III. Kitabu Âdâb'il-Kesb ve'l-Meâş (Kazanç ve Geçim Âdâbı)
1. Kazancın Fazileti ve Kazanca Teşvik
2. Ticarî İlişkilerin Sıhhatini Bilmek
3. Ticarette Haksızlıktan Kaçınıp Adaletli Davranmak
4. Ticarette İhsan (İyi Davranmak)
5. Dünya ve Âhiret İşlerinde Tüccarın Dini için Titiz Davranması
Tevhîdinde hak ve bir olan Allah'tan başka herşeyin bütünüyle yok olup gideceğine inanan muvahhidin hamdiyle Allah'a hamdederiz. Hiç çekinmeden, Allah'tan başka herşeyin bâtıl olduğunu açık bir dille belirten bir kimsenin tâzimiyle Allah'ı tâzim ederiz. Yerde ve göklerde ne varsa, hepsi bir araya toplansa bile ne bir kara sineği, ne de bir çekirgeyi (veya zerreyi) yaratmaya güçlerinin yetmeyeceğini ilân eden bir kimsenin tebciliyle Allah'ı tebcil ederiz. Yeryüzünü kullarına yaygı ve döşek gibi serdiğinden, gökleri de kubbe olarak yücelttiğinden ötürü Allah'a şükrederiz. Geceyi gündüz üzerine sardığından, geceyi insanlar için örtü kılıp gündüzü de maişet zamanı kıldığından ötürü Allah'a şükrederiz. Gündüzü insanlar için maişet vakti kılmıştır ki, insanlar fazlını aramak için yeryüzüne dağılsınlar ve elde ettikleri nimetlerle ihtiyaçlarını gidersinler.
Rasûlü üzerine rahmet deryalarını coşturmasını talep ederiz. O öyle bir rasûldür ki, Mü'minler (kıyâmette) susuz olarak onun havzına vardıklarında kana kana o havuzdan içip dönerler. Onun âli ve ashâbı için de aynı temennide bulunuyoruz. O ashâb ki, İslâm'a yardımda zerre kadar ihmalkârlık yapmayıp canla başla çalışmışlardır.
Yarab! Hazret-i Peygambere ve ashâbına salât ve selâm eyle!
Terbiyecilerin terbiyesi, sebeplerin hazırlayıcısı olan Allah, âhireti sevab ve ceza evi, dünyayı da kazanç, çalışma ve zorlukları yüklenme yeri kılmıştır. Dünyadaki çalışma, sadece âhiret için olup, dünya geçimini ihmal etmek demek değildir. Aksine dünya geçimliği, âhirete selâmetle vardırmak için vesile ve âhiret için yardımcıdır. Bu bakımdan dünya, âhiretin tarlasıdır ve âhirete selâmetle vardıran bir merdivendir.
İnsanlar (kazanç hususunda) üç kısma ayrılır:
a) Dünya geçimiyle meşgul olan ve kendisini âhiretinden tamamen uzaklaştıran kişi ki helâk olanlardandır.
b) Âhireti kendisini dünya geçiminden alıkoymuş olan kişi ki kurtulmuşlardandır.
c) Âhiretini düşünerek çalışıp, dünya ile ikisini birden yürüten kişi ki orta yolda gidenlerdendir. İktisad mertebesine (itidale) , ancak kazanç elde etmek hususunda doğru yoldan ayrılmayan bir kimse varabilir. Dünyasını âhirete vesile yapsın diye çalışan bir kimse, ilâhî nizamın edebleriyle edeblenmedikçe bu sahada ilerlemiş sayılmaz. Biz ticaret, sanat ve diğer çalışma dallarının edeb ve sünnetlerini teker teker sayacağız ve bunları beş bölümde açıklayacağız:
Birinci Bölüm: Kazancın fazileti ve ona teşvik edici deliller
İkinci Bölüm: Ticarî ilişkilerin sıhhatini bilmek
Üçüncü Bölüm: Ticarette adâletli olmak
Dördüncü Bölüm: Ticarette iyi davranmak
Beşinci Bölüm: Tüccarın kendisini ve dinini koruması
Âyet-i Kerîmeler
Gündüzü ise, geçim vakti kıldık. (Nebe/11) .
Orada sizin için ve (beslediğinizi sandığınız, fakat aslında) sizin beslemediğiniz kimseler için geçimlikler meydana getirdik. (Hicr/20)
(Hac mevsiminde) rabbinizin lütuf ve keremini aramanızda (alışveriş yapmanızda) sizin için bir günah yoktur. (Bakara/198) .
Bir kısmı Allah'ın fazlından rızık aramak için (ticaret maksadıyla) yeryüzünde yol tepecekler. (Müzzemmil/20)
Sonra namaz kılınınca yeryüzüne dağılın da, Allah'ın fazlından rızık arayın. (Cum'a/10)
Hadîsler
Günahlardan bir kısım vardır ki, onlara ancak kazanç yolunda çekilen üzüntü ve yorgunluklar kefaret olur.
Dürüst tüccar kıyâmet gününde sıddîk ve şehidlerle beraber haşrolunur. 1
Kim nefsini dilencilikten korumak, çoluk çocuğunun nafakasını temin etmek ve fakir komşularına yardım etmek için helâlinden kazanırsa, o kimse kıyâmet gününde Allah'ın huzuruna yüzü ayın ondördü gibi parıl parıl parladığı halde varır. 2
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) günün birinde ashâbıyla beraber oturuyordu. Ashâb-ı kirâm güçlü, kuvvetli ve sabahın erken saatlerinde çalışmaya giden bir genç görürler ve şöyle derler: 'Bu gence yazık! Keşke gençliğini ve kuvvetini Allah yolunda sarfetseydi'. Bunun üzerine Hazret-i
Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
Böyle söylemeyin! Eğer bu genç nefsine yardım etmek, nefsini dilencilikten korumak ve insanlara muhtaç olmamak için çalışıyorsa, onun bu çalışması Allah yolundadır. Eğer düşkün ebeveyninin nafakası veya zayıf olan çoluk-çocuğunun nafakası için çalışıp onları kimseye muhtaç etmemek ve dilenmekten korumak gayesini güdüyorsa bu da Allah yolundadır. Eğer böbürlenmek ve servetinin çokluğuyla arkadaşlarına karşı gururlanmak için çalışıyorsa, onun çalışması şeytan yolundadır. 3
Allahü teâlâ , insanlara muhtaç olmaktan kurtulmak için herhangi bir iş edinen kulunu muhakkak sever. Mal kazanmaya âlet etmek için ilim öğrenen kuluna da muhakkak buğzeder. 4
Muhakkak ki, Allahü teâlâ, sanatkâr bir Mü'mini sever. 5
Kişinin yediği en helâl nafaka, kazancından (el emeğinden) ve dürüst alışverişten yediği nafakadır. 6
Kulun yediği en helâl rızık - (Allah rızası için) nasihatta bulunduğu takdirde- sanatkârın kazandığıdır. 7
Ticaret yapınız! Çünkü rızkın onda dokuzu ticarettedir. 8
Anlatıldığına göre, Hazret-i isa (aleyhisselâm) bir kişiyi görür ve ona şöyle sorar.
-Ne yapıyorsun?
-Allah'a ibadet ediyorum.
-Senin geçimini temin eden kim?
-Kardeşim.
-O halde senin kardeşin senden daha fazla Allah'a ibadet ediyor.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ben sizi cennete yaklaştırıp ateşten uzaklaştırıcı olan her ne biliyorsam muhakkak onu yapmanızı size emrettim. Yine sizi cennetten uzaklaştırıp cehenneme yaklaştırıcı bildiğim herşeyden sizi nehyettim. Rûhu'l-Emîn (Cebrâil) benim kalbime vahyetti ki, herhangi bir nefis dünyadaki rızkını sonuna kadar almadıkça ölmez. Her ne kadar o rızık, bazen gecikse bile. . . Bu bakımdan Allah'tan korkunuz! Rızık ararken güzel ve helâl yollardan arayınız. 9
Görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) burada güzel ve helâl yollardan rızık aramayı emir buyurmaktadır. 'Rızık aramayı bırakınız' demiyor. Sonra hadîsin sonunda şöyle buyurmuştur:
Sakın rızkın herhangi bir kısmının gecikmesi sizi Allah'a isyan ederek rızık aramaya sevketmesin. Zira günah ile Allah'ın nezdinde bulunan rızka asla erişilmez.
Pazarlar Allahü teâlâ'nın kurulmuş sofralarıdır. Kim o sofralara gelirse mutlaka nasibini alır. 10
Herhangi birinizin eline bir ip alıp sırtında odun taşıması, Allah'ın fazlından rızık verdiği bir kişiye gelip dilenmesinden daha hayırlıdır. İster o servet sahibi kendisine versin, isterse vermeyip reddetsin. 11
Kim nefsi için dilencilikten bir kapı açarsa Allahü teâlâ onun üzerine fakirlikten yetmiş kapıyı açar. 12
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Lokman Hekîm, oğluna şöyle demiştir: 'Ey oğlum! Fakirlikten helâl kazanç ile korun. Zira fakir olan bir kimseye üç felâket isabet eder:
a) Dini zayıflar.
b) Aklında za'fiyet belirir.
c) Mürüvveti gider. Bu üç felâketten daha şiddetlisi ise, halkın kendisiyle alay etmesidir'.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: "Sizden hiç kimse çalışmayı bıraktığı halde oturarak 'Ey Allah'ım! Bana rızık gönder' demesin; zira biliyorsunuz ki, gökler altın ve gümüş yağdırmamaktadır".
Zeyd b. Mesleme, arazisinde fidan dikerdi. Hazret-i Ömer kendisine 'Çok isabetli bir iş yapıyorsun, sakın kimseye muhtaç olma, bu senin dinin için daha koruyucu olur ve seni halkın gözünde daha da büyütür. Nitekim kardeşiniz Uhayha b. Cüllah şöyle demiştir:
Ben (Medine arazisinden bir parça olan) Zevrâ'yı sulayıp imar etmekteyim. Zira arkadaşları nezdinde ancak mal sahibi olan bir kimse kıymetlidir.
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) 'Herhangi bir kimseyi, ne dünyasının ve ne de âhiretinin emrinde çalışır olarak görmezsem ondan ikrah ederim' demiştir.
İbrahim en-Nehâî'ye, doğru olan tüccarın hali soruldu: 'Sence doğru bir tüccar mı daha iyidir, yoksa tamamen kendisini ibadete veren bir âbid mi?' İbrahim ise şöyle cevap verdi: 'Bence doğru tüccar daha iyidir. Çünkü doğru tüccar daimî bir cihad halindedir. Şeytan ölçek ve tartı hususunda devamlı ona hücum eder vermek ve almak cephesinden de ona hulûl etmek ister. O ise, şeytanla mücahede ederek onu püskürtür'.
Hasan-ı Basrî şöyle buyurmuştur: 'Bence çoluk çocuğum için alış veriş yaptığım bir yerde ecelimin gelip gırtlağıma sarılmasından daha sevimli bir ölüm yeri yoktur'.
Hadîs âlimi Haysem b. Cemil el-Bağdadî 'Çok zaman benim aleyhimde konuştuğunu kişiden işitmiş olurum. Hiçbir şeyde ona muhtaç olmadığımı hatırlayarak aleyhimdeki sözlerinin hiçbir kıymet taşımadığını hissederim' demiştir.
Eyyûb b. Temime es-Sahtiyânî 'Çalışıp helâlinden az kazanmak, dilenip çok kazanmaktan benim için daha sevimlidir' demiştir.
İbrahim b. Edhem, gazaya gitmek üzere gemiye binmiş iken şiddetli ve ters bir rüzgâr esmeye başlar. Gemide bulunanlar, beraberlerinde bulunan İbrahim b. Edhem'e şöyle derler:
-Sen şu şiddetli rüzgârı görmüyor musun?
-Bu şiddet ne ki! Şiddetin en hakîkisi insanlara muhtaç olmaktır.
Yine Eyyûb es-Sahtiyanî der ki: "Ebû Kulabe13 bana 'Pazardan ayrılma (alışveriş yap) ; zira en büyük huzur insanlara muhtaç olmamaktır' demişti".
Ahmed b. Hanbel'e 'Evinde veya camide oturup 'Ben çalışmayacağım, takdir edilen rızık kendiliğinden bana gelsin' diyen bir kimse hakkında ne dersin?' diye sorulduğunda îmanı Ahmed şöyle cevap vermiştir: 'Bu kimse, ilmi bilmeyen ve düşüncesinde sapıtan bir kimsedir. Acaba bu insan Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu hadîslerini duymamış mı?'
Allah benim rızkımı mızrağımın gölgesi altında kılmıştır. 14
Kuş, sabahleyin yuvasından karnı aç olarak çıkar. Akşamleyin yuvasına karnı tok olarak döner. 15
Rasûlüllah'ın ashâbı, karada ve denizde ticaret yaparlardı. Hurmalıklarında çalışırlardı. Onlara uymak elbette bir müslümanın gereken vazifelerindendir ve elbette ki, ancak onlara uyulur. Gerisi boş laftır.
Ebû Kulabe bir kişiye 'Seni maişetini temin etmek için çabalarken görmem, seni mescidin köşesinde görmemden daha sevimli gelir bana' demiştir.
Ebû Amr el-Evzâî, İbrahim b. Edhem'le karşılaşır ve İbrahim'in sırtında bir bağ odun görür. İbrahim'e şöyle der: 'Ey Ebû İshak! Ne zamana kadar odun taşıyacaksın? Oysa senin kardeşlerin senin yerine çalışabilirler?' Bunun üzerine İbrahim, Evzâî'ye şu cevabı verir: 'Ey Ebâ Amr! Bana böyle serzenişte bulunma! Zira ben bir kısım şeyhlerden şöyle buyurduklarını işittim: "Herhangi bir kimse helâlinden kazanmak yolunda bir zillete düşerse, ona Allah'ın cenneti vacib olur'.
Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle der: 'Bizce ibadet, daima namaz kılmaktan ve başkasının senin nafakanı temin etmesinden ibaret değildir. Fakat önce ekmeğini temin etmekle işe başla. Onu elde et. Sonra (dâimî) ibadetle meşgul ol'. 16
Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde bir tellâl şöyle bağırır: 'Allah'ın yeryüzünde buğzettiği kimseler nerede?' Bu çağrı üzerine, mescidlerde dilenenler ayağa kalkarlar".
Bu söz, İslâm'ın dilenciliği ve başkasından rızık teminine güvenmeyi kötülediğine işarettir. Babasından miras yoluyla kalan malı yoksa, ancak çalışmak ve ticaret yapmak kişiyi böyle bir felâketten kurtarır.
Bana 'malı derle ve tüccarlardan ol!' diye vahyedilmedi, bana sadece şu şekilde vahyedilmiştir: 'Rabbinin hamdiyle tesbih et ve secde edenlerden ol! Ölüm sana gelinceye kadar rabbine ibâdet et'. 17
Selman-ı Fârisî'ye 'Bize tavsiyede bulun!' denildiğinde, 'Sizden herhangi bir kimse hacı olarak veya gâzi veya rabbi için bir mescidi tamir edici olarak ölmek gücüne sahip ise bu şekilde ölsün. Sakın sizden herhangi bir kimse tüccar veya harac toplayıcısı olarak ölmesin!' buyurmuştur. Şayet yukarıda zikrettiğimiz Hazret-i Peygamber'in hadîsîyle, Selman-ı Farisî'nin sözünü öne sürecek olursan, cevap olarak deriz ki; bu hususta gelen bu haberlerin arasındaki şeklî zıddiyetin kaldırılması, cem ve telif edilmesi, hâllerin anlaşılmasına bağlıdır. Bu bakımdan biz 'Ticaret mutlak mânâda, herşeyden daha üstün ve efdaldir' demiyoruz. Aksine deriz ki; ticaret ya zarurî nafakayı temin etmek veya servet edinmek ya da yeterli miktardan daha fazlasını elde etmek için istenilir. Bu nedenle eğer ticaretten (zarurî ihtiyaçtan) daha fazla malın çoğalması ve birikmesi isteniliyorsa ve 'Bu mal, hayır yerlerine ve sadakalara sarfedilsin' niyeti de işin içerisinde yoksa, böyle bir ticaret, kötü bir ticarettir. Zira bu ticaret, her hatanın başı ve temeli olan dünya sevgisine sarılmaktan başka bir mânâ taşımamaktadır. Ticarette niyet bu olmakla beraber, tüccar zâlim ve hain ise, o zaman bu mânâdaki ticaret sadece zulüm ve fasıldık olur. İşte Selman-ı Fârisi 'Sakın tüccar ve harac toplayıcısı olarak ölme!' sözüyle bunu kasdetmektedir. Aynı zamanda, tüccardan yeterli olandan daha fazlasını kötü emellerine erişmek için talep eden bir kimseyi kasdetmektedir. Ticaretten başka geçim yolu olmayıp, ancak ticaretle ailesini geçindirecekse böyle bir kimsenin ticaret yapması onun için faziletli bir hareket olur. Tembel tembel oturup insanların kendisine yardım etmelerini beklemektense, ticaretle uğraşmalıdır. Hatta böyle durumlarda ticaretle uğraşarak ailesini geçindirmek bedenî ibadetlerle meşgul olmaktan daha iyidir.
Kazancın terkedilmesi, dört zümre için, terkedilmemesinden daha efdaldir:
1. Bedenî ibadetlerle meşgul olan âbidler.
2. Mükâşefe ve hâl ilimlerinde kalben çalışıp bâtını ile seyreden kişiler.
3. İnsanlara dinî konularda yardımcı olan zâhir ilimleriyle uğraşan âlim, müftü, müfessir, muhaddis ve benzerleri.
4. Sultan, kadı ve benzeri gibi toplumun işleriyle uğraşanlar.
İşte bu zümreler, toplum yararına harcanmak için bulunan servetten zarurî ihtiyaçlarını karşıladıkları zaman veya fakirler ve âlimler için fîsebîlillah vakfedilen kaynaklardan zarurî ihtiyaçlarını aldıkları zaman, üzerinde bulundukları vazifeleriyle meşgul olmaları, çalışmalarından daha üstündür. Bu sırra binaendir ki, Allahü teâlâ -daha önce geçtiği gibi- Rasûlü'ne 'Rabbinin hamdiyle tesbih et ve secde edenlerden ol!' diye vahiy göndermiş, 'Tüccarlardan ol' diye vahiy göndermemiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber, saydığımız bu dört vasfı nefsinde bulunduran bir zattı. Bir de dil ile vasfedilmesi mümkün olmayan ek vazifeleri vardı. Yine bu sırra binaendir ki, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) halife seçildiği zaman, ashâb-ı kirâm (radıyallahü anh) kendisine ticaretle meşgul olmayı terketmesini söylediler. Zira ticaretle uğraşması, kendisini toplumun işlerinden uzaklaştırırdı. Böylece kendisi zarurî ihtiyacını devlet hazinesinden karşılıyordu ve böyle yapmasının ticaret yapmaktan daha evlâ olduğuna da kanaat getirmişti. Sonra vefat ettiği zaman, devlet hazinesinden aldıklarının geri verilmesini vasiyyet etti. Fakat halife seçildiği ilk dönemde maaş alıp müslümanların idaresiyle meşgul olmayı daha üstün görmekteydi.
Bu dört sınıf insan için iki hâl daha vardır:
A) Bunlar çalışmayı terkettikleri zaman, zarurî ihtiyaçları ancak halkın elinden, halkın verdiği zekât ve sadakalardan dilenciliğe muhtaç olmaksızın temin edilir. Bu bakımdan böyle bir durumda, çalışmayı terkedip vazifeleriyle meşgul olmaları daha evlâdır. Zira vazifeleriyle meşgul olmaları, müslümanlara hayırlı işlerde yardım etmektir. Bir de müslümanlardan, müslümanların boynunda farz bulunan bir hakkı kabul edip yüklenmektedirler.
Böyle yapmak, onlar için daha efdal ve evlâdır.
B) İkinci hâl, dilenmeye muhtaç olmaktır. Yani yukarıda belirtilen vazifelerine devam etmek için çalışmayı terkederlerse, nafakalarını ancak dilenmek suretiyle temin edeceklerdir. İşte bu durum, üzerinde düşünülecek bir durumdur. Dilencilik ve onu kötülemek hususunda yukarıda rivâyet ettiğimiz şiddetli haberler zâhirde dilencilikten kaçınmanın başka bir vazifeyi görmekten daha evlâ olduğuna delalet ederler. Fakat durumları tedkik etmeksizin şahısların hususî ve umumî hallerini göz önünde bulundurmaksızın 'Bu hadîsler mutlaka dilenciliği menetmekte ve zemmetmektedir' demek çok zor bir hüküm olur! Belki bu hüküm, esasında kulun ictihadına ve nefsi hakkındaki düşüncesine havale edilmiş bir hükümdür. Şöyle ki; meşgul olduğu ilim ve amelden kendisine ve başkalarına dokunacak fayda ile, dilenciliğin şahsındaki zilletini ve başkalarına yükleyeceği yükü mukayese eder. Bu takdirde çok kimse vardır ki, halka temin ettiği fayda ve kendisinin de ilim ve âmelle meşgul olmaktaki faydası çoğalır. Az bir târiz ve işaret yapmak suretiyle zarurî ihtiyacının tahsili ise, bu faydalara nisbet edildiği zaman, daha basit gelir kendisine. . Çok kimseler hakkında da bu durumun tanı aksi tecelli etmektedir.
Çok zaman durumundan elde ettiği fayda ile mahzuru karşılaştırır, ikisi eşit çıkar. Bu bakımdan müridin böyle bir durumda müftîler kendisine fetva verseler dahi kalbinden fetva istemesi daha uygundur. Zira fetvalar suretlerin tafsilâtları ve durumların incelikleri ihâta edilmeksizin verilirler, (Ama şahıs kendi iç âlemini ve ahvâlinin inceliklerini güzelce ihâta edebilir. O halde kendi fetvası, kendisi için daha uygun ve muteberdir. Eğer fetva verecek kabiliyette ise) .
Seleften bazı kimselerin üçyüzaltmış dostu vardı. Bütün seneyi bu dostlarının her birine bir gece misafir gitmek suretiyle geçirirdi. Bir kısmının da otuz dostu vardı. İşte bunlar ibadetle meşgul olup (dostlarından geçiniyorlardı) . Çünkü kesinlikle bilirlerdi ki; geçimlerini sağlayan dostları, böyle yapmaktan aciz olmadıkları gibi, kendilerine -iyilikleri bu sâlih kimselerce kabul olunduğundan ötürü- bunu bir minnet sayarlar. Bu bakımdan selef-i sâlihînden bu kimselerin dostlarının iyiliklerini kabul etmeleri, onların ibadetlerine eklenen bir hayırdı. O halde, bu konularda inceden inceye ve derin bir şekilde düşünmek gerekir. Eğer alan, kabul ettiği mal ile dinine yardım ediyor, veren de cânu gönülden veriyorsa, alanın ecri de verenin ecri gibidir. Bu mânâlara muttali olan bir kimse, nefsinin hâlini bilmek imkânına sahip olabilir. Hâline ve vaktine nisbetle kendisi için neyin yapılmasının daha efdal ve uygun olduğunu da kalbine danışarak öğrenebilir. İşte bu, kazancın faziletidir. Bu bakımdan kazanca vesile olan akid, dört hususu kapsayıcı olmalıdır:
1. Sıhhat
2. Adâlet
3. İhsan
4. Dinî (emirlere) gösterilen titizlik
O halde biz, bu dört hususun herbiri hakkında bir bölüm ayıracak ve ikinci bölüme sıhhat sebeplerini zikrederek başlayacağız.
1) Tirmizi ve Hâkim, (Ebû Said'den)
2) Ebû Şeyh, Ebû Nuaym ve Beyhakî, (Ebû Büreyde'den)
3) Taberânî, (Ka'b b. Acre'den zayıf bir senedle)
4) Irakî, hadisi bu şekilde görmediğini kaydeder.
5) İbn Adiyy, (İbn Ömer'den zayıf bir senelie)
6) İmâm-ı Ahmed, (Rafî'den)
7) İmâm-ı Ahmed, (Ebû Hüreyre'den)
8) İbrahim el-Harbî, (Ebû Nuaym b. Abdurrahman'dan
9) İbn Eb'id-Dünya ve Hâkim, (İbn Mes'ûd'dan)
10) Irakî, hadîsi merfû olarak görmediğini kaydeder.
11) Müslim ve Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
12) Tirmizî, (Ebi Kebşe'den)
13) Bu zat, mevsuk ve mutemed bir zâttır. H. 114 senesinde kadı olmak istemediği için kaçmış ve Şam'da vefat etmiştir.
14) İmâm-ı Ahmed
15) Tirmîzî ve İbn Mâce
16) Ebû Nuaym, Hilye; 'Nefsin nafakası teinin edildiği zaman itminana kavuşur ve ibadet için boşalır. Veseveseler de böyle bir nefisten uzaklaşırlar'.
17) İbn Merduveyh, (İbn Mes'ûd'dan)
Her çalışan müslümana bu konunun ilmini elde edip bilmek farzdır. Zira ilmin elde edilmesi, her müslüman için farzdır ve müslümanların boynunda farz olan ilim de, muhtaç olduklarının ilmidir. Çalışan bir müslüman ise, çalışma ilmine muhtaçtır. Ne zaman ki, bu konunun ilmini elde ederse, muâmeledeki bozucu unsurlara vâkıf olur ve böylece onlardan sakınır. Bu konunun dışında kalan müşkül ve girift fer'î meseleler ise, o meselelerin neden girift olduklarına vâkıf olup onları bilen kimselerden sorup hakîkatlerini öğreninceye kadar onlar hakkında menfî veya müsbet bir hüküm vermekten kaçınmalıdır; zira kişi, fesadın sebeplerini icmalî de olsa bilmediği zaman, ne zaman duraklamasını ve ne zaman meseleyi soracağını bilemez. Eğer kişi 'Ben çalışma ile ilgili ilmi daha önceden öğrenmeyi bir ihtiyaç saymam. Ancak çalışıp sabrederim. Ne zaman bir hâdise vâki olursa, o zaman gidip öğrenirim ve bilmediğim için de ehlinden fetva isterim' derse, ona şöyle cevap verilir: Akidleri nelerin bozduğunu özet olarak bilmediğin zaman, hâdisenin meydana geldiğini ne ile bileceksin? Zira özet olarak akidleri nelerin bozduğunu bilmeyen bir kimse fasid olduğu halde- alışverişine ve tasarruflarına devam edip gider. Onların sahih ve mübah olduklarını zanneder. Bu bakımdan mübah olanı, mahzurlu olandan ayırmak, girift yerleri açık yerden tefrik etmek için az da olsa ticaret ilmini bilmek gerekir. Bu sırra binaen Hazret-i Ömer çarşıda gezer, bazı tüccarları kamçısıyla dövüp şöyle derdi:
Bizim çarşımızda ancak bilenler alışveriş yapabilir. Aksi takdirde bilmeyen Allah'ın haram kıldığı ribâyı ister istemez yer!
Akidlerle ilgili ilim çoktur. Ancak yukarıda beyan ettiğimiz bu altı akidden çalışan bir kimse hiçbir zaman ayrılamaz. Bu altı akid de şunlardır:
1. Bey' (Alışveriş)
2. Riba
3. Selem
4. İcare
5. Şirket
6. Kırâd
3- Ticarette Haksızlıktan Kaçınıp Adaletli Davranmak
İki kişi arasındaki ticarî ilişki öyle bir şekilde cereyan eder ki, müftü bu muamelenin sıhhatine hükmeder. Fakat aslında bu muamele haksızlığı gerektirecek denli haddi aşar ve muamelenin sahibi Allah'ın gazabına müstehak olur; çünkü yasak olan herşey, anlaşmanın bozulmasını gerektirmez. Bu da zararın umumi olması ve sadece anlaşmanın kendisiyle yapıldığı kişiye mahsus olması bakımından iki kısma ayrılır:
Bu da birkaç çeşittir ve birincisi ihtikâr/karaborsacılıktır. Yiyecek maddelerini satan bir kimse o maddeleri fiyatların yükselmesine kadar depo edip bekletiyorsa, bu bekletme umumî bir zulümdür. Bunu yapan insan, şer'an kötü bir insandır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Bir kimse kırk gün yiyecek maddelerini depo edip (pahalansın diye) bekletirse, sonra o maddelerin hepsini Allah yolunda sadaka verse bile onun bu sadakası ihtikârcılığının kefareti olamaz. 24
İbn Ömer, Hazret-i Peygamber'den (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle rivâyet eder:
Her kim kırk gün yiyecek maddelerini (ihtiyaç olduğu halde) istif edip satmıyor ve pahalılığı bekliyorsa, hem onun Allah'tan ilgisi, hem de Allah'ın ondan ilgisi kesilir!25
Böyle yapan bir kimsenin bütün insanları öldürmüş gibi olacağı söylenmiştir.
Hazret-i Ali'den şöyle rivâyet edilir: 'Kırk gün yiyecek maddelerini (pahalı satmak için) istif eden bir kimsenin kalbi katılaşır'.
Yine Hazret-i Ali ihtikârca bir kimsenin istif ettiği yiyecek maddelerini ateşe atıp yakmıştır. İhtikârı terketmenin fazileti hakkında Hazret-i Peygamber'den şu hadîs rivâyet edilmektedir:
Kim günün rayiciyle satmak üzere bir yiyecek maddesi getirirse, sanki o yiyecek maddesinin tamamını sadaka vermiş gibi olur. 26
Başka bir lâfızda 'Sanki bir köleyi âzad etmiş gibi olur' şeklinde gelmiştir.
'Kim mescid-i haram'da. haktan saparak zulüm yaparsa ona acıklı bir azab tattırırız' (Hac/25) ayetinin tefsirinde İhtikâr zulümdendir ve bu ilâhî tehdide dâhil olmaktadır' denilmiştir.
Rivâyet edilir ki; Vasıt şehrinde bulunan seleften bir zât orada bir gemi dolusu buğdayı Basra'ya doğru yola çıkarır ve Basra'daki vekiline şöyle yazar: 'Bu buğdayı Basra'ya. geldiği zaman günün rayiciyle sat. Sakın onu yarma tehir etme'. Buğdayın Basra'ya. gelişi maddelerin ucuz olduğu bir güne rastlar. Tüccarlar buğdayı satana derler ki: 'Bir hafta tehir ettiğin takdirde bugünkü kârın birkaç mislini kâr edersin'. Adam buğdayı bir hafta tehir eder ve geldiği günün kârının birkaç mislini kâr eder. Mal sahibine bu durumu daha sonra bildirir. Mal sahibi de kendisine şöyle yazar:
Biz dinimizin selâmetiyle beraber az kâra kanaat getirmiştik. Sen ise sözümüze muhalefet etmiş bulunuyorsun. Biz dinimizden herhangi bir şeyin elden gitmesi pahasına birkaç misli kâr etmeyi dahî sevmeyiz. Sen bizim nâmımıza bir suç işlemiş bulunuyorsun. Bu bakımdan benim bu mektubum eline varır varmaz, bütün malı al! Basra fakirlerine sadaka ver. Keşke o malın bütününü sadaka vermek suretiyle başbaşa ne lehte ve ne aleyhte olmak suretiyle ihtikârcılığın günahından yakayı kurtarmış olsaydım.
İhtikârcılık hususundaki yasak, mutlak ve kayıtsızdır. Vaktin ve satılan yiyecek maddelerinin cinsi hakkında düşünmek gerektir.
Gıdaların bütün cinslerinde ihtikâr yasaktır. Gıda olmayan ve gıda olan maddelere yardımcı da bulunmayan ilâçlar, bitkiler, zaferan ve benzerleri gibi nesnelere gelince, bunlar ihtikârcılık hakkında vârid olan yasak hükmüne dâhil olamazlar. Her ne kadar bunlar yenecek (ve yutulacak) maddeler ise de. . . Et ve meyveler gibi gıdaya yardımcı olan, daimî değil de arada sırada gıdanın yerini tutan maddelere gelince, onlarda bu yasak hükmünün uygulanıp uygulanmayacağı biraz düşünülmesi gereken bir durumdur. Alimlerden bazıları bu yasak hükmünün yağ, bal, susam, peynir, zeytinyağı ve bunların yerini tutan maddelerde de vârid olduğunu söylemişlerdir.
Yiyeceklerin cinsi gibi bu yasak hükmünün bütün vakitlerde geçerli olması muhtemeldir. Basra'ya gönderilen ve yüksek fiyatla satılmak istenen buğday hikâyesi buna delildir. İhtimal ki bu yasak, yiyecek maddelerinin az olduğu ve halkın onlara karşı ihtiyacı bulunduğu bir vakte tahsis edilsin. Çünkü bu takdirde yiyecek maddesinin satışını geciktirmekte zarar sözkonusudur. Yiyecek maddelerinin çok bulunduğu ve halkın onlara pek fazla bir ihtiyacı bulunmadığı ancak onları az bir fiyatla almaya talip oldukları bir zamanda ise, bu maddelerin sahibi -onları istif etmekle gayesi herhangi bir kıtlığa sebep olmak değilse- istif edebilir. Böyle bir istifçilikte hiçbir kimseye zarar vermek sözkonusu değildir.
Zaman kıtlık zamanı ise, balın, yağın, susamın ve benzerlerinin depo edilmesinde başkalarına zarar vermesi sözkonusu ise, bu takdirde bu malın depolanmasının haram olup olmadığı, halka zarar verip vermediğine bağlıdır. Çünkü sadece yiyecek maddelerinin ihtikârcılığını haram etmekten bu anlaşılmaktadır.
Eğer yiyecek maddelerinin istifçiliği başka bir kişiye zarar vermezse dahi, mekruh olmaktan asla kurtulamaz. Zira bu ihtikâr işini yapan şahid, zararın başlangıcını beklemek, zararın kendisini beklemek gibi mahzurludur. Ancak zararın kendisini beklemek, daha fazla mahzurludur. Zararın kendisini beklemek bilfiil başkasına zarar vermekten daha az mahzurlu olduğu gibi. . . Bu bakımdan zarar vermenin dereceleri miktarınca kerahiyet ve haramlık dereceleri de değişir.
Kısaca, yiyecek maddelerinde ticaret yapmak müstehab değildir; zira böyle bir ticaret, kârı beklemek demektir. Yiyecek maddeleri ise beşerin hayatını devam ettirmek için asıl faktörler olarak yaratılmıştır. Kâr ise, fazlalıkların cümlesindendir. Bu bakımdan kârı temeli teşkil eden maddelerden değil, fazlalıklar cümlesinden olan maddelerden elde etmeye bakmalıdır. Öyle maddeler ki bünyenin onlara zarurî olarak ihtiyacı sözkonusu değildir.
Bu sırra binaen tâbiîn-i kirâmdan bir zat bir kişiye şöyle vasiyette bulunmuştur: 'Sakın çocuğunu iki çeşit alışveriş ve iki çeşit sanata çırak olarak verme! a) Yiyecek maddelerini satmak, b) Kefenleri satmak; zira bu nesneleri satan kimse, daima kıtlığı ve insanların ölmesini temenni eder. O iki sanat ise, a) Mezbahacı olmaktır. Çünkü bu sanat, kalbi katılaştırır. b) Kuyumcu olmaktır. Çünkü kuyumcu olan bir kimse, dünyayı altın ve gümüşle süslendirir'.
İkincisi, parayı karşıdaki adama verirken geçerli olmayan kalp paraları sokuşturmaktır. Bu da zulümdür. Zira muamele yapan kişi, eğer bilmezse, böyle yapmakla zarar görür. . . Eğer biliyorsa o da başkasına bunu sokuşturmaya kalkışacaktır. Üçüncüsü ve dördüncüsü de böyle yapacaktır ve bu kalp para ellerde dolaşacak, zarar umumîleşecek ve fesad gittikçe genişleyecektir. Hepsinin günâhı ve vebâli ise, ilk defa bu işi yapana ait olacaktır. Zira bu kapıyı ilk kez açan odur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kim kötü bir âdet icad edip kendisinden sonra gelenler o âdetle amel ederse, o âdetten neş'et eden günah, ilk icad edenin boynunda olduğu gibi, o kötü âdetle ondan sonra amel edenlerin günahları kadar da günahlarından birşey eksik olmaksızın onun defterine işlenir. 27
Âlimlerden biri şöyle buyurmuştur: 'Kalp olan bir dirhemi infak etmek, yüz dirhemi çalmaktan daha beterdir; zira çalmak, bir günahtır ve sona ermiştir. Kalp parayı piyasaya sürmek ise, dinde gösterilen bir bid'attır ve kötü bir yoldur. Kalpazandan sonra gelenler de o parayla alışveriş yapacaklardır. Bu bakımdan kalpazan öldükten sonra yüz seneye kadar o para ile muamele edenlerin günahı kadar onun defterine günah yazılacaktır veya iki yüz seneye kadar veya o para yok oluncaya kadar onun defterine devamlı günah işlenecektir. Günahı da kendisiyle beraber ölen kimseye ne saadet! Uzun azap o kimseye olsun ki, kendisi ölür, günahları yüz sene, iki yüz sene veya daha fazla devam eder. O da kabrinde habire günahlardan ötürü azap çeker ve o günahlar sona erinceye kadar onların hesabını verir. Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Gerçekten biz ölüleri diriltiriz. (Ölümlerinden önce iyi ve kötü) ileri gönderdikleri amelleri ve (öldükten sonra) geri bıraktıkları iyi ve kötü eserleri yazarız. Biz herşeyi Levh-i Mahfuz'da yazıp saymışızdır. (Yâsin/12)
Yani insanların ölmeden önce âhirete gönderdikleri amellerini yazdığımız gibi, geride bıraktıkları iyi veya kötü amellerini de yazıyoruz!
(O zaman) insanın yapıp öne sürdüğü (yapmayıp) geri bıraktığı herşey kendisine haber verilir. (Kıyâmet/13)
Bu gibi ayetlerin tefsirinde şöyle denilmiştir: İnsanoğlunun bıraktığı kötü bir âdet ki, başkaları onunla amel etmiştir. İşte geriye bıraktığı budur.
Bilinmiş olsun ki, kalp paralarda riayet edilmesi gereken beş mesele vardır:
1. Kişinin sermaye (kapital) olarak verdiği paradan kalp olduğu için, birşey geriye iade edilirse, onu ellerin yetişmeyeceği bir kuyuya atması uygundur. Başka bir alışverişte onu piyasaya sürmekten sakınmalıdır. Eğer o kalp parayı, bir daha kendisiyle muamele edilmeyecek derecede bozarsa caizdir.
2. Ticaret yapan bir kimseye parayı anlamak ve öğrenmek farzdır. Bu öğrenmekten gayem kendisini kalp paradan korumak değildir. Bilakis gayem, bilmeyen bir müslümana kalp bir parayı teslim etmemektir. Zira bilmeyen bir müslümana kalp bir parayı teslim ettiği takdirde, eğer bilmiyorsa, vazifesi olanı öğrenmekte kusur ettiği için günahkâr olur. Bu bakımdan her amelle ilgili bir ilim vardır. O amel, ancak o ilmi öğrenmek suretiyle tamam olduğu gibi, o ilmi bilen bir kimse müslümanlar için o sahada nasihati tam yapmış sayılır. Bu bakımdan bu ilmi öğrenmek bu sahada çalışana farzdır. İşte böyle bir hikmet için selef-i Sâlihîn nakdin alâmetlerini öğrenirlerdi. Dünyalarını kurtarmak için değil, dinlerini kurtarmak için bunu yaparlardı.
3. Eğer parayı teslim ederse ve muamele yapan adam da onun teslim ettiği paranın kalp olduğunu biliyorsa yine de parayı teslim eden mesuliyetten kurtulmaz. Çünkü muameleci o parayı başka bir müslümana haber vermeden sokuşturmak için alır. Eğer muamelecinin böyle bir niyeti olmasaydı, asla o parayı almaya rağbet göstermezdi. Kalp parayı muameleciye teslim eden bir kimse, ancak o muameleciye kalp parayı tanıdığı halde kabul ettiğinden dolayı gelen zararın günahından kurtulur.
4. Kalp parayı, Hazret-i Peygamberin şu hadîsinin hükmüne dâhil olmak için müşteriye kolaylık gösterip almaktır:
Allahü teâlâ, satışı, alışı, verişi ve alacağını tahsil edişi kolay olan bir kişiye rahmet etsin!28
Bu bakımdan alıcıdan herhangi bir kuyuya atmak için kalp parayı kabul eden bu duanın bereketine dahildir. Eğer o kalp parayı başka bir muamelede kullanmak niyetinde ise, onun böyle yapması esasında hayr suretinde kendisine şeytandan gelen bir serdir. Bu bakımdan borcunu alırken kolaylık gösteren kimseler zümresine dahil olamaz.
5. Kalp paradan gayemiz, içinde hiç gümüş olmayan para demektir; ancak gümüş suyu ile yaldızlanmıştır veya o paradır ki, onun içinde altın yoktur. Yani dinarlarda altın olmayınca, kalp para olur. İçinde gümüş bulunan paraya gelince, eğer bakır ile karışık ise ve aynı zamanda memleketin revaçtaki parası ise, âlimler böyle bir para ile muamele olup olmayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bizim görüşümüze göre; eğer bu para memleketin rayiçte olan parası ise ister içindeki gümüşün miktarı bilinsin, ister bilinmesin, bu para ile muamelenin ruhsatlı olduğudur. Eğer o para, geçerli para değilse bununla alışveriş yapmak caiz değildir. Meğer ki, içindeki gümüşün miktarı bilinmiş olsun. Eğer tüccarın malında bir parça varsa, o parçanın içindeki gümüş memleketin rayiçte bulunan parasının gümüşünden daha azsa, bu tüccara gereken vazife, o durumu kendisiyle muamele yaptığı adama bildirmektir ve bu parayı kalp para ile muamelelerin helâl olmadığını savunan bir kimseye teslim edebilir. Kalp para ile muamelenin helâl olduğunu savunan kimseye o kalp parayı teslim etmek caiz değildir. Bu kalp para ile muamele yapmanın helâl olduğunu savunan bir kimseye bu parayı teslim etmek demek, o kimseyi günah işlemeye itmek demektir. Bu tıpkı üzümden şarap yaptığını bildiği bir kimseye üzümü satmak gibi olur. 29 Böyle bir satış ise, şerre yardım ve ortaklık olduğu için mahzurludur. Bu gibi bir misâl ile ticarette hak yolunu tâkip etmek, ibadetin nâfile kısımlarına devam etmek ve kendini nafile ibadetlere adamaktan daha zor ve daha faydalıdır. Bunun için seleften bazıları şöyle buyurmuştur: 'Doğru bir tüccar, Allah nezdinde âbid bir kimseden daha üstündür'.
Selef böyle muamelelerde ihtiyatlı davranırdı. Hatta Allah yolunda gazâ edenlerin biri şöyle anlatır: 'Ben atımı bir kâfir öldürmek için sürdüm. Atım ona yetişmedi, geri döndüm. Sonra o kâfir bana yaklaştı. İkinci bir defa ona hücum ettim. Yine atım ona yetişmedi. Sonra üçüncü defa hücum ettim. Atım bu sefer serkeşlik yapıp dizginlere râm olmadı. Oysa ben böyle kötü bir huyunu görmemiştim. Böylece üzülerek döndüm. Başım eğik, kalbim kırık vaziyette oturdum. Çünkü o düşmanı elimden kaçırmıştım. Bir de atımın kötü huyundan nefret etmiştim. Başımı çadırın direği üzerine koydum. Atım da yanımda duruyordu. Rüyamda gördüm ki, at bana sanki şöyle diyordu: 'Sırtımda üç defa o iriyarı kâfiri tutmak için teşebbüse geçtin. Oysa dün akşam bana yem aldın ve o yeme kalp bir dirhem verdin. Böyle şey olur mu?' Bu zat diyor ki, 'Uykudan korkuyla uyandım. Yem satanın, yanına gittim. Ona akşamleyin verdiğim kalp parayı değiştirdim'.
İşte zararın umumî misâli budur. Bu bakımdan bu misâlin benzerleri de buna kıyas edilsin.
24) Deylemî, Müsned'il-Firdevs, (Hazret-i Ali'den) ; Hâtib, Tarih, (Enes'ten) . İkisinin senedi de zayıftır.
25) İmâm-ı Ahmed ve Hâkim, (kuvvetli bir senedle)
26) İbn Merduveyh, (İbn Mes'ûd'dan zayıf bir senedle)
27) Müslim, (Cerir b. Abdullah'tan)
28) Buharî, (Câbir'den)
29) Hanefî fıkhında'şıradan şarap yaptığını bilen bir kimseye şıra (ve üzüm) satabilir' hükmü vardır. Fakat şerhler 'şarap yapan' ibaresini şarap yapabilen hristiyan, yahûdî ve benzeri kimselerle yorumlamışlardır. Bu hususa dikkat edilmelidir. Kudurî'nin Cevher adlı şerhinin Mahzurât veya Meşrubat bahsine bakılabilir.
Mumele yapan ne ile zarara uğrarsa, o zulümdür. Adalet odur ki, kişi müslüman kardeşine zarar vermesin. Buradaki umumî kaide şudur: Müslüman kişi nefsi için neyi severse ve isterse, kardeşi için de aynı şeyi sevip istemelidir. Her muamele ki, eğer bu muameleyi yapana başkası tarafından o muamele yapılmış olsaydı, ona ağır gelecekti, o muameleyi onun da başkasına yapmaması gerekir. Müslüman kişinin nezdinde kendi parasını korumasıyla başkasının parasını korumak eşit olmalıdır. Seleften bazısı şöyle demiştir: 'müslüman kardeşine, herhangi birşeyi bir dirhem ile satarsa -oysa eğer o şeyi satın almış olsaydı onu ancak beş danike (dirhemin altıda biridir) alabilirdi- bu kimse, muamelede müslüman kardeşine yapılması gereken nasihati terketmiş olur. Kendi nefsi için sevdiği şeyi müslüman kardeşi için sevmemiş demektir. İşte kısacası budur. Tafsilâtı ise dört emirde toplanır:
1. Satacağı malı, olan vasıfları dışında övmemek.
2. Onun ayıplarını ve gizli özelliklerinden birini gizlememek.
3. Tartısında ve miktarında hiçbir şeyi inkâr etmemek.
4. Rayicinden öyle bir şeyi inkâr etmemeli ki eğer muamele yapan onu bilirse muameleden çekinir.
Birincisine gelince, malı medhetmeyi terketmektir. Zira malda bulunmayan sıfatlarla malı övmek yalanın ta kendisidir. Eğer onun bu övmesinden dolayı müşteri o malı kabul ederse, müşteriyi aldatmış ve müşteriye zulmetmiş olmakla beraber yalan da söylemiş olur. Olmayan vasıfları söylemesine rağmen müşteri kabul etmezse, böyle söylemesi yalan ve mürüvvetsizlik olur. Zira malın rayicine tesir eden yalan, zâhirde insanın mürüvvetine zarar vermez. (Tesir etmeyen yalan ise yalancılıkla beraber zâhirde mürüvvetsizliği de doğurur) . Eğer malın esasında bulunan vasıflarla onu överse, bu da en azından hezeyan olur ve gereksiz bir konuşma ile konuşmuş sayılır. Çünkü kişi her söylediği kelimeden ötürü sorumludur. Bu kelime ile neden konuştun diye sorguya çekilir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
(İnsan) , hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın. (Kaf/18)
Ancak sattığı malda müşterinin bilmediği ve eğer kendisi de söylemezse müşteri tarafından sezilmeyen vasıflar varsa, onları söymekte bir zarar yoktur. Nitekim sattığı kölenin, cariyenin ve hayvanların gizli ahlâklarını söyleyebileceği gibi. . . Bu bakımdan mevcut olan miktarı belirtmekte bir beis yoktur. Ancak mübalâğaya ve aşırıya kaçmamak şartıyla. . . Sattığı malı vasfederken müslüman kardeşini o maldaki özelliklere muttali kılmak ve onu o malı almaya teşvik, dolayısıyla onunla ihtiyacını gidermek gayesini taşımalıdır. Hiçbir zaman sattığı mal için yemin etmesi, uygun bir hareket değildir. Zira yemin eden kişi, eğer yalancı ise, büyük günahkârlardan olup memleketlerin altını üstüne getiren 'yemîn-i gamus' etmiş sayılır. Eğer doğru ise, o zaman Allahü teâlâ'yı kastetmek gerekmez. Bir haberde şöyle vârid olmuştur:
Evet vallahi, hayır vallahi'den ötürü tüccara cehhennem vardır. Yarın veya öbür günden ötürü de sanatkâra cehennem vardır. 30
Yalan yere yemin, ticaret malını sattırır, bereketi de yok eder. 31
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Üç zümre vardır. Kıyâmet gününde Allah onların yüzüne bakmaz: a) Kibirli fakir, b) Sadakasını başa kakan, c) Ticaret malın yeminiyle satan. 32
Madem doğrulukla beraber satılması istenen malın övülmesi mekruhtur -ki böyle bir övgü fuzulî birşeydir ve rızkın zerresini dahi artırmaz- o halde böyle bir yerde yemin etmenin daha şiddetli ve felâketli olması aşikârdır.
Yunus b. Ubeyd -ki kendisi ipekli kumaş satan biriydi- şöyle anlatır: "Satın almak için benden ipekli kumaş istendi. Hizmetkârım bir yumak ipekli çıkarıp açtı ve o ipekliye bakarken şöyle dedi: 'Ey Allahım! Bize cenneti nasip et!' Bunun üzerine ona 'O ipekliyi yerine koy' dedim ve o malı satmadım".
Hizmetçinin bu duasını belki de malının bir nevi övülmesi gibi telâkki ettiğinden ötürü onu satmaktan vazgeçti. İşte bunlar gibi kimseler, dünyada ticaret etmiş, ticaretleri uğrunda dinlerini zâyi etmemiş kimselerdir. Bunlar âhiretin kârını istemenin dünyanın kârını istemekten daha kârlı ve daha verimli olduğunu bilen kimselerdir.
İkincisi; satmak istediği malın bütün eksikliğini, gizlisini ve açığını ortaya dökmek, ondan hiçbirşeyi gizlememektir. Böyle yapması farzdır. Eğer bunu gizlerse zâlim ve hileci olur. Hile ise haramdır. Eğer bunu yaparsa muamelede karşısındaki müslümana nasihat etmeyi terketmiş demektir. Oysa muamelede nasihat etmek farzdır. Ne zaman elbisenin iyi tarafını gösterir, diğer tarafını gizlerse hileci olur. Yine elbiseyi karanlık yerlerde müşteriye gösterirse hilecidir. Eğer mestlerin veya pabuçların ve benzerlerinin en güzellerini gösterirse, yine hilecidir. Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilen şu hadîs hilekârlığın haram olduğuna delâlet etmektedir:
Hazret-i Peygamber yiyecek maddesi satan birinin yanından geçti. Sattığı nesneler Hazret-i Peygamber'in hoşuna gitti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber elini gördüğü yiyeceğin içine daldırdı. İçinde ıslaklık görerek şöyle buyurdu: 'Bu rutubet nereden geliyor?' Adam 'Yağmur yedi ya Rasûlüllah!' dedi. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: 'O halde neden yağmur yiyen kısmı, yiyeceğin üstüne bırakmadın ki, halk onu görmüş olsun? Bize hile yapan bizden değildir'. 33
Satılan malın eksikliklerini açıklamak suretiyle alıcıya nasihat yapmanın farz olduğuna Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilen şu kıssa delâlet etmektedir: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Cerir34 ile İslâm bîatını yaparken Cerir dönüp gitmek istedi. Hazret-i Peygamber onun elbisesini arkadan çekiverdi. Cerir döndü. Hazret-i Peygamber Cerir'e, her müslüman için nasihat yapmayı şart koştu. Bundan sonra Cerir, herhangi bir eşyayı satmak istediği zaman, müşteriye o eşyanın eksikliklerini gösterir, sonra onu, alıp almamakta muhayyer bırakıp şöyle derdi: İstersen al, istersen terket!' Bunu görenler Cerir'e dediler ki: 'Böyle yaparsan alışveriş yapamazsın'.
Cerir 'Biz Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) , her müslüman için nasihat etmek hususunda bîat ettik ve söz verdik' dedi.
Vasile b. Eska pazarda duruyordu. Bir adam devesini üçyüz dirheme sattı. Deve satılırken Vasile gaflete dalmıştı: Müşteri deveyi alıp giderken Vasile farkına vardı. Müşterinin arkasından koşarak şöyle dedi: 'Sen şu deveyi etlik için mi, yoksa çalıştırmak için mi aldın?' Adam 'Çalıştırmak için aldım' dedi. Vasile 'Onun ayağında yara vardır. Gördün mü? O devamlı bu şekilde yürüyemez'. Bu söz üzerine kişi geri gelip deveyi sahibine iade etti. Deve sahibi eski fiyatından yüz dirhem eksiğine yemden deveyi o adama sattı. Sonra Vasile'ye35 dedi ki: 'Allah senden razı olsun. Sen benim alışverişimi ifsad ettin'. Vasile 'Biz Hazret-i Peygamber'e her müslümana nasihat etmeyi ve doğruyu söylemeyi taahhüd edip söz verdik' diye cevap verdi. . Vasile diyor ki: Hazret-i Peygamber'in, şöyle dediğini işittim:
Kişiye ancak sattığı malın afetlerini belirtmek suretiyle bir alışveriş yapmak helâldir ve yine ancak satılan malın eksikliklerini bilip müşteriye belirten bir kimse için helâl olur. 36
Ashâb-ı kirâm nasihat'tan 'kendi nefsi için razı olduğu birşeyi müslüman kardeşi için razı olur' mânâsını anlamışlardır ve böyle yapmayı fazilet ve makamların artırılmasından saymamışlardır. Belki Hazret-i Peygamber'le yapmış oldukları biatlerinin cümlesine giren İslâm şartlarından sayıp inanmışlardır. Bu durum birçok kimseye zor gelir ve bu sırra binaen de ashâb-ı kirâm halktan uzak durup kendilerini ibadete vermek suretiyle halkın kalbini kırmaktan ve nefretlerini kazanmaktan sakınmışlardır. Zira halkla haşır-neşir olmakla beraber Allah'ın haklarını yerine getirmek ancak sıddikların becerebileceği bir mücâhededir. Bu, kul için ancak iki şeye inandığı takdirde mümkün olabilir:
1. Bilmelidir ki, sattığı malın eksikliklerini söylememek ve o malı yalanla tervic etmek, rızkına zerre kadar bir fazlalık getirmez. Aksine rızkını mahvedip bereketini siler. Çeşitli hilelerden elde ettiği bir serveti Allahü teâlâ bir defada mahveder. Çünkü hikâye ediliyor ki, bir adamın sağman bir ineği vardı. O ineği sagar, sütüne su karıştırır ve satardı. Bilâhare bir sel gelerek ineği boğdu. Adamın evlatlarından birisi: 'Hani o yavaş yavaş süte karıştırdığımız sular var ya! İşte onlar birikerek bir defada bendini aşarak ineğimizi boğdu!' dedi. Nasıl böyle olmasın? Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Alıcı ile satıcı doğru söyledikleri ve birbirlerine nasihat ettikleri zaman, alışverişlerine Allahü teâlâ bereketini ihsan eder. Ne zaman hakikati inkâr edip yalan söylerlerse, alışverişlerinin bereketi ortadan kalkar. 37
İki ortak birbirlerine hıyânet etmedikçe Allah'ın kudret eli onların üzerindedir. Hıyânet ettikleri zaman Allahü teâlâ kudret elini onlardan kaldırır. 38
Sadaka malı eksiltmediği gibi, hıyânet etmek suretiyle elde edilen servet de malı artırmaz. . . Kim artış ve eksilmeyi ancak teraziden bilirse, o Hazret-i Peygamberin yukarıda bahsi geçen hadîsine inanmamıştır. Kim bir tek dirhemin, bazen Allah tarafından bereketli olup insanoğlunun dünya ve âhiret saadetine sebep teşkil ettiğini ve bazen biriktirilen binlerden de Allah tarafından bereketin kaldırılıp sahibinin helakine sebep olduğunu -öyle bir şekilde helakine sebep olur ki sahibi ondan iflâs etmesini temenni eder ve bazı hâllerde iflâs etmenin kendisi için daha iyi olduğunu görürbilirse, o kimse 'Hıyânet etmek, malı artırmaz. Sadaka da malı eksiltmez' sözünün mânâsını bilmiş olur.
2. İkinci mânâ, nasihatin tamam olup kişiye yapılması kolay gelmesi için inanması gereken husus şudur: Kişi âhiretin kârının ve zenginliğinin, dünyanın kârından daha hayırlı olduğunu ve dünya malının faydasının ömrün sona ermesiyle bittiğini bilmelidir. O mallardan gelen zulüm ve günahlar ise, daimîdir. Bu bakımdan akıllı bir kimse az olan bir nesne için en hayırlıyı feda etmeyi ruhsatlı görmez. Hayrın tamamı dinin selâmetindedir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Lâ ilâhe illâllah sözü halktan -dünya alışverişlerini âhiret alışverişlerine tercih etmedikleri müddetçe- Allah'ın öfkesini defedip uzaklaştırır. 39
Halk, dinlerinin selâmeti için dünyalarından eksik olana perva etmedikçe, 'La ilâhe illâllah' onlardan Allah'ın gazabını uzaklaştırır. Ne zaman ki, dünyalarından, dinlerinin selâmeti için fedakârlık yapmazlarsa; 'Lâ ilâhe illâllah' deseler bile Allahü teâlâ onlara şöyle der: 'Yalan söylediniz. Siz 'Lâ ilâhe illâllah' derken doğru değildiniz!'
Kim ihlâs ile lâ ilâhe illâllah derse cennete girer. 40
Hazret-i Peygambere soruldu: "Buradaki 'ihlâs' ne demektir?" Hazret-i Peygamber 'Lâ ilâhe illâllah'ı Allah'ın haram kıldıklarından korumak demektir' diye buyurdu.
Kur'ân'ın haram saydıklarını helâl sayan bir kimse Kur'ân'a îman etmemiştir. 41
Bu işlerin imanına menfi tesir yaptığını bilen ve îmanın sermayesinin âhiret ticaretinde olduğuna inanan bir kimse sonsuz hayatına hazırlanmış sermayesini elbette zâyî etmez. Elbette sayılı günlerde kendisine fayda veren bir kâr için, ebediyette kendisine lâzım olan bir sermayeyi heder etmeye yanaşmaz.
Tâbiînden bir zat şöyle demiştir: 'Eğer ben mescide girsem, mescidi tıka basa namaz kılanlanla dolu bulsam ve bana 'Bunların en hayırlısı hangisidir?' diye sorulsa, muhakkak derim ki, İçlerinde kendilerine en fazla nasihat eden kim ise, o onların en hayırlısıdır'. Bana 'En fazla nasihat edeni şudur' denildiği zaman, 'İşte bu, onların en hayırlısıdır' derim. Eğer bana 'Bunların en şerlisi kimdir?' diye sorulsa 'İçinde kendilerine en fazla hile yapanıdır' derim. Bana 'İçinde işte en fazla hile yapanı budur' denildiği zaman da, hiç çekinmeden 'Bu, onların en şerlisidir' derim.
Alışverişin ve sanatların hangi dalında olursa olsun hileli hareket haramdır. Bu bakımdan sanatkâr, eğer başkası kendisine yaparsa razı olmayacağı bir şekilde sanatında gevşeklik göstermemelidir. Bilâkis sanatını en güzel şekilde, en kuvvetli şekilde icra etmelidir. Eğer malında kusur varsa, müşteriye onu belirtmelidir. Ancak böyle yapmak suretiyle kendini mesuliyetten kurtarabilir. Bir kunduracı (Ebû Hasan Ali b. Sâlim el-Basrî -Kut'ul-Kulûb müellifinin mürşidi-) İbn Salim'e sordu:
-Efendi! Ben pabuçların satışında dinimi nasıl kurtarabilirim?
-Yaptığın pabuçların iki yüzünü bir yapacaksın. Sağı, diğerinden fazla kuvvetli ve sağlam yapmayacaksın. Yüzlerin arasına koyduğun madde temiz ve güzelinden olsun ve tam birşey olsun. Dikişlerin arasını yaklaştır. Pabuçların birisini diğerinin üzerine koyma!
Ahmed b. Hanbel'e elbise satışı hakkında sorulan soru da o kabildendir. Yaması ve kusurlu oluşu belli olmayan bir elbisenin yamalaması ve tamiri hakkında İmâm Hanbel'e sual soruldu. Şöyle buyurdu: 'O elbiseyi satan bir kimseye yamasını ve tamirini gizlemek (ve müşteriye söylememek) caiz değildir. Tamirci bir kimse, ancak, elbiseyi tamir ettiren adamın satış anında müşteriye elbisenin kusurlarını söyleyeceğini bildiği zaman veya elbisesini satmak için değil de giymek için tamir ettiğini anladığı zaman tamir etmesi helâl olur. Aksi takdirde helâl olmaz'
Eğer şöyle dersen: İnsanoğluna satılan malın ayıplarını ve kusurlarını söylemek farz olduğu müddetçe muamele tamam olamaz. Yani müşteri, kusura muttali olduktan sonra bırakıp gider'; cevap olarak şöyle derim: Söylediğin şey doğru değildir. Zira tüccarın birinci şartı satış için ancak kendi nefsine -eğer alıcı ise-razı olacağı güzel ve temiz bir malı almaktır. Sonra tüccar, alışverişinde az bir kâr ile kanaat etmelidir ki, Allahü teâlâ o alışverişte kendisine bereket ihsan buyursun ve hile yapmaya muhtaç olmasın. Bunun zor olması, ancak, tüccarların az kâr ile kanaat etmeyişlerinden doğar. Çok kârı da ancak hile yapmak suretiyle elde edebilir. Bu bakımdan İslâm dininin istediği şekilde ticareti âdet edinen bir kimse, malının kusur ve ayıplarını örtmez. Eğer binde bir eline ayıplı bir mal geçerse, o malın ayıbını müşteriye söylemeli ve o malın ayıplı olarak kıymeti ne ise, onunla kanaat etmelidir. İbn Sîrin, bir koyun sattı ve alıcıya dedi ki: 'Bu koyuncağız ayağıyla yiyeceğini çeviriyor. Bu bakımdan onda bir ayıp varsa, şimdiden senden tebrie ve helâllaşma istiyorum'.
Hasan b. Sâlih42 bir cariye satar ve müşteriye 'Bizim yanımızda bu cariye bir defacık kan kustu' der.
3. Üçüncüsü, satılan malın miktarında herhangi birşeyi gizlememektir. Bu ancak, terazinin tam mânâsıyla tartılmasına ve doğru dürüst kullanılmasına bağlıdır. Bir de ölçeğin dürüstçe kullanılmasına bağlıdır. Bu bakımdan kişi kendi nefsi için, başkasından nasıl doğru tartıp veya ölçüp alıyorsa, başkasına da aynı şekilde vermelidir. Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Azap olsun ölçüde ve tartıda noksanlık edenlere ki, onlar, insanlardan (haklarını) aldıkları zaman tam olarak alırlar. Fakat insanlara (verilmek) üzere ölçtükleri yahut onlara tarttıkları zaman eksiltirler. (Mutaffifin/1-3)
İnsanoğlu bu felâketten ancak, verdiği zaman ağır ağır tartıp ve ölçüp vermek, aldığı zaman da eksik almak suretiyle kurtulur.
Zira bu konuda kılı kılına adâlet yapmak az tasavvur edilebilir. Bu bakımdan kişi fazlalığın veya eksikliğin görülmesiyle yetinmelidir. Çünkü hakkını noksansız almak isteyen bir kimse, o hakkı geçmek tehlikesiyle de karşı karşıyadır.
Âlimlerden biri şöyle buyurmuştur: 'Ben bir daneyi almak suretiyle Allah'tan azabı satın alamam'. Bu bakımdan bu zat, hakkını aldığı zaman yarım dane kadar eksik alırdı, verdiği zaman da, bir dane fazla verirdi ve derdi ki: 'Genişliği gökler ve yer kadar olan cenneti bir daneye satana azap olsun! Tûbayı azap ile satan büyük bir zarardadır'.
Ulema bunun ve bunun gibi tevbesi mümkün olmayan şeylerden -mezâlimlerden oldukları için- şiddetle sakındırmışlardır. Zira danelerin sahipleri bilinmez ki, onları bir araya getirip haklarını edâ edesin. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) birşey satın aldığı zaman, tartıcı o şeyin karşılığını öderken, tartıcıya şöyle söylerdi:
Tart ve ağır ağır tart. 43
Fudayl b. İyaz, oğluna baktı ki, bir dinarı yıkıyor. Çocuk o dinarda bulunan sürmeyi silip onu tertemiz yaptıktan sonra sarfetmek istiyordu ki o sürmeden ötürü ağır gelmesin. Bunu gören Fudayl, oğluna şöyle demiştir: 'Ey oğlum! Senin şu yaptığın şey, iki hac ve yirmi umreden daha efdaldır'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Tüccar ve satıcının nasıl kurtulacağına hayret ediyorum. Bütün gün tartar, yemin eder. Bütün gece uyur'.
Hazret-i Süleymân (aleyhisselâm) , oğluna şöyle demiştir: 'Ey oğlum! Daneler iki değirmen taşının arasına girdiği gibi, günah da satıcı ile alıcı arasına girer!'
Sâlihlerden birisi muhannes (kadınlar gibi giyinip kırıtan erkek) bir kimsenin cenaze namazını kıldı. O sâlih zata denildi ki: 'Namazını kıldığın bu insan fâsıktı'. Sâlih zat sesini çıkarmadı.
İkinci bir defa kendisine aynı şey söylendiğinde şöyle buyurdu: 'Ben sandım ki, sen bana bu adamın iki terazisi vardı. Biriyle verir, öbürüyle alırdı diyeceksin7.
Sâlih kimse, bu sözüyle işaret eder ki o adamın fâsıklığı kendisiyle Allah arasında bulunan bir günahtır. Fakat terazi sahibinin günahı ise, kullara karşı yapılan günahtır ve böyle bir günahkâra müsamaha ve affın olması daha uzak bir ihtimaldir. Terazi hakkındaki teşdid ve tehdid çok büyüktür. Bu tehdidden kurtulmak bir dane veya yarım dane ile mümkündür.
. . . . Ki ölçü ve adâlette hududu aşmayınız. Bir de tartıyı adâletle tutun da teraziyi noksan etmeyin. (Rahmân/9)
Abdullah b. Mes'ud'un kırâatinde 'Adâletle tutun' anlamına gelen bi'l-kıst yerine bi'l-isan tâbiri vârid olmuştur. ('Bir de tartıyı terazinin dilini düzeltmek suretiyle dikkat edip noksan tartmayın') . Zira terazinin eksik veya fazla tartması, ancak terazi dilinin duruşundan belli olur. Sonuç olarak, kim nefsinin hakkı olarak başkasından bir kelime de olsa bile, intikam alıp da kendi nefsinden başkasına karşı o şekilde hareket etmezse o, Allahü teâlâ'nın Mutaffifin sûresinin ilk üç ayetinin kapsamına girmiş olur. Yani azaba müstehak olmuş olur. Çünkü ölçekte ve tartıda böyle yapmanın haram olduğu, sadece 'onlar ölçülür veya tartılır maddelerdir' diye değildir. Belki kastedilen, bir işte adâlet ve insaf terkedildiğinden dolayı böyle bir tehdid vardır. Bu bakımdan bu tehdid bütün amellerde geçerlidir. O halde terazi sahibi azab tehlikesiyle karşı karşıyadır. Her mükellef fiillerinde, sözlerinde ve düşüncelerinde terazilerin sahibi gibidir. Bu bakımdan, eğer bu söylenenlerde adaletten ayrılırsa, onun için azab vardır. O zaman istikametten ayrılmış demektir. Eğer bu adâleti yerine getirmek hususu zor ve muhal birşey olmasaydı, Allahü teâlâ'nın şu ayeti nâzil olmazdı:
İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. (Meryem/71)
O halde, mâsum olmayan bir kul, kesinlikle istikametten ayrılmaktan yakasını kurtaramaz, Ancak istikametten sapmanın dereceleri arasında büyük farklar vardır ve bu sırra binaendir ki, insanların ateşten kurtuluş zamanına kadar orada durma müddetleri değişir. Hatta bazılarının ancak girmesiyle çıkması bir olur. Bazıları da bin sene veya binlerce sene kalırlar. Biz Allah'tan bizleri istikamet ve adalete yaklaştırmasını istiyoruz. Zira dosdoğru yol üzerinde koşup herhangi bir tarafa meyletmemek pek zor birşeydir. Çünkü o yol kıldan ince ve kılıçtan daha keskindir. Eğer o yol olmasaydı onun üzerinde istikametli olarak geçen bir kimse cehennem üzerine uzatılmış köprünün üzerinden geçmeye muktedir olmazdı. O cehennem üzerindeki köprü ki, kıldan daha ince ve kılıçtan daha keskin olmak onun özelliği ve sıfatıdır. Dünyada dosdoğru yolun üzerinde insanın istikameti ne derece ise, kıyâmet gününde köprü üzerinde o kadar hafiflik hisseder. Kim yiyecek maddelerine, toprak veya başka bir maddeyi katıp sonra onu tartıp veya ölçüp satmışsa, o kimse tartı ve ölçüde hile yapanlardandır. Bir kasap etle beraber satılması âdet edilmemiş bir kemiği satarsa, o da terazide hile yapanlardandır. Bunun üzerine diğer takdirleri kıyas edebilirsin. Hatta kumaş satıcısının âdet ettiği metrede dahi bu cereyan etmektedir. Çünkü bezzaz elbiselik kumaşı satın alıp ölçtüğü zaman, gevşek bırakır ve çekip gerdirmez. Onu sattığı zaman ise, metrede çekip gerdirir ki, miktar da bir farklılık baş göstersin. Bütün bunlar azabı gerektiren hileciliğe dahildir.
4. Dördüncüsü, günün fiyatında (rayicinde) doğru olmasıdır. Günün rayicinden herhangi birşeyi gizlememelidir. Zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem}, malını şehire satmak için getirenleri karşılamayı yasak etmiştir. 44 Neces denilen alışverişi de yasak etmiştir. 45 Gelen kervanları karşılamaya gelince, bu şöyle olur: Gelen kervanı karşılar. Getirilen malı daha şehire varmadan önce zapt u rapt altına alır ve şehrin geçerli narhında da yalan söyler. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur;
Sakın kervanları karşılamayın!
Bu bakımdan kervanları karşılayan kim olursa olsun, eşya sahibi pazara geldikten sonra muhayyerdir. İsterse yolda yapılan alışverişini bozabilir. Bu alışveriş, esasında olmuştur. Fakat eğer eşya sahibi yolda kendisini karşılayıp malını alanın yalan söylediğini görürse, şehrin narhı onun dediğinden farklı ise, satıcı için caymak imkânı sabit olur. Eğer adam dediği narhta doğru ise, o vakit satıcı cayabilir mi, cayamaz mı diye ulema ihtilâf etmiştir. Zira yukarıdaki haberin umumiliği ile kandırmanın olmaması burada çarpışmaktadırlar, (Yani bu hususta vârid olan haberin umumuna bakılırsa, satıcı cayabilir. Fakat hakikatte kandırmanın olmamasına bakılırsa, satıcı cayamaz, İşte bu noktadan ötürü ulema ihtilâf etmiştir) .
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , şehirlinin, dışardan gelen bir kimsenin malını satmasını yasaklamıştır. Şöyle ki, çölde yaşayan adam, beraberinde satılacak maddeler olduğu halde şehire gelir. Onları aceleden satıp elinden çıkarmak ister. Şehirli kendisine der ki: 'Onları yanıma bırak. Ne zaman, daha fazla pahalılaşırsa ve narh yükselirse, o zaman satayım'. İşte yiyecek maddeleri hususunda böyle yapmak haramdır. Yiyecek maddesi olmayan diğer mallarda ise, haram olup olmadığında ihtilâf vardır. Fakat en açık fetvaya göre, diğer mallarda da haram olmasıdır. Zira bu husustaki yasak, umumî bir şekilde vârid olmuştur. Bir de böyle bir malı satıştan çekip bekletmek insanlar için bir nevi sıkıntı olur. Üstelik bu darlığı meydana getiren fuzulî adamın (şehirlinin) bunda herhangi bir faydası da yoktur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Neceş tâbir edilen alışveriş şeklini de yasaklamıştır. Neceş şöyle yapmak demektir: Malı istek ile satın almak isteyen bir kimsenin yanında, satıcıya yanaşıp daha fazla bir fiyatla o malı satın almak istediğini söylemektir. Oysa esasında malı almak taraftarı da değildir, böyle yapmaktaki gayesi; ancak müşteriyi o mala daha fazlasıyla teşvik ve tahrik etmektir. Eğer böyle yapmak daha önceden satıcı ile gizli anlaşmasından ötürü değil ise, geçerlidir. Eğer daha önceden satıcı ile anlaşarak bunu yapıyorsa, alıcının daha sonra aldığı malı geri çevirebilir mi veya çeviremez mi hususunda ihtilâf vardır. En uygunu geri çevirebilmesidir. Zira müşteri birkaç gün sağılmaksızm memesinde sütü fazla gösterilen sağman bir ineğin alışında aldandığına benzer bir hareketle aldatılmıştır ve yine kervanların önüne çıkıp da şehirin rayicinden haberi olmayan kimselerden mal alan bir kimse, onları aldattığından dolayı onların bilâhare cayabilecekleri gibi, burada da müşteri cayabilir. İşte bu söylediklerimiz birtakım yasaklardır. Satıcı ile alıcının vaktin narhında hile yapmalarının caiz olmadığına delâlet eder ve yine satıcı ile alıcının satılan malda bulunan herhangi bir eksikliği -ki karşı taraf onu bildiği takdirde o malı almayacaktır- örtbas etmeleri caiz olmadığı gibi, zamanın rayicini de örtbas etmenin caiz olmadığına delâlet eder. Bu bakımdan böyle yapmak müslümanlara farz olan nasihatin zıddı bulunan haram ve hileyi irtikâb etmek demektir.
Tâbiin-i kiramdan bulunan bir zattan hikâye ediliyor ki, kendisi Basra'da bulunuyordu. Horasan yakınlarında bulunan Sus şehrinde onun bir hizmetkârı vardı. Bu zat Basra'dan şeker alıp Sus'ta satılmak üzere gönderiyordu. Hizmetçisi kendisine şöyle bir mektup yazdı: 'Şeker kamışlarına bu sene hastalık isabet etti. Bu bakımdan stok etmek üzere şeker al' Bunun üzerine adam çok şeker aldı. Şekerin satış zamanı geldiğinde, o şekerden zamanın parasıyla otuz bin kâr etti. Sonra evine gitti, bütün gece düşündü. Kendi kendine 'Evet, otuz bin kâr ettim. Fakat yapmakla mükellef olduğum nasihati terkettim' dedi. Sabah olunca şeker satıcısına giderek parayı geri verdi ve "Allah senin için bu paraya bereket versin" dedi. Şekerci 'Bu para nereden geliyor?' deyince, adam 'Ben senden şeker alırken gerçeği gizledim. Oysa şeker pahalanmıştı' dedi. Şekerci 'Allah sana rahmet etsin. İşte şimdi bildirdin. Ben bunu sana helâl ettim' dedi.
Bunun üzerine o zat otuz bini tekrar alıp götürdü. Düşündü ve o gece uykusuz kaldı. Kendi kendine 'Ben şeker satıcısına gereken nasihati yapmadım. Belki o benden utandı da bu parayı bana iade etti' diyerek sabahın erken saatlerinde parayı satıcıya götürüp ona şöyle dedi: 'Allah sana afiyet ihsan etsin. Şu malını al. Çünkü alman kalbime daha uygun geliyor'. Bunun üzerine şeker sahibi parayı teslim aldı.
İşte yasaklar konusunda vârid olan bu haber ve hikâyeler, kişinin fırsatçı olmamasına ve satılan malın sahibinin gafletinden istifade etmemesine, satıcıdan veya alıcıdan günün rayicini ve narhın değişmelerini gizlememesine delâlet eder. Eğer bunları yaparsa zâlim olur. Adâleti terketmiş olmakla beraber müslümanlar için nasihat yapmayı da terketmiş olur.
Ne zaman, elindeki malı kârlı satarsa, meselâ 'Şu mal bana ne kadara mal olmuşsa veya ben onu ne ile satın almışsam sana öyle devrediyorum', dediği zaman, doğru söylemesi gerekir. Doğru söylemekle beraber akidden sonra o malda ortaya çıkan eksik ve noksanlıkları da alıcıya söylemelidir. Eğer o malı bir müddete kadar borç ile almışsa, onu da söylemelidir. Eğer dostundan veya evladından müsamahalı bir şekilde satın almış ise, onu zikretmesi de vacibdir. Zira muamele yapan insan, yaygın olan âdetine itimad ederek, onun satılacak malının bütün vasıflarını zikretmesine güvenerek pek fazla tedkike lüzum görmez. Çünkü müslüman bir satıcı, kendisi için aldığı zaman, muhakkak malın her tarafına bakar. Bu bakımdan eğer satın aldığı malın tedkikini herhangi bir sebepten ötürü güzelce yapmazsa, satıcıya keyfiyeti bildirmek farz olur; zira müşteri burada satıcının emanetine ve dindarlığına güvenmektedir.
30) Deylemî, Müsned'il-Firdevs, . (Enes'ten benzerini senedsiz olarak) . Irâkî'ye göre bu hadîsin aslı yoktur,
31) Müslim ve Buharî, (Ebû Hüreyre'den)
32) Müslim
33) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
34) Cerir, Cabir b. Abdullah'ın torunudur. H. 51 senesinde vefat etmiştir.
35) Tebuk muharebesinden önce müslüman olmuştur ve Ashâb-ı Suffe'dendir. Şam'da en son ölen sahabîdir.
35) Hâkim ve Beyhakî.
37) Müslim ve Buharî, (Hakim b. Huzzam'dan)
38) Ebû Dâvûd ve Hâkim, (Ebû Hüreyre'den)
39) Ebû Ya'la ve Beyhakî, (Enes'ten zayıf bir senedle)
40) Taberânî, (Zeyd ve Erkam'dan)
41) Tirmizî, Taberânî, Beyhakî
42) Künyesi Ebû Abdullah'tır. Kûfelidir. Hadîs ilminde güvenilir bir kimseydi. H. 100 senesinde doğmuş ve H. 169 senesinde vefat etmiştir.
43) Sünen sahipleri ve Hâkim, (Suveyd b. Kays'tan
Allahü teâlâ, insanoğluna iyi davranmayı (ihsânı) ve adâleti emir buyurmaktadır. Adâlet, kurtuluşun biricik sebebidir. Bu bakımdan adâlet, ticaret sermayesi yerine geçer. İhsan (iyi davranmak) ise, zaferin elde edilmesi ve saadetin kazanılmasına biricik sebeptir. Bu bakımdan iyi davranmak, ticarette kârın yerine geçer. Dünya muamelelerinde sadece sermayesiyle yetinip kâra iltifat etmeyen bir kimse, akıllı sayılmadığı gibi, âhiret muameleleri de böyledir; yani bu muamelelerde de kişi, sadece sermaye ile yetinmemeli, kâr aramalıdır. Dindar bir kimse, sadece adâletle hareket edip zulümden kaçınmakla yetinmemeli, ihsanın (iyi davranmanın) bütün kapılarını çalmalıdır.
Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun! (Kasas/77)
Allah'ın rahmeti ihsan edenlere yakındır! (A'raf/90)
Muhakkak ki Allah, adâleti ve ihsânı emreder. (Nahl/5)
İhsan'dan gayemiz; muamele yapan kişiye fayda verici hareketlerde bulunmaktır. Böyle davranmak, gerçi satıcı (veya alıcıya) farz değil ise de, bu şekilde davranmak bir fazilettir. Zira muamelede farz olan ihsan, adâletli hareket etme ve zulmü terketme bahsine girer. Biz de bunu daha önce zikretmiştik. İnsanoğlu, ihsan (iyi davranmak) mertebesine ancak aşağıda gelen altı şeyin birisiyle varabilir:
1. Kâr etmek hususundadır. Bu bakımdan müslüman bir kişi, normal olarak insanların aldanmadığı bir şekilde arkadaşını aldatıp fâhiş kârlar elde etmemelidir. Kâr etmenin aslına gelince,
Allah buna izin vermiştir. Çünkü ticaret kâr ile olur. Kâr ise çok olacağı gibi az da olabilir. Fakat kişi sattığı mala bu artışı yüklerken en yakın derecesini gözetmelidir. Zira müşterinin normal kârdan fazlasını vermesi iki sebepten doğar; a) O malı edinmekte çok isteklidir, b) Veya o mala şiddetle muhtaçtır. Bu bakımdan böyle bir kimseye fâhiş bir şekilde mal satmaktan kaçınmak gerekir ve bu şekilde yapmaksa, ihsan kısmına dâhil olur. Kandırmak ortada olmadıkça fazla almak (dinen) zulüm sayılmaz. Âlimlerin bir kısmı satılan malın sermayesinin üçte birinden fazla satıcı kâr ederse, alıcı için muhayyerlik (isterse olduğu gibi kabul, isterse iade eder) icab ettireceğini söylemişlerdir. Fakat biz aynı fikirde değiliz. Lâkin bu şekilde yapılan kârdan bir kısmını müşteriye bağışlamak ihsâna dâhil olur.
Rivâyet ediliyor ki, Basralı Yûnus b. Ubeyd'in yanında fiatları çeşitli olan abâ ve izarlar vardı. Bu giyim eşyasından bir kısmının fiatı dörtyüz dirhemdi, bir kısmının fiatı da ikiyüz dirhemdi. Bu zat, namaza gidip dükkanı yeğenine bıraktı. O esnada bir göçebe geldi. Kendisi için, mevcut bulunan elbiselerden dört yüz dirhemlik bir elbise istedi. Dükkânda bulunan adam, göçebeye ikiyüz dirhemlik bir elbiseyi gösterdi. Göçebe elbiseye baktı. Beğenip dört yüz dirheme satın aldı ve gitti. Elbise, adamın elinde iken camiden dönen Yûnus, onu gördü ve elbiseyi tanıdı. Göçebeden kaça aldığını sordu. Göçebe dörtyüze aldığını söyleyince, şöyle dedi:
-Bu, ikiyüz dirhemden fazla etmez. Bu bakımdan, bunu sahibine vermek üzere geri getir.
-Bu elbise, bizim memleketimizde beşyüz dirheme de değer.
Üstelik ben bunu kendi rızamla aldım.
-Sana dön diyorum. Dinde (müslümanlara) nasihat etmek, dünya ve dünyadakilerden daha hayırlıdır.
Sonra Yûnus, göçebeyi dükkâna getirdi. Dörtyüzden ikiyüz dirhemi kendisine iade etti. Yeğenine 'Neden böyle yaptın?' diye çıkıştı ve şöyle dedi:
-Sen utanmadın mı? Allah'tan korkmadın mı? Malın sermayesi kadar kâr edip müslümanlar için yapılması gereken nasihatı, doğruluğu terkettin.
-Allah'a yemin ederim, o bu elbiseye razı olduktan sonra aldı.
-O razı oldu diyelim. Ya sen? Kendi nefsin için razı olmayacağını ondan niye esirgemedin?
Böyle bir muamelede günün rayici gizlenmişse ve kandırmak varsa, bu zulüm grubuna girer. Daha önce bunun bahsi geçmişti. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur:
Râyici bilmeyen ve tamamen kendisini satıcının vicdanına teslim eden bir müşteriden fazla kâr almak haramdır. 46
Zübeyr b. Adiy47 der ki: 'Ben Hazret-i Peygamber'in onsekiz ashâbına yetiştim. Onların hiçbiri doğru dürüst bir dirhem ile et almayı dahi beceremezlerdi'. Bu bakımdan bu gibi alışverişten anlamayan zatlardan fazla kâr etmek zulmün ta kendisidir. Eğer bu kârı kandırmaksızın elde ederse, o vakit Allah'ın insanlardan istediği ihsanı terketmiş olur. Üstelik fazla kâr etmek kandırmaksızın ve günün râyicini gizli tutmaksızın pek de kolay elde edilecek birşey değildir.
Katıksız ihsana gelince, o, Sırrî es-Sakatî'den (Cüneyd-i Bağdadî'nin dayısıdır) nakledilen şu hakikattir: Sırrî es-Sakatî, bir ölçek bademi altmış dinara satın aldı ve gelir-gider defterine 'Bunun kârı üç dinardır' diye yazdı. Yani on dinarda yarına dinar kâr kabul etti. Tam bu esnada bademin ölçeği doksan dinara yükseldi. Salihlerden bir tellâl, Sırrî es-Sakatî'ye gelerek bademleri almak istedi. Sırrı kendisine şöyle dedi:
-Al götür!
-Kaç dinar kârla götüreyim?
-Üç dinarla. . .
-Badem doksan dinara çıktı! Nasıl olur da, böyle az bir kârla veriyorsun?
-Ben kalbimde bir mukavele akdetmişim. Onu artık çözemem.
Ben bu ölçeği ancak atmış üç dinara satarım.
-Ben de Allah ile aramda hiçbir müslümanı kandırmamak üzere mukavele yaptım. Senden ancak bunu doksan dinara alabilirim.
Bunun üzerine ne tellâl Sırrı es-Sakatîden o malı satın alabildi, ne de Sırrî o malı satabildi. İşte bu, iki taraftan olan katıksız ihsandır. Zira hâlin hakikâtini bilmekle olan bir davranıştır.
Rivâyet edildiğine göre, Şukûk tâbir edilen elbiseler vardı. Bu elbiselerin bir kısmı beş, bir kısmı da on dirhemlikti. Muhammed b. Münkedir'in48 dükkânında bulunmadığı bir anda tezgâhtarı beş dirhemlik elbiselerden birini on dirheme sattı. Dükkâna gelip bu durumu öğrenen Muhammed b. Münkedir bütün gün elbiseyi satın alan göçebenin arkasına düşüp aradı. Nihayet onu buldu. Kendisine şöyle dedi:
-Hizmetçi yanlışlık yaparak beş dirhem değerindeki bir elbiseyi sana on dirheme satmış.
-Ben buna razı oldum.
-Her ne kadar sen buna razı olmuşsan da biz ancak nefsimiz için razı olduğumuz bir muameleye senin için razı olabiliriz. Bu bakımdan üç yoldan birisini seç; a) Ya gelip on dirhemlik şükûklardan birisini alırsın, b) Veya senin beş dirhemini geri veririm, c) Ya da bizim elbisemizi geri verip bütün paranı geri alırsın.
-O halde benim beş dirhemimi ver!
Böylece Muhammed, göçebenin beş dirhemini geri verdi ve göçebe geçip giderken 'Bu ihtiyar adam kimdir?' diye soruşturmaya başladı. Kendisine onun, Muhammed b. el-Münkedir olduğu söylendi. Göçebe 'Allah'tan başka ilâh yoktur. (Bu kelime hayret yerine kullanılır) . Bu, o kimsedir ki, biz çöllerde kıtlığa tutulduğumuz zaman, bunun yüzü suyu hürmetine Allah'tan yağmur talep ediyoruz'.
İşte on dirhemde yarım dirhem veya normal olarak satılan eşyada o yerde ne kâr ediliyorsa o kârı yapmak ihsana dâhildir. Az bir kâra rıza gösteren bir kimsenin satışı çoğalır ve fazla sarfiyattan çok kârlar elde eder ve böylece bereket görünmeye başlar.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Kûfe çarşısında elinde kamçısı olduğu halde gezip şöyle derdi: 'Ey tüccarlar! Hakkı alınız ve hakkı veriniz! Böyle yaptığınız takdirde (faizden veya felâketten) salim kalırsınız. Az kâra razı olun ki, çok kârdan mahrum olmayasınız. . '
Abdurrahman b. Avf a (radıyallahü anh) şöyle denildi:
-Senin zengin oluşunun sebebi nedir?
-Ben ne kadar az olursa olsun, hiçbir zaman, hiçbir kârı tepmiş değilim. Benden istenilen bir hayvanın satışını geciktirmiş değilim. Ben borçla satış yapmam. İşte benim zenginliğimin sebepleri bunlardır.
Deniliyor ki, Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh) bin deveyi sattı. Sattığı develerde ancak yularlarını kâr etti. Sonra her yuları bir dirheme sattı. Böylece develerde bin dirhem kâr etti. Bir de o günlük deve yeminden bin dirhem kâr etti.
2. İkincisi, biraz fazlaca kâr vermeye tahammül göstermektir. Müşteri eğer zayıf bir kimseden yiyecek maddesi alıyorsa veya herhangi bir fakirden birşey alıyorsa ona biraz fazla kâr vermekte hiçbir beis yoktur. Böyle bir kimse ile alışveriş yaptığı zaman, müsamaha ve kolaylık göstermesi ve bu şekilde satıcıya iyilik yapması gerekir. Bir de böyle yapmak suretiyle Hazret-i Peygamber'in 'Allah, satışı kolay bir kişiye rahmet eylesin' hadîsinin kapsamına dâhil olmuş olur. Zengin ve tüccar bir kimseden herhangi bir malı satın almasına gelince, eğer satıcı ihtiyacından fazla kâr istiyorsa, böyle bir kimsenin fazla kâr istemesine karşı ses çıkarmamak iyi bir hareket değildir. Çünkü ecri olmaksızın malını zâyi etmiş ve hiçbir dua da almamış olur. Ehl-i Beyt yolu ile rivâyet edilen bir hadîste şöyle vârid olmuştur:
Alışverişte kandırılan bir kimse ne övülür, ne de parasının karşılığını görmüş olur. 49
Basra kadısı Iyaz b. Muaviye tâbiîn-i kirâmın akıllılarındandı. Diyor ki: 'Ben hilekâr değilim. Hile ne beni, ne de Muhammed b. Sîrîn'i aldatmaz. Hile ancak Hasan-ı Basrî'yi ve benim babam Muaviye b. Kırre'yi aldattı. En kâmil vasıf, kişinin aldatmaması ve aldanmamasıdır'.
Nitekim âlimlerden biri, Hazret-i Ömer'in vasfını söylerken şöyle buyurmuştur: 'Başkasını aldatmaktan çok yüce idi ve başkası tarafından aldatılmaktan da çok daha akıllıydı'.
Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anh) ve selef-i sâlihînin hayırlı kimseleri alışverişte titiz davranırlar, sonra mallarını hibe yoluyla müslümanlara verirlerdi. Bunun üzerine bu zevat-ı kirâmdan birisine denildi ki: 'Sen satın alırken az birşey üzerinde titizlikle duruyorsun. Sonra perva etmeksizin birçok şeyi hibe ediyorsun. Bu nasıl olur?' O zat şöyle cevap verdi: 'Hibe bir fazilettir. Kandırılmak ise ahmaklıktır'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Ben kandırıldığım zaman, ancak aklım ve basiretimi başkasına kaptırmış olurum. Bu bakımdan beni kandırmak isteyene bu imkânı vermek taraftarı değilim. Fakat hibe ettiğim zaman, Allah için vermiş olurum. Bu bakımdan Allah için verdiğimi hiç de fazla görmem'.
3. İhsanın üçüncüsü, satılan malın bedelini tamamen almak ve halkın boynunda bulunan alacaklarını tahsil etmektir. Bazen müsamaha göstermek suretiyle alacağını tahsil etmekte ihsanda bulunmak, bazen mühlet vermek ve tahsil müddetini geciktirmek suretiyle ihsanda bulunmak. . . Bazen de bir kısmını affetmek suretiyle, bazen de nakdin en güzelini istemekten vazgeçmek suretiyle ihsanda bulunmaktır.
Bütün bunlar mendub hareketlerdir ve insanoğlu bunlara teşvik edilmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Sattığı zaman kolaylık gösteren, satın aldığı zaman kolaylık gösteren, borcunu verdiği zaman ve alacağını istediği zaman kolaylık gösteren bir kimseye Allah rahmet etsin!
Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'in duasını kazanmaya çalışılmalıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber, başka bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
Müsamaha göster ki, sana da müsamaha gösterilsin. 50
Eli darda olan bir borçluya mühlet veren veya alacağını onun için terkeden bir kimse ile, Allahü teâlâ çok kolay bir şekilde hesap görür. 51
Allah'ın (veya arşının) gölgesinden başka gölge olmayan bir günde Allah o kimseyi arşının gölgesinde gölgelendirir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , dünyada israfçı bir kişinin Allah huzuruna getirilip hesaba çekildiğini ve bir tek sevabı kalmadığı zaman, melekler tarafından kendisine 'Sen dünyada hiçbir hayır işlemedin mi?' denildiğinde, onun da 'Hayır, ben hiçbir hayır işlemedim. Ancak halka borç veren bir kimseydim ve hizmetçilerime 'borçluların zenginlerine müsamaha gösteriniz, fakirlerine de mühlet veriniz' emrini veriyordum. (Bütün yaptıklarım bundan ibaret idi) dediğini anlatmıştır.
Hadîsin başka bir lâfzında "Fakirin borcundan vazgeçiniz' ibaresi vardır. Bunun üzerine Allahü teâlâ o ki kuluna şöyle der:
Mademki sen, aciz bir kul olduğun halde, yoksulların borcundan vazgeçerdin, o halde bizim senin günahından vazgeçmemiz daha uygundur. Böylece Allahü teâlâ, o kulun azabından vazgeçer ve onu affeder. 52
Kim bir zamana kadar müslüman kardeşine bir dinar (altın) borç verirse, o borcun zamanı gelinceye kadar hergün için ona bir sadaka yazılmaktadır. Zamanı geldiğinde bir daha ona mühlet verirse hergün o alacak kadar onun için sadaka yazılır. 63
Selef-i salihînden bazıları bir zamana kadar müslüman kardeşinden borcunu edâ etmesini (sadece bu hadîs-i şerîfin ifade buyurduğu hikmetten istifade etmek için) istemiyordu ki böylece her gününde o borç kadar sadaka vermiş bir kimse gibi olmuş olsun.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Gördüm ki, cennetin kapısında şöyle yazılıydı: 'Sadaka on misline, borç vermek ise onsekiz mislinedir'. 54
Bu hadîs-i şerifin açıklanmasında denildi ki: 'Sadaka, muhtaç olan ve olmayanın eline geçer. Borç almak zilletine tahammül etmek ise ancak muhtaç bir kimsenin işidir'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , başkasının yakasına, alacağını istemek için yapışan birisine baktı. Alacaklıya eliyle alacağının yarısını hibe etmesini işaret etti. O da Hazret-i Peygamber'in bu emrini yerine getirdi. Bunun üzerine borçluya şöyle buyurdu: 'Kalk ve borcunu öde!' 55
Kim birşeyi satar, derhal onun parasını vermek suretiyle sıkıştırmazsa borç vermiş gibi olur.
Rivâyet ediliyor ki, Hasan-ı Basrî, bir katırını dörtyüz dirheme sattı. Parasını alacağı zaman, alıcı kendisine şu ricada bulundu:
-Ey Ebû Said! Bana biraz müsamaha et!
-Yüz dirhemi bağışladım.
-Biraz daha müsamaha et!
-Yüz dirhem daha bağışladım, dedikten sonra ikiyüz dirhem hakkını aldı. Kendisine 'Ey Ebû Said! Bu katırın yarı parasıdır' denildiği zaman, İşte ihsan böyle olur. Böyle yapmadığın takdirde ihsan etmiş sayılmazsın' dedi.
Hakkını »ister tamam ister eksik olsun- kötü söz söylemeden helâl ve meşru şekilde al ki, Allahü teâlâ seni en kolay şekilde hesaba çeksin. 50
4. Dördüncü emir, borcun ödenmesi hakkındadır.
Borcu güzelce ödemek, ihsâna dahildir. Borcun güzelce ödenmesi şu şekildedir: Borçlu kimse, hak sahibine bizzat gider. Onu, hakkını almak için gelmeye mecbur etmez. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Sizin en hayırlınız, borcunu ödemek hususunda en iyi davrananızdır. 57
Borcunu ödemeye imkânı olduğu zaman tehir etmeksizin hemen yapmalıdır, velev ki borcun vakti henüz gelmeden de olsa. . . Şart koşulan maldan daha iyisini ve daha güzelini teslim etmelidir. Eğer borcunu edâ etmekten âciz ise, kalbinde Allahü teâlâ ne zaman kendisine imkân verirse borcunu edâ etmek niyeti olmalıdır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Bir müslüman vakti gelince ödemek üzere başkasından borç alıyorsa, Allahü teâlâ , onu koruyan ve borcunu ödeyinceye kadar kendisine dua eden bir grup meleği vekil kılar. 58
Seleften bir cemaat, sadece şu geçen hadîs-i şerifteki fazilete nail olmak için, ihtiyaçları olmadığı halde borç alırlardı.
Hak sahibi, borçluya karşı kaba davranırsa, borçlu tahammül etmeli ve ona yumuşak bir şekilde karşılık vermelidir. Bunu da Hazret-i Peygamber'e uymak niyetiyle yapmalıdır. Zira alacaklı, alacağının zamanı geldiğinde çıkıp Hazret-i Peygamber'e geldi. Kazara Hazret-i Peygamber borcunu verememişti. Kişi bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e sert konuşmaya başladı. Ashâb-ı kirâm adamı hırpalamak isteyince Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
Yakasını bırakınız! Çünkü hak sahibinin konuşmaya hakkı vardır. 59
Borçlu ile alacaklı arasında konuşma cereyan ettiği zaman, aracılık yapanlar için borçlunun lehinde konuşmak ihsandandır. Zira borç veren kimse, büyük bir ihtimalle zengindir. Borç alan ise, ihtiyacından dolayı borçlanmıştır. Böylece satıcıdan fazla alıcıya yardım etmek uygundur. Zira satıcı satılan maldan rağbetini kesmiş, onun paha etmesini ister. Alıcı ise, o mala muhtaçtır. İşte böyle yapmak en güzel harekettir. Ancak borçlu sınırı aşacak derecede aşırı giderse, o zaman zulme kaçmaktan onu menetmek ve hak sahibine yardım etmek gerekir. Zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kardeşine yardım et. İster zâlim olsun ister mazlum. 60
Ashâb-ı Kirâm 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz nasıl zâlim kardeşimize yardım edebiliriz?' diye sorunca, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
Kardeşini zulümden menetmen, ona yardımdır.
5. Beşincisi, vereceğin bir kısmından vazgeçilmesini isteyen bir kimseyi affetmektir. Zira ancak alışverişten zarar görmüş ve pişman olmuş bir kimse affedilmesini ister. Bu bakımdan bir müslüman diğer müslüman kardeşinin onun yüzünden zarara uğramasını istemez. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kim alışverişinden pişman olan bir kimseyi affederse, yani pişmanlığında ona yardımcı olup istediği şekilde muamele ederse, Allahü teâlâ da kıyâmet gününde onun sürçmelerini affedip kaldırır. 61
Veya Hazret-i Peygamber'in hadîsi söylediği gibi. . .
6. Altıncı şey, muamelesinde bir müddete kadar borç vermek için bir grup fakiri aramalı, onlara imkân vermek suretiyle ecir elde etmeye çalışmalıdır. Bu muameleyi yaparken onların imkânları olmadıkça, onlardan hakkını istememeye azimli olduğu halde yapmalıdır. Çünkü selefin sâlihlerinden bazılarının iki defteri vardı. O hesap defterlerinden birinde bilinmeyen fakir ve zayıfların isimleri yazılıydı. Böyle bir defter tutmanın hikmeti şuydu: Fakir yiyecek maddesini veya meyveyi görürdü. Canı onu çekerdi. Gelir dükkâncıya 'Benim şu maddeden beş batmana ihtiyacım var, fakat almak için param yok' derdi. Dükkân sahibi de 'A1! Zengin olduğun zaman getirip verirsin' derdi. Fakire karşı bu şekilde davranan kimse ümmetin hayırlı kimselerinden sayılmazdı. Belki fakirin ismini deftere yazmayıp onu fakirin boynuna borç yapmayan ümmetin hayırlılarından sayılırdı. Bu kimse ancak fakire şöyle derdi: 'İstediğini al! Eğer daha sonra imkânın olursa gelir verirsin. Eğer imkânın olmazsa sana helâl-i hoş olsun!'
İşte buraya kadar selef-i sâlihîn'in ticarî muamelelerinin yollarını belirttik. Bu yollar şimdilik tamamen ortadan kalkmıştır. Böyle hareket eden bir kimse, bu sünneti yeniden diriltmeye ve bid'atları öldürmeye çalışmış olur. Kısacası ticaret insanlar için mihenk taşıdır. Ticaret ile kişinin dindarlığı ve takvâsı ölçülür. Bunun için de şâir şöyle demiştir:
Sakın kişinin yamaladığı elbisesi veya topuğunun üstüne kadırdığı izarı (peştamalı) veya secde eseri bulunan alnı seni aldatmasın. Parayı ona göster (veya paranın yanında ona bak!) Onun dalâletini takvasından o zaman ayırabilirsin.
Bunun içindir ki, şöyle denildi: 'Hazerde kişinin komşuları, seferde arkadaşları, çarşıda kendisiyle alışveriş yapanlar, kendisini övdükleri zaman, onun sâlih bir kişi olduğunda şüpheniz kalmasın'.
Hazret-i Ömer'in yanında, birisi şahitlik yaptı. Hazret-i Ömer, şahide 'Seni tanıyan birini getir' dedi. Adam giderek birini getirdi. Gelen adam şahidin lehinde konuşmaya başlayınca Hazret-i-Ömer şöyle sordu:
-Sen onun çıkış ve girişini bilen en yakın komşusu musun?
-Hayır!
-Onun iyi ahlâklı olduğuna delâlet eden bir yolculukta kendisiyle arkadaşlık ettin mi?
-Hayır!
-Onunla, kişinin takvâsını bildiren dirhem ve dinar (para) ile bir alışveriş yaptın mı?
-Hayır!
-Sanırım sen onu mescidde namaz kılarken, Kur'ân'ı teganni ile okurken, kâh başını eğip, kâh kaldırırken görmüşsün.
-Evet! Bu şekilde gördüm!
-O halde çık git! Onu tanımıyorsun!
Sonra adama şöyle dedi: 'Seni tanıyan bir kimseyi getir!'
46) Taberânî, (Ebû Umâme'den zayıf bir senedle) ; Beyhakî, (Câbir'den hasen bir senedle)
47) Hemedanlıdır. Künyesi Ebû Adiyy'dir. Rey şehrinin kadısıydı. H. 131 senesinde Rey'de vefat etmiştir.
48) Künyesi Ebû Abdullah'tır. II. 130 senesinde yetmiş küsur yaşındayken vefat etmiştir.
49) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir
50) Taberânî, (İbn Abbâs'tan)
51) Müslim, İmâm-ı Ahmed, İbn Mâce ve İbn Hıbbân
52) Müslim, (Ebû Mea'ud'dan) ; Müslim ve Buharî, (Ebû Huzeyfe'den benzerini)
53) İbn Mâce, (Büreyde'den) ; İmâm-ı Ahmed ve Hâkim
54) İbn Mâce, (Enes'ten zayıf bir senedle)
55) Müslim ve Buharî, (Ka'b b. Mâlik'ten)
56) İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den hasen bir senedle)
57) Müslim ve Buharî, (Ebû Hüreyre'den)
58) İmâm-ı Ahmed, (Hazret-i Âişe'den)
59) Müslim ve Buharî, (Ebû Hüreyre'den)
60) Müslim ve Buharî, (Enes'ten)
61) Ebû Dâvud ve Hâkim, (Ebû Hüreyre'den)
Dünya kazancı, tüccarı âhiretinden uzaklaştırmamalıdır. Böyle olduğu takdirde tüccarın ömrü zâyi olur, ticareti de zarardan başka birşey olamaz. Âhiretin kârından kaçırdığını, elde ettiği dünyalıkla telafi etmesi mümkün değildir. Böyle hareket ettiği takdirde âhiretini verip, dünya hayatını satın alan kimselerden olur. Bilâkis akıllı bir kimse, herkesten evvel nefsine şefkat göstermelidir. Nefse şefkat göstermek de ancak sermayeyi korumak suretiyle olur. (Hakikî) sermayesi ise dinidir ve dinindeki ticaretidir. Seleften bazıları şöyle buyurur 'Akıllı bir kimse için en iyi şey, geçici dünyada en fazla muhtaç olduğu şeydir. Geçici dünyada en fazla muhtaç olduğu şey ise, gelecek âlemde neticesi en güzel olan şeydir'.
Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) vasiyetnamesinde şöyle yazdı: 'Senin dünyadaki nasibin elbette ki senin için lâzımdır. Fakat sen âhiret nasibine dünya nasibinden daha fazla muhtaçsın. Bu bakımdan önce âhiret nasibinden başla, onu edin; zira böyle yaptığın takdirde nasibinin yanından geçer, onu da tanzim edersin'. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Dünyada olan nasibini unutma. (Kasas/77)
Yani âhiretin için dünyadan olan nasibini dünyada unutma. Çünkü dünya, âhiretin tarlasıdır. Sevaplar dünyada kazanılır. Tüccarın dinini korumak makamındaki şefkati ancak yedi şeyi gözetmekle tamamlanabilir:
1. Birincisi, ticaretin başlangıcında güzel niyet ve inançtır. Tüccar bir kimse ticaret yapmakla helâlinden kazanıp halkın elinden gözünü ayırmak ve dilenciliği bırakmak niyetini taşımalıdır. Elde ettiği servet ile dinine yardım etmeyi, çoluk çocuğunun nafakasını temin edip bu hususta Mücâhid olanların zümresinden olmaya niyet etmelidir. Aynı zamanda müslümanlar için nasihat etmeyi ve kendi nefsi için sevdiğini başka insanlar için de sevmeyi niyet edip kasdetmelidir. Daha önce söylediğimiz gibi, alışverişinde adâlet ve ihsan yoluna tâbi olmaya niyet etmelidir. Pazarda gördüğü her işte emr-i bilmaruf ve nehy-i an'il-münker'e niyet etmelidir. Zira tüccar bir kimse bu niyetleri kalbinde taşıdığında ve bu inançlara sahip bulunduğunda âhiret yolunda çalışmış bir kimse olur. Eğer bu çalışma neticesinde mal da elde ederse bu da kâr üzerine kârdır. Eğer bu niyetlerle beraber dünyalık hususunda zarar etse dahi âhiretindeki kârı muhakkaktır.
2. İkincisi, sanatında veya ticaretinde farz-ı kifayelerinden birini yapmayı kasdetmektir. Zira sanatlar ve ticaretler terkedildiği takdirde hayat dumura uğrar, insanların çoğu helâk olur. Bu bakımdan insanların işlerinin intizama girmesi, ancak bütün insanların yardımlaşmasıyla ve her grubun çalışmasıyla cemiyetin hayatını tekeffül etmeye bağlıdır. Eğer insanların tamamı bir sanata yönelirse diğer sanatlar dumura uğrar ve bütün insanlar helâk olur. İşte insanların bir kısmı Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Ümmetimin ihtilâfı rahmettir'62 hadîs-i şerifini bu mânâ üzerine hamletmişlerdir. Yani ümmetin sanatlar ve işlerdeki değişik fikirleri onları helâk olmaktan korumak bakımından rahmettir.
Sanatların bir kısmı vardır ki, pek önemli değildir ve bir kısmı da vardır ki, dünyada süslü gezmek, lüks bir hayat yaşamak için talep edilir. Böyle bir sanattan da Mü'min bir kimse müstağnidir. Mü'min bir kimse, cemiyetin hayatında önemli olan bir sanatla uğraşmalıdır ki, o sanat ile uğraştığında müslümanların ihtiyaç cephelerinden birini kapatmış olsun. Aynı zamanda da uğraştığı sanatın dince de önemli olması gerekir ki o sanatı yapmakla beraber, dinin önemli saydığı bir açığı kapatmış olsun. Nakışçılık, kuyumculuk ve harç ile duvarları kuvvetlice yapmak sanatından ve dünyanın süslenmesine elverişli olan bütün sanatlardan sakınmak gerekir. Zira bütün bu sanatları dindar kimseler kerih görmüşlerdir.
Çalgı ve benzeri aletleri yapmak, kullanılması haram olan aletleri imâl etmek gibi sanatlardan kaçınmak, zulmü terketmek kabilindendir. Terzinin, erkekler için (saf) ipekliden cübbe dikmesi, dökümcünün altından terkip edilmiş at eğeri veya erkekler için altın yüzükler yapması, bunların hepsi kullanılması haram olan aletleri yapmak grubuna dâhildir. Onların terkedilmesi zulmü terketmek gibidir. Bütün bunları yapmak günahlardandır. Bunların karşılığında alınan ücret haramdır. İşte bu sırra binaen biz bunlarda zekâtın farz olduğunu söyledik. Her ne kadar biz (Şâfiîler) süs eşyasında zekâtın farz olmadığına kani isek de. . . Zira süs eşyaları erkekler için olursa, haram olurlar. Eğer bu şekil süs eşyaları kadınlar için dahi yapılmış ise, kadınlar için mübah olan ziynet grubuna dahil olamazlar. Eğer onlarda kadınlar için ziynet kastedilmezse. . . Bu bakımdan kadınlar için yapılan bu şekildeki eğerler ve altın yüzükler, ancak kadının süs eşyası kastıyla yapıldığı takdirde, süs eşyası hükmüne geçer.
Biz daha önce yiyecek maddelerinin ve kefenlerin satılmasının mekruh olduğunu söylemiştik. Zira bunları satmak, insanları ölümünü beklemeyi ve piyasanın anormal bir şekil almasını istemeyi gerektirmektedir. Kişinin hayvan kesicisi olması da mekruhtur. Çünkü bu sanatla insanın kalbi katılaşır. Kişinin haccam (kan alıcı) veya süpürgeci olması da mekruhtur. Çünkü bu sanatlarda necasete karışmak ve uğraşmak vardır. Debbağ ve debbağlık mânâsında herhangi bir sanata sahip olmak da böyledir. İbn Sîrîn, kişinin tellâl olmasını da mekruh görmektedir. Ebû Katâde b. Deâme, tellâlın ücretinin mekruh olduğunu söylemiştir. Umulur ki tellâl ücretinin mekruh oluşu, tellâlların pek az yalandan kurtulmaları ve malın satılması ve fiyatının yükselmesi için ifrat derecede o malı övmeleri buna sebep olsa gerek. Bir de tellâllıkta çalışma miktarı hiçbir zaman belli olmaz. Bazen az olur bazen de çok. Tellâllık ücretinde, tellâlın çalışmasına bakılmaz. Belki satılan elbisenin kıymetine bakılır ve âdet de böyledir. Bu ise, zulmün ta kendisidir. Bilâkis bir insanın yorgunluk miktarına bakarak onun ücretini takdir etmek gerekir.
Ticaret için hayvan satın almayı da kerih görmüşlerdir. Zira hayvanı ticaret için alan bir insan, o hayvan hakkındaki ilâhî kaza ve kaderi hoş görmez. Yani hayvanın ölümünü iyi karşılamaz. Oysa 'Hayvanı sat! Arazi, ev ve arsa gibi ölmezleri al!' denilmiştir.
Selef-i Sâlihîn sarraflık yapmayı da kerih görmüştür. Zira sarraflık, bizzat kendisi istenmeyen, ancak geçerliliği kastolunan bir nesnede onun ince özelliklerini aramak demektir. Çok zaman malın sahibi paranın inceliklerinden gâfil olup onun gafletinden istifade etmeksizin kâr etmek sarraf için mümkün değildir. Sarraf ne kadar ihtiyatlı davranırsa davransın hilelerden çok az kurtulabilir. Sarraf bir kimse ve başka bir satıcı için tüm paranın ve dinarların kırılması mekruhtur. Ancak o paranın katışık olmasından şüpheye düşer veya zaruret olursa, o vakit kırabilir.
Ahmed b. Hanbel şöyle buyurmuştur: 'Hazret-i Peygamber ve onun ashâbından, kırılmamış paralardan eritip başka bir maddeyi dökmek ve yapmak (kuyumculuk) hakkında yasak vârid olmuştur. Ben de tedâvüldeki paraların kırılmasını ve parçalanmasını mekruh görmekteyim. Ancak kişi dinarlarla dirhemleri satın alır. Sonra dirhemlerle altını satın alır ve o altından istediği eşyayı yapar'.
Manifaturacılık yapmayı, müstehab görmüşlerdir. Said b. Müseyyeb şöyle buyurmuştur: 'ınanifaturacılıkta fuzulî yerde yemin etmek sözkonusu değilse, bence bu ticaretten daha sevimli bir ticaret yoktur'.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ticaretlerinizin en hayırlısı bezzazlık (kumaş ticareti) dir. Sanatlarınızın en hayırlısı ise, inci işlemeciliğidir. 63
Eğer cennet ehli ticaretle uğraşsaydı, muhakkak ki bez ticareti (manifaturacılık) yaparlardı. Eğer cehennem ehli ticaretle uğraşsaydı, muhakkak ki, sarraflık yaparlardı. 64
Selef büyüklerinin çoğu şu on sanatı tercih ederlerdi:
1. İnci işlemeciliği
2. Ticaret
3. Nakliyecilik
4. Terzilik ve ayakkabıcılık
5. Bez ağartıcılık
6. Terlik imalâtı
7. Demircilik
8. Dokumacılık
9. Karada ve denizde avcılık
10. Yazıcılık/Hattatlık
Abdulvehhab el-Verrak65 şöyle anlatır; Ahmed b. Hanbel benden 'Sanatın nedir?' diye sordu. Ben ise 'Yazıcılık/Hattatlık' dedim. Bunun üzerine ' Yazıcılık/Hattatlık helâl kazançtır. Eğer ben elimle bir sanat yapsaydım mutlaka senin sanatını yapardım. Sakın orta kısmına yazmaktan şaşma. Hâşiyelerde (sahife kenarlarında) yer bırak. Cüz'lerin arka kısımlarına da yazma' dedi.
Sanatkârlardan dört grup halkın nezdinde zayıf görüşe sahip olmakla bilinirler.
a) Örücüler
b) Pamukçular
c) Yün eğiricileri
d) Muallimler
Bu grupların halk nezdinde zayıf görüşlü olarak bilinmelerinin hikmeti şu olabilir: Çünkü bunların karıştıkları ve konuştukları, çoğunlukla kadınlar ve çocuklardır. Aklen gelişmemiş kimselerle oturup-kalkmak ise, aklın zâfiyetine yol açar. Nitekim akıllılarla oturup-kalkmak da aklın artmasına vesile olduğu gibi. . .
Mücâhid'den şöyle rivâyet edilir:66 Hazret-i isa'nın annesi Meryem (aleyhisselâm) , oğlu isa'yı ararken dokumacıların yanından geçerek yolu sordu. Dokumacılar ise, Meryem'e yanlış yol gösterdiler. Bunun üzerine Hazret-i Meryem onlara şu bedduâda bulundu: 'Ey Allahım! onların kazancından bereketi kaldır! Onları fakir olarak öldür ve onları insanların gözünde hakir göster!' Allahü teâlâ tarafından Hazret-i Meryem'in bu duası kabul olundu. (Şâyân-ı itimad bir rivâyet değildir) .
Selef-i Sâlihîn, farz-ı kifâyeler ve ibâdetler kabilinden olan herhangi bir şeyin karşılığında ücret almayı hoş görmezlerdi. Meselâ, ölü yıkamak, ölüyü gömmek, ezan okumak, teravih namazını kıldırmak gibi. . . Her ne kadar bu çalışmalar karşılığında alınan ücretin doğruluğuna hükmedilmiş ise de. . . Kur'ân ve şer'î ilimleri öğretmek de böyledir. Zira bu çalışmalar karşılığında dünya ücreti değil de âhiret ücreti düşünülmelidir. Bunların karşılığında ücret almak ise, âhireti dünya ile değiştirmek mânâsına gelir. Böyle bir muamele ise, müstehab değildir.
3. Üçüncüsü, dünya pazarı, müslüman kişiyi âhiret pazarından menetmemelidir. Âhiretin pazar yerleri camilerdir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Nice adamlar vardır ki, ne bir ticaret ne de bir alışveriş, Allah'ı anmaktan, namazı gereği üzere kılmaktan ve zekât vermekten kendilerini alıkoymaz. (Nûr/37) Aynı sûrenin 36. ayetinde de şöyle buyurulmaktadır:
Bu lamba, o mescidlerde yakılır ki, onların yüce tanınmasını ve içlerinde isminin anılmasını Allah emretmiştir.
Bu bakımdan müslüman tüccar gündüzün başlangıcından pazar kuruluncaya kadar vaktini âhiret pazarına girmeye tahsis etmelidir. Camide zikir ve fikir ile meşgul olmalıdır. Virdlerine devam etmelidir. Hazret-i Ömer tüccarlara şu şekilde hitab ediyordu: 'Ey tüccarlar! Gündüzlerinizin başlangıcını âhiretinize tahsis ediniz. Ondan sonraki zamanınızı da dünyanıza. . . '
Selef-i Sâlihîn günün başlangıcını ve sonunu âhirete ayırarak günün ortasında ticaretle uğraşırlardı. Herise (dövmeden yapılmış bir yemektir) ve kelle-paçayı sabahleyin ancak bâliğ olmayan çocuklar ve İslâm diyarında yaşayan zimmîler satarlardı. Çünkü bâliğ müslümanlar ise, o zaman hâlâ mescidlerde ibadet etmekle meşguldüler.
Melekler, kulun amel defterini Allah'ın huzuruna götürdükleri zaman, o defterde günün başında ve sonunda Allah'ın zikri ve işlenilmiş bir hayır varsa Allahü teâlâ bu iki vaktin arasında işlenen kötü amellerine onu kefaret kılar. 67
Gece nöbetçisi bulunan meleklerle gündüz nöbetini devralan melekler fecrin doğuşunda ve ikindi namazında bir araya gelirler. Bunun üzerine Allahü teâlâ -herşeyi onlardan daha iyi bildiği halde- kendilerine şöyle sorar:
-Kullarımı nasıl ve ne ile uğraşırken bıraktınız?
-Onları namaz kıldıkları halde terkettik ve (yine nöbeti devralmak için) geldiğimizde onları namaz kılarken gördük.
-O kullarımı affettiğime dair sizi şahid kılıyorum.
Sonra kişinin günün ortasında birinci (öğle) veya ikindi namazı için okunan ezanı işittiği zaman, başka bir işe yönelmemesi, yerinden kalkıp işini bırakması uygun bir harekettir. Zira İmâm ile beraber alınan tekbirin faziletini kaçırmaya karşılık olarak dünya içindekilerle beraber verilse yine de değmez. Eğer tüccar bir kimse cemaat namazına iştirak etmezse, bir kısım âlimlere göre günahkâr olur.
Selef-i Sâlihîn ezanı işitir işitmez pazar ve çarşıları çocuklar ile zimmîlere bırakıp boşaltır, camilere akın ederlerdi. Namaz vakitlerinde dükkânlarını korumak için kıratlar (paranın küçük birimleri) vererek çocuklar veya zimmîleri bekçi tutarlardı ve bu ücretler de bu tür işlerde çalışanlar için maişet vesilesi olurdu. 'Onları Allah'ın zikrinden ne bir ticaret, ne de bir alışveriş meşgul etmez' (Nûr/37) ayetinin tefsirinde şöyle vârid olmuştur: Onlar demirci ve inci işlemecisi idiler. Bu bakımdan onlardan herhangi biri çekicini demire indirmek üzere yukarı kaldırır veya inciyi delmek üzere çarkı harekete geçirir ve tam bu durumda iken ezan sesini işitir, çarkı inciden çekmez, yukarıda kalan çekici demire vurmaz, derhal elindekileri atar, namaza kalkardı.
4. Sadece bununla yetinmemeli, çarşıda ve pazarda Allah'ın zikrini daimî bir şekilde yapmalı, tehlil ve tesbihlerle (alışveriş esnasında dahi) meşgul olmalıdır.
Çarşıda gâfiller arasında Allah'ı zikretmek camide zikretmekten daha faziletlidir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Gâfiller arasında Allah'ı zikreden, düşmanın önünden kaçanların arkasında savaşan ve ölüler arasında diri bulunan bir kimse gibidir.
Bu hadîs 'Kurumuş bitkiler arasında yemyeşil bir ağaç gibidir' şeklinde de gelmiştir.
Kim çarşı ve pazara girip 'Allah'tan başka ilâh yok! Allah kuvvet ve kudretinde tekdir. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'nundur. Dirilten ve öldüren O. . . O, ölümsüz diridir. Hayr O'nun kudret elindedir. O, herşeyi yapmaya kâdirdir' dese Allahü teâlâ onun için bir milyon hasene yazar. 68
İbn Ömer, Salim b. Abdullah, Muhammed b. Vasık ve diğer sahabîler69 çarşı ve pazara bu zikrin faziletine nail olmak için giderlerdi. Hasan-ı Basrî şöyle buyurmuştur: Pazarda veya çarşıda Allah'ı zikreden bir kimse kıyâmet gününde haşre gelir. Onun ayın ziyası ve güneşin burhanı gibi bir burhanı vardır. Pazarda Allah'tan af dileyen bir kimseye Allahü teâlâ o pazarda bulunanların adedince sevap verir'.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) , çarşıya girdiği zaman şöyle derdi:
Ey Allahım! Küfürden ve fısktan ve bu çarşıdaki şeylerin şerrinden sana sığınıyorum. Ey Allahım! Yalan yemin etmekten, zarar edici bir alışverişten sana sığınıyorum.
Ebû Câfer el-Ferganî şöyle anlatır: Bir gün biz Cüneyd-i Bağdâdî'nin yanında bulunuyorduk. Onun meclisinde camilerde oturup kendilerini sûfîlere benzeten, camide oturmanın âdabında kusur yapan ve pazarlara gidenlerin ayıplarını araştıran birtakım kimselerden bahsedildi. Bunun üzerine Cüneyd şöyle buyurdu: 'Çarşıda nice kişiler vardır ki, camiye girip camide (güya) zikir ile meşgul olan bazı kimselerin kulağından tutup camiden dışarı atıp onun yerine oturmak selâhiyetine sahiptir. Ben çarşıda çalışan bir kişiyi biliyorum ki, hergün üçyüz rek'at ve otuz bin tesbih onun virdi ve vazifesidir'. Ferganî diyor ki: 'Benim aklıma Cüneyd'in bu söz ile kendi nefsini kastettiği geldi'.
Abdullah'tan biridir. Salim b. Abdullah ise Hazret-i Ömer'in torunu ve İbn Ömer'in oğludur. Yedi fakîhten biridir. Abid ve fâzıl bir kimseydi, Muhammed b. Vâsık b. Câbir b. Ahnes, el-Ezdi kabilesine mensuptur. Basralı, itimad edilir bir âlim, âbid bir kimseydi. H. 123 senesinde vefat etmiştir. İşte dünyanın lezzetlerine dalmak için değil sadece ekmeğini temin etmek için ticaret yapanların ticaretleri böyleydi. Zira âhirete yardımcı olsun diye dünyayı arayan, nasıl olur da âhiret kârını elden kaçırır? Çarşı, cami ve ev aynı hükümdedirler. Kurtuluş ancak takva iledir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem. ) şöyle buyurmuştur:
Nerede olursan ol, Allah'tan kork! (Günahın arkasından iyilik işle ki o günahı silsin. Halka güzel ahlâkla muamele et) . 70
Bu bakımdan takva dindar kimselerden -durumlar ve haller onları nerelere sürüklerse sürüklesin- ayrılmaz. Onların hayatı ve yaşayışı onunladır. Zira onlar ticaretlerini ve kârlarını ancak takvada görürler.
Denildi ki: 'Âhireti seven yaşar. Dünyayı seven ise, taşar; yani delidir'. Ahmak odur ki, sabah akşam hiç peşinde gezer. Akıllı odur ki, kendi nefsinin ayıplarını arar, bulur (ve ıslah eder) .
5. Beşincisi, pazar ve ticarete fazlasıyla haris ve düşkün olmamaktır. Şöyle ki, herkesten evvel pazara gidip herkesten sonra pazardan ayrılanlardan olmamalıdır. Ticaret peşinde deniz yolculuğuna çıkmamalıdır. Zira herkesten evvel çarşıya gelip herkesten sonra ayrılmak ve ticaret için deniz yolculuğuna çıkmak mekruhtur. 71
Ancak hac veya umre veya muharebe için deniz seferi yapılır. 72
Abdullah b. Amr b. As şöyle buyurmaktadır: 'Sakın herkesten önce çarşıya giren ve herkesten sonra çarşıdan ayrılan olma! Zira orada şeytan yumurtlamış ve civcivler çıkarmıştır'.
Muaz b. Cebel ve Abdullah b. Ömer'den şöyle rivâyet edilir: İblis, Zelembur adlı çocuğuna şöyle emir verir: 'Askerlerinle beraber geceleyin git. Pazarcıların yanına var. Onlar için yalan söylemeyi, yemin etmeyi, kandırmayı, hile yapmayı ve hıyânette bulunmayı süslü göster. Herkesten evvel pazara girenle ve herkesten sonra pazardan çıkanla beraber ol!'
Yerlerin en şerlisi çarşı ve pazarlardır. Çarşı ve pazar ehlinin en şerlisi de, çarşıya ilk giren ve son çıkandır. 73
Bu ihtirazın (korunmanın) tamamı, kişinin günlük nafakasına yetecek kadar kazanmayı murakabe etmesidir. Ne zaman yetecek kadar nafakasını elde ederse gitmeli ve âhiret ticaretiyle meşgul olmalıdır. Selefin salihleri böyleydi. Selefin sahillerinden bazıları vardı ki, bir danik (dirhemin altıda biridir) kâr ettiği zaman onunla kanaat eder, derhal alışverişi bırakır, âhiret ticaretiyle meşgul olmak üzere ayrılırdı. Hammad b. Selme (veya Seleme) 74 içinde koku saklanan bir kabı (yani bir tablayı) önüne bırakıp onun üzerinde peçe satardı. Ne zaman iki habbe kâr ederse (habbe, o devrin para birimi) derhal koku kabını kaldırır, alışverişi bırakır giderdi.
İbrahim b. Beşşar75 şöyle anlatır; İbrahim b. Edhem'e dedim ki;
-Bu günümü boş mu geçireyim, yoksa duvarcıların yanında çamurda mı çalışayım? (Veya bugünümü çamurda çalışmak suretiyle geçirmek istiyorum) .
-Ey Beşşar'ın oğlu! Sen hem arıyor, hem de aranıyorsun. Elinden kurtulmaya imkân olmayan biri tarafından aranıyorsun.
Senden istenmiyen birşeyi de sen arıyorsun. Sen hiç mahrum olmuş bir hârisi ve çeşitli nimetlerle donatılan bir zayıfı görmedin mi?
-Bakkalın yanında benim bir danik param vardır.
-Bir danik paran olduğu halde çalışmayı arıyorsun ha! Doğrusu bu bana çok ağır geldi. (Veya doğrusu bu kadar sabırlı olman seni gözümde daha da büyüttü) .
Seleften bazıları öğle namazından sonra alışverişi terkedip giderdi. Bazıları da ikindi namazından sonra. . . Bazıları da haftada bir veya iki gün çalışır, bununla yetinirlerdi.
6. Altıncısı, sadece haramdan sakınmakla yetinmemelidir. Bilâkis şüpheli şeylerden kaçınmalıdır. Şekkin kokusu bulunan yerlerden uzaklaşmalıdır. Bu hususta fetvalara pek fazla kulak asmamalıdır. Sadece kalbinden fetva istemelidir. Eğer kalbinde yapacağı işe karşı bir ürkeklik görürse, derhal ondan sakınmalıdır. Kendisine bir mal geldiği zaman, o mal kendisini şüpheye sevkediyorsa, onun durumunu sormalı, nereden geldiğini anlamalıdır. Eğer sormaksızın yerse, şüpheli birşeyi yemiş olur. Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) süt getirildi. Şüpheli gördüğü için getirenlere şöyle sordu:
- Bu süt nereden elinize geçti?
-Koyundan. . .
-Bu koyun nereden elinize geçti?
-Filân yerden. . .
İşte bu cevap üzerine Hazret-i Peygamber sütten içerek şöyle buyurdu:
Biz peygamberler zümresi, ancak helâli yemek ve salihi işlemekle emrolunduk. 76
Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'muhakkak ki, Allahü teâlâ, peygamberlerine emrettiklerini Mü'min kullarına da emrederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Mü'minler! Size verdiğim rızıkların temiz ve helâlinden yeyin ve Allah'a şükredin! Eğer hakîkaten ona ibadet ediyorsanız. . . (Bakara/172) .
İşte görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber, birşeyin aslını ve aslının aslını sormuştur. Fakat öteye gitmemiştir. Çünkü ötekileri bilmek güçtür. Biz Helâller ve Haramlar bölümünde bu kabil soruların nerede farz olduğunu belirteceğiz. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , kendisine getirilen herşeyi sorup tahkik etmezdi. Tüccar bir kimse alışveriş yaptığı kimsenin haline ve tavrına bakmalıdır. Zulme, hıyânet, hırsızlık veya faize nisbet edilen bir kimse ile alışveriş yapmamalıdır. Cündîlerle (paralı asker) , zâlimlerle hiçbir şekilde alışveriş yapmamalıdır. Çünkü bunlarla alışveriş yapmak onların zulmüne yardımcı olmak demektir. Anlatıldığına göre bir kişi, İslâm hududlarının herhangi birinde yapılmakta olan bir sur'un müteahhitliğini aldı. Adam diyor ki; 'Buradan aldıklarım kalbime şüphe getirdi. Her ne kadar böyle birşeyi yapmak hayırlı işlerden, belki İslâmî farzlardansa da. . . ' Çünkü o kişinin mıntıkasındaki emîr, zâlimlerdendi.
Adam der ki; Süfyân es-Sevrî'ye gidip bu durum hakkında fetva sordum. Süfyân bana 'Sakın az veya çokta zâlimlere yardımcı olma!' buyurdu. Bunun üzerine şu karşılığı verdim: 'Bu yapılan müslümanlar için ve Allah yolunda yapılan bir sur mudur?' Bana şöyle cevap verdi: Evet öyledir. Bu vazifeyi aldığından ötürü sana gelecek en az felâket, senin ücretini vermek için bu sur'u yaptıran zâlimlerin hayatta kalmalarını sevmen olacaktır. Böylece Allah'a isyan eden bir kimsenin yaşamasını isteyip sevmiş olursun. Oysa Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Zâlim bir kimsenin yaşaması için dua eden bir kimse, Allah'ın mülkünde Allah'a isyan etmeyi sevmiş olur. 77
Fâsık bir kimse övüldüğü zaman muhakkak Allah gazaba gelir. 78
Kim herhangi bir fâsığa ikramda bulunursa, o kimse İslâm'ın yıkımına yardım etmiş olur. 79
Süfyân, el-Mehdî'nin huzuruna girdi. 80 el-Mehdî'nin elinde beyaz bir kâğıt vardı. el-Mehdî, Süfyân'ı görünce şöyle dedi. 'Ey Süfyân! Bana divit ver ki yazayım!' Süfyân da şöyle dedi: 'Bana söyle, ne yazacaksın? Eğer hak bir sözü yazacaksan sana diviti vereyim'.
Emirlerden birinin yanında, mahpus bulunan âlimlerden birinden emîr mektubunu mühürlemek için çamur istedi81 ki, onunla yazmış olduğu mektubu mühürlesin. Bunun üzerine âlim şöyle dedi: 'Ey emîr! Evvela mektubu bana ver. Onun içinde neler olduğunu göreyim. (Ondan sonra sana kurutman ve mühürlemen için çamur vermek suretiyle yardım edeyim) '.
İşte selef-i Sâlihîn böylece zâlimlere yardım etmekten kaçınırlardı. Zâlimlerle iş yapmak ise, yardım çeşitlerinin en şiddetlisidir. Bu bakımdan dindar kimseler imkân buldukça onlarla iş yapmaktan sakınmalıdırlar.
Kısaca, müslüman kişinin nazarında insanlar 'kendileri ile iş yapılır' ve 'kendileriyle iş yapılmaz' diye iki kısma ayrılır. Bu zamanda kendileriyle iş yapılanlar; iş yapılmayanlardan daha azdır.
Seleften biri şöyle buyurmuştur: "İnsanlar için bir zaman geldi ki, kişi çarşıya gider, çarşıdakilere 'Benim için şu insanlardan hangisiyle iş yapmayı münasip görürsünüz?' derdi. Bu sözünü işitenler de İstediğinle iş yap. Ancak filân ve falan adamla yapma!' derlerdi. Daha sonra üçüncü bir zaman geldi ki, kendisine şöyle denildi: 'Sakın filan ve falandan başka kimselerle iş yapmayasın'. Ben korkuyorum ki, dördüncü bir zaman gelsin ki, bu kadarı da o zamanda kalmamış olsun".
Sanırım ki, bu zâtın korktuğu zaman gelip çatmıştır. İnnâ lillâhî ve innâ ileyhi râciûn!
7. Yedincisi, iş yaptığı şahısların herbiriyle muamelesinin cereyan etme şekillerinin tamamını murakabe ve kontrol etmektir. Zira kişi murâkıb ve muhâsiptir. Bu bakımdan, hesap ve ikab gününde her yaptığından sorumlu tutulduğu anda verilecek cevapları şimdiden hazırlamalıdır. Her sözünden 'Neden bunu söyledin veya yaptın?' diye sorulacaktır. Çünkü denildi ki, tüccar bir kimse kıyâmet gününde her alışveriş yaptığı kimse ile teker teker durup onların adedince muhasebeye çekilir.
Seleften biri şöyle anlatır: Ben bazı tüccarları rüyamda gördüm ve şöyle sordum:
-Allah sana nasıl muamele etti?
-Allahü teâlâ benim önüme elli bin sahife yığdı.
-Önüne yığılan bütün bu sahifeler günahlar mıdır?
-Bunlar insanlarla yapmış olduğum işlerdir. Dünyada iş yaptığım her insan için müstakil bir sahife yazılmıştır. Muamelenin başlangıcından sonuna kadar benimle onun arasında cereyan edenlerin tamamı burada mevcuttur.
İşte buraya kadar saydıklarımız çalışan bir kimsenin çalışmasındaki adâlet, ihsan ve dinindeki şefkattir. Eğer kişi sadece adalete riayet ederse salih kimselerden olur ve adaletle beraber bir de ihsana riayet ederse mukarriblerden olur.
Eğer kişi -beşinci bölümde zikredildiği gibi- bununla beraber dinî vazifelerini de ihmâl etmezse sıddîkîn'den olur. Allah en doğrusunu bilir!
Kitabu Âdâb'il-Kesb ve'l-Meâş (Kazanç ve Geçim Adabı) bölümü burada sona erdi. Hamd ve senâ Allah'a mahsustur.
62) Kitab'u1-İlim'de geçmişti.
63) İmâm Irâkî, bu hadisin isnadına vakıf olmadığını söylüyor. Deylemî ise, Hazret-i Ali'den rivâyet etmektedir.
64) Deylemî, (Ebû Said el-Hudrî'den zayıf bir senedle)
65) Künyesi Abdülvehhab b. Abdilhakem b. Nafi b. Hasan el-Bağdadî'dir. Verrak (hattat) mahlasıyla şöhret bulmuştur. H. 50 senesinde vefat etmiştir.
65) Tâbiîn-i kirâmdandır. Şâyân-ı itimad bir kimsedir.
66) Tâbiîn-i kirâmdandır. Şâyân-ı itimad bir kimsedir.
67) Ebû Yâ'la, (Enes'ten benzerini zayıf bir senedle)
68) Zikir bölümünde geçmişti.
69) İbn Ömer'in adı Abdullah'tır. Meşhur dört Abdullah'tan biridir. Salim b. Abdullah ise Hazret-i Ömer'in torunu ve İbn Ömer'in oğludur. Yedi fakîhten biridir. Abid ve fâzıl bir kimseydi, Muhammed b. Vâsık b. Câbir b. Ahnes, el-Ezdi kabilesinemensuptur. Basralı, itimad edilir bir âlim, âbid bir kimseydi. H. 123 senesinde vefat etmiştir.
70) Tirmizî, (Ebû Zer'den salâh bir senedle)
71) Deniz seferind karadan daha fazla tehlike olduğundan bu hükme varılmıştır.
72) Ebû Dâvud, (Abdullah b. Amr'dan)
73) Ebû Nuaym, (İbn-i Abbâs'tan)
74) Künyesi Ebû Selem'dir. Basralıdır. Şâyân-ı itimad ve âbid bir kimseydi.
75) Sûfî ve zâhid bir zat idi. Tercüme-i hali daha önce geçmişti.
77) Bu hadis, merfû olarak bulunamamıştır. Ancak İbn Eb'id-Dünya, Hasan'ın sözünden nakletmektedir.
78) İbn Eb'id-Dünya, İbn Adiyy, Ebû Ya'lâ ve Beyhakî, Şuab'il Îman, (zayıf bir senedle)
79) İbn Adiyy, (Hazret-i Aişe'den) ; Taberânî, Evsat; Ebû Nuaym, Hilye, (zayıf senedlerle) . İbn Cevzî'ye göre hepsi de uydurma dur.
80) el-Mehdi Li-dinillah, Abbasî halifelerindendi.
81) O zaman mühürler çamurdan yapılırdı.