Eğer evde altın veya gümüş ile işlenmiş bir perde görürse, o evi terketmenin daha uygun olduğunu söylemiştir. Çünkü sadece süs için yapılan perdede herhangi bir fayda olmadığı gibi, sıcak ve soğuğun giderilmesine ve herhangi bir şeyi örtmesine de yararlı değildir. İmâm-ı Ahmed 'Kâbenin örtülmesi gibi, evin duvarlarının ipekle örtülü olduğunun görüldüğünde yine de çıkmak ve orayı terketmek gerekir' demiştir.
İmâm-ı Ahmed devamla şöyle demiştir: 'müslüman bir kişi, içinde resim bulunan bir evi kiraladığı veya hamama girdiğinde bir sûret gördüğü zaman, o sûreti kazıması gerekir. Eğer kazımaya gücü yetmezse orayı terketmesi lâzımdır'.
İmâm-ı Ahmed'in bu dediklerinin hepsi de doğrudur. Ancak ipek ve perde ile süslenen duvarlar hakkındaki görüşü hakkında düşünmek gerekir. Çünkü bu durum harama götürücü bir durum değildir. Zira ipek, sadece erkeklere haramdır.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Bunların ikisi (altın ve ipek) ümmetimin erkeklerine haramdır. Kadınlarına ise helâldir. 60
Duvara asılan ipekler ise, erkeklere nisbet edilemez. Eğer duvara asılan ipekler haram olsa, Kâbe'nin bu tarzda süslenmesi de yasak olurdu. Aksine, duvara ipek asılmasının mübah olması daha evlâdır.
De ki: 'Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti kim haram etti?' (A'raf/32)
Hele bu tip askı, kibir ve gurur için değil, ancak belli günlerde açılırsa o zaman haramdan daha da uzaklaşılmış olur. Her ne kadar erkeklerin asılan ipekliye bakıp zevklendikleri düşünülürse de, bu düşünce hükmü değiştirmez. Çünkü cariye ve kadınlar ipekliyi giydiklerinde erkeklerin onlara bakıp zevklenmesi haram değildir. Duvarlar da kadınlar gibidir. Çünkü, duvarların erkek vasfıyla ilgisi yoktur.
51) Tirmizî ve İbn Mâce
52) Daha Önce geçmişti.
53) Müslim
54) Beyhakî
55) Müslim ve Buhârî
56) İsfehânî
57) Buhârî
58) Buhârî ve Müslim
59) Harâitî ve Ebû Nuaym
60) Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce
Yemeğin hazırlanmasının beş âdâbı vardır:
1. Yemeği acele vermektir. Yemeği erkenden vermek, misafire ikram etmek demektir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
Allah'a ve son güne îman eden bir kimse misafirine ikramda bulunsun.
Misafirlerin çoğu gelmiş ve hazır olmuşsa, gelmeyen birkaç kişi kalmış veya vakit geçmiş ise, o zaman hazır bulunanların hakkını gözetip bir an önce yemeği yedirmek, gelmeyenlerin hakkını gözetip beklemekten daha iyidir. Ancak geç kalan adam fakir ve beklenilmediği takdirde kalbi kırılacak bir tip ise, o zaman yemek biraz tehir edilirse, bir sakınca yoktur.
İbrahim'in ikrama mazhar olmuş misafirlerinin haberi sana geldi mi? (Zâriyât/24)
Bu ayet-i celîlenin mânalarından biri şöyledir. Acele tarafından yemek hazırlamakla ikrama mazhar kıldı onları. Nitekim şu ayet de bu mânâya işaret etmektedir:
Az sonra kavrulmuş (semiz) bir buzağıyı (onlara ikram etmek için) getirdi. (Hûd/96)
Aynı mânayı şu ayet de belirtmektedir:
Hemen evine yöneldi; derhal onlara takdim etmek üzere semiz (ve kavrulmuş) bir buzağı getirdi. (Zâriyât/26)
Ayetteki Râfe fiilinin kökü olan 'Revefan' aceleyle gitmek demektir. Bazıları da 'gizlice getirmek demektir' demiştir. Bazıları da 'İbrahim (aleyhisselâm) bir but getirdi' demektir der. Fakat getirilen buta, acele getirildiği için (tâcil kökünden gelen) âcil ismi verilmiştir.
Hâtim el-Esemm şöyle demiştir:
Acele şeytanın işidir. Fakat beş yerde güzel ve sünnettir: a) Misafirlere yedirmek hususunda, b) Bâkire kızını (veya evlâdını) evlendirmek hususunda, c) Ölünün techizi hususunda, d) Borcun ödenmesi hususunda, e) Günahtan tevbe etmek hususunda.
Velime (evlenme ve düğün) yemeğinde de acele etmek müstehabdır' denilmiştir.
Velime yemeğini, ilk günde vermek sünnettir. İkinci günde örf ve âdete uymaktır. Üçüncü günde ise riyakârlıktır.
2. Yemeğin tertibi şöyle olmalıdır: Eğer varsa, yemekten önce meyveleri vermelidir. Çünkü böyle yapmak tıbben daha uygundur. Zira meyve diğer yemeklerden daha önce hazmedilir. Onun için mide altında kalması daha uygundur.
Kur'ân'ın şu ayetlerinde, meyvelerin yemeklerden önce yenmesinin daha uygun olduğuna işaret edilmiştir:
Seçtiklerinden meyve ve iştihalarının çektiği kuş etinden var. (Vakıa/21-22)
Meyveden sonra takdim edilen en faziletli yemek et yahnisidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
Âişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, yahninin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir.
Eğer yemekten sonra tatlı da yedirirse, o zaman bütün güzel şeyleri bir araya getirmiş olur.
Et ikram etmekle ziyafetin yeterli olduğuna Allahü teâlâ'nın Hazret-i İbrahim'in misafiri hakkındaki ayeti işaret eder. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) güzelce pişmiş, kavrulmuş bir buzağıyı onlara getirmiştir. Eti sofrada hazır etmek ikramın esasından biridir. Çünkü Allahü teâlâ güzel yemeklerin vasfı hakkında şöyle buyurmaktadır:
Biz sizin üzerinize (ey İsrâiloğulları) Men ve Selva indirdik. (Bakara/57)
Buradaki Men bal (kudret helvası) demektir. Selva ise et demektir. Ete selva denmesinin sebebi, her katığın yerini tuttuğu ve ondan başka hiçbir yemekte bu vasfın bulunmadığındandır. Hazret-i Peygamber'in şöyle demesinin hikmeti bu olsa gerektir.
Katıkların efendisi ettir. Allahü teâlâ Men ve Selva'dan sonra şöyle buyurmaktadır:
Size rızık olarak verdiklerimizin tayyiblerinden (helâllerinden) yeyiniz. (Bakara/57)
Bu bakımdan etli ile tatlı tayyib tâbir edilen rızıklardandır.
Ebû Süleyman ed-Dârânî 'Tayyiblerin yenmesi, insanda Allah'tan razı olmayı doğurur' demiştir.
Bu tayyiblerin tamamlanması, soğuk su içmek ve ılık su ile yıkamakla tamamlanır.
Me'mûn şöyle demiştir: 'Buzlu ve soğuk su içmek, nimet vericiye karşı olan şükrü her türlü şüpheden kurtararak sadeleştirir'.
Ediblerden biri şöyle demiştir: 'Dostlarını davet edip onlara Hasremiye ve Buranniye61 yedirip üstüne soğuk su içirirsen o zaman ziyafeti tamamlamış olursun'. Birisi dostlarına tertip ettiği ziyafet için birçok para harcamıştı. Bu durumu gören hekimlerden biri şöyle demiştir. 'Ekmeğiniz iyi, suyunuz soğuk ve sirkeniz hoş olduğu takdirde yeter de artar bile. Bunca zahmeti yapmanız gerekmezdi'.
Bazıları da şöyle demiştir: 'Yemekten sonra tatlı ve yemek çeşitlerinin çokluğundan sofrada temkinli oturmak da iki çeşit yemekten daha hayırlıdır'. Sofrada sebze olduğu zaman, meleklerin o sofrada hazır olduğu söylenmektedir. O halde, sofrada sebze bulundurmak da müstehabdır. Sebzenin bulundurulmasında yeşillik olduğu için sofrayı süsleme özelliği vardır.
İsrailoğulları'nın üzerine inen sofrada kıras (kereviz) veya havuç otu hariç, bütün sebze ve yeşillikler vardı. Yine bu sofrada baş tarafında sirke, kuyruk tarafında tuz bulunan bir balık, üzerinde birer zeytin, birer nar tanesi bulunan yedi çörek vardı. Kudret sofrasına benzetmek için bütün bunları sofrada bulundurmak güzeldir.
3. Önce sofraya yemek çeşitlerinin en güzelini getirmelidir ki, isteyen ondan doya doya yesin. Ondan sonra gelenlerde pek fazla yemek durumunda kalmasınlar.
Ehl-i keyfin âdeti, önce yemeğin kabasını getirmektir ki, ondan sonra iyiyi gördüğünde isteği yeniden kabarsın. Oysa böyle yapmak fazla yemeye vesile olur.
Eskilerin âdeti, bütün yemek çeşitlerini birden sofraya getirip dizmekti. Böylece herkesin beğendiğini yemesine imkân verirlerdi. Eğer bir çeşit yemekten başka yemeği yoksa, yemeğin başlangıcında misafirlerine durumu bildirmelidir. Çünkü misafirler arasından daha nefis yemek gelir diye, doyasıya yemeyenler çıkabilir. Hatta mürüvvet sahiplerinin yemek listelerini yazıp misafirlere takdim ettikleri rivâyet edilmiştir.
Şeyhlerden biri şöyle anlatıyor: 'Şam'da şeyhlerden birisi bana bir çeşit yemek getirdi. Ona dedim ki, bizim Irak'da bu çeşit yemekler ancak sofranın sonunda getirilir'. Şeyh 'Bizim Şam'da da durum böyledir' dedi. Böylece şeyhin yanında bu yemekten başkasının olmadığını anladım. Bu durum karşısında çok utandım.
Bir başkası şöyle anlatır: 'Biz bir grup ziyafette idik. Bize pişmiş kellelerden işkembe çorbası ve kavrulmuş etler getirildi. Biz bundan sonra gelecek yemek çeşitlerini beklediğimiz için gelen yemeğe rağbet gösterip yemedik. Bir de baktık ki, ellerimizi yıkamak için leğen getirildi. Artık başka yemek getirilmedi. Bunun üzerine birbirimize bakakaldık. O esnada dâvette bulunan şeyhlerden biri lâtife olarak şöyle dedi: 'Allah gövdesiz başları yaratmaya kâdirdir'. Ravi der ki: 'Biz o gece sahur zamanına kadar aç kalıp ekmek kırıntılarını bile aradık'. İşte böyle bir mahzura yer vermemek için; ya bütün yemekleri birden sofraya getirmelidir veya yemekleri misafirlere haber vermelidir.
4. Dâvetliler doyup ellerini çekmeden önce yemekleri kaldırmamalıdır. Çünkü davetliler içerisinde önce gelen yemeğin dibinde kalanın gelecek yemekten daha fazla hoşuna gidenler ola bilir veya daha yemek yemeye ihtiyaç duyan kimseler olabilir. Bu bakımdan, eğer acele edip kaldırırsa durumu bulandırmış olur. 'Sofrada temkinli olmak, iki çeşit yemeği sofraya getirmekten daha hayırlıdır' kabilindendir bu durum.
Bu sözün, iki mânaya gelmesi muhtemeldir. Yani bu, acele yememek sureti ile temkinli olmak demektir.
Şakacı bir sûfîden şöyle hikâye edilir: 'Bir ara cimri bir zengine misafir olduk. Bize kızartılmış kuzu takdim edildi. Sofra sahibi cimri olduğundan, misafirlerin kuzuyu parçalayıp yediğini görünce darılarak hizmetçilerine şunu söyledi: 'Geri kalan gövdeyi kaldır. Onu evdeki çocuklara götür'. Hizmetçi gövdeyi eve doğru götürürken o sûfî kalkıp arkasından koştu ve kendisine 'Nereye gidiyorsun?' diye soruldu. Sûfî 'Çocuklarla birlikte yemek yemeye gidiyorum' diye cevap verdi. Bu durum karşısında ev sahibi utanıp, kuzu gövdesinin geri getirilmesini emretti'.
Misafirlerden önce elini sofradan çekmemelidir. Çünkü böyle yaptığı takdirde misafirleri utandırır. Demek ki, bütün misafirlerden sonra elini sofradan çekmelidir.
Kerem sahibi insanlar davetlilere yemeğin bütün çeşitlerini haber verirler, onların herbirinden doya doya yemelerine fırsat verip, tam yemekten çekilecekleri bir sırada diz çökerek ellerini yemeğe uzatırlar ve yemeğe başlarlardı. 'Allah'ın ismiyle yemeğe başlıyorum. Allah, size ve bize bereket ihsan etsin. Bize yardımcı olunuz' derdi.
5. Sofraya yeteri kadar yemek getirmelidir. Zira yetecek miktardan az getirilmesi şerefsizlik olduğu gibi, fazla getirmek de israf ve riyakârlıktır. Hele getirdiğinin hepsinin yenmesine gönlü razı değilse!. . Ancak hepsinin yenmesine razı olup artıklarından bereketlenmeye niyet ederse, o zaman sofraya yeterinden fazla yemek getirilebilir. Çünkü Hazret-i Peygamber'in hadîsinde, bu niyetle getirdiği yemekten sorguya çekilmeyeceği söylenmektedir, İbrahim b. Ethem sofrasında yeterinden fazla yemek bulundururdu. Bu durumu gören Süfyân es-Sevrî 'Ey Ebâ İshak! Bu kadar yemeğin getirilmesinin israf olacağından korkmaz mısın?' deyince, İbrahim 'Yemekte israf yoktur' dedi.
Eğer niyet bu değilse, o zaman sofrada fazla yemek bulundurmak külfet olur.
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Yemeği ile gururlananın sofrasına icabet etmekten menedildik'.
Ashâb-ı kirâmdan bir cemaat, gurur için verilen bir ziyafete icabet etmeyi kerih görmüşlerdir. Bu sır ve hikmetten ötürü Hazret-i Peygamber'in sofrasından fazla yemek hiçbir zaman geri götürülmezdi. Çünkü o devirdekiler, sofraya ihtiyaçtan fazlasını getirmezlerdi. Tıka basa yemezlerdi.
Misafir ve dâvetlilere yemek getirmeden önce, evdeki aile fertlerinin paylarını ayırması gereklidir ki; onların gözü yemekten geri gelecek olanda kalmasın. Bir de belki birşey artmaz diye misafirlerin aleyhinde kötü konuşmamalıdır. Aynı zamanda misafirler de, aile fertlerinin payını istemedikleri halde yemiş olurlar. Bu ise, esas hak sahiplerine bir ihanettir.
Sofrada kalan yemek kalıntıları ki, sûfîler ona 'zillet' derler. Misafirlerin onu alıp evlerine götürmek yetkisi yoktur. Ancak yemek sahibi açıkça kendi rızasıyla onlara götürme izni verirse veya karinelerle böyle bir hareketten hoşlanacağı bilinirse, o zaman misafir kalanı götürebilir. Eğer istemediği bilinirse, o zaman almaları hiçbir şekilde uygun değildir.
Yemek sahibinin kalıntıların götürülmesine razı olduğu bilindiğinde kişinin arkadaşlarıyla adaletli ve insaflı bir şekilde paylaşması gerekir. Bu bakımdan, dâvetlilerden herhangi birisi ancak payına düşeni alabilir. Ancak arkadaşları utanarak değil, gönül rızası ile kendisine müsamaha ederlerse o zaman başka. . .
61) Hasremiye üzüm koruğundan yapılmış bir çeşit yemektir. İshale karşı kullanılır. Burâniyye, Me'ınûn'un veziri Sehl'in kızı Buran'a yapılmış ve kendisine nisbet edilmiş bir yemektir.
Dâvetten dönmenin üç âdâbı vardır.
1. Sünnet olduğu için kapıya kadar misafirlerle çıkmalıdır. Bu hareket misafire ikram sayılır. Misafire ikram ise, emredilen işlerden biridir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: 'Kim, Allah'a ve son güne îman ediyorsa, misafirine ikramda bulunsun'.
Yine Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
Misafir ağırlamanın sünnetlerinden biri de onu kapıya kadar uğurlamaktır.
Ebû Katâde şöyle demiştir: 'Habeşistan Kralı Necaşî'nin gönderdiği heyet Hazret-i Peygamber'in misafiri olduğu zaman, Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bizzat kalkarak onlara hizmet etti. Ashâb-ı kirâm 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen hizmet etme, biz senin yerine hizmet ederiz' dediklerinde, Hazret-i Peygamber şöyle demiştir: 'Hayır, onlar memleketlerine hicret eden ashâbıma ikram da bulundukları için, ben de bizzat onlara hizmet etmekle karşılık vermek istiyorum'. İkrâmın tamam olması, gerek gelirken, gerek giderken ve gerek sofrada misafire güler yüz gösterip, tatlı tatlı konuşmaya bağlıdır.
Evzâî'ye 'misâfirin kerameti (ikramı) nedir?' diye sorulduğunda, 'Güler yüz ve tatlı sözdür' diye cevap vermiştir.
Yezid b. Ebî Ziyad (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Ne zaman Abdurrahman b. Ebî Leylâ'nın yanına gittimse bana tatlı tatlı konuşmuş ve nefis yemekler yedirmiştir. '
2. Misafirin gönlü hoş olarak dönmesidir. Her ne kadar kendisine karşı ufak tefek kusurlar vâki olmuşsa da, yine de böyle dönmesi gerekir. Çünkü böyle hareket etmek, güzel ahlâk ve tevâzûun alâmetidir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Şüphesiz ki kişi ahlâkının güzelliği sayesinde gündüz oruçlu ve gece ibâdetli bulunan bir kimsenin derecesine varır.
Seleften biri, bir aracı vasıtasıyla ziyafete davet edildi. Fakat aracı onu bir türlü bulamadı. Daha sonra bu durumu işiten o zat, kendiliğinden davet sahibinin evine gitti. Oysa davetliler yemek yemiş ve dağılmışlardı. Ev sahibi çıkıp, dâvetin bittiğini ve misafirlerin ayrıldığını söyledi: O da şöyle sordu:
- Yemem için hiçbir şey kalmadı mı?
- Hayır!
- Ekmek kırıntısı bile kalmışsa getir.
- Hiç birşey kalmadı.
- Bari çömleği getir de dibini sıyırayım.
- Onu da yıkadım.
Bu cevabı alan zat, Allah'a hamd-ü senâlar ederek geri döndü. O zata denildi ki: Neden bu kadar üstüne düştün bu işin. Yoksa oburluktan dolayı mı böyle yaptın?' Şöyle dedi: 'Adamcağız iyilik yaptı. İyi niyetle bizi davet etti ve yine iyi niyetle bizi geri gönderdi'. İşte tevâzu ve güzel ahlâkın mânası budur!
Ebû Kasım'ın üstadı Cüneyd-i Bağdâdî'yi bir çocuk dört defa davet ettiği halde, çocuğun babası onu her defasında geri çevirdi. Yine de o çocuğun gönlü hoş olsun diye dâvete icabet eder, babasının da kalbi kırılmasın diye sesini çıkarmadan geri dönerdi.
Bu kimseler Allah'a tevazu etmekle zilletin zirvesine çıkmış, Tevhîd ile itminana kavuşmuşlardır. Öyle ki her red ve kabulde kendileriyle rableri arasında cereyan eden birtakım ibret derslerini müşahede ederler. Bundan ötürü kullardan gelen ikramla sevinmedikleri gibi, onlardan gelecek zillete de üzülmezler. Aksine onlar herşeyi tek ve kahhâr olan Allah'tan bilirler. Bu sırra binaen şöyle denmiştir: 'Ben ancak bana cennet yemeğini hatırlattığı için dâvete icabet ederim'. Yâni davet yemeği, helâl, yorulmadan elde edilen, masrafı ve hesabı bizden kaldırılmış bir yemektir. Bunun için tıpkı cennet yemeği gibidir. . .
3. Misafir, gitmek için ev sahibinin rızasını gözeterek, ancak o izin verdikten sonra gitmelidir. Misafir olarak bir eve vardığında üç günden fazla durmamalıdır. Zira ev sahibinin, üç günden fazla kalan misafirden sıkılması çok görülen bir hâldir ve belki de fazla kalması kovulmasına sebep olabilir! Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Misafirlik üç gündür, fazlası sadakadır. 62
Şayet, ev sahibi samimiyetle misafirin fazla kalması için ısrar ederse, o zaman fazla kalabilir.
Her müslümanın yanında misafir için bir kat yatak bulunması müstehabdır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
Dâvetten dönmenin üç âdâbı vardır.
1. Sünnet olduğu için kapıya kadar misafirlerle çıkmalıdır. Bu hareket misafire ikram sayılır. Misafire ikram ise, emredilen işlerden biridir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: 'Kim, Allah'a ve son güne îman ediyorsa, misafirine ikramda bulunsun'.
Yine Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
Misafir ağırlamanın sünnetlerinden biri de onu kapıya kadar uğurlamaktır.
Ebû Katâde şöyle demiştir: 'Habeşistan Kralı Necaşî'nin gönderdiği heyet Hazret-i Peygamber'in misafiri olduğu zaman, Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bizzat kalkarak onlara hizmet etti. Ashâb-ı kirâm 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen hizmet etme, biz senin yerine hizmet ederiz' dediklerinde, Hazret-i Peygamber şöyle demiştir: 'Hayır, onlar memleketlerine hicret eden ashâbıma ikram da bulundukları için, ben de bizzat onlara hizmet etmekle karşılık vermek istiyorum'.
İkrâmın tamam olması, gerek gelirken, gerek giderken ve gerekse sofrada misafire güler yüz gösterip, tatlı tatlı konuşmaya bağlıdır.
Evzâî'ye 'Misâfirin kerameti (ikramı) nedir?' diye sorulduğunda, 'Güler yüz ve tatlı sözdür' diye cevap vermiştir.
Yezid b. Ebî Ziyad (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Ne zaman Abdurrahman b. Ebî Leylâ'nın yanına gittimse bana tatlı tatlı konuşmuş ve nefis yemekler yedirmiştir. '
2. Misafirin gönlü hoş olarak dönmesidir. Her ne kadar kendisine karşı ufak tefek kusurlar vâki olmuşsa da, yine de böyle dönmesi gerekir. Çünkü böyle hareket etmek, güzel ahlâk ve tevâzûun alâmetidir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Şüphesiz ki kişi ahlâkının güzelliği sayesinde gündüz oruçlu ve gece ibâdetli bulunan bir kimsenin derecesine varır.
Seleften biri, bir aracı vasıtasıyla ziyafete davet edildi. Fakat aracı onu bir türlü bulamadı. Daha sonra bu durumu işiten o zat, kendiliğinden davet sahibinin evine gitti. Oysa davetliler yemek yemiş ve dağılmışlardı. Ev sahibi çıkıp, dâvetin bittiğini ve misafirlerin ayrıldığını söyledi: O da şöyle sordu:
- Yemem için hiçbir şey kalmadı mı?
- Hayır!
- Ekmek kırıntısı bile kalmışsa getir.
- Hiç birşey kalmadı.
- Bari çömleği getir de dibini sıyırayım.
- Onu da yıkadım.
Bu cevabı alan zat, Allah'a hamd-ü senâlar ederek geri döndü. O zata denildi ki: Neden bu kadar üstüne düştün bu işin. Yoksa oburluktan dolayı mı böyle yaptın?' Şöyle dedi: 'Adamcağız iyilik yaptı. İyi niyetle bizi davet etti ve yine iyi niyetle bizi geri gönderdi'. İşte tevâzu ve güzel ahlâkın mânası budur!
Ebû Kasım'ın üstadı Cüneyd-i Bağdâdî'yi bir çocuk dört defa davet ettiği halde, çocuğun babası onu her defasında geri çevirdi. Yine de o çocuğun gönlü hoş olsun diye dâvete icabet eder, babasının da kalbi kırılmasın diye sesini çıkarmadan geri dönerdi.
Bu kimseler Allah'a tevazu etmekle zilletin zirvesine çıkmış, Tevhîd ile itminana kavuşmuşlardır. Öyle ki her red ve kabulde kendileriyle rableri arasında cereyan eden birtakım ibret derslerini müşahede ederler. Bundan ötürü kullardan gelen ikramla sevinmedikleri gibi, onlardan gelecek zillete de üzülmezler. Aksine onlar herşeyi tek ve kahhâr olan Allah'tan bilirler. Bu sırra binaen şöyle denmiştir: 'Ben ancak bana cennet yemeğini hatırlattığı için dâvete icabet ederim'. Yâni davet yemeği, helâl, yorulmadan elde edilen, masrafı ve hesabı bizden kaldırılmış bir yemektir. Bunun için tıpkı cennet yemeği gibidir. . .
3. Misafir, gitmek için ev sahibinin rızasını gözeterek, ancak o izin verdikten sonra gitmelidir. Misafir olarak bir eve vardığında üç günden fazla durmamalıdır. Zira ev sahibinin, üç günden fazla kalan misafirden sıkılması çok görülen bir hâldir ve belki de fazla kalması kovulmasına sebep olabilir! Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Misafirlik üç gündür, fazlası sadakadır. 62
Şayet, ev sahibi samimiyetle misafirin fazla kalması için ısrar ederse, o zaman fazla kalabilir.
Her müslümanın yanında misafir için bir kat yatak bulunması müstehabdır.
Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
Bir kat yatak kişinindir. İkincisi kadınındır, üçüncüsü ise misafirindir. Dördüncüsü ise şeytanındır. 63
62) Müslim ve Buhârî
63) Müslim
1. İbrahim en-Nehaî'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir:
Çarşıda yürüyerek birşey yemek âdi bir harekettir. 64
İbrahim en-Nehaî bu sözü, âli bir senedle Hazret-i Peygamber'e isnad etmektedir. Bu fikrin tam zıddı İbn Ömer'den rivâyet edilmektedir:
Bizler, Hazret-i Peygamber'in zamanında yürüdüğümüz halde yer ve ayakta su içerdik. 65
Mâruf ve meşhur sûfîlerin bazılarının çarşıda yemek yedikleri görülmüştür. Bunun için kendilerine niçin böyle yaptıkları sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir: 'Be mübârek! Çarşıda acıkıp eve mi gidip yemek yiyeyim?' Kendisine denildi ki: 'Bâri camiye girip orada ye!' Şöyle cevap verdi: 'Camiye girip orada yemekten utanıyorum. Allah'ın mâbedine yemek için nasıl gireyim?'
Zâhirde birbirinin zıddı görünen bu iki kanâatin arasını şöyle telif edebiliriz: Çarşıda yemek, tevazû ve tekellüfsüz olduğundan bazı kimselere uygun gelir. Onun için de güzeldir. Bazı kimseler için de mürüvvetsizlik olduğundan dolayı mekruhtur. Demek ki, bu hâl memleketlerin örf ve âdetlerine ve şahısların durumuna göre değişen bir hâldir. O kimse ki, onun çarşıda yemek yemesi diğer yaptıklarına uygun değildir, onun için böyle yemek mürüvvetsizliğe ve oburluğa işaret eder. Onun şâhitliğine de zarar getirir. O kimse ki, onun bütün hareketlerinde bir sadelik vardır. Her durumda tekellüften uzaktır, onun için de çarşıda yürürken yemek tevazûdan başka birşey değildir.
2. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Yemeğine tuzla başlayan bir kimseden Allahü teâlâ yetmiş çeşit hastalığı uzaklaştırır'. Kim günde yedi hurma yerse, o hurmalar, onun içinde bulunan bütün tenyeleri öldürür. Hergün yirmibir kırmızı kuru üzüm yiyen bir kimsenin bedeninde şikâyet edecek bir hastalığı kalmaz. Et, eti bitirir. Yahni (veya et suyu) arapların yemeğidir.
Biskarcat (et ve tavuk çorbası) şişmanlatır ve kalçaları sarkıtır. Sığırın eti hastalık, sütü şifa ve yağı devadır. İçyağ ve benzeri şeyler hastalıkların kökünü kazır. Lohusalı kadın, yaş hurmadan gördüğü şifayı başka bir şeyden görmez. Balık, bedeni eritir. (Yani kaba ve lüzumsuz etleri eritir ve insanı zindeleştirir) . Kur'ân okumak ve misvak kullanmak balgamı söker. Uzun yaşamak isteyen bir kimse, kahvaltısını erken yapsın, akşam yemeğini (tekrarlasın) ve pabuç giysin. Halk yağ kullanmaktan daha verimli bir tedavi usulü bulamamıştır. Refah ve sıhhat içinde yaşamak isteyen bir kimse, cinsi münasebeti ve borcunu azaltsın.
3. Haccâc-ı Zâlim bir doktora 'Bana öyle bir şey tavsiye et ki, onunla amel edip başkasına muhtaç olmayayım' dedi. Doktor şöyle tavsiyede bulundu:
Genç kadınlarla evlen. Etlerden ancak gencecik etleri ye. Hiçbir şeyi güzelce pişirmeden yeme. Hastalık olmadan keyfî olarak hiçbir ilâç içme. Meyvelerin iyi olmuş, tam kıvamına gelmiş olanını ye. Ancak yemeği güzelce çiğnedikten sonra yut. İstediğin yemeği ye. Fakat üzerine su içme. İçtiğin takdirde o zaman onun üzerine yeme. Küçük ve büyük abdestlerini bekletme. Gündüz yedikten sonra uyu. Geceleyin yediğin zaman uyumadan önce yüz adım da olsa yürü.
Arapların şu darb-ı meseli de aynı mânâyı taşımaktadır: 'Kahvaltı et ve uzan, akşam yemeği ye ve yürü'.
Denilir ki: 'Küçük abdestin bekletilmesi, yolu kapatılan suyun etrafını tahrip etmesi gibi bünyeyi tahrip eder!'
Damarların kesilmesi hastalığa, akşam yemeğini terketmek de ihtiyarlığa sebeptir. 66
Araplar şöyle derler: 'Kahvaltının terkedilmesi kalça yağlarını eritir'.
Hukemâdan biri oğluna şunları tavsiye etti: 'Ey oğul! Kahvaltını yapmadan evden çıkma. Çünkü akıl kahvaltı ile yerinde kaldığı gibi, saldırganlık da onanla kaybolur. Bir de çarşıda göreceklerine karşı isteklerini azalt'.
Bir hekim şişman birine târiz yoluyla şöyle dedi: 'Sırtındaki kadifeyi kim dokudu, bunu nasıl temin ettin?' Şişman 'Buğdayın özünü, genç hayvanın etini yemekle; menekşe ile yağlanıp, keten elbise giymekle temin ettim' dedi.
5. 'Perhiz hastalara faydalı, sağlamlara zararlıdır' denilmiştir.
Bazıları da şöyle söylemiştir: 'Kendisini (anormal) koruyan kimsenin zararı kesindir. Fakat sıhhatli olması şüphelidir'. Bu söz, sıhhatli bir kimse için tam yerinde söylenmiş bir sözdür.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Suheyb Rûmî'yi bir gözü ağrıdığı halde hurma yerken gördü ve bunun üzerine şunları söyledi:
Gözlerin ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?
Suheyb 'Ey Allah'ın Rasülü! Ağrımayan tarafıyla yiyorum' dedi. Bu cevabı alan Hazret-i Peygamber gülümsedi.
6. Ölünün geride kalan ailesine yemek götürmek, müstehabdır.
Câfer b. Ebî Tâlib'in ölüm haberi geldiğinde Allah'ın Rasülü şöyle demiştir:
Câfer'in aile efradı cenazeleriyle meşgul olduğundan yemeklerini yapamamaktadırlar. Bu bakımdan onlara yemek götürün. 67
O halde böyle yapmak sünnettir. Bu gibi bir yemek cemaate takdim edildiği zaman yenmesi helâldir. Ancak ölü üzerine ağlamak için tutulanlara veya yardımcılarına hazırlanmış olan yemek, bu hükmün dışındadır. Çünkü onlarla birlikte yemek, uygun bir hareket değildir.
7. Zâlimin sofrasında oturalamak gerekir. Eğer zâlimin sofrasında hazır bulunmaya zorlanıyorsa, o zaman azıcık yiyebilir. Zâlimin sofrasında nefis yemeği hiç yememeye dikkat etmelidir. Sultanın sofrasında hazır bulunan ve 'Benim oraya gitmem mecburi idi' diyen bir kimsenin şâhitliğini müzekki (Şâhitlerin hâlini tedkik ve teftiş eden memur) redderek şöyle dedi: 'Senin sofrada nefis yemek aradığını ve büyük lokmalar yaptığını gördüm. Oysa böyle yapman için seni zorlayan kimseyi de görmedim'. Sultan, bir ara bu müzekkiyi sofrasında yemeğe zorladı. Bu durum karşısında kalan zat, sultana şöyle dedi: 'Ya yeyip tezkiyecilik vazifemi bırakırım, ya da vazifeme devam etmek için yemem'. Bu vaziyet karşısında onun tezkiye ve teftişinin lüzumuna kani olanlar yakasını bıraktılar.
Hikâye olunur ki, Zünnûn-i Mısrî hapsedildi. Hapiste iken birkaç gün hiçbir şey yemedi. Âhiret yolunda kendisine kardeş olan bir hâtun yün bükerek kazandığından gardiyan vasıtasıyla ona yemek gönderdi. Zünnûn-i Mısrî (radıyallahü anh) , o yemekten yemedi. Bu durumdan ötürü o sâliha hâtun onun bu hareketini kınadı. Buna karşılık olarak Zünnûıı şöyle dedi: 'Yemek helâl idi. Fakat bir zâlimin tabağında bana geldiği için yemedim'. Zünnûn bu sözleriyle gardiyanın eline işaret etmektedir. Böyle hareket etmek, takvânın en yüksek zirvesine çıkmak demektir.
8. Feth el-Mevsılî ziyaretçi olarak Bişr el-Hafî'nin yanına gitti. Bişr cebinden onun için bir dirhem çıkarıp hizmetçisi Ahmed el-Celâ'ya verdi. 'Bununla nefis bir ekmek ve güzel bir katık al' dedi.
Ahmed şöyle der: 'Bu emir üzerine nefis bir ekmek satın aldım ve Rasûlüllah'ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) sütten başka hiçbir şey için şöyle dediğini hatırlıyor değilim:
Allahım! Bizim için onu bereketli kıl, onu bizim için artır. 68
Onun için süt ve güzel hurmadan da aldım. Getirip Feth'e takdim ettim. Feth, yediğini yedi, kalanını da alıp götürdü. Bu durumu gören Bişr şöyle dedi: "Neden Ahmed'e 'nefis bir yemek satın al' dedim biliyor musunuz? Çünkü nefis yemek samimi şükrü gerektirir. Bilir misin Feth neden bana 'Sen de ye' demedi ve beni yemeğe çağırmadı? Çünkü misafirin ev sahibini çağırmaya hakkı yoktur da ondan. Feth'in geri kalanları niçin götürdüğünü biliyor musunuz? Çünkü kişinin tevekkülü tam olduğu zaman artık yük ona zarar vermez".
Ebû Ali Rüzbârî bir ziyafet tertip edip o ziyafette bin kandil yaktı. Bu durum karşısında bir kişi kendisine itiraz etti. Bunun bir israf olduğunu söyledi. Bu itiraza karşı Rüzbârî itirazcıya şöyle dedi: 'İçeri gir ve Allah için yakmadığım bir kandili söndür'. Adam içeri girdi, fakat lâmbalardan bir tanesini bile söndüremedi. Böylece emeline nâil olamayarak çıkıp gitti.
Ebû Ali el-Rüzbârî, birkaç denk şeker satın aldı. Helvacılara şekerden bir kale yapmalarını emretti. Onlar da onun emrini yerine getirip, şekerden yapılmış nakışlı direkler üzerine oturtulmuş mihrablar ve şerefeler kurdular. Bütün bunları yaptıktan sonra sûfîleri davet etti. Sûfîler o duvarları yeyip bitirdiler
9. İmâm-ı Şâfiî yemeğin dört şekilde yenildiğini söyledi.
a) Bir parmakla yemek, bu kibarlıktandır.
b) İki parmakla yemek mütekebbirliktir.
c) Üç parmakla yemek sünnettir.
d) Dört ve beş parmakla yemek oburluktur.
Dört şey vardır ki, bedeni takviye ederler:
1) Et yemek
2) Güzel kokular sürünmek
3) Cinsî münasebette bulunmadan yıkanmak
4) Keten giymek
Dört şey vardır ki, bedeni zayıflatır:
1) Çok cinsî münasebette bulunmak
2) Çok üzülmek
3) Aç karnına çok su içmek
4) Otururken arkasını kıbleye çevirmek
Dört şey vardır ki; insanın gözünün nûrunu artırır:
1) Kıbleye doğru oturmak
2) Uyku ânında gözüne sürme çekmek
3) Yeşile bakmak
4) Temiz elbise giymek
Dört şey vardır ki, gözü zayıflatır:
1) Pisliğe bakmak
2) Asılmış insanın ölüsüne bakmak
3) Kadının fercine bakmak
4) Otururken arkasını kıbleye çevirmek.
Cinsî münasebeti artıran dört şey vardır:
1) Serçe eti yemek
2) Itrifili ekber (birkaç maddeden mürekkeb bir ilâcdır) almak
3. Habbet'il-Hazra ile bademden yapılan Füstuk denilen ilâcı yutmak
4) Maydanoz yemek
Dört çeşit yatma (uyuma) şekli vardır:
1) Sırtüstü yatmak
Bu tarzda uyumak peygamberlerin uykusudur. Peygamberler, bu şekilde uzanarak yer ve göklerin yaratılışını düşünürlerdi.
2) Sağ yana yatmak
Bu tarz uyumak, âlim ve âbid kimselere mahsusdur.
3) Sol tarafı üzerine uyumak
Böyle uyumak sultanların ve padişahların uykusudur. Onlar yediklerini hazmetmek için bu şekilde yatarlar.
4) Yüzüstü uyumak
Bu şekilde uyumak, şeytanlara mahsustur.
Aklı artıran dört şey vardır:
1) Fazla konuşmayı terketmek
2) Misvak kullanmak
3) Sâlih kimselerle oturmak
4) Âlimlerle oturmak
Dört şey vardır ki, ibadetten sayılır:
1) Abdestsiz adım atmamak
2) Çok secde etmek
3) Camilerden hiç ayrılmamak
4) Çokça Kur'ân okumak
Yine İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: 'Aç karınla hamama girip çıktıktan sonra yemeği tehir eden bir kimsenin nasıl olup da ölmediğine hayret ediyorum'.
Yine şöyle demiştir: 'Veba hastalığına Binefsec (Menekşe) den daha faydalı bir şeyin olduğunu zannetmem. Hasta olan kimse onunla hem yağlanır, hem de içer'.
En doğrusunu Allah bilir!
63) Müslim
64) Taberânî
65) Tirmizî ve İbn Hıbbân
66) Merceme b. Adî
67) Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce
68) Ka'b b. Mâlik