İnsanları yumuşak ve kurumuş çamurdan yaratıp, sonra en güzel ve en mutedil bir surette meydana getiren Allah'a hamd olsun!
O Allah ki, daha sonra insanoğlunu, ters ile kan arasından süzüp çıkarttığı tatlı ve soğuk su gibi bir süt ile gıdalandırmıştır. Daha sonra onu temiz ve helâl rızıkla zayıflık ve fersûdelikten korumuş; düşmanı olan şehvetini saldırganlık ve hücumdan alıkoymuştur. O şehveti insanoğluna farz kıldığı helâl rızık talebiyle zapt u rapt altına almış, onu kırmak suretiyle de insanoğlunu idlâl ve ifsâd etmek için fırsat kollayan şeytanın ordusunu hezimete uğratmıştır. Şeytan Âdem oğlu'nun damarlarında kanın cereyan etmesi gibi cereyan etmektedir. Helâl rızkın zorluk ve galebesiyle Allahü teâlâ cereyan yollarını ve fırsatını şeytan için daraltmış ve zorlaştırmıştır; zira şeytanı, damarların derinliklerine götüren rehber, galebe ve başıboşluğa meyyal bulunan şehvetten başka birşey değildir. Bu bakımdan şehvet, helâl rızık elde etme gemiyle gemlendiği zaman, şeytan mahrum olarak yerinde sayar. Artık onun yardımcısı kalmaz.
Salât ve selâm, dalâletten hidayete götüren Hazret-i Peygamber'e ve âline olsun!
İbn Mes'ûd'un rivâyet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Helâli talep etmek ve aramak her müslüman için farzdır. 1
Farzlar arasında anlaşılması en zor olan, yapılması âzalara en ağır gelen farz, işte bu farzdır. Bunun içindir ki bu farz, vazifeden, ilmen ve amelen tamamen ortadan kaldırılmış bulunuyor. Bu farizanın ilmi muğlâk olduğundan amelî kısmının da yok olmasına sebep olmuştur. Zira cahiller artık helâlin yok, helâle vardıran yollarınsa kapalı olduğunu ve helâl olarak yalnızca tatlı su ile sahipsiz sahralarda biten otların kaldığını zannetmişlerdir. Bunun dışında kalan ne varsa zâlim ellerle kirlenmiş ve fâsık muamelelerle ifsad olmuştur. Bu bakımdan bitkilerle kanaat etmek zorlaştığında haram olanlarda biraz daha geniş (müsamahakâr) davranmaktan başka çare kalmaz. Böylece bu cahiller dinin bu esasını temelinden söküp atmışlardır. Onlar mallar arasındaki ayırımı idrâk etmekten âcizdirler. Bunların bu zanları hakikatten çok uzaktır.
Zira helâl de, haram da apaçık bilinmektedir. Bunların arasında (birçok kimse tarafından bilinmeyen) şüpheli emirler vardır. Durum ne olursa olsun, bu üç şey daima ayrılmaz bir şekilde yürüyeceklerdir. Fakat yukarıda izah edilen zan, kötü bir bid'attır. Dindeki zararı umumî ve halk arasına saçılan kıvılcımları tahripkâr olduğundan, helâl, haram ve şüpheli arasındaki farkı irşad suretiyle bu bid'atın çirkin yüzünü göstermek ve maskesini yırtmak farz olmuştur. Hem de bu maske tahkik ve izâhı yapılmak suretiyle yırtılmalıdır. Zira bu hususların ayırt edilmesindeki darlık ve hassasiyet, onu imkân dairesinden çıkarmaz. (Yani bunu idrâk etmek zor da olsa mümkündür) . Biz bunu yedi bölümde izaha çalışacağız:
Birinci Bölüm: Helâl rızkın aranmasının fazileti, haramın kötülenmesi ve helâl ile haramın dereceleri
İkinci Bölüm: Şüphelilerin mertebeleri, şüpheli şeylerin kaynakları ve bunları helâl ile haramdan ayırmak
Üçüncü Bölüm: Tetkik, sarma, hücum etme ve ihmalkârlığın helâl ve haramdaki yerleri
Dördüncü Bölüm: Tevbe eden kimsenin, malî zulümlerden nasıl kurtulabileceği
Beşinci Bölüm: Sultanların verdiği maaş ve hediyelerle bunların helâl ve haram olan kısımları
Altıncı Bölüm: Sultanların meclislerinde bulunmak ve onlarla oturup kalkmak
Yedinci bölüm: Çeşitli meseleler
1) Zekât bölümünde geçmişti.
Helâlin Fazileti Haramın Rezaleti, Helâlin Beyânı ve Dereceleri, Haramın Beyânı
Helâlin Fazileti Haramın Rezaleti, Helâlin Beyânı ve Dereceleri, Haramın Beyânı ve Bu Husustaki Takvânın Dereceleri
Âyet-i Kerîmeler
Ey Rasûller! Helâl şeylerden yeyiniz ve salih ameller işleyiniz! (Mü'minûn/51)
Bu ayette salih amelden önce helâlinden yenmesi emredilmiştir. Salih amelden gayenin helâlinden yemek olduğunu söyleyenler de vardır.
Aranızda birbirinizin mallarını, (hırsızlık, kumar ve gasb gibi) haksız sebeplerle yemeyin! (Bakara/188)
Yetimlerin mallarını zulmen (haksız olarak) yiyenler karınlarına ancak ateş doldururlar. (Nisâ/10)
Ey Mü'minler! Allah'tan korkun! Eğer gerçek Mü'minler iseniz (cahiliyede işlediğiniz) faiz hesabından arta kalanı bırakın; (almayın) ! (Bakara/278)
Böyle yapmazsanız (bu faizi bırakmazsanız) , Allah'a ve peygamberine karşı savaşa girdiğinizi bilin! (Bakara/279)
Eğer faiz (den vazgeçer de) tevbe ederseniz (ana paranız) sizindir ve böylece ne zulmetmiş ve ne de zulme uğramış olursunuz. (Bakara/279)
Kim (haram olan bu ribayı helâl diye yemeye ve faizciliğe geri) dönerse, işte onlar cehennemliktirler ve orada ebedî kalacaklardır. (Bakara/275)
Görülüyor ki, Allahü teâlâ, önce faiz yiyen kimseyi kendisine ve Râsûlü'ne karşı harbetmekle vasıflandırıyor ve sonra da faiz yemekte ısrar edenleri ateşe mâruz bırakıyor. Helâl ve haram hakkındaki ayetler sayılamayacak kadar çoktur.
Hadîsler
İbn Mes'ûd, Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmiştir:
Helâli talep etmek ve aramak her müslümana farzdır! Hazret-i Peygamber başka bir hadîslerinde de şöyle buyurmuştur:
İlmi talep etmek ve aramak her müslümana farzdır.
Hadîs âlimlerinin bir kısmı, bu hadîsî şöyle te'vil etmişlerdir: 'Arayıp elde edilmesi her müslümana farz olan ilimden gaye; helâl ve haramı bildiren ilimdir'. Böylece bu âlimler, bu iki hadîsin hedefini bir saymaktadırlar.
Hazret-i Peygamber yine bu hususta şöyle buyurmaktadır:
Çoluk çocuğunun nafakasını helâlinden temin etmek için çırpınan kimse, Allah yolunda cihad eden kimse gibidir, iffetini koruyarak dünyayı helâlinden elde etmeye çalışan kimse de şehidler derecesinde olur. 2
Kim kırk gün helâl rızık yerse, Allahü teâlâ onun kalbini nûrlandırır ve kalbindeki hikmet pınarlarını fışkırtarak dilinden akıtır. 3
Diğer bir rivâyette de Allahü teâlâ böyle bir kimseyi dünyada zâhid kılar' buyurulmuştur.
Sa'd b. Ebî Vakkas 'Ya Rasûlallah! Dua et de Allah dualarımı kabul eylesin' diye dua talebinde bulunduğu zaman, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Helâlinden ye! Böyle yaptığın takdirde duan kabul olunur. 4
Hazret-i Peygamber, dünyaya pek düşkün olan kimseyi kötülerken şöyle buyurmuştur:
Saçı sakalı birbirine karışmış, rengi solmuş, bir yerden diğer bir yere kovulup duran; yiyeceği ve giyeceği haram olan ve haram ile gıdalanan kimseler vardır ki ellerini kaldırarak 'Yâ rabbî! Yâ rabbî diye dua ederler. Böyle bir kimsenin duası nasıl kabul olunur?5
İbn-i Abbâs'ın Hazret-i Peygamber'den rivâyet ettiği bir hadîste şöyle buyurulmuştur:
Allah'ın Kudüs-ü Şerif üzerinde duran bir meleği vardır. Bu melek her gece şöyle bağırır: 'Kim haram yemişse onun ne sarfı (farzı) ve ne de adli (nafilesi) kabul olunur'. 6
Hadîsteki 'sarf kelimesinin 'nafile ibadet', 'adl' kelimesinin ise 'farz' demek olduğu da söylenilmiştir.
Kim içerisinde haramdan gelen bir dirhemin de bulunduğu on dirheme bir elbise satın alırsa, sırtında o elbiseden birşey kaldıkça Allah onun hiçbir namazını kabul etmez. 7
Haramdan oluşan et için ateş herşeyden daha evlâdır. 8
Kim malı nereden kazandığına önem vermezse, Allahü teâlâ da onu cehenneme nereden sokacağına önem vermez. 9
İbâdet on parçadan müteşekkildir. Bu on parçanın dokuzu helâl rızkın aranmasındadır. 10
Helâl rızık teinin etme uğrunda yorgun ve bitkin olarak akşamlayan kimse, günahları affolunduğu halde akşamlamış ve Allahü teâlâ kendisinden razı olduğu halde sabahlamış olur. 11
Kim haramdan birşey kazanır ve sonra da bununla sılayı rahim yapar veya sadaka verir, yahut da onu Allah yolunda infakta bulunursa, Allahü teâlâ onun yapmış olduğu bütün bu amelleri toplayıp ateşe atar. 12
Dininizin en hayırlısı takvadır. 13
Allahü teâlâ huzuruna takva ile gelen kimseye İslâm'ın bütün sevabını ihsan eder. 14
Rivâyet edildiğine göre Allahü teâlâ, peygamberlerine gönderdiği kitaplarından birinde şöyle buyurmuştur: 'Takva sahiplerini hesaba çekmekten utanırım'. 15
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah nezdinde faizin bir dirhemi (günah bakımından) İslâm dininde yapılan otuz zinadan daha şiddetlidir. 16
Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:
Mide, bedenin havuzudur. Damarlar, bu havuza akmaktadır. Bu bakımdan mide sıhhatli olursa damarlar da oradan sıhhat alıp aktarırlar. Mide hasta olduğu zaman damarlar da hastalığı aktarırlar. (Sıhhattan gaye, helâlden; hastalıktan gaye, haramdan yemektir) . 17
Yeme'nin dindeki mevkii binaların temeline benzer. Binaların temeli sağlam ve kuvvetli olursa, üzerindeki bina da müstakim olup yükselir. Temel, zayıf veya yamuk olursa bina yıkılır ve mahvolur! Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
O halde (dininin) binasını sağlam bir temel (olan Allah korkusu ve rızası) üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa çökecek bir yar kenarına kurup da onunla beraber cehennem ateşine yuvarlanan mı? Allah zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez. (Tevbe/109)
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Haramdan herhangi bir mal kazanan kimse bu malı sadaka olarak verse, sadakası kabul olunmaz; vermeyip de yanında alıkoy sa kendisini cehenneme sürükleyen bir azık olur. 18
Biz, çalışıp kazanma âdâbını anlattığımız bölümde bir grup hadîs zikretmiştik. O hadîsler helâl çalışmanın faziletini de ortaya koyarlar.
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hazret-i Ebû Bekir bir gün kölesinin getirdiği sütü içti. Sonra da ona 'Bu sütü nereden aldın?' diye sordu. Köle 'Bir kavme kâhinlik yaptım. Onlar da bana bu sütü verdiler'19 dedi. Bunu duyan Hazret-i Ebû Bekir, parmaklarını mübarek ağzına soktu ve kusmaya başladı; öyleki neredeyse ölecekti. Sonra da 'Damarlarımda kalan ve bağırsaklarıma karışan kısımdan dolayı senden af dilerim ya rabbi' dedi.
Hazret-i Ebû Bekir'in bu hareketi nakledildiği zaman Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Siz onun, midesine helâlden başkasını sokmadığını bilmiyor musunuz?'
Hazret-i Ömer de bir gün yanlışlıkla zekât devesinin sütünden içer ve ardından parmağını ağzına sokarak istifra eder.
Hazret-i Âişe şöyle buyurmuştur: 'Sizler, ibadetin en faziletlisi olan takvadan gafilsiniz'.
Abdullah b. Ömer şöyle buyurmuştur: 'Siz, yay gibi oluncaya kadar namaz kılsanız, tamburun telleri gibi incelinceye kadar oruç tutsanız Allahü teâlâ sizin bu ibadetinizi ancak sizinle haram arasına gerilen takva ile kabul eder'.
İbrahim b. Edhem şöyle buyurmuştur: 'İdrâk edilebileni, ancak midesine gönderdiği şeyleri bilen kimse idrâk eder'.
Fudayl b. İyaz şöyle buyurmuştur: 'Kim içine gideni (yediği şeyleri) bilirse, Allah onu sıddîk olarak tescil eder. Bu bakımdan ey miskin! Kimin yanında iftar ettiğine dikkat et!'
İbrahim b. Edhem'e 'Neden zemzem suyundan içmiyorsun?' denildiği zaman 'Su çekecek kabım olsaydı içecektim' cevabını verir.
Süfyân es-Sevrî şöyle buyurmuştur: 'Haramdan infakta bulunan kimse, tıpkı pis bir elbiseyi sidikle yıkayan kimseye benzer. Oysa böyle bir elbiseyi ancak su temizler. Aynı şekilde günahlar da ancak helâlinden infakla temizlenir'.
Yahya b. Muaz şöyle buyurmuştur: 'Tâat, Allah'ın hazinelerinden bir hazinedir. Onun anahtarı duadır. Bu anahtarın dişleri de helâl lokmalardır'.
İbn-i Abbâs, şöyle buyurmuştur: 'Allah, karnında haram bulunan kimsenin namazını kabul etmez'.
Sehl et-Tüsterî şöyle buyurmuştur: 'Kendisinde şu dört haslet bulunmayan kimse, îmanın hakikâtine varamaz:
1. Farzları, sünnet-i seniyye şeklinde edâ etmek,
2. Takvaya riayetle helâlinden yemek,
3. Yasakların gizli ve açıklarından kaçınmak,
4. Bu hasletler üzerinde, ölüme kadar ısrarla sabır göstermek.
Yine buyurmuşlardır ki: 'Kim sıddîkların alâmetleriyle bilinmek istiyorsa, ancak helâlinden yesin ve sünnet-i seniyye'den ayrılmasın'.
'Kırk gün şüpheli şeylerden yiyen kimsenin kalbi kararır' denilmiştir. Bu söz, aynı zamanda şu ayetin de te'vilidir:
Hayır! Doğrusu onların kazandıkları (günahlar) kalplerinin üzerinde pas olmuştur. (Mutaffifîn/14)
İbn Mübarek 'Şüpheli bir dirhemi geri çevirmek, bence toplam altıyüzbine ulaşmak üzere yüzer bin dirhem sadaka vermekten daha üstündür' buyurmuştur.
Seleften biri şöyle der 'Bazen yediği bir lokma yüzünden kulun kalbi ters çevrilir; böylece tabaklanmamış deri gibi çekilir ve kolayca da eski haline dönemez'.
Sehl et-Tüsterî şöyle buyurmuştur: 'Haramdan yiyen kimsenin âzaları isyan eder. İster bilsin, ister bilmesin; haramdan yemeyi ister dilesin, isterse dilemesin, durum değişmez. Kimin yiyeceği helâlinden olursa, âzaları ona itâat eder ve o kimse hayırlar yapmaya muvaffak olur'.
Seleften biri 'Kulun helâlinden yediği ilk lokma ile geçmiş günahları affolunur. Kim helâli talep etme hususunda zillete katlanırsa, günahları, tıpkı yapraklar gibi dökülür' buyurmuştur.
Bir kimse va'z etmek üzere kürsüye çıkınca, âlimler şöyle derlerdi: 'Onun üç şeyini araştırın:
1. Eğer bid'atlara inanıyorsa, onu dinlemeyiniz; çünkü bu durumda o şeytanın lisanıyla konuşmaktadır.
2. Eğer yedikleri kötü ve şüpheli ise, biliniz ki o hevâ-i nefisten konuşmaktadır.
3. Eğer aklı tam değilse biliniz ki, yaptığı konuşmanın tahribi, tamirinden çok fazladır. Bu nedenle onunla oturmayın.
Hazret-i Ali'den ve diğer sahabîlerden şöyle rivâyet ediliyor: 'Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır'. Başkaları bu söze şunu da eklemişlerdir: 'Dünyanın şüpheli kısımları ise, itabdır'.
Salihlerden biri, abdallardan birine bir yiyecek verir. Fakat abdal, onun verdiği yiyeceği yemez. Salih kimse yemeyişinin sebebini sorunca da şöyle der:
-Biz ancak helâl olanı yeriz ve bunun içindir ki, kalbimiz müstakim, halimiz devamlı olmuştur, yine bu sayede melekût âlemini keşfederek, âhiret âlemini de müşahede etmekteyiz. Eğer sizin yediklerinizden kırk gün yemiş olsaydık, artık İlm-i yakînin hiçbir şeyine dönüş yapamazdık; korku ve Allah'ın cemâlinin müşahedesi de kalbimizden silinip giderdi.
- Ben de bütün sene oruç tutar, her ay da Kur'ân'ı otuz defa hatmederim.
- Geceleyin gözünün önünde içtiğim o bir yudum süt var ya, işte o (onun sevabı) benim nezdimde üçyüz rek'at namazda indirmiş olduğun otuz hatm-i şeriften daha üstündür. Abdalın içtiği süt, vahşi geyik sütüydü.
Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Main20 bir keresinde uzun bir sohbette bulundular. Bu sohbet esnasında, Yahya'nın 'Ben hiç kimseden birşey istemem; fakat sultan bana birşey verirse onu da yerim' dediğini işiten İmâm-ı Ahmed onun arkadaşlığını terketti. Hatta Yahya, İmâm-ı Ahmed'den özür dilemeye mecbur oldu ve 'Ben bunu şakayla söyledim' dedi. Bunun üzerine İmâm-ı Ahmed şunları söyledi: 'Sen dinle şaka mı ediyorsun? Bilmez misin ki Allahü teâlâ helâlinden yemeyi salih âmelden daha önce tavsiye ederek şöyle buyurmuştur:
Helâl ve tayyiblerden yeyin ve salih ameller işleyin! (Mü'minûn/51)
Tevrat'ta şöyle yazılı olduğu rivâyet olunmuştur: 'Kim yiyeceğinin nereden geldiğinin kaygısını çekmez ve buna önem vermezse, Allahü teâlâ da onu cehenneme, hangi kapısından sokacağına önem vermez'.
Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Ali, Hazret-i Osman'ın öldürülmesinden ve evinin yağma edilmesinden sonra ancak ağzını mühürlediği kaplardaki yiyecekleri yerdi. Bunu şüpheye bulaşmamak için yapardı.
Fudayl b. İyaz, Süfyân b. Uyeyne ve Abdullah b. Mübârek bir gün Mekke'de, Vuheyb b Verd'in evinde toplandılar. Söz dönüp dolaşıp yaş hurmaya geldi. Bunun üzerine Vuheyb şöyle dedi:
- Yaş hurma bence yemeklerin en güzelidir, ancak Mekke'nin hurmaları, Zübeyde'nin hurmalarıyla ve başka bostanlarla karıştığı için çok sevdiğim halde yaş hurmayı yemez oldum.
- Eğer sen böyle şeylere bakarsan ekmek de bulamazsın.
- Neden?
- Çünkü üzerinde ziraat yapılan araziler hazine mallarıyla karışmıştır.
Bu sözü işiten Vuheyb, derhal düşüp bayıldı. Olup biteni gören Süfyân, İbn-i Mübârek'e şöyle hitap etti:
- Onu öldürdün!
- Allah'a yemin ederim ki, ben meseleyi kolaylaştırmak istedim.
Vuheyb gözünü açtığı zaman şöyle dedi:
- Artık ölünceye kadar ekmek yemeyeceğim.
Vuheyb o günden sonra süt içmeye başladı. Bir gün annesi kendisine süt getirdi. Ona sütü nereden aldığını sordu; o da, bir kabilenin koyununun sütü olduğunu söyledi. Bunun üzerine Vuheyb, o koyunun neyle satın alındığını ve o kabileye nereden geldiğini sordu. Annesi bu soruların da cevabını verince sütü ağzına götürdü; fakat içmeden önce kabı ağzının yakınında durdurarak şöyle dedi:
- Bu koyunlar nerede otluyorlar?
Bunun üzerine annesi (omuzlarını silkerek) sustu ve o da sütü içmedi; çünkü koyunlar, bütün müslümanlara ait bir yerde otluyorlardı. Onun sütü içmediğini gören annesi şöyle dedi:
- İç oğlum! Allah seni affeder.
- İçtikten sonra Allah'ın beni affetmesini ve böylece Allah'ın affına günah ile nail olmayı istemiyorum. 21
Bişr b. Haris el-Hafî, 'Sen nereden yiyorsun?' diye sorulunca şöyle demiştir: 'Bizde sizin yediğiniz yerden yiyoruz. Fakat ağlayarak yiyen kimse, gülerek yiyen kimse gibi değildir'. Sonra da şöyle dedi: 'Bir el vardır ki diğerinden daha kısadır. Bir lokma vardır ki diğerinden daha küçüktür'.
İşte selef-i salihîn şüpheli şeylerden bu şekilde kaçınırlardı.
2) Taberânî, Evsat
3) Ebû Nuaym,Hilye
4) Taberânî, Evsat
5) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
6) Bu hadîsin aslına rastlanılmamıştır. Sadece şöyle bir hadîs vardır: 'Haramdan bir lokma yiyen kimsenin kırk gece namazı kabul olunmaz'; Deylemî, (İbn Mes'ûd'dan) . Bu hadîs münkerdir. (Irakî)
7) İmâm-ı Ahmed, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)
8) Tirmizî, (Ka'b'dan)
9) Deylemî, (İbn Ömer'den)
10) Deylemî, (Enes'ten)
11) Taberânî, (İbn Abbâs'tan)
12) Ebû Dâvud, (mürsel olarak)
13) Kitab'u1-İlim' de geçmişti.
14) Aslına rastlanılmamıştır.
15) Tirmizî, (İbn-i Abbâs'tan)
16) İmâm-ı Ahmed, Dârekutnî, (Abdullah b. Hanzale'den) . Hadîsin senedinde zaaf vardır.
17) Taberânî ve Ukaylî, ed-Dııafâ. Ukaylî'ye göre hadîsin aslı yoktur.
18) İmâm-ı Ahmed, (İbn Mes'ûd'dan zayıf bir senedle)
19) Kâhinlik, gaybdan haber vermek demektir. İslâm dini kâhinliği yalancılık kabul ettiği için kehanet karşılığı alınan mal ve ücret haramdır. Buhârî, (Hazret-i Âişe'den)
20) Künyesi Ebû Zekeriyya olup Rağdadlıdır. Cerh ve ta'dil ilminde meşhur bir imamdır.
21) Ebû Nuaym, Hilye
Helâl ve haramın tafsilâtı, fıkıh kitaplarının vazifesidir. Âhireti isteyen kimsenin helâl olduğu fetva ile bilinen yiyeceklerden başkasını yemedikçe, bu hususları uzun uzadıya bilmesine gerek yoktur. Rızkını çeşitli yönlerden kazanan ve fazla yemeye çalışan kimse ise, helâl ve haram ilmini, fıkıh kitaplarında beyan edildiği gibi bilmekle mükelleftir. Biz ise bu kitapta taksim bâbında derleyici kaidelerine işaret edeceğiz. Şöyle ki; mal, kendisinde bulunan bir mânâdan veya kazanıldığı cihette olan bir eksiklikten ötürü haram olur.
Birinci Kısım
Kendisinde bulunan bir sıfattan ötürü haram olan içki, domuz ve benzerleri gibi şeylerdir. Bunun tafsilâtı ve izahı şöyledir: Yeryüzünde yenilen âyinler üç kısımdan fazla değildirler:
a) Madenlerden olanlar; tuz, çamur (kil) ve benzerleri gibi.
b) Bitkilerden olanlar,
c) Hayvanlardan olanlar.
a) Mâdenler
Bunlar yerin parçaları olup yerden çıkan diğer şeyler gibidirler; bu bakımdan bunlar ancak yiyene zarar verdikleri takdirde haram olurlar. Bunların bir kısmında zehir yerini tutan maddeler vardır. Zarar verici olduğunda ekmeğin de yenmesi haram olur. Yenilmesi âdet olunan çamur ise, ancak zarar vermesi bakımından haramdır. Yenilmeyen maddelerin haram olmadığını söylememizin faydası şudur: Eğer bu maddeden bir parça bir çorbanın veya sıvı bir yiyeceğin içine düşse o çorba ve yemek onunla haram olmaz.
b) Bitkiler
Bunların ancak aklı, hayatı veya sıhhati giderici olan kısımları haramdır. Aklı giderici kısım, benç (benk) , içki ve diğer sarhoş edici maddelerdir. Hayatı söndürenler ise, zehirleyicilerdir; zehirin bütün nevileridir. Sıhhati bozan ise, vaktinde ve yerinde kullanılmayan ilaçlardır. Bunların tümü zarara dönüşür. Yani haram olmaları, zarar verici oluşlarından ileri gelir. Ancak içki ve sarhoş edici diğer maddeler bu hükmün dışındadır; zira onların sarhoş etmeyecek kadar az olan miktarı dahi haramdır; çünkü haramlık onun kendisinde ve fazla oynaklık veren vasfında vardır.
Zehire gelince; az olup da zarar vericilikten çıkarsa veya zehirlik vasfını gideren başka bir madde ile karıştırılırsa haram olmaz.
c) Hayvanlar
Bunlar da iki kısma ayrılırlar: Eti yenen ve yenmeyen hayvanlar. . . Bu hususun tafsilâtı Et'ıme bahsinde Allah'ın izniyle gelecektir. Garip ve tanınmayan kuşlar, kara ve deniz hayvanları hakkında tafsilât vermek sözün uzamasına sebep olur. Bunlardan, yenilmesi helâl olanların eti ancak şer'an kesildikleri, kesen'in, kesen aletin ve mezbahanın şartları gözetildiği zaman helâl olur. Bu husus ileride avlanma ve kesmeler bahsinde gelecektir. Şeriata uygun olarak kesilmeyen veya kendiliğinden ölen bir hayvanın eti ise haramdır. Ölmüş hayvanlardan ancak şu iki kısmın eti yenebilir:
a) Balık
b) Çekirge
Elma, sirke ve peynir kurtları gibi, yiyeceklerde oluşan hayvancıklar da balık ve çekirge gibidirler; zira bunlardan korunmak mümkün değildir. Fakat bunlar bulundukları yiyeceklerin dışına çıktıklarında kara sinek, hamam böceği ve akrep hükmünde olurlar; (yani haramdır) .
Öldürüldüğü takdirde kanı çıkmayan, yani kanı bulunmayan hayvanların haram olması için hiçbir sebep yoktur.
Ancak bunlardaki pislik, insanın onu yemesine mânidir. Eğer mide kaldırabilse bu cins hayvanın yenmesinde kerahat dahi yoktur. Ancak bu tür hayvanları pis görmeyen bir kişinin tabiatına bakılıp da bunlar pis değildir denilemez. Çünkü bu tür hayvanlar artık pisliklerden sayılmış ve bunlara duyulan tiksinti umumîleşmiştir. Bu bakımdan bu tür hayvanları yemek mekruhtur; tıpkı sümüğü boğaza çekip biriktirdikten sonra yutmanın mekruh olduğu gibi. Bu kerahet onun necis oluşundan değil; aksine kalbin nefretinden neş'et eder. Zira bu tür hayvanlar öldüğü zaman sahih fetvaya göre necis olmaz; çünkü Hazret-i Peygamber yemeğe bir kanadı üzerine düşen sineğin tamamen batırıldıktan sonra atılmasını emretmiştir. 22
Yemek ise, çok zaman sıcak olur ve bu da onun ölümüne sebep olur. Eğer karınca veya karasinek (ateş üzerinde kaynayan) yemek çömleğine düşer de parçalanırsa, o yemeği dökmek gerekmez. Zira necis sayılan ancak o hayvancağızın yaptığı şeydir; dolayısıyla haricî bir necasetle haram olmadıkça, böyle bir hayvan düştüğü yemeği haram etmez. Bu hüküm delâlet eder ki, bu tür hayvanların haram olması, necis oluşlarından değil, aksine tabiatların istemeyişinden ileri gelir. Bu sırra binaen deriz ki, eğer ölü bir insanın bir parçası (ateş üzerinde kaynayan) yemek kazanma düşse, düşen parça bir danik kadar olsa dahi bütün yemek haram olur. Fakat bu haramlık, düşen parçanın necisliğinden değildir, zira doğru fetvaya göre insan, ölümle necis olmaz. Ancak insanın yenmesi hürmetinden ötürü haram olduğundan o kazan haram olur ve yine tabiatların istemeyişinden de haram olmuş değildir.
Eti yenilen hayvanlara gelince; bu hayvanlar şer'an şart koşulduğu şekilde kesilseler bile yine de bütün parçaları helâl olmaz. Kesilen hayvanın kanı, içindeki tersi ve necisliğine hükmedilen bütün parçaları haramdır.
Mutlak olarak necaseti yemek haramdır. Hayvanlar hariç, aynlar içerisinde hem haram ve hem de necis yoktur.
Bitkilere gelince, bunların sadece sarhoş edenleri haramdır. Yalnızca aklı giderip sarhoş etmeyen benç (benk) gibi bitkiler ise necis değildirler. Zira sarhoş edenin necis sayılması, ancak ondan kaçınmayı daha da şiddetlendirmek içindir; çünkü sarhoş ediciler insanı fısk ve fücura sevketmektedirler. Necasetten bir damla veya bir parça katı necaset çorba, yemek veya yağ içerisine düşerse, tümü haram olur. Fakat bunlardan yeme dışında başka şekillerde yararlanılabilir. Bu bakımdan necis bir yağ ile gemileri sıvamak, hayvanları yağlamak ve başka işlerde kullanmak veya böyle bir yağı kandilde yakmak caizdir. Buraya kadar saydıklarımız zatında bulunan bir sıfattan dolayı haram olanların mecmuudur.
İkinci Kısım
Üzerindeki elin isbatında (mülkiyetinde) şüphe olduğu için haram olanlardır. Bu husus açıklanmaya muhtaçtır.
Bu bakımdan deriz ki, malın edinilmesi ya mal sahibinin ihtiyarıyladır veya ihtiyarının dışındadır.
İhtiyarının dışında elde edilen mal, verasetle intikal eden maldır. İhtiyarla elde edilen mal ise, ya cebren ya da sahibinin rızasıyla alınmış maldır. Cebren alınan mal da, ya mal sahibinin sahipliğini kaldırmak için alınmıştır ganimet malları gibi; ya da mal sahibinden o malın alınması gerektiği için alınmıştır zekât vermekten kaçınanların zekâtını, üzerine terettüp eden vâcib nafakaları cebren almak gibi. Sahibinin rızasıyla alınan mal ise, ya bir bedel mukabilinde alınan maldır alışverişte ve kadınlara mehir olarak verilen mal gibi; ya da bedelsiz olarak alınan maldır hibe ve vasiyetle elde edilen mal gibi Bu siyaktan altı kısım meydana çıkmaktadır:
1. Sahipsiz mallar: Sahipsiz meralardan toplanan otlar, nehirlerden alınan su, ormanlardan kesilen odun, avlanan hayvan, değerlendirilen sahipsiz araziler ve ekle edilen madenler gibi. Bu mallar, mülkiyet hakkına sahip bir insanın özel hakkı olmamak şartıyla helâldir. Bu bakımdan yukarıda saydığımız kaynaklardan edinilen mallar, başkasının özelliğinden kurtulduğu takdirde, onu alanın mülkü olmuş olur. Bunun tafsilâtı, sahipsiz yerlerin değerlendirilmesi bahsinde gelecektir.
2. Hürmete lâyık olmayan bir kimseden cebren alınan maldır. Haraç, ganimet ve kâfir muhariblerin diğer malları gibi. . . Böyle birmal, beşte birini devlet hazinesine ödedikleri takdirde müslümanlara helâl olur. Ancak helâl olması için, şu şartların da bulunması gerekir: Hak sahibi olanlar arasında âdil ve eşit bir şekilde taksim edilmelidir. Hukukuna riayet edileceğine dair söz alan kâfirlerdende alınmış olmaması gerekir. Bütün bu şartların tafsilâtı, harç, ganimet,, fey ve siyer bahislerinde gelecektir.
3. Üzerine düşen hakkı edâ etmekten imtinâ eden kimselerden cebren alınan maldır. Bu mal, sahibinden cebren alınır. Böyle bir mal, istihkak sebepleri yani cebren alınmasının sebepleri tamam olup onu cebren alan hak sahibi de alınması gereken miktardan fazlasını almamışsa ve verme yetkisine sahip kimseden -kadı, sultan ve mala müstahak olanın bizzat kendisinden almışsa helâldir. Bunun tafsilatı sadakaların dağıtımı, vakıf ve nafakalar bahsinde gelecektir. Zira nafakalar bahsinde, zekâta, vakfa, nafakalara ve diğer haklara müstahak olanların sıfatları incelenmiştir. Bu şekilde alınan bir mal, saydığımız şartları haiz ise helâldir.
4. Bir bedel mukabilinde ve iki tarafın rızasıyla edinilen maldır. İki bedelin, alıcı ile satıcının ve iki tarafın lâfızlarının yani icab ve kabulün şartına riayet edildiği, şer'an sakınılması gereken ifsad edici şartlardan da uzak kalındığı zaman, bu mal helâl olur. Bunun tafsilâtı alışveriş, selem, icare, havale, zaman, karz, şirket, musakat, şufâ, sulh, muhalea, kitabet, sidak ve diğer bedeller bahsindedir.
5. Sahibinin rızasıyla ve bedelsiz olarak alınan maldır. Böyle bir mal, üzerinde akid yapılan şeyin akdi yapan vericiyle alıcınınve akdin şartları gözetilir ve aynı zamanda verenin varisine veya başkasına herhangi bir zarar dokunmazsa helâldir. Bunun tafsilâtı hibeler, vasiyyetler ve sadakalar bahsinde zikredilecektir.
6. İnsanın ihtiyarı olmaksızın elde edilen maldır; miras malı gibi. . . Bu mal, ölüp de varislere bırakan kimse tarafından daha önce bahsi geçmiş olan beş cihetin bazılarından helâl olarak kazanılmış ise ve ölünün borçları çıktıktan, vasiyetleri yerine getirildikten ve varisler arasında adâletle taksim edildikten eğer vacib olmuş zakâtı çıkarıldıktan, haccı yapıldıktan sonra helâl olabilir. Bu durum, vasiyetler ve ferâiz bahsinde zikredilecektir.
Buraya kadar saydıklarımız, helâl ve haramın girişidir. Biz bunlara, âhireti isteyen kimsenin, eğer yiyeceği dağınık olup muayyen bir cihetten gelmiyorsa, bu saydığımız emirlerin ilimlerini muhakkak bilmesi gerektiği için kısaca değindik. Bu bakımdan âhireti isteyen, belirttiğimiz cihetlerden herhangi birisinden yediği zaman, hakkında mutlaka ilim ehlinden fetva istemeli ve onu bilmeksizin yapmamalıdır. Çünkü kişiye 'Neden cehaletinden ayrılmadın ve öğrenmedin?' denir! Bütün bunlar sana ilim talep etmek her müslümanın boynuna farzdır' denildikten sonra düşünülen durumlardır.
22) Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
Haramın tamamı habis olmakla birlikte bir kısmı diğerlerinden daha habistir. Helâl da bütünüyle tayyibdir; fakat bir kısmı diğer kısmından daha tayyib ve daha saftır. Nitekim doktor da her tatlının hararet verdiğine hükmeder:
Ancak bazısı şeker gibi» birinci derecede,
Bazısı da fanit (peynir şekeri) gibi ikinci derecede hararet vericidir;
Bazısı da pekmez gibi üçüncü derecede. . .
Bal gibi olanlar da dördüncü derecede hararet vericilerdir.
Bunun gibi:
Haramın da bazısı birinci,
Bazısı ikinci,
Bazısı da üçüncü veya dördüncü derecede habis ve pistir.
Aynı şekilde helâlin sıfatlarının dereceleri de değişiktir. Tayyiblik ve güzelliği çeşitli derecelere taksim edilir. Bu bakımdan biz ıstılah hususunda tıb ehline uyarak en azından dört dereceye taksim etmiş olalım. Her ne kadar ince tedkik ve tahkik bu şekildeki bir hasrı kabul etmese de. Evet, tedkik ve tahkik bu şekilde bir hasrı kabul etmez. Çünkü her derecenin de hadde hesaba sığmayacak kadar değişikliklere mâruz kalacağı tabiîdir. Zira şekerin bir kısmı diğer bir kısmından daha fazla hararet vericidir. Başka maddeler de aynen şeker gibidir. İşte bunun için biz de deriz ki:
Haramdan sakınmak (takva) dört derecedir:
I. Adil kimselerin takvasıdır. Bu şayet dikkate alınmayıp, aksiişlenildiğinde, insanın fasıklığını gerektiren takvadır ki buna riayet edilmediğinde adalet sıfatı düşer. Bu durumda kişi, isyan etmiş ve ateşe müstahak olmuş olur. Bu takva, fukahanın fetvalarıyla haram edilen herşeyden kaçınmak demektir.
II. Salihlerin takvasıdır. Bu takva, haram ihtimali olan herşeyden kaçınmaktır. Fakat zâhire göre fetva verenler, böyle şeylere ruhsat verirler. Hülasa; bu, şüpheli şeylerden sayılır. Bu bakımdan biz böyle birşeyden kaçınmaya salihlerin takvası adını verdik. Bu takva, ikinci derecede gelir.
III. Kişinin, ne fetva ile haram kılınmış ve ne de helâlliğinde şüphe bulunan şeyleri, yaptığı takdirde kendisini harama sürükler korkusuyla terketmesidir. Bu, yapılmasında herhangi bir beis olmayanı, zararlı olanın korkusundan terketmek demektir. Buna muttakîlerin vera'ı denir.
Hazret-i Peygamber bir hadîs-i şerîfinde bu dereceye işaret ederek şöyle buyurmuştur:
Kul, yapılmasında beis ve zarar olmayanı, beis ve zararlı birşeye yolaçması korkusuyla terketmedikçe, muttakîler derecesine ulaşamaz; yani harama girmek korkusuyla helâli terketmedikçe, ehl-i takvadan sayılmaz. 23
IV. Yapılmasında hiçbir beis olmayan ve yapılması zararlı bir fiile yol açma korkusu da bulunmayanı terketmektir. Fakat buna rağmen kişi, bu işi Allah için değil, başka bir niyetle; Allah'ın ibadetine yardımcı olsun diye değil, başka bir maksadla icra eder veya bu işi yapmayı kolaylaştıran sebeplerden herhangi birine kerahiyet veya mâsiyet musallat olmuştur; işte böyle birşeyi yapmamak ve bundan kaçınmak sıddîkların takvasıdır. Buraya kadar saydıklarımız, helâlin hülâsa olarak dereceleridir. Bu dereceleri misaller ve delillerle tafsil edinceye kadar bu özetle iktifa edelim.
Birinci derecede zikrettiğimiz harama gelince; adâlette (adâlet sıfatının varlığında) ondan sakınmak şart koşulmuştur. Yine fasıklık alâmetini ve ismini atmakta, bu haramdan sakınmak şarttır. Bu haram, habislik ve pislik bakımından birkaç dereceye ayrılır. Meselâ, fasid bir akidle alınan mal (icab ve kabul gerektiren bir malın icab ve kabul kullanmaksızın satın alınması gibi) haramdır. Fakat bu, zorla gasbedilen derecesinde değildir. Gasbedilen malın haramlığı daha şiddetlidir; çünkü malın bu şekilde elde edilmesinde şer'î yol terkedildiği gibi, başkasına da eziyet edilmektedir. Ama bir malın, icap ve kabul olmaksızın sadece mutad şeklinde satın alınmasında ise, herhangi bir kimseye eziyet sözkonusu değildir. Ancak malın bu şekilde alınışında alış verişin bir hükmü olan icab ve kabul bulunmadığı için, taabbüdî yol terkedilmiştir. Sonra taabbüdî yolu mutad şekliyle terketmek, bu yolu faizden ötürü terketmekten daha kolaydır. Bu iki şeklin arasındaki ayrılık, ancak şeriatın bir kısım yasaklardaki teşdid, vaîd ve te'kidiyle anlaşılabilir. Nitekim Tevbe kitabında büyük ve küçük günahların ayırımını yaparken bu husus belirtilecektir. Bir fakirden, salih bir kimseden veya bir yetimden zulmen alınan mal, kuvvetli bir kişiden, zenginden veya fasık bir kimseden zulmen alınan maldan daha habis ve günah bakımından da daha kötüdür; çünkü eziyet görenlerin derecelerinin değişmesi, eziyet derecelerinin de değişmesine tesir eder.
İşte buraya kadar söylediklerimiz, habis nesnelerin açıklanması makamında yapılan inceliklerdir. Bu inceliklerden müslümanın gâfil olmaması gerekir. Eğer günahkârların dereceleri değişik olmasaydı, ateşin dereceleri de farklı olmazdı. Azabın ve haramın nerelerde daha şiddetli olduğunu bildiğin zaman, artık bunları üç veya dört dereceye hasretmeye gerek kalmaz. Zira buna rağmen bunları üç veya dört dereceye hasretmek, tahakküm ve keyfî bir hareket olmuş olur. Bu, dondurulması mümkün olmayan birşeyi dondurmak demektir. Haramın çeşitli dereceleri olduğunu gösteren delillerden birisi mahzurların hepsinin bir olmaması ve birinin diğerine tercih edilmesini açıklayan ve ileride gelen mevzudur.
Mahzurların bir kısmı diğerine tercih edilir. Hatta murdar etten veya başkasının malından ya da Harem-i Şerîf hududları dahilinde yakalanan av etinden yeme durumunda kalındığında, bunların bir kısmı diğerinden önce yenir. 24
Biz bu kısımların bazısının diğerlerinden daha önce yenmesi gerektiğini kabul ediyoruz.
23) İbn Mâce, Tirmizî ve Hâkim, (Atiyye b. Urve'den hasen ve garib olarak)
24) Burada 'Zaruretler mahzurlu şeyleri mübah kılar' kaidesi sözkonusudur. İbn Hubeyre, el-İfsad adlı eserinde şöyle der: 'Fukahâ, herhangi bir hayvan ölüsü ile sahibinin yanında olmadığı yiyecek maddeleri bulunduğu takdirde zaruret halinde bu sahibinin yanında bulunmadığı maldan mı, yoksa murdar olmuş hayvanın etinden mi yenilmesi gerektiği hakkında ihtilâf etmişlerdir. İmâm-ı Mâlik ve Şâfiîlerin çoğu ve Hanefîlerin bir kısmı; murdar etten değil, başkasının hakkı bulunan yiyecek maddelerinden ileride tazminat ödemek şartıyla yiyebileceğini; İmâm-ı Ahmed ve diğer Hanefî uleması ise murdar etten yiyebileceğini söylemişlerdir. İhramda bulunan bir hacının murdar etten veya Harem hayvanlarından avlayıp yemeye muhtaç olduğu takdirde hangisinden yiyeceği hususunda da ihtilâf edilmiştir. İmâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Şâfiî'nin bir kavline ve İmâm-ı Ahmed'e göre zaruretini bertaraf edecek kadar murdar etten yiyebilir; haremin avından ise yiyemez. Şâfiî'nin ikinci bir kavline göre ise kişi o avlanmış hayvanı kendi eliyle kesip, etinden yiyebilir. Onun karşılığını da bilâhare öder. İbn Abdilhakem aynı fetvayı İmâm-ı Mâlik'ten de rivâyet etmiştir'. (Zebîdî)
1. Bu derece, adil kimselerin takva derecesidir. Bu bakımdan takva şudur: Fetvanın haram kabul ettiği ve gerekli şartlardan herhangi birinin olmamasından dolayı haramın daha önce zikretmiş olduğumuz altı bahsinden herhangi birine giren herşey mutlak mânâda haramdır.
Böyle bir haramı irtikâb eden kimse fasık ve günahkâr kabul edilir. İşte biz mutlak mânâda haram olandan bunu kastediyoruz. Bunun izah ve açıklamasının misâl ve delile ihtiyacı yoktur.
2. Buna misal olarak sakınılması farz olmayan bütün şüpheli şeyleri gösterebiliriz. Fakat bu tip şüphelilerden sakınmak müstehab görülmüştür. Bu durum Şüpheliler bahsinde de gelecektir. Şüphelilerin bir kısmından sakınmak ve kaçınmak farzdır. Bu bakımdan bu tip şüpheliler haram hükmündedir. Şüphelilerin ikinci bir kısmı daha vardır ki, onlardan kaçınmak mekruhtur. Bu tip şüphelilerden kaçınmak vesveseli kimselerin işidir. Meselâ avlanıp mülk edinildikten sonra kaçan bir hayvanı avlamak korkusuyla avlanmaktan kaçan kimse gibi. . . Yani bu kimse Avlayacağım hayvan belki başkası tarafından avlanılıp mülk edinildikten sonra kaçmış bir hayvandır' korkusuna kapılarak avcılığı terkeder. İşte bu, vesvesenin ta kendisidir. Şüphelilerin bir kısmı da sakınılması müstehab olanlarıdır. Fakat bu kısımdan sakınmak farz değildir.
Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfi bu kabil şüpheliler hakkında varid olmuştur:
Seni şüphelendireni bırakıp şüphelendirmeyene sarıl! Yani apaçık helâl olduğundan şüphe etmediğin şeylere sarıl; helâlliği bu derece açık olmayanı bırak!25
Biz Hazret-i Peygamber'in buradaki nehyini 'nehy-i tenzîhî' üzerine hamlederiz.
Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfindeki nehyi de böyledir:
Avlandığın hayvanlardan derhal öldürdüğünün etini ye! Yaralanıp da sonradan ölenin etini ise yeme!26
Hadîs-i şerifteki inma, avlanan hayvanın yaralandıktan sonra uzaklaşıp bilâhare ölmesi demektir. Yani avcı tarafından bilâhare ölü olarak bulunan böyle bir hayvanın etini yemek tenzîhen mekruhtur; zira bu hayvanın, yaralandıktan sonra yüksek bir yerden düşüp ölmüş veya aldığı yara ile değil de başka bir sebeple ölmüş olması ihtimali vardır. İleride gelecek bahislerden de anlaşılacağı gibi, biz bu gibi hayvanların haram olmadığı kanaatindeyiz. Fakat böyle bir hayvanın yenmemesi, salihlerin takvasındandır.
Hazret-i Peygamber'in 'Seni şüphelendireni bırak!' emri, 'tenzihî emir'dir; zira bazı rivâyetlerde şöyle varid olmuştur: 'Yaraladığın hayvanı bulduğunda onun gövdesinde okunun yarasından başka bir yara göremezsen, senden uzaklaşıp kaybolsa dahi onun etinden ye!'
Bunun için Hazret-i Peygamber, Adiyy b. Hâtem'e27 eğitilmiş köpek hakkında şöyle demiştir:
Eğer köpeğin avdan yemiş ise, o avlanan hayvanın etinden yeme! Zira korkarım ki, o (köpek, henüz) avlanan hayvanın etinden yememek hususunda nefsine hakim olamamıştır. 28
Bu hadîs-i şerifteki nehy, nehy-i tenzihidir ve bu yasak, hayvanın nefsine hakim olamaması korkusundan ileri gelir; zira Hazret-i Peygamber Ebû Salebe el-Huşenî'ye29 şöyle demiştir:
- Avladığın hayvanın etini ye!
- Köpek ondan yemiş ise de mi yiyeyim?
- Evet, köpek ondan yemişse bile yine ye!30
Bunun hikmeti şudur: Fakir ve çalışmaya muhtaç olan Ebû Sa'lebe'nin hali bu şekildeki takvayı götüremezdi. Hazret-i Adiyy'in durumu ise bunu kaldırırdı.
Anlatıldığına göre, İbn Sîrîn ortağına dört bin dirhem bırakır; bu parayı almayışının ve ortağına bırakmasının hikmeti de birşey hakkında şüphelenmiş olmasıdır. Oysa ulema ittifakla şüphenin zarara yol açmamasına taraftardır. Bu bakımdan bu derecenin misallerini şüphenin derecelerini teker teker saymaya başladığımızda zikredeceğiz. Kendisinden sakınılması farz olmayan her şüpheli şey bu derece için misaldir.
3. Bu derece, ehl-i takvanın derecesidir.
Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfi buna delâlet etmektedir.
Kul, yapılmasında beis ve zarar olmayanı, zararlı bir şeye yol açması korkusuyla terketmedikçe, muttakîler derecesine ulaşamaz.
Hazret-i Ömer şöyle der: 'Biz harama düşme korkusuyla helâlin onda dokuzunu terkederiz?' Bu söz, İbn-i Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir.
Ebu'd Derda şöyle der: 'Haram olmasından korkarak helâlin bir kısmını terketmek ve şüpheli şeylerin zerre kadarından dahi sakınmak kulun takvasının tamam olmasındandır. Bu şekildeki bir takva kul ile ateş arasında perde olur'.
Selef-i sâlihînden birisinin bir kişide yüz dirhem alacağı vardı. Adamcağız borcunu getirip verdiğinde o zat, bu paranın doksan-dokuz dirhemini aldı; fazla olur korkusuyla tamamını almaktan çekindi.
Seleften bazıları çok sakınırdı. Bu bakımdan her aldığını bir tane az alır ve her verdiğini de mutlaka bir tane fazla verirdi ki, bu az aldığı ve fazla verdiği tane kendisiyle ateş arasına perde olsun.
Umumiyetle halk tarafından müsamaha gösterilen şeylerden kaçınmak da bu dereceye dahildir; zira umumiyetle halk tarafından alınmasına ve verilmesine müsamaha gösterilen şeyler, fetvaya göre helâldir. Fakat muttakî bir kimse, başka kapıların açılmasına yol açar ve böylece başıboşluğa alışarak takvayı terkeder korkusuyla bu kapıyı açmaya çekinir.
Bu cümleden olarak Ali b. Ma'bed şöyle buyurmuştur:
Ben kiralık bir evde oturuyordum. Birgün bir mektup yazdım. Mektubu bitirdiğimde duvarın toprağından bir miktar alıp mektup üzerindeki mürekkebi kurutmak istedim. Sonra da kendi kendime 'Bu duvar benim değildir. Nasıl olur da toprağını alabilirim? dedim. Bu meyanda nefsim şu karşılıkta bulundu; 'Duvardan aldığın toprağın kıymeti nedir ki ondan sakınıyorsun?' Bu vesvese üzerine oradan ihtiyacım kadar toprak aldım. Daha sonra da uykuya daldım.
Bu sırada bir rüya gördüm; rüyamda yanıbaşımda duran bir şahıs şöyle diyordu: "Ey Ma'bed'in oğlu! Yarın (kıyâmet gününde) 'Duvardan alınanın kıymeti nedir?' diyen onu bilecektir".
Bu sözün mânâsı; o kimse, bu kadarcık bir toprağın, kendisinin cennetteki derecesinin ne kadarını eksiltip düşüreceğini görecektir demek olabilir; zira takvânın bir derecesi vardır. Muttakînin sakınmasının fevt olmasıyla o da fevt olur. Yoksa o kimse yaptığından dolayı ceza çekecektir mânâsına gelmez. Hazret-i Ömer'den rivâyet edilen şu hâdise de bu dereceye örnektir:
Hazret-i Ömer'e Bahreyn'den misk gelmişti. 'Keşke bir kadın bu miski tartsa da ben de müslümanlar arasında taksim etsem' dedi.
Bunun üzerine orada bulunan zevcesi Atike 'Ben güzelce tartabilirim' dedi. Hazret-i Ömer cevap vermeyerek sustu. Sonra Hazret-i Ömer sözünü, Atike de cevabını tekrarladı. Sonunda Hazret-i Ömer şöyle buyurdu: "Hayır, bu miski tartmanı istemiyorum çünkü bu işi yaparken 'terazide misk tozu var' diyerek alıp boynuna sürersin de bundan dolayı müslümanlardan fazla kullanmış oluruz".
Ömer b. Abdülâziz'in huzurunda müslümanların ortak malı olan misk tartılırken onun kokusunu duymamak için burnunu tıkamış ve sonra da 'Miskin koklanmasından başka bir yararı var mıdır?' buyurmuştur.
Bu sözleri, burnunu tıkamasını yerinde bulmayarak itiraz eden bir kimseye söylemiştir.
Hazret-i Peygamber, henüz çocuk olan Hazret-i Hasan'ın sadaka (zekât) hurmalarından bir tanesini ağzına aldığını gördüğünde ona 'O 'hurmayı at, at!' buyurmuştur. 31
Bu derecenin örneklerinden biri de şu rivâyettir: Seleften birisi can çekişen birisinin yanıbaşında oturuyordu. Adamcağız geceleyin öldü. Bunun üzerine, seleften olan o zat, 'Artık lambayı söndürünüz; çünkü şu andan itibaren bu yanan yağda varislerin hakkı vardır' dedi.
Süleyman et-Teymî'nin rivâyet ettiğine göre Naime el-Attâre32 şöyle anlatır: Hazret-i Ömer, hanımına, satması için beytülmalin kokularından verdi. Hanımı da kokuyu bana sattı. Satış sırasında ölçüsünü ayarlayabilmek için artırıp, eksiltiyor ve dişleriyle kırıyordu; bir ara da miskten parmağına bulaşanları başörtüsüne sürdü.
Hanımı eve döndüğünde. Hazret-i Ömer 'Bu koku nereden geliyor?' diye sordu. Kadın, hâdiseyi Hazret-i Ömer'e anlattı; bunun üzerine Mü'minlerin emîri 'Sen müsümanların kokusundan alırsın ha!' dedi ve sonra da zevcesinin başörtüsünü çekip aldı. Eline bir testi alarak bir taraftan su döküyor bir taraftan da kokluyordu. Böylece başörtüsünü, koku kalmayıncaya kadar yıkadı.
Koku satan hatun şöyle anlatıyor: Hazret-i Ömer'in hanımından beytülmalin kokusunu satın almak için ikinci bir defa daha geldim. Kokuyu tartarken yine parmağına birşeyler bulaştı; bu sefer parmağını ağzına sokup ıslattı ve sonra da kokuyu giderinceye kadar toprakla ovaladı.
Hazret-i Ömer'in bu yaptığı, takvadır. Bunu, başkasına sirayet etmesin diye yapmıştır. Aksi takdirde başörtüsünün yıkanması, ona bulaşan kokuyu müslümanlara iade etmez. Fakat Hazret-i Ömer bu işi, hanımının bir daha böyle yapmaması ve bunun başkasına da sirayet etmemesi için yapmıştır. Bu derecenin misallerinden biri de şudur:
Sultanlar için ûd (kokulu madde) ile camii buhurlandıran kişinin durumu sorulduğunda Ahmed b. Hanbel böyle bir kimsenin camiden çıkarılması gerektiğini söylemiştir. Zira ûd'un, yalnızca kokusundan yararlanılır. Bu ise harama yaklaşır; çünkü kişinin elbisesine bulaşan koku bazen ikram edilir, bazen da ikram edilmez. Aynı zamanda sahibinin buna müsamaha gösterip göstermeyeceği de bilinmemektedir.
İmâm-ı Ahmed'e 'Herhangi bir kimsenin elinden (çantasından veya cebinden) , içinde hadîs yazılı kağıt düşse, kağıdı sahibine teslim etmeden önce ondaki hadîsleri yazabilir mi?' diye sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
Hayır! O kağıtta bulunan hadîsleri yazamaz. Sahibinden izin aldıktan sonra yazmalıdır'.
Burada, sahibi razı olur mu olmaz mı şeklinde bir şüphe vardır. Bu bakımdan şek ve şüphe mahallinde bulunan, fakat esasında haram olması gereken birşey haramdır. Onu terketmek fetvanın birinci derecesine girer. Süsten kaçınmak da bu derecedendir; çünkü süslenmek her ne kadar mübah ise de, diğer bir süslenmeye sebep olmasından korkulur.
Ahmed b. Hanbel'e tabaklanmak suretiyle kılları giderilmiş ayakkabının giyilmesi hakkında sorulduğunda şöyle buyurmuştur: 'Ben böyle bir ayakkabıyı giymem. Eğer çamurdan korunmak için giyiliyorsa, ümit ediyorum ki bir mahzuru yoktur. Süs için giyenlere gelince, onlara müsamaha gösterileceğini sanmam'.
Bu derecenin misallerinden biri de şudur: Hazret-i Ömer, halife seçildiği zaman, bâtıl bir davada şefaatçi olabilir, sevgisinden dolayı onun dileğini kabul edebilir korkusuyla, çok sevdiği bir hanımını boşamıştır. İşte bütün bu misaller, zararsız bir şeyi zararlı bir şeye yol açma ihtimali olduğundan dolayı terketmek kabilindendir.
Mübahların çoğu insanoğlunu mahzurluları yapmaya davet eder. Fazla yemek ve bekârların koku sürünmesi de böyledir. Çünkü koku şehveti tahrik etmekte, şehvet de insanı (cinsî ilişkiler hakkında) düşünmeye davet etmektedir. Düşünce kadınlara bakmaya; bakmak ise, başka şeye yol açmaktadır.
Zenginlerin süslerine ve evlerine bakmak da esasında mübah olduğu halde böyledir. Zenginlerin süsleri her ne kadar mübah ise de harisliği kamçılamakta ve insanları o süslere benzer diğer bir süse davet etmekte ve edinilmesi helâl olmayan şeylere teşvik etmektedir. İhtiyaç anında ve ancak ihtiyaç nisbetinde edinilmediği takdirde bütün mübahlar böyledir, insanoğlu, mübahların tehlikelerinden ancak ihtiyacının miktarını önceden bilmek ve ikinci derecede de sakınmakla kurtulabilir. Zira mübahların neticesi, çoğu zaman tehlikeden hali değildir. Ahmed b. Hanbel duvarların alçı ile badanalanmasını kerih görmüştür. 'Zeminin sıvanması, toprağın kalkmasına mânî olduğundan mübahtır; duvarların alçılanması ise faydasız bir süstür' demiştir. Hatta İmâm-ı Ahmed mescidlerin sıvanmasını ve süslenmesini de caiz görmemiştir. Bu görüşüne dayanak olarak da Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilen şu vakâyı göstermiştir: Hazret-i Peygamber'e mescidin sürmelenmesi (boyanması ve badanalanması) hakkında sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur:
Süslemeyiniz; fakat Musa'nın (aleyhisselâm) arîşi (çardağı) gibi bir arîş (kurunuz) !
Buradaki sürme, gözlere vurulan sürmeye benzer ve kendisiyle binaların boyanıp badanalandığı bir çeşit boyadır. Görülüyor ki Hazret-i Peygamber, böyle bir boya kullanmaya ruhsat vermemiştir.
Selef-i sâlihîn ince elbisenin giyilmesini kerih görmüş ve 'Elbisesi ince olanın dini de incedir' demişlerdir.
Bütün bunlar, mübahlardaki şehvetlerin insanları mübah olmayan vadilere sürüklemesinden korkulduğu içindir. Çünkü nefis mübah ile mahzurlu olanı aynı şehvetle istemektedir. Nefsi sürükleyen şehvet, müsamaha görmeyi âdet edindiği zaman, başıboşluğa alışır! Bu bakımdan takva korkusu, bütün bunlardan sakınmayı gerektirmektedir. O halde, bu gibi aykırılıkların benzerinden ayrılan her helâl, üçüncü derecede bulunan güzel ve tayyib helâl demektir. Böyle bir helâl, insanı günaha sürüklemesinden korkulmayan bir helâldir.
4. Bu derece, sıddîkların takvasıdır. Sıddîklara göre helâl, sebeplerinde herhangi bir günah bulunmayan ve herhangi bir günaha yardımcı olmayan şeylerdir. Sıddîklar nezdindeki helâlden, ne halihazırda ve ne de gelecekte herhangi bir ihtiyacın giderilmesi kastolunmaz; aksine sadece ve sadece Allah'ın rızası, O'nun ibadetine kuvvetle dalmak ve hayatın Allah rızası için idâme ettirilmesi kastolunur. Sıddîklar şu ayete uyarak, Allah için olmayan herşeyi haram ilan ederler:
Allah de! Sonra onları bırak, bâtıl dedikodularında oynaya dursunlar. (En'am/91)
Bu dördüncü derece, nefsin bazlarından tecerrüd etmiş, hedefleri sadece Allah olan muvahhidlerin (ehl-i tevhîd'in) rütbesidir.
Şek ve şüphe yoktur ki, harama veya günaha yol açan şeylerden sakınan kimse elde edilmesinde günah bulunan şeylerden elbette sakınır. Bu kabilden olarak şöyle rivâyet ediliyor:
Yahya b. Ebî Kesir bir gün ilaç içmişti. Hanımı kendisine 'Keşke ilacın tesir edebileceği zamana kadar evin içinde gezinseydin (iyi olurdu) ' dedi. Bunun üzerine Yahya 'Böyle bir gezintinin (Hazret-i Peygamber'in sünnetinde yeri nedir) bilmiyorum. Oysa ben otuz seneden beri nefsimi hesaba çekmekteyim' karşılığını verdi.
Yahya böyle bir gezintiye, din ile ilgili herhangi bir niyeti bulunmadığı için cesaret edememiştir.
Sırrî es-Sakatî şöyle anlatır: Bir gün bir dağda bulduğum bir bitkiden yedim ve aynı dağdan çıkan bir kaynaktan su içtim. Sonra içimden şunlar geçti: 'Eğer ben herhangi bir günde tam mânâsıyla helâl birşey yemişsem o gün, mutlaka bugündür'. Bunun üzerine gaipten bir ses 'Seni buraya kadar getiren enerji nereden temin edildi?' dedi. Bunu duyunca pişman olarak döndüm.
Zünnûn-i Mısrî tutuklu idi ve acıkmıştı. Saliha bir kadın, kendisine gardiyanla yemek gönderdi. Fakat o, bu yemekten yemedi. Bilâhare yemeği gönderen hanıma karşı şöyle özür beyan etti: 'O yemeği, zâlim bir kimsenin tabağı üzerinde geldiği için yemedim'. Zünnûn bununla 'Onu bana getiren kuvvet güzel bir kuvvet değildi' demek istiyor. Bu derece, takvanın aşılmaz olan derecesidir. Bu cümleden olarak Bişr el-Hafî, emîrlerin açmış olduğu kanallardan su içmezdi. Suyun kullanılması haddi zatında mübah ise de onu Bişr'e, zâlimler eliyle açılan kanallar getirmektedir. Bu bakımdan bu suyu kullanan kimse ücretini tam olarak alamayan amelelerin gücüyle açılan kanallardan faydalanmış olur. Kaldı ki, almış oldukları ücreti de haramdan almışlardır. Bunun içindir ki, selefin bir kısmı helâl bağdan edinilen helâl üzümleri bile yemekten imtina ederek sahibine şöyle demişlerdir: 'Eğer zâlimler eliyle kazılmış nehirlerden akan su ile sulamış isen, bu üzümleri ifsad etmişsin demektir'. Bu su ile sulanan üzümlerden yememek insanı onun zulmünden suyun kendisini içmemekten daha çok uzaklaştırır. Çünkü bu hareket, üzümün o sudan yardım istemesinden de sakınmak demektir.
Seleften bazıları hac yolculuğu sırasında, zâlim sultanlar tarafından yapılan sarnıçlardan su içmezlerdi! Buralardaki su mübah olduğu halde, haram mal ile yapılan sarnıçlarda korunduğundan içmezlerdi. Çünkü böyle bir suyu içmek, adeta o haram maldan yapılmış sarnıçtan yararlanmak demektir. Zünnûn-i Mısrî'nin gardiyanın elinden yemeği alıp yememesi, takva bakımından bütün bunlardan daha büyük bir hâdisedir. Zira gardiyanın eline, haram denilemez; fakat gasbedilen bir tabak, o elin üzerinde getirilirse, o zaman mesele değişir. Lakin yemeğin böyle bir tabakta gelmesi, sözkonusu değildir. Aksine yemek Zünnûn-i Mısrî'ye enerjisini haramdan sağlayan biri eliyle gelmiştir. Yine bu sırra binaendir ki, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk içtiği (kölesinin fal açarak kazandığı) sütü geri çıkarmıştır. Bunu da o sütün kendisinde herhangi bir enerji meydana getirmesinden korktuğu için yapmıştır. Oysa o sütü, bilmeden içmiş bulunuyordu ve dinen onu geri çıkarmak da kendisine farz değildi. Fakat karnını pislikten temizlemek sıddîkların takvasındandır.
Camide elbise dikmek suretiyle helâlinden kazanan bir terzinin malından kaçınmak da bu cümledendir. İmâm-ı Ahmed, terzinin camide çalışmasını kerih görmüştür. İmâm-ı Ahmed'e 'Yün eğiren bir kimsenin yağmurdan korktuğu zaman, mezarlıkta bulunan herhangi bir kubbeye sığınması caiz midir?' diye sorulduğunda, 'Mezarlar âhiret işi olduğu için orada oturulması mekruhtur' demiştir.
Seleften bazıları, hizmetçisi tarafından, mallarının helâlliğinden şüphe ettiği kimselerin çırasından yakılan çırasını söndürmüştür. Bazıları da içinde haram mı helâl mi olduğu şüpheli odun yanan tandırda ekmek pişirilmesini menetmiştir. Âhiret sâliklerince bu dereceler takvanın en ince dereceleridir.
Bu hususta ki tedkik ve tahkik şudur: Takvanın evveli vardır; bu da fetva ile haram olan şeylerden imtinâ etmektir. Bu tür takva, adil kimselerin takvasıdır. Bu da (daha önce söylenildiği gibi) şehvetle edinilen veya herhangi bir mekruhu edinmeye vesile olan veya bir mekruha yol açan ve Allah için olmayan herşeyden imtina etmektir. Başlangıç ve sonuç dereceleri arasında ihtiyattan ötürü herhangi bir mekruha yol açan ve Allah için olmayan şeyler gibi birçok dereceler vardır. Bu bakımdan kul, dünyada nefsine karşı ne kadar titiz davranırsa, âhirette yükü o nisbette hafifler ve köprüden o nisbette hızlı geçer ve yine terazinin günah kefesinin sevaplar kefesine ağır basmasından o nisbette uzak olur. Zâlimlerin cehennemdeki derecelerinin habasete dalmak bakımındaki haram derecelerine göre ayarlandığı gibi. . . Emrin hakikatini bildiğin zaman, artık seçme sana aittir, istersen daha fazla ihtiyatlı davran, istersen de ruhsatlara kaç! Fazla ihtiyatlı davranman da senin içindir, ruhsatları kullanman da. . .
25) Nesâî, Tirmizî ve Hâkim, (Hasan b. Ali'den)
26) Taberânî, Evsat, (İbn-i Abbâs'tan) ve Beyhakî, (mevkuf olarak)
27) Adiyy, meşhur Hâtem-i Tâî'nin oğludur. Dedesinin ismi Abdullah b. Sa'd b. Haşrec'dir, Kendisi de ashâb-ı kirâmdan meşhur bir zattır. Hazret-i Peygamber'in vefatından sonra irtidad edenler arasında imanını muhafaza etmiş, Irak'ın fethine ve Hazret-i Ali'nin savaşlarına katılmıştır. H. 68 senesinde 130 yaşında iken vefat etmiştir.
28) Sünen sahipleri, (Hemmam b. Hars'dan, o da Adiyy b. Hâtem'den)
29) Bu zatın ismi hakkında ihtilâf vardır. Bazılarına göre Cürsüm veya Cürsüme veya Cürhüm'dür. Şam'da H. 52 senesinde, secde halindeyken vefat etmiştir.
30) Ebû Dâvud
31) Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
32) Zebîdî'de Naime el-Attâre yerine Nuaym b. Abdullah el-Attar ibaresi vardır. Ebû Talib el-Mekkî'nin Kut'ul-Kulûb adlı eserinde Naime el-Attâre ibaresi geçmekte ise de Zebîdî tarafından hakkında herhangi bir bilgi verilmemiştir. (Bkz. İthaf 'us-Saade, VI/27)
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Helâl de, haram da açıktır (ve bilinir) . Bu ikisi arasında iki» sine de benzer birçok durumlar ve haller vardır" ki bunları insanların çoğu bilmez. Bu bakımdan kim şüphelilerden sakınırsa, o hem namusunu hem de dinini (şer'î tenkidden) istibra ederek uzak tutmak istemiştir. Şüphelere giren kimse ise, haram ile boğuşmaktadır ve tıpkı sürüyü korunun etrafında otlatan çobanın koruya girme ihtimalinin pek yakın oluşu gibi (onun da harama düşme ihtimâli pek yakındır) ,33
Bu hadîs-i şerif üç kısmın isbatı hakkında kesin bir hükümdür. Bu üç kısımdan (helâl-haram ve şüpheli) , birçok kimseler tarafından bilinmeyen ortanca kısım (şüpheli) müşkildir. Ortanca kısımdan gaye, şüpheli emirlerdir. Bu bakımdan şüphelileri izah etmek ve üzerlerindeki perdeyi kaldırmak gerekir. Zira halkın çoğu tarafından bilinmeyen bir şeyi az da olsa bilenler vardır. O halde deriz ki, mutlak mânâda helâl olan şey şudur: Zatı, aynısında haramlığı icab ettiren sıfatlardan uzak ve sebepleri de haram veya kerahiyetin arız olabileceği şeylerden uzak olanlardır.
Bunun misali, insanoğlunun yağmurdan edindiği sudur. İnsan bu suyu, herhangi bir kimsenin arazisine düşmeden önce, kendi mülkünde yahut da mübah olan (hiç kimsenin olmayan) bir arazide ayakta durup havadan edinir.
Katıksız haram, kendisinde, haramlığında şek ve şüphe olmayan bir sıfatın bulunduğu şeylerdir: İçkideki sarsıcı kuvvet ve bevldeki (sidikteki) necaset gibi; veya varlığında, kesinlikle yasaklanan bir sebebin rol oynadığı şeyler: Zulüm, faiz ve benzeriyle alınan mal gibi. Haramın bu iki kısmı, herkesçe bilinen ve apaçık kısımlarıdır. Haramlığı tahakkuk eden, fakat bilâhare bozulması ihtimal dahilinde bulunan şeyler de bu iki kısma iltihak etmiştir. Fakat bu ihtimalin varlığına delâlet eden sebep şimdilik bahis konusu değildir.
Meselâ kara ve deniz avı helâldir. Avlanan bir geyikte başka bir avcı tarafından avlanmış ve sonra o avcının elinden kaçmış olma ihtimali vardır. Başkasının eline düşüp, onun ağına girdikten sonra yakalayanın elinden kayıp denize düşme ihtimali bulunan balık da böyledir. İşte böyle bir ihtimal, havadan edinilen yağmur suyunda sözkonusu değildir. Fakat bunlar da, yağmur suyu mânâsındadırlar. O halde avlanmış geyik ve balıktan sakınmak, vesveseden başka birşey değildir. Bu bakımdan biz böyle bir takvaya Vesvesecilerin takvası' adını verdik. Buna benzer misaller de bu kabilden sayılır. Çünkü bu, delilsiz ve mücerred bir vehimdir. Ancak balığın kulağında bulunan bir halka veya avlanan geyikte bulunan eski bir yara gibi kesin bir delil varsa iş değişir. Bu yara, daha önce bir avcı tarafından ve avlandıktan sonra yapılan bir dağlama olabildiği gibi, başka bir yara da olabilir. İşte böyle bir durumda takva için sebep vardır. Her cepheden deliller yok olduğu zaman, delilleri yok olan ihtimal, bizzat yok olan ihtimal gibidir.
Herhangi bir kimseden bir evi ödünç olarak alan bir kişinin, ev sahibinin kaybolmasıyla, 'Belki de ölmüş, ev varislerin hakkı olmuştur' gibi bir zehâba kapılıp o evden çıkmak da bu kabilden bir vesvesedir! Zira ortada evi kendisine ödünç olarak veren adamın öldüğüne dair kesin bir sebep veya insanı şüpheye düşürecek bir illet yoktur. Oysa insanoğluna zarar veren şüphe, şekten kaynaklanan şüphedir. Şek ise, ayrı ayrı iki sebepten neş'et eden iki zıt inançtan ibarettir. Bu bakımdan sebebi olmayan birşey, insanın nefsinde karar kılmaz ki, yerleşik karşı bir inanca eşit olup şekke dönüşsün. Bunun için deriz ki, üç veya dört rek'at kıldığında şüpheye düşen kimse üç rek'at kıldığını kabul edecektir. Çünkü asıl fazla olmamaktır. Eğer bir insana bundan on sene önce kılmış olduğu öğle namazın üç rek'at ını yoksa dört rek'at mı kıldığı sorulsa kesinlikle dört rek'at olduğunu kestiremez. Bunu kesin bir şekilde kestiremediği için, o namazın üç rek'at olması muhtemeldir. Oysa böyle bir ihtimal, şekke dönüşmez.
Zira bu kimsede o namazın üç rek'at oluşunu icab ettiren bir sebep mevcut olmamıştır. Bu bakımdan şekkin hakikati ve ne demek olduğu bilinmelidir ki, sebepsiz ihtimal ve vehim ile karıştırılmasın. Bu ise mutlak mânâda helâl olanlar grubunda mütâlaa edilir. Mutlak mânâda haram olanlar grubuna bilâhare helâl olmasını sağlayacak bir sebebin bulunması ihtimâli sözkonusu olsa bile haramlığı muhakkak olan herşey dahil olur. Fakat böyle bir sebebin varlığına herhangi bir delil delâlet etmiş değildir. Mesela bir adamın elinde, kendisinden başka varisi bulunmayan herhangi bir kimseden emanet olarak aldığı bir yiyecek maddesi bulunur ve onun asıl sahibi kaybolur. Böyle bir durumda kaybolan kişinin ölüp de o maddenin emanetçiye miras yoluyla intikal etmesi ihtimali de sözkonusudur. Ancak emanetçinin bu maddeyi yemesi, kelimenin tam mânâsıyla haram olan birşeyi yemesi demektir. Çünkü mal sahibinin ölmesi ve dolayısıyla emanetinin miras yoluyla kendisine intikal etmesi, mücerred ve delilsiz bir ihtimaldir.
Bu bakımdan bu tarzdaki şeyleri, şüpheler kısmından saymamız uygun bir hareket değildir. Şüpheden gayemiz; durumu bizim için müşkil olan ve kendisi hakkında iki zıt inanç doğuran iki sebebe sahip nesne demektir.
Eşyayı helâl veya haram kılan sebep hakkında şek ve şüpheye düşmektir. Bu kısımda, iki zıt ihtimal, ya eşit veya birisi diğerinden daha kuvvetli olacaktır. Eğer iki ihtimal eşitse, hüküm daha önce bilinene göre verilir ve önceki durum olduğu gibi devam eder; şüphe ile terkedilemez. Eğer ihtimallerden biri galip gelirse meselâ galip gelen hüküm, itibar edilen bir delilden doğarsa bu takdirde hüküm gâlibe göre verilir. Bunun hakikati ancak misaller ve deliller vermek suretiyle anlaşılır.
Bu bakımdan biz bunu dört kısma ayırıyoruz:
a) Birinci kısım, daha önceden haram olduğu mâlum iken sonradan kendisini helâl edici sebeplerin varlığı hakkında şüphe vâki olan kısımdır. Böyle bir şüpheden sakınmak farz, bunu çiğnemekse haramdır. Mesela adam, avlamak istediği hayvana ok atar ve onu yaralar. Hayvan da suya düşer. Onu sudan çıkardığında ölmüş olduğunu görür. Bu hayvanın boğularak mı öldüğünü yoksa aldığı yaradan dolayı mı öldüğünü bilemez. İşte böyle bir hayvan haramdır; çünkü burada asıl olan haram olmasıdır. Ancak hayvan belli bir yolla öldüğü ve o yol hakkında da şüphe vâki olduğu zaman, yakîn, şüphe için terkedilmez. Hadesler, necasetler, namazın rek'atları ve benzeri gibi. . .
Hazret-i Peygamber'in Adiyy b. Hâtem'e söylediği şu söz de bu mânâya hamledilir:
Sakın onu yeme; çünkü belki de onu, senin köpeğinden başkası öldürmüştür. 34
Bunun içindir ki, Hazret-i Peygamber, kendisine birşey getirildiği zaman, onun sadaka mı, hediye mi olduğu hususunda şüphelendiğinde, hangisinden olduğunu öğrenmek için sorardı. 35
Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber bir gece sabaha kadar uyumaz. O gece hücresinde kaldığı hanımının 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu gece niçin uyumadın?' diye sorması üzerine de şöyle buyurur:
Evde bir hurma bulmuştum. Onun sadaka hurmalarından olmasından korktuğum için uyuyamadım. 36
Başka bir rivâyette hadîs şöyle devam eder:
Bulduğum o hurmayı yedim; sonra da onun sadaka hurmalarından olmasından korktum.
Bu cümleden olarak seleften şöyle rivâyet edilir: Hazret-i Peygamber'le beraber seferdeydik ve acıkmıştık. Debab (keler) denilen hayvanın çok bulunduğu bir yerde konakladık. Bizim o hayvanlardan doldurduğumuz çömlekler ateşin üzerinde kaynarken Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Zamanında İsrâiloğulları'ndan bir topluluk mesholunmuştu. (başka bir sûrete sokulmuştu) . Şu hayvancağızların onlar olmasından korkarım. 37
Bu söz üzerine biz çömleklerimizin içindekileri yere döktük. Daha sonra Allahü teâlâ, peygamberi zîşânına bir kavmi meshettikten (suretini başka surete soktuktan) sonra onlara zürriyet vermediğini bildirdi.
Hazret-i Peygamberin bu hayvanların etini yememesi, başta bunların helâl olup olmadığı hususunda şüpheye düşmesindendir.
b) İkinci kısım, helâli bilip haram edici sebepler hakkında şüpheye düşmektir. Bu durumda esas olan helâl olmaktır ve burada hüküm 'helâlliğe' göre verilir. Meselâ iki arkadaş evlenirler. Bir gün uçan bir kuş görürler; biri 'Eğer bu kuş karga ise, hanımım boş olsun'; diğeri de 'Eğer karga değilse, benim hanımım boş olsun' der. O kuşun karga olup olmadığı bilinemediği takdirde, bunların ikisi için de haram ile hüküm verilmez ve dolayısıyla bunların, hanımlarından sakınmaları gerekmez. Fakat takva, iki adamın da sakınması ve hanımlarını boşamalarını gerektirir. Mekhûl, bu meselede sakınmayı emretmiştir. Şa'bî, münakaşa edip biri diğerine 'Sen hasedçisin' diyen iki kişiden biri 'İkimizden hangisi daha fazla hasedçi ise, hanımı üç talak ile boş olsun'; öbürü de 'Evet, öyle olsun' dediği takdirde hangisinin daha fazla hasedçi olduğu müşkil olacağından ikisinin de hanımlarından sakınmaları ve boşanmaları gerektiği hakkında fetva vermiştir. Eğer Şa'bî, bu fetvasında takva cihetinden korunmayı irade ediyorsa, fetvası doğrudur. Yok kesinlikle haram olduğunu kasdediyorsa, elinde hiçbir delil yoktur. Zira sular, necasetler, hadesler ve namazlar bahsinde sabit olduğu gibi yakîni şek yüzünden terketmek vacib değildir. Şa'bî'nin fetvası da bu kabildendir.
Eğer 'Bununla onun arasında nasıl bir ilgi vardır' dersen, bil ki, bu benzetmenin böyle bir ilgiye ihtiyacı yoktur; çünkü bazı durumlarda benzetme, münasebet ve ilgi olmaksızın da lazımdır. Zira suyun temizliği kesinlikle bilindiğinde, sonradan necis ve pis olup olmamasında şüphe edilse bile bu su ile abdest almak caizdir. Madem abdest almak caizdir, içilmesi neden caiz olmasın? İçilmesi caiz olduğu zaman da yakînin şek ile bertaraf edilmediği kabul edilmiş olur. Ancak burada ince bir nokta vardır. (Buna dikkat etmek gerekir) . Şöyle ki: Daha önce bahsettiğimiz su misalinin benzeri, adamın hanımını boşayıp boşamaması hususunda şüphe etmesidir. Bu bakımdan böyle bir durumda boşamaması esastır ve boşamamış sayılır. Daha önce geçen kuş misalinin benzeri ise, birinin necis olduğu kesin olan iki su kabından hangisinin necis olduğu hususunda şüphe edilmesidir. Böyle bir durumda ictihad etmeksizin bu kaplardan herhangi birini kullanmak caiz değildir; çünkü burada temizlik ve taharetin kesinliğine, necasetin kesinliği karşı çıkmıştır.
Bu bakımdan burada istishab (birşeyi eski durumunda bırakmak) iptal olunur. İşte bunun içindir ki burada da iki hanımdan biri kesin olarak boşanmıştır; fakat hangisinin boşanması gerektiği kesin olarak bilinememiştir. O halde deriz ki, İmâm-ı Şâfiî'nin arkadaşları, iki kap meselesinde üç görüştedirler: Bir grup 'Adam ictihad etmeksizin, kaplardan birinin eskiden temiz olmasına itibar ederek kullanır'; başka bir grup da 'Temizlik karşılığında necasetin varlığı da kesin olduğuna göre kapların hiç birisini kullanmamalı ve burada ictihad dahi fayda veremeyeceğinden kullanmayı terketmelidir' demiştir. Bu iki grubun ifrat ve tefriti arasında daha normal hareket edenler de 'Kişi bu iki kaptan birisinin temizliğini tesbit etmek için ictihad eder' demişlerdir. Doğru fetva da budur. Bunun misali de iki karısı olan bir kişinin 'Eğer uçan kuş karga ise Zeyneb adlı hanımım; değilse Umre adlı hanımım boştur' demesidir. Şüphe yoktur ki, böyle bir durumda istishaba dayanarak onların ikisiyle de cinsî ilişki kurması caiz değildir. Belirtisi olmadığı için burada ictihad da caiz değildir. Biz bu durumda iki karısını da kendisine haram buluyoruz. Çünkü hangisi ile cinsî münasebette bulunursa bulunsun mutlaka harama girmiş olur. Eğer ikisinden biriyle cinsî münasebette bulunur da 'Ben sadece bununla cinsî münasebeti devam ettiririm' derse, birini delil olmaksızın, kendiliğinden boşanmamış kabul etmiş olur. Bu meselede bir veya iki şahsın hükmünde ayrılık vardır; çünkü burada, bir şahıs için haram olması muhakkaktır. Ama iki şahıs için mesele değişir; zira her biri ancak kendi nefsi için haram olup olmadığından şüphe etmiş olur.
Eğer o iki kap, iki şahsa ait olsa onların her biri ictihad etmeksizin kendi kabıyla abdest alabilir; çünkü kabının temiz olduğuna kesinlikle inanır. Ancak bu durumda onun hakkında şüpheye düşmüştür denilirse, cevap olarak deriz ki, bu mesele fıkıhta ihtimalli bir meseledir. Fakat benim zannıma göre en râcih ve kuvvetlisi bunun olmamasıdır; burada müteaddid şahıslar, bir şahıs gibidir; çünkü abdestin sahih olması için abdestte kullanılan suyun, abdest alanın mülkü olması şart değildir. Aksine insanın başkasına ait bir su ile abdest alması, tıpkı kendi nefsine ait olan su ile abdest alması gibi, abdetsizliğini ortadan kaldırır. Bu bakımdan mülk değişikliğinin veya birliğinin herhangi bir tesiri yoktur. Başkasının zevcesiyle cinsî münasebette bulunmaksa bunun hilâfınadır; zira helâl değildir. Bir de alâmetlerin ve belirtilerin necasetlerde müdahaleleri vardır. Bunun için de bunlar hakkında ictihad etmek mümkündür; fakat talak (boşanma) bunun hilâfınadır. Bu bakımdan temizliğin kesinliğine karşı çıkan, necasetin kesinliğini bertaraf etmek için istishabı takviye eden bir alâmet ve belirtinin bulunması gerekir. İstishab ve tercih bahisleri, fıkhın ince meselelerindendir. Biz bunları fıkıh kitaplarında inceden inceye sayıp dökmüş bulunduğumuzdan, şu anda kaidelerine dikkat çekmekle iktifâ ediyoruz.
c) Üçüncü kısım, haram olması asıl ve esas olan kısımdır. Fakat sonradan galib bir zan ile helâl olmasını icab ettiren bir sebep ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan böyle birşey hakkında şek ve şüphe edilir. Galib zan ise, bunun helâl olmasıdır; işte böyle birşey hakkında düşünülür. Eğer bunun helâl olmasını gerektiren galib zan, şer'an muteber sayılan bir sebebe dayanırsa bizim tercih ettiğimiz fetvaya göre helâl olur. Fakat bundan sakınmak takvadandır. Buna şu misali verebiliriz: Adam bir ava ok atar ve av kaybolur. Sonra onu ölü olarak bulur ve gövdesinde kendi okunun yarasından başka da herhangi bir yara ve bere görmez. Fakat buna rağmen bu hayvanın yüksek bir yerden düşmek suretiyle veya başka bir sebeple ölmüş olması ihtimali vardır. Eğer bu hayvanın üzerinde başka bir yere çarpma izi veya başka bir yara bulunursa, birinci kısma girmiş olur, Bu kısım hakkında İmâm-ı Şâfiî'nin fetvası ihtilâflıdır. Tercih edilen fetvaya göre bu helâldir; çünkü yara görünür bir sebeptir ve tahakkuk etmiştir. Asıl da, bu yaradan başka ölümünde rol oynayan herhangi birşeyin bulunmamasıdır. Bu bakımdan bu yaradan başka ölümünde rol oynayan bir şeyin var olup olmaması şüphelidir. O halde yakîn, şüphe ile bertaraf edilemez.
İbn-i Abbâs 'Vurup derhal öldürdüğün avın etini ye! Sonradan attığın darbe ile ölenin etini bırak!' buyurmuştur.
Hazret-i Âişe38 de şöyle rivâyet eder:
Adamın biri Hazret-i Peygamber'e bir tavşan getirerek şöyle der:
- Bu benim ok ile vurduğum bir hayvandır. Onda okumu tanıdım. (Ne dersiniz, yiyeyim mi, yemeyeyim mi?)
- Onu derhal mi öldürdün, yoksa bilâhare attığın ok ile ölmüş olarak mı buldun?
- Bilâhare isabet aldığı darbe ile ölmüş olarak buldum.
- Geceler, Allah'ın mahlûkâtından bir mahlûktur. Onun takdirini ancak onu yaratan bilir. Bu bakımdan belki de o hayvanın ölmesine başka birşey yardım etmiştir.
Nitekim Hazret-i Peygamber, Adiyy b. Hâtem'e de eğitilmiş köpeği hakkında şöyle demiştir: Eğer o yemişse sen yeme; çünkü korkarım ki, köpek o avı kendisi için tutmuş olsun! Oysa eğitilmiş köpeğin ahlâksızlık yapmayacağı ve avladığı hayvanı sahibi için avlayacağı galib bir ihtimaldir. Bununla birlikte Hazret-i Peygamber, Adiyy'i avlanan hayvanı yemekten nehyetmiştir. Bunun tedkik ve tahkiki şöyledir: Helâllik, ancak sebebin tamamlanmasıyla tahakkuk eder. Sebebin tamamlanması da avlanan hayvanın, herhangi bir illetin ârız olmasıyla değil, sadece avcının darbesiyle ölmesidir. Oysa bu meselede şüphe edilmiştir. O halde bu şüphe, sebebin tamamlanması hususunda vâki olan bir şüphedir. Hatta bu avın ölümünün helâl üzerine mi, yoksa haram üzerine mi olduğu hususunda da şüphe edilmiştir. Bu bakımdan ölümü helâl üzere tahakkuk eden, sonradan ârızî sebebinde şüphe edilen av mânâsında olmaz. Bütün bunlara karşılık deriz ki: Gerek İbn-i Abbâs'ın ve gerek Hazret-i Peygamber'in nehyi (yasaklaması) , takva ve tenzihe hamledilir. (Tahrîmî nehy değildir) .
Buna delil olarak bir kısım haberlerde rivâyet edilen Hazret-i Peygamber'in şu hadîsini gösterebiliriz:
Avladığın hayvanda okunun yarasından başka bir yara görmediğin takdirde kaybettikten sonra bulsan dahi etiniye!39
Bu hüküm, dikkatleri daha önce zikrettiğimiz mânâya çekmek demektir. Şöyle ki: Eğer kişi, avladığı hayvanda okunun yarasından başka bir yara veya bere görürse, o zaman zannın muarazası (çarpışması) yüzünden ölümün iki sebebi de çarpışır. Eğer kendi okunun açtığı yaradan başka bir yaraya rastlamazsa, zann-ı galib hasıl olur ve böylece istishab ile hükmedilir; tıpkı , haberi vâhid, maznûn kıyas, maznûn umumlar ve başkalarıyla istishab üzerine hükmedildiği gibi. . .
İtirazcının 'Onun helâl üzerine öldüğü tahakkuk etmediği için, ölüm sebebinde şüphe olmuş olur' itirazına gelince, bu yerinde bir itiraz değildir; çünkü sebep tahakkuk etmiştir; ölümün sebebi yaradır. Yaradan başka ölümde rol oynayan birşeyin bulunması ise şüphelidir. Bu fetvanın doğruluğuna ulemanın şu icmâ ve ittifakı delâlet etmektedir: 'Bir kimse yaralandıktan sonra kaybolur ve bilâhare ölü olarak bulunursa, onu yaralayana kısas vacib olur'. Halbuki böyle bir kimse kaybolmasaydı, ölümüne belki de fazla heyecanlanması sebep olacaktı; nitekim bazı insanlar, aniden düşüp ölmektedir. Bu bakımdan böyle bir durumda ancak boynunu kesmek veya ölüme sebep olacak derecede derin yaralar açmak gibi haller kısası icab ettirmeli idi. Zira insanın içinde bulunan öldürücü illetlerden hiçbir zaman emin olunamaz ve bu illetler yüzündendir ki sapasağlam görünen bazı insanlar aniden düşüp ölürler. Burada kısas şüphe üzerine bina edilmekle beraber, hiç kimse böyle dememiştir. Aynı şekilde kesilmiş bir hayvanın karnındaki yavrusu da helâldir. Oysa bu yavrunun, annesinin kesilişinden önce ölmüş olma ihtimâli vardır. Kesiliş sebebiyle ölmemiş olsa da veya henüz anne rahminde ruh üfürülmemiş olsa da durum değişmez. Bunun gibi ceninin diyeti de vacibdir. Belki de henüz kendisine ruh üfürülmemiştir veya cinayetten önce başka bir sebepten ölmüştür. Fakat bütün bunlara rağmen, hüküm zâhirî bir delile dayanmadığı takdirde vehim ve vesvese kısmına girmiş olur. Nitekim bu durumu daha önce de belirtmiştik. İşte burada da durum böyledir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Korkarım ki, o avı kendisi için tutmuş olsun.
İmâm-ı Şâfiî'nin bu meselede iki fetvası vardır. Bizim tercih ettiğimiz fetvaya göre, burada haram olmasına hükmetmektir; çünkü sebepler çatışmaktadır. Eğitilmiş köpek, alet ve vekil gibidir. Sahibi için tutar ve bu durumda da tuttuğu helâl olur. Eğer talimli köpek kendiliğinden avlanırsa, tuttuğu helâl değildir; çünkü kendi nefsi için avlandığı düşünülebilir. Sahibinin işaretiyle gidip sonra da avlandığı hayvandan yiyen eğitilmiş köpeğin işaretle gitmesi, başlangıçta alet yerinde ve sahibinin vekili olduğuna; yemesi ise, avlandığı hayvancağızı sahibi için değil, kendisi için tuttuğuna delâlet eder. Bu bakımdan delâlet eden sebep böylece muâraza etmiş olur. Dolayısıyla ihtimal de çarpışır. Asıl ise, haram olmaktır ve bu asıl devam etmektedir. Şüphe ile ortadan kalkmaz. Bu durum tıpkı şuna benzer: Adamın biri kendisine bir cariye satırı alması için birini vekil eder; vekil edilen adam da gidip bir cariye alır. O cariyeyi kendisi için mi yoksa müvekkili için mi aldığını açıklamadan da düşüp ölür. Böyle bir durumda müvekkilin (vekil gönderen kimsenin) cariyemdir diyerek onunla cinsî münasebette bulunması helâl değildir. Zira vekil ettiği kimse o cariyeyi müvekkili için satın almış olabileceği gibi, kendi nefsi için de satın almış olabilir. Ortada, müvekkili için satın aldığını gösteren bir delil de yoktur. Asıl ise, böyle bir cariye ile cinsî münasebet kurmanın haram olmasıdır. Bu bakımdan bu mesele üçüncü kısma değil, birinci kısma dahil olmuş olur.
d) Dördüncü kısım ise, helâlliğin mâlum olmasıdır. Fakat sonradan şer'an zann-ı galible muteber sayılan bir sebepten ötürü kendisini haram edici bir durum ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan bu durumda istishab (yani eski durumda bırakmak) ortadan kalkmış olur ve haram olmasına hükmedilir; çünkü daha önce de gördüğümüz gibi istishab zayıftır; zann-ı galib karşısında hiçbir kıymeti kalmaz. Misali ise şudur: Adamın ictihadı, kapların birisinin necis olduğunda karar kılar. Bu ictihadı zann-ı galib gerektiren belli bir alâmete dayanmaktadır. Bu bakımdan bu kimsenin o kaptaki suyu içmesi ve onunla abdest alması haramdır. Böylece kişi 'Eğer Zeyd, tek başına Amr'ı veya herhangi bir avı öldürürse hanımım boş olsun' demiş olsa ve Zeyd de Amr'ı veya bir hayvanı yaralasa ve orda kaybolduktan sonra, ölü olarak bulunsa, bu kimsenin hanımı kendisine haram olmuş olur. Çünkü daha önce geçtiği gibi zâhirde onu Zeyd tek başına öldürmüştür. İmâm-ı Şâfiî kesinlikle buyurmuştur ki: Bir kimse, göllerdeki, orada uzun zaman durmasından veya içerisine necaset düşmesinden dolayı bozulmuş olma ihtimali bulunan suyu kullanabilir. Eğer o suya bir geyiğin işediğini ve suya vardığında onun bozulmuş olduğunu müşahede ederse ve bu bozukluğun aynen yukarıdaki gibi hayvanın sidiğinden veya uzun zaman durmasından ileri gelmiş olma ihtimali bulunsa bile bu suyu kullanması caiz değildir. Çünkü bu durum, necaset ihtimalini kuvvetlendiren bir delildir. Bu, bizim önceden zikrettiğimizin misalidir. Bu hüküm, birşeyin aynısıyla ilgili bir alâmete dayanan bir zann-ı galibin hükmüdür.
Birşeyin aynısıyla ilgili bir alâmet cihetinden gelmeyen zann-ı galibe gelince, burada İmâm-ı Şâfiî'nin fetvası ihtilâflıdır. Acaba aslı helâl olan şey, bu zann-ı galib ile ortadan kalkar mı, kalkmaz mı? İmâm-ı Şâfiî'nin; müşriklerin (putperestlerin) ve daima içki içenlerin kaplarından abdest alma, eşilmiş mezarlar arasında namaz kılma, korunulması mümkün olmayan miktardan fazla çarşı ve sokakların çamurlarıyla namaz kılma hakkındaki fetvası ihtilaflı olduğu zaman, elbetteki bunun hakkındaki fetvası da ihtilaflı olacaktır. Şâfiî'nin arkadaşları onun bu görüşünü şöyle ifade etmişlerdir: Asıl ile zann-ı galib çarpıştıkları zaman, hangisine itibar olunur? Bu durum daima içki içen ve puta tapanların kaplarından su içmek haram mıdır, değil midir meselesi hakkında câridir; zira necis birşeyin içilmesi helâl olmaz. Bu durumda necaset ve helâlin kaynağı bir olur. Herhangi birinde tereddüt etmek, diğerinde de tereddüt etmeyi gerektirir.
Benim tercih ettiğim fetva şudur: Burada itibar asl'adır. Alâmet, yenen veya kullananın aynısıyla ilgili olmadığı sürece aslın ortadan kalkmasını icab ettirmez. Bunun beyanı ve delili, şüphenin ikinci kaynağında gelecek olan karıştırma şüphesidir. Bu söylediklerimizle, bilâhare haram olduğu veya zann bulunduğu hususunda şüphe edilen helâlin ve aynı durumda olan haramın hükmü anlaşıldı. Birşeyin aynısındaki alâmete dayanan zann ile herhangi bir alâmete dayanmayan zannın arasındaki fark da böylece anlaşıldı.
Bu dört kısımda helâl olduğuna hükmettiğimiz herşey, birinci derecede olan helâldir. Ancak ihtiyat ve takva bunları terketmektedir. O halde bunları yapan kimse, muttakî ve salihler zümresinden olmaz. Böyleleri şer'î fetvada fasıklığına, asi olmasına ve cezaya müstahak görülmesine hükmedilmeyen adiller zümresine dahildir. Ancak vesvese derecesinde mütalaa ettiğimiz kısım, bu hükmün dışındadır; zira böyle bir kısımdan kaçınmak, hiç de takvadan değildir.
Menşei karışıklık olan şektir. Şöyle ki; haram helâle karışıp iş şüpheye düşer ve ayırdetme güçleşir. Karışma, her iki taraftan veya yalnızca bir taraftan ve sayısı belli olmayacak yahut da belli olacak şekilde olur. Eğer adedi belli olanla karışırsa, bu karışmada iki kısma ayrılır. İşaret etmek suretiyle ayırt edilemeyecek derecede karışma sıvı maddelerin karışması gibi veya ayinlerin ayrılması mümkün olmakla beraber ayinlerin bilinemeyeceği bir şekilde karışmadır kölelerin, evlerin ve atların karışması gibi. Birbirlerine çok benzedikleri için karışanlar da, ya aynısı kastedilen şeylerden ticaret malları gibi ya da aynısı kastedilmeyenlerden olacaktır paralar gibi.
Bu bakımdan bu taksimattan üç kısım meydana çıkar:
1. Birinci kısmı, belli bir adet ile birbirine karışmasıdır. Meselâ murdar bir hayvanın leşi, kesilmiş bir veya on hayvanın gövdesiyle karışır ya da süt emzirmiş bir kadın on kadına karışır veya iki kızkardeşten hangisiyle evlendiği belli olmaz. İşte bu şüphe, ümmetin icmaıyla sakınılması gereken bir şüphedir; zira bu şüphede ictihadın yeri olmadığı gibi, haramı belirten alâmetler de yoktur. Muayyen bir adetle karıştığı zaman, hepsi bir şeymiş gibi olur. Bu durumda kesin haramlık ile kesin helâllik karşı karşıya gelmiş olur. Bu suretle helâlle haramın, helâlin tesbit edilmesinden sonra karışması meselâ uçan kuş meselesinde hanımlardan birisinin boş olması gibi ile tesbit edilmesinden önce karışması emzirmiş bir kadın (veya emen bir kadın) yabancı bir kadınla karıştırıldığında kişinin birini kendisine helâl etmesi gibi arasında hiçbir fark yoktur. Bu durum, haramın bilâhare ortaya çıkması hususunda bazen müşkil bir şekle girer: İki hanımdan birinin, geçmiş istishaba dayanarak boş olması gibi. Biz bu husustaki cevabın vechine daha önce dikkat çekmiştik. Şöyle ki; haramın kesin olması, helâlin kesin olmasına tekabül etmiş (yani karşı karşıya gelmiş) ; bu bakımdan istishab, zayıflamış ve şeriat nazarında tehlike tarafı daha galib gelmiştir ve bunun için de tehlikeli olan taraf tercih edilir. Bu durum, belli bir helâl, adedi belli olan bir haramla karıştığı zaman böyledir. O halde, adedi belli olan bir helâl, adedi belli olmayan bir harama karıştığında bundan sakınmanın daha evlâ olacağı açıktır.
2. İkinci kısım sayısı belli bir haramın, sayısı belli olmayan bir helâle karışmasıdır. Meselâ süt emziren (veya emen) bir kadın veya süt emen (veya emziren) on kadın büyük bir memleketin kadınlarıyla karışabilir. Bu durumda o memleketin hanımlarıyla evlenmemek gerekmez. Aksine kişi o memleketin hanımlarından istediğiyle evlenebilir. Bu hükmün illetini, 'Burada helâl daha fazladır' şeklinde göstermek caiz değildir. Çünkü böyle bir illet kabul edildiği takdirde bir haram dokuz helâl ile karıştığında kişinin onlardan biriyle evlenmesinin caiz olması gerekir. Oysa ulemadan hiç kimse böyle birşey söylemiş değildir. Bilakis buradaki evlenmenin caiz olmasının illeti galiplik ile birlikte adamın, evlenmeye muhtaç olmasıdır. Yani ikisi birden illet olurlar. Zira herhangi bir kimsenin bir sebepten dolayı bir mahremi kaybolsa, böyle bir kimse için evlenme kapısını kapamak mümkün değildir. Aynı şekilde kişi, dünya malına kesinlikle haram katılmış olduğunu bilse bile kendisine dünya malını satın almak ve ondan yemek yasak olmaz; çünkü böyle yapmak güçlüktür. Dinde ise, güçlük yoktur. Hazret-i Peygamber, asr-ı saâdetinde bir kalkan çalındığında ve adamın biri ganimet malından bir abâ aşırdığında hiç kimseyi kalkan ve abaları satın almaktan menetmemiştir.
İşte her çalınan malda da hüküm budur. 40 Yine o devirde, insanlar arasında dirhem ve dinarlarla faizcilik yapanlar vardı. Oysa gerek Hazret-i Peygamber, gerek ashâb-ı kirâm, dirhem ve dinarları ne tamamıyla ve ne de kısmî olarak terketmemişlerdir. 41 Dünya, ancak bütün halk günahlardan masum kılındığı zaman, haramdan ayrılabilir. Bütün halkın masum olması ise muhaldir. Madem böyle birşey dünya için şart koşulmamıştır; o halde herhangi bir memleket için de şart koşulamaz. Ancak adedi belli bir cemaat arasında mümkün olabilir. Dünyada böyle bir hâdise vardır diye sakınmak vesvesecilerin takvasına dahil olur; zira böyle bir takva, ne Hazret-i Peygamber'den ve ne de ashâb-ı kirâmın herhangi birinden nakledilmiş değildir ve böyle bir takvayı yerine getirmek, hiçbir asırda ve hiçbir ümmet için tasavvur edilemez.
Eğer 'Herşeyin adedi Allah'ın ilminde bellidir. O halde sayısı belli olan adedin târifi ve haddi nedir? Herhangi bir memleketin ahâlisini saymak isteyen kimse, kendisine bu şekilde hareket etme imkânı verildiği takdirde bunu yapabilir' dersen, bil ki bu gibi şeylerin benzerlerini tahdid etmek mümkün değildir. Bunlar ancak yaklaşık olarak zapt u rapt altına alınabilir. Bir yerde toplandığı zaman, bakan kimsenin sadece bakmakla sayması zor olanlara bin veya ikibin gibi sayısı belli olmayan aded denir. On veya yirmi gibi sayılması kolay olanlara ise, adedi belli olan denir. Bu ikisi arasında iki tarafa da benzeyen durumlar vardır ki, zan ile iki taraftan birisine ilhak edilirler.
Şüpheye düştüğün adet hakkında kalbinden fetva iste; zira günah, kalbi ısırır. Böyle bir makamda Hazret-i Peygamber, Vâbise b. Ma'bed'e şöyle buyurmuştur: 'Onlar sana fetva verseler de, fetva verseler de, fetva verseler de, sen yine kalbinden fetva iste!'42
İşte böylece, şüphenin birinci kaynağında zikrettiğimiz dört kısmın dördünde de karşılıklı taraflar vâkî olur ki bunlar olmak ve olmamakta apaçıktırlar. Aralarında taraflardan birine benzeyen hâdiseler vardır.
Müftü zannıyla fetva verir; fetvayı isteyen kimseye ise kalbinden fetva istemek vazifesi düşer. Eğer müftünün fetvasına rağmen kalbinde ısırıcı birşeyler varsa, bilsin ki Allah ile arasında günahkâr olan kendisidir. Müftünün fetvası kendisini âhirette kurtaramaz; çünkü müftü zahire göre fetva verir. Allah ise gizlilerin de hâkimi ve idarecisidir. (Açıkların hakimi ve idarecisi olduğu gibi) .
3. Üçüncü kısım, adedi belli olmayan haramın, adedi belli olmayan helâlle karışmasıdır: Zamanımızdaki malların hükmü gibi. . . Bu bakımdan hükümleri suretlerden alan kimse, adedi belli olmayanın, kendisi gibi adedi belli olmayana nisbet edilmesinin, tıpkı adedi belli olanın adedi belli olana nisbet edilmesi gibi olduğunu zanneder. Oysa biz orada haram olduğuna hükmetmiştik; bu bakımdan burada da aynı şeyle hükmedelim.
Oysa bizim tercihimiz bunun tam tersidir. Bu şekildeki bir karışmadan ötürü herhangi birşeyi edinmek ki o şeyin haram olması da, helâl olması da ihtimal dahilindedir haram değildir. Ancak alınan şeyin aynısıyla birlikte haram olduğuna delâlet eden bir alâmet ve belirti de bulunursa, o zaman haram olur. Ancak aynın haram olduğuna delâlet eden bir belirti ve alâmet yoksa bile onu terketmek takvadır. Onu almak helâl olduğu gibi, yiyen kimse de yediğinden dolayı fasık olmaz. Bir malı zâlim bir sultanın elinden (onun verdiği malı) almak, o malın haram olmasının alâmetlerindendir. İleride zikredeceğimiz daha nice alâmetler vardır. Bunun üzerine de eser ve kıyaslar delâlet etmektedir.
Esere gelince; bu, Hazret-i Peygamber'in ve ondan sonra gelen hulefâ-i râşidînin zamanlarında bilinen durumdur; zira içki paraları ve faiziyle alınan dirhemler zimmîler eliyle, tedavülde bulunan mallara karışmıştı. Aynı şekilde çalınan, hile ile elde edilen ve ganimetten haksız olarak aşırılan mallar da tedavüldeki mallara karışmaktaydı. Hazret-i Peygamber'in faizi yasakladığı ve 'İlk kaldırdığım faiz, amcam Abbas'ın faizidir'43 dediği andan itibaren bütün halk, faizi terketmiş değildi; tıpkı içkiyi ve diğer günahları da tamamen terketmedikleri gibi. . .
Hatta rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber'in ashâbından biri şarap satmıştı. Bunu duyan Hazret-i Ömer 'Allah, filân adama (içkiyi satana) lânet etti; çünkü o, (yasak olduktan sonra) içki satmayı ilk âdet eden kimsedir' dedi. Bu kişi içkiyi, satışının da tıpkı içkinin kendisi gibi haram olduğunu anlayamadığından satmıştır.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi aşırdığı abayı ateşte çekmektedir. 44
Bir savaşta müslümanlardan birisi öldürüldü. Onun eşyaları arasında, iki dirhem kıymetinde bile olmayan ve bir yahûdîye ait birkaç tane boncuk bulundu ki, bunları aşırmıştı. 45 Hazret-i Peygamberin mübarek ashâbı, zâlim emîrlerin vaktine erişmişler ve hiçbiri de Medine-i Münevvere yağma edilmiş diye pazarlarda alışveriş yapmaktan çekinmemişlerdir. Oysa Medine, Yezidin adamları tarafından üç gün üç gece yağma edilmişti. 46 O mallardan sakınan kimseler, takva hususunda parmak ile gösterilmekteydiler. Ama çoğunluk alışverişten kaçınmamıştır. Oysa ihtilât ve zâlimler zamanında yağma edilmiş mallardan piyasada çok vardı. Selef-i sâlihînin gerekli görmediği birşeyi gerekli gören kimse, 'onların şeriattan anlamadığını ben anlıyorum' iddiasında bulunan bir zavallı, vesveseye kapılmış bir budaladan başka birşey değildir.
Eğer böyle meselelerde ashâb-ı kirâmdan daha ileride hareket etmek caiz olsaydı, onların icmâlarından başka dayanağı olmayan birçok meselede de kendilerine muhalefet etmek caiz olurdu. 'Annanenin (ninenin) nikâhlanmasının haramlığı tıpkı annenin nikâhlanmasının haramlığı gibidir. Oğlun oğlu (torun) , öz oğul gibidir. Domuzun kılı ve yağı da Kur'ân'da haram olarak ilân edilen eti gibidir. Hadîs-i şerîfte zikredilen altı şeyden başka şeyler de faize girer' dedikleri gibi. . . Oysa onlara böyle şeylerde muhalefet etmek, muhaldir; çünkü onlar, Allah'ın şeriatını herkesten daha iyi anlamışlardı. 47
Kıyasa gelince. . . Kıyas şöyledir: Bu kapı açıldığı takdirde bütün tasarrufların kapısı kapanacak ve âlem harap olacaktır; zira fasıklık, insanlara galip gelmektedir. Fasıklıktan ötürü de insanlar şeriatın akidler için ileri sürdüğü şartlarda müsahele ve lâübalilik göstermektedirler. Bu ise, şeksiz şüphesiz karışıklığa meydan verir.
Eğer "Siz, daha önce Hazret-i Peygamber'in düb (keler) denilen hayvanın etini yemeyi menettiğini ve 'Onun Allah'ın meshettiği insanlardan olmasından korkuyorum' buyurduğunu naklettiniz. Oysa bu hüküm, adedi belli olmayan bir ihtilâttır" derseniz, biz de şöyle deriz: Bu, kerahet-i tenzîhiye ile takva üzerine hamledilir. Hem düb, garip bir şekle sahiptir. Onun şekli çoğu zaman insandan mesholunduğuna delâlet eder. Bu delâlet ise yenilmesi istenen hayvanın aynısında mevcuttur.
Eğer 'Bu durum her ne kadar Hazret-i Peygamber'in ve ashâb-ı kirâmın zamanında faiz, hırsızlık, yağmacılık, ganimet ve başka mallardan aşırmak sebebiyle mâlum ise de, helâle nisbetle pek cüz'î ve azdı. Peki bizim zamanımıza ne demeliyiz? Şöyle ki, halkın elindeki malların çoğu haramdır; zira zâlim sultanların malları ve faiz çoğalmıştır. Muameleler, şartları ihmal edildiği için fasid olmuştur. Bu bakımdan herhangi bir kimse, aynısında haram olduğuna dair belirli bir alâmet bulunmayan bir malı alırsa, acaba bu mal haram mıdır, helâl mıdır? (Bu mal hakkında ne demeli?) ' denilirse, buna karşılık şöyle deriz: Bu mal haram değildir. Ancak onu terketmek takvadandır. Buradaki takva, böyle bir malın az olduğu zamanlardaki takvadan daha mühimdir. Fakat bunun asıl cevabı şudur: İtirazcının 'Zamanımızda malların çoğu haramdır' demesi, kesin bir hatadır ve bu gafletin kaynağı da itirazcının çok ile en çok arasındaki farkı bilmemesidir. İnsanların çoğu hatta fukahânın da çoğu, nadir olmayan birşeyin en çok olduğunu, bunların karşılıklı iki kısım olup, aralarında üçüncü bir kısım bulunmadığını zannederler. Oysa bu zanlarında yanılıyorlar. Aksine kısımlar üçtür:
a) Az ki buna nâdir denir.
b) Çok
c) En çok
Misal olarak, halk arasında, hünsâ48 olan kimse, nadirdir. Hünsaya nisbetle hastalık çoktur. Sefer de böyledir. Hatta sefer ile hastalığın umumî özürlerden olduğu söylenir. İstihaze (hastalık) kanı, nadir özürlerdendir. Hastalığınsa nadir olmadığı herkesin mâlumudur. Fakat hastalık en çok değil; aksine çoktur. Fakih bir kimse, gevşeklik gösterip 'Hastalık ve yolculuk' galiptir; bu ise umumî bir özürdür' dediği zaman şunu kastetmektedir: Bu özür nadir bir özür değildir. Eğer gayesi bu değil ise, en fazladır. Seferî ve hasta olan ise, fazladır. İstihazeli olan kadın ile hünsâ olan insan nadirdir. İşte bu fark anlaşıldığı zaman, deriz ki: 'Haram daha fazladır' sözü, asılsız bir sözdür. Çünkü böyle söyleyen kimsenin dayanağı, ya zâlimlerin ve makam sahibi saltanat yardımcılarının çok olmasıdır ya da faizli, fasid muamelelerin çoğalmasıdır. Yahut da İslâmiyet'in başlangıcından zamanımıza kadar bu malların esasları üzerinde değişen ellerin çok mükerrer olmasıdır.
Birinci dayanağı bâtıldır; zira zâlim çoktur, fakat en çok değildir. Bunlar, sultanların avanesi ve mansıb sahipleridir; çünkü galebe ve şevket sahibi olmayan zulmedemez. Bu zâlimler bütün âleme nisbet edildikleri zaman, âlemin onda birinin onda biri bile olmazlar (veya onda biri olmazlar) . Bu bakımdan mesela her sultanın yüzbin avanesi vardır. Halbuki o sultan bir milyon kişiyi ve hatta daha fazlasını barındıran bir ülkeye sahiptir. Belki de memleketinin şehirlerinden birisinin ahalisi dahi adet bakımından onun bütün askerinden daha fazladır. Eğer saltanat sahiplerinin adedi, halkın adedinden daha fazla olursa hepsi helâk olurlar. Zira bu durumda halkın her bir ferdinin (meselâ) onların on tanesine hizmet etmesi gerekirdi. Oysa saltanat sahipleri refah içerisinde yaşarlar. Fakir bir ferdin on kişiyi refah içerisinde yaşatması ise tasavvur dahi edilemeyecek kadar imkansızdır. Saltanat sahiplerinden birinin ihtiyacı halktan bin veya daha fazla kişiden ancak derlenebilir. Hırsızlar hakkında da böyle diyebiliriz; zira koskoca bir şehirde pek az hırsız bulunur.
İkinci dayanağı ise 'ribâ ve fasid muamelelerin çoğalması'dır. Bu da çoktur, fakat en çok değildir. Zira müslümanların en çoğu muamelelerinde şeriatın şartlarını gözetirler. Bu bakımdan bunların adedi en çoktur. Faiz veya başkasıyla muamele yapanın eğer onun tek başına olan muameleleri birkaç tane ise muamelelerinden doğru olanların adedi, fâsid olanlardan daha fazladır. Kişinin kendi vehmiyle şehirde delilik, pislik ve dinsizlikle ün almış birini arayıp da fâsid muameleleri daha çoktur diyebileceği kimselerin varlığı, pek nadirdir. Eğer çok ise bile, en çok değildir. İnsanın bütün muameleleri nasıl fasid olabilir? Oysa fasid muamelelerine denk gelecek veya daha fazla olacak sahih muameleleri de olacaktır. Biraz düşünen bir kimse için bu durum kesindir. Böyle bir korkunun nefislere galebe çalması, nefislerdeki fesadın çoğalmasından ve nefislerin doğru muameleyi uzak görüp, adeta az da olsa doğru muamelenin imkân dahilinde olmadığını sanmalarından ileri gelir. Hatta çoğu zaman kişi zinanın ve içkinin tıpkı haramlar gibi yaygınlaştığını zanneder ve böylece zinacılarla içkicilerin daha çok olduklarını hayal eder. Bu hayal ise, yanlıştır; çünkü zinacılar ve içkiciler en azdırlar. Her ne kadar onlarda çokluk varsa da. . .
Üçüncü dayanağına gelince ki bu dayanakların en hayalî olanıdır bu şöyledir: Mallar, maden, bitki ve hayvanlardan hasıl olurlar. Bitki ve hayvanlar da üremek suretiyle meydana gelirler. Bu bakımdan meselâ sahip olduğumuz bir koyunun ki koyun her sene doğurur asıllarının adedi, Hazret-i Peygamber zamanına varıncaya kadar yaklaşık olarak beşyüze ulaşır. Bu asıllarından herhangi birinin gasbedilmiş veya fâsid bir muamele ile elde edilmiş olması ihtimali uzak değildir. Bu bakımdan bu koyunların asıllarının bizim zamanımıza kadar bâtıl bir tasarruftan sağlam kalması hangi garanti ile mümkündür? Aynı şekilde hububatın sağlam kalması hangi garanti ile mümkündür? Çünkü hububatın ve meyvelerin tohumları da beşyüz veya şeriatın ilk başlangıcına gidinceye kadar bir asla ve köke muhtaçtırlar. Böylece aslı ve aslının aslı, ta nübüvvet zamanına kadar helâl olmadıkça bunlar da helâl olmaz.
Madenlere gelince, bunların ilk elde edinilmesi mümkün değildir. Bu, malların en azıdır. Bunlardan en çok dirhem ve dinar (para birimleri) yapılmaktadır. Bu dirhem ve dinarlar da ancak darphaneden çıkar. Darphane de tıpkı madenler gibi zâlimlerin elindedir. Onlar halkı buralardan menederler. Bu madenleri ağır şartlar altında fakirlere çıkarttırıyorlar ve sonra da gasb yoluyla ellerinden alıyorlar. Biz buna baktığımız zaman biliriz ki, bir tek dinar dahi yoktur ki, ona fâsid bir akit sirayet etmemiş olsun veya edinme sırasında bir zulüm karışmasın veya darphanede basıldığı vakitte veya daha sonra sarf ve faiz muamelelerinde haramdan uzak olsun. Bu bâtıl tasarruflardan uzak bir dinarın bulunması nadir veya muhaldir. Bu durumda helâl olarak ancak avlanan bir hayvan veya sahipsiz çöllerden elde edilen bitkiler ve sahipsiz odunlar kalmış olur. Sonra bunları da elde eden bir kimse yalnızca bunlarla yetinme imkânından mahrumdur. Böyle bir kimse bunları satıp karşılığında yiyecek maddeleri, hububat ve hayvanlar almak mecburiyetindedir. Bu hububat ve hayvanlar da ancak ekilmek veya üretilmek suretiyle elde edilirler. Bu bakımdan böyle bir kimse helâlini verip haramı satın almış olur. Bu yol, hayal bakımından yolların en aşılmaz ve en şiddetlisidir.
Cevap: Bu zann-ı galib, helâle karışan haramın çokluğundan neş'et etmiş değildir. Bu bakımdan bahsettiğimiz tarzın dışına çıkıp, daha önce asıl ile galib zannın çarpışması diye bahsettiğimiz kısma dahil olmaktadır. Zira bu mallarda asıl olan, tasarruflardan ötürü kabul edilmesidir ve alışverişte mutlaka iki tarafın rızası vardır. Şimdi ise bu malı yiyecek ve tasarruf etmekten çıkaracak bir galip sebep çatışmaktadır. Bu tıpkı İmâm-ı Şâfiî'nin necasetler hükmündeki iki kavlinin (fetvasının) mahalline benziyor. Bize göre sahih olanı, necaset bulunmadığı zaman çarşılarda namaz kılmanın caiz olmasıdır; çünkü çarşıların çamuru tâhirdir. Putperestlerin kaplarından abdest almak ve alt üst edilmiş mezarlarda namaz kılmak caizdir. Bu bakımdan biz önce isbat ve sonra da içinde bulunduğumuz mevzuu bu isbat ettiğimize kıyas edelim. Hazret-i Peygamber'in müşrik bir kadının testisinden, Hazret-i Ömer'in de hristiyan bir kadının testisinden abdest alması buna delâlet eder. Oysa müşrik ve hristiyanların içtikleri şarap ve yedikleri domuz etidir. Onlar bizim şeriatımızda pis olanlardan sakınmazlar.
Bu bakımdan onların ellerinde bulunan kaplar, nasıl olur da bu pisliklerden korunabilir? Şurası kesindir ki, onlar (selef-i sâlihîn) tabaklanmış hayvan derilerini, çeşitli boyalarla boyanmış ve necis sularla yıkanmış elbiseleri giyerlerdi. Tabakçıların, kassarcıların ve boyacıların durumlarını iyice düşünen kimse, bunlarda işleri icabı pisliğin galip olduğunu anlar. Bunların elbiselerinde temizlik muhal veya nadirdir. Hatta onların buğday ve arpa ekmeğini yediklerini, bu ekmeklerin sığır ve hayvanlarla harman edildiğini ve bu hayvanların harman üzerine pislediklerini ve dolayısıyla bu buğdayların ve arpaların bu pislikten çok nadir kurtulabildiğini biliyoruz. Yine onların terleyen hayvanlara binip onların sırtını necasetler içerisinde yattıkları halde yıkamadıklarını biliyoruz; hatta her hayvanın anasının karnından çıktığından beri üzerinde rahim necasetleri bulunur, bazen o necasetleri yağmur siler, bazende silmez. Buna rağmen bundan da sakınmazlardı. Onlar yollarda yalın ayak ve nalınlarla yürürler, nalınlarıyla namaz kılarlardı. Toprak üzerinde otururlardı. Mecbur olmadıkları halde çamur içerisinde yürürlerdi. Ancak sidik ve insan pisliği üstünde yürümez ve bunlar üzerinde oturmazlar; bunlardan sakınırlardı. Acaba köpeklerin ve diğer hayvanların çokça geçtiği, pislediği halde çarşıların çamurları necasetten nasıl salim kalabilir? Asırların veya bölgelerin bu durumlarda değişik hükümler arzettiğini zannetmek uygun değildir ki, çarşılar onların zamanında yıkanıyordu veya hayvanlardan korunuyordu zannına kapılalım! Zira bunun âdet bakımından muhal olduğu mâlumdur. Bu bakımdan bu durumlar selef-i sâlihînin ancak gözle görünen necasetten korunduklarına veya necasetin aynısına delâlet eden bir delilin bulunması halinde kaçındıklarına delâlet eder.
Vehim ve hayalin reddinden hallerin mecrasına sıçrayan zann-ı galibe ise itibar etmemişlerdir. Bu, İmâm-ı Şâfiî'ye göre böyledir. İmâm-ı Şâfiî, suya düşen az nesne, suyu bozmazsa dahi o suyun necis olduğunu kabul etmektedir; çünkü sahabîler daima (Şam ve Acem diyarını fethettikten sonra) hamamlara gider ve oradaki havuzcuklar da abdest alırlardı. Halbuki bu su az idi ve içerisine birçok el girip çıkmaktaydı. Ashâb-ı kirâmın bu hareketleri bu hedefin kesin bir delilidir. Mademki hristiyan bir kadının testisinden abdest almanın caizliği sabit oldu, o halde bu suyun içilmesinin caizliği de sabit oldu demektir. Böylece helâlin hükmü necasetin hükmüne iltihak etmiş oldu.
Soru: Helâli necasetle kıyaslamak caiz değildir; çünkü selef-i sâlihîn taharet meselelerinde çok müsamaha gösterip geniş hareket ederlerdi. Fakat haramın şüphelerinden, gayet sakınırlardı. O halde haramın şüpheleri nasıl olur da taharet meselelerindeki necasete kıyas edilebilir?
Cevap: Eğer bu sözle Selef-i sâlihîn necasetle namaz kılarlardı. Necasetle namaz kılmak ise isyandır; çünkü namaz dinin direğidir' mânâsı kasdedilirse, bu zan çok kötü bir zandır. Aksine selef-i sâlihîn hakkında, kendisinden korunmak gereken her necasetten korunurlardı inancında olmalıyız. Onlar ancak korunulması vacib olmayan yerlerde müsamaha göstermişlerdir. İşte aslın galib ile çarpıştığı bu suret de, selefin müsamaha gösterdiği yerlerden biridir. Bu bakımdan hakkında düşünülen şey aynısıyla irtibatı olan bir alâmete dayanmayan zann-ı galibin terkedilip kendisiyle amel edilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Selefin helâl hakkındaki takvalarına gelince; onların bu takvaları, adından da anlaşıldığı gibi takva yoluyla olmuştur. Bu da zararlı olmayanı, zararlı olanın korkusundan terketmek demektir; çünkü malların durumu korkutucudur. Nefis ise eğer zapt u rapt altına alınmazsa mal edinmeye meyyaldir. Taharet emri ise, böyle değildir; çünkü selef-i sâlihînden bir grup, kalplerini meşgul edecek korkusu kesinlikle helâl olanlardan dahi çekinmişlerdir. Acaba onların herhangi birinden deniz suyuyla abdest almaktan sakınmadığı rivâyet edilmiş midir? Oysa bu da kesinlikle temizdir. Bu bakımdan bu husustaki ayrılık, hakkında ittifak halinde bulunduğumuz gayeye bir zarar getirmemektedir. Kaldı ki, biz bu dayanak hakkında da daha önce geçen iki dayanak hakkında vermiş olduğumuz cevap üzerinde ısrar etmekteyiz.
"Malın en çoğu haramdır" sözleri kabul edilemez bir iddiadır; çünkü malın esasları her ne kadar çoksa da bu esaslarda haram bulunması gerekmez. Aksine bugün mevcut mallar, bir kısmına zulüm sirayet etmiş, bir kısmına ise etmemiş olan mallardır. Nasıl ki bugün başkasının malını gasbeden kimselerin elindeki mal, gasbedilmeyen ve çalınmayan mala nisbetle en az ise, her asırda ve her malın durumu da budur ve her asılda da bu hakîkat geçerlidir.
Bu bakımdan dünya malından gasbedilen ve her asırda fâsid yollarla edinilen mallar, gasbedilmeyen ve meşru yollarla elde edilen mallara nisbetle en azdırlar. Biz elde edilen bu malın aynısının bu iki kısmın hangisinden olduğunu bilememekteyiz. O halde 'galib bunun haram olmasıdır' iddiasını da kabul etmeyiz; çünkü gasbedilen mal üremek suretiyle çoğaldığı gibi, gasbedilmeyen mal da aynı yolla çoğalmaktadır. O halde, en çok bulunan malın mahsulü şüphesiz ki her asır ve her zamanda daha fazladır. Üstelik gasbedilen daneler ekilmek için değil yemek için gasbedilir. Gasbedilen hayvanlar da böyledir. Bunların çoğu yenir; yoksa üretip çoğaltmak için gasbedilmezler. O halde nasıl olur da haramın mahsulleri daha çoktur denir? Oysa helâlin esasları her zaman için, haramın esaslarından daha fazladır. Doğru yolu arayan kimse bundan, en fazlanın bilinmesinin yolunu anlamalıdır; çünkü bu, ayakların kayma yeridir. Bu konuda âlimlerin dahi çoğu yanılmıştır; kaldı ki halk nasıl yanılmasın! Bunlar, üreyen hayvanlar ve bitkiler hakkındadır.
Madenlere gelince. . . Madenler, sahipsiz olup bütün müslümanlar için mübahtır. Türkistan ve başka memleketlerde madeni isteyen çıkarabilir. (Bu durum müellifin zamanına aittir) . Fakat sultanlar, bazen çıkarılan madenlerin bir kısmını çıkaranın elinden alırlar; ancak en çoğunu değil, en azını alırlar. Sultanlardan herhangi biri bir madeni elde ettiğinde, insanları o madenden menetmek suretiyle zulmeder ve hiç kimseyi oraya yaklaştırmaz. Sıhhatli fetvaya göre, mübah mallardan zi'l yed'i (tasarrufu) isbat için vekil edinmek caizdir.
Bu bakımdan sulama için ücret ile tutulan kimse suyu tasarrufu altına aldığı zaman, o su, ücreti veren ve arazisini sulatmak isteyen şahsın mülküne girmiş ve çalışan da böylece ücret almaya hak kazanmış olur. İşte madeni elde etmek de böyledir. Biz bunun üzerine birşey bina etmek istediğimiz zaman o madenden çıkan altının aynısını haram sayamayız. Haramlık ancak çalışanın ücretinde yapılan zulüm, kısıntı ve eksiklik nisbetinde takdir edilir. Bu ise, nisbî olarak azdır. Bu da o altının aynısının haram olmasını da icab ettirmez. Yalnızca çalışanın ücretini kesen zâlim olmuş ve o ücret onun zimmetinde kalmış olur. Darbhane meselesine gelince. . . Oradan çıkan altın, sultanın gasbettiği veya halktan zulmen aldığı altının aynısından değildir. Aksine tüccarlar onlara külçe altın veya karışık paralar getirirler ve onu yeniden eritip sikke vurmak karşılığında ücret verirler. Onlara teslim ettikleri külçe altının karşılığını tartarak alırlar. Ancak çalışmalarının ücreti olarak az birşeyi onlara bırakırlar. Bu ise caizdir. Eğer sikkeli bazı dinarlar sultanın dinarlarından farzedilse bile, bunlar tüccarın malına nisbet edildiği takdirde şüphesiz ki pek az ve cüz'î kalır. Evet, sultan, darbhaneyi kiralayanlardan vergi almak suretiyle zulmetmektedir.
Bu ücreti de, darphaneyi, halk arasından sadece onlara tahsis ettiği için alır. Hatta darbhaneyi onlara tahsis etmesinden dolayı sultanın nüfuzuyla her tarafta onlar kazanmaktadırlar. O halde sultanın aldığı, burada kullandığı nüfuzunun karşılığıdır. Bu ise zulme girer. Ancak bu alman miktar darphaneden çıkana nisbetle azdır. Şöyle ki; darbhane idarecilerine ve sultana darbhaneden çıkan miktarın yüzde biri bile verilmez. Bu bakımdan onun aldığı onda birinin onda biri sayılır. O halde nasıl olur da onun aldığı en fazlası olabilir? İşte bunlar vehim ile kalplere üşüşen birtakım yanlışlıklardır. Dini zayıf olan bir grup bunları süslemek için âdeta kolları sıvamış çalışmaktadır. Hatta bu grup, takvayı bile kötülemekte ve takva kapısını kapatmakta, nereden gelirse gelsin mallar arasında fark gözetenleri hor göstermektedir. Bunların bu yaptıkları, bid'at ve dalâletin ta kendisidir!. .
Soru: Farzedelim ki, haram helâle galib gelmiştir ve sayısı belli olmayan mallar yine sayısı belli olmayan mallarla karışmıştır. O halde alınan şeyin aynısının durumunu belirten özel bir alâmet yoksa, bu konuda ne diyorsunuz?
Cevap: Bizim görüşümüze göre, böyle birşeyi terketmek takvadır. Fakat alınması hiçbir zaman haram değildir; çünkü aslolan helâl olmaktır. Helâllik ancak belli bir alâmetle ortadan kalkar.
Nitekim çarşıların çamurları ve benzerleri hakkındaki hüküm böyledir. Ancak ilave ederek deriz ki, eğer haram bütün dünyayı kaplasa, dünyada hiçbir helâl kalmadığı muhakkak bilinse, şartların yeniden tesisine başlarız ve bugünden başlamak üzere, geçmişin tamamını affedip üzerine sünger çekeriz. (Yani bugünden itibaren hayatımızı İslâmî usûllere göre tanzim ederiz ve daha önceki haramlar da bizi bundan alıkoymaz) . Haddini aşan birşey, tam zıddına ve tersine döner. Bu bakımdan herşey haram olduğu zaman, herşey helâl olur. Bunun delili şudur: (Allah korusun) Bu hâdise vukua geldiği zaman beş ihtimal ortaya çıkar:
1. İnsanlar, en son fertleri de ölünceye kadar yemeyi terketmeleridir.
2. Ancak zarurî ve sedd-i ramak (kuvvetini muhafaza edebilecek) kadarını yeyip, ölünceye kadar birkaç gün bu şekilde tahammül etmeleridir.
3. Her ne şekilde olursa olsun ister hırsızlık, ister gasp, ister sahibinin rızası ile olsun, isterse olmasın hiçbir mal arasında fark ve hangi cihetten geldiğini gözetmeksizin, ihtiyaçları kadarını almalarıdır.
4. Şeriatın şartlarına tâbi olup, yalnız ihtiyaç miktarıyla yetinmeyip (helâlinden kazanmak için) yeniden şeriat kaideleriyle amel etmeye başlamalarıdır.
5. Şeriat şartlarına riayetle birlikte ihtiyaç miktarı ile iktifa etmeleridir.
Birincisinin bâtıl olduğunda hiç şüphe yoktur.
İkincisi de kesinlikle bâtıldır; çünkü eğer halk ölmeyecek kadarıyla iktifa edip vakitlerini tedricî bir zafiyete hasrederlerse, şiddetli bir ölüme mahkûm olurlar. Çalışmalar ve sanatlar dumûra uğrar. Aynı zamanda dünya da temelinden harap olur. Dünyanın harap olması durumunda dinin de harap olması sözkonusudur; çünkü dünya, âhiretin tarlasıdır. Hilâfet, kaza, siyaset, hatta fıkhın birçok ahkâmının gayesi; dünyanın maslahatını korumaktır. Dolayısıyla dünya maslahatları yüzünden dinin maslahatları da korunmuş olur.
Üçüncüye gelince, bu, ihtiyaç ile iktifa etmektir. İhtiyaç miktarından fazlasını almamakla birlikte hiçbir fark gözetilmeksizin ister gasp veya hırsızlık yoluyla isterse de sahibinin rızasıyla alınmış mal olsun her türlü malın alınmasıdır. Bu da şeriatın, müfsitler ile fâsidlikler arasına çekmiş olduğu şeddi ve perdeyi kaldırmaktır. Bu durumda gasp, hırsızlık ve çeşitli zulüm yollarıyla eller harama uzanır! Çünkü o zaman 'malı elinde bulunduran bizden daha iyi değildir' denilir ve arkasından da 'Zira o mal hem ona hem de bize haramdır. Malı elinde bulunduran, bu maldan ancak ihtiyacı kadarını kullanabilir. Eğer mala muhtaç ise, biz de muhtacız. Eğer aldığım mal ihtiyacından fazlaysa ben onu günlük ihtiyacından çalmış olurum. O, günlük ve senelik ihtiyacını gözetmezse biz niçin gözetelim' diye ilave edebilir. Peki bu durum nasıl zapt u rapt altına alınabilir? Diğer taraftan bu durum şer'î siyasetin ortadan kalkmasına yol açtığı gibi, fâsid kimseleri de fâsidliğe kışkırtır. Bu bakımdan ancak dördüncü ihtimal kalmış olur.
Dördüncü ihtimal de şudur: Her mülkiyet sahibi elinde bulunan mülkün tasarrufuna herkesten daha evladır. Onun malını ne hırsızlık ve ne de gasb yoluyla elinden almak caiz değildir; ancak rızasıyla verirse başka. Rızasıyla almak, ilâhî nizamın yoludur. Madem kişinin malı ancak rızasıyla alınabilir; o halde, rızanın olması için de şer'an bir yol vardır ki umumî maslahatlar ve ahkâm o yola bağlıdır. Eğer o yola itibar edilmezse, rızanın esası tayin olunamadığı gibi tafsilatı da dumûra uğramış olur.
Beşinci ihtimal, servet sahiplerinden ihtiyacı kadarını ancak şer'î yollarla edinmektir. Biz âhiret yolunun yolcuları için, takvaya uygun olan bu şıkkı benimsemekteyiz. Fakat bu yolu bütün müslümanlara lüzumlu kılmaya gerek olmadığı gibi avam-ı nâs için verilen fetvaya dahil etmek için de herhangi bir sebep yoktur.
Çünkü bu durumda zâlimlerin zulüm elleri, insanların elinde ihtiyaç miktarından fazla olana uzanır; hırsızlar da böyle yaparlar. Bu bakımdan kuvvet ile galip gelen herkes, kuvvetçe kendisinden zayıf olanı soyar. Fırsat bulan herkes çalar. Böyle bir kimse kendisini haklı çıkarmak için de şöyle der: 'Bu adamın ancak ihtiyacı kadar mal edinmeye hakkı vardır. Ben de muhtacım!' O halde sultana düşen görev, ihtiyaçtan fazlasını mülk sahiplerinin elinden alıp ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktır. Sultan gün be gün veya sene be sene malları bütün halka dağıtmalıdır.
Bu şekilde hareket etmesi sultan için büyük bir zorluk olup aynı zamanda malların zâyi edilmesi demektir. Büyük ve korkunç bir tekellüf (zorluk) olduğuna gelince. . . Halkın çokluğuyla birlikte sultan bunu yapmaya muktedir değildir. Hatta sultanın bunu yapması tasavvur bile edilemez. 49
Malın zâyi edilmesine gelince. . . İhtiyaçtan fazla olan meyvelerin, etlerin ve hububatın denize atılması veya çürüyünceye kadar anbarlarda saklanması gerekir; zira Allahü teâlâ'nın yaratmış olduğu meyveler ve hububat halkın bol bol sarfetmesine rağmen yine de fazladır. Bu bakımdan nasıl olur da bu gibi maddeler halka ancak zarurî ihtiyaç kadar verilsin denilebilir? Bir de bütün bu tehlikelerden sonra ihtiyaçtan fazlasını almak, hac ve zekât farîzalarının, malî kefaretlerin ve zenginliğe bağlı olan bütün ibadetlerin düşmesine sebep olur. İnsanların ancak ihtiyaçları kadar mal edinebildikleri bir zamanda malî ibadetlerden bahsetmek fuzulî olur! Bu ise çirkinliğin son derecesidir; sağlam düşünen bir tabiat bundan nefret eder. Bilakis deriz ki (farz-ı muhal) bu zamanda bir peygamber gönderilmiş olsaydı, kendisine emre yeniden başlaması farz olacağı gibi, rıza yoluyla edinilen mülklerin sebeplerinin izahını ve yollarını göstermek ve bu bütün malları helâl veya haram gördüğü takdirde yapacaklarını zerre kadar ayırım yapmaksızın yapmakla da vazifeli olurdu. 'Ona farz olurdu' sözümden şunu kasdediyorum: Peygamber, halkın din ve dünyasındaki maslahat ve menfaatini korumak için gönderilenlerden olduğu için böyle bir vazife kendisine Allah tarafından vacib olur. Zira herkesi zarurî ve muhtaç olduğu miktar ile mecbur tutmak, umumun maslahat ve menfaatini tamamlayıcı bir durum değildir. Eğer peygamber halkın din ve dünyasının maslahat ve menfaatini ıslah için gönderilmemişse (ki bu tasavvur edilemez) , o zaman yukarıda belirttiğimiz vazife kendisine farz kılınmaz.
Biz, Allahü teâlâ tarafından bütün insanları yok edici bir sebebin yaratılmasını aklen mümkün görmekteyiz. Böyle olunca dünyaları ellerinden gider ve dinlerinde de dalâlete düşerler; çünkü Allahü teâlâ dilediğine hidayet verir, dilediğini de dalâlete götürür. O dilediğini öldürür, dilediğini diriltir. Fakat biz emrin, peygamberlerin din ve dünyanın ıslahı ve menfaati için gönderilmelerindeki ilâhî sünnet üzerine câri olmuş ve olacağını takdir etmekteyiz.
Bunu böyle takdir etmek kimin haddine! Oysa bu (yaratan tarafından) zaten takdir olunmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, peygamber-i zîşânını, peygambersiz kalan bir zamandan sonra göndermiş ve bu arada Hazret-i isa'nın getirdiği şeriat üzerinden yaklaşık olarak altıyüz sene geçmiştir. İnsanlar birçok gruba ayrılmıştı. Kimi yahûdî olarak Hazret-i isa'yı yalanlıyor; kimi de putlara tapıyordu. Kimileri ise Hazret-i isa'yı doğrulamakta oldukları halde aralarında tıpkı şu anda bizim aramızda yayıldığı gibi fâsıklık yayılmıştı.
Bütün kâfirler şeriatın fer'î meseleleriyle mükellef ve muhatabdırlar. 50 O zamanda mallar Hazret-i isa'nın şeriatını yalanlayanlarla doğrulayanların elindeydi. Yalanlayanlar, Hazret-i isa'nın şeriatının gayrısıyla muamele yaparlar; doğrulayanlarsa Hazret-i isa'nın şeriatının aslını tasdik etmekle birlikte şeriatı tatbik hususunda ihmalkârlık ederlerdi; tıpkı günümüzde müslümanların ettikleri gibi. . .
Oysa günümüzde şeriatın başladığı tarih, o zamandan daha yakındır. Şeriatın başlangıcında malların tamamı veya en çoğu veyahut da çoğu haram idi. Hazret-i Peygamber, geçmişi affeyledi ve kurcalamadı. Kimin elinde ne bulunuyorsa, onu o kişinin malı olarak kabul etti. Şeriatın temellerini kurdu. Oysa şer'an haram olması sabit olan bırşey, herhangi bir peygamberin gönderilmesi için helâl olamaz. Haramı elinde bulunduran kimse müslüman oldu diye onun elindeki haram helâla dönüşmez. Çünkü biz müslümanlar, zımmîlerden haraç aldığımız zaman, herhangi bir paranın aynısı, şarap parası veya faiz ile elde edilen bir mal olduğunu bildiğimizde onu almayız. Bu bakımdan onların o zamandaki malları, bizim şu andaki mallarımız gibiydi. Arapların durumu ise daha da berbattı; çünkü Arap yarımadasında yağmacılık ve saldırganlık alabildiğine yaygındı. O halde fetva hususunda dördüncü ihtimalden başka bir çare olmadığı anlaşılmıştır.
Beşinci ihtimal ise, takva yoludur. Hatta takvanın kemâli mübah mallarda dahi ihtiyaçtan fazlaya kaçmamaktır; dünyada geniş adımlar atmayı tamamen terketmektir. Bu ise âhiret yoludur. Biz şu anda halkın maslahatıyla ilgili fıkıh hakkında konuşuyoruz. Zahirî fetvaların, maslahatlara uygun yolu ve hükmü vardır. Dinin yolunda ise, ancak fertler yürüyebilir. Eğer bütün halk dünyayı terkedip onunla meşgul olursa, nizam bozulur; âlem harap olur. Çünkü dinin yolu âhirette büyük bir mülkü aramak demektir. Aynı şekilde bütün halk, dünya saltanatı peşinde koşup kıymet bakımından biraz düşük olan sanatları terketse yine nizam bozulur. Nizamın bozulmasıyla mülk de bozulmuş olur. Bu bakımdan, sanatçılar sanatlarına, saltanat sahiplerinin mülkü nizam ve intizama girsin diye bağlanmışlardır. Eğer bu olmasaydı, dindarların dinleri de sağlam kalamazdı. O halde dinin sağlam kalması, halkın çoğunun dindarların yolundan yürümesine ve dünya emirleriyle meşgul olmasına bağlıdır. Bu ise ezelî irade ile geçmiş bir taksimdir ve Allahü teâlâ bu taksime şu ayetle işaret buyurmaktadır:
Onlar mı rabbinin rahmetini taksim ediyorlar? Onların bu dünya hayatındaki rızıklarmı aralarında biz paylaştırdık. Bir kısmını da derecelerle diğerine üstün kıldık ki, biri diğerine iş gösterebilsin. (Zuhruf/32)
İtiraz: Haramın, helâl kalmayacak derecede umumîleştirilmesinin takdir edilmesine gerek yoktur. Çünkü bu olmuş bir hâdise değildir ve bunun olmayacağı da mâlumdur. Şüphe yoktur ki, malın bir kısmı haramdır. Bu haram olan kısmı en azı veya en çoğudur. Fakat malın en çoğunun haram olması hususunda biraz düşünmek gerekir. Siz, tamamına oranla malın en azı haramdır dediniz. Sizin bu hükmünüz açıktır. Fakat mesâlih-i mürsele'den olmayan ve bu malın edinilmesinin caiz olduğuna delâlet eden bir delil olması gerekir. Oysa sizin daha önce zikretmiş olduğunuz taksimlerin hepsi mesâlih-i mürsel' dendir. Getirilen delil ulemanın ittifakıyla makbûl olmalıdır. Çünkü birtakım âlimler mesâlih-i mürsele' yi (delil olarak) kabul etmemektedirler. 51
Cevap: Eğer malın en azının haram olduğu kabul edilirse, Hazret-i Peygamber'in ve ashâb-ı kirâmın asr-ı sâadetleri delil olarak bize kâfidir. Oysa bu mübarek asırda faizle, hırsızlıkla, ihânetle ve yağmacılıkla elde edilen mallar da vardı. Eğer malın en çoğunun haram olduğu bir zaman takdir edilse, yine de o zamanın malından edinmek helâldir. Bunun delili ise şu üç emirdir:
1. Birinci delil daha önce saydığımız taksimattır ki bu taksimatın dört kısmını iptal, beşinci kısmını isbat etmiştik. Zira bu durumun, yeryüzündeki bütün malların haram olduğu zamanda icra edilmesi, malın en fazlasının veya en azının haram olduğu zamanda icra edilmesinden daha uygundur. İtirazcının, bu mesâlih-i mürseledir şeklindeki sözü, hevesten başka bir kıymet taşımamaktadır; zira bunun böyle olmasını, ancak zannî emirler hakkında hayalî düşüncelere dalan bir kimse tahayyül etmiştir. Bizim söylediğimiz ise kesindir; çünkü biz din ve dünyanın ıslah edilmesinin, ilâhî nizamın hedefi olduğunda zerre kadar şüpheye düşmemekteyiz ve bu zarurî olarak bilinen bir husustur; zann ve hayal değildir. Şek ve şüphe yoktur ki, bütün insanları zaruret veya ihtiyaç kadarına icbar etmek veya sahradaki otların, dağdan avlanan hayvanların etlerini yemeye zorlamak önce dünyayı, dolayısıyla ikinci derecede de dini târumar eder. Bu bakımdan varlığında şüphe edilmeyen birşeyin, varlığına şehadet edecek bir asla ihtiyacı yoktur. Ancak şahıslarla ilgili zann ve hayaller için şahid ve delil getirmeye ihtiyaç vardır.
2, İkinci delil, cüz'î kıyaslara aşina olan fakihlerin ittifak ettikleri mazbut bir asla reddedilmiş ve tahrir olunmuş bir kıyas ile illetlendirmektir. Her ne kadar haramın bütün dünyayı kapladığı bir zamanda gönderilen peygamberin zarurî vazifesi olan ve daha önce zikrettiğimiz küllî emrin benzerine nisbet edildiğinde tahsil ehlinden kemâle eren kimselerce cüz'î kıyaslar hakir görülse dahi. . . Hatta böyle bir zamanda gönderilen peygamber, belirttiğimizin dışında hükmetse, âlem alt üst olur. Cüz'î ve muharrer (tahrir ve tesbit edilmiş) kıyas şudur: Sayılı olmayan emirlerden olup muayyen alâmetlerden yoksun birşey hakkında bir asıl ile bir galip çarpışmaktadır. . .
Bu bakımdan burada, çarşı çamuruna, hristiyan kadının testisine ve putperestlerin kaplarına kıyaslanarak galip ile değil, asıl ile hükmedilir. Biz bunu daha önce sahabenin fiiliyle ispatlamıştık. 'Muayyen alâmetler kesilmiştir' sözümüz, hakkında ictihad edilebilecek kapları tarifin kapsamı dışına çıkarır. 'Sayısı belli olmayan' sözümüz ise, kesilmiş hayvan ile karışan murdar hayvanı ve ecnebi (nikâh düşen) kadınla karışan süt anneyi tarifin dışına çıkarır.
İtiraz: Suyun temiz olması, kesin ve asıldır. Oysa mallarda aslın helâl olduğunu kabul eden kimdir? Aksine mallarda asıl olan haram olmaktır.
Cevap: Domuz ve içki gibi, kendisinde bulunan bir sıfattan dolayı haram olmayan mallar, tıpkı suyun abdest almaya uygun yaratıldığı gibi, muamelelerin tarafların rızasıyla kabul edilmesi kabiliyetini taşıyan bir özellikte yaratılmıştır. Oysa ikisinden de, bu kabiliyet ve uygunluğun yok olması hususunda şüphe vâki olmuştur. O halde ikisi arasında herhangi bir ayırım yoktur; çünkü böyle bir mal, ancak zulüm sebebiyle, tarafların rızası olmasına rağmen muamele kabul edilmekten çıkmış olur. Tıpkı suyun, necasetin düşmesiyle abdest için kullanılmaktan çıktığı gibi. . . Öyleyse ikisi arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.
İkinci cevap şudur: Malın elde bulunması, onun mülkiyetine açıkça delâlet eden bir delil olup istishab yerine geçer. Hatta istishabdan daha kuvvetlidir. Bunun delili, şeriatın eli istishaba ilhak etmesidir; zira bir kimsenin borçlu olduğu iddia edildiği takdirde, söz alacaklının değil, borçlu olduğu iddia edilenindir. Çünkü asıl, onun borçtan uzak olmasıdır. İşte bu istishabdır. Bir kimsenin elinde bulunan bir mülkün başkasına ait olduğu iddia edilirse, sözmalı elinde bulunduran kişinindir. Çünkü el, burada istishab yerine geçer. Bu bakımdan, herhangi bir insanın elinde bulunan birşeyde asıl, onun el sahibinin (yani kimde bulunuyorsa onun) mülkü olmasıdır. Ancak muayyen bir alâmet, bunun hilâfına delâlet ederse, o zaman iş değişir.
Üçüncü delil şudur: Adedi belli olmayan bir cinse delâlet edip muayyen birşeye delâlet etmeyen herşey, kesin bile olsa nazar-ı itibara alınmaz. Bu bakımdan zann yoluyla delâlet ettiği zaman, itibara alınmaması daha uygundur. Şöyle ki; Zeyd'in mülkü olduğu bilinen birşeyin hakkı, onun izni olmaksızın başkasının tasarrufundan menedilmektir. Sahibinin var olduğu bilinen fakat onu veya varisini bulmaktan ümit kesilen bir mal müslümanların umumî menfaatine sarfedilmek üzere hazırlanan maldır. Böyle bir malda maslahat hükmüyle tasarruf etmek caiz olur. Sahibinin on veya yirmi kişi gibi, adedi belli olan bir kitlenin içinde bulunduğu anlaşılan bir malda ise maslahat hükmüyle dahi olsa tasarruf etmek yasaktır. Bu bakımdan elinde bulunduğu kişiden başka sahibi var mıdır, yok mudur diye şüpheli olan bir mal, sahibinin olduğu kesinlikle bilinip fakat aynısı bilinmeyen maldan hükmen daha fazla olamaz; yani en fazla o mal kadar bir hükmü olabilir. O halde umumî menfaat ve maslahat için böyle bir malda da tasarruf caiz olur.
Böylece maslahatı beş kısımda zikrettik. Bu bakımdan bu asıl onun delili olur; nasıl olmasın? Oysa sahibi kaybolmuş her malı sultan, müslümanların maslahat ve menfaatine sarfedebilir. Fakirler ve benzerleri bu maslahatların cümlesindendir. Bu bakımdan eğer o mal bir fakire verilirse, fakir onu mülk edinir. Fakirin o maldaki tasarrufu da geçerli sayılır. Eğer o mal fakirden çalınırsa, çalanın eli kesilir. O halde, fakirin, başkasının mülkündeki tasarrufu nasıl geçerli sayılır? Demek ki bu tasarrufun geçerli sayılması, ancak bizim 'ınashalat gereği kendisine intikal eden mal fakire helâldir' hükmümüze binaen olur. İşte görüldüğü gibi, biz maslahatın gereğiyle hükmetmiş oluyoruz.
Eğer 'Böyle bir malda ancak sultanın tasarruf hakkı vardır' denilirse buna şöyle cevap veririz: Sultan dahi sahibinin izni olmaksızın başkasının mülkünde tasarruf etme salâhiyetini haiz' değildir. Ona böyle bir tasarrufu, maslahattan başka bir sebep caiz kılamaz. Maslahat da şudur: Sultan, sarfetmediği takdirde mal zâyi olacaktır, Bu bakımdan mal, sultanın tasarruf edip mühim bir yere sarfetmesiyle zâyi olup gitme arasında bulunmaktadır. Mühim bir noktaya sarfedilmesi ise, zâyi olmasından daha iyi ve daha uygundur. O halde hüküm; malın mühim noktaya sarfedil mesine ric'at etmiştir. Hakkında şüphe edilen ve haram olduğu bilinmeyen mal hakkında maslahat, elin delâletiyle hükmetmektedir. Böyle bir mal, kimlerin elinde bulunuyorsa, onlara terkedilir. Zira şüphe sebebiyle onu ellerinden almak ve kendilerine 'Siz ancak ihtiyacınız kadarını sarfedebilirsiniz' şeklinde zorluk çıkarmak bizim daha önce zikrettiğimiz zararlara yol açar.
Maslahat yönleri değişiktir. Zira sultan, bazen o mal ile bir köprü yapmayı maslahata uygun görür; bazen de İslâm ordusuna sarfetmeyi, ya da fakirlere dağıtmayı. . . Hülâsa sultan, maslahat neyi gerektiriyorsa onun etrafında dönüp dolaşmak mecburiyetindedir. Böylece bu gibi mallar hakkında fetva da maslahat noktası etrafında döner. Bundan şu hüküm çıkar: Halk, aynıların mülkiyetinde hususî bir delile istinad etmeyen zanlardan dolayı malların aynılarında tasarruf etmekten sorumlu değildir; tıpkı malın sahibi olduğunu bilip de onun kimliğini ve kendisine işaret edilerek 'İşte budur' denilecek keyfiyetini bilmedikleri takdirde o malda tasarruf eden sultanın ve o maldan alan fakirlerin sorumlu olmadıkları gibi. . . Bu mânâda, mülklerin aynısıyla mülk sahibinin aynısı arasında hiçbir fark ve ayrılık yoktur.
Karışma şüphesinin beyan ve izahı budur. Burada yalnızca sıvı maddeler, paralar ve aynı adamın elinde bulunan ticarî eşyaların karışması hakkında düşünme keyfiyeti kalmıştır. Bunun açıklaması ise zulmen alınmış şeylerden kurtulma bahsinde gelecektir.
Malı helâl kılan sebebe herhangi bir günahın ârız olmasıdır. Bu günahın ârız olması, ya o sebebin karinelerinde veya levâhıklarında (gelecekte ona iltihak edenlerde) veya sevâbıklarında (önceden geçenlerde) veyahut ivazındadır. Bu günahlar, akdin fâsid olmasını ve malı helâl kılan sebebin iptal edilmesini icab ettirmeyen günahlardandır.
Malı helâl kılan sebebin karinelerinde bulunan günahın misali; cuma ezanı vaktinde alış veriş yapmak, hayvanı gasbedilen bıçak ile kesmek, yine gasbedilen keser (ve balta) ile meşeden odun kesmek, başkalarının alış-verişine karşı çıkıp ikinci bir alış-veriş yapmak, başkasının pazarına karşı çıkmak (gibi haller) dir. Bu bakımdan akidlerde varid olan ve akdin fâsid olduğuna delâlet etmeyen her yasaktan (ki bunun misalidir) kaçınmak takvadır. Bu yollarla elde edilen malın haram olduğuna hükmedilmezse bile, böyle bir mala şüpheli adını vermekte müsamaha vardır. Çünkü şüphe çoğu zaman cehalet ve iştibah için kullanılır. Oysa burada iştibah (karıştırma) yoktur. Aksine başkasının bıçağı ile kesmenin günah olduğu ve yine o bıçakla kesilen hayvanın etinin helâl olduğu herkesin mâlumudur. Fakat şüphe kelimesi, bazen müşâbehet kökünden gelir. (Bundan dolayı da bu tarzdaki hareketlere ıtlak olunmuştur) .
Bu yollarla elde edilen malı almak mekruhtur. Kerahet ise harama benzer. (Bunun için de bu kısma şüphe ismi verilmiştir) . Eğer şüpheden bu kastediliyorsa, bu kısma şüphe ismini vermek yerinde olur. Aksi takdirde buna şüphe değil, kerahet ismi vermek gerekir. Mânâ bilindiğinde isimler hakkındaki münakaşa yersiz olur. Fakihlerin âdeti, isimlerde müsamaha göstermektir.
Bu kerahetin üç derecesi vardır:
Birinci derece, harama yakındır ki böyle birşeyden kaçınmak mühimdir. Sonuncu derece, bir nevi mübalağaya varır ve neredeyse vesvesecilerin takvasına iltihak eder. Bu iki derece arasında iki tarafa da kayan ortalar vardır. 52 Bu bakımdan gasbedilen bir köpekle avlanmaktaki kerahet, gasbedilen bıçakla kesmekteki kerahetten veya gasbedilen ok ile öldürülen avdaki kerahetten daha şiddetlidir; çünkü köpeğin ihtiyari vardır. Bu köpeğin avlandığı hayvanın köpek sahibine mi yoksa avcıya mı ait olduğu hususunda ulema değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Bundan sonra, gasbedilen bir araziye ekilen tohum hakkındaki şüphe gelir; zira burada ziraat tohum sahibinindir. Ancak bunda şüphe vardır. Eğer biz, arazi sahibinin ziraatı hapsetme hakkı vardır dersek, o zaman bu tıpkı haram fiyat gibi olur. Ancak kıyas, böyle bir hapis hakkının bulunmamasını gerektirir.
Nitekim gasbedilen el değirmeninde öğütülen unda ve gasbedilen ağla avlanan balıklarda da durum böyledir; zira ağla elde edilen şeylerde ağ sahibinin herhangi bir hakkı yoktur.
Bundan sonra, gasbedilen keser (veya balta) ile kesilen odunların keraheti gelir. Daha sonra da kendi malını gasbedilmiş bıçakla kesme keraheti gelir; zira hiç kimse böyle bir bıçakla kesilmiş hayvanın haram olduğunu iddia etmemiştir.
Bundan sonra cum'a ezanı vaktinde yapılan alışverişin keraheti gelir; zira bunun akid hedefiyle ilgisi pek zayıftır. Her ne kadar bir kavme göre böyle bir akid fâsid ise de. . . Zira bu durumda, alışverişle yalnızca kendisine vacib olan başka bir vazifeyi yapmamış olur. Eğer böyle bir hareketle alışveriş fasid olacak olursa bir dirhem zekât borcu olan veya vaktinde kılınması farz olan bir namaz kazası bulunan veya kendisinde bir danik zulüm malı bulunan kimselerin alışverişinin de fâsid olması gerekir. Çünkü alışverişle iştigal etmek, bu vacibleri yerine getirmeye mânidir.
Bu bakımdan cum'aya gitmenin vacib olması, ancak ezandan sonradır. Böyle bir fetva zâlimlerin çocuklarının nikâhının sıhhatli ve doğru olmadığına da delâlet eder. Yine zimmetinde bir dirhem bulunan kimsenin nikâhının da fâsid olması gerekir; çünkü adam, bu alışverişle meşgul olursa, yapılması vacib olan bir fiilden geri kalmış olur. Ancak cum'a günü için özel bir yasak vârid olmuştur. Bundan dolayı, zihinlere cum'anın ayrı bir özelliği olduğu gelebilir. Bu bakımdan, cum'a günü ezan vaktinde yapılan alışverişin, bütün bu saydıklarımızdan daha şiddetli mekruh olması sözkonusu olur. Böyle bir şeyden sakınmakta beis yoktur. Ancak böyle şeylerin nazar-ı itibara alınması bazen insanı vesveseye sürükler. Hatta zalimlerin kızlarıyla evlenmekten ve onlarla insanî ilişkilerde bulunmaktan çekinmeye sebep olur. (Bu ise, tehlikeli bir durum arzeder) .
Anlatıldığına göre muttakî bir zat, adamın birinden birşey satın alır. Ancak daha sonra onun o şeyi cum'a günü satın aldığını işitince 'Belki bunu cum'a ezanı okunduğu zaman satın almıştır' korkusuyla aldığı şeyi geri verir.
Böyle yapmak, mübalağanın son haddidir; çünkü adam malı, bir şekten ötürü geri veriyor. Bu vehmin benzeri, yasakların ve ifsad edenlerin takdiri aynı şekilde cumartesi ve sair günlerde de mümkündür. Takva güzeldir; bu husustaki mübalağa ise, daha güzeldir. Fakat bütün bunlara rağmen bunun da bir sınırı olmalıdır.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Toslaşanlar (mübalağa edenler) helâk oldular. 53
Bu bakımdan bu mübalağaların benzerlerinden sakınmalıdır; zira bu mübalağalar sahibine zarar vermese bile, başkalarına böyle yapmanın mühim birşey olduğu vehmini vermektedir. Sonra o başkaları da bundan daha kolay olanı bile yapmaya çekinir. Böylece takvanın esası terkedilmiş olur. Zamanımızda birçok kimsenin dayanağı budur. Zira önlerindeki yol karartılmıştır. Onlar da bunu hakkıyla yapmaktan ümitsizliğe düşerek hepsini atmışlardır. Bu bakımdan nasıl ki taharet hususunda vesveseli olan kimse, taharetten aciz kalıp sonunda onu terkediyorsa, helâl hususunda vesveseleri olan bazı kimselerin zihnine de dünya malının tamamının haram olduğu vehmi kaçar. Böylece oldukça geniş hareket ederek helâl ile haram arasındaki farkı kaldırırlar. Bu ise, sapıklığın ta kendisidir!
Levâhık'ın misaline gelince. . . Onun misali, seyrinde (cereyan şeklinde) herhangi bir günaha yol açan her muamele ve tasarruftur. Bunun en âlâsı içki imal edene üzüm, gulampârelikle şöhret bulana genç köleler ve yol kesenlere kılıç satmaktır. Ulema böyle bir satışın sıhhatli olup olmadığı ve bundan elde edilen paranın helâl olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir.
En uygunu böyle bir alışverişin sıhhatli ve alınan paranın da helâl olmasıdır. Ancak kişi, bu akdi yaptığından dolayı günahkâr olur; tıpkı hayvanı gasbettiği bıçakla kesen kimsenin günahkâr olduğu gibi. . . Oysa kesilen hayvan helâldir. Ancak kişi, günah işlenmesine yardım ettiği için günahkâr olur; zira bunların akdin kendisiyle ilgi ve irtibatı yoktur. O halde böyle bir alışverişten alınan mal, şiddetli bir mekruhtur; onu terketmek, mühim bir takvadır. Fakat haram değildir. Kerâhet bakımından bunun arkasında içki imal etmeyip de içene üzüm satmak, harp ve zulüm edene kılıç satmak gelir. Çünkü burada ihtimaller çarpışmaktadır. Selef-i sâlihîn, fitne zamanında kılıç satmayı herhangi bir zâlim satın alabilir korkusuyla kerih görmüşlerdir. İşte bu, birincisinden daha üstün bir takvadır. Buradaki kerahiyetse oradakinden daha hafiftir. Kerahet derecesinde bundan sonra mübalağa olanı gelir. Bu mübalağa olanı, neredeyse vesveseler grubuna iltihak edip o gruptan sayılacaktır. Bu da bir cemaatin 'Çiftçilere çiftçilik aletleri satmak caiz değildir; çünkü onlar bu aletlerle ziraat yapıp elde edilen mahsulü zâlimlere satabilirler, Oysa zâlimlere sığır ve çiftçilik aletleri satılamaz' fetvası ve takvasıdır. Böyle bir takva, vesvesenin ta kendisidir.
Çünkü böyle bir takva tatbik edildiği zaman, çiftçiye herhangi bir yiyecek maddesinin satılmasının da caiz olmaması gerekir; zira böyle bir yiyecek maddesi ona çiftçilik yapma kuvveti verir ve aynı zamanda yine bu illetten dolayı ziraatin umumî suyla sulanması da caiz olmaz. Böyle bir takva, dinde yasaklanan toslaşma haddine varır. Hayr niyetiyle birşeye yönelen herhangi bir kimse, bir ilim tarafından frenlenmediği takdirde israfa girer. Böyle bir kimse, çoğu zaman dinde bid'at olan birşeyi yapmaya yeltenir. Kendisinden sonra gelen insanlar da o bid'at ile zarar görürler. Oysa kendisi hayırla meşgul olduğunu sanmaktadır.
İşte bunun içindir ki Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Âlimin âbid'e olan üstünlüğü; benim, ashâbımın derece bakımından en küçüğüne olan üstünlüğüm gibidir. 54
Allahü teâlâ'nın şu ayetinin din ile toslaşanlar hakkında nâzil olmuş olmasından korkulur:
Onların, dünya hayatında yaptıkları çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa kendileri güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlardı. (Kehf/104)
Sonuç olarak, insanın takvanın incelikleriyle uğraşması uygun bir hareket değildir. Yapılsa bile ancak müdekkik bir âlimin kontrolu altında yapılmalıdır. Çünkü insanoğlu ilâhî nizam tarafından kendisi için çizilen sınırları aşıp ilâhî emirleri dinlemeksizin kendi kafasına göre hareket ettiği zaman, ifsad edeceği, ıslâh edeceğinden daha fazla olur.
Rivâyet olunduğuna göre, Sa'd b. Ebî Vakkas üzümünün, şarap yapan kimselere satılabileceği korkusuyla bağını yakmıştır Fakat ben bunun meşrû bir tarafını görmüyorum. Ancak Sa'd b. Ebî Vakkas'ın, bağının yakılmasını icab ettiren özel bir sebebi varsa o başka; zira rütbe ve derece bakımından Hazret-i Sa'd'dan daha üstün olan ashâb-ı kirâm ne üzüm bağlarını, ne de hurmalıklarını yakmışlardır. Eğer böyle birşey caiz olsaydı, zina korkusundan tenasül uzvunun, yalan korkusuyla dilin ve bunun gibi daha nice organların kesilmesi de caiz olurdu. Oysa bunların hiçbiri caiz değildir.
Mukaddimelere gelince. . . Bunlar, mâsiyetin sirayet etmesi (oluşması) bakımından üç derecedir:
1. Birinci derece ki kerahetin, şiddet bakımından en yüksek derecesidir şudur: Edinilen malda tesiri bulunan şeylerdir; gasbedilmiş bir yem ile beslenen veya haram merada otlayan koyunun etinden yemek gibi. . . Bu masiyettir ve masiyetin devamlılığına da sebeptir, çünkü o koyunun kalan kanı, eti ve parçaları çoğu zaman o haram yemden olur. İşte bu kabil şeylerden kaçınmak, vacib değilse bile mühimdir. Bunun böyle olması gerektiği, selefin bir kısmından nakledilmiştir.
Ebû Abdullah et-Tûsî et-Turugandî'nin bir koyunu vardı. Onu hergün omuzuna alıp sahraya götürür ve orada otlatır; kendisi de namaz kılardı. Onun sütünden içerdi. Bir gün koyunu unuttu. Koyun bir bostanın kenarında bulunan bağların yapraklarından yedi. Bunun üzerine Ebû Abdullah koyunu orada bıraktı ve götürmeyi helâl görmedi. (Bu, ihtiyat ve takva bakımından böyledir. Şeriat açısından böyle birşey sözkonusu değildir) .
İtiraz: Rivâyet edildiğine göre Abdullah b. Ömer ile kardeşi Ubeydullah bir deve satın aldılar. Onu sadaka develerine mahsus koruya gönderdiler. Böylece develeri orada tavlanıncaya kadar otladı. Bunu haber alan Hazret-i Ömer onlara 'Siz bu deveyi koruda mı otlattınız?' dedi. Evet demeleri üzerine de devenin yarısını (hazine için) onlardan aldı. Bu hareketi delâlet eder ki, Hazret-i Ömer yemden meydana gelen etin yem sahibine ait olduğu görüşündeydi. Öyle ise bu kabil bir fiil tahrimi icab ettirir.
Cevap: Durum sizin söylediğiniz gibi değildir; çünkü yem, hayvanın yemesiyle değişiklik geçirip ifsad olur. Et ise, yeni bir yaratıktır; yemin aynısı değildir. Bu bakımdan şer'an yem sahibinin o hayvanda ortak olması, sözkonusu değildir. Fakat Hazret-i Ömer iki oğlunu (bütün müslümanların malı olan) meranın otlarının kıymetinden mesul tutmuş ve bunun da devenin yarısı kadar olduğuna karar vermiştir. Bunun için de kendi ictihadıyla devenin yarısını onlardan almıştır; tıpkı valisi Sa'd b. Ebi Vakkas'ın -vazife yeri olan Kûfe'den döndüğünde malının yarısını aldığı gibi. . . 55
Hazret-i Ömer aynı şekilde valisi Ebû Hüreyre'nin de malının yarısını almıştır; çünkü o, vali ve memur olan kimsenin bu kadar mala hak kazandığı görüşünde değildi. Memurların hakkı olarak o malın yarısını kâfi görmekteydi. Bunun için de ictihad olarak böylelerine ancak o malın yarısını takdir buyurmuştur.
2. İkinci derece ise, Bişr b. Hâris'ten noklolunandır: O, zâlimler tarafından açılan kanallarda akan suyu içmezdi. Çünkü bu suyu zâlimler eliyle açılan kanallar getiriyordu ve zâlimler, kazıldıkları sırada o kanallara haram mal sarfetmekle Allah'a isyan etmişlerdir. Başka biri de zulmen kazıtılmış kanallardan akan su ile sulanmış bağların üzümünü yemekten kaçınmıştır. Bu ikincisi, birincisinden daha yüksek ve takvada da daha mübalağalıdır. Başka birisi ise yollarda sultanlar tarafından yaptırılmış olan sarnıçlardan su içmekten kaçınmıştır. Bundan daha üstünü, Zünnûn-u Mısrî'nin kendisine gardiyanın eliyle getirilen helâl yemekten yememesi ve 'Bu bana, bir zâlimin eli üzerinde gelmiştir' demesidir. Bu rütbelerin dereceleri, hadde hesaba gelmeyecek kadar çoktur.
3. Üçüncü derece ise, vesvese ve mübalağaya pek yakındır. Şöyle ki: Zina etmek veya başkasına iftira atmak suretiyle Allah'a isyan eden bir kişinin eliyle gelen bir helâli yemekten kaçınan kimsenin hareketidir. Oysa helâli böyle bir kimsenin getirmesi, haram yiyen bir kimsenin getirdiği helâli yemek kadar tehlikeli de değildir. Çünkü haram yemek suretiyle helâli taşıyan bir kimse, bunu haram gıdadan kazandığı kudretle taşımaktadır. Zina ve iftira ise, helâli taşımaya yardım eden bir kuvvet sağlamaz. Hatta bir kâfirin eliyle gelen helâli almaktan sakınmak dahi vesvesenin ta kendisidir. Ancak haramı yemek böyle değildir. (Yani haram yiyenin eliyle gelen maldan yemek mahzurludur) . Çünkü küfrün yiyecek maddesinin taşınmasıyla uzaktan veya yakından hiçbir ilgisi yoktur. Böyle bir düşünceye sahip olmak (tehlikeli olduğu gibi) insanı, gıybet veya yalan ile Allah'a isyan eden bir kimsenin elinden de helâl mal almamaya sürükler. Bu ise din ile toslaşmak demek olup israfın ta kendisidir.
Bu bakımdan Zünnûn-u Mısrî ve Bişr b. Hâris'in helâli getiren sebepteki masiyetten ötürü takvalarında görülen bu titizlik zapt u rapt altına alınmalıdır; zâlimler eliyle açılan kanallardan ve haram gıdadan istifade eden elin kuvvetiyle ulaştırılan helâl mal gibi. . .
Yapan sanatkâr muhakkak bir gün herhangi bir insanı dövmek veya sövmek suretiyle Allah'a isyan etmiştir diye testiden su içmekten kaçınan kimsenin bu hareketi de vesvese olur. Haram yiyen bir kimsenin sürdüğü veya güttüğü koyunun etini yemekten kaçınan kimsenin takvası, gardiyanın elinden kabul edilmeyen helâl yemek hususunda gösterilen takvadan daha düşük bir takvadır. Çünkü yiyecek maddesini gardiyanın kuvveti sevkeder. Koyun ise, kendi kuvvetiyle yürür; güden kimse yalnızca onun yoldan çıkıp sağa sola kaçmasını önler. Böyle bir takva vesveseye yakındır. Bizim bu emirlerin tabiî olarak yol açtığı ihtimalleri nasıl inceden inceye ve kademe kademe izah ettiğimizi dikkatle izleyin!
Bütün bunlar zâhir ulemasının fetvası dışındadır; zira fakîhin fetvası, bütün halk için teklifi mümkün olan birinci dereceye tahsis edilir. Eğer halk, bu fetva üzerinde ictima ederse dünya harap olmaz. Ama bunun dışında kalan muttakîler ve salihlerin takvası gereğince hareket etmek böyle değildir. Bu husustaki fetva Hazret-i Peygamber'in Vâbise'ye söylediğidir. Hazret-i Peygamber, Vâbise'ye şöyle demişti: 'Sana fetva verseler de, fetva verseler de, fetva verseler de sen yine kalbinden fetva iste'. 56 Bunun böyle olduğu, Hazret-i Peygamber'in 'Günah, kalplerin elem duymasıdır' sözleriyle de bilinir.
Müridin göğsünde şüphe uyandıran herşey, bu sebeplerdendir. Eğer mürid, kalbinin elem duyduğu şeyi yapmaya yeltenirse, ondan zarar görmüş olur ve kalbi de hissettiği elem kadar kararır. Fakat Allah'ın ilminde haram olan herhangi birşeyi helâl zannederek yaparsa, bunun, kalbinin katılaşmasında menfi bir tesiri olmaz. Ancak zâhire bakıp fetva veren âlimlerce helâl olup da kalbinde helâlliği hususunda şüphe bulunan birşeyi yapmaya yeltenirse, bu hareket kendisine zarar verir. Takva hususundaki mübalağanın yasak olması hakkında zikrettiğimiz hükme gelince; biz bundan, normal ve saf bir kalbin, böyle emirlerden herhangi bir elem hissetmeyen kalp olduğunu kasdetmiştik. Eğer vesveseli bir kimsenin kalbi normal hareketten kayar, yapacağı iş hakkında şüphe hisseder ve bu şüphe ile birlikte yine de o işi yaparsa, bu iş kendisine zarar verir. Çünkü kişi nefsi hakkında kalbinin fetvasıyla muâhaze edilir. İşte böylece taharet ve namaz niyeti hususunda da vesveseye düşenin durumu şiddetlenir; çünkü böyle bir kimsenin kalbinde, suyun üç defa yıkamaya rağmen abdestin bütün cüzlerine varmadığı zannı galip gelirse ve bu zannın menşei de vesvese ise, böyle bir kimseye suyu dördüncü defa kullanmak vacib olur. Böyle bir kimse haddizatında yanılmış ise de, bu dördüncü yıkayış onun için gerekli olur. İşte bunlar katı hareket eden ve teşdide yönelen kimselerdir. Allah da onlar hakkında şiddetli hükümler vermiştir. 57
Bu sırra binaen Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsa'nın kavmine, kesilmesi gereken inek hakkında fazla sual sordukları zaman, şiddet gösterdi. Eğer onlar bakara kelimesinin umumî mânâsıyla iktifa edip bu kelimenin kapsamına giren herhangi bir ineği kesmeyi kâfi görselerdi, bu kendileri için yeterliydi. Bu bakımdan, gerek menfî, gerek müsbet olarak tekrarlaya geldiğimiz şu inceliklerden gâfil olma! Çünkü kelâmın hakikatine muttali olmayan ve kapsayıcı yönlerini ihâta etmeyen kimsenin, kelâmın maksatlarını idrâkte aldanması yakın bir ihtimaldir.
İvazdaki günahkârlık ve mâsiyete gelince. . . Bunun da dereceleri vardır. En yüksek derecesi ki kerahiyet burada şiddetlenir şudur: Kişi bir şeyi borç ile alıp onun pahasını, gasbettiği veya çaldığı bir şeyden veya herhangi bir haram maldan öder. Bu bakımdan burada şöyle düşünmeli: Eğer satıcı sattığı malı, karşılığını almazdan önce kendi rızasıyla müşteriye teslim etmişse, alıcı da borcunu ödemeden önce onu yeyip tüketmişse, o mal helâldir. Onu terketmesi parasını vermeden önce icmâ ile farz değildir; farz olmadığı gibi, çok kuvvetli bir takva da değildir.
Bu bakımdan yedikten sonra o malın karşılığını haramdan verirse, hiç vermemiş gibi olur. O malın pahasını (ve karşılığını) hiç vermemiş sayıldığı takdirde de borca aldığı o malı zimmetine geçirmek suretiyle zulmen alınmış bir malı yüklenmiş olur. Böyle olması, daha önce borç alınan malın harama inkılâp etmesini gerektirmez. Eğer o malın pahasını haramdan verir ve satıcı da verilen paranın haramdan olduğunu bildiği halde onun borcunun ödenmiş olduğunu kabul ederse, müşterinin zimmeti mesuliyetten kurtulur. Ancak zimmetinde, satıcıya vermek suretiyle haram dirhemlerde tasarruf etmesinin mesuliyeti kalır. Eğer satıcı ödenen paranın helâl olduğu zannıyla onun borcunun ödenmiş olduğunu kabul etse, bu durumda beraet hasıl olmaz. Çünkü satıcı onu, hakkını aldığı kanaatıyla tebrie etmektedir. Borçlunun verdiği ise hakkın ifasına elverişli değildir. İşte satın alınanın, ondan yemenin ve alıcının zimmetinin hükmü budur.
Alıcının, satan kimsenin kendi rızasıyla teslim etmediği bir malı alıp yemesi haramdır. Onu ister pahasını haramdan ödemeden önce yesin, isterse de ödedikten sonra yesin, hüküm değişmez; çünkü fetvanın işaret ettiği hüküm; satılan malın hapsetme hakkının satıcıda olduğudur. Satıcı, mülkiyeti, karşılığını almak suretiyle belli oluncaya kadar satılan malı hapsedebilir. Satılan malın karşılığının alınmasıyla müşterinin mülkiyeti de belli olur. . . Satıcının hapsetme hakkı, ancak ibra etmekle veya karşılığını almakla düşer. Bu meselede, bunların hiçbiri câri olmadığı takdirde satıcı o malı yese kendi malını yemiş olur. Rehin olarak verdiği yiyecek maddesini rehin alanın izni olmaksızın yiyen kişi günahkâr olduğu gibi; sattığı halde henüz karşılığını almadığı için elinde bulunan malı yiyen satıcı da günahkâr olmuş olur. Ancak böyle bir malı yemekle başkasının malını yemek arasında fark vardır; fakat haramlığın esası hepsini kapsamaktadır. Bütün bu hükümler, malın, karşılığı verilmezden önce alınması ister satıcının kendi rızasıyla olsun, isterse olmasın halinde böyledir. Fakat önce haram karşılığı verip malı sonra alırsa (bu durumda düşünülür) . Eğer satıcı karşılık olarak verilen malın haram olduğunu bildiği halde satılan malı müşteriye vermişse, kendisinin o malı hapsetme hakkı düşmüş olur. Ancak müşteri borcunu ödemiş sayılır; çünkü satıcının aldığı para satılan malın karşılığı değildir. Buna rağmen malın karşılığının kalması sebebiyle satılan malın yenmesi haram olmaz. Eğer satıcı o verilen karşılığın haram olduğunu bilmez ve bildiği takdirde de razı olamayacak bir tipte ve satılan malı teslim etmeyecek bir karakterde ise, bu telbis yüzünden satılan malı hapsetme hakkını kaybetmez.
Bu bakımdan satıcının böyle bir malı yemesi, ibra olununcaya kadar, rehin tutulan bir malın yenilmesinin haram olduğu gibi haramdır. Karşılığı helâlden verilinceye kadar yahut da satıcı harama razı olup alıcıyı borçtan ibra edinceye kadar o malın yenilmesi tıpkı rehin tutulan bir malın yenilmesi gibi haramdır. Böyle bir durumda alıcının ibrası sahih olur; fakat satıcının harama rıza göstermesi doğru olmaz. Bu fetva fıkhî kaidelerin gereği, helâl ve haramın birinci derecesindeki hükmün beyanıdır. Böyle birşeyden kaçınmak ise, çok mühim olan takva kısmındandır; çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, masiyet, insanı birşeye ulaştıran sebepte yerleştikçe daha da şiddetlenir. İnsanı herhangi birşeye ulaştıran sebeplerin en kuvvetlisi ise paradır. Eğer bu haram para olmasaydı satıcı malını müşteriye teslim etmeye elbette razı olmazdı.
Bu bakımdan satıcının malını teslim etmeye razı olması, onu şiddetli mekruhluktan çıkaramaz. Ancak bununla adâlet yıkılmaz; yani fert böyle birşeye rıza göstermekle âdillik sıfatını kaybetmez. Yalnız takva ve verâ' derecesi böyle bir muamele ile ortadan kalkar. Meselâ bir sultan bir araziyi veya bir elbiseyi, fiyatını vermeden önce satıcının rızasıyla alıp sıla-i rahim veya ikram olarak herhangi bir fakihe veya başka birisine teslim etse ve alan kişi de sultanın bu malın pahasını sonradan helâlden mi yoksa haramdan mı ödeyeceği hususunda şüpheye düşse; bu durum, birinci misaldekinden daha hafiftir. Çünkü şüphe, pahaya günah karışıp karışmaması hususunda vâki olmuştur. Hafifliğin derecesi, sultanın malındaki haramın çokluk ve azlığına ve o mal hakkındaki zann-ı galibe bağlıdır. Onun bir kısmı diğerinden daha şiddetlidir. Bu bakımdan burada müracaat yeri, kalpte müsbet bir tesir bırakan husustur.
İkinci derece; satın alınan malın karşılığı gasbedilen birşey veya haram değildir; fakat harama zemin hazırlayıcıdır. Meselâ satın aldığı malın bedeli olarak içki içen bir kimseye üzüm veya yol kesen bir kimseye kılıç vermek gibi. . .
Böyle bir hareket borca satın alınmış malın haram olmasını gerektirmez. Ancak gasptaki kerahiyetten daha az bir kerahiyetin varlığını iktiza etmektedir. Bu rütbenin dereceleri de mütefavit ve çeşitlidir. Derecelerinin çeşitli ve mütefavit olması da malın bedelini alanın isyan derecesine bağlıdır. Pahası haram ise. malı da haramdır. Haram olması ihtimal dahilinde olup da herhangi bir zandan ötürü mübah kılınmışsa böyle bir malı vermek mekruhtur. Bence hacamat yapmak suretiyle kazanılan malın yasak sayılıp kerih görülmesi, buna hamledilmelidir; çünkü Hazret-i Peygamber böyle bir kazancı bir kaç defa yasaklamış; sonunda da onunla su taşıyan develere yem almayı emir buyurmuştur. Bu bakımdan hacamatın yasaklanma sebebinin; necaseti ve kirli sayılan kanı ellemek olduğunu sanan kimsenin zannı fâsiddir. Zira eğer necaseti ellemek herhangi birşeyin yasaklanmasına vesile olsaydı, bu kaidenin, derileri tabaklamakta ve süpürgecilikte de uygulanması gerekirdi. (Çünkü tabaklama işi, necis şeylerle yapılır. Süpürgeci de kenefi temizler. Oysa bunların ücreti yasaklanmamıştır) . Bu ücretin haram olduğunu söyleyen kimse yoktur.
Eğer tabakçılık ve süpürgecilik ücreti de yasaktır denirse, bu kaidenin kasaplar hakkında icrası mümkün olmaz. Zira bu kaideye göre, nasıl olur da kasabın kazancı meşrû olur? Oysa onun kazandığı, etin bedelidir. Et ise, haddi zatında mekruh değildir. Hal böyle iken kasap, necasete hacamat yapandan daha fazla bulaşmaktadır Çünkü hacamat yapan, kanı hacamat aletiyle alır ve pamuk ile siler. Hacamat ve kan aldırmanın mekruh olmasının sebebi; hayvanın bünyesini tahrip etmek ve onun kanını çıkarmak olsa gerektir; çünkü hayvanın hayatı o kana bağlıdır. Bu kanı almak esasında haramdır. Kanın aldırılmasının helâl olması ancak kesin bir zarurete bağlıdır. İhtiyaç ve zaruret ise ancak tahmin ve ictihatla bilinir. Çoğu zaman hacamat, faydalı zannedilir; oysa zararlı olur. Bu durumda Allah nezdinde haramdır; fakat zan ve rey ile helâl olduğuna hükmedilir. Bu sırra binaendir ki, hacamat yapanın çocuklardan, köle ve eblehten kan alması, ancak bunların velilerinin izni ve hâzık bir doktorun sözüyle caiz olur.
Eğer hacamat ücreti zâhirde helâl olmasaydı, Hazret-i Peygamber, bunun ücretini vermezdi. 58 Yine hacamat ücretinin haram olma ihtimali sözkonusu olmasaydı, Hazret-i Peygamber böyle bir kazanç yolunu yasaklayıp kerih görmezdi. Bu bakımdan bizim izaha çalıştığımız mânâyı çıkarmadıkça Hazret-i Peygamber'in bir yandan hacamat ücretini vermesiyle öte yandan onu yasaklaması arasında bir telif yapmak mümkün olmaz. Bunun sebep ile beraber olan karineler kısmında zikredilmesi daha uygun düşerdi; çünkü bu mesele, o kısma daha yakındır. En düşük mertebenin ki bu derece vesvesecilerin derecesidir hakikati ise şudur: Bir insan, annesinin eğirdiği ipten dokunmuş elbise giymemeye yemin eder. Sonra da annesinin eğirdiğini satıp onunla kendisine bir elbise satın alır. Onun bu yaptığında kerahiyet yoktur. Bundan sakınmak vesvesedir. Muğîre b. Şu'be59 böyle bir vak'ada 'Bu elbiseyi giymek caiz değildir' buyurmuş ve şahid olarak da Hazret-i Peygamber'in şu hadîsini göstermiştir:
Allah, yahudilere lânet etti (etsin) ; çünkü onlar haram kılındığı halde, içki sattılar ve pahasını yediler. 60
Oysa böyle bir şahid gösterilmesi yanlıştır; çünkü içki satışı bâtıldır ve içkilerde şer'an herhangi bir menfaat kalmamıştır. Bâtıl alışverişin pahası ise haramdır; fakat bizim bahsettiğimiz misâl bu kabilden değildir. Bunun misali şudur: Kişi süt kardeşi olan bir cariyeyi mülk edinir. Sonra da o cariyeyi verip başka bir cariye alır. Bu bakımdan hiç kimsenin böyle bir cariye hususunda sakınması gerekmez. Onu içki satışına benzetmek ise, bu sahada ifratın zirvesine çıkmaktan başka birşey değildir. Biz bütün dereceleri ve bu derecelerdeki tedricî yükselmeyi anladık. Her ne kadar bu derecelerin değişikliği üç, dört veyahut herhangi bir adete münhasır değilse de. . . Ancak adet belirtmekten gaye, zihinlere yaklaştırmak ve anlaşılır kılmaktır.
İtiraz: Hazret-i Peygamber 'Kim, içerisinde haramdan gelen bir dirhemin de bulunduğu on dirheme bir elbise satın alırsa, sırtında o elbiseden birşey kaldıkça Allahü teâlâ onun hiçbir namazını kabul etmez'61 buyurmuştur. Hadîsi nakleden İbn Ömer, iki parmağını iki kulağına tıkayarak 'Eğer ben, bunu Hazret-i Peygamber'den dinlememişsem bunlar sağır olsunlar' demiştir.
Cevap: Hazret-i Peygamber'in yukarıdaki hadîsi 'Adam, o elbiseyi borca değil, muayyen on dirhemle satın alırsa' mânâsına hamledilir. Şayet adam elbiseyi borca alırsa, o zaman biz borca alınan birşeyin birçok şeklinde haramlığına hükmettik. Bu da o şekillere hamledilmelidir. Sonra bazı mülkler vardır ki, bunlardan ötürü namazın kabul olunmayacağı tehdidi savrulmaktadır; çünkü o mülklerin edinme sebebinde akdin fâsid olduğuna delâlet etmese dahi herhangi bir günah ortaya çıkmıştır. Meselâ cum'a ezanı vaktinde satın alınan mal ve benzerleri gibi. . .
Dördüncü kaynak, delillerde ihtilâf etmektir. Delillerdeki ihtilâf, sebepteki ihtilâf gibidir; çünkü sebep, helâl ve haram hükmünün sebebidir. Delil ise, helâl ve haramın bilinmesinin sebebidir. Dolayısıyla delil de mârifetin sebebidir. Allahü teâlâ'nın ilminde cereyan etse bile, başkasının mârifetinde sabit olmayan bir şeyin, kendi nefsinde sabit olmasında herhangi bir fayda yoktur.
Delillerdeki ihtilâf:
a) Ya şer'î delillerin çarpışmasından,
b) Veya o delillere delâlet eden alâmetlerin muarazasından,
c) Ya da benzerliğin muarazasından ileri gelir.
Bu bakımdan bunlar üç kısımdır:
a) Şer'î delillerin çarpışması: Meselâ Kur'ân'dan veya hadîsten iki umumî mânâ ifade eden delilin veya iki kıyasın ya da bir kıyas ile bir umumun çarpışması gibi. . . Bütün bunlar şüpheyi uyandırır. Burada istishaba (o şeyin eski haline) veya daha önceden bilinen asl'a eğer tercih bahis konusu değilse müracaat edilir. Eğer tehlikeli ve haram olan tercih edilirse, ona yapışmak gerekir. Fakat takva, onu terketmektir. Gerek müftünün ve gerek mukallidin ihtilâflı yerlerden sakınması, takva hususunda mühim bir adımdır; her ne kadar mukallidin, taklid ettiği kimsenin fetvasına yapışması caiz ise de. . . Mukallidin, ancak memleketinin en büyük âlimi gördüğü kimsenin fetvasıyla âmel etmesi caiz olur. Aynı zamanda taklid ettiği kimseyi, başkasından işitmek suretiyle de tanımalıdır. Tıpkı kendi o kadar da iyi olmasa dahi memleketin doktorlarının en iyisinin dinlemekle ve karinelerle bilindiği gibi. . .
Fetva isteyen kimsenin, mezhepleri karıştırıp en genişini ve tabiatına en uygun geleni seçme yetkisi yoktur. Bilakis zannına en faziletlisi galip gelinceye kadar tatbikatını yapıp kendisine en faziletli gelene tâbi olarak bir daha ona muhalefet etmemelidir. Evet; eğer imamı (taklid ettiği zat) kendisine birşey hususunda fetva verirse ve imamının da o şey hakkında muârızı varsa hilâftan icmaa kaçması, kuvvetli takvadandır. Müctehid de böyledir. Hükmünde deliller çarpıştığı zaman, rey, tahmin ve zan ile helâllik tarafı ağır bassa bile, takva olanı bundan sakınmasıdır.
Müftüler, bazen asla yapmadıkları şeylerin helâl olduğuna dair fetva vermişlerdir. O şeyi yapmamalarının sebebi ise şüpheden kaçmak ve takvaya dalmaktır.
Bu bakımdan biz bunu da üç mertebeye taksim ediyoruz:
Bir kısım vardır ki, ondan sakınmak kuvvetli müstehab olur. O da, hakkında muhalifin delilinin daha kuvvetli olduğu şeydir. Ancak kişiye diğer mezhebin tercih ciheti, pek ince görülür. O halde müftü helâlliğine dair fetva vermişse de, tâlimli köpek avladığı hayvandan yediği takdirde o avdan sakınmak takvanın mühim noktalarındandır. Çünkü burada tercih girift ve zordur. Biz daha önce de bunun haram olduğunu tercih etmiştik ki bu, İmâm-ı Şâfiî'nin iki kavlinden en kuvvetlisidir. Ancak müftü onun başka bir kavliyle fetva verse bile İmâm-ı Şâfiî'nin; İmâm Ebû Hanîfe'nin veya bir başka müctehidîn mezhebine muvafık yeni bir kavli ve fetvası olursa ona uygun hareket etmek gerekir. Besmelesiz kesilmiş hayvanın etini yememek ve ondan çekinmek, bu cümledendir; her ne kadar İmâm-ı Şâfiî'nin bu hususta değişik fetvaları yoksa bile. . . 62
Çünkü ayet, burada besmelenin farz olduğunu açıkça göstermektedir ve bu hususta sayılamayacak kadar hadîs vardır. Çünkü Hazret-i Peygamber, avlanan hayvanın durumunu soran herkese şöyle buyurmuştur:
Eğitilmiş köpeğini avına kışkırttığın zaman, Allah'ın ismini de anmışsan onun yakaladığı avdan ye!63
Bu, mükerreren naklolunmuştur ve kesim de besmele ile şöhret bulmuştur. Bütün bu durumlar, kesimde besmelenin şart olduğunu belirten delili takviye etmektedir. Fakat Hazret-i Peygamber şöyle de buyurmuştur:
Besmeleyi ister çeksin ister çekmesin, Mü'min kimse Allah'ın ismi üzerine kesmiş olur. (Müslümanın kestiği helâldir. Allah'ın ismini ister zikretsin, ister etmesin) . (Müslim)
Bu hadîs sahih olduğu için, umumî olup ayetlerin ve sair hadîslerin zâhirinden sarfetmesini gerektirme ihtimali olduğu gibi ayet ve hadîsleri, te'vil etmeksizin zâhiri üzerine bırakıp bu hadîsi, besmeleyi unutarak terkedene tahsis etme ihtimali de vardır. Evet bu hadîsi, besmeleyi unutarak terkedene hamletmek mümkün olduğu gibi, unutarak terkettiği besmele hususunda mâzur sayılması için zemin hazırlayıcı olmasına hamletmek de mümkündür. Bunun umumîleştirilmesi ve ayetin te'vil edilmesi daha yakındır. Biz bunu tercih ettik, fakat karşı ihtimalin bunu kaldırabileceğini de inkâr etmeyiz. Bu bakımdan böyle şeylerden sakınmak birinci derecede mühimdir (Müellif burada Ahmed b. Hanbel'in mezhebine meyyal olduğunu işaret etmektedir. Çünkü terkedildiğinde de iki rivâyet vardır birine göre yenmez, diğerine göreyenir. (İthâf'us-Süade) besmeleyi kasten terkeden ile unutarak terkeden arasında sadece İmâm-ı Ahmed fark gözetmektedir) .
Vesvese derecesiyle muzâhamet edip aksine olan bir derecedir. Misâli, insanın, kesilmiş hayvanın karnından çıkan ölü ceninin ve düb (keler) denilen hayvanın etini yemekten çekinmesidir. Oysa sahih kitaplarda sıhhatli olarak vârid olmuştur ki, anneyi kesmek karnındaki cenini de kesmek demektir. Bu hususta vârid olan hadîslerin sıhhatına hiçbir şüphe karışmadığı gibi, metin ve senedlerinde de herhangi bir zâfiyet yoktur ve katılmamıştır. 64
Böylece sahih bir şekilde vârid olmuştur ki; Hazret-i Peygamber'in sofrasında düb denilen hayvanın eti yenmiştir. Hâlid b Velid 'Ya Rasûlallah! Dübbün etini yemek haram mıdır?' diye sormuş, Hazret-i Peygamber de 'Hayır! Fakat memleketimde görmediğim için onu yemekten tiksiniyorum' buyurmuşlardır. Bunun üzerine Hâlid b. Velid, Hazret-i Peygamber kendisine baktığı halde ondan yemiştir. (Müslim ve Buhârî)
Kanaatimce bu hadîsler Ebû Hanîfe'ye ulaşmamıştır. Eğer bu hadîsler kendisine ulaşsaydı, o da böyle derdi. Çünkü bu durumda insaflı hareket etmeyen insaflı bir kimsenin muhalefeti yanlıştır ve nazar-ı itibara alınmaz. Ayrıca sanki hiç muhalefet etmemiş gibi olur ve verdiği hüküm haber-i vâhid ile bilinmiş gibi şüpheye bile yol açmaz!
Mesele hakkında hiçbir muhalefet şöhret bulmuş değildir; fakat helâlliği haber-i vâhid ile bilinmektedir. Böylece itiraz eden şöyle der: 'Haber-i vâhid hakkında halk ihtilâf etmiştir. Hatta bazıları onu kabul etmemiştir. Bense ihtiyatlı hareket ediyorum; zira hadîsi nakledenler, âdil kimseler olmalarına rağmen yine de yanılmaları veya gizli bir gaye için yalan söylemeleri aklen mümkündür. Çünkü âdil bir kimse de bazen yalan söyler. Böyle kimseler için vehim caizdir; çünkü bazen kendilerine, söylenenin tam hilâfı ulaşır ve böylece yanlış anlamış olabilirler'.
Bu takvanın benzeri sahabe-i kirâmdan nakledilmiş değildir; zira onlar, âdil ve nefislerini tatmin edici kimselerden duyduklarını tereddütsüz kabul ederlerdi. Özel bir sebepten dolayı bir şüphe ârız olduğunda, âdil dahi olsa râvî hakkında muayyen bir delilden herhangi bir şüphe meydana geldiğinde çekinmenin açık bir yönü olabilir. Ahadî haberlerde muhalefet edenlerin muhalefeti pek nazar-ı itibara alınmaz. Bu tıpkı icmanın esasında muhalefet eden İbrahim Nazzam'ın65 'Aslı hüccet değildir' deyişi gibidir. Eğer böyle bir takva caiz olsaydı, o zaman insanın, babasının babası olan dedesinin mirasını almaktan çekinmesi gerekirdi ve Allah'ın Kitabı'nda ancak evlâtların bahsi vardır derdi. Torunun öz oğul gibi kabul edilmesi ashâb-ı kiramın icmaıyla olan bir şeydir. Onlar da mâsum kimseler değildir ve yanılmaları aklen mümkündür. Çünkü İbrahim Nazzam da burada muhalefet etmiştir!
Bu muhalefet hevesten ve dini karıştırmaktan başka birşey değildir. Böyle bir muhalefet, Kur'ân'ın umumî emirleriyle bilinen hükümlerin terkedilmesine sebep olur. Çünkü kelâmcılardan bazıları 'Umumî emirlerin sîgaları yoktur. Ashâb-ı kiram, bunlardan karîne ve delâletlerle neyi anlamışlarsa, onunla ihticac ederdi' demiştir. Oysa bütün bunlar vesveseden başka birşey değildir. Bu bakımdan hangi tarafında olursa olsun şüphede mutlaka ifrat ve haddi aşma bulunduğu anlaşılmıştır ve bu böyle bilinmelidir. İş karıştığı zaman, müslüman önce o iş hakkında kalbinden fetva istemeli, takvaya yapışmalı, kendisini şüpheye sürükleyeni bırakıp şüphe vermeyeni almalıdır; kalbini rahatsız eden hususları bırakmalıdır. Bu ise, şahıslara ve hâdiselere göre değişir. Fakat şüphelere düşmeksizin hak ile hükmedebilmek için kalbini vesveseye sebep olan şeylerden muhafaza etmesi gerekir. Kerâhetin bulunduğu yerde her kalp kendini şüphelerden koruyamaz. Böyle bir kalp, pek nadirdir. Bunun için de, Hazret-i Peygamber herkesi kalbinden fetva istemeye sevketmemiştir. Ancak halini bildiğinden, bunu yalnızca Vâbise'ye söylemiştir.
b) Helâl ve harama delâlet eden alâmetlerin çarpışmasıdır. Şöyle ki; çok az bulunan bir mal çeşidi yağma edilir. Sonra sâlih bir kişinin elinde o maldan görülür. O kişinin sâlih olması, elindeki şeyin helâl olduğuna delâlet eder. O şeyin nev'i ve yağma edilenler dışında pek nadir oluşu da haram olduğuna delâlet eder. Bu bakımdan bu iki emir çarpışır. Bunun gibi, âdil bir kimse haram olduğunu, başka bir âdil kimse de helâl olduğunu söyler veya iki fâsığın ayrı ayrı şâhidliği veyahut bir çocuk ile bir bâliğin sözü çarpışırsa, eğer tercih sebebi görülürse, onunla hükmedilir; fakat takva sakınmaktır. Eğer tercih sebebi görülmezse, duraklamak tevakkuf) farz olur. Bunun izahı tanıtma, araştırma ve sorma bahsinde gelecektir.
c) Hükümlerin bağlı bulunduğu sıfatlardaki şüphelerin çarpışmasıdır. Mesela fakihler için vasiyet edilen bir malda, fıkıh ilminde tam yetişenlerin hakkı vardır. Bir gün veya bir ay evvelinden fıkıh ilmini öğrenmeye başlayanların bu vasiyete dahil olmadıkları açıktır. Bu iki derece arasında sayılamayacak kadar dereceler vardır ki, bunlarda şüphe vâki olur. Bunlar hakkında müftü, zannına göre fetva verir. Takva, onlardan sakınmayı gerektirir. Bu, şüphe kaynaklarının en girifti ve en çözülmezidir. Çünkü bu hususta, fetva vereni içinden çıkılmaz bir şekilde şaşırtacak suretler ve ihtimaller vardır. Zira birbirine zıt iki derece arasında bulunan bir derecenin sıfatları ile muttasıf olan bir kimse bu karşılıklı derecelerin hangisine meyledeceğini kestiremez. Muhtaçlara sarfedilen sadakalar ve zekâtlar da böyledir; çünkü hiçbir malı olmayanın muhtaç, birçok mala sahip olanın da zengin olduğu mâlumdur. Bu iki zıt kutup arasında birçok girift meseleler başgöstermektedir.
Meselâ bir kimsenin evi, eşyası, elbise ve kitapları vardır. Eğer bunları ihtiyaç olarak kabul edersek, böyle bir kimsenin muhtaçlar için vasiyet edilen maldan alması yasaklanamaz. Bundan fazlası ise böyle bir malın alınmasına mâni olur. İhtiyacın sınırı yoktur; sadece yaklaşık olarak bilinmektedir. İhtiyaçlar yaklaşık olarak tesbit edildikten sonra sıra evin genişliğine, o evdeki odaların miktarına, kıymetine veya ondan başkasıyla iktifa etmek gibi hususlara bakmaya gelir. Böylece evin eşyasının bakırdan veya çamurdan olması, adedi ve kıymeti de tahdid edilemez, Hergün muhtaç olduğu eşyalarla senede bir defa muhtaç olduğu kış aletleri veya ancak iki senede bir muhtaç olacağı şeylere bile herhangi bir hudut getirilemez. Bunların hiçbirinin muayyen bir sınırı yoktur. Burada en çıkar yol, Hazret-i Peygamber'in 'Seni şüpheye düşüreni bırak, şüpheye düşürmeyene sarıl!' sözünü düstur edinmektir. Bütün bunlar şüpheye sebep olan yerlerdir. Eğer müftü, birşeyde herhangi bir çıkar yolu seçmeyip durursa, burada durmaktan başka çıkar yol yoktur. Eğer müftü zan ve tahmin ile fetva verirse, takva yolu tevakkuf etmektir Bu, takva yerlerinin en mühimidir.
Akrabaların nafakası, zevcelerin giysileri, fukaha ve ulemanın, devlet hazinesinden kifayet edecek kadar verilmesi vacib olan nafakaları hakkında da durum böyledir. Çünkü burada iki taraf vardır. Bu taraflardan biri eksik; diğeri ise, fazla ve zaiddir. Bu iki taraf arasında şahsa ve duruma göre değişen birtakım şüpheli haller vardır. İhtiyaçlara hakkıyla muttali olansa, ancak Allahü teâlâ'dır.
Beşer hiçbir zaman, ihtiyaçların hadlerini çizemez. Mekke batmanından az olan miktar, şişman bir adamın günlük ihtiyacından azdır; üç batmandan fazla olanı da ihtiyacından fazladır. Bu iki şey arasındaki durumların hudutları ise, hiçbir zaman tâyin edilemez. Bu bakımdan muttaki bir kimse, kendisini şüpheye sürükleyeni bırakıp şüphesiz olana sarılmalıdır.
Bu durum, Arapça ile bilinen bir sebebe bağlı her hükümde câridir. Zira ne Araplar ve ne de diğer dil mensupları, dillerinin mânâlarını muayyen ve karşı ihtimallere son veren bir hududla tahdid etmiş değildirler: Altı kelimesi gibi; zira altı kelimesi hiçbir zaman beş ve daha aşağısına ıtlak olunmadığı gibi yedi ve daha yukarısına da ıtlak olunamaz.
Hesap ve ölçülerin diğer kelime ve lafızları da böyledir. Fakat kelimeler böyle değildir. Gerek Allah'ın Kitabı'nda, gerek Hazret-i Peygamber'in hadîslerinde hiçbir lafız yoktur ki, karşılıklı tarafları arasındaki orta derecelerine şüphe ârız olmasın. O halde, bu fenne en fazla vasiyetler ve vakıflar bahsinde ihtiyaç hissedilir. Meselâ sûfîler66 için vakfedilmesi sahih olan birşeyi ele alalım: Acaba sufi teriminin mânâsına kimler dahil olur? İşte bu, girift ve çözülmesi zor bir problemdir.
Diğer terimler de böyledir. Biz hususî olarak sûfi teriminin neyi iktiza ettiğine işaret edip onunla lafızlardaki tasarruf yolunu belirtmeye çalışacağız. Aksi takdirde bütün lafızlardaki tasarruf yolunu teker teker saymak mümkün değildir. İşte bunlar, sürtüşen alâmetlerden fışkıran şüphelerdir ki ters düşen iki tarafa da çekmektedirler! Helâl tarafı zann-ı galib veya istishab ile tercihe değer bulunmadığı takdirde bunlardan sakınmak gerekir. Bu durumu Hazret-i Peygamber'in 'Seni şüpheye sürükleyeni bırak, şüpheye düşürmeyene sarıl!' hadîs-i şerifi ve bahsi geçen diğer deliller gerektirmektedir. İşte bunlar şüphe mahalleridir ve bir kısmı diğerinden daha şiddetlidir. Eğer tek şeyin üzerinde birçok şüphe sırt sırta veriyorsa, o zaman iş daha da şiddetlenir. Meselâ kişi helâl olup olmadığı hususunda ihtilâf olan bir yiyecek maddesi alır. Bu madde, aynı zamanda cum'a ezanı okunduktan sonra içki yapan (zimmî) bir kimseye satılan üzümün bedelidir. Satan kimsenin malı da haram ile karışıktır; fakat haram kısmı, malının çoğu değildir. Ancak haramın karışmasıyla malı şüpheli olmuştur. İşte böylece şüphelerin sırt sırta vermesi, o şüphelileri yapmayı daha da şiddetlendirir.
Bu mertebeler, üzerinde nasıl durulacağı bizce bilinen birkaç mertebe ve derecedir. Fakat beşer kuvveti bunları teker teker saymaya yetmez. Bizim bu izahımızdan anlaşılanı tutmalı, durumu şüpheli olandan da sakınmalıdır. Çünkü günah, kalbi şüpheye düşürendir. Biz nerede kalpten fetva istenilmesi gerektiğini söylemişsek, mutlaka orada müftünün o şeyi mübah kılmasını irade etmişizdir; yani insan ancak müftünün, mübah olduğunu söylediği şeyleri işleyip işlememesi hususunda kalbinden fetva isteyebilir. Müftü, o işin haram olduğunu söylediği zaman ise ondan mutlaka çekinmek gerekir. Bu durumda artık kalpten fetva istenmez. Bu hakikatten sonra bilinmelidir ki her kalbe güvenilemez; çünkü öyle vesveseli kimseler vardır ki, herşeyden kaçar; aynı zamanda geniş mezhepli ve herşeye yatkın nice oburlar da vardır. İşte bu iki tipin kalbine itimat edilmez. Ancak muvaffak olan ve durumların inceliklerini murakabe eden âlimin kalbine itibar edilebilir. Böyle bir kalp, gizli emirlerin imtihanında kullanılan mihenk taşıdır. Kalpler içinde böyle bir kalbin nadir bulunduğu besbellidir. Bu bakımdan kalbine güvenemeyen kimse, yukarıda zikrettiğimiz niteliklere sahip olan bir kalpten yardım istesin. Problemini o kalbe arzedip ondan ilham alsın. Zebûr'da şöyle vârid olmuştur: Allahü teâlâ, Davud'a şöyle vahyetti: "İsrâiloğulları'na de ki 'Ben sizin namazınıza ve orucunuza bakmam. Sadece kişinin birşey hakkında şüphelendiğinde onu benim için terkedip etmeyeceğine bakarım. Evet, ben yalnızca buna bakarım'. Onu yardımımla destekler ve kendisiyle meleklerime karşı iftihar ederim".
33) Buhârî ve Müslim, (Nu'man b. Beşir'den)
34) Buhârî ve Müslim
35) Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
36) İmâm-ı Ahmed
37) İbn Hıbbân, Beyhakî, (Abdurrahman'dan) ; Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce, (Sâbit b. Zeyd'den bir benzerini) . Buhârî'ye göre Sâbit hadîsi daha sahihtir.
38) Bu hadîs Hazret-i Âişe'den değil, Musa b. Ebî Âişe'den, o da Ebû Rezin'den rivâyet etmiştir. Buhârî'ye göre hadis, mürseldir.
39) Buhârî ve Müslim, (Adiyy b. Hâtem'den)
40) Buhârî ve Müslim. Ganimetten çalınan aba meselesi; Buhârî, (Abdullah b. Ömer'den)
41) Bu durum bellidir ve bundan sonra gelen Câbir hadîsi de buna delâlet etmektedir. (Irakî)
42) Daha önce geçmişti.
43) Müslim, (Câbir'den)
44) Buhârî, (Abdullah b. Ömer'den)
45) Ebû Dâvud, Mesâî ve İbn Hâce, (Zeyd b, Hâlid'den)
46) Bu çetenin başı Müslim b. Ukbe idi. Önce Medine'yi şiddetli bir şekilde muhasara etti. Sonra da üç gün üç gece yağma edilmesini; fısk ve fücur ve öldürmeyi emretti. Sonunda Medinelilerle -Yezid'e tâbi olmaları şartıyla barış yapıp, onlara aman verdi. Oradan Mekke'ye gidip Abdullah b. Zübeyri muhasara altına aldı. Yezid'in ölüm haberini aldığı zaman Mekke'den çekildi. (İthaf 'us-Saade, VI/43)
47) Faizli altı şey Müslim ve Buhârî'nin ittifakıyla şunlardır: Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz.
48) Çift cinsiyetli kimse
49) Müellifin söylediği zorluk sözkonusudur ve kabul edilir. Fakat 'Böyle birşey tasavvur dahi edilemez' sözü ise, yerinde bir söz değildir. Çünkü örfen ve emniyet bakımından sultan her kabileye, belki her şehrin her mahallesine bazı memurlar tayin eder ve bunlar da bütün halka ayda bir kez veya gerekirse birkaç kez» muhtaç oldukları miktarı adaletle taksim edebilirler. Bu, saltanat sahipleri için imkansız değildir. Ancak İslâmî kaideler çerçevesinde olması da gereklidir. (İthâfu's-Saâde, VI/50)
50) Bu ihtilâflı bir meseledir. İmâm Ebû Hanîfe'nin ashâbı ve Mu'tezile, kâfirlerin şer'î emirlerle mükellef olmadıklarını savunmaktadırlar, İmâm-ı Şâfiî ve ashâbına göre ise kâfir, şeriatın şer'î meseleleriyle mükelleftir. Bir kavle göre de şeriatın yasaklarıyla mükellef, emirleriyle mükellef değildir. (İthâfu's-Saâde, VI/51)
51) Şeriat, münasib'e bazen itibar eder; bazen de onu hükümsüz sayar. Bazı durumlarda ise münasibin şeriattaki durumu bilinmemektedir. İşte bu üçüncü kısma mesâlih-i mürsele denir. Buna aynı zamanda 'münâsib-i mürsele' de denir. Mesâlih-i mürsele'nin delil olup olmaması hususunda çeşitli görüşler vardır.
52) İmâm Muhammed'e göre her mekruh haramdır; fakat hakkında nass olmadığı için haram ismini almamıştır. İmâm Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf a göre ise kendilerinde deliller çatıştıkları için mekruhlar, haram değil, harama yakındır. Kerâhet-i tenzîhiye, helâle daha yakındır. Mekruhun harama nisbeti, vâcibin farza nisbeti gibidir. (İthâfu's-Saâde,VI/54)
53) Müslim, (İbn Mes'ûd'dan)
54) Kitab'ul-İlim'de geçmişti.
55) Hazret-i Ömer bu zatı Kûfe valisi olarak tayin etmiş, H. 21 senesinde de azletmiştir. Ammâr b. Yâsir'den sonra tekrar tayin etmiş, tekrar azletmiş ve sonra da getirdiği malın yarısını elinden almıştır.
56) Bu hadîsteki müftülerden gaye, 'kalp ehli' olmayan Ehl-i Sünnet âlimleridir. (İthâfu's-Saâde, VI/60)
57) 'Şiddetli gidene şiddet gösterilir' ve 'Bu dinle güreşen ve şiddetli giden sonunda mağlup olmuştur'. Bu hadisler Sahih'te varid olmuştur. (İthaf us-Saade)
58) Müslim ve Buhârî, (İbn-i Abbâs'tan)
59) Muğîre b, Şu'be b. Mes'ud, Sakafî kabilesine mensup meşhur bir sahabîdir. Önce Basra valiliğine, daha sonra da Kûfe valiliğine tayin edilmiştir. H. 50 senesinde vefat etmiştir.
60) İmâm Irakî, bu hadîsi bu şekilde görmediğini söylemiş ve şöyle devam etmiştir: 'Meşhurdur ki, bu yasak iç yağları hususunda vârid olmuştur'.
Müslim ve Buhârî, (Hazret-i Câbir'den) ; 'Allah yahudileri kahretsin! Çünkü Allahü teâlâ kendilerine iç yağlarını haram kıldığı halde, onlar onu erittikten sonra sattılar ve bedelini yediler'.
61) Bir önceki bölümde geçmişti.
62) İmâm-ı Şâfiî, besmele unutularak veya kasden terkedilse bile o hayvanın etinin yenebileceğini söylemiştir. İkinci bir fetvası yoktur. İmâm Ebû Hanîfe'ye göre kasden terkedilirse yenmez; unutularak terkedilirse yenir. İmâm-ı Mâlik'e göre kesilen hayvanın hükmü avlanan hayvanın hükmü gibidir. İmâm-ı Ahmed'e göre ise kasden terkedildiğinde yenmez; unutularak
63) Müslim ve Buhârî, (Adiyy b. Hâtem'den)
64) Müellif bu hükmü İmâm Harameyn'den alır. (Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Hıbbân, Hâkim ve Taberânî) . Abdülhak bu hadîsin bütün senedleriyle ihticac edilemeyeceğini söylemiştir.
65) Nazzam için Mu'tezile'nin şeytanlarından olduğu söylenmiştir. Felsefe kitaplarını incelemiş ve onların görüşlerini Mu'tezile'nin görüşleriyle karıştırmıştır. (İthâfu's-Saâde, VI/73)
66) O dönemde, tekkehanelerde hayatını ibadet, zikir, tesbih ve benzerleriyle meşgul olmaya vakfeden kimseler.
Sana bir yiyecek veya bir hediye takdim edenin veya kendisinden birşey satın almak istediğin veyahut da hibesini kabullendiğin herkesin halini tedkik ve teftiş etmeye ve onlara 'Bana verdiğin bu malın helâl olduğuna dair, kanaatim tam değildir; bu bakımdan almam' demeye yetkin yoktur. Diğer taraftan tedkik ve tahkiki tamamen bırakmaya, kesinlikle haram olduğunu bilmediğin şeyi almaya da yetkili değilsin. Sorup tedkik etmek bazen farzdır; bazen haram veya mendup ve bazen de mekruhtur. O halde bunun açıklanması gerekir:
Bu konuda sadra şifa verici söz şudur: Sorunun zannedildiği yerler, şüphe yerleridir; şüphenin menşe' ve kaynağı ise ya mal ile ya da mal sahibiyle ilgilidir.
İnsanın bilgisine göre mal sahibinin üç durumu vardır:
a) Meçhul olması.
b) Meşkûk ve şüpheli olması.
c) Delile istinad eden bir nevi zan ile mâlûm olması.
Birinci durum, meçhul olmasıdır. Meçhul, üzerinde paralı askerlerin giysisi gibi, fâsıklık ve zulmüne delâlet eden herhangi bir karîne ve delil bulunmadığı gibi, sâlih olduğuna delâlet eden herhangi bir delil de bulunmayan kimsedir. Salih olduğuna delâlet eden delil; tasavvuf ehlinin, ticaret erbabının, ilim sahibinin ve benzerlerinin giyim kuşamı gibi şeylerdir. Bu bakımdan yabancı bir köye girdiğinde orada ilk defa gördüğün ve durumu sence mâlûm olmayan ve aynı zamanda kendisinin salih veya fâsık olduğuna delâlet eden herhangi bir alâmet de bulunmayan kişi sence meçhuldür. Aynı şekilde garip bir memlekete veya bir pazara girdiğin zaman orada gördüğün, fırıncı, kasap veya başka bir sanatla iştigal eden ve fakat kendisinin şüpheli veya hain olduğuna delâlet eden herhangi bir alâmet-i fârika bulunmadığı gibi, öyle olmadığına dair de bir alâmet bulunmayan kişi de meçhuldür; hâli senin tarafından bilinmemektedir. Biz böyle bir kişinin şüpheli olduğunu söyleyemeyiz; çünkü şüphe, iki zıt ve karşılıklı sebepleri olan inanç ve itikaddan ibarettir. Oysa fakihlerin çoğu, bilinmeyen ile hakkında şüphe edilen arasında fark bulunduğunu idrâk edememektedirler. Sen ise bu söylediklerimizden anladın ki, bilinmeyenin terki takvaya daha yakındır.
Yûsuf b. Esbat şöyle der: 'Otuz seneden beri kalbimde azıcık bir şüphe uyandıran şeyleri hemen terkederim'.
Ulemadan bir cemaat, âmellerin en zorunun hangisi olduğunu müzakere etmişler ve sonunda bunun takva olduğunu söylemişlerdir. Bunun üzerine Hasan b. Ebî Sinan onlara şöyle demiştir. 'Bence takvadan daha kolay birşey yoktur; çünkü ne zaman kalbimi kurcalayan birşey olsa onu terkederim'.
İşte bu, takvanın şartıdır. Biz ise, şimdilik yalnızca zâhirin hükmünden bahsederek şöyle deriz: Meçhul kimse sana herhangi bir yiyecek maddesi takdim eder veya bir hediye verirse veya onun dükkânından birşey satın almak istediğinde sorman ve tedkik etmen gerekmez. Aksine malın onun elinde bulunuşu ve onun da müslüman oluşu, o malı almanı mübah kılmaya yetecek iki delildir. Sen, İnsanlarda fısk, zulüm ve fâsıklık galiptir' demeye yetkili değilsin. Çünkü böyle demek, vesveseden ve o müslüman hakkında su-i zanndan ibarettir. Oysa zannların bir kısmı günahtır. Müslüman olduğu için onun hakkında su-i zannda bulunmaman gerekir. Eğer onun hakkında tayin ederek su-i zannda bulunur ve bunu da başkasından görmüş olduğun ahlâksızlığa dayandırırsan, o zaman ona karşı suç işlemiş olursun. Bir de onu herhangi bir şüphe bulunmaksızın tenkid ettiğin için günahkâr olursun. Eğer böyle yapmayıp da ondan o malı almış olsaydın, yalnızca o malın haram olup olmadığı şüpheli olurdu. (Böyle şüpheli bir malı almak, ortada hiçbir şey yokken muayyen bir şahıs hakkında su-i zannda bulunmaktan daha ehven olsa gerektir) . Bunun böyle olduğuna ashâb-ı kirâmın gazâ ve sefer esnasında haramın mevcut olduğu muhakkak olmasına rağmen köylere indiklerinde kendilerine yapılan ikramı reddetmemeleri, memleketlere girdiklerinde, oralardaki pazarlardan alış-veriş yapmaktan sakınmamaları delâlet eder.
Yine bu duruma rağmen onların ancak şüpheli olan şeylerin durumunu sordukları hakkında gelen nakiller de buna delâlet eder. Çünkü Hazret-i Peygamber, kendisine getirilen herşeyin durumunu sormazdı. Medine'ye ilk gelişinde kendisine getirilen şeylerin durumunu 'Bu zekât mıdır, yoksa hediye mi?' diye sorardı. Çünkü o zamanki durumun karînesi, getirilen şeyin zekât olma ihtimaline delâlet etmekteydi. Bu karîne de, muhacirlerin fakir oldukları halde Medine'ye akın etmeleridir. Bu bakımdan muhacirlere ikram edilen şeylerin zekât olma ihtimali büyüktü. Verenin müslüman olması ve malın onun elinde bulunması, o malın zekât olmayışına delâlet etmez. Hazret-i Peygamber çağrıldığı ziyafetlere icabet eder ve o ziyafetin sadaka olup olmadığını sormazdı; çünkü zekâtı ziyafet olarak vermek âdet değildir.
Ümmü Süleym67 Hazret-i Peygamber'i davet etmiştir; nitekim bu durum Enes b. Mâlik'in rivâyet ettiği hadîste vardır. Yine bir terzi, Hazret-i Peygamber'e içinde kabak bulunan bir yemek takdim etmiştir. 68
Bir keresinde de Fârisî asıllı bir kişi Hazret-i Peygamber'i dâvet etmişti. Hazret-i Peygamber ona şöyle demişti:
- Âişe ile beraber mi geleyim?
- Hayır!
- O halde ben de gelmem!
Sonra adam Hazret-i Peygamber'i tekrar dâvet etti. Hazret-i Peygamber ile Âişe validemiz, adamın evine giderken yolda yarış ettiler. Adam onlara eritilmiş iç yağı ikram etti Hazret-i Peygamber'in bu dâvetlerin hiç birinde 'Acaba bize takdim edilen yemek, zekât mıdır, hediye midir?' diye sual sorduğu nakledilmemektedir.
Hazret-i Ebû Bekir, kölesinin durumundan şüphelendiği zaman, kazancını sormuştur. Hazret-i Ömer de kendisine zekât develerinin sütünden içiren kişinin durumundan şüpheye düştüğü zaman, o sütün nereden getirildiğini sormuştur. Çünkü o sütün tadının daha önce içirilen sütlerin tadından değişik olduğunu farketmişti. İşte bunlar şüphenin sebepleridir. Meçhul bir kimsenin ziyafetine rastlayıp da tedkik etmeksizin ona icabet eden kimse âsî olmaz, Eğer o adamın evinde fazla süs ve çok mal gördüğünde 'Helâl azdır, bu ise çoktur. Bütün bunlar helâldan nasıl böyle derlenebilir?' diyemez. İhtimal ki bu şahıs malı miras yoluyla veya çalışıp kazanmak suretiyle edinmiştir.
Bu bakımdan böyle bir şahıs hakkında hüsnü zann etmek gerekir. Ben bu hükme ilâve yaparak derim ki, kişinin, o malın nereden geldiğini sorma yetkisi yoktur. Eğer takva sebebiyle midesine, nereden geldiği belli olmayan birşeyi sokmak istemiyorsa bu güzel bir harekettir. Ancak bunu, şüphelendiğini sezdirmeden, güzel bir yolla yapmaya çalışmalıdır. Eğer mutlaka yemesi gerekiyorsa 'Sen bu malı nereden aldın?' demeksizin yemelidir; zira sormak, mal sahibine eziyet verip onun nefretine sebep olur. Herhangi bir müslümana karşı böyle hareket etmek ise, şeksiz şüphesiz haramdır.
Eğer 'Belki adamcağız böyle bir sualden alınmaz' dersen, cevap olarak deriz ki: ('Belki alınmaz' ihtimali olduğu gibi) 'Belki alınır' ihtimali de mevcuttur. Sen belki'den sakınarak soruyorsun. Eğer belki ile ikna olursan (deriz ki) belki de malı helâldir. Sonuç olarak herhangi bir müslümana eziyet vermek, günah bakımından, şüpheli veya haram birşeyi yemekten daha az birşey değildir! İnsanların çoğu, karşısındaki adamın, sahip olduğu malları tedkik ve teftiş ettiğini sezer sezmez ürker ve böyle bir hareket nefretini mucib olur. Mal sahibinin durumunu onun haberi olduğu halde başkasından sormak caiz değildir. Çünkü mal sahibi, böyle bir durumda daha fazla incinir ve ürker. Eğer mal sahibinin durumunu onun haberi olmadığı halde, başkasından sorarsa, o vakit de mal sahibi hakkında su-i zannda bulunup onun perdesini yırtmış olur. Aynı zamanda böyle bir harekette mal sahibinin durumunu araştırmak sözkonusu olduğu gibi her ne kadar ortada açıkça bir gıybet yoksa da gıybeti benimsemek de sözkonusudur. Bütün bu durumlar, Allahü teâlâ'nın şu ayetinde yasak olarak ilân edilmiştir:
Zannın çoğundan sakınınız; çünkü zannın bazısı günahtır. Sakın tecessüs etmeyin; (insanların ayıplarını araştırmayın, gizliliklerini açığa çıkarmayın) ve sakın bir kısmınız diğer kısmınızı gıybet etmesin. (Hucurât/12)
Nice cahil zâhid vardır ki, başkasının gizli taraflarını sözde dindarlığın icabı imiş gibi araştırmak suretiyle kalpleri kendisinden nefret ettirir. Muhâtabına kırıcı, katı bir şekilde konuşur. Şeytan onun bu hareketini kendisine, 'Helâl yiyorum' şeklinde şöhretinin yayılmasına taraftar olduğu için güzel göstermektedir! Eğer onu hareket ettiren şey hakîkaten dinin katıksız duygusu olsaydı, herhangi bir müslümanın kalbini kırmak kendisine, nereden geldiğini bilmediği birşeyi yemekten daha korkunç gelecekti. . .
Çünkü bilmediği birşeyi yemekten dolayı muâheze edilmez. Zira ortada sakınmasını gerektirecek herhangi bir belirti ve alâmet yoktur.
Takva yolu, yemeyi tecessüs etmeksizin terketmektir; yemenin gerekli olduğu zaman da, yemek ve sahibi hakkında hüsn-ü zannda bulunmaktır. İşte ashâb-ı kirâmın bilinen durumu böyleydi. Takvada ashâb-ı kirâmdan daha ileri gitmeye çalışanlar, sapıtan birer bid'atçıdırlar! Bunlar hiç de selefe tâbi olmuş kimseler değildirler. Yeryüzünde bulunan herşeyi Allah yolunda infak etse bile, hiç kimse ashâb-ı kirâmın Allah için verdiği bir avuç veya yarım avuç sadakasının sevabını dahi elde edemez. Ashâb-ı kirâmın durumu nasıl böyle olmasın? Çünkü Hazret-i Peygamber, Berîre'nin (veya Büreyre) yemeğinden yemiş; 'Bu yemek zekâttandır' denildiği zaman da şöyle buyurmuştur:
O Büreyre için zekât, bizim içinse (Büreyre'nin malı olması dolayısıyla) hediye sayılır. 69
Görülüyor ki, Hazret-i Peygamber 'O zekâtı Büreyre'ye kim verdi?' diye sormamıştır. Zekâtı veren kendisinin meçhulü olduğu halde Hazret-i Peygamber o maldan yemekten çekinmemiştir.
İkinci durum: Şüphe uyandıran bir sebepten dolayı meşkûk olmasıdır. Biz önce şüphenin suretini, sonrada hükmünü zikredelim. Şüphenin sureti, herhangi bir delilin adamın elindeki malın haram olduğuna delâlet etmesidir. Bu delil, adamın ya yaratılışından, ya elbisesinden, ya giyinişinden, ya fiilinden ya da sözünden olabilir. Yaratılışından olan delil, zulmedenlerin ve göçebelerin tipinde olmasıdır; çünkü bunlar, zulüm ve yol kesmekle şöhret bulmuşlardır. Ayrıca bıyığının uzun veya saçlarının, ehl-i fesâdın yaptığı gibi sağa sola dağınık olmasıdır. Elbiselerle ilgili delile gelince; bu, aba ve kalansuve (fes) giymek, hükümdarların yardımcılarından olan zulüm ve fesad ehlinin kisvesine bürünmektir. Fiil ve kavl ile ilgili delile gelince; bu da kişinin helâl olmayan şeyleri mülk edinmesini müşahede etmektir. Adamın böyle hareket etmesi, onun malda müsahaleci olduğuna ve helâl olmayanı da edindiğine delâlet eder.
İşte bu saydıklarımız şüphe yerleridir. Bu bakımdan kişi böyle bir kimseden herhangi birşeyi satın almak istediği veya hediye aldığı veya o kimsenin ziyafetine gittiği zaman, adam tanıdık değil ve hali de kişinin nezdinde meçhulse ve saydığımız alâmetlerden herhangi biri de yoksa malın kendi elinde bulunması, onun mülkü olduğuna delâlet eder denilme ihtimali olabilir. Fakat bu delâletler zayıftır. Böyle bir malı satın almak, kabul etmek ve yemek caizdir; terketmek ise takvadandır. İhtimal ki, şöyle denilsin: 'malın adamın elinde bulunmasının onun mülkü olmasına delâlet etmesi zayıftır. Diğer taraftan bu zayıf delile karşılık olarak bunun benzeri zayıf bir delil karşı çıkmış ve böylece şüphe uyandırmıştır. O halde, onu tedkik ve tahkik etmeksizin kabullenmek, caiz değildir'. Zaten biz de bunu tercih etmekteyiz ve bu şekilde fetva vermekteyiz; çünkü Hazret-i Peygamber 'Seni şüpheye düşüreni bırak; şüpheye düşürmeyene sarıl!' buyurmuştur. Bu hadîsin zâhiri, Hazret-i Peygamber'in şüpheli şeyleri bırakmayı emrettiğini ifade eder; her ne kadar bu emrin istihbabî bir emir olma ihtimali varsa da. . .
Çünkü Hazret-i Peygamber daha önce geçtiği gibi başka bir hadîsinde 'Günah, kalpleri şüphelendiren şeydir buyurmuştur. Böyle bir mal ise, kalpte, inkâr edilemeyecek derecede şüphe uyandırır. Üstelik de Hazret-i Peygamber malı getirene şöyle sormuştur: 'Getirdiğin zekât mıdır, yoksa hediye midir? Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk da hizmetçisine 'Bu sütü nereden getirdin?' diye sormuştur. Aynı soruyu Hazret-i Ömer de daha önce geçtiği gibi sormuştur. Bütün bu sualler, şüphe yerinde tevcih edilen suallerdir. Bunu takva üzerine hamletmek mümkün ise de, bu ancak hükmî bir kıyas ile olabilir. Kıyas ise, böyle bir malın helâl olduğuna şahidlik edemez; çünkü malın adamın elinde bulunması ve adamın da müslüman olması, yalnızca o malın kendisine ait olduğuna delâlet eder. Böyle bir delile karşılık olarak, söylediğimiz deliller çıkıp şüphe uyandırdılar, Bu bakımdan deliller karşı karşıya gelip çarpıştığı zaman, malın ille de haram olmasına herhangi bir dayanak kalmaz.
Malın adamın elinde olmasının ve istishabın hükmü, herhangi bir alâmete dayanmayan bir şüphe ile terkedilemez. Şöyle ki, bozulmuş bir suyun bu bozukluğunun orada uzun zaman durmasından ileri gelme ihtimali vardır. Ancak o suyun içine bir geyiğin işediğini görürsek bu bozulmanın ondan ileri gelme ihtimali de ortaya çıkar. Böylece biz de istishabı (birşeyi eski durumunda bırakmayı) terkederiz. Bizim bu istishabı terkedişimizle elimizdeki misal birbirlerine çok yakındırlar. Ancak bu delâletler arasında tefavüt ve ayrılık vardır. Çünkü bıyıkların uzatılması, kebâ denilen elbisenin veya zâlimlerin yardımcılarının kıyafetinin giyilmesi de malı zulmen aldığına delâlet eder.
İlâhî nizama muhalif düşen fiil ve söze gelince; eğer bir mal ile zulmedilmekle ilgili iseler, bunlar da zâhir delil olurlar. Nitekim başkasının malını gasbetmeyi ve zulmetmeyi emrettiğini veya riba akdini yaptığını adamın kendisinden dinlediğimiz gibi. Adamın öfkeli olduğu bir anda başkasına küfrettiğinin veya yanından geçen bir kadına devamlı olarak baktığının görülmesinin onun elindeki malın haram olmasına delâlet etmesi pek zayıftır. Çünkü nice insan vardır ki, malı ararken kılı kırk yarar ve yalnızca helâl şeyleri kabul eder. Bununla beraber öfkelendiği zaman ve şehveti kabardığı an nefsine hâkim olamaz. Bu bakımdan bu farka dikkat etmek gerekir. Bu durum, kolayca zabt u rapt altına alınamaz. O halde kul, böyle durumlarda kalbinden fetva istemelidir. Ben derim ki, bu durum meçhul bir kimsede görüldüğünde hükmü ayrıdır. Eğer Kur'ân okumasında, namaz ve abdestinde muttakî bilinen bir kimsede görüldüğünde de ayrı bir hükmü vardır. Mala nisbetle iki delil çarpıştığı zaman, ikisi de düşer. Kişi, durumu meçhul bir kimse gibi olur; zira iki delilden ikisi de malla özel olarak ilgili değildir. Mal hususunda takvaya kaçan nice kimseler vardır ki, başka hususlarda hiç de dikkatli davranmazlar ve yine namaz, abdest ve Kur'ân okumak hususunda iyi hareket eden nice kimseler vardır ki ele geçirdiklerini sormadan yutarlar. Bu bakımdan bu yerlerde hüküm, ancak kalbin doğruluğuna meylettiği şekildedir. Çünkü bu, kul ile Allah arasında bulunan bir emirdir. Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği gizli bir sebebe bağlı olması da uzak bir ihtimal değildir. Bu, kalbin elem duymasının hükmüdür. Sonra başka bir inceliğe dikkat etmelidir.
Bu delillerin delâleti, ancak malın çoğunun haram olduğuna delâlet etmesi halinde nazar-ı itibara alınır. Meselâ, kişinin zâlimlere yardım eden askerlerden veya sultanın memurlarından olması veya matemlerde matem havasını idare etmek veya şarkı söylemek suretiyle para kazanan kadınlardan olmasıdır. Eğer delil, adamın malında haramın az olduğuna delâlet ederse, o vakit adamla herhangi bir iş yapan müslümana sormak, 'Bu mallar helâlinden midir, haramdan mıdır?' şeklinde izahat istemek farz olmaz. Ancak böyle bir durumda sormak takvadan sayılır.
Üçüncü durum: Bir nevi tecrübe ve temas neticesinde durumun mâlûm olmasıdır. Şöyle ki, malın helâl veya haram olmasının bilinmesini gerektirecek derecede bir temas ve deneme vardır. Meselâ zâhirde adamın âdil, dindar ve salih bir kimse olduğunu bilmek gibi. . . Bu adamın, iç âleminde görünüşünden apayrı bir durumda olması mümkündür. İşte böyle bir kişinin malını sormak gerekmez ve caiz de değildir; tıpkı durumu meçhul olan kimse bahsinde olduğu gibi. . . En uygunu; böyle bir durumda bu adamla her sahada çekinmeden alıp vermek ve muamelede bulunmaktır. Hatta böyle biri ile çekinmeden muamelede bulunmak, durumu meçhul bir kimsenin yemeğini çekinmeden yemekten daha doğru ve şüpheden de daha uzaktır. Çünkü meçhul bir kimsenin yemeğini çekinmeden yemek, haram değil ise bile takvadan uzaktır. Salih kimsenin yemeğini yemek ise, peygamberlerin ve velîlerin âdetidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sadece muttakîlerin yemeğini ye ve senin yemeğinden de sadece muttaki kimseler yesin.
Adamın zâlimlerin yardımcısı veya sesi, oyunu ve çalgısıyla kazanan biri veya faizci olduğu; heyetine, şekline, elbisesine bakmaya lüzum kalmaksızın, tecrübe ile bilindiği zaman şüphe yerinde olduğu gibi burada sormak da farz olup kaçınılmaz bir hale gelir. Hatta bu, şüphe yerinde sormaktan daha evlâdır.
Bu kaynakta şüphe, mal sahibinin durumuna değil, malın durumuna dayanır. Şöyle ki, helâl ile haram birbirine karışmıştır. Mesela herhangi bir çarşı esnafının, çarşıya gelen birkaç yük gasp malından satın almaları gibi. . .
Bu durumda bu hâdisenin cereyan ettiği memlekette alıcıların, satın aldıkları malın durumunu sormaları farz değildir. Ancak satıcıların elindeki malın çoğunun haram olduğu anlaşılırsa sormak farz olur. Eğer malın en çoğu haram değilse, sormak farz olmaz; fakat takvadandır. Büyük çarşılar memleket hükmünde gibidir. Malın çoğu haram olmadığı takdirde sormanın ve tedkik etmenin farz olmadığının delili şudur: Ashâb-ı kirâm, pazarlarda riba parası, ganimetten çalınmış ve benzerleri paralar ve mallar bulunduğu halde alış-veriş yaparlar ve hiçbir akidde sormazlardı. Satın aldığı malın durumunu sormak, pek nadir olarak ve sadece sahabenin bazılarında görülmüştür. Bu da muayyen şahıslar hakkında ve şüphe yerlerinde olurdu. Ashâb-ı kirâm daha önceden müslümanlarla muharebe edip onların mallarını alan kâfirlerle savaşır ve bu savaştıkları kâfirlerin mallarını da ganimet olarak alırlardı. Böylece ganimet olarak aldıkları malların daha önce müslümanlardan alınan mallar olması ihtimali vardır. Böyle bir malın meccanen alınması bütün ulemanın ittifakıyla helâl değildir. Hatta İmâm-ı Şâfiî'ye göre, sahibine geri verilir. Ebû Hanîfe'ye göre sahibinin, fiyatını vererek onu geri alması daha evlâdır. Fakat buna rağmen ashâb-ı kirâmın böyle bir mal hususunda tedkikte bulundukları nakledilmiş değildir.
Hazret-i Ömer, Azerbaycan'a (oradaki orduya) şöyle yazmıştır: 'Siz murdar olmuş hayvanların da kesildiği bir memlekette bulunuyorsunuz. Bu bakımdan kesilen malı murdarından ayırdetmeye dikkat edin!'
Böylece Hazret-i Ömer, orada bulunan orduya bu hususta sormaya izin verip bunu emretmiştir. Fakat o malların karşılığı olan paraların nereden geldiğim sormayı emretmemiştir; çünkü o memlekette yaşayanların paralarının çoğu murdar hayvan derilerinin karşılığı değildir; her ne kadar orada murdar hayvan derileri satılmakta ve hatta satılan derilerin çoğu murdar hayvanların derileri ise de. . . İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Siz, kasaplarının çoğu ateşperest olan bir memlekette bulunuyorsunuz. Bu bakımdan kesilenle kesilmeyen hayvanı ayırdedin!'
İbn Mes'ûd, bu emriyle, sormayı çokluğa bağlamış olmaktadır.
Bu bölümün iyice anlaşılması için, birçok misaller vermek ve âdetlerde vukû bulan birçok meseleleri ortaya koymak gerekir. Bu bakımdan bu meseleleri ortaya koymaya çalışacağız:
Muayyen bir şahıs vardır ki malına haram karışmıştır. Herhangi bir dükkânda, gasbedilen yiyecek maddelerinin veya yağma edilen malların satılması; kadının, reisin, valinin veya fakîhin maaşının zâlim bir sultandan gelmesi gibi. Bu adamın babasından kendisine miras olarak kalan veya çiftçilikten, ticaretten elde ettiği veyahut sahih muamelelerle alış-veriş yaparak kazandığı bir miktar malı da vardır. Bu durumlarda, eğer kişinin malının çoğu haram ise, onun ziyafetinden yemek caiz olmadığı gibi hediyesini ve sadakasını da ancak tedkik ve teftişten sonra kabul edebilir. Eğer alınan malın, helâl bir yönden elde edilmiş olduğu anlaşılırsa alınır; aksi takdirde terkedilir. Eğer haram daha az ve malın haram olup olmadığında da şüphe varsa; böyle bir durumda biraz düşünmek gerekir; çünkü bu, iki rütbe arasında bir rütbedir. Biz daha önceden 'Eğer kesilmiş bir hayvan meselâ on tane murdar hayvana karışsa hepsinin etini yemekten sakınmak farzdır' demiştik. İşte bu mesele, bir taraftan tıpkı ona benzer. Şöyle ki; tek kişinin malı mahsur ve sayılıdır. Hele malı sultanlarınki gibi çok değilse, sayılı oluşu daha da bariz bir şekil alır. Bu mesele, aynı zamanda o meseleye bir yönden de ters düşmektedir. Zira ölü hayvanın şu andaki varlığı yakînen bilinmektedir. Helâl mala karışan haramınsa halihâzır da adamın elinden çıkmış olma ihtimali vardır. Eğer mal az ve haram kısmın el'an adamın elinde bulunduğu da kesinlikle bilinirse, bu mesele ile murdar olmuş hayvanlara karışan kesilmiş hayvanın meselesi bir olur. Eğer mal çok ve haram kısmın da el'an olmaması ihtimali varsa, bu durumda mesele murdar hayvanlara karışan kesilmiş hayvan meselesinden daha hafif olur. Fakat çarşılar ve memleketlerde benzeyiş vardır. Ancak murdar hayvanlar meselesi bu meseleden daha (ceza bakımından) şiddetlidir; çünkü orada muayyen bir şahsın malı olma meselesi vardır. Asla şüphe edilmeyecek bir nokta vardır ki burada sakınmamak takvadan cidden pek uzaktır. Fâsıklık olduğunu düşünmekse adâlete ters düşer.
Bu durum, mânâ bakımından çözülmez ve girift bir durumdur; çünkü iki tarafta benzeyişler olması ve birinin diğerini çekip cezbetmesi ihtimali çok büyüktür. Nakil hususunda da çözülmezdir; çünkü sahabe-i güzînin ve tâbiîni kirâmın bu hususta rivâyet edilen imtinâ ve çekinmeleri kesin olarak haram olduğuna hamedilemez. Takva üzerine hamledilmesi de imkân dâhilindedir ve burada haramı ifade eden bir nassa (kesin emre) da tesadüf edilmemektedir. Ashâb-ı kirâmın, böyle bir maldan yediklerine dair meselâ Ebû Hüreyre'nin, Muaviye'nin malını yemesi gibi rivâyetlere gelince, eğer yemek sahibinin elinde bulunan mal içerisinde haram olduğu bilindiği halde ashâb-ı kirâmın o maldan yemesi, ihtimal ki, tam tedkik yaptıktan ve yediği malın helâl bir kaynaktan geldiğine dair kanaat hasıl ettikten sonra olmuştur.
Fiillerin bu hususa delâlet etmeleri pek zayıftır. Müteahhirîn-i ulemanın mezhepleri ise değişiktir. Hatta bazıları 'Eğer sultan bana birşey verirse onu çekinmeden alırım' demek suretiyle elindeki malın çoğu haram olan bir kimseden alınan malın, aynısı bilinmediği ve helâl olma ihtimali olduğu takdirde mübah olduğunu savunmuşlar ve delil olarak da selef-i sâlihînden bazılarının (sultanların malları bahsinde geleceği gibi) sultanlardan caizeler ve hediyeler almalarını göstermişlerdir.
Eğer haram kısım, malın en azıysa ve el'an mal sahibinin elinde bulunmama ihtimali de varsa, böyle bir maldan yemek haram değildir. Eğer yüzde yüz haram olan şeyin el'an mal içerisinde bulunduğu tahakkuk ederse tıpkı murdar hayvanların leşlerine karışan kesilmiş hayvanın meselesinde olduğu gibi bu mesele, hakkında ne diyeceğini bilemediğim ve müftüyü şaşırtacak şüpheli meselelerdendir. Çünkü bu mesele, sayısı belli olanla belli olmayanın benzeyişi ve müşabeheti arasında dönen bir meseledir.
Kendisine süt emziren kadının, on kadınlı bir köyün kadınlarıyla karışması halinde kişinin bunlardan hiçbirini nikâhlamaya yanaşmaması ve bundan kaçınması farzdır. Eğer onbinlerce kadının bulunduğu bir memleketin kadınlarıyla karışmışsa, çekinmeden evlenebilir. On ile onbin arasında bir sürü sayı vardır.
Eğer ben, bunlar hakkında sorguya çekilirsem; bu, hakkında ne söyleyeceğimi bilemediğim bir mevzû olacaktır. Ulema bundan çok daha açık meselelerde dahi durmuşlar, olur veya olmaz dememişlerdir. Ahmed b. Hanbel'e 'Bir adam bir av hayvanına ok atar ve isabet alan hayvan da gidip başkasının arazisinde düşerse, acaba bu yaralı hayvan ok sahibinin midir, yoksa arazi sahibinin midir?' diye sorulduğunda 'Bilemem' demiştir. Aynı mesele hakkında birkaç defa müracaat edildiği halde İmâm-ı Ahmed 'Bilemem'den başka bir cevap vermemiştir. Biz bunların çoğunu ilim bahsinde seleften nakletmiştik. Bu bakımdan müftü, bütün bu suretlerde hükmü idrâk edeceğinden ümidini kesmelidir.
İbn-i Mübârek'e, Basralı bir arkadaşı şöyle sorar:
- Sultanlarla alışveriş edenlerle alışveriş edebilir miyim?
- Eğer sultanlardan başkasıyla alışveriş etmiyorlarsa, onlarla alışveriş yapma! Yok eğer hem sultanlarla ve hem de başkalarıyla alışveriş ediyorlarsa onlarla alışveriş yapabilirsin.
Bu fetva, elinde bulunan malın azı haram veya şüpheli olan kimselerle muamelede bulunmanın müsamahalı olduğuna delâlet eder. Yine malın çoğunun haram olması halinde de müsamaha etme ihtimali vardır. Kısacası, ashâb-ı kirâm kasaplarla, fırıncı ve tüccarlarla fâsid akid yaptıkları veya sultan ile bir defa muamelede bulundukları için muamelelerini tamamıyla terketmemişlerdir. Bunu takdir etmek ise gayet zordur. Mesele esasında oldukça problemlidir.
Soru: Hazret-i Ali sultandan mal almaya ruhsat vererek 'Sultanın sana verdiğini al; o sana helâlinden verir; çünkü onun malında, helâlinden alınan, haramdan alınandan daha fazladır' buyurmuştur. İbn Mes'ûd'a 'Benim bir komşum var. Kendisini kötü olarak tanırım. Bazen bizi dâvet ediyor. (Biz de komşuluk sebebiyle icabet ediyoruz) . Bazen de muhtaç olup kendisinden borç para alıyoruz. Ne dersiniz?' diye sorulduğunda, şöyle buyurmuştur: 'Seni çağırdığı zaman dâvetine icabet et. Muhtaç olduğun zaman kendisinden borç para alabilirsin; çünkü bunda senin için kolaylık, onun içinse günah vardır'. Selman-ı Fârisî de buna benzer bir fetva vermiştir, Hazret-i Ali, sultanın malının çoğu helâl olduğu için alınmasına ruhsat vermiştir. İbn Mes'ûd da işaret yoluyla 'O bildiği için mesul ve günahkâr olur; sen de bilmediğin için âfiyetle yiyebilirsin' demek suretiyle illete temas etmiştir. Rivâyet edildiğine göre adamın biri İbn Mes'ûd'a gelerek 'Faiz yiyen bir komşumuz bizi yemeğe davet ediyor. Onun davetine icabet edelim mi?' diye sorar. İbn Mes'ûd da 'Evet!' cevabını verir. İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Mâlik de mallarına haram karıştığını bilmekle beraber halifelerin ve sultanların hediyelerini kabul etmişlerdir.
Cevap: Hazret-i Ali'den nakledilen yukarıdaki rivâyet, onun tam bu söylenenin aksiyle şöhret bulmuş olan takvasına zıt düşmektedir. Çünkü Hazret-i Ali, devlet hazinesinden mal almaktan imtina ettiği için kılıcını satmaya mecbur kalmış bir zattır. Onun gusül zamanında giyebileceği bir iç gömleğinden başka bir elbisesi yoktu. Ben bunu söylemekle, Hazret-i Ali'nin yukarıdaki ruhsatının, böyle bir malın alınmasının caiz oluşuna açık bir ruhsat olduğunu, fiilininse takvaya hamledilmesinin muhtemel olduğunu inkâr etmiyorum. Fakat eğer Hazret-i Ali'nin böyle dediği doğru ise, sultanın malının başka bir hükmü vardır; çünkü sultanın malı çokluk hükmüyle nerde ise hasr altına alınmaz bir mala (hüküm bakımından) yaklaşmaktadır. Bunun tafsilâtı ileride gelecektir. Aynı şekilde İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Mâlik'in yaptıkları da, sultan malıyla ilgilidir. Bunların hükmü de ileride gelecektir. Biz ise burada fertlerin haklarından bahsediyoruz. Fertlerin malları ise, hasra (adedinin belli olmasına) yakındır.
İbn Mes'ûd'un sözüne gelince, onun bu sözünü sadece Cevvab et-Teymî nakletmiştir ki bu zatın hıfzı zayıftır. Kendisinden nakledilen meşhur rivâyete göre, İbn Mes'ûd şüphelilerden kaçınırdı. Şöyle ki; o "Sakın hiçbiriniz 'Ben Allah'tan korkuyorum, bunun yanısıra O'nun rahmetinden de ümidimi kesmiyorum' demekle iktifa etmesin; çünkü helâl de haram da apaçıktır. Bu ikisi arasında şüpheli birtakım işler vardır. Bu bakımdan seni şüpheye düşüreni bırak, düşürmeyeni yap!" derdi. Yine İbn Mes'ûd şöyle buyurmuştur: 'Kalbinizi rahatsız eden şeylerden kaçının; çünkü onlarda günah vardır'.
Soru: Siz neden 'malın çoğu haram olduğu zaman o maldan almak caiz değildir' dediniz? Oysa o maldan alınan şeyin haram olduğuna özel olarak delâlet eden bir alâmet de yoktur. Elde bulunmak ise sahibinin mülkiyetine delâlet eder. Bunun için de, bu maldan çalan kimsenin eli kesilir. Malın çoğunun haram olması, böyle bir zannı, ayn hakkında değil, aksine o zamandaki malların umumu hakkında gerektirir.
Bu bakımdan buradaki hüküm, çarşıların çamuru hakkındaki ve çoğu haram olduğu halde sayısı belli olmayan bir mal ile karışma hakkındaki zann-ı galib gibi olsun. Bu hükmün doğruluğuna 'Seni şüpheye düşüreni bırak, düşürmeyeni yap' hadîsinin umumî oluşunu delil göstermek doğru değildir; çünkü ulemânın ittifakıyla bu hadîs-i şerîf, umumî değil, bilakis bazı yerlere mahsustur. Şöyle ki, mülkün kendisinde şüphelenmeyi gerektiren bir alâmet vardır; yani az olan bir mal, sayısı belli olamayan bir mala karışmıştır. Böyle olması, şüpheyi icab ettirir. Buna rağmen siz haram olmadığını kesinlikle ifade ettiniz. . .
Cevap: Malın elde bulunması, istishab gibi zayıf bir delildir ve ancak kuvvetli bir delil ile muâraza etmediği takdirde tesirli olur. Bu bakımdan helâl ile haramın karıştığını ve karışan haramın el'an mevcut olduğunu kesinlikle bildiğimiz; malın o haramdan hali olmayıp çoğunun haram olduğunu kesinlikle anladığımız vakit ki bu da muayyen ve malının sayısı belli olan bir şahıs hakkında sabittir elin isteğinden yüz çevirmek, yani elde bulunması helâl olduğunu gösterir demeyip onunla muameleyi bırakmak vacib olur.
Eğer Hazret-i Peygamber'in 'Seni şüpheye düşüreni bırak, şüphesiz olanı yap' hadîs-i şerîfi buna da hamledilmezse, artık hamledilecek hiçbir yer kalmaz. Çünkü bu hadîsin, sayısı belli olmayan bir helâle karışan az haram üzerine hamledilmesi mümkün değildir. Zira bu şekildeki mal Hazret-i Peygamber zamanında da mevcuttu. Oysa o alış verişi ve ziyafetleri terketmemiştir. Hülâsa, hadîs hangi mevzua hamledilirse edilsin, her hâlukârda yukarıdaki sûret, hadîsin mânâsına dahildir. Hadîsteki yasağı tenzih üzerine hamletmek ise muteber bir kıyas olmadığı halde hadîsi zahirinden uzaklaştırmak demektir; çünkü böyle bir malın haram olması, alâmetlerin ve istishabm kıyasından uzak değildir. Zannın oluşmasında çokluğun tesiri olduğu gibi, malın miktarının belli olmasının da tesiri vardır. Burada ise bu iki tesir ve etki eden diğer sebepler biraraya gelmişlerdir. Hatta Ebû Hanîfe 'Temiz olan fazla olmadıkça, kaplar meselesinde sakın ictihad etme!' buyurmuştur. İşte görüldüğü gibi, Ebû Hanîfe, istishab ile ictihad'ın birleştirilmesini alâmet ve çokluktan gelen kuvvet ile şartlandırmıştır. 'Kişi istediği kabı ictihadsız olarak ve yalnızca istishaba dayanarak alabilir' diyen kimse, bu kaplardan içmeyi de caiz görür. Bu sözü söyleyenin aynı zamanda malın sadece elde bulunmak alâmetiyle caiz olmasını da kabul etmesi gerekir. Oysa bu kaide, su ile iltibas edilen bevl (sidik) meselesinde geçerli olmaz; çünkü orada istishab yoktur. Biz bu kaideyi, kesilmiş hayvanlarla karışıp onlara benzeyen murdar hayvan meselesinde de devamlı bir kıyas olarak ileri süremeyiz. Çünkü murdar olan hayvanda istishab yoktur. El ise, onun murdar olmamasına delâlet etmez. Fakat mübah yemekte el, onun mülk olduğuna delâlet eder.
Bu bakımdan burada dört mütaallâk vardır:
1. İstishab
2. Karışılmışın az veya çok olması
3. Karışılmışın mahsur (adedi belli) veya geniş olması
4. İctihad yapılabilmesi için şeyin aynısında (kendisinde) özel bir alâmetin bulunması
Bu bakımdan bu dört şeyin toplamından gâfil olan kimse çoğu zaman yanlışlık yapar! Birçok meseleleri, aralarında benzerlik olmadığı halde başka meselelere benzetir, O halde bizim söylediklerimizden şu hakîkat meydana çıkar:
Bir şahsın karışık malının ya en çoğu ya da en azı haram olacaktır. Bu iki ihtimalin her biri ya yakînen bilinecek veya bir alâmetten yahut da herhangi bir vehimden doğan bir zann ile bilinecektir. Bu bakımdan şu iki yerde sormak farzdır: Haramın a) kesinlikle, b) zann ile çok olduğu bilinirse, mesela malının tamamının ganimetten gelme ihtimali bulunan ve durumu meçhul olan bir Türk'ü gördüğü zaman. . . 70 Eğer malının en azının haram olduğu yakînen bilinirse, burası tevakkuf yeri olur. Selef-i sâlihînin çoğunun sîreti ve hallerin zarureti ruhsata meyletmeyi işaret eder. Diğer üç kısma gelince; bunlarda sormak asla ve kat'a farz değildir.
Eline zâlim bir sultandan aldığı haram bir maaşın veya başka bir haram kaynaktan gelen bir malın geçtiğini bildiği ve o haram malın şu anda elinde bulunup bulunmadığını bilmediği bir kimsenin yemeğinden yiyebilir. Bu hususta tedkik ve teftişte bulunması gerekmez. Ancak böyle bir mal hususunda tedkik yapmak takvadandır. Eğer o haram maldan birşeyin kaldığını biliyor, fakat bunun, malın en azını mı yoksa en çoğunu mu teşkil ettiğini bilmiyorsa, haram kısmın, malın en azı olduğunu kabul ederek o yemekten yiyebilir. Daha önce de en azı haram olduğu takdirde durumun müşkil olduğunu beyan etmiştik. Bu ise ona yakın bir meseledir.
Vasiyetlerin, evkaf veya hayırların mütevellisi olan bir kimsenin elinde iki mal varsa, o da gereken sıfatlara sahip olmadığı için onların birisinde hak sahibi fakat diğerinde değilse, acaba böyle bir kimsenin vakıf sahibi tarafından kendisine teslim edilen malı alabilme yetkisi var mıdır? İşte bu hususta düşünmek gerekir. Eğer o sıfat (o maldan yemeyi gerektiren nitelik) , onun (mütevellinin) bildiği açık bir sıfatsa ve kendisi de zâhirde âdil bir kimse ise, mütevelli o malı tedkik etmeksizin alabilir. Çünkü mütevelliye ancak müstahak olduğu maldan verilir, mütevelli de ancak o maldan sarfeder. Eğer o malın mütevelliye verilmesini gerektiren sıfat ve nitelik gizliyse; mütevelli de helâl ile haramı karıştıran ve yaptıklarına dikkat etmeyen bir kimse olarak biliniyorsa, o zaman tedkik etmek ve sormak gerekir. Çünkü burada mülkiyet ve istishab yoktur ki, ona itimad edilsin.
Bu tıpkı Hazret-i Peygamber'in sadaka ve hediyeyi sorup, bunlar hususunda tereddüt etmesine benzer. Çünkü el, hediyeyi sadakadan ayırmaz. İstishab da yoktur. Bu bakımdan burada ancak sormak ve tedkik etmek kurtarır. Madem ki biz, meçhul bir mal hakkında sormayı iskat edip, tedkik gerekmez dedik, o halde mal bir kişinin elinde bulunduğu ve o da müslüman olduğu zaman da sormayı iskat etmiş olduk. Hatta kişinin, müslüman olduğunu bilmediği ve ateşperest olma ihtimalinin de sözkonusu olduğu bir insanın kestiği hayvanın etinden, onun (kesenin) müslüman olduğunu bilmedikçe alması caiz değildir. Çünkü el (bir kişinin elinde bulunması) , ölü hayvanın murdar olmadığına, kişinin sureti de, onun müslümanlığma delâlet etmez. Ancak o memleketin ahâlisinin çoğu müslüman ise, üzerinde küfür alâmeti bulunmayan bir kimsenin müslüman olduğunu zannetmek caizdir; her ne kadar yanılmak mümkün ise de. . .
Bu bakımdan el ve durumun şahidliğinin geçerli olduğu yerlerle geçerli olmadığı yerleri karıştırmamak gerekir.
Kişi, içerisinde gasbedilen evlerin bulunduğunu bildiği bir şehirden ev satın alabilir. Çünkü gasbedilen evler, sayısı belli olmayan evlerle karışmıştır. Ancak burada sormak, ihtiyat ve takvaya daha uygundur. Eğer bir sokakta on ev varsa ve içlerinden birisi gasb veya vakfedilmişse onu ayırdetmeksizin o on evden birisini satın alması caiz değildir. Bu durumda tedkik etmek farz olur. Kişi, içerisinde muayyen mezheplerin sâliklerine vakfedilmiş hanlar ve imarethanelerin bulunduğu bir şehre girdiğinde eğer kendisi de o mezheplerden birisinin sâliki ise, istediği evde oturamaz. Ancak kendi mezhebinin sâliklerine vakfedilen bir evde oturabilir. Ama aynı memleketin vakfından sormaksızın yiyebilir; çünkü mezheplere göre vakfedilen evlerin karışması, adedi belli olan şeylerin karışmasıdır. Bu bakımdan mutlaka kendi mezhebine vakfedileni diğerlerinden ayırması gerekir. Mübhem olsa bile hemen rastgele yerde konaklayamaz; çünkü herhangi bir şehirde medrese, tekke ve imaretlerin adedi muhakkak bellidir ve olması da lâzımdır. . .
Tedkik ve teftişin takvadan olduğunu söylediğimiz durumlarda, yemek veya mal sahibinin öfkelenmeyeceğinden emin olmadığı takdirde sormamalıdır. Ancak malının en çoğunun haram olduğu sabit olursa, tedkiki ve sormayı farz görürüz. Böyle bir durumda mal sahibinin öfkelenip öfkelenmemesine aldırmaksızın sormalıdır. Hatta zâlimi bundan daha fazlasıyla tâciz etmek gerekir. Zaten bu gibi kimseler çoğu zaman sormaktan da öfkelenmezler. Malı, adamın vekilinin, hizmetçisinin, talebesinin veya gözetimi altında bulunan aile efradının bir ferdinden alıyorsa, şüpheye düştüğü takdirde onun durumunu sorabilir. Çünkü bunlar, onun sualinden öfkelenmezler. Bir de, onlara helâlin yolunu göstermek için sorması gerekir.
Bunun içindir ki Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk hizmetçisine, Hazret-i Ömer de kendisine zekât develerinin sütünden içiren kimseye bunun kaynağını sormuştur.
Yine Hazret-i Ömer, Bahreyn'e vali olarak atadığı Ebû Hüreyre'ye 'Allah sana rahmet eylesin! Bu malın tamamı helâl midir?' buyurmuştur.
Hazret-i Ali de şöyle buyurmuştur: 'Allah nezdinde, devlet başkanının adâlet ve şefkatinden daha sevimli birşey olmadığı gibi, onun zulmünden ve katılığından da daha menfur birşey yoktur'.
Hâris b. Esed el-Muhasibî şöyle buyurmuştur:
Eğer kişinin bir dostu veya kardeşi olur ve kendisine sorduğunda öfkelenmeyeceğinden emin bulunursa takva için ona malının durumunu sormamalıdır. Çünkü bazen bilmediği yeni şeyler meydana çıkıp o adamın perdesinin yırtılmasına; perdenin yırtılması da birbirlerine buğzetmeye sebep olabilir.
Hâris el-Muhasibî'nin bu sözleri çok güzeldir; çünkü sormak farzdan değil, takvadan geliyorsa böyle durumlarda takva, adamın perdesini yırtmaktan sakınmaktır. Adamın kin ve nefretini kabartmamak, takvaya riayet etmemekten daha ehvendir. Hâris el-Muhasibî bu sözlerine şunları da eklemiştir:
Eğer dostunun veya kardeşinin malının bir kısmı hakkında şüpheye düşerse yine sormaması; bilakis 'O bana malın helâlinden yedirir ve beni korur' zannında bulunması gerekir. Eğer buna rağmen kalbi mutmain olmazsa, yemekten, ince ve zarif bir şekilde kaçınsın; yemekten imtina etsin, adamın perdesini, sormak suretiyle yırtmasın. . .
Muhasibi şöyle devam eder: 'Çünkü ben ulemadan bunun aksini yapan bir kimseyi görmedim'. Bu bakımdan şöhret bulmuş zühd ve takvasına rağmen Hâris el-Muhasibî'den böyle birşeyin sâdır olması delâlet eder ki, mala az haramın katılması halinde müsamaha göstermek caizdir; ancak bu hüküm tevehhüm ve zann anında böyledir. Tahakkuk anında (yani mal'a kesinlikle haram katıldığı bilindiğinde) ise mesele değişir. Çünkü şüphe mânâsına gelen rebeh kelimesi tevehhüme delâlet eder; yakîni icab ve ifade etmez. Bu bakımdan sorma anında bütün bu incelikler nazar-ı itibara alınsın.
İtiraz: Malının bir kısmı haram olan kimseden sormanın ne faydası vardır? Oysa haram malı helâl sayan kimse çoğu zaman yalan söyler. Bu bakımdan onun emin olduğuna güvenilirse helâl hususundaki dindarlığına da güvenilsin?
Cevap: Malına haram katıldığı bilinen, ziyafetinde hazır bulunmanda veya hediyesini kabul etmende bir gayesi olan kimsenin sözüne itimad edilemez. Bu bakımdan ona sormakta da hiçbir fayda olmaz. O halde onun malının helâl olup olmaması hususu kendisinden değil, başkasından sorulmalıdır. Satıcı olduğu ve kâr için alış-verişinin teşvikini istediği zaman da durum böyledir. Onun 'Bu mal helâldir' demesine güvenilmez ve kendisine, 'Bu mal haram mıdır, değil midir?' diye sormanın da hiçbir faydası yoktur. Böyle bir malın durumu başkasından sorulur. Mal sahibi itham edilmiş bir kimse değilse, kendisinden malının durumu sorulabilir. Malın mütevellisine 'Bu malı hangi cihetten alıyorsun?' diye sorulduğu veya Hazret-i Peygamber'in kendisine mal getiren kişiye 'Bu mal hediye midir, yoksa sadaka mıdır?' diye sorduğu gibi. . . .
Zira böyle bir sual, mal sahibini rahatsız etmediği gibi, soranı da itham etmez. Aynı şekilde adamı helâl kazancın yolunu bilmemekle itham ettiği ve doğru kazancın yolunu gösterdiği zaman da bu söylediklerinden ötürü itham edilemez.
Adamın kazanç yolunu bilmek için, onun kölesinden ve hizmetçisinden de sormalıdır; çünkü burada sormak fayda verir. Mal sahibi itham edilen bir kimse olduğu zaman onun durumunu başkasından sormalıdır. Sorularına âdil bir kimse cevap verirse, onun sözünü kabul etmelidir. Eğer fâsık bir kimse cevap verirse ve halinden de yalan söylemediği anlaşılırsa; yani yalan söylemek için hiçbir gaye ve garazı (sebebi) yoksa onun sözünü de kabul etmek caiz olur. Çünkü fâsıklık onunla Allah arasında bir durumdur. Ondan istenilen, nefsinin şâyân-ı itimad olmasıdır. Bazen fâsığın sözünden gelen güven, birtakım ahvalde âdilin sözünden temin edilemez. Her fâsık yalan söyler diye bir kaide olmadığı gibi, zahirde adil görünen herkes de doğru söyler diye bir kaide de yoktur. Şâhidliğin geçerli olmasının zâhirî adâlete bağlanması, ancak zaruretten ötürüdür; çünkü insanların iç âlemlerine muttalî olunamaz. Kaldı ki, Ebû Hanîfe fâsığın şâhidliğini kabul etmiştir. Nice şahıs vardır ki, kendisini tanır ve günah işlediğini bilirsin; fakat herhangi birşey hakkında sana haber verdiğinde ona güvenirsin. Aynı şekilde güvenilir olarak bildiğin ve erginliğe yaklaşmış bir çocuğun haber vermesi de güvenmeyi gerektirir ve sözüne itimad edilir. Hali hiç bilinmeyen bir meçhul haber verdiği zaman, biz böyle bir kimsenin elinden yemenin caiz olduğunu daha önce zikretmiştik; çünkü malın elinde bulunması, zâhirde mülkün kendisine ait olduğuna delâlet eder.
Çoğu zaman, zâhirde müslüman olması kişinin doğruluğuna delâlet eder; fakat bu söz üzerinde biraz düşünmek gerekir. Ama böyle bir kimsenin sözü nefiste, az da olsa mutlaka bir tesir bırakır. Hatta bu tipten bir cemaatin bir araya gelmesi kuvvetli bir zannı ifade eder. Ancak cemaatten bir tek kişinin sözü gayet zayıf bir tesir bırakır. Bu bakımdan onun kalpteki tesirinin haddine bakılmalıdır; çünkü böyle durumlarda asıl fetvayı veren kalptir. Kalbin, ibarelere sığmayacak kadar gizli karinelere iltifatı vardır. O halde kalp hakkında engin düşünmelidir. Kalbe iltifat etmenin farz olmasına, Ukbe b. Hâris'ten gelen şu rivâyet delâlet etmektedir: Bu zat Hazret-i Peygambere gelerek şöyle der: "Ben bir kadınla evlendim. Sonra siyah bir cariye gelip 'İkinizi bir arada emzirdim' dedi. Oysa o kadın (cariye) yalancının biridir". Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'O halde evlendiğin kadını bırak; ondan ayrıl!' der Ukbe bu sözü söyleyen kadının kıymetini gözden düşürmek üzere 'Ama o siyah bir kadın?' der. O zaman Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: 'Nasıl olur? O ikinizi bir arada emzirdiğini iddia etmiyor mu? O halde artık eşinde senin için hayır yoktur. Onu bırak'. Başka bir ibare şöyledir: 'Nasıl olur? Oysa bu söz söylenilmiştir!'
Meçhul kimsenin yalanı bilinmedikçe ve sözünde herhangi bir gaye güttüğüne dair bir emare görülmedikçe onun sözü şüphesiz ki kalbe tesir eder. İşte bunun içindir ki bu durumda sakınmak daha ihtiyatlı olur. Eğer kalp onun sözüne tam olarak güvenirse, o zaman sakınmak farz olur.
Sormanın farz olduğu yerde iki âdilin ifadeleri çelişirse, ikisinin de şâhidlikleri itibardan düşer. İki fâsığın şâhidliği de böyledir. Kişinin kalbinde âdillerden veya fâsıklardan birinin kavlinin daha racih ve kuvvetli gelmesi; yani çoklukla veya mârifet ve denemeden gelen özellikle taraflardan birisinin tercihi caizdir. Bu mesele, tasviri çeşitli dallara ayrılan bir meseledir.
Başkasına mahsus bir mal yağma edildiği zaman herhangi bir insanın elinde o mal çeşidinden görülüp satın alınmak istenildiğinde, onun gasbedilen maldan olmaması muhtemel ise (dikkat edilir) ve satan kişi de salih bir kimse olarak biliniyorsa, ondan satın almak caizdir. Ancak almamak takvadandır. Eğer satan kişinin durumu meçhul ve ahvali alıcı tarafından bilinmiyorsa o zaman dikkat edilir; eğer o mal, yağma edilmiş mal çeşidinden olmasına rağmen aynı maldan piyasada çok bulunuyorsa, müşteri onu tereddüt etmeksizin alabilir. Eğer o mal o bölgede az bulunuyor ve piyasada çok bulunması da yağma edilen mallardan ileri geliyorsa o zaman ortaya adamın elinde bulunmasına karşılık olarak malın şeklinden ve nev'inden özel bir alâmet çıkmış olur; yani bu özel alâmet, elinde bulunmasıyla tezat teşkil eder. Bu bakımdan onu almaktan kaçınmak, mühimsenecek derecede takvadandır. Fakat alınmamasının farz olduğu hususunda duraklamak gerekir; çünkü özel alâmet, başka bir delil ile çarpışmaktadır. Ben bu hususta herhangi bir hüküm vermeye muktedir değilim. Bu meseleyi fetva isteyenin kalbine ve vicdanına havale etmekle yetiniyorum ki fetva isteyen, nefsinde hangi tarafın daha kuvvetli olduğunu düşünsün. Eğer en kuvvetlisi, bu satılan malın yağma edilmiş maldan olduğu şeklinde ise, onu terketmek gerekir; diğer şekilde onu satın almak, kendisi için helâl olur. Bu hâdiselerin çoğu hakkında hüküm vermek müşkildir. Bu bakımdan bu mesele birçok insan tarafından bilinmeyen şüpheli meselelerdendir. Bu meselelerden sakınan bir kimse, hem namusunu, hem de dinini korumuş olur! Bu meselelere uluorta dalan kimse ise, korunun etrafında gezip nefsini tehlikelere atmış olur!
Soru: Hazret-i Peygamber kendisine takdim edilen sütün durumunu sordu. Kendisine sütün bir koyundan alındığı söylendiğinde de koyunun nereden geldiğini sordu. Koyunun menşei de söylendikten sonra sormaktan vazgeçti. Bu duruma göre malın kaynağını sormak gerekmez mi? Eğer kaynağını sormak gerekirse, acaba bir göbek geçmişini mi yoksa iki veya üç göbek geçmişini mi sormak gerekir? Bu husustaki genel kaide nedir?
Cevap:Burada herhangi bir genel kaide, tahdid ve takdir yoktur. Suale sebep olan şüpheye bakılır; bu şüphe suali ya farz kılar veya takva yönünden gerektirir. Sualin sonucu ancak kendisini gerektiren şüphenin sona ermesine bağlıdır; yani şüphe nerede sona ererse, sual de orada kesilir. Bu da durumların değişmesiyle değişir. Eğer töhmet ve şüphe, mal sahibinin helâl kazanç yolunun bilinmemesinden neş'et ediyorsa, o vakit dikkat edilir. Mal sahibi 'Ben bu malı satın aldım' dediğinde bir sualle iktifa edilir. Eğer 'O benim koyunumdandır' derse o zaman koyunu hakkında şüphe vârid olur. 'Ben o koyunu satın aldım' dediğinde sual yine kesilir.
Eğer şüphe zulümden kaynaklanıyorsa ki bu da göçebe Arapların elinde bulunan mallarda vardır. Gaspedilen mal, onların ellerinde üremek suretiyle çoğalır, bu durumda kişinin 'O benim koyunumdandır' veya 'O koyunu benim koyunum doğurdu' demesiyle şüphe sona ermez. Ancak babasından kalan mirasa dayanır ve babasının hali de bizce mâlûm değilse, o zaman sorma sona erer. Eğer babasının malının tamamının haram olduğu bilinirse, o zaman bunun da haram olduğu gün gibi âşikâr olur. Babasının malının çoğunun haram olduğu bilinirse, çok üremesi, zamanın değişmesi ve mirasın el değiştirmesi bu hükmü değiştirmez. Bu bakımdan bu mânâlara dikkat edilmelidir.
Bana, sûfîlere mahsus tekkede duran bir cemaatin durumu soruldu. Onlara yemek veren görevlilerin elinde bu tekkeye ve başka cihetlere vakfedilen çeşitli vakıf malları vardır. Bu kişiler bütün bu vakıf mallarını karıştırıp sözkonusu tekkede oturan sûfîlere ve öbür taraftaki insanlara yedirir.
Bu sûfîlerin o hizmetçinin yemeğini yemeleri helâl mi, haram mı veya şüpheli mi?
Cevap olarak dedik ki: Bu hüküm yedi asıl etrafında döner:
Bu sûfîlere takdim edilen yemeği, çoğunlukla hizmetçi (görevli) alış-verişte kullanılması gereken tabirleri (sattım, satın aldım) kullanmaksızın sadece örf ve adet yoluyla satın alır. Biz daha önce tercih ettiğimiz fetvaya göre, bu şekildeki bir alışverişin sahih olduğunu söylemiştik; özellikle de yiyecek maddeleri ve ehven sayılan şeylerde. . . Bu bakımdan burada ancak ihtilâf şüphesi vardır.
Hizmetçi (görevli) bu yemeği haram malın kendisiyle mi satın alıyor yoksa borca mı alıyor? Bu duruma dikkat etmek gerekir. Eğer hizmetçi bu yiyecek maddelerini haram malın kendisiyle satın alıyorsa yemeği haramdır! Yani sûfîler, o yemekten yememelidirler. Eğer hizmetçinin satın aldığı şekil bilinmezse, genellikle hizmetçi bunu borca alıyor diye düşünülecektir. Bu galip zanna sarılmak caizdir. Bu durumda o yemeğin haram olması değil; aksine uzak bir ihtimal olarak şüpheli olması sözkonusu olur. Bu uzak ihtimal de, onu haram malın kendisiyle satın alma ihtimalidir.
Hizmetçinin (görevlinin) o malı nereden satın aldığına dikkat etmek gerekir: Eğer hizmetçi onu, malının çoğu haram olan kimseden satın alıyorsa, yemek caiz değildir. Yok eğer satın aldığı kimsenin malının azı haramsa, daha önce geçtiği gibi bu durumda biraz duraklamak gerekir. Malı satanın durumu bilinmediği zaman 'Hizmetçi bu malı helâlinden satın almıştır' veya 'Durumu meçhul olan şahıs gibi, hali yakînen bilinmeyen bir kimseden satın almıştır' diyerek yemesi caiz olur. Daha önce de durumu meçhul olan bir kimseden herhangi bir malın alınmasının caiz olduğu hükmü geçmişti; çünkü meçhul kimsenin malının helâl olması galiptir. Bu bakımdan bundan da haramlık değil, bilakis şüpheli bir ihtimal doğar.
Hizmetçinin (görevlinin) satın aldığı malı, kendisine mi yoksa tekkehanedeki sûfîlere mi satın aldığına dikkat etmek gerekir; çünkü vakfın mütevellisi ve hizmetçisi, vakfedenin vekili gibidir. Kendi nefsine de, vakıf sahibine de satın alabilir. Bu, ancak niyetle veya açık ibare ile mümkündür. Eğer alış-veriş mutad şeklinde (ibaresiz bir şekilde örf ve adete dayanarak) yapılıyorsa, elbetteki burada lâfız cereyan etmez ve büyük bir ihtimalle adam mutad şeklinde satın aldığı zaman niyet etmez. Kasap, fırıncı ve onunla muamelede bulunan diğer kimseler de ona güvenip alış-verişi onunla yaparlar; tekkede hazır olanlardan değil. . . Bu bakımdan onun cihetinden bu alış-verişi yapılmış olup, alanın mülküne dahil olur, Bu dördüncü asılda malın haram veya şüpheli olması diye birşey sözkonusu değildir. Ancak onların hizmetçinin mülkünden ve malından yedikleri sabit olmuş olur.
Hizmetçi (görevli) onlara yemeği takdim eder; fakat bu yemeği, onun karşılıksız ziyafeti veya hediyesi telâkki etmek mümkün değildir; çünkü hizmetçi buna razı değildir. Hizmetçi, bu yemeği ancak vakıfta bulunan karşılığına güvenerek takdim eder. Bu bakımdan bu yemek karşılıklı olarak verilir. Fakat bu ne satış ve ne de karz (borç verme) olabilir; çünkü hizmetçi kalkıp bunlardan yemeğin parasını istese, tahsil etmesi çok uzak bir ihtimaldir. Zaten halin karinesi de buna delâlet etmez. Bu bakımdan bu durumda en uygun asıl, sevap (ivez) kazanmak amacıyla hibe etmektir. Bununla, konuşmadığı halde halinin karinesi sevap umduğuna delâlet eden bir şahıstan gelen hediyeyi kastediyorum. Bu sahihtir. Sevap da lâzımdır ve bu tür hediyeden ayrılmaz. Burada ise, hizmetçi onlara takdim ettiği yemekten sevap ummaz. O ancak vakıftan alınan haklarını ummaktadır ki bunlarla fırıncıya, kasaba ve bakkala olan borçlarını ödemiş olsun. Bunun böyle olduğunda hiç şüphe yoktur. Çünkü lâfız, yemeğin takdiminde şart olmadığı gibi, kendisinden sevap beklenen hediyede de şart değildir. Verilen hediyeden sevap ummayı doğru bulmayan kimsenin fetvasına kulak asılmaz.
Burada gereken sevap (ivez) ve karşılık hakkında ihtilâf vardır; bazıları, mal sayılan en az şey kadardır; bazıları da kıymetinin tam karşılığıdır demişlerdir. Bazıları ise hibe edenin razı olduğu kadardır demiştir. Hatta hibe eden kıymetin birkaç misline dahi razı olmayabilir. Doğru fetvaya göre bu, hibe edenin rızasına tâbidir; razı olmazsa kendisine iade edilir. Bu meselede hizmetçi, tekkede duranların vakıftaki haklarını almakla razı olmuştur. Eğer onların hakları yediklerine denk gelirse, mesele tamamdır. Eksikse ve hizmetçi de eksikliğine rağmen ona razı olmuşsa, yine sıhhatli olur. Eğer hizmetçinin başka bir vakfın elinde bulunan bir malı bu tekkede bulunanlar yüzünden aldığı için razı olduğu ve bu olmadığı takdirde yalnızca onların haklarına razı olmayacağı anlaşıldığı zaman, hizmetçi âdeta sevap hususunda bir kısmı haram, diğer kısmı helâl bir miktara razı olmuş olur. Haram ise, tekkede duranların eline girmemiş farzedilecektir. Bu tıpkı mal bahsinde ortaya çıkan helâl gibidir. Biz bunun hükmünü daha önce zikretmiştik. Malın ne zaman haram olduğunu ve ne zaman şüpheyi gerektirdiğini de beyan etmiştik. Bu durum, daha önce tafsilâtıyla söylediğimiz gibi, malın haram olmasını icab ettirmez. Bu bakımdan verildiği kimse kendisi vasıtasıyla haramı elde ettiği için hediye haram olmaz, harama dönüşmez.
Hizmetçi (görevli) fırıncının, kasabın ve bakkalın borcunu iki vakfın hasılatından öder. Eğer tekkede oturan sûfîlerin hakkı onlara yedirdiklerinden azsa, kasapla fırıncı da ister haram isterse helâl olsun verilen herhangi bir paraya razı olurlarsa, bu bir eksikliktir ve yenilen şeyin borcuna ârız olmuştur. Bu bakımdan borca satın alma hususunda daha önce zikrettiğimiz hükme, sonra da bedelini haramdan verme bahsine bakılmalıdır. Bütün bunlar, onun, borcunu haramdan ödediği bilindiği zaman böyledir. Eğer bu da, bunun tersi de ihtimal dahilinde ise, o zaman şüphe daha da uzaklaşır. Sonuç olarak bu yemeğin yenilmesi haram değildir; fakat şüphelidir. Şüpheli yemek ise, takvadan uzaktır; çünkü bu esaslar çoğaldığı ve her birine bir ihtimal ârız olduğu zaman, nefiste haram ihtimali çokluğu yüzünden daha kuvvetlenir; tıpkı senedi uzadığı zaman, hadîsin yalan ve yanlış olma ihtimalinin daha da kuvvetlendiği gibi. Senedi pek uzun olmayan bir hadîs hiç de böyle değildir. İşte hâdisenin hükmü budur ve bunlar fetva ile alâkalı hükümlerdendir. Burada bunu zikretmekten gayemiz; dolaşık ve karışık vakaların çıkış keyfiyetini ve asıllarına nasıl irca edilebileceklerini göstermekti. Çünkü bu tür vakaları asıllarına irca etmek, birçok müftünün âciz kaldığı ve çözemediği hususlardandır.
67) Enes b. Mâlik'in annesidir. Esas ismi Sehle veya Rümeyle'dir. Kadın sahabîlerdendi. Hazret-i Osman'ın hilâfeti döneminde vefat etmiştir. Müslim ve Buhârî, (Enes'ten)
68) Müslim ve Buhârî, Tirmizî, Şemâil. İsmi zikredilmemekle beraber bu terzinin Hazret-i Peygamber'in âzadlılarından olduğu rivâyet edilmiştir,
69) Müslim ve Buhârî, (Enes'ten)
70) Bazı nüshalarda 'malının tamamının ganimet malı olmama ihtimali vardır' şeklinde vârid olmuştur.
Sultandan mal alan bir kimse üç noktaya dikkat etmelidir.
a) Malın sultanın eline nereden geçtiğine. . .
b) Sultanın malı hangi sıfatla aldığına. . .
c) Aldığı miktara müstahak olup olmadığına; yani kendi hâline ve o işte çalışanların hâline aldığı miktar nisbet edilirse müstahak olduğundan fazla alıp almadığına. . .
Birincisi
Malın sultanın eline nereden geçtiğine dikkat etmelidir. Sahipsiz araziyi ihyâ etmek hariç, sultan için helâl olan ve bütün raiyenin sultan ile ortak bulunduğu mal iki kısma ayrılır:
Birinci kısım: Kâfirlerden alınan maldır. Bu da (düşmanı) mağlûp etmekle alınan ganimet ve savaşsız sultanın eline geçen faydalı mal ile şartlar ve akidlerle alınan musalâha ve haraç malıdır.
İkinci kısım: Müslümanlardan alınan maldır. Müslümanlardan alınan malın ancak iki kısmı helâldir:
a) Miras olarak alınan veya belli bir sahibi olmayıp zâyi olan sair mallar ve mütevellisi bulunmayan vakıf mallarıdır. Sadakalara gelince, onlar şu zamanda bulunmaz.
b) Bunların dışında kalan, müslümanlardan alınan haraç, müsadere edilen mallar ve alınan rüşvetin çeşitleri, bütün bunlar haramdır.
Sultan, bir fakihe veya başka birine maaş, hediye, sıla-i rahim veya bir hilatı herhangi bir cihetten verilmesini yazdığı zaman bu mal sekiz durumdan birine girer:
1. Bu malın haraçtan verilmesi
2. Miras yoluyla gelen mallardan ödenmesi
3. Vakıflardan ödenmesi
4. Sultanın ihya ettiği bir araziden ödenmesi
5. Satın aldığı bir mülkten verilmesi
6. Müslümanların haracını toplamaya memur bir kimseden tahsil edilmesi
7. Tüccarlardan bir satıcının ödemesi
8. Devlet hazinesinden ödenmesi
Birincisi: Haraçtır. Haracın beşte dördü müslümanların umumi menfaatlarına tahsis edilmiştir. Beşte biri ise, belirli cihetlere sarfedilir. Bu bakımdan o cihetlere sarfedilen haracın beşte birinden veya geri kalan beşte dörtten müslümanların maslahat ve menfaati olduğu için ödenmesini yazmış ve verilen maaş miktarında ihtiyatlı hareket etmişse, bu maaş helâldir. Ancak haracın meşru bir şeklide tayin edilmesi, alman haraç da bir veya dört dinardan fazla olmadığı şartıyla helâl olur. Çünkü haraç da ictihad yeridir. (Yani haracın tayini hususunda fukaha çeşitli ictihadlara sahip olmuşlardır) .
Sultan için, ictihad yoluyla bir şeyi yapmak selâhiyeti vardır. Bir de haraçtan ödenen maaşın helâl olması için şu şart ileri sürülmüştür: Kendisinden haraç alınan zimmî o malı haram bir kaynaktan kazanmamış olmalıdır. Bu bakımdan o zimmî, zâlim bir sultanın memuru, içki satan bir kimse, çocuk ve kadın olmamalıdır. Zira çocuk ve kadınlardan haraç alınmaz. İşte zımmîlere haraç konulduğu zaman, gözetilen hususlar bunlardır. Gözetilen miktar ve o haracın sarfedildiği kimsenin sıfatı ve ona ne kadar sarfedileceği bövlece dikkate alınmalıdır. Bu bakımdan bütün bu hususları tedkik etmek farzdır.
İkincisi: Miraslar ve müslümanların umumî maslahat ve menfaatine tahsis edilen zâyi olmuş mallardan maaşın verilmesidir. Bu takdirde o malı bırakan bir kimsenin durumu tedkik edilmelidir. Acaba bıraktığı mal tamamen mi haramdır, yoksa çoğu veya azı mı haramdır? Bu hususların hükmü daha önce geçti, Eğer bıraktığı mal haram değilse, maaşı alan kimsenin maaşı hakettiği sıfata bakılır. Yani kendisine maaş verilmesine sebep olan sıfat bütün müslümanların faydasına olan bir sıfat olmalıdır. Bunu tedkik ettikten sonra maaşın miktarı hakkında inceleme yapmak gerekir!
Üçüncüsü: Vakıflardır. Böylece miras malı hakkında cereyan eden incelemeler vakıflar hakkında da cereyan eder. Buna fazla olarak bir husus daha eklenir. Şöyle ki: O malı vakfedenin şartı da dikkate alınır ki, alınan mal bütün şartlarında vakfedenin isteğine uygun olsun.
Dördüncüsü: Sultanın ihya ettiği sahipsiz arazidir. Bu hususta hiçbir şarta itibar olunmaz. Zira sultan, mülkünden dilediği kadarını dilediğine verebilir. Ancak bu konuda şu husus incelenebilir. Sultanın ihya ettiği sahipsiz araziler, çoğu zaman işçileri zorla çalıştırmak veya çalıştırdığı işçilerin ücretini haramdan vermek suretiyle ihya edilir. Çünkü bir araziyi ihya etmek onun kanallarını açmak, su yollarını temizlemek suretiyle olur. Onun duvarlarını yapmak, topraklarını tesviye etmek şekliyle ihya edilir. Sultan ise, bu vazifeleri bizzat yapmaz. Eğer bu vazifelerde çalıştırdığı kimseler zoraki çalıştırılmışsa, sultan bu arazinin mülkiyetine sahip olamaz ve bu arazi haramdır. Eğer burada çalıştırdığı kimseleri ücretle çalıştırmışsa, sonra ücretleri haramdan ödemişse, bu da daha önce kerahiyeti bedellere bağlamak hususundaki şüpheyi getirir.
Beşincisi: Sultanın zimmetinde olan şey satın aldığı arazi veya hilat elbisesi veya at veya başkasıdır. Bunlar sultanın mülküdür. Sultan istediği şekilde bu mülkte tasarruf edebilir. Fakat eğer onun ücretini daha sonra haramdan ödüyorsa, hem haram olasını, hem de şüpheli olmasını icabettirir. Bunun tafsilâtı daha önce de geçmişti.
Altıncısı: Müslümanların haracını toplayan memurun üzerine veya taksimat ve müsadere edilen malları toplayanın üzerine o maaşı yazıp ondan ödetmesidir! Böyle bir maaş, içinde zerre kadar şek ve şüphe bulunmayan katıksız haramdır. Bu zamanın birçok maaşları böyledir. Ancak Irak arazisinin gelirinden ödenen maaşlar müstesnadır. Çünkü o araziler, İmâm-ı Şâfiî'ye göre, bütün müslümanların menfaati için vakfedilmiş arazilerdir. 78
Yedincisi: Sultan ile alış veriş yapan bir satıcıya yazıp ödetmesidir. Eğer bu satıcı sultandan başka hiç kimse ile alış veriş yapmıyorsa, onun malı sultanın hazinesinde bulunan mal gibidir. Eğer sultanlardan başkasıyla daha fazla alışveriş yapıyorsa, onun, sultanın emriyle maaş olarak verdiği sultan üzerine borçtur. O borcunun bedelini bilâhere sultanın hazinesinden alır. Bu takdirde şüphe, verilen maaşın bedeline sıçramış olur. Daha önce haram sermayenin hükmü geçmişti.
Sekizincisi: Hazine üzerine veya yanında helâl veya haramdan mal biriken bir memur üzerine yazılan maaştır. Eğer sultanın haramdan başka bir gelir kaynağı olduğu bilinmezse, sultandan bu şekilde alınan maaş katıksız haramdır. Eğer kesinlikle sultan hazinesinde helâl ve haram malların bulunduğu bilinirse ve maaşları dağıtan kimseye teslim edilen maaşın helâlden olma ihtimali var ise, haramdan olma ihtimali de varsa ki bu da galip ihtimaldir. Çünkü bu asırda sultan mallarının çoğu haramdandır. Onların ellerinde helâl, ya hiç yok veya pek azdır bu takdirde ulema bu hususta ihtilâfa düşmüşlerdir. Bir grup kesinlikle haram olduğunu bilmediğim herşeyi almak benim için caizdir demişlerdir.
Diğer bir grup, 'Aldığı malın kesinlikle helâl olduğunu bilmeden alması helâl değildir. Bu bakımdan hiçbir şekilde şüpheli mal helâl olmaz' demişlerdir. Bu iki grup da aşırı hareket etmiştir. Normal hareket ise, daha önce zikrettiğimizdir. Şöyle ki malın çoğunun haram olduğuna hükmettiğimiz zaman alınan haramdır. Çoğunun helâl olduğuna fakat içinde haramın kesinlikle bulunduğuna hükmettiğimizde de daha önce zikrettiğimiz gibi burada duraklamamız gerekir.
Sultanların mallarında helâl ve haram olduğu zaman, o mallardan almayı caiz görenler eğer alınan haramın tâ kendisi olmazsa sahabenin bir grubundan rivâyet edilen şu hâdiseyi delil olarak göstermişlerdir:
Sahabe, zâlim imamların zamanlarına yetişmişler ve onlardan mal almışlardır.
Bunlardan Ebû Hüreyre, Ebû Saîd el-Hudrî, Zeyd b. Sâbit, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Cerir b. Abdillah, Câbir, Enes b. Mâlik ve Misver b. Mahreme zikredilebilir. Bu bakımdan Ebû Saîd el-Hudrî ile Ebû Hüreyre, Mervan ve Yezid'den ve Abdülmelik'ten de mal almışlardır. İbn Ömer ve İbn-i Abbâs da Haccâc-ı Zâlim'den mal almıştır.
Şâ'bî, İbrahim en-Nehaî, Hasan-ı Basrî, İbn Ebî Leyla gibi tâbiînden birçok kimse zâlim sultanlardan mal almışlardır. İmâm-ı Şâfiî defalarca Hârun er-Reşid'den bin dinar almıştır. İmâm-ı Mâlik, zâlim sultanlardan birçok mal almıştır.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Sultanın sana verdiğini al! Çünkü o ancak helâlinden sana verir. Onun helâlden aldığı daha fazladır'.
Bütün bunlara rağmen sultanların hediyelerini kabul etmeyenler sadece takvâ bakımından ve helâl olmayan birşeyi yüklenmek hususunda dinlerinden korkarak almamışlardır. Ebû Zer-i Gıfârî'nin Ahrıef b. Kays'a söylediğini görmez misin? 'Helâl oldukça sultanların atiyyelerini alın. Eğer o atiyyeler dininize karşılık olursa, o zaman terkedin'.
Ebû Hüreyre der ki: 'Bize verildiği zaman kabul ederiz. Bize verilmediğinde de istemeyiz'.
Said b. Müseyyeb'den rivâyet ediliyor ki, Ebû Hüreyre, Muaviye kendisine verdiği zaman susardı. Eğer Muaviye kendisinden mal esirgerse onun aleyhinde atıp tutar, 'ınaaşımı geciktirdi' şeklinde konuşurdu.
Şa'bî'den, o da Mesruk'tan79 şöyle rivâyet ediliyor: 'Sultanların hediyeleri o hediyeleri kabul edenlerin yakasını tutup onları cehenneme sokuncaya kadar yakalarını bırakmaz'.
Nâfî (İbn Ömer'in âzâd edilmiş kölesidir) İbn Ömer'den şöyle rivâyet ediyor: Muhtar b. Ebî Ubeyd es-Sakafî, İbn Ömer'e mal gönderirdi. İbn Ömer de gönderilen malı kabul ederdi. Sonra derdi ki: 'Ben kimseden birşey istemem. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın rızık olarak bana gönderdiğini de geri çevirmem'.
Muhtar, bir ara İbn Ömer'e deve hediye etti. O da bu hediyeyi kabul etti ve o deveye 'Muhtarın Devesi' adı verildi. Fakat Nâfî'in bu rivâyeti, İbn Ömer hakkında 'Hiç kimsenin hediyesini geri çevirmedi, ancak Muhtar'ınki hariç' şeklinde rivâyet edilen hadîse ters düşmektedir. Muhtar'dan gelen hediyeyi reddettiği hakkındaki sened, daha kuvvetlidir.
Nâfi'den rivâyet edildiğine göre, İbn Muammer (Ömer b. Ubeydullah) İbn Ömer'e altmışbin dirhem gönderdi. İbn Ömer o altmışbin dirhemi fakir fukaraya dağıttı. Para bittikten sonra bir dilenci gelip İbn Ömer'den birşey istedi. Bunun üzerine İbn Ömer para dağıttığı bir kimseden borç alarak o dilenciye verdi.
Hazret-i Hasan Muaviye'ye geldiği zaman, Muaviye kendisine şöyle dedi: 'Sana öyle bir hediye vereceğim ki, senden önce hiçbir Arab'a öyle hediye vermiş değilim ve senden sonra da hiçbirine onu vermeyeceğim'.
Râvî diyor ki: Muaviye, Hazret-i Hasan'a dörtyüz bin dirhem verdi ve Hazret-i Hasan da bunu kabul etti. (Ebû Talib el-Mekkî) .
Habib b. Ebî Sâbit'den şöyle rivâyet ediliyor: Ben Muhtar b. Ubeyd es-Sakafî'nin İbn Ömer'e (Muhtar'ın enşitesidir) ve İbn-i Abbâs'a hediye gönderdiğini, onların da kabul ettiğini gördüm. Bunun üzerine Habib'ten 'O hediye neydi?' diye soruldu. Habib 'O hediye mal ile giyecek maddeleriydi' dedi.
Zübeyr b. Adiyy'den rivâyet edildiğine göre, Selman-ı Fârisî şöyle demiştir: 'Senin memur veya tacir bir dostun varsa, aynı zamanda o dostun muamelelerinde faizden sakınmıyorsa, bu dost seni yemeğe veya benzerine dâvet ederse veya sana herhangi birşey verirse, onun teklifini kabul et. Zira kolaylıkta senin için lezzet vardır. Günah ise, onun boynundadır'. Eğer faiz ile muamele yapan bir kimse hakkında hüküm böyle olursa, zâlim bir kimse de bunun gibidir.
Câfer'den, o da babasından şöyle rivâyet ediyor: Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anh) Muaviye'den gelen hediyeleri kabul ederlerdik Hâşim b. Câbir der ki: Said b. Cübeyr'in yanından geçtik. Kendisi Fırat'tan aşağı da bulunan memleket öşrünü toplamakla vazifelendirilmişti. Öşür toplayan memurlara şöyle bir haber gönderdi: 'Sizin yanınızda bulunan yemekten bize de gönderiniz'. Memurlar yemek gönderdiler. Kendisi yediği gibi biz de onunla beraber yedik.
Ulâ b. Züheyr el-Ezdî dedi ki: İbrahim en-Nehaî babam Züheyr'e geldi. Babam da o zaman (Irak) ın Hilvan kasabasının öşrünü toplamakla görevli memurdu. Babam kendisine hediye verdi ve İbrahim de babamın hediyesini kabul etti.
İbrahim en-Nehaî şöyle demiştir: Âmillerin (zekât toplayanların) hediyelerini kabul etmekte sakınca yoktur. Çünkü âmillik vazifesini yürütmek için bir nafaka ve maaş vardır. Aynı zamanda âmilin bütçesine haram ile helâl mal birden girer. Sana verdiği helâl maldandır. Bu bakımdan bütün bu büyükler zâlim sultanların hediye ve atiyyelerini almışlardır ve yine de Allah'a isyan etmek hususunda bu zâlimlere itâat edenlere de şiddetle hücum etmişlerdir. Bu grup der ki: Selefin bir cemaatinden zâlim sultanlar ve emirlerden hediye kabul etmeyişleri hakkında nakledilen rivâyetler bu kabil hediyelerin haram olduğuna delâlet etmez. Aksine bu kabil hediyeleri kabul etmemenin takvâdan olduğuna delâlet eder. Hulefa-i Râşidin, Ebû Zer-i Gıfârî ve diğer zâhidlerin yaptıkları gibi.
Çünkü bu insanlar, zühd ve takvâ yönünden mutlak mânada helâl olan şeylerden bile kaçınmışlardır. Yine takvâ yönünden harama sürüklemesinden korkulan helâli de bırakmışlardır. Bu bakımdan bu son gelen grubun sultanlar ve emirlerden çekinmeden hediye kabul ettiği gibi, öbürlerinin kabul etmeyişi de haram olduğuna delâlet etmez. Saîd b. Müseyyeb'in maaşını almayıp hazine de biriken maaşlarının otuz bin küsür dirheme ulaştığı, Hasan-ı Basrî'nin 'Ben sarraf bir kimsenin testisindeki sudan vakit daralsa dahi abdest almam. Çünkü onun malının esasını bilmemekteyim' dediği şeklinde gelen nakillerin tamamı takvâdan ibarettir ve inkâr edilemez. Ancak selefe bu gibi takvalarında tâbi olmak, geniş hareketlerinde tâbi olmaktan daha evlâdır. Fakat genişlikte de onlara tâbi olmak, haram değildir. İşte zâlim sultanın malını almayı caiz gören bir kimsenin şüphelendiği nokta budur.
Cevap şudur: Bunların bu hediyeleri kabul etmeleri hakkında naklolunan rivâyetler, kabul etmediklerine ve kabul edenlere hücum ettiklerine nisbet edilirse, az ve belirli kalmış olur. Eğer kabul etmeyişlerinde takvâ ihtimâli sözkonusu ise, kabul edenlerin kabullenmelerinde de üç ihtimal vardır. Bu ihtimaller, onların takvâ hususundaki değişikliklerine göre değişir!
Çünkü sultanlar hakkında takva için dört derece vardır:
1. Birinci derece, selefin muttakîlerinin yaptığı gibi sultanların malının zerresini bile almamaktır. Nitekim hulefa-i raşidin de böyle yaptılar. Hatta Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) devlet hazinesinden bütün aldıklarını hesap etmiş, altı bin dirhem çıkmıştı. Kendisini hazineye altıbin dirhem borçlu saymıştır.
Hazret-i Ömer bir gün hazineden mal dağıtıyordu. O sırada küçük kızı içeriye girerek bir dirhem aldı ve gitti. Ömer kızının arkasından koştu. Hatta omuzlarındaki abası düştü. Kızı ağlayarak eve koştu ve dirhemi ağzına soktu. Hazret-i Ömer parmağını kızının ağzına sokarak dirhemi çıkardıktan sonra şöyle dedi: 'Ey İnsanlar! Ne Ömer'in, ne de Ömer'in ailesinin, uzak yakın hiçbir müslümandan fazla bir hakkı yoktur'.
Ebû Musa (Beytülmalin içindeki serveti dağıttıktan sonra) , hazineyi süpürdü ve süpürürken yerde bir dirhem buldu. O esnada Hazret-i Ömer'in küçük oğlu oradan geçti. Ebû Musa, o dirhemi Hazret-i Ömer'in oğluna verdi. Dirhemi oğlunun elinde gören Ömer, bunu nereden aldığını çocuktan sordu. Bunun üzerine çocuk 'Ebû Musa bana verdi' dedi. Hazret-i Ömer Ebû Musa'nın yakasına yapışarak haykırdı: Yâ Ebâ Musa! Acaba Medine'de senin yanında Ömer'in aile efradından daha ehven (rütbece daha düşük) bir ev halkı yok muydu? Ümmet-i Muhammed'den bir tek kişi kalmayıncaya kadar herkesin zulmettiğimizden dolayı bizim yakamıza yapışmasını mı istedin?' Bu sözleri söyledikten sonra dirhemi Beytülmal'e geri verdi. İşte mal, helâl olduğu halde Hazret-i Ömer'in durumu bu oldu. Fakat Hazret-i Ömer bu kadar mala müstehak olmayacağından korktu. Dinini ve diyanetini şüpheden korumak için Allah Rasûlü'nün 'Seni şüpheye düşüreni bırak. Şüpheli olmayanı yap' ve 'Kim şüpheliyi bırakırsa, o namusunu ve dinini töhmetten kurtarmıştır'80 hadîs-i şeriflerine uyarak en az ile yetiniyordu. Bir de saltanat mallarının hakkında Allah Rasûlü'nün ağzından işittiği tehditlerden kaçınarak böyle yapıyordu.
Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) Ubâde b. Sâmit'i zekât malını toplamak üzere gönderdiği zaman şöyle buyurmuştu:
'Ey Ebû Velîd! Allah'tan kork! Kıyâmet gününde bağıran bir deveyi veya böğüren bir sığırı ya da meleyen bir koyunu ensene (veya omuzuna) aldığın halde Allah'ın huzuruna gelme!' Bunun üzerine Ubâde (radıyallahü anh) Allah'ın Rasûlü'ne 'Durum böyle mi olacaktır yâ Rasûlüllah?' diye sordu. Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Evet! . Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim durum böyle olacaktır. Ancak Allah'ın rahmet ettiği bir kimsenin durumu hariç'. 81
Bu söz karşısında kalan Ubâde şöyle demiştir: Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki? artık hiçbir zaman hiçbir hususta memur olmayı kabul etmeyeceğim. Benden sonra sizin için Allah'a ortak koşacağınızdan endişelenip korkmuyorum. Ancak, sizin için korktuğum şey dünyaya dalmanızdır. 82
İşte görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber dünyaya dalmaktan korkmuştur. Bunun içindir ki, Ömer (radıyallahü anh) uzun bir hadîste hazine malından bahsederken şöyle demiştir: 'Ben nefsimi, o maldan ancak yetimin malına velâyet eden bir kimsenin nefsi gibi gördüm. Zengin olduğum takdirde o malı yemekten çekmiyorum. Eğer fakir olursam mâruf (normal) bir şekilde ondan yiyorum'.
Rivâyet ediliyor ki: Tâvus'un oğlu (Abdullah b. Tâvus) , babasının ağzından bir mektup uydurarak Halife Ömer b. Abdülaziz'e götürdü. Halife kendisine üçyüz dinar verdi. Bunun üzerine Tâvus (radıyallahü anh) bir gayr-i menkulünü satarak onun parasından üç yüz dinarı Ömer b. Abdülâziz'e geri gönderdi. İşte Ömer b. Abdülâziz gibi bir kimseye karşı Tavûs böyle hareket etti. Bu derece, takvâda en yüce derecedir.
2. İkinci derece, sultanın malını almaktır. Fakat aldığı malın helâl bir kaynaktan geldiğini bildiği zaman alabilir. O halde sultanın elinde başka bir haramın bulunması zarar vermez. İşte daha önce nakledilen eserlerin tamamını veya bir çoğunu veyahut da sahabenin büyüklerine mahsus olan ve onların muttakîleriden İbn Ömer gibi, çünkü bu zat takvâda çok ileride hareket edenlerdendi hareket edenlerin durumları bu şekilde değerlendirilmelidir. Muttakîlerin hepsinden daha şiddetli ve daha fazla sultanlara hücum eden ve mallarını zemmeden İbn Ömer (radıyallahü anh) nasıl olur da sultanın malından geniş bir şekilde istifade edip tasarrufta bulunur?
İbn Ömer'in sultanlara ve mallarına herkesten daha fazla hücum ettiğine gelince, sahabe ölüm hastalığında bulunan İbn Amir'in evinde bir araya gelmişti, Bu esnada İbn Âmir vâlilik kabul ettiğinden ötürü nefsini kınadı. Allah nezdinde bu memuriyetten dolayı sorumlu olacağından korktuğunu belirtti. Kendisini teskin etmek bakımından orada bulunanlar şöyle dediler: 'Biz senin için hayır ummaktayız. Çünkü sen (Basra'dan Mekke'ye gelen yolda) kuyular açtın. Hacılara su içirdin. Şunu şunu yaptın'. Orada hazır bulunan İbn Ömer (radıyallahü anh) sükût edip dinliyordu. Bunun üzerine yatağında bulunan İbn Âmir, İbn Ömer'e hitâben 'Ey İbn Ömer, sen ne diyorsun?' diye sordu. İbn Ömer 'Eğer kazancın helâl ve nafakan temiz ise, bende arkadaşlarımın demin söylediklerine iştirâk ederim. Sen (kıyâmet gününde) Allah'ın huzuruna vardığında güzel neticeyi göreceksin' demiştir. Yine İbn Ömer şöyle demiştir: 'Haram (veya habis) mal, haram (veya habis) malın kefareti olamaz. Sen ise (yâ İbn Âmir) Basra valiliği yaptın. Sanmam ki sen şerre bulaşmadan o vazifeyi yürütmüş olasın. Bunun üzerine İbn Amir dedi ki: 'Acaba sen benim için duâ etmez misin?' Bu suâle karşılık İbn Ömer şu cevabı verdi: "Allah'ın Rasûlü'nden dinledim: 'Abdestsiz namaz ile hırsızlıktan verilen sadakayı Cenâb-ı Hak kabul etmez'83 Oysa sen Basra valiliğinde bulunan bir kimsesin!"
İşte İbn Amir'in hayır yollarında harcadığı mal hakkında İbn Ömer'in görüşü bu idi.
İbn Ömer Haccâc-ı Zâlim'in devrinde şöyle demiştir: 'Medine-i Münevvere'de Hazret-i Osman'ın öldürülüp, evi yağma edildiği günden itibaren bugüne kadar doyasıya yemek yemedim'.
Hazret-i Ali kapalı bir kaptan kavut şerbeti içerdi. Bunun üzerine kendisine 'Siz nimeti bol olan Irak'ta bulunduğunuz halde yine de böyle mi yapıyorsunuz?' diye sorulunca cevap olarak şöyle demiştir: 'İyi bilin ki ben cimrilikten dolayı kabın ağzını mühürlenmiyorum. Fakat ben onun içine birşey karışmasından korktuğum için böyle yapıyorum. Karnıma helâl olmayanın girmesini kerih görüyorum' İşte selef-i sâlihînde görülen durum buydu.
İbn Ömer (radıyallahü anh) hoşuna giden bir şeyi elinden çıkarırdı. Kendisinden kölesi Nâfi otuz bin dirhem karşılığında istenilince şöyle dedi: 'İbn Amr'in dirhemlerinin beni fitneye sevkedeceğinden korkuyorum'. Kölesi Nafi'nin müşterisi İbn Amr idi. Kölesine 'Ey Nâfî! Seni âzâd ediyorum' dedi.
Ebû Saîd el-Hudrî (radıyallahü anh) der ki: 'Bizden bir kimse yok ki, dünya onu kendine çekmesin. İbn Ömer müstesnâ'. İşte bu söz açıkça gösterir ki, İbn Ömer ve onun mertebesinde olan sahâbîlerin helâl olduğunu bilmedikleri bir malı aldıklarından ötürü onları kınamak uygun bir davranış değildir.
3. Üçüncü derece sultandan aldığını ancak şu niyetle almaktır: Fakirlere sadaka vermek veya hazinede bulunan malda hakkı olan kimselere dağıtmaktır. Zira sahibi belli olmayan bir malın hakkında şer'î hüküm budur. Eğer sultanın verdiği kişi, sultandan o malı kabul etmezse, sultan da o malı hak sahiplerine vermeyip onunla zulme yardım ederse, o zaman deriz ki: Bu adamın sultandan birşey alıp, fakirlere dağıtması, o malı sultanın elindebırakmasından daha evlâdır.
İşte bazı âlimler böyle fikir yürütmüşlerdir. Bu fikrin gereği ileride gelecektir ve selefin sultandan aldıkları da böylece tefsir edilmelidir. Bunun içindir ki İbn Mübarek şöyle demiştir: 'Bizim zamanımızda sultanların hediyelerini kabul edip İbn Ömer ye Hazret-i Aişe'nin aldığını delil gösterenler, hiç de İbn Ömer ile Hazret-i Âişe'ye uymamaktadırlar. Çünkü İbn Ömer, aldığını dağıtmıştır. Hatta altmış bin dirhemi dağıttığı mecliste otururken kendisinden sadaka isteyen bir fakir için biraz önce mal verdiği bir kimseden borç istemiştir. Âişe validemiz de aynı şeyi yapmıştır'.
Câbir b. Zeyd'e (radıyallahü anh) bir mal geldi. Onu kabul ederek sadaka verdikten sonra şöyle demiştir: 'Şunu kabul edip sadaka olarak dağıtmayı onların elinde bırakmaktan daha uygun gördüm'. İmâm-ı Şâfiî de (radıyallahü anh) Hârun er-Reşid'den kabul ettiği hediyeyi böyle yapmıştır. Zira rivâyet edildiğine göre, onu hemen Kureyş fakirlerine dağıtmış hatta kendisi için bir habbe (para birimidir) dahi bırakmamıştır.
4. Dördüncü derece, sultandan aldığı malın helâl olduğunu kesinlikle bilmemek ve alınanı fakirlere dağıtmamaktır. Fakat malının çoğu helâl olan sultandan almaktadır. İşte sahâbe ve tâbiin zamanında hulefa-i râşidinden sonra halifelerin durumu bu idi. Onların malının çoğu haram değildi. Böyle olduğuna Hazret-i Ali'nin sözü de delâlet eder. Zira Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Onun aldığı helâl mal, haramdan daha fazladır'. Bu şekilde almayı âlimlerden bir cemaat caiz görmüştür. Bu cemaatin mesnedi ise, malın çoğunun helâl olmasına dayanmaktadır. Biz ise, fertler hakkında bu meselede tevakkuf ederek herhangi bir hükme varmadık. Sultanın malı ise, had ve hesabı olmayan bir mala daha fazla benzemektedir. Bu bakımdan herhangi bir müctehidin o malın haram olduğunu bilmediği zaman helâlin fazla olmasına dayanarak o malın alınmasının caiz olduğuna dair ictihad etmesi, uzak bir ihtimal değildir. Biz malın çoğu haram olduğu zaman böyle bir hükme varmayı menettik.
Sen bu dört dereceyi anladığın zaman kesinlikle bileceksin ki, zamanımızdaki zâlimlerin verdiği maaşlar o zaman alınan malların yerine geçmez, O zamankiler zamanımızdaki maaşlar ve atiyyelerden iki kesin cepheden ayrılmaktadır:
1. Zamanımızdaki sultanların mallarının tamamı veya çoğu haramdır. Nasıl haram olmasın? Oysa helâl mal, sultanlar için fey ve ganimetten gelen mallardır. Böyle bir malın varlığı ise, bu zamanda sözkonusu değildir. Bu malların bir çoğu sultanın eline geçmez. Bu bakımdan sultanların elinde haraçtan başka birşey kalmamıştır. Bu zamandaki haraç ise, çeşitli zulüm yollarından alınır. Oysa böyle alınan haraç da helâl değildir. Zira haraç alanlar, alınan miktar ve haracı verenin hakkındaki dini çizgiyi aşmaktadırlar. Haraç karşılığında haracı verene va'dedilen yatırım yerine getirilmemektedir. Bütün mallardan sonra sen bu alınan haracı, müslümanlardan tahsil edilen vergi, müsadere edilen mallar, alınan rüşvet ve zulmün çeşitlerine nisbet ettiğin zaman, bu haraç onların binde biri olmaz.
2. Geçmiş asırdaki zâlimler, raşid halifeler zamanına yakın olduklarından ötürü zulmettiklerini idrâk edip ondan korkmaktaydılar. Zâhir ve bâtında sahâbe ve tâbiinin kalplerini kazanmaya gayret sarfederlerdi Sahâbe ve tâbiînin kendilerinden atiyye ve hediyeler kabul etmelerine âzamî gayret gösterirlerdi. Sahabe ve tâbiîn istemeden ve boyun eğmeden, o zamanki yöneticiler kendiliğinden onlara hediyeler gönderirdi. Hatta sahâbîler ve tabiin hediyelerini kabul ettiğinden dolayı yöneticiler onlara minnettar olur, bu duruma sonsuz bir şekilde sevinirlerdi. Sahâbî ve tâbiîn de yöneticilerden aldıkları hediyeleri fakirlere dağıtır, yöneticilerin fâsid hedeflerinde yöneticilere yardımcı olmaz, onların meclislerine gitmez, etraflarındaki topluluğu, katılmak suretiyle çoğaltmazlardı ve onların saltanatlarının devam etmesini sevmez ve istemezlerdi. Aksine aleyhlerinde bedduâ ederlerdi. Aleyhlerinde alabildiğine tenkid savurarak konuşurlardı. Yöneticilerin yaptığı kötülükleri açık ve sert bir şekilde reddederlerdi. Bu bakımdan yöneticilerden aldıkları hediyeler karşılığında, yöneticiler için dinlerinden tâviz vereceklerinden korkulmazdı. Onların idarecilerden hediye kabul etmelerinde hiçbir zaman sakınca yoktu. Şimdi ise, sultanlar ancak kullanabilecekleri ve kendilerine yağcılık yapabilecek karakterde olup çirkin amellerine yardımcı olanlara, meclislerinde kaypaklık gösterenlere daima yapmacık bir şekilde duâ, medh ve senâda bulunanlara huzurlarında ve gıyablarında kendilerini tezkiye edip ifrat derecesinde övenlere atiyye ve hediye verirler. Eğer sultanın hizmetine koşmazsa, onu övüp duâda bulunmazsa, idareye yardım etmezse, onun yaptığı kötülükleri, kabahatlerini ve zulmünü örtmezse, sultan ona bir tek dirhem dahi vermez. Hatta o adam İmâm-ı Şâfiî'nin âyârında bir kimse olsa dahi. . .
Bu bakımdan şu zamanda bu mahzurlara götürdüğü için sultanların malının kesin olarak helâl olduğu bilinmediği takdirde onlardan hediyeler kabul etmek câiz olamaz. Acaba haram olduğu bilinen veya haram olduğu hakkında şüphe edilen bir mal nasıl helâl olur? Bu bakımdan onların hediyelerini alıp kendisini sahâbe ve tâbiîne benzeten bir kimse, âdeta melekleri demircilere benzetmiş olur! O halde, onlardan mal almak, onlarla haşr ü neşr olmaya, onların isteklerini gözetmeye, hizmetlerine koşmaya, zilletlerini kabullenmeye, kendilerini övmeye, kapılarına sık sık gidip gelmeye yol açıp muhtaç etmektedir. Oysa bu bölümden sonra beyan edeceğimiz gibi, bütün bunlar günahkârlıktan başka birşey değildir. O halde, daha önce söylediklerimizden sultanların mallarının durumu, helâl olan ve olmayan kısımları anlaşıldı. Faraza bîr insanın, müstehak olduğu ve evinde oturduğu halde o malın kendiliğinden ona geldiğini, o malı elde etmesi için herhangi bir memuru aramadığını ve onun hizmetinde bulunmadığını, onu övmediğini ve onun yardımına koşmadığını tasavvur edersek, o zaman böyle bir insanın bu kabil malı alması haram değildir. Fakat gelecek bölümde belirteceğimiz mânâ ve sebeplerden ötürü böyle bir malı kabullenmek dahi mekruhtur!
İki
Biz alınan malı müminlerin faydasına sarfedilen maldan farzedelim. Fey malının beşte dördü ve miras malları gibi. . . Zira bu malların dışında kalan mallardan hak sahipleri için tâyin edilmiş kısımlar eğer vakıftan veya sadakadan veya feyin beşte birinden veya ganimetin beşte birinden, sultanın ihya ettiği sahipsiz araziden veya satın aldığı maldan edindiği özel mülkiyetinden olursa sultan bunların dilediği miktarını dilediği kimseye verebilir. Ancak zâyi olan ve toplumun yararına sarfedilen mallar hakkında düşünmek gerekir. Bu gibi malların ancak kendisinde umumî maslahat bulunan ve çalışmaktan âciz bulunduğundan ötürü muhtaç olan bir kimseye sarfedilmesi caizdir. Kendisinde maslahat olmayan zengine gelince, ona devlet hazinesinin malını sarfetmek caiz değildir. Her ne kadar âlimler bu hususta ihtilâf etmişlerse de doğru olan fetva budur. Hazret-i Ömer'in sözünde, her müslümanın müslüman olduğundan ve müslümanların sayısını çoğalttığından beytülmal'de hakkı bulunduğuna işaret eden delil vardır. Fakat bununla beraber Hazret-i Ömer, bütün müslümanlara beytülmal'ı taksim etmiyordu. Aksine birtakım özel sıfat ve niteliklere sahip olanlara veriyordu.
Bu bakımdan bu sabit olduğu zaman hükmü şöyledir: Bir zât ki, herhangi bir işle görevlendirildiğinde o görevi yerine getirir, onun faydası bütün müslümanların olur, bu zat nafakası için çalıştığı takdirde yüklendiği görevi yerine getiremeyecektir. İşte böyle kimse için, yetecek kadar beytülmâl'de hak (maaş) vardır. . Bütün ulema bu durumun içine dahildir. Ulemadan gayem dinin maslahatlarıyla ilgili bulunan fıkıh, hâdis, tefsir ve kırâat ilimlerini bilenlerdir. Hatta muallimler, müezzinler ve bu ilimlerin öğrencileri de bu târifin içine girerler. Çünkü bu kimselerin nafakaları beytülmal'den karşılanmadığı takdirde ilmî gelişmeye imkân bulamazlar. Bir de bunun altına ummallar da girer. Ummallar, o kimselerdir ki, dünyanın maslahatları onların çalışmalarına bağlıdır. Onlar paralı askerlerdir. Memleketi kılıçlarıyla düşmanın, zâlimin ve İslâm düşmanlarının saldırganlıklarından koruyan askerlerdir.
Kâtibler, muhâsibler, vekiller ve haraç divanının tertibinde kendisine ihtiyaç olan herkes bu târife dahildir ve beytülmâl'den yetecek kadar nafakasını almalıdır. Haraç divanını (devletin gelir ve gider kaynaklarını) tertip ve tedvir etmekte kendisine ihtiyaç duyulanlardan gaye; helâl mallar üzerine çalışan ve geliştirenlerdir. Haram mallar üzerinde çalışanlar ise, bu kayda dahil değildirler. Zira beytülmâl'in serveti müslümanların menfaat ve maslahatı içindir. Bu ise ya din veya dünya ile ilgilidir. Bu bakımdan âlimlerle din korunur askerlerle dünya korunur.
Din ile idare ikizdirler. Birisi diğerinden müstağni değildir. Yâni biri diğeriyle korunur. Doktor da buna dahildir. Her ne kadar doktorun ilmine dinî bir iş bağlı değilse de, onun ilmine bedenin sıhhati bağlıdır. Din ise, bedene bağlıdır. Bu bakımdan doktor için ve bedenlerin maslahatı veya memleketin maslahatı için muhtaç olunan ilimlerde doktorun yerine geçecek bir kimse için, bu mallardan maaş ayırmak caizdir ki, bunlar müslümanların tedavisinde tam mânâsıyla imkân sahibi olsunlar. Benim gayem; müslümanları ücretsiz tedavi eden doktordur. (Yâni devlet kasasından maaş alan doktor) . Bu kimselerin devlet hazinesinden istifade etmeleri için ihtiyaç sahibi olmaları şart koşulmaz. Aksine zengin olsalar bile kendilerine maaş vermek caizdir. Çünkü Hulefâ-i Râşidîn, muhacirlere ve ensara verirlerdi. Oysa muhacirler ve ensar ihtiyaç sahibi de değildiler.
Bu kimselerin muhtaç olmaları şart olmadığı gibi, kendilerine verilen miktarın sınırı da yoktur. O miktarın tahdid ve takdiri devlet başkanının ictihadına bağlıdır. Devlet başkanı fazla verip onları zengin edebildiği gibi, kısıtlama da yapabilir. Kısıtlama yapıp sadece günlük yaşantılarının gereğini verebilir ve bütün bu durumlarda hazinenin fakirlik ve zenginliğini de hesaba katmak mecburiyetindedir. Hazret-i Hasan, Muaviye'den bir defada dörtyüz bin dirhem para almıştır.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) , bir cemaate senede eritilmiş hâlis gümüşten yapılan oniki bin dirhem verirdi. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) bu oniki bin dirhem alanların defterinde kayıtlı idi. Başka bir gruba da onar bin dirhem veriyordu. Üçüncü bir gruba da altışar bin dirhem veriyordu. İşte böylece herkesin mertebe ve derecesine göre devlet hazinesinden maaşı dağıtılıyordu. İşte bu mal, bu kimselerin malıdır. Bir dirhemi kalıncaya kadar onlara verilir. Eğer devlet başkanı içlerinden birine bol bir mal verirse, ona bu şekilde vermesinde sakınca yoktur. Böylece sultan da beytülmal'dan özel sıfatlar ve niteliklere (âlimler, sâlihler ve şerifler gibi) sahip bulunan kimseleri hediye ve atiyyelere garkedebilir. Selef devrinde de bu yapılırdı. Fakat en uygunu sultan bunu yaparken toplumun yararına bakmalıdır. Ne zaman ki, sultan bir âlimi veya herhangi bir kahramanı bir hediye ile taltif ederse, onun bu yaptığında insanları teşvik ve o hediyeye mazhar olan kimsenin yaptıklarına tergib ve kendilerini ona benzetmeye çalışmaya sevketme vardır. İşte hediye ve atiyyelerin faydası budur. Bütün bunlar sultanın ictihadına bağlı durumlardır. Ancak zâlim sultanların iki hususu dikkate alınıp, incelenmeye değer: Birincisi, zâlim sultana gereken, saltanatından vazgeçmektir. O ya azledilmiş veya azli vâcibdir. Bu bakımdan hakikatte sultan olmayan bir kimsenin elinden hediye, atiyye, maaş gibi paraların alınması nasıl caiz olur?
İkincisi, zâlim sultan verdiği mal ile hazinede hakkı olan herkesi bu maldan istifade ettirmez. Bu bakımdan nasıl olur da fertlerin böyle bir sultandan hediye almaları caiz olur? Acaba bu fertlerin hisselerine düştüğü kadarını bu sultandan almaları caiz midir veya hiç almamaları mı gerekir veyahut herkes bu sultan tarafından verilen miktarı almalı mıdır? Birincisine gelince. . . Bizim görüşümüz şudur: Kişi hakkını almaktan menedilemez. Çünkü zâlim ve câhil sultana taht ve taç yardım ettikçe onu saltanattan uzaklaştırması çok zordur. Böyle zor oldukça onu yerinde bırakmak ve ona itâat etmek tıpkı âdil emirlere itâat etmek gibi, farz olur. Zira idarecilere itaatsızlık etmenin, onların yardımından el çekmenin yasak olduğunu belirten birçok emir ve yasaklar rivâyet edilmiştir. Bu bakımdan bizim kanatimiz şudur:
Hilâfet, Abbâsoğulları'ndan hilafeti yürütmeyi va'd eden zât için geçerli ve oluşmuştur. Velâyet ise, memleketin çeşitli bölgelerinde bulunan ve halifeye biat eden sultanlar için geçerlidir. Biz, Kadı Ebû Tayyib'in Bâtınîlerden olan râfızî gruplarının tamamına cevap teşkil eden Keşf'ul-Esrar ve Hetk'ul Estar kitabından özetlediğimiz (ve Abbâsî halifelerinden Müstezhirbillâh adına izafeten) el-Müstezhirî adını verdiğimiz eserimizde; maslahatın âmil ve sebebine işaret eden delilleri zikretmiştik. En öz ve kısa söz şudur: Biz, sultanlar hakkında sıfatları ve şartları dinî ve dünyevî meziyetlere bakarak gözetiriz. Eğer zamanımızdaki velâyetlerin bâtıl olduğuna hükmedersek, o zaman maslahatların tamamı esasında bâtıl olmuş olur. Acaba kâr için sermaye nasıl elden çıkarılır? Zamanımızdaki velâyetler ancak şevket ve kuvvete tâbidirler. Bu bakımdan şevket (ve kuvvet) sâhibi kime bîat etmişse, halife odur ve her kim kuvvet ve şevketiyle müstakil olmuşsa aynı zamanda halifeye de itâat ediyorsa, hutbenin aslında ve sikkede bu kimse hükmü geçerli bir sultandır. İslâm diyarının çeşitli bölgelerinde bulunan kadılar ise, hükümleri geçerli birer vilâyet sahibidirler. Bu hususun tedkik ve tahkikini imamet hükümleri bölümünde el İktisad fi'l-İtikad adlı eserimizde zikretmiştik. Bu bakımdan burada onu uzatmaya ihtiyaç yoktur.
Diğer müşkilata gelince... O müşkilat şudur: Sultan, verdikleriyle bütün hak sahiplerini faydalandırmadığı zaman sultanın lûtfuna mazhar olan bir ferdin kendisine verilen malı alması caiz midir, değil midir? İşte bu mesele ulemanın dört şekilde mütalâa edip ihtilâf ettikleri bir meseledir:
1- Bazı âlimler aşırıya kaçarak demişlerdir ki; ferdin sultandan aldığı herşeyde bütün müslümanlar ortaktır. Fert, kendi payına düşen bir danik midir veya bir habbe midir bilemez. (Bu iki terim de para birimleridir) . Bu bakımdan fert, sultanın verdiğinin hepsini terketmelidir.
2- Başka bir grup, sadece günlük nafakası kadar sultanın verdiğinden alabilir. Çünkü kişi bu miktara müstehaktır. İhtiyacı olduğu için bütün müslümanlara bu miktarı vermek sultana düşer demiştir.
3- Başka bir grup dedi ki: Kişi bir senelik nafakasını sultandan alabilir. Çünkü hergün gidip o gün yetecek kadar nafakasını almak zor bir şeydir. Aynı zamanda kişinin bu malda hakkı vardır. O halde kişi nasıl olur da bu hakkı terkedebilir?
4- Diğer bir grup da dedi ki: Kişiye verilen miktarı alır. Zulme uğramış olanlar ise geri kalanlardır. Bu fetva kıyasın ta kendisidir. Çünkü sultanın elindeki mal, ganimet malının ganimetçiler arasında ve miras malının da vârisler arasında müşterek olduğu gibi, bütün müslümanlar arasında müşterek bir mal değildir.
Çünkü ganimet malı ganimetçilerin, miras malı da vârislerin mülkü olmuştur. Oysa sultanın elindeki mal ise, müslüman fertlerin mülkü olmamıştır. Hatta müslümanlardan Beytülmal'deki servet aralarında taksim olunmadan önce biri ölürse, hayatta iken payına düşen Beytülmal'deki malı, onun vârislerine miras olarak kalmaz. Beytülmal'deki hak, tayin edilmiş bir hak değildir. Ancak kabzedildiği takdirde tayin olunur. Hazinedeki mal, sadakalar gibidir. Ne zaman ki fakirlere sadakalardan olan payları verilirse, o zaman onların mülkü olur. Mal sahibi, diğer sınıflara zulmeden bir kimse tarafından hakkı verildiği takdirde, onların hakkını vermiyor diye hakkını almaktan çekinmez. Hüküm böyledir. Adama bütün mal verilmeyip de maldan öyle bir miktar kendisine verilmiştir ki, şayet bütün sınıflara vermekle beraber kendisine tercihen verilseydi onu alması caiz olurdu. Çünkü vermekte tercih fazlası caizdir, Hazret-i Ebû Bekir beytülmal'den dağıtırken eşit bir şekilde verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer kendisine müracaat ederek neden böyle yaptığını sorduğunda Hazret-i Ebû Bekir şu cevabı verdi: İnsanların fazileti ancak Allah nezdindedir. Dünya ise azıktır'.
Hazret-i Ömer halife olduğu zaman Âişe validemize oniki bin, Cüveyriye validemize altı bin dirhem vermek suretiyle atiyyede aralarında farklılık gözetti, Safiyye validemize de Cüveyriye validemiz gibi altı bin dirhem verdi. Hazret-i Ömer sadece Hazret-i Ali'ye mahsus olarak bir arazi verdi. Hazret-i Osman da (radıyallahü anh) Sevad'dan (Irak arazisinin bir parçası) beş cennet (veya habbat) ayırarak Hazret-i Ali'ye onları tahsis etti. Hazret-i Ali de halifenin tahsisini kabul ettiği gibi ashâb da buna itiraz etmediler. Bütün bunlar caizdir. Çünkü bu konu ictihada bağlıdır. Bu, öyle ictihadlardandır ki onların hakkında 'Her müctehid musibdir' denir. Bu ictihadlar, hakkında belli nass olmayan her meselede olur ve aynı zamanda, o meseleye yakın diğer bir mesele yoktur ki, bu mesele açık bir kıyas ile onun mânâsını taşımış olsun. Bizim üzerinde durduğumuz bu mesele ile içki cezası meselesi gibi. . . Ashâb içki içene, kırk değnek vurdukları gibi seksen değnek de vurmuşlardır. Bütün bunlar sünnet ve haktır. Ebû Bekir ve Ömer'in ikisi de ashâbın ittifakıyle isabet etmişlerdir. Zira Hazret-i Ömer'in zamanında az alan bir kimse Hazret-i Ebû Bekir'in zamanında almış olduğu maldan, Ömer'in zamanında Fâdıl'a hiçbir şey geri vermemiştir. Fâdıl da Ömer'in zamanında fazlın kabulünden imtina etmemiştir. Bütün sahâbîler buna iştirak etmişlerdir ve bu iki görüşün ikisinin de hak olduğuna inanmışlardır. Bu bakımdan bu cins ictihadların isabetli olduğu ihtilâflara umumî bir düstur olmalıdır. Fakat hakkında belli bir nass olan meselede veya açık bir kıyas yapılması mümkün olan meselede müctehid gaflete gelerek veya kötü reyinden ötürü onun hakkındaki nasstan habersizce o nass da müctehidin hükmünü yıkacak kuvvet ve kudrette ise, biz böyle bir mesele için burada müctehidlerin hepsi isabet etmiştir' diyemeyiz. Aksine burada hangi müctehid nassa veya nassın mânâsında bulunan delile isabet etmişse, ancak o isabetlidir. Bunun toplamından şu netice çıkar: Her kim, din veya dünya maslahatlarıyla ilgili sıfat ile muttasıf ve özel bir gruptan ise, aynı zaman da sultandan hediye, zekât veya haraç mallarından maaşlar almışsa, o sadece bu maaşın yüzünden fâsık sayılmaz.
Ancak zâlim sultanlara aynı zaman da hizmet edip yardımcı olursa, onların huzuruna girip çıkar, onları ifrat derecesinde över ve benzeri çirkin hareketlerde bulunursa fâsık olur! Bu çirkin hareketler ki, sultandan mal alanların çoğu ileride beyan edeceğimiz gibi onlardan kendisini kurtaramaz. (Onlar kişinin fâsık olmasına vesile olurlar. ) (78) İmâm-ı Şâfiî'ye göre Irak'ta arazileri işletenler o arazileri icar etmiş kimselerdir. Çünkü Hazret-i Ömer, ganimetçilerin kalbini hoş etmek için o ara iyi icara vermiştir. Ebû Hanîfe'ye güre, Sevad arazisi ile cebren fethedilmiş ve ahalisi üzerinde bırakılmış her memleketin arazisi veya sulhen fethedilmiş memleketin arazisi haracı verilen arazidir. Çünkü Hazret-i Ömer Sevad'ı (Irak'ı) fethettiği zaman orada yaşayanlara sahabîlerin huzurunda haraç bağlamıştır. Amr b. As, Mısır'ı fethettiği zaman yine Hazret-i Ömer ve sahabe oraya haraç konmasında ittifak etmişlerdir. Irak arazisi, işletenlerin mülküdür. Ancak onun haracı devlete verilmelidir. (İthaf 'us-Saade, VI /III)
79) el-Ecda’nın oğludur. Hemedanlıdır. Tâbiin-i kirâmdandır. Şâyân-ı itima, fakih, âbid bir kimsedir.
80) Müslim ve Buhârî, (Numan b. Beşir'den)
81) İmanı Şâfiî, Müsned, (Tâvus'tan mürsel olarak)
82) Müslim ve Buhârî, (Ukbe b. Âmir'den)
83) Müslim, (İbn Ömer'den)
Zâlim Sultanlarla Oturup-Kalkmanın Helâl ve Haram Olan Kısımları, Meclislerine Katılmanın ve Kendilerine Hürmet Etmen
Bir insanın emirler, zâlim âmiller ile üç durumu vardır:
1- Bu üç durumun en şerlisi onların huzuruna girmektir.
2- Onların senin huzuruna gelmeleridir. Bu ikinci derece, birinci dereceden biraz daha hafiftir.
3- Onlardan uzak durup ne senin onları, ne de onların seni görmeleridir. Bu ise sağlam ve en tehlikesiz yoldur.
Birinci duruma gelince ki bunların huzuruna girmektir. Bu durum şer'an şiddetle zemmedilmiş bir durumdur. Bunun hakkında haberler ve eserlerde şiddetli yasaklar ve amansız hücumlar vârid olmuştur. Biz ilâhî nizamın bunu nasıl zemmettiğini görmeniz için, o eserleri ve haberleri nakledeceğiz. Sonra bu oturup kalkmanın ne kadarı helâl ve hangi kısmı mübah ve hangi kısmının ilmin zâhirindeki fetvaya göre mekruh olduğunu belirtmeye çalışacağız.
Hadîsler
Allah'ın Rasûlü zâlim emirleri vasıflandırırken şöyle buyurmuştur:
Kim onlardan uzak olursa kurtulmuştur. Kim onların kötülüklerini benimsemediği için meclislerini terk ederse bütünfitnelerden sâlim kalır veya selâmet kalmaya yaklaşır. Kim onlarla beraber dünyalarına dalarsa, o kimse onlardandır!84
Hadîsin hikmeti şudur: Çünkü onların kötülüklerini benimsemeyerek meclislerini terkeden bir kimse, işledikleri günahlardan uzaklaşır. Fakat onlar için elîm bir azap gelirse, onlarla beraber zâhirde azaptan kurtulamayacaktır. Çünkü onlarla çekişme ve muârazayı terketmiştir.
Benden sonra yalan söyleyen ve zulmeden emîrler olacaktır. Bu bakımdan onların yalanlarını tasdik eden ve onların zulümlerinin yardımcısı olan herhangi bir kimse benden olmadığı gibi, ben de o kimseden değilim. (Aramızda herhangi bir rabıta yoktur) ve böyle bir kimse (kıyâmet gününde) havz-ı kevsere varamayacaktır. 85
Ebû Hüreyre Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini rivâyet eder:
Kurra'ların Allah tarafından en çok buğzedileni o kimselerdir ki, emirleri ziyaret ederler. 86
Emirlerin en hayırlısı, âlimlere gelen emirlerdir. Âlimlerin en şerlisi emirlerin ayağına giden âlimlerdir. 87
Âlimler, sultanlarla oturupkalkmadıkça, peygamberlerin Allah'ın kulları üzerindeki eminleri ve vekilleridirler. Ne zaman sultanlarla oturupkalksalar, muhakkak ki peygamberlere ihânet etmişlerdir. Bu bakımdan onlardan sakınınız ve yaptıklarını inkâr etmek suretiyle onlardan uzaklaşınız. 88
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Huzeyfe bin Yeman (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Fitne yerlerinden sakınınız'. Bunun üzerine kendisine şöyle soruldu: 'O yerler nerelerdir?' Şöyle cevap verdi: 'Emirlerin kapılarıdır. Çünkü herhangi biriniz emirin huzuruna gittiğinde onun yalanını tasdik eder, onda olmayan vasıfları ona atfeder!'
Ebû Zer el-Gifârî (radıyallahü anh) Seleme b. Kays'a hitaben şöyle demiştir: 'Ey Seleme! Sakın sultanların kapılarına gitme! Çünkü sen onların dünyalığından herhangi birşey aldığın zaman, onlar onun karşılığında ondan daha fazlasını senin dininden alırlar!'
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Cehennemde bir vâdi (dere) vardır. O vâdide ancak meliklerin (kralların ve emirlerin) ziyaretine giden kurra'lar dururlar!'
Evzâî şöyle demiştir: 'Allah nezdinde herhangi bir âmilin (yöneticinin) ziyaretine giden bir âlimden daha çok buğzedilen bir kimse yoktur'.
Sennun-i Abid şöyle demiştir: Âlimin meclisine gelindiğinde orada olmadığı müşahede edilir ve nereye gittiği sorulup 'Emîrin yanındadır' denildiği takdirde bilinsin ki bu âlim çok kötüdür!"
Ben meşayihten dinledim. Deniliyor ki: Âlimin dünyaya bağlanıp sevdiğini gördüğünüz zaman onu dininiz hususunda itham ediniz'. Ben bizzat bunu tecrübe ettim. Zira ben sultanın huzuruna ne zaman girdiysem çıktıktan sonra nefsimi hesaba çektim. Onlara şiddetle hücum etmeme ve hevâlarına muhalefet göstermeme rağmen, yine de nefsimde bir aşağılık hissettim!
Ubâde bin Sâmit (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Âbid bir kurra'nın emirleri sevmesi nifaktır. Zenginleri sevmesi ise riyadır'.
Ebû Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: 'Herhangi bir kavmin sayısını çoğaltan (onlara karışan) zâlimlerdendir'.
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Kişi, beraberinde dini olduğu halde sultanın huzuruna girer. Çıkarken dinsiz çıkar'. Bunun üzerine İbn Mes'ûd'a 'Neden?' diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: 'Çünkü kişi Allah'ı kızdırmak suretiyle sultanı râzı eder'.
Ömer b. Abdülâziz bir kişiyi herhangi bir vazifeye tâyin etti. Bunun üzerine kendisine 'Tâyin ettiğin bu adam Haccâc-ı Zâlim zamanında tâyin edilmiş bir yöneticidir' denildi. Ömer derhal onu azletti. Adam, Ömer'e (radıyallahü anh) 'Ben az birşey karşılığında Haccâc-ı Zâlim'e çalıştım' diye özür beyan ettiyse de, Ömer şiddet ve hiddetle ona 'Bir gün veya bir günün yarısı o zâlim ile sohbet etmen şer ve meymenetsizlik bakımından sana yeter de artar!' diye haykırdı.
Fudayl b. Iyâz (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Bir kişi saltanat sahibine yaklaştığı nisbette Allah'tan uzaklaşır'.
Said b. Müseyyeb, zeytinyağı ticareti yapar ve derdi ki: 'Bu ticarette şu zâlim sultanlardan müstağni olmam vardır!'
Vuheyb b. Verd şöyle demiştir: 'Şu kimseler ki, meliklerin huzuruna girerler. Onlar bu ümmet için kumarbazlardan daha zararlıdırlar!'
Muhammed b. Seleme (radıyallahü anh. ) şöyle demiştir: 'Pislik üzerine konan karasinek, şu adamların kapısında bekleşen kurra'lardan daha güzel ve daha hayırlıdır'.
İbn Şihab ez-Zührî sultana (Abdülmelik b. Mervan'a) arkadaşlık yapıp onunla oturup kalkmaya başladığı zaman bu zâtın dinde kardeşi olan bir kimse kendisine şu mektubu yazdı:
Yâ Ebû Bekir! Cenâb-ı Hak fitneden bize de, sana da âfiyet verip korusun. Sen öyle bir duruma geldin ki seni tanıyan herkese senin için Allah'tan duâ etmesi ve sana rahmet okuması gerekir. Sen Allah'ın nimetleri altında beli bükülen koskoca bir önder oldun. Çünkü Allah sana kitabının mânasını anlamayı, Habib-i Edîbi Muhammed Mustafa'nın sünnet-i seniyyesinin ilmini ihsan buyurmuştur. Acaba durum böyle değil midir? Oysa Allahü teâlâ âlimlerden söz almıştır.
Vaktiyle Allah kendilerine kitab verilenlerden (âlimlerden) şöyle teminat almıştı: Celâlim hakkı için kitabı muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız. Onu gizlemeyeceksiniz. (Âl-i İmrân/187)
Senin irtikâb ettiğin suçun ve şu anda omuzladığın yükün en hafifi şudur: Sen zâlimin vahşetini gideriyorsun. Herhangi bir bâtılı işleyen, herhangi bir hakkı yerine getirmeyen bir kimseye yaklaşmak suretiyle veya seni kendisine yaklaştırdığı zaman sen ona zulmün yolunu kolaylaştırmış oluyorsun. Onlar seni zulümlerinin üzerinde döndüğü eksen edinmişlerdir. Belâlarına, savaşıp geçmek için seni köprü yapmışlardır. Dalâletlerine yükselip yetişmek için seni merdiven edinmişlerdir. Senin yüzünden diğer âlimler hakkında da şüphe etmektedirler. Seninle câhillerin kalplerini çalmaktadırlar. Bir düşün sen, senin için tâmir ettikleri, senden tahrip ettiklerine nazaran pek az ve cüz'î bir şeydir! Senin dininden alıp ifsâd etikleri ne de çoktur? Acaba senin şu ayette zemmedilenlerden olmadığına dair elinde ne gibi bir vesika vardır?
Sonra bu peygamberlerle salih kimselerin arkalarından (kötü) bir nesil geldi ki, namazı terkettiler. Şehvetlerine uydular. Bunlar da cenehhemdeki gayyâ vâdisini boylayacaklardır! (Meryem/59)
Unutma ki, sen hiçbir şey hakkında cahil olmayan bir zât ile muamele ediyorsun. O, hiçbir zaman gaflete düşmeden seni koruyor. Bu bakımdan dinini tedâvi et. Çünkü dinine zâfiyet düşmüştür! Azığını hazırla. Zira uzun süren bir sefer baş gösteriliştir!
Ne yerde ne gökte, hiçbir şey, Allah'a gizli kalmaz. (İbrâhim/38)
Bu rivâyetler, sultanlarla oturup-kalkmaktan meydana gelen fitne ve fesadlara işaret etmektedirler. Fakat biz bunu fıkhî yönden izaha çalışalım. Mahzurlu kısmını, mekruh ve mübah kısmından ayıralı. İşte bu maksatla deriz ki: Sultanın huzuruna giren bir kimse ya fiiliyle veya sükûtuyla veya sözüyle veyahut da inancıyla
Allah'a isyan etmeye mâruz ve mecbur kalır. Bu bakımdan hiçbir zaman kişi, bu durumların birinden yakasını kurtaramaz!
Fiiliyle Allah'a isyan etmeye gelince. . . Sultanların huzuruna girmek, çoğu zaman gasbedilmiş bina ve evlerde olur. Oysa gasbedilen yerlere adım atıp, sahiplerinin izni olmaksızın girmek dinen haramdır. İtirazcının 'Bu durum, bir hurmayı veya ekmek kırıntılarını almak gibi, halk tarafından müsamaha ile karşılanan bir durumdur' şeklindeki fetvası seni aldatmasın. Zira bu fetva ancak gasbedilmemiş mal hakkında muteberdir. Gasbedilmiş mal hakkında ise geçerli değildir. Çünkü denilmiştir ki; 'Biraz oturmak, mülkü azaltmaz, o müsamaha yeridir. Gayr-i menkulden geçiş de böyle. . . '
Bu fetva her fert hakkında geçerli olduğu gibi, bütün toplum hakkında da geçerlidir. Gasb, ancak hepsini gasbetmekle tamam olmuştur. Ancak münferid olduğu zaman böyle bir geçiş veya oturuşta müsamaha edilir. Zira eğer mülkün sahibi, o âlimin girişini ve oturuşunu bilse, çoğu zaman bunu hoş karşılar. Fakat bu diğerleriyle ortaklaşa bütün zaman mülkü meşgul etmeye yol açtığı takdirde, haram olmanın hükmü hepsi için geçerli olur. Bu bakımdan 'Kişinin mülkünden her geçen kimse ancak bir adım atar, o adımla mülkte herhangi bir aşınma, azalma ve tahribat meydana gelmez' fetvasına güvenerek mülkünü yol edinmek caiz değildir. Çünkü hepsinin hareketi, mülkü hakîki sâhibinin elinden çıkarmış olur. Bu, tıpkı tâlim ve öğretmek için çocuğa hafifçe vurmanın mübah olmasına benzer. Fakat bu vuruş, ancak münferid olmak şartıyla mübahtır. Eğer bir cemaat, çocuğun ölümünü icab ettirecek derecede hafifçe vurmada birleşirlerse, hepsinden kısas almak farz olur. Oysa atılan darbelerin herbiri eğer tek başına atılmış olsaydı kısası gerektirmezdi. Farzedelim ki, zâlim sultan gasbedilmiş bir yerde değildir. Ancak sahipsiz bir arazidedir. O zaman da kurmuş olduğu çadırın veya gölgeliğin malından olup olmadığı hususu dikkate alınmalıdır.
Eğer öz malından olan bir çadır veya gölgeliğin altında ise, bu haramdır. (Çünkü sultanların malının çoğu haramdır) . Böylece burada onun huzuruna girmek de caiz değildir. Çünkü onun huzuruna girmek, haramdan istifade etmek ve haram ile gölgelenmek demektir. Eğer bütün bunların helâl olduğunu farzedersek, o vakit kişinin huzura girmesiyle âsî olması sözkonusu değildir. Zira sadece huzura girmek, selâm vermek gibi isyanına sebep olmaz. Eğer huzuruna girdiğinde secde ederse rüku a varırsa sen onların huzuruna giren bir kimsenin eğer eliyle engel olamıyorsa mârufu emretmesi ve münkeri nehyetmesi gerekir.
İtirazı onların huzuruna giren kişi nefsinden korktuğu için suisti. . . . mâzur sayılır
Cevap: Senin bu sözlerin haktır. Fakat o adamın da herhangi bir zaruret olma halde nefsini mübah olmayan bir şeyi yapmak için zorlamaya hakkı yoktur. Zira o kişi, onların huzuruna girip, o münkerleri görmeseydi, o münkerlerden sorumlu olmazdı ve özür ile yakasını o mesuliyetten kurtarmaya da muhtaç olmazdı. Fırsat gelmişken derim ki; herhangi bir yerde gayr-i meşrû bir şeyin olduğunu bildiği, oraya vardığında onu kaldıracak kuvvet ve kudrette olmadığını anladığı halde oraya gitmesi câiz değildir. Çünkü oraya varırısa, o gayr-i meşrû şey gözü önünde cereyan eder. kendisi de susmak durumunda kalır. (Bu ise felâkettir) . Aksine
Söze gelince, zâlimin huzuruna giren ona duâ eder. Onu över, açık bir sözle, başını sallamak veyahut sırıtmak suretiyle onun söylediği bâtıl sözü tasdik eder ve ona sevgisini, yardımını ve huzuruna gelmesine müştak olduğunu izhar eder. Onun uzun yaşamasını saltanatta kalmasını arzuladığını belirtir. Çünkü saltânat sahibinin huzuruna giren bir kimse, çoğu zaman sadece selam vermekle kalmaz, aksine konuşur. Konuştuğu takdirde de bu sayıp söylediklerimizden başka bırşey konuşamaz. Zâlim sultana duâ etmeye gelince, bu gibi duâda bulunmak helâl değildir. Ancak 'Allah seni islah etsin' veya 'Allah seni hayırlı işlere muvaffak etsin, taatinde ömürünü uzatsın' veya buna benzer kelimelerle duâ edebilir. Allah seni korusun. Uzun ömürler versin ve nimetlerini senden esirgemesin gibi duâlara gelince, bu duâları 'efendim' kelimesini veya sbu kelimenin mânasını taşıyan herhangi bir hitabı kullanmakla . beraber caiz değildir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Herhangi bir kimse, herhangi bir zâlimin yaşaması için duâ ederse, bu kimse yeryüzünde Allah'a karşı gelmeyi sevmiş olur!89
Eğer huzura giren adam duâyı bitirip zâlimi övmeye başlarsa, zâlimde olmayanları söylemiş olacaktır. Böylece yalancı, münâfık ve bir zâlime ikram eden bir kimse olur. Bu üç durum da günahtır.
Fâsık bir kimsenin medh ü senası yapıldığı zaman Cenâb-ı Hak gazaba gelir 90
Herhangi bir fâsığa ikramda bulunan bir kimse, İslâm'ın yıkılmasına yardım etmiş olur!91
Eğer zâlimin huzuruna giren adam, zâlimi övmeyi geçip söylediklerinde onu tasdik etmeye başlarsa, yaptıklarını övmek sûretiyle doğru gösterirse, bu takdirde iki yönden âsi olur.
1- Zâlimi tasdik etmekten,
2- Ona yardımcı olmaktan. . . Zira zâlimin yaptığını doğru gösterip övmek, günaha yardım ve günahkârı teşvik ve tahrik etmektir.
Nitekim kişiyi yalanlamak, onun fiilini zemmetmek, yaptıklarını kötü göstermek de onu kötülükten menetmek ve isteklerini dumûra uğratmak olduğu gibi. . . Günaha yarım kelime ile dahi yardım etmek günahtır.
Süfyân es-Sevrî 'Uçsuz bucaksız bir çölde ölümle pençeleşen bir zâlime bir yudum su içirmek caiz inidir değil midir?' sorusuna karşılık olarak şu cevabı vermiştir: 'Hayır! Câiz değildir. Onu ölümle başbaşa bırakmak gerekir. Çünkü ona su içirmek kendisine yardım etmek demektir!'
Süfyân es-Sevrî dışındaki âlimler 'Nefes alıp verecek kadar içi» rilir, sonra tekrar bırakılır ve (böylece ölünceye kadar devam edilir) ' demişlerdir. Eğer zâlimin huzuruna giren bir kimse, bütün bu söylediklerimizi geçip ona karşı sevgi ve onun huzuruna gelmek için iştiyakını gösterip, onun uzun yaşamasını arzuladığını izhar ederse, buna rağmen yalan söylemiş olursa dahi yalandan ve münafıklıktan ötürü günahkâr olur. Eğer doğru ise zâlimi seven bir kimse, zulmünden ötürü Allah'a isyan etmiş olur. Böyle bir kimsenin hakkı Allah için zâlime buğzetmektir. Ona karşı nefret duymaktır. Çünkü Allah için buğzetmek farzdır. Günahın dostu ve günaha rıza gösteren bir kimse ise, günahkârın tâ kendisidir. Herhangi bir zâlimi seven kimse, eğer zulmünden ötürü onu seviyorsa sevgisinden dolayı âsidir. Eğer başka bir sebepten ötürü onu seviyorsa bu sefer ona buğzetmediğinden dolayı âsî olur. Çünkü her durumda zâlime buğzetmesi gerekir. Eğer herhangi bir şahısta hayır ile şer bir araya gelirse; onu hayırdan dolayı sevmek, o şerden dolayı da buğzetmek farzdır. Bu konu kardeşlik ve Allah yolunda sevilenlerin buğzetmekle sevgiyi neye dayanarak bir araya topladıkları bahsinde gelecektir. Eğer zâlim sultanın huzuruna giren kimse, bütün bu felâketlerden sâlim ise ki sâlim olması pek uzaktır hiç olmazsa sultanın müreffeh yaşantısına, Allah'ın ona vermiş olduğu nimetlere karşı gösterdiği lâübaliliğe baktığında, kalbine herhangi bir fesad girebilir. O zaman Allah Rasûlü'nün yasakladığını yapmış olur.
Çünkü Hazret-i Peygamber muhâcirîne şöyle hitap etmiştir:
Ey muhacirler! Sakın ehl-i dünyanın huzuruna girmeyin. Çünkü dünya sizi rızkınızı azımsamaya ve hakir görmeye teşvik eder. 92
Bahsi geçen mahzurlarla beraber zâlim sultanın huzuruna giren bir kimseye başkası da bakıp girebilir. Zâlimlerin huzuruna girmek suretiyle onların meclisini çoğaltır. Hele şan ve şöhret sahibi ise, girişiyle onlar hakkında başkasının hüsn-ü zannına sebep olabilir. Bütün bunlar ya 'Mekruh' veya 'mahzurlu' hareketlerdir.
Said b. Müseyyeb, Abdülmelik b. Mervan'ın oğulları Velid ile Süleyman'ın ikisine birden biat etmeye davet edildiğinde, şöyle demiştir: 'Gece ve gündüz birbirini takip ettikçe (hayatta olduğum sürece) iki kişiye birden biat edemem. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) iki bîatı birden yapmayı yasak kılmıştır'. Bunun üzerine Abdülmelik kendisine 'O halde şu kapıdan gir, arka kapıdan çık git' dedi. Said b. Müseyyeb 'Allah'a yemin ederim ki, bunu da yapmam. Halktan hiç kimse bana bu hususta aldanıp uymayacaktır. (Buna fırsat vermeyeceğim) '. Onun bu ısrarına karşılık Abdülmelik kendisine yüz sopa attırdı ve kendisine siyah bir cübbe giydirildi ,93 Zâlim sultanların huzuruna ancak iki özürden ötürü girilir.
1- Onlar tarafından ikram edici değil, kişiyi ilzam edici bir emir verdiğinde ve kişi gitmezse kendisine eziyet vereceklerine veya halkın onlar hakkındaki itâati bozulacağına ve böylece siyaset işinin allak bullak olacağına kani ise, o zaman gitmek kendisine farz olur. Onlara itâat etmek için gitmemeli, sultan bozulmasın, halkın maslahatı karmakarışık olmasın diye gitmelidir.
2- Başka bir müslümandan zulmü kaldırıp gidermek, emr-i bi'l-mâruf yapmak veya şikâyet yoluyla nefsinden zulmü kaldırmak için girmektir. Böyle bir girişe ruhsat verilmiştir. Ancak yalan söylememek ve zâlimleri övmemek, kabul olacağını ümid ettiği va'z u nasihati bırakmamak şartıyla girer. İşte zâlim sultanların huzuruna girişin hükmü budur.
İkinci derece ise, zâlim sultanın, senin ziyaretine gelmesidir. Onun selâmına cevap vermek gerekir. Önünde kalkmak ve kendisine ikramda bulunmak, ikramın karşılığı olduğu için haram değildir. Çünkü o zâlim, ilim ve dinin ikramında bulunduğu için övülmeye müstahak olur. Nitekim zulümden ötürü uzaklaştırılmaya müstahak olduğu gibi. Bu bakımdan ona karşı gösterilen ikram onun ikramının karşılığı, selâmına verilen cevap da selâmının karşılığı olur. Fakat ziyaret edilen âlim tenha bir yerdeyse sultana dinin izzetim, zulmün hakaretini göstermek için, önünde kalkmaması daha evlâdır. Böyle yapmakla sultana, hâl diliyle 'Sana dinden ötürü Allah'tan yüz çevirenden yüz çevirmek için buğzediyorum Allah da senden kudret yüzünü çevirmiştir' demiş olur.
Eğer zâlim sultan, bir cemaat içerisinde âlimin huzuruna girerse saltanat erbâbının halk arasında haşmetlerini gözetmek önemli olduğundan böyle bir durumda bu niyetle kalkmakta herhangi bir sakınca yoktur. Buna rağmen kalkmamasından ötürü halk arasında herhangi bir fesâdın doğmayacağını ve kendisi de böyle yaptığından ötürü herhangi bir eziyete mâruz kalmayacağını biliyorsa, ayağa kalkmak suretiyle ikram etmeyi terk etmesi daha uygundur. Bütün bunlardan sonra zâlim sultanla bir araya gelen âlimin, sultana nasihatte bulunması vacibdir. Eğer saltanat sahibi, haram olduğunu bilmediği şeyleri yapıyorsa, âlim de onun yaptıklarının haram olduğunu bildiği takdirde bırakacağını biliyorsa, ona 'Senin şu yaptığın haramdır' deyip ikazda bulunmalıdır. Çünkü bu tür ikâz âlim için farzdır.
Sultanın haram olduğunu bildiği halde yaptıklarını zulüm ve israf gibi sultana hatırlatmak hiç de fayda getirmez. Bu durumda âlime düşen vazife sultanın işlediği günahlardan ötürü eğer korkunun tesir edeceğini biliyorsa korkutmasıdır. Zâlim sultanı maslahat yoluna eğer ilâhî nizama uygun bir yolu biliyor ve o yolla günah olmaksızın sultanın hedefi tahakkuk edeceğini ve böylece sultanın da hedefine vardığında zulümden el çekeceğini biliyorsa irşad etmek âlimin boynunda borç ve farzdır. Bile bile cüretkârlık yapıp işlediği günahlarda ise, onu korkutmak âlimin vazifesidir. Kendisini zulümden menedip alıkoymak ve gâfil bulunduğu yollara irşad etmek de âlimin vazifesidir.
Bu bakımdan âlimin, konuşmasının herhangi bir müsbet tesirini umduğu zaman bu üç yola başvurması gereklidir. İster özürle, ister özürsüz olsun kazâra sultanın huzuruna giren her âlime bu yola başvurmak lâzımdır.
Muhammed b. Sâlih şöyle anlatır:
Hammâd b. Seleme'nin huzurunda idim. Baktım ki, evinde bir hasırdan başka birşey yok. Kendisi o hasır üzerine oturmaktadır. Bir de okuduğu Kur'ân ve içinde hocalarından rivâyet ettiği hadîs kâğıtları bulunan bir dağarcık vardı. Abdest aldığı bir kabı da bulunuyordu. Onun yanında bulunduğum bir sırada birisi kapısını çaldı. Kapıyı çalanın Muhammed b. Süleyman olduğunu gördük. Ona girmek için izin verdi. Muhammed b. Süleyman gelip, huzurunda oturduktan sonra ona şöyle hitap etti.
- Bana ne oluyor ki seni gördüğüm zaman kokru ile doluyorum, heybet ve dehşet içerisinde kalıyorum.
Bu soru karşısında Hammad hükümdara şu cevabı verdi:
Bunun sebebi Allah Rasûlunün (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu hadisi şerifidir Muhakkak âlim, ilmiyle Allah'ın cemâlini istediği zaman herşey ondan korkar. Eğer ilmiyle hazineleri toplamak istiyorsa o zaman kendisi herşeyden korkar.
Bu konuşmadan sonra hükümdar, Hammad'a kırk bin dirhem para teklif etti:
- Bunları al, bunlarla geçin.
- Bu parayı kimden zulmen almışsan götür onları, geri ver
- Allah'a yemin ederim. Sana babamdan miras olarak kalan malımdan veriyorum.
- Benim paraya ihtiyacım yoktur.
- Sen alır, fakirlere dağıtırsın!
- Umulur ki, ben onu dağıtırken adaletle hükmettiğim halde ondan nasibdar olmayan bir kimsenin Hammad onun taksiminde âdil davranınadı'deyip günahkâr olmasından korkuyorum. Bu bakımdan onu, benden uzaklaştır.
Üçüncü derece. . . Zâlim sultanlardan uzaklaşmak, ne onları görmek ne de onlara görünmektir. Böylesi farzdır. Zira selâmet ancak böyle yapmaktadır. Bu bakımdan kişinin zâlimlere zulümlerinden ötürü buğzedileceğine inanması gerekir. Onların yaşantısını sevmenden, onları övmemeli onların durumlarını sormamalı, onlarla ilişkisi olanlara bile yaklaşmamalıdır. Onlara yaklaşmadığından dolayı elinden kaçırdiğı fırsatlar için hayıflanmamalıdır. Bütün bunlar onların durumuları kalbine fütur getirdiği zaman sözkonusudur. Eğer hiç onlar en güzeli de budur. Eğer onların nimetler içerisinde yüzdüklerini hatırlarsa,
Hatem el-Esamm'ın dediğini hatırlamalıdır: 'Benimle sultanları arasında bir gün vardır: Dünün lezzetini bir daha duymayacaklardır. Ben de onlar da yarın büyük bir korku ile karşı karşıyayız. Bu bakımdan aramızdaki fark bugündür. Bakalım bugün de neyin olması umulur?'
Bir de Ebu'd Derda'nın söylediğini hatırlamalıdır: 'Servet sahipleri yerler, biz de yiyoruz. Onlar içer biz de içeriz. Onlar giyer biz de giyeriz. Onların fazla malı vardır. Ona bakarlar. Bizde onlara bakarız. Üstelik fazla maldan onlar sorumludurlar. Bizim ise sorumluluğumuz yoktur!'
Bir kimse zâlimin zulmünü, günahkârın günahını biliyorsa, onların dereceleri bilenin kalbine düşmelidir. Bu, müslümanın vecibesidir. Günah ise kişinin sevmediği şey olmalıdır. Çünkü kişi ya o zâlim ve günahkârın zulüm ve günahından gâfil olacak veya ona razı olacak veya ondan tiksinti duyacaktır. Onu bildiği halde ondan gâfil olmak sözkonusu değildir. Ona razı olmak da müsbet bir mânâ taşımaz. Bu bakımdan ondan tiksinti duyması gerekir. O halde bu zâlimlerin herhangi birisinin Allah hakkında olan tecavüzünü, senin öz hakkına olan tecavüz gibi kabul etmelisin ve böyle de olmalıdır.
Soru:duymak insanın isteğine bağlı değildir. Bu nasıl olurda burada tiksinmek farz olur?
Cevap:Hiç de sanıldığı gibi değildir. Zira aşık olan bir kimse, tabiatın bir zarureti ve icabı olarak sevgilisinin hoşuna gitmeyen ve tabiatına ters düşeni hor görür ve hoşuna gitmez. Çünkü Allah'ın mâsiyet ve günah diye bildirdiğinden tiksinti duymayan bir kimse Allah'ı sevmiyor demektir. Allah'ı sevmeyen kimse, ancak tanımadığından sevmez. Oysa tanımak farzdır. Bu bakımdan Allah için sevmek de farzdır. Kişi Allah için sevdiği zaman hor gördüğünü hor görecek, sevdiğini de sevecektir ve böyle yapmak mecburiyetindedir. Bunun tedkik ve tahkiki 'Muhabbet ve rıza'bahsinde gelecektir.
İtiraz:Selaf âlimler sultanların huzuruna girerlerdi.
Cevap: Evet dediğin doğrudur. Fakat selef âlimlerinden girmeyi öğren de öyle gir. Nitekim hikâye edildi ki, Abdülmelik'in oğlu Hişam, hacı olarak Mekke'ye geldi. Mekke'ye geldiği zaman şu emri verdi:
- Ashâb-ı kirâmdan bana bir kişi getirin!
- Ashâb tamamen ölüp gittiler. . .
- O halde tâbiînden getirin.
Gidip Yemenli Tâvus b. Keysan'ı getirdiler. Tavus, Hişam'ın huzuruna girdiği zaman, tam onun oturduğu minderin yanında ayakkabılarını çıkardı ve kendisine 'Emîr'ul-Mü'minîn' diye hitap ederek selâm vermedi. Aksine 'Yâ Hişam! Selâm sana!' dedi. Kendisine tâzim ifade eden künyeyi de kullanmadı. Tam karşısına oturdu ve 'Nasılsın ey Hişam?' dedi. Bu manzara karşısında Hişam, o kadar kızdı ki Tavus'u öldürtmek istedi. Fakat çevresi kendisine Allah ve Rasûlü'nün hareminde bulunduğunu hatırlattılar. 'Burada insan öldürmek mümkün değildir' dediler. Bunun üzerine Hişam şöyle dedi:
- Ya Tavus! Seni böyle yapmaya zorlayan nedir?
- Ne yaptım?
Bu istifham karşısında kalan Hişam daha da hiddetlenerek şöyle bağırdı:
- Daha ne yapacaksın? Ayakkabılarını tam oturduğum minderin yanında çıkardın. Elimi öpmedin. Bana 'Emîr'ul-Mü'minin' diye selâm vermedin. Bana 'Yâ Ebû Süleyman' diye künyemle bile hitap etmedin. İznim olmaksızın gelip karşıma oturdun. 'Ya Hişam, nasılsın?' dedin.
Bunun üzerine Tavus söz aldı: 'ıninderin yanında ayakkabılarımı çıkarmaya gelince. . . Ben hergün beş defa izzet ve celâl sahibi olan Allah'ın huzurunda ayakkabılarımı çıkarıyorum. O beni ikab ve itab etmiyor, bana kızmıyor. Senin 'elimi öpmedin' sözüne gelince. . Ben 'mü'minlerin emiri' Ali b. Ebi Tâlib'den (radıyallahü anh) şöyle dediğini işittim: 'Herhangi bir müslümana başkasının elini öpmek helâl değildir. Ancak şehvetinden ötürü hanımının elini ve şefkatinden ötürü çocuğunun elini öpebilir'. Senin 'Bana Emîr'ul-Mü'minîn diye hitap ederek selâm vermedin' sözüne gelince. . . Bilmiş ol ki, bütün müslümanlar senin emîr olmana razı değildirler. Bunun için ben yalan söylemekten hoşlanmam. Senin bana 'Ebû Süleyman künyesiyle hitap etmedin' deyişine gelince. . .
Bil ki, Allahü teâlâ peygamberlerinin ve velî kullarının özel isimlerini zikrederek 'Yâ Dâvûd, Yâ Yahya, Yâ isa!' demiştir. Düşmanın da künyesini zikretmek suretiyle 'Ebû Leheb'in iki eli kurusun' demiştir. Senin 'Benim karşımda iznim olmaksızın oturdun' sözüne gelince (bil ki) ben Emîr'ul-Mü'minîn Ali'den (radıyallahü anh) şöyle duydum: 'Eğer sen cehennem ehlinden bir kimseye bakmak istiyorsan, kendisi oturmuş olduğu halde, etrafında ayakta duranların bulunduğu bir kimseye bak!
Bunun üzerine Hişam rikkate gelerek şöyle dedi:
- Ya Tavus! Bana nasihatta bulun!
- Emir'ul-Mü'minîn Ali'nin (radıyallahü anh) şöyle söylediğini duydum: Muhakkak cehennemde dağlar gibi yılanlar, katır gibi akrepler vardır. Bunlar halkına adâletli davranmayan emirleri ısırırlar'.
Bunu dinleyen Hişam, kalkıp koşarak Tavus'dan95 ayrıldı.
Süfyân es-Sevrî der ki: Ben Mina'da Ebû Cafer'in96 huzuruna götürüldüm. Bana dedi ki: 'İhtiyacını bize bildir'. Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: 'Allah'tan kork! Sen yeryüzünü zulüm ve saldırganlıkla doldurdun'.
Süfyân der ki: Bu sözüm üzerine halife başını eğdi. Uzun süre düşündükten sonra başını kaldırarak yine 'ihtiyacını bize bildir' dedi. Bunun üzerine dedim ki: 'Sen Muhacir ve Ensar'ın kılıçları sayesinde bu mertebeye varmış bulunuyorsun. Oysa bugün bu zevatın çocukları açlıktan ölmektedir. Allah'tan kork! Onların haklarını kendilerine ulaştır'. Bunun üzerine halife bir hayli düşündükten sonra başını kaldırdı ve bana 'İhtiyacını söyle' dedi. Ben devamla dedim ki: 'Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hacca giderken hazinedarına 'Biz bu seferimizde ne kadar infak ettik?' diye sordu. 'On küsûr dirhem' cevabını alınca, 'Oysa ben bugün şurada develerin yükleyip götürmekten âciz olduğu kadar bol mallar görmekteyim' dedi.
Sonra Süfyân Mansur'un huzurundan çıkıp gitti. İşte selef âlimleri zorlandıkları zaman sultanların huzuruna girerlerdi.
Allah'ın intikamını zâlimlerden almak için canlarını dişlerine takarlardı.
İbn Ebî Şemile Abdülmelik b. Mervan'ın huzuruna girdi. Halife kendisine 'Konuş!' dedi. O da halifeye şunları söyledi: 'İnsanlar kıyâmette, kıyâmetin dehşet ve acısından kurtulamazlar. Oradaki helâk ve felâketi görmekten emîn olamazlar. Ancak nefsini küstürmek sûretiyle Allah'ı razı eden kimse müstesnadır'. Bunun üzerine Abdülmelik hüngür hüngür ağlamaya başlayarak dedi ki: 'Hayatta kaldıkça senin şu sözünü daima hatırımda bulunduracağım'.
Hazret-i Osman (radıyallahü anh) Abdullah b. Amr'ı Basra valisi olarak tayin ettiği zaman Hazret-i Peygamber'in sahabîleri onu tebrik etmeye geldiler. Fakat Ebû Zer el-Gıfârî gecikti. Oysa Abdullah b. Amr, Ebû Zer'in samimi dostuydu. Bunun üzerine Abdullah, Ebû Zer'e sitem etti. Ebû Zer, cevap olarak şöyle dedi:
Hazret-i Peygamber'den şöyle dinlemiştim:
Kişi (zâlim sultanın emrinde) herhangi bir vazife aldığı (ve zulme yardımcı olduğu) zaman Allahü teâlâ ondan uzaklaşır. 97
Mâlik b. Dinar, Basra emîrinin huzuruna girerek şöyle demiştir: 'Ey Emîr! Semâvî kitaplardan birinde okudum; Allahü teâlâ şöyle diyordu: Acaba sultandan daha ahmak ve bana isyan edenden daha câhil bir kimse var mıdır? Acaba benden izzet bekleyen ve bana itâat edenden daha aziz bir kimse bulunur mu? Ey kötü çoban! (Zâlim sultana hitabdır) , ben sana sapasağlam, besili koyunlar teslim ettim. Sen ise eti yedin, yünü giydin, onları zayıflıktan ötürü ses çıkaran kemikler yığını hâlinde bıraktın'. Bunun üzerine Basra valisi, Mâlik b. Dinar'a dedi ki:
-Seni bize saldırtan ve şerrimizden koruyanın ne olduğunu biliyor musun?
- Hayır!
- Bize ihtiyacının olmayışı ve elimizdeki servete önem vermeyisin.
Ömer b. Abdülâziz (radıyallahü anh) , Arafat'ta, Halife Süleyman b, Abdülmelik'le beraber bulunuyordu. O esnada Süleyman, gök gürültüsünü işitip korktu. Göğsünü, korkusundan ötürü, eğerin önüne yapıştırdı. Fırsattan istifade ederek Ömer, kendisine şöyle dedi: 'Bu Allah'ın rahmetinin sesidir. Acaba sen onun azabının sesini dinlediğin zaman nasıl olacaksın?' Sonra Süleyman, Ömer'e şöyle hitap etti: Allahü teâlâ seni de bunlarla mübtelâ etsin'
Abdülmelik'in oğlu Süleyman, Mekke'ye gitmek üzere Medine'ye geldi, Ebû Hâzım'ı (Seleme b. Dinar) huzuruna dâvet etti. Ebû Hâzım onun huzuruna geldi. Ebû Hâzım huzura girdiği zaman Süleyman kendisine şu suâli sordu:
- Yâ Ebû Hâzım! Neden biz ölümden hoşlanmıyoruz?
- Çünkü siz âhiretinizi tahrip, dünyanızı mamur etmişsiniz. Bu bakımdan siz mamur bir yerden harâbe bir yere gitmeyi elbette hoş görmezsiniz!
- Yâ Ebû Hâzım! Allah'ın huzuruna gitmek nasıldır?
-Yâ emîr'ul-Mü'minin! Eğer giden sâlih bir kimse ise senelerce kaybolmuş, sonra ailesine kavuşmuş bir kimse gibidir. Kötü bir kimseye gelince, o da efendisinden kaçmış, sonra tutuklu olarak efendisinin huzuruna getirilmiş bir köle gibidir.
Bunun üzerine Süleyman hüngür hüngür ağlayıp dedi ki:
- Keşke Allah nezdinde durumumun ne olduğunu bilseydim!
- O halde nefsini Allah'ın Kitabı'nın mihengine vur! Çünkü
Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Muhakkak ki, ebrar (sâlih kimseler) elbette nimetler içinde yüzerler. Muhakkak ki, fâcirler (âsî ve yalancılar Cahîm'in (ateşin) içindedirler. (İnfitar/13-14)
- O halde Allah'ın rahmeti nerededir?
- Allah'ın rahmeti 'Muhsinlere' (sâlihlere) yakındır.
- Yâ Ebû Hâzım! Allah'ın kullarından hangisi daha azizdir?
- Birr ve takvâ ehli daha azizdir.
- Amellerden hangisi daha üstündür?
- Haramlardan korunmakla beraber Allah'ın farzlarını edâ etmek. . .
- Sözün hangisi işitilmeye daha lâyık ve değerlidir?
- Korktuğun ve ümit ettiğin bir kimsenin nezdinde hakkı söylemek. . .
- Mü'minlerin hangisi daha akıllıdır?
- Allah'a ibadet edip halkı da ibadete çağıran kimse. . .
- Mü'minlerin hangisi daha zararlıdır?
- Kardeşi zâlim olduğu halde o zâlimin havasına uyup da sürüklenen. . . Böyle bir kimse âhiretini başkasının dünyasına feda etmiştir.
- Bizim içinde bulunduğumuz duruma ne dersin?
- Beni affeder misin (ki bu durumu söylemeyeyim?)
- Hayır muhakkak söyleyeceksin. Bu senin bana söyleyeceğin bir nasihat olacaktır.
- Yâ Emîr'ul-Mü'minin! Senin ecdadın halkı kılıç ile kahredi saltanatı müslümanlarla istişare etmeksizin, onların rızasını almaksızın zorla aldılar. Hatta müslümanlardan bir çoğunu bu yüzden öldürdüler. Müslümanlarla aralarında büyük savaşlar oldu. Oysa onların hepsi bugün âhiret âlemine göç etmişlerdir. Keşke onların dediklerini ve onlara denilenleri bir bilseydim! Bunun üzerine Süleyman'ın nedimlerinden birisi Ebû Hâzım'a sözle, saldırarak dedi ki:
- Sen çok kötü birşey söyledin!
- Allahü teâlâ âlimlerden hakikati insanlara söyleyip gizlememek üzere söz almıştır. . .
- Peki biz bu fesadı nasıl ıslah edelim?
- Helâlinden alıp onu hakkıyla ehline vermelisin.
- Kimin gücü yeter bunu yapmaya?
- Cenneti isteyip cehennemden korkanın.
- Bana dua et!
- Yârab! Eğer Süleyman senin dostun ise, onun için dünya ve âhiret hayırlarını kolaylaştır. Eğer düşmanınsa onun perçeminden tut, sevdiğin ve razı olduğun hedefe doğru yönelt!
- Bana tavsiyede bulun!
- Sana kısa yoldan tavsiye ediyorum: Rabbini tâzim et. O'nu seni yasak yerlerde görmekten tenzih et; (veya emrettiği yerde seni kaybetmekten tenzih et) . 98
Ömer b. Abdülâziz, Ebû Hâzım'a şöyle dedi:
- Bana nasihatta bulun!
- Yatağına uzan! Sonra ölümü baş ucunda bulundur! Sonra o anda hangi sıfatın sende olmasını istiyorsan onu düşün! İşte o sıfatı şu anda al! O saatte sende olmasını kerih gördüğün sıfatı şimdi terket! Umulur ki, o saat yakındır.
Bir bedevî Süleyman b. Abdülmelik'in huzuruna girdi. Halife o bedevîye 'konuş!' dedi. Bedevî 'Yâ Emir'ul-Mü'minîn! Ben seninle bir konuşma yapacağım. Hoşuna gitmese dahi tahammül etmeni isterim. Çünkü eğer kabul edersen o konuşmanın arkasından hoşuna giden neticeler gelecektir'. Süleyman 'Ey Arabî! Biz hilesinden emîn olmadığımız ve nasihatini ummadığımız kimseye dahi geniş müsamaha gösteriyoruz'. Bunun üzerine bedevî konuşmaya başladı:
- Ya Emir'ul-Mü'minin! Etrafını, tercihlerini kötüye ve çıkarlarına kullanan kimseler sarmıştır. Bunlar dinlerini dünyalarına feda etmişlerdir. Senin rızânı Allah'ı kızdırmakla elde etmeye çalışmaktadırlar. Allah konusunda, Allah'tan değil, senden korkmuşlardır; (veya Allah konusunda sana ihânet etmişlerdir) .
Fakat seninle ilgili Allah'tan korkmuş değildirler; (veya senin hakkında Allah'a ihânet etmemişlerdir) . Onlar âhiret ile savaş, dünya ile barış hâlindeler. Bu nedenle Allahü teâlâ'nın seni emin kıldığı vazifelerde sen onlara itimat etme. Çünkü onlar emniyeti kötüye kullanmak için ellerinden gelen çabayı sarfetmektedirler. Ümmet-i Muhammed'e her türlü zillet ve zulmü yapmaktadırlar. Oysa onların yaptıklarından sen sorumlusun. Onlar ise senin yaptığından mesul değildirler. Bu bakımdan sen onların dünyası için âhiretini zâyi etme! Çünkü zarar bakımından insanların en düşüğü, âhiretini başkasının dünyasına feda edendir.
- Sen lisanını kınından çekmiş bulunuyorsun. Oysa lisanın kılıcından daha fazla kesmektedir.
- Evet yâ Emîr'ul-Mü'minîn! Konuştuklarım senin aleyhine değil, lehinedir.
Hikâye ediliyor ki, Ebû Bekre" Muaviye'nin huzuruna gelerek şöyle dedi:
- Yâ Muaviye! Bil ki, senin ömründen geçen her günde ve senin üzerine gelen her gecede gittikçe dünyadan uzaklaşıp âhirete yaklaşırsın. Seni öyle bir tâkip ediyor ki, onun pençesinden kurtulman mümkün değildir. O, senin için bir nişan dikmiştir. O nişanı geçmen imkânsızdır. O nişana varman ne hızlı olur? Seni kovalayanın nerede ise yakana yapışması yakındır. Biz ve içinde bulunduğumuz nimetler muhakkak gidiciyiz. Yanına varılacak hedefimiz ise, bâkidir. Eğer yaptıklarımız hayır ise varacağımız yer de hayırdır. Eğer yaptıklarımız şer ise, şerrin karşılığı da şerdir.
Evet, işte ilim ehli bu tarzda sultanların huzuruna girerlerdi. İlim ehlinden, elbette âhiret âlimlerini kastediyorum.
Dünya âlimlerine gelince. . Onlar sultanların huzuruna gözlerine girmek, kalplerine yaklaşmak için girerler. Böylece sultanları ruhsatlara muttali ederler. İnce hilelerle sultanların fâsık garezlerine uygun düşen genişlik yollarını sultanlara gösterirler. Eğer bizim daha önce bir kısım âlimlerden naklettiğimiz konuşmalar gibi nasihat maksadıyla konuşsalar dahi, onların gayeleri sultanları ıslah etmek değildir. Aksine bu gibi konuşmalarla sultanların gözüne girip onların yanında mevki ve itibar sahibi olmaktır. Dünya âlimlerinin bu tür konuşmalarında iki çeşit aldatma vardır. O iki çeşit aldatma ile de ancak ahmak kimseler aldanır:
1- Onların birincisi, 'sultanların huzuruna girmekteki gayem va'z ve nasihatla onları ıslâh etmektir' diyerek kendisine bir pâye vermektir. Çoğu zaman adam kendisi de bu hilesine kanıp aldanmaktadır. Oysa onlar hiç de yöneticilerin ıslâhı için huzurlarına girmezler. Aksine onları sultanların huzuruna sevkeden, gizli bir şöhretin şehveti ve yöneticiler nezdinde bilinmelerini temin etme hırsıdır. Yöneticilerin ıslahını istemenin doğru olduğunun alâmeti şudur: Eğer onun yerine onun gibi diğer bir âlim kimse yöneticinin huzuruna girerse, o giren âlimin va'zı yönetici nezdinde makbûle geçip yönetici de ıslah eseri görülürse, sevinmesi ve bu önemli vazifeyi başkası yerine getirerek onun zorluğundan beni kurtardı diye Allah'a şükretmesi gerekir. Adetâ ölmek üzere olan bir hastayı tedavi ettiğinde sevinmesi gerekli olduğu gibi. . . Eğer kalbinde konuşmasının, başkasının konuşmasına tercih edildiği fikri doğarsa, bilsin ki aldanmış bir mağrurdur!
2- İkincisi, yöneticileri ziyaret etmekten gayem, herhangi bir müslümandan zulmü def etmektir iddiasıdır. Bu iddiasında da aldanır veya aldatılabilir. Bu iddianın doğruluğunun bilinmesi için de birinci iddiada kullandığımız ölçü kullanılmalıdır.
Mâdem ki, zâlim sultanların huzuruna girme yolu böylece belli oldu, o halde biz sultanların ihtilâfından meydana gelen ârızî durumları, onların mallarını almaktan ötürü doğan müşkilleri birkaç mesele şeklinde gösterelim.
Sultan, sana fakirlere dağıtmak üzere mal gönderdiği zaman, eğer o malın sahibi belli bir kimse ise, o malı kabul etmen helâl değildir. Eğer sahibi belli değilse, o malın ileride de söylediğimiz gibi fakirlere dağıtılması gerekiyorsa, onu alıp fakirlere dağıtabilirsin. Onu aldığın için günahkâr olmazsın. Ancak bir kısım âlimler, böyle olsa dahi, mâdem ki sultandan gelmiştir alması uygun değildir demişlerdir. Bu âlimlere göre, evlâyı ve en uy günü düşünmek gerekir.
Bu bakımdan biz deriz ki, evlâ ve en uygunu eğer üç tehlikeden eminsen o malı almandır.
Birinci tehlike: Sultan, senin o malı kabul ettiğinden ötürü malı helâl zannederek 'ınal helâl olmasaydı sen onu kabul etmezdin. O malı zimmetine sokmazdın' zannına kapılır. Eğer böyle bir zan sözkonusu ise, sen malı alma! Çünkü mahzurludur. O malı alıp dağıtmaktan elde edeceğin hayır, haram kazanmaya çalışmış olduğun cesarete denk gelmez.
İkinci tehlike: Başka âlimlerin ve cahillerin sana bakarak sultan malının helâl olduğuna inanmalarıdır. Böylece onlar da sana uyarak sultanın malını kabul edecekler ve senin onu kabul etmeni onun caiz olduğuna hamledeceklerdir. Oysa kendileri o malı fakirlere dağıtmamaktalar. İşte bu ikinci tehlike birincisinden çok daha şiddetlidir. Çünkü bir cemaat, İmâm-ı Şâfiî'nin sultanların malını almasından dolayı sultanların malının alınmasının caiz olduğunu savunmuşlardır. Fakat İmâm-ı Şâfiî'nin o malı, fakirlere dağıtmak niyetiyle aldığını ve dağıttığını hiç de düşünmemişlerdir! Bu bakımdan önder olan ve örnek durumda bulunan bir kimse böyle bir şeyden şiddetle kaçınıp çekinmelidir. Çünkü önder mevkiinde bulunan bir kimsenin yapması, birçok kimsenin dalâlete düşmesine sebep olur.
Vehb b. Münebbih şöyle anlatır: Âlimin biri halkın gözü önünde bir hükümdarın huzuruna, kendisine zorla domuz eti yedirilmek üzere getirildi. Adam yemedi. Adama bu esnada koyun eti getirildi ve kılıçla tehdid edilerek bu etten yemesi emredildi. Fakat yine de yemedi. Kendisine 'Haydi domuz eti yemedin! Bu ise koyun etidir, neden yemiyorsun?" denildiği zaman, şu cevabı verdi: 'Halk benim domuz etini yemeye zorlanmak için getirildiğime inanıyor. Ben eti yeyip sapasağlam çıktığım zaman, onlar hangi eti yediğimi bilmediklerinden böylece dalâlete düşerler'.
Vehb b. Münebbih ve Tavus, Haccâc-ı Zâlim'in kardeşi Muhammed b. Yûsuf un huzuruna girdiler. Bu adam o zaman Velid b. Abdûlmelik tarafından Yemen'e genel vali tâyin edilmişti. Huzura girdiklerinde soğuk bir kuşluk zamanıydı ve açık bir mecliste bulunuyorlardı. Vali hizmetçisine dedi ki: 'Git, o taylasanı getir! Ebû Abdurrahman'ın sırtına at!' Tavus da o sırada bir kürsü üzerinde oturmuştu. Hizmetçisi taylasanı getirdi ve Tavus'un sırtına attı. Tavus taylasanı sırtından düşürünceye kadar omuzlarını silkmeye devam etti, Bu manzara karşısında Muhammed b. Yûsuf hiddetlendi. Onun huzurundan çıktıktan sonra Vehb b. Münebbih, Tavus'a hitaben 'Onu kızdırmayabilirdin. Taylasanı alıp fakirlere sadaka verseydin daha iyi olurdu' dedi. Tâvus "Evet daha iyi olurdu, eğer o zâlim benden sonra 'Tâvus onu aldı. Benim kullandığım gibi de onu kullanmaktadır' demeseydi alırdım!" diye cevap verdi.
Üçüncü tehlike, sana verdiklerinden ötürü, arkadaşlar arasında sana kıymet verdiği için kalbinin onu sevmeye doğru kaymasıdır! Eğer böyle bir durum sözkonusu ise, ondan geleni kabul etme. Çünkü bu takdirde ondan gelen, öldürücü zehir olur. Zâlimleri sana sevdiren şey ise gizli bir hastalıktır. Çünkü sevdiğin bir kimsenin saltanatına elbette taraftar olur ona müsamaha göstermek mecburiyetinde kalırsın. Nitekim Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Nefisler kendilerine iyilik yapanlara sevgi göstermek temayülündedir ve bu temâyül nefislerde tabii bir haslettir'.
Nitekim Allah'ın Rasûlü de şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Herhangi bir yalancının benim üzerimde bir iyiliğini kılma. Kılma ki, kalbim onu sevmemiş olsun!100
Böylece efendimiz, kalbin iyilik yapanın sevgisinden menedil mesinin güç olduğunu beyan etmiştir.
Rivâyet ediliyor ki, emirlerden biri Mâlik b. Dinar'a on bin dirhem gönderdi. Mâlik b. Dinar da on bin dirhemin tamamını çıkarıp fakirlere dağıttı. Dağıttıktan sonra Mâlik'e meşhur âbid Muhammed b. Vâsi101 geldi ve ona emîri kastederek dedi ki:
- Şu mahlûkun sana verdiklerini ne yaptın?
- Arkadaşlarımdan sor!
- Hepsini dağıttı.
- Allah aşkına, senin kalbin şu anda mı daha fazla onu seviyor, yoksa o malı göndermezden önce mi?
- Hayır! Şu anda fazla seviyor.
- İşte ben ancak bu noktadan korkuyorum.
Muhammed doğru söylemiştir. Çünkü Mâlik onu sevdiği zaman, onun emirliğinin devamını da sevecektir. Onun görevden azledilmesini, felâkete uğramasını ve ölümünü istemeyecektir. Onun saltanatının genişlemesini ve malının çoğalmasını isteyecektir. Bütün bunlar zulüm sebeplerini istemek demektir. Böyle bir istek çok çirkindir.
Selman ve İbn Mesud (radıyallahü anh) şöyle dediler: 'Görmese dahi herhangi bir işe râzı olan bir kimse onu gören gibi olur. Nitekim Allahü teâlâ 'Zulmedenlere meyletmeyiniz' (Hud/133) buyurmuştur'
Bazı müfessirlere göre, onların amellerine rıza göstermeyiniz. Eğer senin, onlardan mal aldığın halde onlar hakkında sevgin artmayacak derecede kuvvetli ve güçlü bir durumun varsa, o zaman onlardan mal almanda hiçbir sakınca yoktur.
Basra âbidlerinin birinden hikâye olunmuştur: Bu zat emirlerden mal alıp fakirlere dağıtıyordu. Kendisine 'Onlardan mal aldığından dolayı onları sevmekten korkmuyor musun?' denildi. Cevap olarak şöyle dedi: 'Eğer herhangi bir kimse elimden tutup beni cennete sokarsa, sonra kendisi rabbine isyan ederse, kalbim onu da sevmez. Çünkü elimden tutmaya kendisini teshir eden Allah için ben ona buğzediyorum. Ona böyle buğzetmem, o adamı elimi tutmaya musahhar kıldığının bir nevi şükrü ve karşılığıdır'. İşte bununla belli oldu ki. şu zamanımızda onlardan mal almak her ne kadar o malın kaynağı belli ve helâl olsa dahi mahzurlu ve kötüdür. Çünkü belirttiğimiz bu üç tehlikenin biri mutlaka vardır.
Soru: Sultanın malını almak ve fakirlere dağıtmak caiz olduğu zaman, acaba onun malını çalmak veya emanetini gizlemek, inkâr etmek ve halka dağıtmak caiz midir, değil midir?
Cevap: Caiz değildir. Çünkü çok zaman sultanın elinde bulunan malın belli bir sahibi vardır. Sultan onu sahibine geri vermek niyetindedir. Onun malını bu şekilde götürmek, onun kendiliğinden mal göndermesi gibi değildir. Çünkü akıllı bir insan, sultanın sahibi belli olan bir malı sadaka verdiğini zannetmez. Bu bakımdan sultanın o malı vermesi, onun sahibini bilmediğine işaret eder. Eğer kişi sultanın bu gibi durumlar hakkında şüphede olduğunu biliyorsa, tam mânâsıyla onun böyle olmadığına vakıf olmadan ondan mal kabul etmesi caiz değildir. Sonra nasıl sultanın malını çalabilir? Belki sultan onu satın almıştır. Çünkü sultanın elinde bulunması onun mülkü olduğuna delâlet eder. Böyle bir fetvaya yol yoktur ve tevessül edilemez. Biz deriz ki, eğer kaybolmuş bir malı yerde bulursa, sonra o malın, meselâ sultanın emrindeki paralı askerlere ait olduğu ortaya çıkarsa ve o askerin o malı satın aldığı veya herhangi bir kimseden haksız olarak aldığı ihtimali sözkonusu ise, bu durum karşısında o malı geri vermek farzdır. Bu bakımdan sultanların mallarını ne kendilerinden çalabilir, ne de emanet olarak yanına bırakılandan alabilir. Onların emanetlerini inkâr etmek caiz değildir. Mallarını çalana hırsızlık cezasını tatbik etmek farzdır. Eğer hırsız, o malın onların mülkü olmadığını iddia ederse, bu takdirde iddia ile hırsızlık cezasının tatbiki düşmüş olur.
Sultanlarla muamele etmek haramdır. Çünkü mallarının çoğu haramdır. Bu bakımdan eşya bedeli olarak onlardan alınan da haramdır. Eğer sultan helâl olduğu bilinen bir kaynaktan o satın aldığı eşyaların karşılığını öderse, o zaman da eşyayı teslim ettiği kimselerin durumunun araştırılması gerekir. Eğer eşyayı teslim alanların o eşya ile Allah'a isyan edeceklerini biliyorsa, meselâ onlara ipekli satmak gibi. . . Onların ipeklinin erkeklere haram olduğunu bildikleri halde giyeceklerini biliyorsa, bu durumda onlarla alışveriş yine haramdır. Tıpkı üzümü şarap yapana satmak gibi. . Bu hususun haram olduğunda ulemanın ihtilâfı yoktur. Ancak bu bey'in sahih olup olmadığında ihtilâf vardır. Eğer ipekliyi alanın, kendisinin de giymesi mümkün ve kadınlarına giydirmesi de mümkün ise, bu takdirde onunla alışveriş mekruh bir şüpheye dönüşür. Maddesiyle Allah'a isyan edilen bir mal hakkında hüküm böyledir. Mânâsıyla isyan edene gelince. . . Onlara at satmak gibi. . . Özellikle müslümanlarla savaştıkları zamanda veya müslümanların malını yağma ettikleri vakitte onlara at satmak. . . Ziraat ile onlara yardımcı olmak da tehlikelidir. Onlara dirhem ve dinarları, dirhem ile dinar yerine kullanılıp da bizzat maddesinde isyan olmayan, fakat isyana vesile olabilecek olan maddeleri satmak ise, mekruhtur. Çünkü böyle bir satışta zulümlerinde kendilerine yardımcı olmak mânâsı vardır. Çünkü onlar zulümlerini icra etmek hususunda mal, binek hayvanları ve diğer sebeplerle güçlenirler. Bu kerahet hükmü, onlara hediye vermek hususunda da geçerlidir. Onlara ücretsiz çalışmak, hatta onlara öğretmek, onların çocuklarına yazı ve hesap öğretmek de böyledir. Kur'ân'ı öğretmeye gelince, mekruh değildir. Ancak karşılığında onlardan ücret alma meselesi değişir. Bu ücretin helâl bir kaynaktan ödendiği bilinmediği takdirde haramdır.
Eğer sultanlarla pazarlarda mal satın almak hususunda ücretsiz ve karşılıksız vekil tayin edilirse, onlara yardım olduğu için böyle bir vekaleti üstlenmek mekruhtur. Eğer onlara, masiyet yolunda kullanacaklarını kesin bildiği birşeyi satın alırsa, tüysüz çocuklar, sevgi veya giymek için ipekli, zulüm ve katle gitmek için at almak gibi. . . Böyle bir alışveriş haramdır. Bu bakımdan satın alınan malın, günah için satın alındığı biliniyorsa haram olur. Böyle bir niyetin varlığı açık değil, fakat hâlin hükmüyle olması muhtemel ise, bu ihtimalin mevcudiyetine delâlet ediyorsa, bu takdirde kerahet vardır.
Haram mal ile inşa ettikleri çarşılarda ticaret yapmak haramdır. Oralarda durmak caiz değildir. Eğer herhangi bir tüccar bu duruma rağmen orada durup dürüstçe kazanırsa, kazancı haram değildir. Fakat orada durması dolayısıyla günahkâr olur. Halk bu gibi pazar yerlerinde alışveriş yapanlardan mal satın alabilir. Fakat başka pazar yerleri biliyorsa en uygunu, oralara gidip alışveriş yapmaktır. Böylece helâl parayla yapılan çarşılarda oturanların çoğalması ve oradaki dükkânların kiralanması temin edilir. Sultanlara haraç ödemeyen bir çarşıdan yapılan alışveriş, onlara haraç ödeyen bir çarşıda yapılan alışverişten daha uygundur. Ulemadan bazıları, pek fazla ifrata kaçarak sultanlara haraç ödeyen arazileri süren çiftçilerle alışveriş yapmaktan dahi sakınmışlardır. Çünkü bu çiftçiler, çok zaman aldıklarını haraç olarak sultanlara verirler. Böylece bu mal ile onlara yardım edilmiş olur. Bu hüküm, din hususunda ifrat derecede hareketten başka birşey ifade etmez. Müslümanları sıkıştırmak ve yolları onlar için daraltmaktır. Zira haraç (vergi) hemen hemen bütün arazilerden alınır. Halkı bundan menetmenin hiçbir mânâsı yoktur. Eğer ulemânın vermiş olduğu bu fetva caiz ise, o vakit arazi sahibine arazisini kullanmak haram olması gerekir ki, onun haracını ödemesin. Bu fetvâ ise uzayıp giden ve maişet kapısını kapatmaya sürükleyen bir fetvâ olmuş olur!
Sultanlarla yapılan muamele gibi, kadıları, memurları ve hizmetçileriyle de yapılan muamele haramdır. Hatta bunlarla muamele etmek, sultanla muamele etmekten daha şiddetlidir.
Kadılara gelince. . . Onlar kesinlikle haram olan maaşlar almakta, dolayısıyla zâlimlerin sayısını çoğaltmakta ve halkı kıyafetleriyle kandırmaktadırlar! Ulema kisvesine büründükleri halde zâlim sultanlarla oturup kalkmaktadırlar. Bu bakımdan kadılar halkın bu zâlimlere itâat etmesine vesile olurlar.
Hizmetçilerine ve askerlerine gelince. . . Onların mallarının çoğu, açık bir gasptan gelmektedir. Onlara maslahat, miras, haraç gibi bir kaynaktan gelen mal düşmemektedir. Ancak helâl mallarıyla karışıp şüphe kat kat kabardıktan sonra düşer!
Tavus şöyle demiştir: 'Hâdiseyi bizzat görmüş olsam dahi onların huzuruna gidip şahitlik yapmam. Çünkü aleyhinde şahitlik yapacağım bir kimseye zulmetmeyeceklerinden emin değilim!'
Halk tabakası ancak sultanların fâsık olduklarından ötürü ahlâksızlaşmıştır. Sultanların fâsık olması da âlimlerin fâsık olmasına bağlıdır. Eğer kötü kadılar ve ahlâksız âlimler olmasaydı, sultanların ifsadı çok azalırdı. Çünkü ciddi kadı ve âlimlerden korkarlardı.
Bunun için Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Bu ümmetin kurraları (âlimleri) emirlerine dalkavukluk yapmadığı müdetçe bu ümmet Allah'ın kudreti ve himayesi altında bulunacaktır. 102
Allah'ın Rasûlü burada 'kurrâ'yı ancak şu hikmetten ötürü zikretmektedir: Çünkü kurra âlimlerin tâ kendisidir. Âlimlerin ilmi, Kur'ân ve Sünnet'ten anlaşılan mânâlardan ibarettir. Bunun dışında kalan ilimler ise seleften sonra ihdâs edilmiş ilimlerdir.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Sakın ne sultan, ne de sultan ile muamele edenle muamele etme! Onlarla oturup kalkmaktan çekin'.
Yine Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Kalem, divit, kâğıt ve kâğıdın mühürlenmesinde kullanılan çamur sahipleri günahta ortaktırlar!' Süfyân Sevrî doğru söylemiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber içki hususunda on kimseye lânet okumuştur. Hatta yapana ve yaptırana bile lânet etmiştir.
İbn Mes'ûd da şöyle demiştir: 'Ribayı yiyen, yediren ve riba muamelesinde şahitlik yapan şahit ve kâtip Hazret-i Muhammed'in diliyle mel'undurlar'. 103
İbn Sîrin şöyle demiştir: 'Sakın mektubun muhtevasını bilmedikçe sultanın herhangi bir mektubunu yüklenip getirme!'
Süfyân es-Sevrî halifeye önünde bulunan diviti uzatmaktan çekinerek şöyle demiştir: 'Onunla ne yazacağını bilmedikçe sana veremem!'
Bu bakımdan zâlim sultanların etrafında bulunan hizmetçiler, ona tâbi olanlar hepsi onlar gibi zâlimdirler. Allah rızası için hepsine buğzetmek farzdır.
Rivâyete göre, sultanın askerlerinden biri Osman b. Zaide'ye 'yol nerededir?' diye sorunca, susup sağır olduğunu belirtti. Belki bir zulüm yapmaya gidiyor, ona yol gösterirsem ortağı olurum korkusundan yol göstermekten çekindi! Selef, fâsık tüccarlar, vurucular, haccamlar, hamamcılar, boyacılar, dökümcüler ve sanatkârlarda yalancılık ve fâsıklık açıkça görüldüğü halde yine de böyle mübalâğalı davranmamışlardır. Hatta zimmî kâfirlere de böyle yapmadılar. Ancak onların böyle yapmaları, özellikle yetimlerin ve fakirlerin mallarını yiyen, müslümanlara daima eziyet eden zâlim sultanlar hakkındadır. O sultanlar ki, şeriat-ı garrâ-i Muhammediyye'nin belirtilerini kazımaya ve işaretlerini yıkmaya çalışırlardı. Onların böyle yapması şu hikmete dayanır: Günah iki kısma ayrılır;
a) Kişinin kendi nefsinde kalan günah.
b) Başkasına sirayet eden günah.
Fâsıklık kişinin kendi nefsinde kalan günahtır. Kâfirlik de böyledir. Kâfirlik ve fâsıklık Allah'ın hakkına tecavüzdür ve onun hesabı ancak Allah'a aittir.
Yöneticilerin zulmettiklerinden ötürü yaptıkları günâha gelince, o başkasına sirayet eden bir günahtır. İşte bundan ötürü onların durumu oldukça ağırlaşır. Zulümlerinin genelliği, saldırganlıklarının genişliği oranında Allah'ın nezdinde gazab ve nefret bakımından gelişirler. Bu bakımdan onlardan o nisbette kaçınmak ve muamelelerinden sakınmak farzdır! Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet gününde zaptiyeye denir ki: Kamçını bırak cehenneme gir. 104
Ellerinde sığır kuyruğu gibi toplar bulunan kişilerin türemesi, kıyâmetin alâmetlerindendir. 105
İşte bu hüküm, zâlimlerin yardımcılarının hükmüdür. Onlardan bu saydığımız vasıflar sayesinde bilinenler zâten bilinmiştir. Bilinmeyenlere gelince, onların alâmetleri, geniş abalar giymek, uzun bıyıklar bırakmak ve zâlimlere mahsus diğer meşhur hâlleri takınmaktır. Bu bakımdan bu kisvede görülen bir kimseden sakınmak gerekir. Sadece kisvesine bakılarak sakınmak, hiç de su-i zann olmaz. Çünkü eğer iyi bir insansa zâlimlerin kisvesine bürünmek suretiyle kendi kendine suç işlemesin! Kisvede eşitlik kalpte eşitliğe delâlet eder. Deli olan ancak delilik gösterir. Fâsık olan ancak kendisini fâsıklara benzetir, Evet, fâsıklar bazen kendilerini, gizlemek için salah ve takva ehline benzetirler. . . Fakat sâlih bir kimse ise hiçbir zaman kendisini fâsık kimselere benzetmeye yetkili değildir. Çünkü kendini onlara benzetmek, onların sayısını çoğaltmak demektir.
Nefislerine zulmettikleri halde meleklerin canlarını aldığı kimselere melekler şöyle derler: 'Ne işte idiniz?' (Nisa/97)
Bu ayet müşriklere katılmak suretiyle onların cemaatini çoğaltan bir kısım müslümanlar hakkında nâzil olmuştur: Rivâyete göre, Allahü teâlâ Yuşâ b. Nun'a106 şöyle vahyetmiştir:
- Ben senin kavminin iyilerinden kırk bin, kötülerinden de altmış bin kişiyi helâk edeceğim.
- İyilerin suçu nedir ki onları helâk ediyorsun?
- Onlar, benim gazabımdan ötürü gazablanmıyorlar da ondan. Onlar zâlimlerle yer ve içerler.
Bununla açığa çıktı ki, zâlimlere buğzetmek ve Allah rızası için onlara karşı nefret göstermek, her müslümanın boynuna farzdır.
İbn Mes'ûd'un rivâyetine göre, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Benî İsrâil âlimleri, maişetlerinde zâlimlere karıştıkları için Allahü teâlâ onlara lânet etmiştir. 107
Zâlimler tarafından inşâ edilen köprüler, tekkeler, câmiler ve çeşmeler gibi yerlerde ihtiyatlı davranmak ve dikkat etmek gerekir Köprüye gelince, ihtiyaç için onun üzerinden geçmek caizdir. Fakat mümkün olduğu kadar zâlimin inşâ ettiği köprüden geçmekten kaçınmak gerekir. Eğer o köprüden başka bir geçit varsa, bu sefer ondan sakınmak daha da lüzumlu bir hâl alır. Başka bir geçit bulunduğu halde zâlimin inşa ettiği köprüden geçmeyi şu hikmete binaen caiz gördük: Köprüden geçmek isteyen bir kimse, o köprüye sarfedilen malların esas sahibini bilmediği zaman, o mallar hayırlara sarfedilmek üzere hazırlanan mallar hükmüne geçmiş olurlar. Bu köprü de hayırlardandır. Fakat köprüde kullanılan tuğla ve taşın belli bir evden veya bir kabristandan veya belli bir camiden naklolunduğunu bildiği zaman, asla o köprüden geçmek helâl olmaz. Ancak bir zaruret varsa, o zaruretten ötürü başka müslümanların malını kullanmak kendisine helâl olursa, bu durum müstesnadır. Bu durumda köprüden geçtikten sonra köprüye sarfedilen malların sahibine gidip hakkını helâl ettirmelidir.
Camiye gelince. . . Eğer gasbedilmiş bir arazi üzerinde kurulup başka bir camiden veya belli bir mülkten gasbedilmiş ağaçlarla örtülürse, böyle bir camiye girmek asla caiz değildir. Cuma namazını kılmak için bile bu camiye girilemez. Eğer İmâm caminin içerisinde namaza başlarsa, o da imamın arkasında caminin dışında durarak başlasın. Çünkü gasbedilmiş arazide namaza duran bir imama her ne kadar böyle bir namazın sahibi, gasbedilmiş arazide kıldığından ötürü günahkâr olursa da uymayı caiz gördük. Eğer cami, sahibi bilinmeyen bir maldan inşa edilmişse, takvâ başka bir camiye eğer varsa gitmektir. Başka bir cami yoksa, böyle bir camide cuma ve cemaat namazlarını terketmemelidir. Çünkü camiye sarfedilen malın belli bir sahibi yoksa o zaman müslümanların yararına sarfedilmiş bir mal olur. Ne zaman büyük camide zâlim bir sultanın bir binası bulunursa (ona mahsus bir mahfel bulunursa) , caminin genişliğine rağmen bu camide namaz kılan takvâ babında mâzur sayılmaz.
Ahmed b. Hanbel'e Ey Ebû Abdullah! Cemaate iştirâk etmemeyi sana caiz kılan delilin nedir?' diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: 'Hasan-ı Basrî ile İbrahim et-Teymî, Haccâc-ı Zâlim kendilerini ifsad edebilir korkusundan cemaate iştirak etmeyi terkettiler. Ben de onlar gibi fitneye girmekten korkuyorum'.
Cami duvarlarına vurulan boyalara gelince, bunlar namazda fayda vermedikleri için bir süstürler. Hepsi o kadar. . . En uygunu, bunlara bakmamaktır. Camiye serilen hasırlara gelince, eğer o hasırların belli bir sahibi varsa onların üzerinde oturmak haramdır. Eğer yoksa bütün müslümanların umumî yararına tahsis edildikten sonra camiye serilmeleri caiz olur. Fakat takvâ onların üzerinde oturmamaktır. Çünkü şüphe yeridir.
Çeşmeye gelince, onun hükmü biraz önce zikrettiğimiz gibidir. Ondan abdest almak ve içmek ve ona girmek takvâdan değildir. Ancak, namazın geçmesinden korktuğu zaman ondan abdest alabilir. Mekke yolunda yapılan su sarnıçları da böyledir.
Tekke ve medreselere gelince, bunların inşa edildiği arazi gasbedilmiş bir arazi ise veya tuğla belli bir yerden nakledilmişse, onu sahibine vermek mümkünse, böyle yerlere girmek caiz değildir. Eğer sahibi belli değilse, bu takdirde hayır için bekletilmiş bir mal olur. (Ondan yararlanılabilir, fakat) takvâ ondan sakınmaktır. Yalnız oralara girmek, girenin fasıklığını gerektirmez! Eğer bu binalar sultanların hizmetçileri tarafından yapılmış, umumun faydasına arzedilmişse, bu sefer iş daha da şiddetlenir. Zira sultanın hizmetçileri sahipsiz malları umumî menfaatlere sarfetmezler. Bir de onların ellerinde bulunan malın çoğu haramdır. Çünkü onlar, umumun menfaatine tahsis edilen malı alamazlar. Böyle bir malı ancak sultan, sahipleri ve idare adamları alabilir. Sarfetmek ancak onlar için caiz olabilir.
Gasbedilen arazi, çarşı ve cadde olduğu zaman, asla orada yürümek caiz olmaz. Eğer o arazinin belli bir sahibi yoksa bu takdirde o çarşıdan geçmek caiz olur. Fakat mümkünse, başka yerden geçmek takvâya daha uygundur. Eğer çarşı mübah ise ve onun üstünde bir kemer varsa, o kemerin altından geçmek caizdir. Fakat onun altında oturmak, ancak herhangi bir tavanın altında oturuyor gibi değilse herhangi bir meşguliyetinden ötürü çarşıda durması gibi caizdir. Güneşin hararetinden korunmak, yağmur veya başka bir şeyden korunmak için herhangi bir tavanın altında (sahibinin izni olmaksızın) durmak haramdır. Çünkü tavanlar (kemerler) ancak böyle bir iş için yapılırlar. Bu bakımdan ancak sahibi izin verirse, bu durumda istifade edilir. Üstü veya etrafı gasp malıyla çevrilmiş mescide veya mübah bir araziye giren bir kimsenin hükmü de böyledir. Buralara giren bir kimse sadece yürümek ve adım atmakla gasbedilen maldan yapılmış duvar ve tavandan istifade edemez. Ancak sıcaktan ve soğuktan veya her hangi bir gözden kaybolmak veya başka bir ihtiyaçtan dolayı duvar ve tavandan istifade etmek için, oraya girmesi ve durması haram olur. Çünkü haramdan faydalanmaktadır! Zira gasbedilmiş bir malın üzerinde oturmak, onunla temas etmekten ötürü haram değildir. Ondan faydalandığı için haramdır. Arazi, üzerinde durmak için, tavan ise, gölgesinden istifade etmek için istenilir. Bu bakımdan ikisinin arasında hiçbir fark yoktur.
84) Taberânî, (İbn-i Abbas'tan zayıf bir senedle)
85) Nesâî,Tirmizî Hâkim, (Ka'b b. Ucre'den)
86) Kitab'ul-İlim'de geçmişti.
87) Deylemî, (Hazret-i Ömer'den değişik bir tâbirle )
88) Ukayli, Duâfa
89) Daha önce geçmişti.
90) Daha önce geçmişti.
91) Daha önce geçmişti.
92) Hâkim
93) Ebû Nuaym, Hilye, (Yahya b. Said'den sahih bir senedle)
94) İbn Hıbbân, Kitab'us-S evab (Bir benzerini)
95) Tavus, H. 106 senesinde vefat etmiştir.
96) el-Mansurbillah Abbasî halifelerinin ikincisidir, H. 135 senesinde halife nasbedilmiş, yirmiiki sene hüküm sürmüş, H. 158 yılında vefat etmiştir.
97) Irâkî'ye göre hadîsin aslı görülmemiştir.
98) Süleyman kalkıp giderken yüz altın bıraktı ve 'Ya Ebû Hâzım! Bunu kendine infak et. Bunun gibi daha çok infak edilecek paralar var benim yanımda dedi. Ebû Hâzım hiddetle paraları alıp attı ve 'Ben bunları sana dahi uygun görmüyorum. Kendi nefsime nasıl uygun görebilirim?'diye cevap verdi. (Bkz. ithaf us-Saade)
99) Bu zâtın ismi Nufey b. Hars'tır. Değerli bir sahabîdir. Ziyad'ın annebir kardeşidir. Sâlih ve muttaki bir kimseydi. Ziyad'ın valiliği zamanında H. 50 senesinde Basra'da vefat etmiştir. Annebir kardeşi olan Ziyad'dan hoşlanmazdı.
100) İbn Merduveyh, (Kesîr tu Atiyye'den) ; Deylemî, Müsned'ul-Firdevs,
101) Ezd kabilesine mensuptur. Künyesi Ebû Bekir veya Ebû Abdullah'tır.
102) Ebû Amr ed-Danî, Kitab'ul-Fiten
103) Müslim ve diğer Sünen sahipleri
104) Ebû Ya'lâ, (Enes'ten zayıf bir senedle)
105) Ahmed ve Hâkim, (Ebû Umame'den) . Hâkim'e göre senedi sahihtir.
106) Hazret-i Mûsa ile sâlih kulu (Hızır'ı) aramaya giden gençtir. Hazret-i Mûsa'dan sonra peygamber olmuştur.
107) Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce
Bu meselelere insan çoğu zaman muhatap olmaktadır ve nitekim fetvalarda da bu meseleler hakkında çeşitli suâller sorulmuştur.
Soru: Sûfîlere hizmet eden bir kimse çarşıya çıkıyor, yiyecek maddelerini topluyor veya para toplayıp onunla yiyecek maddelerini satın alıyor. Böyle bir maldan yemek kim için helâldir? Bu mal, sadece sûfîlere mi mahsustur, yoksa başkaları da bundan istifade edebilir mi?
Cevap: Sûfîler böyle bir yemekten yedikleri takdirde bu yemeğin onların hakkı olduğunda şüphe yoktur. Başkasının yemesine gelince, ancak hizmetçinin rızası dahilinde yiyebilirler. Fakat buna rağmen şüpheden de uzak değildir. Hizmetçinin rızasıyla o yemeğin başkasına helâl olması cihetine gelince, sûfîlerin hizmetçisine verilen mal sûfîler için verilir. Fakat o malı başkası hizmetçiye vermiştir, sûfîlere değil. Bu bakımdan o hizmetçi çoluk çocuk sahibi olan ve çocuklarından ötürü başkasının sadakasını alan bir kimse gibidir. Çünkü çocuklara bakan odur. Onun aldığı onun mülkü olur çocukların değil. . . O, aldığından, çocukların gayrisine de yedirebilir. Zira 'O mal verenin mülkünden çıkmamıştır. Sûfîlerin hizmetçisi o malla satın almaya ve onda tasarruf etmeye yetkili değildir' demek uzak bir fetva olur. Çünkü böyle bir fetva şu neticeyi doğurur:
Muâtat yoluyla (aldım verdim) ibareleri olmadığı halde sadece memleketin örf ve âdetine göre alışveriş yapıp malı vermek kâfi değildir! Böyle bir fetva ise, zayıf bir fetvadır. Böyle bir neticeye zekâtlar, sadaka ve hediyeler hususunda hiç de gidilmez.
'Sûfîlere hizmet edenin, o malı istediği anda tekkede hazır bulan sûfîlerin mülküne girmek suretiyle mülkiyeti ortadan kalkmıştır' demek de uzaktır. Zira o sûfîlerden sonra gelenlere de o maldan yedirmeye hizmetçinin yetkili olduğunda şüphe yoktur. Eğer o mal toplandığı zaman, tekkede bulunan sûfîlerin hepsi ölürlerse veya onlardan biri ölürse onun payını varislerine taksim etmek farz olmaz. Bu mal tasarruf cihetine verilmiştir. Onun belli bir sahibi de yoktur demek de mümkün değildir. Çünkü mülkü herhangi bir cihete vermek fertleri tasarruf etmeye zorlamaz. Zira o mülke dahil olanların haddi hesabı yoktur. Hatta kıyâmete kadar doğanlar ona dahil olurlar. Böyle bir mülkte ancak sulta sahipleri tasarruf edebilirler. Tekke hizmetçisinin ancak vakıf cihetine vekâleten o mülkte tasarruf etmesi de caiz değildir. Bu bakımdan, 'O, hizmetçinin mülküdür' demekten başka hiçbir çıkar yol kalmaz. Hizmetçileri ancak tasavvuf ve mürüvvet şartını gözetmek kaydıyla onu sûfîlere yedirir. Eğer sûfîleri onu yedirmekten menederse, onlar da hizmetçiyi kendilerine vekil olarak tanımayacaklardır ki ölünün ailesinden kesildiği gibi, hizmetçinin de onlarla arkadaşlığı kesilir.
Sûfîler için vasiyet edilen bir mal hususunda şöyle soruldu: Bu malın kime sarfedilmesi caizdir? Cevap olarak dedim ki: Tasavvuf bâtınî bir iştir, bilinmez. Onun hakikatini herhangi bir zapt u rapt altına almak da mümkün değildir. Tasavvuf, sûfi kelimesini ıtlak etmek hususunda örf ehlinin güvendiği birtakım zâhirî işlerle bilinir: Bu husustaki umumî kaide şudur: Sûfîlerin tekkesine indiğinde oraya inmesi ve sûfîlere karışması halinde sûfîlerce münker ve hor telâkki edilmeyen bir sıfata sahip olan her müslüman sûfîlerin cemaatinden sayılır. Böyle bir müslümanda beş sıfatın bulunması gerekir: a) Salâh, b) Fakirlik, c) Sûfîlerin kisvesine bürünmek, d) Herhangi bir sanatla uğraşmak, e) Fakirlik yolunda tekkede süfîlerle haşr u neşr olmak. Sonra bu sıfatların bir kısmının yok olması, sûfilik isminin de yok olmasına sebep olur. Aynı zamanda bir kısmı diğer bir kısmıyla cebredilir. Yani bu sıfatların bazıları olmadığı takdirde diğer birinin varlığı olmayanın yerine geçer. Meselâ, fasıklık herhangi bir kimseyi böyle bir vasiyyetten mahrum eder. Çünkü sûfi öz olarak, özel bir sıfatla salâh ve takvâ ehlinden olan bir kimse demektir. Bu nedenle fâsıklığı görünen bir kimse sûfîlerin kisvesinde olsa dahi sûfîler için vasiyet edilen maldan istifade etmez. Yalnız küçük günahları burada dikkate almayız.
Sanat ve kazanç ile meşgul olmaya gelince, onlar da kişiyi böyle bir maldan istifade etmekten menederler. O halde çiftlik sahibi, vâli, tüccar, dükkânında veya evinde sanatıyla meşgul olan, ücret mukabilinde herhangi bir hizmette çalışan kimseler sûfi ismiyle bilinen kimselere vasiyyet edilen maldan istifade ettirilemezler. Kişinin böyle olması sûfîlere karışmakla veya onların kisvesine bürünmekle telâfi edilemez. Cildçilik, terzilik, bunlara benzer ve aynı zamanda sûfîler için yapılması uygun olan işleri dükkânında yapmak, kazanç ve sanat suretiyle değil de başka bir şekilde yapanlar sûfîler için vasiyyet edilen inaldan mahrum edilemezler. Onların bu meşguliyetleri, daha önce zikrettiğimiz diğer sıfatların kendilerinde bulunması ve sûfîlerle bir arada oturmalarıyla telâfi edilir.
Sanatkâr olduğu halde bilfiil sanatla uğraşmamak hususuna gelince, bu durum, sûfîyi vasiyetten mahrum etmez. Va'z etmek ve ders okutmaya gelince, bu durum, eğer bu vazifeyi yürütende kisve, sûfîlerle beraber bir yerde kalmak ve fakirlik gibi sıfatlar mevcut ise tasavvuf ismine ters düşmez. Çünkü 'kurra bir sûfi, vâiz, âlim veya müderris bir sûfî' demek, sûfîliğe ters düşmez. Fakat çiftlik sahibi sûfî, tüccar sûfi, vali sûfi demek, sûfîliğe ters düşer.
Fakirliğe gelince, eğer fakirlik, müfrit bir zenginlikle ki o zenginlikten dolayı kişi görünür bir servete nisbet edilir ortadan kalkmış ise, bu takdirde sûfîler için vasiyet edilen maldan almak caiz olmaz. Eğer böyle bir kimsenin serveti bulunup geliri giderini karşılamazsa, onun hakkı iptal olunmaz. Ancak zekât düşmeyecek kadar malı olursa ve gideri yoksa o maldaki hakkı bâkidir. Bu işlerin ve fetvaların delilleri âdetten başka birşey değildir.
Sûfîlerle beraber bir yerde oturup kalkmaya gelince, bunun tesiri vardır. Fakat onlarla bir yerde durmayıp ancak evinde veya herhangi bir mescidde onların kisvesine bürünerek duran, onların ahlâkıyla ahlâklanmış bir kimseye gelince, o kimse onların paylarına ortaktır. Onlarla haşir neşir olmanın terkedilmesi, kisvelerine bürünmekle telâfi edilir. Eğer kişide sûfîlerin kisvesine bürünmekten başka diğer sıfatlar varsa, kişi ancak onlarla tekkede kaldığı takdirde onlar için vasiyet edilen maldan istifade edebilir.
Böyle bir kişinin onlarla kalması, kendisini onların hükmüne sokmuş olur. Bu bakımdan onlarla bir arada durmak ve kisvelerine bürünmek, bu sıfatların herbirinin diğerinin yerine geçtiği gibi geçer. İşte sûfîlerin kisvesinde olmayan fakirin (ve fâkihin) hükmü budur, Eğer hariçse sûfîlerden sayılmaz. Eğer onlarla beraber diğer sıfatlar kendisinde mevcut ise, onlara tâbi olmak cihetiyle onların hükmüne girmesi uzak bir ihtimal değildir.
Sûfîlerin şeyhlerinden birinin elinden hırkayı giymek meselesine gelince, sûfîler için vasiyet edilen mala müstehak olmakta şart olmadığı gibi, diğer şartlar mevcut olduğu takdirde böyle bir durumun olmaması zarar da vermez. Evli olup, tekke ile evinin arasında gidip gelen bir kimse ise, bu durumdan ötürü sûfîler zümresinden çıkmaz.
Sûfîlerin tekkesine ve orada kalanlara vakfedilen mal, sadece sûfîlere vakfedilen maldan daha geniş olur. Çünkü vakfın mânâsı onların yararına sarfetmek demektir. Bu bakımdan sûfî olmayan bir kimse de sûfîlerin sofrasında bir veya iki defa onlarla beraber rızalarıyla yiyebilir. Çünkü yemeklerin durumu müsamaha göstermeye bağlıdır. Hatta ortak ganimetlerde bile tek başına yemeklerde tasarruf etmek caizdir. Sûfîlere zikir halkalarında şiir okuyan bir kimse onlarla beraber o vakıf malından olan davetlerinden yiyebilir. Çünkü o şair sûfîlerin maişet maslahatından sayılır. Sadece sûfîler için vasiyet edilen bir maldan ise, sûfîlerin şairine o maldan yedirmek caiz değildir. Fakat vakıf malı tam bunun tersinedir. Şair gibi sûfîlerin meclisinde bulunan yöneticiler, tüccarlar, kadılar ve fakihler de vakıf malından sûfîlerin rızasıyla yiyebilirler. Çünkü bu kimselerin kalbini sûfîlere yöneltmekte sûfîlerin müsbet bir gayeleri vardır. Zira vakfeden bir kimse malını vakfederken sûfîlerin bu malda örf ve âdetleri cereyan edecektir inancıyla vakfediyor. Bu bakımdan bu malın tasarrufu örf ve âdete bağlanmış olur. Fakat bu daimî değildir. O halde sûfî olmayan bir kimsenin daimi olarak onlarla beraber oturması, sûfîler razı olsa dahi, onlarla beraber yemesi caiz değildir. Çünkü sûfîler hiçbir zaman sûfî olmayanları aralarına katmak suretiyle vakfedenin şartını bozmaya yetkili değildirler.
Fakîhe gelince, fakih, sûfîlerin kılık kıyafetlerinde ve ahlâklarında olduğu zaman, ancak onların yanına inip onların payına dahil olabilir. Fakih olması, sûfi olmasına ters düşmez! Çünkü tasavvufu bilen bir kimsenin nezdinde, sûfîler zümresine dahil olmak için cahil olmak şart değildir. Bazı ahmakların 'İlim hakikatin önüne gerilmiş bir perdedir!' şeklindeki hezeyanları dikkate alınmaz. Çünkü esasen hakikatin önüne gerilen perde ilim değil cehalettir. Biz Kit ab'ul-İlim'de bu kelimenin te'vilini zikretmiş ve şöyle demiştik: 'Hakikatin önüne gerilen perde güzel ilim değildir. Aksine faydasız ilimdir'. Biz orada güzel ile çirkin ilimleri açıklamalarıyla beraber zikrettik.
Eğer fakih, sûfîlerin kılık ve kıyafetlerinde ve ahlâkında değilse sûfîler onu aralarına girmekten menedebilirler. Eğer buna rağmen aralarına girmesine müsâade ederlerse, onlara tâbi olmak suretiyle beraberlerinde yemesi helâldir. Kılık ve kıyafeti onlar gibi olmadığı takdirde yoksulluk ve fakirlik sıfatları onun yerine geçer. Fakat ancak kılık kıyafet erbabının rızasıyla yoksulluk onun yerine geçer. Bütün bu fetvaların ve işlerin şahitleri âdetlerdir. Bunlarda karşılıklı emirler vardır. Onların olması veya olmaması arasındaki benzeyiş gizli değildir. Bu bakımdan şüpheli yerden çekinip uzak duran bir kimse, dinini her türlü şaibeden kurtarmış olur. Nitekim biz buna Şüpheler bahsinde işaret etmiştik.
Rüşvet ile hediye arasındaki farktan soruldu. Oysa her ikisi de verenin rızasıyla elinden çıkmış olur ve her ikisinde de verenin bir emeli ve gayesi vardır. Buna rağmen birisi haram kılınmıştır, diğeri ise helâl. . . Hikmeti nedir?
Cevap: Malını veren bir kimse hiçbir zaman gayesiz ve hedefsiz vermez. Fakat malın verilişinden elde edilmesi beklenen hedef bazen sevap gibi gelecekteki hedef olur. Bazen de acil hedef olur. Bu acil hedef de ya mal veya fiil veya belli bir maksada yardım etmektir veya kendisine hediye verilenin kalbine muhabbetini yerleştirmek suretiyle yaklaşmaktır. Bu da muhabbetin ya kendisi için veya o muhabbetle ondan öte bulunan bir hedefe varmak içindir. Bu bakımdan bu taksimattan elde edilen kısımlar beştir:
1. Birincisi, gayesi âhiretteki sevap olan kısımdır. Bu mal ya kendisine mal verilen şahsın muhtaç dindar ve sâlih bir kimse olduğu için verilir. Fakat malı alan kimse bu malın, muhtaç kabul edildiğinden dolayı kendisine verildiğini bildiği takdirde ve muhtaç ise bu mal kendisine helâl olur.
Şerefli soyundan ötürü kendisine bu malın verildiğini biliyorsa, eğer o soya mensup olduğunda yalan söylüyorsa, yine mal kendisine helâl değildir. İlminden ötürü kendisine verilen mal ise, ancak verenin inandığı şekilde âlim ise kendisine helâl olur. Eğer veren zat onu ilimde mükemmel olarak düşündüğü için ona mal göndermek suretiyle ilmin hürmetine binaen yaklaşmak isterse ve o da mükemmel bir kimse değilse, bu mal ona helâl olmaz. Dindarlığından ötürü kendisine verilen mala gelince, eğer iç âleminde fâsık bir kimse ise, şayet mal sahibi de onun bu gizli tarafını bilseydi ona birşey vermeyecek ise, bu mal kendisine helâl olmaz. Çok az sâlih kimse vardır ki, iç âlemi keşfolunup halk tarafından müşâhede edildiğinde ona meyleden kalpler kalsın! Ancak kerim ve cemil olan Allah'ın örtüşüdür ki, halka sevdirir. Ehli takvâ alışverişte meçhul kimseleri kendilerine vekil edinirlerdi ki, alışverişte kendilerine müsamaha gösterilmesin. Bütün bunu din ile dünyayı elde etmekten korkarak yapıyorlardı. Çünkü din ile dünyayı elde etmek tehlikelidir. Takvâ ise gizlidir. İlim, neseb ve fakirlik gibi değildir. Bu bakımdan din ile dünyayı almaktan mümkün olduğu kadar kaçınmak gerekir.
2. İkinci kısım, belli bir gayenin derhal tahakkuku için verilen bir maldır. Zenginin hediyesine tamah edip zengine hediye veren bir fakir gibi. İşte bu karşılık şartıyla yapılan bir hibedir. Böyle bir hibenin hükmü ise gizli değildir. Bu hibe, ancak istenilen karşılığın tahakkuku akid şartlarının varlığı ânında olur.
3. Üçüncü kısım, belli bir fiil ile yardım etmek için verilen maldır. Sultana muhtaç olan bir kimsenin sultanın vekiline, yakınına veya sultan nezdinde sözü geçerli olan bir kimseye vermesi gibi. . İşte bu, hâl karînesiyle bilinen, bir karşılık şartıyla verilen bir hediyedir. Bu bakımdan karşılık için olan bu amele dikkat etmek gerekir: Eğer bu istenilen amel haram ise, haram bir maaşın tahakkuku için şefaatçı olunması istenildiği gibi bir insana veya başka bir şeye zulmetmek ise, böyle bir hediyeyi kabul etmek haramdır. Eğer bu amel, her kudret sahibi tarafından kaldırılması farz olan bir zulmün kaldırılması gibi bir şeyse veya yapılması gereken bir şahitlik ise, yine bu niyetle verilen hediyeyi almak haramdır. İşte bu tür hediye, haramlığında şüphe olmayan rüşvettir. Eğer o fiil, yapılması ne vacib ne de haram, aksine mübah bir fiil ise ve tahakkukunda zorluk varsa, aldığı hediye işi yaptığı zaman helâl olur. Bu hediye âdeta cu'le108 yerine geçmiş olur. Bunun misali, 'Şu kıssayı sultanın veya filân adamın kulağına ulaştırırsan, sana benden bir dinar var' demesi gibidir. İşte bunu yapmak zorluk çekmeye ve kıymet taşıyan bir çalışmaya muhtaçtır veya 'Filan adama söyle, bana şöyle bir gayenin tahakkukunda yardım etsin' veyahut 'Bana şu nimetleri versin'; (buna karşılık getirmek de uzun bir konuşmaya muhtaçtır. İşte bunun karşılığında aldığı mal cu'le olur. Cu'le ise helâldir) .
Nitekim kadı’nın huzurunda vekillik yapan bir kimsenin aldığı mal gibi helâldir. Böyle bir vekil haramın tahakkuku için çalışmadığı takdirde aldığı ücret haram değildir. Eğer mal veren adamın isteği zahmetsiz bir kelimeyle olacaksa, o kelime ancak kadri sayılır bir kimseden veya o fiil böyle bir kimseden sadır olursa, fayda verecek olsa bile yine de karşılık alınamaz. Kapıcıya 'Bu adamcağızın sultanın yanına sokulmasına müsaade et' demesi gibi veya sadece meseleyi sultana bildirmesi gibi. . İşte buna karşılık alınan mal haramdır. Çünkü bu mal, nüfuzdan ötürü alınan maldır. Şeriatta böyle bir malın caiz olması sabit olmamıştır. Aksine şer'an bunu yasaklayan deliller vardır. Nitekim sultanlara verilen hediyeler bahsinde bu husus gelecektir.
Şuf'ayı kaldırmak karşılığında, ayıplı olduğu halde satılan malı geri vermek karşılığında, bahçedeki dalların başkasının arazisinin sahasına girdiği ve birtakım gayeler karşılığında böyle bir bedel almak caiz olmadığı halde nasıl olur da nüfuz ve söz geçerliliği karşılığında caiz olabilir? Haramlıkta doktorun tek kelime karşılığında almış olduğu ücret de buna yakındır. Doktor o kelime ile sadece kendisi tarafından bilinen bir ilâca işaret ederek ücret alır. Meselâ herhangi bir kimse herhangi bir bitkinin bâsur has talığına veya başka bir hastalığa faydalı olduğunu bilir de onu para karşılığında söylerse, işte böyle bir kimsenin sözü bir susam tanesi kadar bile kıymet taşımaz. Bu bakımdan buna ve bilgisine karşılık ücret caiz değildir. Çünkü doktorun bilgisi başkasına intikal etmez ki, buna karşı ücret alsın. Aksine söylemek suretiyle onun bilgisi gibi bir bilgi karşısındaki muhataba verilir, bilgisi ise kendisinde kalır. Sanatta mâhir olan bir kimsenin durumu bundan biraz daha hafiftir. Meselâ hastalığı güzelce teşhis ettiği için kılıcın veya aynanın eğriliğini bir vuruşta doğrultan usta gibi. Bu zatın bir darbesiyle sanatın erbabı olduğu için kılıcın kıymeti ve aynanın değeri çok artar. İşte böyle bir kimsenin o biricik vuruş karşısında ücret almasında sakınca görmüyorum. Çünkü insan böyle sanatları, yorularak onunla nafakasını kazanmak için zamanında öğrenip kendisini çok çalışmaktan kurtarmak ister.
4. Hediye verilenin muhabbetini kazanmak için verilen maldır. Bunun dışında hiçbir hedefi yoktur. Bütün gayesi; o hediyeyi vermek suretiyle hediye alanla arasında bir yakınlık kurup, sohbeti geliştirmek, onun kalbine muhabbetini yerleştirmektir. Bu hedef akıllı kimselerin hedefidir. Şer'an da müslümanlar böyle bir hedefe teşvik edilmişlerdir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Hediyeleşiniz, sevişiniz. (Karşılıklı hediye veriniz, çünkü bu tür hediyeler muhabbetin artışına vesiledirler) .
İnsanoğlu çok zaman başkasının muhabbetini de sadece muhabbet için istememektedir. Aksine onun muhabbetini de, bir fayda olur diye istemektedir. Fakat bir fayda için değil, hâli hazırda ve gelecekte kendisini hediye vermeye teşvik eden belli bir gaye kalbinde olmadığı takdirde verdiğine hediye denir ve verdiğinin alınması da helâldir.
5. Verdiği mal ile alanın kalbini kazanmak, sevgisini kazanmak isteğidir. Fakat sevgisini, sadece sevgi ve ünsiyet bakımından kazanmak istemiyor da o sevgi vasıtasıyla belli gayelerini hediye alanın nüfuzundan istifade ederek tahakkuk ettirmek için veriyorsa, gayelerinin cinsi belli olduktan sonra aynısı münhasır olmazsa dahi beis yoktur, Kısacası, eğer mal verdiği kimsenin sözü geçerli olmayıp nüfuzu kıt olsaydı, ona bu hediyeyi vermezdi. Bu bakımdan dikkat etmelidir. Eğer nüfuzu ilimden veya soylu olduğundan neş'et ediyorsa, böyle bir kimsenin verilen malı kabul etmesi biraz daha hafifleşir. Fakat buna rağmen alınması yine de mekruhtur. Çünkü burada rüşvete benzerlik vardır. Fakat tam rüşvettir de denilmez. Çünkü zahirde hediyedir. Eğer nüfuzu, işgal ettiği kadılık, memuriyet, tahsildarlık, haraç malını tahsil etmekle, devletin herhangi bir vazifesini yürütmekten yahut vakıf mütevelliği yapmaktan geliyorsa, şayet bu vazifeleri işgal etmeseydi adam da kendisine bu hediyeyi vermeyecek ise verilen hediye rüşvettir. Fakat hediye biçimine sokularak verilmiştir. Çünkü bu hediyeden gaye hediyeyi alana yaklaşmak, onun sevgisini kazanmaktır. Fakat bunu da belli bir iş için verir. Zira memuriyetlerle (veya alâmetlerle) halledilmesi mümkün olan pekçok şeyler vardır. Bu adamın verdiği hediye ile alanın sevgisini değil, kim olursa olsun makam sahibinin sevgisini kazanmak istediğine dair delil şudur: Eğer şu anda hediye verilenin yerine başkası o makamı işgal etseydi hediyeyi ona verecekti. İşte bu durumda ve bu şartlarla verilen bir malın şiddetle kerih olduğu ulemanın ittifakla savundukları bir hakikattir. Fakat haram olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çünkü burada mânâ çarpışmaktadır. Zira bu mal, sade hediye ile belli bir gaye karşılığında sadece nüfuzdan ötürü verilen rüşvet arasında gidip gelmektedir. Kıyasî benzerlik çarpıştığı zaman, eğer haber ve eserler çarpışan taraflardan birini takviye ederlerse, o tarafı tercih etmenin gerekliliği meydana çıkmış olur. Oysa haberler bu hususta tehdidin şiddetli oluşuna delalet etmektedirler.
Nitekim Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Halk üzerine bir zaman gelecektir ki, o zamanda haram hediye ismiyle helâl kılınacaktır. Katl de ibret bahanesiyle helâl sayılacaktır. Halk tabakası ibret alsın diye hiçbir şeyden haberi olmayan suçsuz insanlar öldürülecektir!109
İbn Mes'ûd'dan 'haram' ile tefsir ettiğimiz suht kelimesinin mânâsı sorulduğunda şöyle demiştir: 'Kişi, herhangi bir kimsenin ihtiyacını yerine getirdiğinde kendisine hediye olarak verilen mal demektir'.
İbn Mes'ûd 'Kişi zahmetsiz bir kelime ile karşısındaki insanın ihtiyacını yerine getirip karşılığında hediye alır veya esasında o kelimeyi karşısındaki adamın lehinde teberru yoluyla sarfeder, herhangi bir ücret kastını taşımazsa, sonra o kelimeye karşılık olarak birşey alması caiz değildir' mânâsını kastetmiş olabilir. İşte bu şekillerde alınan bir hediye 'suht'tur.
Mesruk110, herhangi bir bir kimsenin lehinde şefaatte bulundu. İşi görülen adam, kendisine bir cariye hediye etmek istedi. Bunun üzerine Mesruk cariyeyi sahibine geri çevirmekle beraber kızarak şunları söyledi: 'Eğer ben senin kalbindekini bilseydim, ihtiyacın için bir kelime dahi sarfetmezdim. Bundan böyle, geri kalan kısım için bir kelime dahi konuşup şefaatte bulunmayacağım'.
Tavus b. Keysan'a 'Sultana verilen hediyelerin hükmü nedir?' diye sorulduğunda, 'Katıksız haramdır' diye cevap vermiştir.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) iki çocuğunun beytülmal'den borç aldıkları malın kârının yarısını onların elinden alıp 'Benim çocuklarım olduğunuz için size o mal verilmiştir!' demiştir. Çünkü Hazret-i Ömer o malın kendilerine siyasî nüfuzu için verilmiş olduğu kanaatinde idi.
Ebû Ubeyde Âmir b. Cerrah'ın zevcesi, Roma İmparatoriçesine şişe içinde güzel bir koku hediye etti. İmparatoriçe de karşılık olarak kıymetli bir mücevheri kendisine gönderdi, Hazret-i Ömer o mücevheri Ebû Ubeyde'nin hanımından aldırıp beytulmal'ın lehine sattı. Ondan ancak hediye ettiği esansın parası kadarını kendisine iade etti. Diğerini beytulmal'e gönderdi.
Cabir ile Ebû Hüreyre şöyle demiştir: 'Sultanlara verilen hediyeler, ihanetle devletin ve milletin malından çalınan mallardır'.
Ömer b. Abdulaziz, kendisine gönderilen hediyeyi geri çevirdiği zaman hazır bulunanlar şöyle dediler:
- Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) hediyeyi kabul ediyordu. (Sen neden kabul etmiyorsun?)
- O verilen mal Allah Rasûlü için hediyeydi. Bizim için ise rüşvettir.
Yani o malı veren Allah Rasûlü'nün siyasî nüfuzundan istifade etmek için vermiyordu. Onun peygamberlik vasfından istifade etmek ve bu yolda kendisine yaklaşmak için veriyordu. Fakat bize ancak siyasî nüfuzumuzdan ötürü verilmektedir.
Bütün bunlardan daha büyük olanı Ebû Humeyd111 es-Saidî'nin anlattığı şu hâdisedir: Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir valiyi Yemenli Ezd kabilesinin zekâtlarını toplamak üzere Yemen'e gönderdi. Giden zat, vazifesini yapıp dönünce, getirdiklerinin bir kısmını yanında bırakarak gerisini Rasûlüllah'a teslim etti: İşte bu sizindir! Bu ise bana hediye verilmiştir!' dedi. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
Eğer doğruysan neden babanın ve annenin evinde oturup gelecek hediyelerin kendiliğinden sana ulaşmasını beklemedin? Ne oluyor ki herhangi birinizi memur tayin ettiğimde çıkıp da 'Bu sizindir, şu ise benim için hediye edilmiş bir maldır' diyor? Acaba o adam neden annesinin evinde oturduğunda, hediyesi kendisine gelmedi? Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, içinizden biri, hakkı olmadığı halde bir şeyi alırsa, kıyâmet gününde o aldığı şeyi sırtlayarak Allah'ın huzuruna gelecektir, içinizden biri kıyâmet gününde bağıran bir deveyi veya böğüren bir sığırı veya meleyen bir koyunu sırtlayıp Allah'ın huzuruna gelmesin!112
Bunu söyledikten sonra ellerini, koltuklarının beyazlığı görünecek derecede kaldırarak şu dilekte bulundu:
Ya rabbî! Vazifemi tebliğ ettim mi?
Bu şiddet ve tehditler sabit olduğu zaman, kadı ve valiye uygun olan hareket, nefsini annesinin ve babasının evinde farzetmektir. Eğer vazifesinden azlolunduktan sonra annesinin evinde olduğu halde kendisine verilecek birşey el'an veriliyorsa kabul etmelidir. Yani valilik zamanında da bu hediyeyi kabul etmesi caiz olur. Fakat ancak siyasî nüfuzundan ötürü kendisine verildiğini biliyorsa, kabul etmesi haramdır. Dostlarının hediyelerindeki durumlarını doğru dürüst çözemediği, vazifesinden azledildiği takdirde yine verecekler mi vermeyecekler mi diye kestiremediği takdirde şüpheli olur. Bu bakımdan şüphelilerden sakınması gerekir.
Helâllere ve haramlara ilişkin bu bölüm, Allah'ın inayeti, hamdı, minneti ve güzel tevfikiyle tamamlanmış bulunuyor. Allah herşeyi en iyi bilendir!
108) Cu'lenin misâli Zeyd'in Amr'a gidip 'Mektubumu Bekir'e verip cevabını bana getirirsen sana yüz lira vereceğim' demesi gibidir. Amr, ancak bu vazifeleri gördükten sonra bu parayı hakeder.
109) İmâm Irâki bu hadisin aslına rastlamadığını kaydeder.
110) Aslen Hemedanlı olup Kûfe'de ikamet ederdi, Künyesi Ebû Âişe'dir. Hazret-i Aişe validemiz (radıyallahü anh) onu küçük iken evlât edinmişti. Bu zat İbn Mes'ûd'un büyük talebelerinden biridir. Hazret-i Ebû Bekir'in arkasında namaz kılmış, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali ve Zeyd b. Sâbit ile görüşmüştür.
111) Ensar'dan Medineli bir zattır. Ashâb-ı Kiram'dandır. İsmi Abdurrahman veya Münzir b. Sa'd b. Malik’tir. Hazrec kabilesindendir. Vakidî'nin rivâyetine göre Muaviye'nin hilâfetinin sonunda veya Yezid'in saltanatının başında vefat etmiştir.
112) Buhârî