1. Giriş

Velilerinin kalplerini sevgisinin ateşiyle yakan, cemâlinin müşahedesi ve huzuruna varmak şevkiyle ruhlarını ve himmetle rini köle edinen Allah'a hamdolsun! O Allah ki, veli kullarının göz ve basiretlerini huzurunun cemâlini mülahaza etmek üzere vak fetmiştir. Öyle ki, o kullar visal ruhunun heva-i nesiminden ötürü sarhoş olmuşlardır. Onların kalpleri celilin azameti nûr ve re vakını mülahaza etmekten ötürü kendinden geçip şaşkına dönmüştür. Onlar dünya ve âhirette O'ndan başka birşey görmemektedirler. Dünya ve âhirette O'ndan başkasını hatırlayıp an mamaktadırlar. Eğer gözlerine bir sûret ilişirse, basiretleri derhal o sûreti yaratana ve o şekilde onu tasvir edene geçip onu seyrederler. Eğer kulaklarına herhangi bir nağme gelirse, kalpleri derhal sevgiliyi hatırlar. Eğer heyecan verici şevke getirici, sevindirici, üzücü, vecde getirici, ıztırap verici veya korkutucu bir ses kulaklarına gelirse, şüphesiz ki O'ndan başka sığınacakları merci ol maz. Ancak O'nunla sevinirler. Onlar ancak O'ndan ötürü ızdırap çekerler, O'nun için mahzun olurlar. Onların iştiyakı ancak O'nun nezdindeki ebedî nimettir. Hareketleri ancak O'nun içindir. Gezintileri ancak O'nun faziletleri etrafında olur.

Bu bakımdan dinlemeleri, kulak vermeleri de O'nadır. Zira O onların basiretle rini ve kulaklarını kendisinden başka herşeye kapatmıştır, dostluğuna seçtiği kullar onlardır. Esfiya ve seçkin kullarının arasından onları seçmiştir.

Salat ve selâm O'nun risaletiyle vazi feli olarak gönderilen Hazret-i Peygamber'e, hakkın önder ve rehberleri olan âline ve ashâbına olsun!

Kalpler ve sırlar esrarın hazineleri ve cevherlerin merkezleri dirler. Ateşin demir ile taşta gizlendigi gibi, cevherler de oralarda gizlenmiştir. Suyun toprak ile taşlar arasında gizlendiği gibi cev herler de o kalp ve sırlarda gizlenmiştir. O gizli cevherleri açığa çıkarmanın yolu ancak semânın çıkışlarıdır. Kalplere, ancak se mâların dehlizinden varılır.

Bu bakımdan vezinli, kafiyeli ve lezzet verici nağmeler oradan çıkar, oranın iyilik veya kötülüklerini açığa çıkarır. Bu bakımdan ancak hareket anında kalbin içeri sinde saklı bulunanlar kalpten çıkıverir. Tıpkı kabın sadece içindekini dışarıya sızdırdığı gibi. . .

Bu bakımdan semâ kalp için şaşmaz bir mihenk taşıdır. Konuşan bir miyardır. Semâ'nın nefesi kalbe varır varmaz kalpte hâkim bulunan durum derhal harekete geçer. Kalplerin tabii olarak duyduklarına muti oldukları ve duyu lan nağmelerin gelişiyle kalplerdeki gizli durumların meydana çıktığı zaman da o nağmelerle kalplerin kötülükleri keşfolunup iyilikleri belirir. (Bunun için) semâ ve vecd hakkındaki hükmü açıklamak, semâ ve vecd'de bulunan fayda ve âfetleri beyan etmek, burada müstehab olan âdâb ve durumları, semâ ve vecd'in mah zurlarından mı veya mübahlarından mı olduğu hususundaki ulemanın ihtilafını belirtmek farzoldu.

İşte biz bunu iki bölümde izah edeceğiz.

18-1

Birinci bölüm: Semâ'nın mübahlığı hakkında ulemanın ihtilafı

İkinci Bölüm: Semâ'nın âdâbı ve tesiri

1) Sema: Dönmek, işitmek, çalgıyla cemiyyet etmek ve ayarlamak; Vecd: Aklm gitmesi, üzüntülü olmak, muhabbet ve iştiyakın selbedilmesi. (Ahterî)

2. Semâ'nın Mübahlığı Hakkında Ulemanın İhtilafı

2. Semâ'nın Helâl Olup Olmadığı Hakkında Âlimlerin ve Mutasavvıfların Görüşleri

Semâ bir başlangıçtır. Semâ'nın meyvesi olarak kalpte bir hâl meydana gelir. Buna vecd adı verilir, vecd de azaların harekete geçmesini sağlar. O hareketler intizamlı bir şekilde olmazsa böyle bir harekete ızdırab adı verilir veya intizamlı bir şekilde olursa ona da tasfik (el çırpma) ve raks adı verilir. Bu bakımdan biz önce semâ'nın hükmüyle işe başlayalım.

I. Derece

Biz bu husustaki mezheplerin ve meşreplerin hakikatini izah edici sözleri nakledecek, sonra bunun mübah olduğuna dair delilleri zikredecek, sonra da haram olduğunu iddia edenlerin delille rine cevap vereceğiz.

Mezheplerin Görüşleri

Kadı Ebû Tayyib Taberî, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik, Ebû Hanîfe, Süfyân es-Sevrî ve bir topluluktan birtakım tabirler hikâye ederek bu tabirlerle bu zatların semanın haram olduğu görüşünde olduklarını istidlal etmiştir.

İmâm-ı Şâfiî Âdâb'ul-Kaza adlı eserinde şöyle der: 'Teganni bâtıla benzer ve mekruh bir lehviyattır. Fazlasıyla teganni yapan bir kimse sefih (akılsız) sayılır. Şahitliği reddedilir'.

Kadı Ebû Tayyib şöyle demiştir: 'Kişinin mahremi olmayan bir kadından nağme dinlemesi, hiçbir durumda -ister kadın açıkta, ister perdenin arkasında bulunsun, ister hür olsun, isterse cariye-Şâfiî ulemasına göre caiz değildir'.

Kadı Ebû Tayyib, İmâm-ı Şâfiî'nin 'Cariyenin sahibi onu dinlemek için halkı bir araya topladığı zaman sefih sayılır ve şahitliği reddedilir! dediğini nakletmiştir.

Yine rivâyet olunduğuna göre İmâm-ı Şâfiî, Kaval'a üflemeyi mekruh görerek demiştir ki: 'Bunu zındıklar, halkı Kur'ân oku maktan alıkoymak için icat etmişlerdir'.

İmâm-ı Şâfiî (radıyallahü anh) dedi ki: 'Haberden anlaşılıyor ki, dama (nerd) 2 oynamanın keraheti, lehv aletlerinin herhangi birisiyle oynamanın kerahetinden daha fazladır. Ben satranç ile de oyna mayı sevmem. (Satranç ile şartsız oynamak Şâfiî mezhebine göre mübahtır) . Halkın oynadığı her oyunu kerih görürüm. Çünkü oyun, dindarların ve mürüvvet sahiplerinin sanatı değildir'.

İmâm Malik ise teganniyi yasaklayarak şöyle demiştir: 'Kişi bir cariyeyi satın aldığı zaman o cariyenin muganniye (şarkıcı) olduğunu görürse, eski sahibine iade edebilir!' Bu görüş aynı zamanda İbrahim b. Sa'd hariç bütün Medinelilerin görüşüdür.

Ebû Hanîfe de teganniyi kerih görür, teganni dinlemeyi günah sayardı. Süfyân es-Sevri, Hammad, İbrâhîm Nehaî, Şa'bî ve diğer Kûfe âlimleri de İmâm-ı Âzam'ın görüşündedirler. İşte buraya kadar söylediklerimizin hepsini Kadı Ebû Talib Taberî nakletmek tedir.

Ebû Talib el-Mekki ise, bir cemaat âlimden teganni dinlemenin mübah olduğunu naklederek şöyle demiştir: Ashâb-ı kiramdan Abdullah b. Cafer, Abdullah b. Zübeyr, Muğire b. Şu'be, Muaviye ve başkaları da şarkı dinlemişlerdir'. Ebû Talib el-Mekki devamla 'Sahâbe ve tabiînden selef-i salihînin çoğu bunu yapmıştır' dedik ten sonra şunları da ilave etti: 'Hâlâ da bizim Mekke'de Hicaz aha lisi senenin en faziletli günlerinde şarkı dinlemektedirler. Mesela Allahü teâlâ'nın kullarını zikrini yapmaya davet ettiği teşrik günleri gibi belli günlerde semâyı dinlerler. Mekkeliler gibi Medine halkı da zamanımıza kadar şarkı dinlemeye devam etmektedirler. Biz Kadı Ebû Merva'a yetiştik. Onun birkaç cariyesi vardı. Halka şarkı okurlardı. Onları sûfîlere şarkı söylemek için tahsis etmiştir'. 3

Ebû Tâlib der ki: 'Ata b. Ebi Rebah'ın iki cariyesi vardı. Onlar söylerler, Ata'nın arkadaşları da onları dinlerdi'.

Sâlim'in oğlu Ebul-Hasan'a şöyle denildi: 'Sen nasıl semâ'yı münker görürsün? Oysa Cüneyd-i Bağdadî, Sırrî es-Sakatî ve Zunnûn-i Mısrî dinlerlerdi'. O zat cevap olarak dedi ki: 'Ben nasıl semâ'yı inkâr ederim? Zira benden daha hayırlı kimseler onu hem dinlemiş ve hem de caiz görmüşlerdir. Cafer-i Tayyar'ın oğlu Abdullah dinlerdi. Ben ancak semâ içinde yapılan oyun ve lehvi inkâr ediyorum!'

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Biz üç şeyi kaybettik. Artık onları görmüyoruz ve onların hergün eksildiğini görüyoruz: Haramdan korunmakla beraber güzel yüzlülük, diyanetle beraber güzel söz, vefakarlıkla beraber güzel arkadaşlık'.

Ben bazı kitaplarda bu sözün Haris el-Muhasibî'den hikaye edildiğini gördüm. Bu sözde Haris el-Muhasibî'nin zühd ve tak vasına ve dindeki çalışma ve gayretine rağmen semâi caiz gördüğüne delil vardır.

Ebû'Talib el-Mekki der ki: İbn Mücâhid, semâ' sız hiçbir davete icabet etmezdi'. 4

Birçok kimseden hikâye ediliyor ki, bu zat şöyle demiştir: -Biz bir davette bir araya geldik. Bizimle beraber Meni'nin torunu Ebû Kasım, Ebû Bekir b. Ebî Dâvud ve İbn Mücâhid, emsalleriyle beraber bulunuyorlardı. Semâ hazırlandı. Bunun üzerine İbn Mücâhid, Meni'nin torununu, Ebû Bekir b. Ebî Dâvud'u dinlesin diye kışkırttı. Ebû Bekir b. Ebî Dâvud dedi ki: Babam, Ahmed b. Hanbel'den onun semâ'ı kerih gördüğünü rivâyet etti. Babam da bundan dolayı şarkı dinlemeyi kerih gö rürdü. Bu bakımdan ben de babamın mezhep ve meşrebi üzerinde yim ve kerih görürüm! Bunun üzerine Meni'nin torunu Eb Kasım dedi ki:

- Benim dedem Meni ise, İmâm-ı Ahmed'in oğlu Salih'den rivâyet etti ki, Salih'in babası (İmâm-ı Ahmed) İbn Habbaze'nin5 şarkısını dinlerdi.

Bunun üzerine İbn Mücâhid şöyle dedi: 'Sen babanı bir tarafa bırak'. Meni'nin torununa da 'Sen de dedeni bir tarafa bırak' dedi. Şimdi sorarım: 'Ey Meni'nin torunu Ebû Bekir? Şiir okuyan hakkındaki fikrin nedir? Haram mı?'

- Hayır!

- Güzel sesli ise, şiir okuması kendisi için haram mı?

- Hayır!

- Acaba okuyup uzatırsa, uzaması gerekeni kısaltır, kısalması gerekeni uzatırsa haram olur mu?

- Ben bir şeytanla başa çıkamıyorum. Nerede ikisiyle başa çıkayım?

Ebû Talib el-Mekki der ki: Ebul-Hasan Askalanî, Allah'ın veli kullarındandı. Şarkı dinler ve dinlediği anda da cezbeye kapılırdı. Bu zat hakkında bir kitap yazdı. Teganniye hücum edenlere bu kitabında hücum etmektedir. Böylece evliyadan bazıları teganniyi inkâr edenler aleyhinde kitaplar telif etmişlerdir.

Bir şeyh şöyle dedi: Ben (Ebû Abbas) , Hızır'ı gördüm. Kendisine 'Arkadaşlarımızın hakkında ihtilaf ettikleri şarkı dinlemek hakkındaki fikriniz nedir?' diye sordum. O da cevap olarak dedi ki: 'Teganni, kaygan ve dalgasız bir taştır ki, onun üzerindE ancak âlimlerin ayakları yer tutar!'

Mümşâd Dineverî şöyle der:6 'Ben Hazret-i Peygamberi (sallâllahü aleyhi ve sellem) rü yamda gördüm ve 'Ey Allah'ın Rasulü! Şu semâ'da senin hoş görmediğin birşey var mı?' dedim. O da şöyle buyurdu: 'Hiçbir şeyini inkâr etmiyorum. Fakat onlara söyle; onu Kur'ân ile açsınlar ve Kur'ân ile kapatsınlar'.

Tahir b. Bilâl el-Hemedanî el-Verrak şöyle anlatır:

Ben, deniz kenarındaki Cidde camiinde itikafta bulunuyor dum. Bir gün mescidin bir kenarında şiir söyleyip dinleyen bir topluluk gördüm. Kalben onların yaptıklarından hoşlanmadım ve kendi kendime dedim ki: 'Allah'ın mabedlerinden birinde nasıl bunlar şiir okurlar' O gece Hazret-i Peygamberi rüyamda gördüm. Onların toplandığı cami köşesinde oturuyordu. Yanında Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk vardı. Baktım ki, Ebû Bekir birşeyler söylüyor. Hazret-i Peygamber da onu dinliyor. Adeta Ebû Bekir'in sözüyle vecde gelen bir kimse gibi elini göğsüne koyuyor. Bu manzaradan sonra kendi kendime dedim ki: 'Şiir dinleyen bu kimseleri bir daha hor görmek benim için uygun değildir. İşte Hazret-i Peygamber dinliyor. Ebû Bekir de söylüyor'. Bu esnada Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bana dönerek şöyle dedi: 'Bu haktan bir parçadır'.

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'Şu topluluğun üzerine üç yerde Allah'ın rahmeti iner: a) Yemek zamanında. Çünkü onlar ancak muhtaç oldukları zaman yerler, b) İlim müzakeresi ha linde. Çünkü onlar ancak sıddîkların makamları hakkında müza kere edip konuşurlar, c) Semâ anında. Çünkü onlar ancak vecd ile dinlerler ve ancak hakikate varırlar'.

İbn Cüreyc semâ'ı ruhsatlı görüyordu. Kendisine 'Acaba ruh satlı gördüğün bu semâ kıyâmet gününde senin sevaplarının içinde mi, yoksa günahlarının içinde mi olacaktır?' denilince, şöyle dedi: "Ne sevaplarımın ne de günahlarımın içindedir. Çünkü lağva benzer. Lağv hakkında ise Allahü teâlâ şöyle demektedir: 'Allah sizi yeminlerinizdeki lağvdan ve yanılmadan dolayı so rumlu tutmaz (Bakara/225) "

İşte buraya kadar teganni dinlemek hususunda nakledilen görüşleri zikrettik. Taklidde hakikati arayan kimse, ne kadar delil bulmaya çalışırsa, mutlaka onun gözüne bu sözlerin çarptığı görü lecektir. Böylece o hayretler içerisinde kalacak veya kendi isteğiyle birtakım sözlere meyledecektir. Bütün bunlar kusur ve acizliktir. Belki kişinin hakkı özel yolundan araması uygundur. Bu da ancak haram ve helâlin kaynaklarında araştırma yapmak sûretiyle mümkün olur. Nitekim ilerideki bahislerde bunu zikredeceğiz.

2) Nerdeşir, nerd dedikleri bir oyundur. Bu oyunu Sâsâni padişahlarından Şapur b. Erdeşir icad etmiştir. (Ahterî)

3) İsmi Muhammed b. Osman'dır. Aslen Medineli olan bu zat Mekke'de otururdu. H. 241 senesinde vefat etmiştir.

4) İbn Mücâhid veya kelâmcıların şeyhi Ebû Abdullah b. Mücâhid olabilir. Bu zat H. 324 senesinde vefat etmiştir.

5) Adı Muhammed b. Abdullah b. Yahya b, Zekeriyya'dır. Künyesi Ebû Bekir el-Bağdadî'dir. Kendisi şairdi. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Salih der ki: 'Ben semâyı severdim, babam ise kerih görürdü. İbn Habbaze bir gece benim yanımda babam uykuya dalmcaya kadar durdu. Ondan sonra şarkıya başladı. Babamın evin üst katındaki hareketini hissettim. Üst kata çıkınca İbn habbaze'nin şarkısını dinlediğini, sanki orada raksedercesine gezdiğini müşahede ettim7. (Bkz. İthâfu's-Saâdet'il Muttakîn)

6) İsmi Muhammed b. Hüseyin, künyesi Ebû Ali olan bu zat Cüneyd-i Bağdadî'nin talebesidir. Kuşeyrî'ye göre H. 399 senesinde vefat etmiştir.

3. Semâ'nın Mübah Olduğuna Dair Deliller

Kişinin 'teganniyi dinlemek haramdır' sözünün mânâsı 'Allah bundan dolayı ceza verecektir' demek ise, mücerret akılla bilinmeyen, aksine ayet ve hadîsten bilinebilecek bir hükümdür. Şer'î meselelerin bilinmesi ancak nassa hasredilmiştir veya nass ile sabit olan bir şeyin üzerine kıyas edilir. Nasstan gayem; Hazret-i Peygamberin sözü veya fiiliyle açığa vurduğu hakîkat demektir. Kıyastan gayem, Hazret-i Peygamberin söz ve fiillerinden anlaşılan mânâ demektir. Eğer birşey hakkında nass yoksa ve nass ile sabit olan birşeyin üzerine kıyas etmesi de doğru değilse, o şeyin haram olduğunu söylemek bâtıl ve fasittir ve o diğer mübahlar gibi işlenmesinde hiçbir sakınca olmayan bir fiil olarak kalır. Semâ'nın haram olduğuna ne herhangi bir nass, ne de kıyas dela let eder. Bunun hakikati haramlığma meyledenlerin delillerini ce vaplandırdığımız zaman açığa kavuşacaktır. Ne zamanki onların delillerine verilen cevap tamamlanırsa, o şekildeki hareket bu ga yeyi isbat etmeye yeterli olacaktır. Fakat bu sözü açarak deriz ki: Nass ve kıyas birlikte semânın mübah olduğuna işaret etmiştir,

Kıyas'a gelince, tegannide birtakım mânâlar bir araya gelmiştir. O mânâları önce teker teker tedkik etmek, sonra tü münü tedkik etmek uygun olur. Çünkü tegannide güzel, mevzun, mânâsı anlaşılan ve kalbi harekete geçiren bir ses vardır. En belir gin ve toplayıcı vasfı güzel ses olmasıdır. Sonra güzellik, mevzun veya gayri mevzun diye iki kısma ayrılır. Mevzun da şiirler gibi anlaşılır. Cansızların ve insan dışında kalan diğer canlıların sesleri gibi anlaşılmaz bölümlere ayrılır. Güzel olmak hasebiyle güzel ses dinlemeye gelince, bunun haram sayılması hiç de uygun değildir. Belki hem nassla, hem de kıyasla dinlenmesi helâldir.

Kıyas'a gelince, bu güzel ses, dinlemek hassasının lezzetlen mesine dönüşür. Bu da kendisine mahsus mânâsının idrak edilip kavranmasıyla hasıl olur. İnsanoğlunun aklı ve beş tane de du yusu vardır. Her hassanın idraki vardır. O hassanın müdre kâtında lezzet vereni vardır, Bu bakımdan bakışın lezzeti, güzel yüz, akar su ve yeşillik gibi güzel görünen şeylerdedir.

Kısacası diğer güzel renkler ki bulanık, çirkin ve istenilmeyen renklerin tersi olurlar ve onlar bakışın lezzetidirler. Koklamak için de güzel kokular vardır. Bunlar da çirkin ve pis kokuların karşılığıdır. Tatmak için lezzetli şeyler, yağlı, tatlı, mayhoş gibi lezzetler vardır. . .

Bunlar tabiatın nefret edip kaçtığı acılığın tersi ve karşılığıdır. Temas içinde yumuşaklık ve uygunluğun lezzeti vardır. Bu da sertlik ve katılığın karşılığıdır. Akıl için ilim ve ma rifetin lezzeti vardır. Bu da cehalet ve hamakatın tersi ve karşılığıdır.

İşte böylece kulak ile idrak edilen sesler de bülbül ve çalgı aletlerinin sesleri gibi lezzetli, merkep ve benzeri hayvanların anırması gibi çirkin kısımlara ayrılır. Şu kulak duyusunun kıyas ve lezzetinin sair duyular ve lezzetlerden daha açık ve zahir kılınması sanatın acaipliklerinden değil midir?

Nassa gelince, güzel sesin dinlenmesinin mübah olmasına, Allahü teâlâ'nın güzel sesle kullarına minnet etmesi işaret eder. . Zira Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Allah yarattığı şeylerde dilediği kadar (vasıflar) artırır. (fatır/1)

İşte bu ayetin tefsirinden Allah'ın dileğiyle artırılanın güzel ses olduğu söylenmiştir.

"Allahü teâlâ, gönderdiği peygamberlerin hepsine güzel ses vermiştir. 7

Yemin ederim, Allahü teâlâ, Kur'ân okuyan güzel sesli bir kişiyi, cariyesinin tegannisine meftun olan bir kimsenin ca riyesini dinlemesinden daha istekli bir şekilde dinler. 8

Hadis-i şerifte, Hazret-i Dâvud'un medh-u senasını yapmak sade dinde Dâvud'un nefsi için ağladığında ve Zebûr okuduğunda güzel sesli olduğu için insanların hatta cinlerin, vahşi hayvanların ve kuşların bile onun sesini dinlemek için bir araya geldikleri bildi rilmiştir. 9 Öyle ki bazı zamanlar Hazret-i Dâvud'un meclisinde dörtyüz kişinin can verdiği bile olurmuş. . . .

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ashâbından Ebû Musa el-Eş'arî'yi överek şöyle buyurmuştur:

Gerçekten ona Âl-i Dâvud'un mezamirinden bir mizmar ve rilmiştir. 10

Seslerin en çirkini elbette ki eşek sesidir' (Lokman/19) ayeti, mefhumuyla güzel sesin memduh olduğuna işaret eder. Eğer gü zel ses ancak Kur'ân okumakta kullanılması şartıyla mübah olur demek caiz olsaydı, böyle diyen bir kimsenin bülbülün sesini din lemeyi de haram sayması gerekirdi. Çünkü o da Kur'ân okumak tan değildir. Mademki, gâfil ve mânâsız bir sesin dinlenilmesi ca izdir, acaba neden kendisinden hikmet ve doğru mânâlar anlaşılan bir sesi dinlemek caiz olmasın? Oysa 'şiirin bir kısmı muhakkak ki, hikmettir' denilmiştir. İşte buraya kadar söy lediğimiz güzel ve tatlı olmak hasebiyle ses hakkındaki düşüncelerdir.

II. Derece

Vezinli ve güzel ses hakkındaki görüşe aittir. Zira vezin, güzelliğin ötesinde bulunan bir mânâdır. Nice güzel ses vardır ki, veznin dışındadır ve nice vezinli ses vardır ki güzel değildir. Vezinli sesler mahreçleri itibariyle üç kısma ayrılır. Vezinli sesler, mezamir, tanbur, kaval, davul ve benzeri gibi ya cansızlardan çıkar veya bir canlının gırtlağından çıkar. O canlı da ya insandır veya bülbül, kumru ve güzel öten kuşlar gibi başka hayvanlardır. Bu ses güzelliğiyle beraber vezinlidir. Başlangıçları, kesişleri ahenkli ve biri diğeriyle uygunluk arzeder. Bundan dolayı dinleyen zevklenir. Seslerde esas, canlıların gırtlaklarıdır. Diğer levh aletleri ise, gırtlakların sesi üzerine vazedilmişlerdir. Bu ise sanatı yaratılışa benzetmektir. Hiçbir şey yoktur ki, sanat ehli sanatlarıyla onun resmine, Allahü teâlâ'nın yarattıklarından misali ol maksızın varmış olsunlar. Bu bakımdan yaratıklardan sanatlar bilinir ve çıkarılır ve sanatkarlar yaratıkları taklid etmişlerdir.

Bunun izahı oldukça uzundur. Bu bakımdan bu seslerin hoş oldukları için haram olmaları muhaldir. Zira bülbülün ve diğer kuşların seslerinin haram olduğuna hiç kimse kail değildir. Oysa hançere ve boğazlar arasında hiçbir fark yoktur. Cansız ve canlılar arasında fark yoktur. (Ha bülbülün hançeresinden çıkmış, ha in sanın) . Bu bakımdan insanın isteğiyle diğer cisimlerden çıkan sesleri bülbül sesine kıyas etmek uygundur.

İnsanın hançeresinden çıkan veya kavaldan çıkan davul, tef ve benzerlerinden çıkan sesler gibi. . .

Bu saydıklarımızdan ancak me lahi aletleri, evtar (yaylı sazlar) ve şeriatça menedilen mezamirler bu hükmün dışındadır. Zira onlar insanoğlu keyf aldığı için yasak lanmış değildirler. Bunlar sadece insanoğlunun kendilerinden zevklendiği için yasaklanmış olsaydı, o zaman insanoğlunun zevk aldığı herşey bunlara kıyas edilerek yasaklanmalıydı. Fakat içkiler haram edildi. Halkın içkilerdeki alışkanlığı içki hususundaki ya sakta mübalağaya kaçmayı gerektirdi. Hatta içkiler ilk yasak landığında içkilerin küplerinin de kırılması emredildi. Bununla beraber içmenin şiar ve alâmetinden olan herşey haram edildi ki onlar da yaylı sazları ve mezamir'i tek başına çalmaktır. Bu bakımdan yaylı sazlar ve mezamirin çalınmasının haram olması, içkiye ittibaen olmuştur. Nitekim yabancı bir kadın ile tek başına bir yerde kalmak zinanın başlangıcı olduğu için haram kılındığı gibi. . . ön ve arka organların bitişiği olduğu için insanın baldırına bakmanın haram olduğu gibi. . . İçkinin azı her ne kadar sarhoş etmese de haram edilmiştir. Çünkü sarhoş edici miktara insanı davet eder Hiçbir haram yoktur ki, onun etraflarında gezilen bir alanı (korusu) olmasın. O haramdan ötürü haramlık hükmü o alana girmeye de şamil olmuştur ki orası haram için koruyucu bir yer olsun ve haramın etrafında yasak bir bölge teşkil etsin.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Her padişahın bir korusu vardır. Allahü teâlâ'nın da giril mez korusu haramlardır. 11

Bu bakımdan yaylı saz ve mezamir denilen aletlerin çalınması üç illetten ötürü içkinin haram ilan edilmesine tâbi olarak haram kılınmıştır:

1. Bu aletleri çalmak, insanı içkiye davet eder. Zira bu aletlerden alman zevk, ancak içki içmek sûretiyle tamamlanır. İşte bu illetten ötürü içkinin azı da haram kılınmıştır.

2. Bu aletlerin çalınmasının haram olması pek yakında içki içmeyi terkeden kimseler hakkındadır. Çünkü bunları çalmak içki meclislerini hatırlatır. Dolayısıyla içki içmenin sebebi olur.

Hatırlamak ise, şevkin iteleyiciliğine sebep teşkil eder. Şevkin itele yiciliği kuvvetlendiği zaman, o fiili yapmanın sebebi olur. İşte bu illetten ötürü ziftlenmiş kap, hanteme (testi veya yeşil testi) ve nakir (ağaç kökünden olup içinde hurma şarabı yapılan kap) denilen kaplarda şerbet yapmak yasaklanmıştır. Bunlar şarap yapmaya mahsus ve onun için hazırlanmış kaplardır. Bunun mânâsı şu demektir: Bunları görmek insana içkiyi hatırlatır.

Bu ikinci illet, birinci illetten ayrılır. Zira bu ikinci illette hatırlamakta herhangi bir zevk yoktur; zira içki kadehlerini ve kaplarını görmekte bir lezzet yoktur. Bunların haram oluşu, in sanoğluna içkiyi hatırlatıyor olmaları nedeniyledir. Bu bakımdan eğer şarkı dinlemek, insanı âdeti olduğundan dolayı içki içmeye teşvik edecek derecede içmeyi hatırlatıyorsa ve öyle bir şarkı ile be raber içki içmek de daha önceden dinleyenin âdetiyse böyle bir kimse dinlemekten menedilmiştir ve menedilmesinin sebebi de sadece bu illettir.

3. Şarkı dinlemek için bir arada toplanmaktır. Çünkü şarkı dinlemek için bir araya gelmek fısk ve fücur ehlinin âdetidir! Bu bakımdan onlara benzemekten menedilir. Çünkü kendisini bir kavme benzeten bir kimse o kavimden olur. 12

Bu illetten ötürü biz, eğer sünnet bid'atçıların şiarı (alâmet-i farikası) olmuş ise, Sünnet'in terkedilmesine taraftarız. Böyle yapmamız ehl-i bid'ata benzemekten korkmamızdan kaynaklanır. Bu illetin aynısıyla, kube denilen ortası ince, iki tarafı geniş uzunca davulu çalmak haram olmuştur. Çünkü kendilerini kadınlara benzeten muhan nes erkekler bunu çalmayı âdet edinmişlerdir.

Eğer buradaki benzetme ameliyesi olmasaydı, bu gibi davulları çalmak, hacca gidenlerin ve savaşa gidenlerin uğurlanmasında çalınan davullar gibi olurdu. Bu illetten dolayı deriz ki, eğer bir cemaat bir araya gelir, bir meclisi süsler içki aletlerini ve kadehle rini hazırlar, o kadehlere sekencebin denilen (sirke ile baldan veya süt ile şekerden yapılmış olan) maddeyi koyarlarsa, kadehleri dağıtan birini saki tayin ederlerse o saki de onlara bu şerbeti içi rirse, onlar da sakinin elinden alıp bu şerbeti içerse, biri diğerine içkiciler arasında âdet olan kelimelerle (şerefine gibi) söylerse (sadece benzetmeden ötürü) bu şerbet onlara haram olur!

Her ne kadar içilen madde haddi zatında mübah ise de, yine de bu şekildeki hareketten dolayı haram olur. Çünkü böyle yapmakta fesad ehline benzeme arzusu vardır. Sadece bu illetten ötürü önünden açık bulunan ve heba denilen elbiseyi giymek, başın bir kısmını traş edip bir kısım saçı tepesinde bırakmak, böyle yap manın fısk ve fücur ehlinin âdeti olan bir memlekette yasak lanmıştır. Fakat Maveraünnehir'de kebayı giymek ve başını bu şekilde traş etmek yasak değildir. Çünkü o memlekette salih ve ehl-i takva kimseler böyle yaparlar.

İşte bu mânâlardan ötürü mizmar-ı ırakî, ud, seng (zenc, zel) ruhbab (saz) berbut (bir çalgı aleti) ve başkaları gibi yaylı saz çeşitlerinin hepsi haram kılınmıştır. Bunlardan başka aletler bunlar gibi değildir. Çobanların, hacıların ve davulcuların şahini, da vul, kamıştan yapılmış kaval ve içkicilerin âdeti olmayan ve güzel vezinli sesler çıkaran her alet gibi. . . Çünkü bütün bunların içki ile ilgisi yoktur. Onları çalmakla içki hatırlanmaz ve onların çalınması insanı içkiye teşvik etmez ve içkicilere benzemek de bu rada sözkonusu değildir. Bu bakımdan bunlar içki aletlerinin hükmünde değildirler. O halde bunlarda mübahlık esası kuş ve benzerlerinin seslerine kıyas edilerek mahfuz kalır. Derim ki, ha ram kılınan yaylı sazları vezinsiz, ahenksiz ve zevk vermeyecek bir şekilde çalan bir kimseden dinlenirse yine de haramdır. İşte bu izahatla anlaşıldı ki, bunların haram olmasında sadece güzel lez zet ve zevk rol. oynamış değildir. Belki kıyas, bütün güzel seslerin helâl olmasını gerektirir. Ancak helâl edildiğinde herhangi bir fe sad meydana gelenler müstesna.

Nitekim Allahü teâlâ 'De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş' (A'raf/32) buyurmaktadır. İşte bu sesler de, vezinli ses oldukları için haram edilemezler. Ancak başka bir arızî ve dış illetten ötürü haram olurlar. Nitekim haram edici arızî illetler bahsinde bu husus gelecektir.

III. Derece

Vezinli ve anlamlıdır. Bu da şiirdir. Şiir, ancak insanın gırtlak ve hançeresinden çıkar. Bu bakımdan kesinlikle mübah olduğuna hükmedilir. Zira burada şiirin güzel sesten ancak anlamlı kaydı fazladır. Anlamlı söz ise, haram değildir. Güzel ve vezinli ses ha ram değildir. Kısımlar haram olmazsa, tümün haram olması ne reden çıkar? Evet, o şiirden anlaşılan mânâya bakılır. Eğer orada mahzurlu bir durum varsa onu nesre veya vezne dökmek ve onunla konuşmak haram olur. İster lahinli, isterse lahinsiz bir şekilde söylensin. Şiir hakkında İmâm-ı Şâfiî'nin söylediği gerçeğin ta kendisidir. Zira kendileri şöyle demiştir: 'Şiir bir kelamdır.

Onun güzeli güzel, çirkini de çirkindir'. (Madem ki) sessiz ve la hinsiz şiir söylemek caizdir, öyleyse sesli ve lahinli söylenmesi de caizdir. Çünkü mübahların kısımları, bir araya geldiği zaman, onun tümü de mübahtır. Mübah ne zaman başka bir mübaha katılırsa, haram olmaz. Ancak bir araya gelen toplamı, kısımların içine sığmayan bir mahzuru taşırsa, o vakit hüküm değişir. Oysa burada bir mahzur da yoktur. Şiir okumak nasıl reddedilebilir? Oysa Hazret-i Peygamberin huzurunda şiir okunmuş13 ve nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Muhakkak şiirin bir kısmı hikmettir. 14

Hazret-i Âişe Lebid b. Rabia'ya ait şu şiiri okumuştur:

Himayelerinde yaşanılan kimseler gittiler.

Uyuzlu deriye benzer bir halefin arasında kalmış oldum.

Sahihayn'da rivâyet edildiğine göre Hazret-i Aişe şöyle anlatır: Hazret-i Peygamber Mekke'den hicret edip Medine'ye geldiğinde Ebû Bekir Sıddîk ve Bilal Habeşî (radıyallahü anh) sıtmaya tutuldular. Medine'de o zaman sıtma hastalığı vardı. Hasta yatağında bulunan babama ve Bilal'e nasıl olduklarım sordum. Babam sıtma nöbetleri geldiği zaman şu şiiri okudu:

Her kişi aile efradının içinde sabahlıyor. Ölüm ise, pabuç bağından ona daha yakındır.

Bilal'in sıtması azaldığı zaman, sesini yükselterek şöyle diyordu:

Keşke bilseydim, o gece gelecek mi ki bir vadide bulunayım ve etrafımda ızhır ve celil otları olsun.

Keşke bilseydim; acaba bir gün ben Mecenne sularına varacak mıyım? Şame ve Tafil dağları bir daha görünecek mi bana?

Aişe (radıyallahü anh) der ki: Onların bu durumunu Hazret-i Peygamber'e haber verdim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dua etti:

Yarab! Mekke'yi sevdiğimiz gibi veya daha şiddetli bir şekilde Medine'yi de bize sevdir. 15

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) mescidi inşa ederken ashâb-ı kiramla beraber mescidin kerpiçlerini taşıyor ve şu şiiri okuyordu:

Bu meyve Hayber'in meyvesi değil! Ey rabbimiz! Bu daha sevap ve daha temiz.

Yine Hazret-i Peygamber, başka bir defasında şöyle demiştir:

Ey Allahım! Hayat, âhiret hayatıdır. Ensar'a ve Muhacirîn'e rahmet et!16

Bütün bunlar Sahihayn'da rivâyet edilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) mescidinde, özel şairi olan Hassan b. Sabit için bir minber kurdururdu. Hassan o minbere çıkıp Hazret-i Peygamberin iyiliklerini veya düşmanlarının kötülüklerini haykırırdı. Hazret-i Peygamber de o zaman şöyle demiştir:

Allahü teâlâ, Hassan'ı Râsûlü'nün meziyetlerini saydığı (veya müdafaasını yaptığı) sürece Rûh'ul-Kudüs ile teyid eder. 17

Nabiğa şiirini okuduğu zaman Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kendisine şöyle duada bulundu:

Allahü teâlâ senin ağzını bozmasın ve dişlerini kırdırmasın. 18

Âişe (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberin ashâbının, onun yanında şiir oku duklarını, onun da tebessüm ettiğini rivâyet eder. 19

Şerid'in oğlu Amr babasından şöyle dediğini rivâyet ediyor: Ben Hazret-i Peygamber'e Ebû Sait'in oğlu Ümeyye'nin şiirlerinden yüz be yit okudum. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onları dinlediği zaman 'artır' diye sesleniyordu. Sonra şöyle dedi: 'Nerde ise bu adam, şiirinde müs lüman olmaya yaklaşmıştır'. 20

Enes'ten rivâyet edilir ki, Hazret-i Peygamber'e yolculukta develeri gayrete getiren şiirler okunurdu. Enceşe (radıyallahü anh) kadınlar için şiir okurdu. Malik'in oğlu Berra da (Enceşe'nin kardeşidir) erkekleri heyecana getiren şiirler okuyordu.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi:

Ya Enceşe! Zayıf kadınları yürütmede yavaş ol! Onlara şefkat göster. 21

Deve kervanının arkasında şarkı söylemek, ashâb-ı kiram zamanında da, Hazret-i Peygamber'in zamanında olduğu gibi Arapların süregelen âdetlerindendi. Bunlar da güzel ses ve vezinli lahinlerle söylenen şiirlerden başka birşey değildi. Buna rağmen hiçbir sa habîden 'Şu şiirler okunmasın, haramdır' diye menfi bir durum görülmemişti. Aksine bazen yorgun develeri harekete geçirmek, bazen de keyiflenmek için, bu tür şiirleri okuyanları arıyorlardı. Bu bakımdan teganninin anlaşılır, lezzet verir, güzel sesler ve ahenkli lahinlerle söylenilir bir söz olarak haram edilmesi caiz değildir.

IV. Derece

1. Hacıları uğurlamak için yapılan tegannidir. Zira hacılar, önce memlekette davul çalınarak, güzel nağmeler söylenerek gezdirilir. Böyle yapmak ise mübahtır. Çünkü söylenenler Kâbe nin, Makam-ı İbrahim'in, Hatimin, Zemzemin; diğer hürmetli yerlerin, çölün ve ilgili makamların vasıfları hakkında söylenilmiş şiirlerdir. Bu Allah'ın beytine olan şevki canlandırır, alevlendirir. Eğer dinleyenin kalbinde bu şevk varsa. . . . Eğer şevk yoksa yeniden şevk meydana getirip harekete geçirir. Hac, Allah'a yaklaştırıcı ve hacca teşvik eden nağmelerle güzel olur. Nasıl ki vaiz için vaazda konuşmasını intizamlı yapmak, Secî ile süslemek, halkı, beytin vasfını, mukaddes makamların vasıflarını ve hacdan dolayı olan sevabı söylemek sûretiyle, hacca teşvik etmek caiz ise, şiir okuya rak böyle yapmak, başka yerde de caizdir. Zira vezin, secî ile bir araya geldiği zaman konuşma kalbe daha fazla tesir eder. Buna güzel ses, vezinli nağmeler eklendiği takdirde tesiri daha da artar.

Eğer bunun beraberinde def çalmak, şahin oynatmak ve düşüş hareketleri yapmak da eklenirse tesiri daha da artar. Bütün bunlar ancak içinde mezamir ve kötü insanların alametinden olan la'b u lehv aletleri olmadıkça caizdirler. Evet, böyle yapmakla hacca gitmesi caiz olmayan bir kimseyi hacca teşvik etmek kastı varsa, hac kendisine farz olmayan kimseye anne ve babasının hacca gitmek için izin vermediği kimse gibi hacca gitmek haram olduğu gibi, hacca teşvik eden şiirlerle harekete getirilmesi de haramdır. Kendisini hacca gitmeye teşvik eden her konuşma böyle bir kimse için haram olur! Zira harama teşvik etmek haramdır. Böylece hacca giden yol emin değilse, helak nisbeti yüzde ellinin üstün deyse kalpleri hacca tahrik etmek caiz değildir. Teşvik ile kalpleri harekete geçirmek haramdır.

2. Gazilerin halkı harbe teşvik etmek için âdet edindikleri şiir ve gazelleri okumaktır. Bu da mübahdır. Nasıl ki hacca giden bir kimse için o hususta şiir okumak mübah ise. . . Fakat gazilerin şiir ve lahinleri hacıların şiir ve lahinleri gibi olmamalıdır. Çünkü savaş, savaş isteğini kabartmak, kâfirlere karşı kışkırtmak ve öf kesini tahrik etmekle olur. Şecaati güzelleştirmek, şecaat ruhunu veren şiirlerle, mal ve nefsi tahkir etmekle mümkündür.

Şair Ahmed Mutenebbî'nin şu şiiri gibi:

Şerefinle kılıçların altında ölmezsen, Şereften yoksun, zilleti tada tada ölürsün!

Başka bir şiiri:

Korkaklar korkaklığı bir tedbir sanırlar.

Oysa onların bu zarıları kötü tabiatın bir aldatmacasından başka birşey değildir!

İnsanı şecaata sevkeden vezinler, insanı şevke getiren vezinlerden farklıdır. Fakat bu da ancak savaşın mübah olduğu bir va kitte mübahtır. Savaşın müstehab olduğu bir vakitte ise, bu tür şiirleri ancak savaşa gidecek bir kimse için okumak mendub olur.

3. Düşman ile karşı karşıya gelindiği vakitte kahramanların kullandığı hamasî şiirlerdir. Bu şiirlerden gaye; hem nefsini hem de yardımcılarını şecaat ve kahramanlıkla övmektir. Bu hafif bir lafız güzel bir ses ile olduğu zaman nefse daha fazla tesir eder. Bu tür şiirler mübah olan bir muharebede mübah, mendub olan bir muharebede de mendubturlar. Fakat müslümanlar arasındaki savaşlarda, müslümanların zımmîlere karşı açtıkları savaşlarda, ve her mahzurlu savaşta bu şiirleri okumak mahzurludur. Zira mahzurlu bir işe teşvik edenlerin mahzurlu olması muhakkak ve kesindir. Savaş esnasında bu tür şiirlerin okunduğu Hazret-i Ali, Hazret-i Halid ve ashâb-ı kiramın kahramanlarından nakledilmiştir. Bunun için deriz ki, gazilerin ordusunda şahin (bir nevi alet) çal mayı menetmek uygundur. Çünkü şahinin sesi rikkate getirici, hüzün verici, kahramanlık duygusunu gevşetici, nefsin kabarmış şecaatini zayıflatıcı, insanı aile efradına, vatana dönmeye teşvik edici ve muharebede çekingenlik meydana getiricidir. Kalbi rikkate getiren diğer lahin ve sesler de böyledir.

Bu bakımdan rikkate getirici hüzün verici nağmeler teşcî ve tahrik edici nağmelerin zıddıdır. O halde askerleri savaştan soğutmak, farz olan savaşı işlemez hale getirmek kastıyla böyle bir şiir okuyan kimse âsidir. Böyle bir şiiri mahzurlu bir savaşta in sanları soğutmak için okuyan bir kimse ise, Allah'a isyan değil itaat eden bir kimsedir.

4. Ağıtın sesleri ve nağmeleridir. Bunların hüzün ve ağlamanın kabarmasında üzüntünün giderilmemesindeki tesiridir. Mahzun olmak iki kısımdır:

a. Mahmud (Güzel)

b. Mezmum (Çirkin, kötü)

Mezmum kısım daha önce kaçırılan fırsatlardan ötürü mah zun olmak gibidir. Allahü teâlâ 'Ki, elde edemediğinize üzülmeye siniz' (Hadid/23) buyurmaktadır. Ölüleri için üzülmek de bu kısımdandır. Çünkü bu, Allahü teâlâ'nın kaza ve kader-i ilahîsine kızıp küsmekten başka birşey değildir. Geri gelmeyen birşey için esef etmektir. Bu tür bir üzüntü kötü olduğu için ağıt ile insanı bu kabil hüzne tahrik etmek de kötüdür. Bunun içindir ki, ağıt hakkında açık bir yasaklama gelmiştir. 22

Mahmud (Güzel) olan üzüntüye gelince, bu üzüntü in sanoğlunun zihninde işindeki kusurundan ötürü üzülmesi, işlemiş olduğu hatalardan dolayı ağlaması demektir. Kusurdan dolayı ağlamak, üzülmek güzeldir. Hazret-i Adem (aleyhisselâm) bunun için ağlamıştır. Bu gibi bir hüznü tahrik ve takviye etmek de güzeldir. Çünkü böyle bir hüzün insanoğlunu geçmişte yaptığı hataları telafi etmeye sevkeder. Bu sırra binaendir ki Hazret-i Davud'un niyahat ve ağıtı güzel sayılır. Zira Hazret-i Dâvud'un ağıtı daimi hüzün, günah ve hatalardan ötürü çok ağlamak idi. Hazret-i Davud (aleyhisselâm) hem ağlar, hem ağlatır, hem üzülür, hem de rikkate getirirdi. Hatta onun ağlama meclislerinden cenazeler kaldırılırdı. Bunları söz ve nağmeleriyle yapardı. Böyle yapmak ise güzeldir. 'Çünkü güzel ve iyiye götüren şey hem güzel ve hem de iyidir', Bu kaideye binaen güzel sesli vaize minber üzerinden nağmeleriyle hüzün verici ve kalbi rikkate getirici şiirler okumak haram değildir. Ağlayıp ve ağlatması, böylece başkasını ağlatmaya ve kusurundan dolayı hüzne sevketmesi yasak değildir.

5. Sevinme zamanlarında sevinmeyi takviye ve daha da geliştirmek için dinlemektir. Böyle bir dinleme, eğer sevgi mübah ise, mübahtır. Bayram günlerinde, düğün cemiyetlerinde, yolculuktan dönenin dönüşü anında, velime yemeğinde, akike ve doğum zamanında, sünnet esnasında, Kur'ân'ı Kerîm'i hıfzettiği anda teganni dinlemek gibi. . . Bütün bunlar mübahdır. Bu vakitlerde te ganni dinlemek, onlara karşı sevgisini açığa vurduğundan dolayı mübahdır. Bunun caiz olmasının hikmeti şudur: Nağmelerin bir kısmı vardır ki, insanın kalbinde ferah, sürur ve sevgiyi geliştirir. Bu bakımdan kendisiyle sevinmenin caiz olduğu herşeye tahrik eden vasıtaları kullanmak da caizdir. Naklî delil, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Medineli Münevvereye hicret ettiği zaman kadınların damlarda def çalıp şarkılar söylemeleridir. Şöyle derlerdi:

Ondörtlük ay üzerimize doğdu Seniyet'ul Vedddan. . .

Allah'a çağıran insanları Allah'a çağırdığı sürece bize şükretmek farz oldu. 23

İşte bu, Hazret-i Peygamber'in gelişinden ötürü sevgi ve sevincini açığa vurmaktır. Böyle bir sevgi güzeldir. Onun şiir, nağme raks ve hareketlerle açığa vurulması da güzeldir. Zira ashâb-ı kiramın bir cemaatinden nakledilir ki, bu zevat-ı kiram, sevinecek bir durum olduğunda raks bahsinde geleceği gibi evlerini süsletip ayaklarına halhal taktılar ve böyle yapmak, gelişinden ötürü sevinme nin caiz olduğu herşeyin gelişi anında caizdir. Sevinme sebeple rinden olan her mübah sebep de caizdir.

Buna Sahihayn'de Hazret-i Aişe'den rivâyet edilen hadîs-i şerif işaret eder. Âişe şöyle anlatır: 'Hazret-i Peygamber beni abasıyla örttü. Mescidde gösteri yapan Habeşlilere baktım. Bu hâl ben usanmcaya kadar devam etti'.

Bu bakımdan siz, oynamaya istekli bulunan genç kadının ne kadar seyredeceğini takdir ediniz. 24

Âişe validemizin bu sözü orada uzun bir müddet durduğuna işarettir. Buhârî ve Müslim Âişe validemizden şu hadîsi rivâyet etmişlerdir: Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) , kızı Âişe validemizin çadırına girdi. Vakit de hacıların Mina'da bulundukları vakitti. Âişe validemizin yanında iki cariye vardı. Def çalıp, el çırpıyorlardı. Hazret-i Peygamber de elbisesine bürünmüş yatıyordu. Manzarayı gören Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) cariyeleri azarladı.

Bu esnada Hazret-i Peygamber, yüzünden perdeyi kaldırarak şöyle buyurdu:

Ya Ebû Bekir! Bırak onlar istediğini yapsınlar; zira bu günler bayram günleridir,

Âişe şöyle diyor: Hazret-i Peygamber abasıyla beni örtmüştü. Habeşlilere bakıyordum. Onlar mescidin içinde gösteri yapıyorlardı. Bu esnada Ömer (radıyallahü anh) onları azarladı. Bu manzara karşısında Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle haykırdı:

Ey Ömer! Bizi rahat bırak. Ey Benî Erfide (oyununuza devam ediniz) . 25

Amr b. Haris'in İbn Şihab'dan naklettiği hadîste de bunun benzeri vardır. Fakat o hadîste 'o iki cariye şarkı söyleyip def çalıyorlardı' ibaresi vardır. 26

Ebû Tahir'in İbn Vehb'den rivâyet ettiği hadîs şöyledir: 'Allah'a yemin ederim ki, Hazret-i Peygamber odamın kapısında durdu. Habeşliler de Hazret-i Peygamber'in mescidinde kılıç ve mızraklarıyla oynuyorlardı. Hazret-i Peygamber beni elbisesiyle bana onların oyunlarını seyrettirdi. Sonra benim için bir müddet bek ledi. Bu durum ben bırakıp gidinceye kadar devam etti. 27

Yine Hazret-i Aişe şöyle demiştir: 'Ben Hazret-i Peygamber'in yanında oyuncak bebekle oynuyordum'. Yine devamla şöyle dedi: 'Arkadaşlarım olan kızlar bana geliyorlar ve kendilerini Hazret-i Peygamber'den gizliyorlardı, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ise onlar bana geldikleri için sevinirdi. Bu bakımdan onlar gelir, benimle beraber oynarlardı'.

Hadîsin bir rivâyetinde Hazret-i Peygamber bir ara Âişe validemize şöyle demiştir:

- Bunlar nedir ya Âişe?

- Bunlar benim kızlarımdır.

- Onların ortasında duran şu nedir?

- Bu da attır.

- Atın üzerindekiler nedir?

- Onun iki kanadıdır.

- Hayret! İki kanatlı at da mı var?

- Sen işitmedin mi ki Hazret-i Süleymân'ın (aleyhisselâm) birkaç kanatlı atı varmış.

Hazret-i Âişe der ki: 'Bu sözüm üzerine Hazret-i Peygamber ön dişleri görünecek derecede güldü'. Bu hadîs-i şerif, bizim nezdimizde, ço cukların âdetine hamledilir. Çünkü çocuklar çamurdan ve kağıttan sûretler edinirler. Hadîsi bu mânâya hamletmenin delili, bazı rivâyetlerde 'atın kağıttan iki kanadı vardı' şeklindeki ibarele ridir.

Hazret-i Aişe der ki: Hazret-i Peygamber odama girdi. Yanımda Buas savaşının şiirlerini okuyan iki cariye vardı. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yatağın üzerine uzandı. Yüzünü çevirdi. O esnada Ebû Bekir içeri girdi. Beni böyle yaptığımdan dolayı azarlayıp 'Şeytanın mizmarı Hazret-i Peygamberin yanında çalınır mı?' dedi. Hazret-i Peygamber derhal yüzünü çevirdi ve şöyle dedi: 'Cariyeleri kendi haline bırak'.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) daldıktan sonra cariyelere işaret ettim ve cariyeler çıkıp gittiler. O gün bayram günüydü. Habeşliler mızrak, kılıç ve kalkanlarla oynuyorlardı. Hazret-i Peygamberden onları sey retmek izin istedim; (veya Hazret-i Peygamber bana 'Onları seyretmek ister misin?' diye sordu) . Ben 'Evet onları seyretmek istiyorum' de dim. Bu isteğime karşı beni arkasında durdurdu. Benim yanağım onun yanağının üstüne düşmüştü ve şöyle diyordu: 'Ey Benî Erfide! Oyununuza devam ediniz'. Bu durum ben usanmcaya ka dar devam etti. Hazret-i Peygamber 'Yeter mi?' dedi, ben de 'evet' de dim. Hazret-i Peygamber 'O halde git' dedi. Sahih-i Müslim deki ifade 'Ben başımı Hazret-i Peygamberin mübarek omuzuna koyarak onların oyunlarına baktım. Bu durum ben kendiliğimden bırakıp gidinceye kadar devam etti' şeklindedir. Bu hadîslerin tamamı Buhârî ve Müslim'de vardır. Bunlar açık bir şekilde teganninin ve oyunun haram olmadığını bildiren nasslardır. Bu nasslarda çeşitli ruhsatlara işaret vardır:

a) Oyun ruhsatı. Habeşlilerin raks ve oyun hususundaki âdetleri gizli değildir.

b) Bunu mescidde yapmak ruhsatı.

c) Hazret-i Peygamberin 'Ey Benî Erfide! Devam ediniz' şeklindeki sözü. Bu söz oynamalarını emretmek ve istemektir. Haram olduğu takdirde nasıl oynanabilir?

d) Hazret-i Ebû Bekir'le Hazret-i Ömer'in bu oyunları menetmelerine karşı çıkması ve gerekçe olarak günün bayram günü olduğunu ileri sürmesi; yani sevinme vakti olduğunu belirtmesidir. Bu da sevginin sebeplerindendir.

e) Bu hâdisede kadınların ve çocukların kalplerini, oyunu göstermek sûretiyle hoş etmekteki güzel ahlâkın, zahidlikteki katılıktan, oyun ve dinlemekten çocukları ve hanımları menetmedeki katı hareketten daha güzel olduğuna dair delil vardır.

f) Hazret-i Peygamberin Hazret-i Âişe'ye 'Sen Habeşlilere bakmayı istermisin?' diye sormasıdır. Hazret-i Peygamberin bu suali aile efradının öfkesinden veya nefretinden korkarak mecburi olarak onların gönlünü hoş etmek kabilinden değildir. Zira kadın ve çocukların oyun seyretme isteği kabardığı zaman, red cevabı vermek çoğu zaman vahşetin sebebi olabilir. Böyle birşeye sebebiyet vermek ise mahzurludur. Bu bakımdan'Bir mahzur diğer bir mahzura takdim edilir' denilmez ve böyle birşey de yoktur. İstek ve arzu olmadan başlangıçta böyle bir suale (eğer mahzur olsaydı) ihtiyaç olmazdı.

g) Teganni ve def çalmanın iki cariye için ruhsatlı kılınmasıdır. Oysa onların bu hareketleri şeytan mizmarma benzetilmiştir ve aynı zamanda burada haram olan mizmarın dışında olduğu beyanı da vardır.

h) Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yatağın üzerine uzandığı halde cariyelerin sesleri kulağına geliyordu. Oysa eğer bir yerde yaylı saz çalınsaydı orada oturmak caiz olmazdı. Çünkü yaylı sazın sesi kulağına gelmiş olurdu.

Bu bakımdan bu olay işaret eder ki, kadınların sesi mizmarın sesinin haram olduğu şekilde haram değildir. Belki fitne korkusu sözkonusu olduğu zaman haram olur. İşte bu kıyaslar ve nasslar sevinç günlerinde teganninin, raksın, def almanın, kalkan ve kılıç ile oynamanın bayram gününe kıyasen caiz olduğuna delalet eder ve sevinç vaktinde Habeşîlerin raksına bakmanın mübah olduğuna da işaret eder. Düğün, velime, akike günleri, sünnet düğünü, seferden dönüş günü ve diğer sevinç sebepleri de bayram mânâsındadır. Kısacası şer'an kendisiyle sevinmenin caiz olduğu herşey bayram mânâsmdadır. Arkadaşların ziyaretiyle, arkadaşlarla karşılaşmakla, onlarla bir yemekte veya konuşmada bir araya gelmekle sevinmek caizdir. Bu bakımdan böyle bir toplantıda teganni dinlemek sakıncalı değildir.

6. Şevki tahrik, aşkıyla tehyiç ve üzgün nefsi teselli etmek için aşıkları dinlemektir. Eğer bu dinleyiş maşukun müşahedesiyle be raber ise, bundan gaye; şevki galeyana getirmektir. Şevk, her ne kadar esasında elem ise de, onda bir nevi lezzet de vardır. Fakat bir şartla. . . Kendisine kavuşma ricası ve ümidi eklendiği zaman. Çünkü rica ve ümit lezzetlidir. Ümitsizlik ise elem vericidir.

Rica lezzetinin kuvveti, şevkin kuvvetine göredir. Birşeyi sevmek, sevginin kuvvetine göredir. Bu bakımdan bu tür teganniyi dinlemekle aşk kabarır, şevk tahrik edilir, sevgilinin güzelliğinin vasfı hakkında mübalağa yapılır ve kavuşmadaki ümidin zevki ka zanılır. Bu ise helâldir. Eğer iştiyak duyulan şey var olması mübah olan şeylerden ise. . . Hanımına veya cariyesine aşık olan bir kimse gibi. . . Bu kimse, onların tegannisine mülâkatlarındaki lezzeti artsın diye kulak verir. Bu bakımdan sevgilisini görmekle gözü, dinlemekle kulağı, kavuşma ve ayrılmanın mânâlarının incelikle rini anlamakla da kalbi lezzetlenir. Dolayısıyla lezzetin sebepleri arka arkaya sıralanır. İşte bunlar, dünya mübahlarının ve mallarının içinde olan bir nevi lezzettir. Dünya hayatı ancak oyun ve eğlencedir. Bu da ondandır. Böylece cariyesi kendisinden gasbedi lirse veya aralarına herhangi bir sebepten ayrılık girerse teganniyi dinlemek sûretiyle şevkini tahrik edebilir. Teganni ile kavuşma ümidinin lezzetini kabartabilir.

Eğer cariyeyi satmış veya boşamış ise, bundan sonra teganni ile yeniden kavuşmayı ümit etme hevesine kapılması haramdır! Zira kavuşma ve mülâkat ile gerçekleşmesi caiz olmayan bir şevki tahrik etmek de caiz olamaz. Nefsinde bir çocuğun sûretini veya bir kadının şeklini temsil ve tahayyül edene gelince. . . Eğer bu kim senin kulağına gelen nağmeler nefsinde tahayyül ettiği sûrete kendisini teşvik eder türden ise oysa hakikatte tüysüz çocuğa ve kadına bakması da helal değildir bu tür nağmeleri dinlemesi ha ram olur. Çünkü bu nağmeler, fikrini mahzurlu fiillere tahrik etmektedir. Varılması mübah olmayan şeylere kendisini davet eden şehvetini kabartır. Şehvetin heyecanlı zamanında bulunan halk tabakasından sefihler ve tembel aşıkların çoğu bu gibi tahayyülden, kurtulamaz!

Oysa böyle bir tahayyül onların hakkında yasaktır. Çünkü bu rada gizli bir hastalık vardır! Oysa bu yasak teganninin kendisinde yoktur. Ancak doğurduğu mahzurdan gelmektedir. Bu sırra bi naen bir hekimden aşk sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: 'Aşk, insanın dimağına yükselen karanlık bir dumandır. O du manı cima izale eder. Teganniyi dinlemek ise kabartır.

7. Allah'ı ve Allah'ın aşkını seven, Allah'a kavuşmaya iştiyak gösterenin dinlemesidir. Böyle bir kimse, her neye bakarsa, mut laka orada Allah'ın kudretini görür. Kulaklarına gelen her sesi ya Allah'tan dinler veya onun içinde Allah'ın kuvvet ve kudreti vardır. Böyle bir kimse için dinlemek, şevkini hareketlendirir, aşkını ve sevgisini kuvvetlendirir. Kalbinin ateşini yakar. Kalbinde anlatılamayacak kadar incelikler ve keşiflerden birçok haller çıkarır. Bu halleri ancak tadan anlar! Bu halleri, zevksiz, hissi yorgunlaşmış bir kimse inkâr eder.

Bu hallere tasavvuf lisanında vecd denir. Bu vecd ise Vücud ve müsadefe' kökünden gelir. Yani bu kimse dinlemeden önce ken dinde bulunmayan birtakım hallere nefsinde rastlar. Sonra o haller, ateşin eritip cevherleri tortusundan temizlediği gibi, kalbi yakıp bulanıklıklardan temizleyen birtakım tabî şeyleri ve tâli du rumları gerektiren sebeplere dönüşürler. Sonra bunun arkasında müşahede ve mükaşefelerin varlığına sebebiyet veren saflık gelir. Bu saflıktan kaynaklanan müşahede ve mükaşefeler ise, Allah dostlarının semeresi ve Allah'a yaklaştırıcı durumların en son varılan meyvesidir. Bu bakımdan bu durumlara götüren şeyler de yaklaştırıcılar kısmındandır. Günah ve mübahlar kısmından değildir, Bu hallerin semâ vasıtasıyla kalpte oluşmasının sebebi, vezinli nağmeleri ruhlara uygun kılmadaki ilahî sırdır. Ruhlar iştiyak, sevgi, inbisat ve inkıbaz yönünden bu vezinli nağmelere müsahhardır ve bu nağmeler ruhlarda tesir etmektedir. Ruhların seslerle etkilenmesinin sebebinin marifeti ise mükaşefe ilminin inceliklerindendir. Ahmak, katı, kalbi işlemez, teganninin lezze tinden mahrum olan bir kimse ise, dinleyenin lezzetlenmesinden, vecdinden ve halinin ızdırabmdan, renginin solmasından hayretlere düşer. Tıpkı hayvanın 'Lüzyinç' denilen helvanın lezzetinden, erkeklik vasfını kaybetmiş kimsenin cima lezzetinden, çocuğun reis olmanın ve genişleyen nüfuzunun sebeplerinden hayrete düştüğü gibi. . . Cahil kimsenin Allah'ın marifet, celâl ve azameti nin lezzetinden hayretlere düşüp onun sanatının gariplerine şaştığı gibi. . .

Bütün bunların tek bir sebebi vardır. Şöyle ki: Lezzet bir nevi id raktir. İdrak de idrak olunanı ve idrak eden kuvveti ister. Bu bakımdan idrakinin kuvveti kemâle varmayan bir kimsenin zevk duyması beklenemez. Acaba zevk alma hassasını kaybeden nasıl yemeklerin lezzetini idrak edebilir? Kulağı sağır olan bir kimse nağmelerin lezzetini nasıl idrak edebilir? Aklı olmayan 'ınakul' şeylerin lezzetini nasıl idrak edebilir? İşte böylece kalpte nağmeleri dinlemenin zevki ancak ses kulağa vardıktan sonra kalpte bulu nan bâtınî bir özellikle idrak olunduktan sonra meydana gelir! Bu bakımdan şüphe yoktur ki, bu özelliğini kaybeden bir kimse lezzeti de kaybeder.

Soru: Allah hakkında aşk nasıl tasavvur edilir ki, nağmeleri dinlemek o aşkı harekete geçirsin?

Cevap: Allah'ı tanıyan bir kimse, şüphesiz sever. Tanıması arttıkça, sevgisi de o nisbette artar. İşte sevgi arttığı zaman ona 'aşk adı verilir. Zira aşkın mânâsı ifrat derecede kuvvetli bir sevgi demektir. İşte bu sırra binaen Araplar, Hazret-i Peygamberin peygam berlikten önce Hira dağına çekilip ibâdete koyulduğunu gördükleri zaman 'Muhammed rabbine aşık olmuş' dediler.

Her güzellik, ancak o güzelliği idrak edenin nezdinde sevimlidir. Allahü teâlâ da zatıyla, sıfatıyla ve fiiliyle mutlak mânâda gü zeldir, güzeli sever. Fakat güzellik, eğer yaratılışa, rengin ber raklığına mütenasip ise göz hassasıyla (görme duyusuyla) idrak olunur. Eğer güzellik, celâl, azamet ve rütbe büyüklüğü, sıfat ve ah lâkın güzelliği, bütün yaratıklara hayrı irade etmek, devamlı onların üzerine hayli aktarmak ve buna benzer bâtınî sıfatlarla bili niyorsa, o zaman kalp hassasıyla idrak olunur. Cemâl lafzı, bazen bu tür bir güzellik için kullanılır. Bu bakımdan deniliyor ki: 'Filan adam güzel ve eemildir'. Oysa onun zahirî sıfatı kastolunmaz. Ancak böyle demek, ahlâkı güzel, sıfatları güzel, sîreti güzel dernek olur. Hatta bu bâtınî sıfatlarından ötürü bu sıfatları sevmek yönünden kişi zahirî sû retinden dolayı sevildiği gibi sevilir. Bazen de bu sevgi kuvvetlenir ve o zaman aşk ismini alır. Nice aşırılar vardır ki Şâfiî, Mâlik ve Ebû Hanîfe (radıyallahü anh) gibi mezhep sahiplerinin sevgisinde oldukça ifrata kaçmışlardır! Hatta bu sahada fazlasıyla ifrata kaçanlar, bu mez hep sahiplerinin yardımında ve mezhepleri yaymakta mallarını ve canlarını bile veriyorlardı. Mübalağa ve ifratta her aşıktan daha fazla ileri gidiyorlardı. Şu anda ölü bulunan ve sûreti güzel midir, çirkin midir, hiçbir zaman görülmeyen bir şahsın aşkını idrak etmek şaşırtıcı değil midir? Fakat bu aşk sadece onun bâtınî sûre tinin, güzel sîretinin, dindarlar için yapılan amelinden hasıl olan hayırların ve başka güzel ahlâklarının güzelliğinden ileri gelir.

Kendisinden hayırlar gördüğün bir kimsenin aşkı nasıldır? Bunu anlamaman daha da şaşırtıcıdır. Kesinlikle âlemde mah bub, güzel ve hayrdan ne varsa hepsi onun iyiliklerinden bir iyilik, kereminin eserlerinden bir eser, cömertliğinin denizinden bir avuç, âlemdeki bütün hüsn ve güzellik ister akılla, ister gözle, ister kulakla, ister diğer duyularla idrak olunsun, âlemin başlangıcından sonuna kadar, yıldızlardan ta toprakların altına kadar hepsi O'nun kudret hazinelerinden bir zerre, onun huzur nûrlarından bir lema olan bir zâtın aşkı taakkül edilemez, denil sin! Doğrusu bu şaşırtıcı ve hayret verici birşeydir.

Keşke bilseydim, bu saydığımız vasıflara sahip bulunan bir zatın sevgisi nasıl makul olamaz? O'nun vasıflarını bilen kimsele rin nezdinde onun sevgisi nasıl artmaz? Bu sevgiye, sevgi hudu dunu aşıp aşk isminin verilmesi dahi O'nun hakkında zulüm olur! Çünkü O'nun aşkı tam mânâsıyla ifade edilemez. Çok zahir olduğundan, zahir olunmaktan perdelenen nûrunun ışıldamasıyla gözlerden kaybolan zat, ortaktan münezzehtir. Eğer O nûrundan yetmiş perde ile perdelenmemiş olsaydı, O'nun yüzü nün (cemâlinin) parıltıları, huzurunun cemalini düşünenlerin gözlerini yakıp kamaştıracaktı. Eğer O'nun zuhuru, gizlenmesine sebep olmasaydı akıllar dumura uğrar, kalpler dehşete düşer, kuvvetler cılızlaşır, azalar paniğe kapılırdı.

Eğer kalpler, taşlar ve demirlerden yapılmış olsaydı O'nun tecellisinin nurlarının altında paramparça olurdu! Acaba yarasa kuşlarının gözleri nasıl güneşin hakikatini keşfetmeye muktedir olabilir? Bu işaretin tahkik ve tedkiki Muhabbet bölümünde gelecektir ve bilinecektir ki, Allah'tan başkasının muhabbeti kusur ve cehalettir. Marifet denizine daları bir kimse, Allah'tan başkasını bilmez.

Mesela İmâm-ı Şâfiî'yi, ilmini ve telif ettiği kitapları, beyazlığı, cildi, mürekkebi, kağıdı manzum kelâm ve arap dili olmak bakımından değil, Şâfiî'nin yazmasından kaynaklandığını bilen bir kimse, muhakkak Şâfiî'yi bilmeyi aşıp başkasına gitmez ve an cak Şâfiî'yi bilir. Onun muhabbeti de Şâfiî'den başkasına geçmez. Bu bakımdan Allah'tan başka herşey Allah'ın tasnifi, fiili ve fiille rinin garip ve acaip bir tecellisidir. Bu bakımdan bunu bilen bir kimse, Allah'ın sanatı olmak hasebiyle bildiği takdirde sanattan yaratıcının sıfatlarını gördüğü takdirde nitekim kitabın gü zelliğinden yazarının faziletini idrak ve kudretinin üstünlüğünü müşahede ettiği gibi böyle bir kimsenin marifeti ve muhabbeti sa dece Allah üzerine teksif olunur. O'nu geçip başkasına varmaz. Bu aşkın ortaklık kabul etmemesi de onun hududuna dahildir.

Bu aşkın vasıtası bulunan herşeyde ortaklık kabiliyeti vardır. Zira Allah'tan başka her mahbubun bir benzeri tasavvur edilebilir. Ya varlık âlemindedir veya imkan âleminde. . . Fakat bu cemâle gelince. . . (Allah cemâline) . . . Onun benzeri tasavvur olunamaz. Ne imkanda, ne de varlıkta. . .

Bu bakımdan Allah'tan başkasının sev gisine aşk ismini vermek hakîkat değil, mücerret bir mecazdır. Evet! Eksik ve eksikliğinde de hayvana yakın bulunan bir kimse, bazen aşk kelimesinden cisimlerin zâhirlerinin temas etmesini, cima vasıtasıyla şehvetin giderilmesinden ibaret olan kavuşmadan başka bir şey anlamaz. Bu bakımdan bu eşşeğe benzer kimse için aşk, şevk, visal ve ünsiyet terimleri kullanılmamalı. . . Hatta bu lafız ve mânâlardan bu kimse kaçar. Nitekim hayvanın nergiz ve rey handan kaçtığı gibi. . . Hayvan ancak çayır, kurumuş ot ve ağaç yapraklarına aşıktır. Zira bu terimler, ancak Allahü teâlâ'yı takdis etmemizi farz kılan bir mânâyı andırmadığı zaman Allah için kullanılması caiz olur. Vehimler ise, anlayışlara göre değişir. Bu bakımdan bu gibi terimlerde bu inceliğe dikkat etmek gerekir, Belki sadece Allahü teâlâ'nın sıfatlarını dinlemekten ötürü öyle bir vecd meydana gelir ki, nerede ise o vecdden dolayı kalbin damarları kopar. Zira Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberden şöyle rivâyet eder: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , İsrailoğulları'ndan dağın başında bulu nan bir çocuktan bahsetti. Bu çocuk annesine şöyle sorar:

- Şu gökleri kim yarattı?

- Allahü teâlâ yarattı.

- Şu yerleri kim yarattı?

- Allahü teâlâ. . .

- Bulutları kim yarattı?

- Allahü teâlâ. . .

- Gerçekten ben Allah'ın büyük bir şan sahibi olduğunu işitiyorum.

Bunu söyledikten sonra kendisini dağdan attı ve paramparça oldu. Bu durum şundan kaynaklanır: O çocuk Allah'ın celâline, tam kudretine işaret eden şeyler dinlediğinden heyecana kapılıp vecde geldi ve vecdden dolayı kendini dağdan atıverdi. Zaten se mavî kitaplar, Allahü teâlâ'nın zikriyle insanları cûş u hurûşa getirmek için inmiştir.

Seleften biri diyor ki: İncil şu hükmü okudum: 'Sizin için te gannide bulunduk, siz vecde gelmediniz. Sizin için mizmar çaldık, raks yapmadınız. (Sizi Allah'ın zikriyle şevke getirdik, fakat siz şevke gelmediniz) '.

İşte buraya kadar söylediklerimiz, zikretmek istediğimiz semânın kısımları, gerekleri ve gerektirenleridir. Kesinlikle anlaşıldı ki semâ bazı yerlerde mübah, bazı yerlerde de memduh dur.

Soru: Semânın haram olduğu durum ve yer var mıdır? Cevap: Şu gelecek beş ârızdan dolayı haram olur:

1. Dinletende olan ârız.

2. Dinletme aletinde olan ârız.

3. Sesin nazmındaki ârız.

4. Dinliyenin nefsinde veya devamındaki ârız.

5. Şahsın avam halk tabakasından olmasındaki ârız. Çünkü semâ'nın rükünleri üçtür. Bunlar tahakkuk etmedikçe semâ vardır denilmez.

a. Dinleten

b. Dinleyen

c. Dinletme aleti

1. Dinleten (teganni eden) öyle bir kadın olmalıdır k, kendisine bakmak helâl olmasın, sesini dinlemekten ötürü fitneden korkulsun. Fitneye vesile olabilecek tüysüz çocuk da kadın mânâsmdadır. Bunun da kadın gibi dinlenmesi haramdır. Çünkü fitne korkusu vardır. Bu haramlık teganni için değildir. Aksine eğer kadının konuşmasında dahi sesinin fitneye vesile olacağından korkulursa kadınla karşılıklı normal konuşma ve sohbet de haram olur. Kadının Kur'ân okuyuşundaki sesi de eğer fitneye vesile olursa haram olur. Fitnesinden korkulan tüysüz genç de böyledir!

Soru:Cevap: Bu fıkıh bakımından iki yönlü ve muhtemel bir meseledir. Bu meseleyi iki esasa ve ters yönlere çekmektedir.

Birinci esas, yabancı kadınla tenha bir yerde bulunmak ve onun yüzüne bakmak haramdır. İster fitneden korkulsun, ister korkulmasın. . . Çünkü az da olsa fitnenin zannedildiği yerdir. Bu bakımdan ilahî nizam meselenin çeşitli sûretlerine bakmaksızın kapıyı kapatmayı gerektirmiştir.

İkinci esas, fitne korkusundan emin olunduğu zaman, tüysüz çocuklara bakmak mübahtır. Bu bakımdan tüysüz çocuklar bütün bu kapıyı kapatmakta kadınlarla aynı hükümde olmazlar. Tüysüz çocuklar meselesinde hâl ve duruma tâbi olunur. İşte kadının sesi bu iki esas arasında gidip gelmektedir. Eğer biz sesini, kadına bakmaya kıyas edersek, o vakit kapıyı tamamen kapatmak farz olur. Bu kıyas, yakın bir kıyastır. Fakat kadının sesi ile kadına bakmak arasında fark vardır. Zira şehvet, kabarmasının başlangıcında kadına bakmaya davet eder. Sesinin dinlenilmesine değil. . . Bakmanın temas şehve:ini tahrik etmesi, dinlemenin tah riki gibi değildir. Bakmanın tahriki daha şiddetlidir. Kadının şarkı söylemesindeki sesinden başka sesi avret değildir. Çünkü kadınlar sahabe zamanında erkeklere selâm verirlerdi, fetva sorarlardı. Sual, müşavere ve benzeri yerlerde erkeklerle konuşurlardı. Fakat teganninin şehvet tahrikinden daha fazla etki ve tesiri vardır. Bu bakımdan kadının sesini dinlemek, tüysüz çocuklara bakmak üze rine kıyas edilirse, daha güzel olur. Çünkü tüysüz çocuklar ör tünme ile emrolunmamışlardır.

Nitekim kadınların da seslerini kısmakla emrolunmadıkları gibi. . . Bu bakımdan kadın sesini din lemek hususunda, nerede fitnenin kopmasından korkulursa orada haramdır demek daha uygundur. İşte bu fetva benim nezdimde kıyasa en uygun olanıdır ve bu fetva Âişe validimizin hane-i saâde tinde şarkı söyleyen iki cariyenin hadîsiyle takviye edilmektedir. Zira bilinir ki Hazret-i Peygamber bu cariyelerin seslerini dinlemiş ve bundan sakınmamıştır. Fakat fitne Hazret-i Peygamber için korkutucu değildir. Bunun için Hazret-i Peygamber sakınmamıştır. Bu bakımdan bu durum karşısında bu fetva kadının ve erkeğin hallerine göre değişir. Gençlik ve ihtiyarlıkları dikkate alınır.

Bu gibi fetvalarda hallerle emrin değişmesi, uzak bir ihtimal değildir. Çünkü biz deriz ki, ihtiyar bir kimse oruçlu olduğu halde eşini öper fakat genç bir kimse için böyle yapmak caiz değildir. Zira öpmek oruçlu olduğu halde cinsî ilişkiye davet eder. Bu ise, mah zurludur. Kadının sesini dinlemek ise, kadına bakmaya ve yaklaşmaya davet eder. Bu ise haramdır. Bu bakımdan bu hüküm de şahıslara göre değişir.

2. İkinci ârız alettedir. Şöyle ki alet, içkicilerin veya kadın kılığına bürünmüş erkeklerin alâmetlerindendir!. . . Böyle bir alet, mizmarlar (bir nevi çalgı aletidir) , evtar (kirişli ve telli sazlar) ve kube denilen davuldur! Bu üç çalgı aleti de yasaktır. Bunların dışında kalan aletler ise tef gibi mubah olmak esası üzerinde kalır. Her ne kadar tefin içinde halkaları bulunsa da. . . Davul,28 şahin

Bir grup da istisnasız her tür davulu haram saymıştır. Beyanın müellifi Sühreverdî bu gruptandır, Tabir diye anılan Kadîb hakkında da ulemanın ihtilafı vardır: Şafiîlerden Begavî ile Ebû Bekir b. Muzaffer, Hanbelîlerden Samirî ve İbn Hamdan, Hanelilerden es-Sadr'uş-Şehid haram olduğunu (Sernay diye anılan bir çalgı aletidir) Tabir diye anılan kadip ve diğer aletler de mübah aletlerin misalidir.

3. Üçüncü ârız sesin nazmındadır. Bu da şiirdir. Eğer şiirde hıyanetten, fahişelikten, hicivden veya Allah'a ve Hazret-i Peygamber' veyahut sahâbe-i kirâma yapılan iftiradan birşeyler nitekim rafızîler ashâb-ı kiram ve başka insanları kötülemek için böyle ter tibatlara girişmişlerdir varsa böyle bir şiiri dinlemek haramdır. İster okuyan nağme ile, isterse nağmesiz okusun. Dinleyen, oku yanın ve söyleyenin ortağı olur, Böylece belirli bir kadının vasfını belirten bir şiir de haramdır. Zira erkekler huzurunda kadının vasfını tasvir etmek caiz değildir.

Kâfirler ve bid'atçıları hicvetmeye gelince, böyle bir küfür caizdir. Zira Hazret-i Peygamberin şairi Sabit'in oğlu Hasan 'Hazret-i Peygamberi müdafaa ve kâfirleri hicvederdi ve aynı zamanda Hazret-i Peygamber kendisine böyle yapmasını emir buyurmuştur. 29

Nesih'e gelince, Nesih yanakların, şakakların vasıflarını, boyunun posunun güzelliğini ve kadınların diğer vasıflarını karıştırmak sûretiyle okunan şiirdir. Böyle bir şiirin okunmasında düşünmek gerekir. Sıhhatli fetvaya göre bu şiiri okumak, ister te ganniyle, isterse tegannisiz olsun haram değildir. Dinleyen bir kimse, bu vasıflarını belirli bir kadına hamletmemelidir. Eğer bu vasıfları ille de bir kadına hamletmesi gerekiyorsa, kendisine helâl olan eşine veya cariyesine hamletmelidir. Eğer bu vasıfları yabancı bir kadına hamlederse, bunun için kendisi günahkar olur. Bu kadın hakkında fikrini yorduğundan dolayı meşgul olur! Sıfatı busöylemişlerdir. Mâlikîlerin 'çalgı aletleri mutlaka haramdır' demelerinden de haram olduğu görüşünde oldukları anlaşılır.

İmâm-ı Şâfiî 'Irak'ta Tabi?' denilen birşey gördüm. Onu zındıklar icat etmişlerdir. Onunla halkı Kur'ân ve zikirden alıkoyuyorlar' demişse de, bu söz harama delâlet etmez. Aksine İmâm-ı Şâfiî'nin onü başka bir illetten dolayı kerih gördüğüne delâlet eder.

Çobanların çaldığı kaval hususunda da ihtilaf vardır. Üç imamın kitaplarında olduğu gibi bir grup haram olduğuna taraftardır. Bir kısım Şâfiilere göre mübahdır. İbn Tahir Makdisî, Ebû Bekr el-Amirî, Gazâlî ve Rafı bu gruptandır. İbn Ferkah, İzz b. Abdisselâm, İbn Dakik el-id, Kadı Hüseyin, İmâm Haremeyn bu huş nata mezhebin iki görüşünü de nakletmişlerdir. Maverdî 'Şehirlerde mekruh, sefer ve meralarda çalınması mübahdır' demiştir (Bkz. İthâfu's-Saâde, VII/505)

Bir kimse için en uygun olanı, teganni dinlemekten tamamen sakınmaktır. Eğer kendisine bir aşk hâkim olursa, her dinlediğini ona yormalıdır. İster ona uygun lafızlarla olsun, ister olmasın. Zira hiçbir lafız yoktur ki, onu çeşitli mânâlara hamletmek müm kün olmasın! Bu bakımdan o kimse ki Allah sevgisi onun kalbine galip gelir, o şiirde geçen zülüflerden mesela küfür zulmetini hatırlar. Yanağın parlaklığıyla îman nûrunu, visalin zikriyle Allah'ın likasını, ayrılık zikriyle Allah'tan mahçup olup merdudlar kitlesinde olmayı, visal ruhunu teşvik eden koğucunun zikriyle, Allah ile daimi ünsiyeti teşvik eden dünyanın mânilerini ve âfetle rini hatırlamalıdır.

Bu kelimeleri bu mânâlara hamletmekte, bir istihraca, tefek küre ve mühlete ihtiyaç yoktur. Kalpte galip bulunan mânâlar lafızla beraber kişinin fehmine derhal intikal eder ve gelirler. Nitekim bir şeyhten şöyle rivâyet edilmiştir. Bu zat çarşıdan geçer ken 'On salatalık bir habbeye (bir kuruşa) ' diyen birini işitince bu zat derhal vecde kapıldı. Kendisine 'Neden vecde kapıldın?' diye sorulduğu zaman, şöyle dedi: Madem salatalıkların onu bir habbeye satılmaktadır, acaba şerlilerin kıymeti nedir?' Başka biri çarşıdan geçerken Ey çöl saterisi (tereotu-kekik) !' dedi. Bu sözü dinleyen kişi vecde geldi. Kendisine şöyle soruldu: 'Seni vecde getiren nedir?' Dedi ki: Ben onu dinledim, sanki şöyle diyordu: 'Çalış, gayret et! Benim sevabımı ve mükafatımı görürsün'.

Hatta acem asıllı bir kimse bazen arap diliyle manzum şiirler okunduğu zaman, vecde kapılır. Zira o şiirlerin bazı harfleri acem harflerine benzer ve acem asıllı zat, o harflerden başka mânâlar anlar.

Nitekim bazıları şu şiiri okumuştur:

Geceleyin sadece beni onun hayali ziyaret etti.

Ben de onun hayaline hoş geldin, safa geldin dedim.

Bu şiiri dinleyen acem asıllı kişi vecde geldi. Kendisine bunun sebebi Sorulduğu zaman dedi ki: 'Şair diyor ki, biz helak olmaya yaklaştık'. Hakîkaten acemin dediği doğrudur. Çünkü 'zar' keli mesi acemcede 'helâke yaklaşan kimse' demektir. Böylece acem asıllı kişi zannetti ki, hepimiz helake yaklaştık demek istiyor. Dolayısıyla âhiret helkini hatırladı.

Allah sevgisiyle yanıp tutuşan bir kimsenin vecde kapılması ise, anlayışına göredir. Anlayışı ise, hayaline göredir. Onun tahay yül ettiği mânânın şairin muradına ve diline uygun düşmesi şart değildir. Bu bakımdan bu vecd haktır ve doğrudur. Zira âhiret hel 'akini hisseden bir kimse için en uygunu, aklının müşevveş olması, azalarının tir tir titremesidir. Bu bakımdan durum bu olduktan sonra lafızların kendilerini değiştirmekte pek büyük bir fayda yok tur. Bir mahlukun aşkına düşen bir kimse için, en uygunu hangi lafızla olursa olsun, nağmeleri dinlemekten sakınmaktır. Bir kimse ki, Allah sevgisi ona galip gelmiştir, ona lafızlar zarar ver mez. Lafızlar ince ve şerefli himmetinin mecraları ile ilgili mânâların anlaşılmasına mâni de değildir.

4. Dördüncü ârız, dinleyendedir. Şehvetin dinleyene galip olması ve dinleyenin de daha gençliğin başlangıcında bulunmasıdır. Bu sıfat başka sıfatlardan daha galiptir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin nağmeleri dinlemesi ister belirli bir şahsın sevgisi kal bine galip gelsin, ister gelmesin haramdır. Zira böyle bir kimse, nasıl olursa olsun yanağın, şakağın, ayrılışın, visalin vasıflarını dinlememeli, aksi takdirde bu vasıflar onun şehvetini tahrik edip kamçılar ve bu vasıfları belirli bir sûret üzerine hamleder. Şeytan bu sûreti onun kalbine ilka eder. Böylece şehvet ateşi kalbinde tutuşur. Şerrin iteleyici faktörleri kabardıkça kabarır. Bu ise şeytanın hizbine yardım etmenin ta kendisidir. Allah'ın hizbi olan ve bu gibi rezaletlerin önleyicisi olan aklı mahrum etmekten başka birşey değildir. Bu takdirde şeytanın askerleri olan şehvetler ile Allah'ın hizbi olan akıl nûru arasında kalpte daimi bir çatışma olur. Ancak bu çatışma, iki ordudan biri tarafından fethedilerek tamamen istila edilmiş bir kalpte sözkonusu değildir. Bizim bu zamanımızda kalplerin çoğu şeytan ordusu tarafından fethedilmiş ve o ordu kalpleri istila etmiştir. Bu bakımdan o orduyu püskürtmek için insan yeniden savaş sebeplerinin varlığına muhtaç olur. Bu bakımdan müstevlî ordusunun silahlarını çoğaltmak, kılıçlarını keskinleştirmek nasıl caiz olur? Oysa teganni dinlemek böyle bir kimse hakkında şeytan ordusunun silahını kes kinleştirmek demektir. O halde böyle bir kimse teganni meclisin den çıkarılmalıdır. Zira böyle bir kimse teganniden zarar görür!

5. Beşinci ârız, şahsın avamdan olmasıdır. 30 Aynı zamanda avamın kalbinde Allah'ın sevgisi de galip gelmiş değildir. Bu bakımdan böyle bir kimse için dinlemek güzeldir. Çünkü şehvet kalbine galip gelmiş değildir ki, kendisi için dinlemek mahzurlu olsun. Fakat diğer mübah lezzetler gibi, onun hakkında dinlemek mübah kılınmıştır. Meğer ki bu kimse dinlemeyi kendisine âdet etmiş, yol edinmiş, vakitlerinin çoğunu onu dinlemekle geçiriyor olmasın. İşte bu takdirde şahitliği reddedilen sefih bir kişi sayılır. Zira semaya devam etmek suçtur. Nitekim ısrarla devam edilen küçük günah büyük günaha dönüşür. İşte bunun gibi bir kısım mübahlar da devam etmekten ötürü küçük günaha dönüşürler. Habeşîlerin arkasını takip edip devamlı bir şekilde onların oyunlarını seyretmek gibi. . . Çünkü böyle yapmak yasaktır. Her ne kadar bunları seyretmek esasında yasak değilse de. . . Çünkü Hazret-i Peygamber bunu yapmıştır.

Satranç oynamak da bu kabildendir. Zira bu oyun mübahdır. (Bu fetva Şâfiî'ye göredir) . Fakat buna devam etmek şiddetle mekruhtur. Oyundan gaye, lezzet almak ve eğlenmek ise, bu oyunda kalbin istirahat etmesi sözkonusu olduğundan mübah olur. Zira kalbi istirahate kavuşturmak, bazı vakitlerde kalbin tedavisi yerine geçer ki kalbin istekleri yeniden canlansın ve diğer vakitlerde ka zanç ve ticaret gibi dünya için, namaz ve okumak gibi din için ciddi bir şekilde çalışsın.

Çalışmanın zorlukları arasında oyunun güzel görünmesi tıpkı yanak üzerindeki benin güzel görünmesine benzer. Eğer benler bü tün yüzü kaplarsa mutlaka çirkinleştirir ve çok çirkin bir yüz meydana çıkar! O . halde çokluktan ötürü güzellik çirkinliğe dönüşür. Bu bakımdan her güzelin çoğu, güzel olmaz. Her mübahın çoğu da, mübah olmaz. Zira ekmek mübahdır. Fakat onu ih tiyaçtan fazla yemek haramdır. İşte bu teganniyi dinlemenin mü bahlığı da diğer mübahlar gibidir.

Soru: Senin ileri sürdüğün bu görüş, teganni dinlemenin bazı hallerde mübah ve bazı hallerde mubah olmadığı neticesine varıyor. Bu bakımdan sen neden daha önce 'teganni dinlemek mutlak mübahtır' dedin? Zira tafsilata muhtaç bulunan bir ko nuda evet veya hayır ile cevap vermek yanlıştır!

Cevap: Esasında senin sözlerimden bu şekilde hüküm çıkarman yanlıştır. Çünkü tafsilat, hakkında düşünülen şeyin kendisinden kaynaklanırsa, o zaman onun hakkında mutlak şekilde hüküm vermek dediğin gibi yanlış olur. Fakat onun bizzat kendisinden değil de hariçten gelip onunla ilgili bulunan arızî hallerden kaynaklanıyorsa bu takdirde o hükmün hakkında mutlak şekilde konuşmak yasak değildir. Acaba görmez misin ki, bize balın helâl olup olmadığı sorulduğu zaman, biz şöyle diyoruz: 'Bal mutlak helâldir'. Oysa bal, baldan zarar gören şeker hastasına ha ramdır ve yine bize içki hakkında sorulduğu zaman biz'içki ha ramdır' deriz. Oysa boğazında lokma kalmış ve içkiden başka o lokmayı yutmaya yardım edecek bir meşrubat bulamayan bir kim seye içkiden lokmayı yutmak için yudumlamak helâl olur. Fakat içki, içki olmak hasebiyle haramdır. Ancak burada ihtiyaç sebebiyle mübah olmuştur.

Bal da bal olma hasebiyle helâldir. Ancak zarar vereceği zaman haram olur. Arızdan dolayı olan hükme iltifat edilmez. Zira alışveriş helâldir. Cuma namazı için okunan ezanın vakti geldiği zaman ârızdan dolayı haram olur ve buna benzer daha nice ârızlar vardır. Teganni dinlemek de mübahlar cümlesindendir. Güzel, vezinli, mânâsı anlaşılır bir sesi dinlemek bakımından hü küm budur. Haram olması ise, zatının hakikatinden hariç bulu nan bir ârızdan ötürüdür. Bu bakımdan mübahlık delilinin yü zünden perde kalktığı zaman biz, delilin zuhurundan sonra da muhalefet edenin muhalefetinden perva etmeyiz.

İmâm-ı Şâfiî'ye gelince, teganninin haram olması asla onun mezhebinden değildir. Şâfiî teganniyi âdet ve sanat edinmiş kişi hakkında kesinlikle şöyle demiştir: 'Bu kişinin şahitliği caiz değildir'. Çünkü teganni bâtıla benzer mekruh olan oyunun cin sindendir. O halde kim onu sanat edinirse, o kimse sefahat ve mürüvvetsizliğe nisbet edilir. Her ne kadar teganninin haram olması açık değilse de!. . .

Bu bakımdan eğri kişinin nefsi teganniye nisbet edilmiyorsa ve onun için de meclise getirilmemiş ve gelmemişse, aksine aşka ge lip onu terennüm ediyor diye biliniyorsa, bu takdirde kişinin mü rüvveti sakıt olmaz. Şahitliği de iptal olunmaz. (İmâm-ı Şâfiî bunları söyledikten sonra) Hazret-i Aişe validemizin hane-i saâdetinde şarkı söyleyen iki cariyenin hadîsiyle delil getirmiştir.

Abdülâlâ'ınn oğlu Yunus der ki: İmâm-ı Şâfiî'ye Medinelilerin teganni dinlemeyi mübah saymalarını sordum; şöyle cevap verdi: 'Hicaz bölgesinin âlimlerinden hiç kimse yoktur ki, teganniyi kerih görsün. Ancak tegannide bulunan vasıflardan ötürü kerih görmüşlerdir'.

Hida (bir nevi teganni) dostların eski eserlerini ve kalıntılarını hatırlatma ve şiir nağmelerinde sesi güzelleştirmeye gelince, bunlar mübahtır. İmâm-ı Şâfiî 'Bu lehvdir, mekruhtur, bâtıla benzer' demişse, onun bu cümlesi şöyle tahlil ve tefsir edilmelidir: 'Lehvdir'. Bu sözü doğrudur, fakat Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona bakmış ve onu kerih görmemiştir. Belki 'faydasız fiil mânâsına' gelen 'lehv' ve 'lağv'den ötürü, Allahü teâlâ muahaze etmez. Çünkü in sanoğlu günde yüz defa başına elini koymayı kendisine vazife edi nirse, böyle yapması mânâsızdır, fakat haram değildir. Allahü teâlâ, 'Allah sizi yeminlerinizdeki lağv'dan dolayı sorumlu tut maz' (Bakara/225) buyurmuştur.

Madem ki, azirn ve samimiyet olmadığı takdirde Allahü teâlâ'nın İsmi celilmin, birşey üzerine yemin yoluyla zikredil mesi kişinin muahaze edilmesine sebep olmuyor ve yeminin tam aksine hareket vardır, bununla beraber fayda da mevcut değildir; bütün bunlara rağmen yine de muahazeye sebebiyet vermiyor, o halde şiir ve raksla nasıl insanoğlu muaheze edilir?

İmâm-ı Şâfiî'nin 'bâtıla benzer sözüne gelince, bu söz Şâfiî'nin bu işin 'haram' olduğuna inandığını belirtmez. Belki İmâm açıkça 'o bâtıldır' deseydi bile yine de o işin haram olduğuna delalet et mezdi. Ancak onun açıkça 'bu bâtıldır' demesi 'faydadan yoksun dur' mânâsını ifade ederdi. Zira bâtıl demek faydasız demektir. Bu bakımdan kişinin eşine, mesela 'Nefsini sana sattım' demesi, hanımın da 'Ben satın aldım' demesinden maksat, latife yapmak ve oynaşmaksa bu akit bâtıldır ve haram değildir. Ancak şeriatın men ettiği 'mülk edinme' konusu kastedilirse, o zaman haramdır. İmâm-ı Şâfiî'nin 'Mekruhtur' sözüne gelince, bu söz, daha önce te ganninin mahzurlu olarak belirttiğimiz bazı yerlerine hamledil melidir veya bu kerahet, kerahet-i tenzihiyye üzerine hamledilme lidir. Çünkü İmâm-ı Şâfiî satranç oynamanın mübah olduğunu biz zat ifade etmiş ve arkasından 'her oyunu mekruh görüyorum' demiştir. Kendisinin illet olarak gösterdiği buna delalet eder. Çünkü der ki: 'Satranç oynamak din ve mürüvvet sahiplerinin âdeti değildir'.

İşte onun bu sözü, bu kerahetten kerahet-i tenzihiyye nin kas tedildiğine delalet eder. Yine Şâfiî'nin teganniye devam edildiği takdirde devam edenin şahitliği reddedilir' demesi teganninin ha ram olduğuna delalet etmez. Aksine kişinin bazen çarşıda ekmek yemesiyle ve mürüvveti ihlal edici bazı hareketiyle de şahitliği red dedilebilir. Nitekim dokumacılık 'mübah' bir sanat olduğu halde mürüvvet sahiplerinin sanatından sayılmaz. Bazen 'hasis' bir sa natla uğraşan bir kimsenin şahitliği reddedilir. (Oysa sanatı mü bahdır) .

Bu bakımdan İmâm-ı Şâfiî'nin ta'lili (din ve mürüvvet sahibinin âdetinden değildir diye illet getirmesi) delâlet eder ki, o kerahetten kerahet-i tenzihiyyeyi kasdetmiştir. Bu zan Şâfiî'den başka diğer büyük imamlar hakkında da bu şekilde yürütülmelidir. Eğer onlar mutlaka haram olduğuna hüküm verirlerse, bizim söylediklerimiz onların aleyhine delil ve hüccettir. 31

7) Tirmizî

8) Tilâvet-i Kur'ân bölümünde gelmişti,

9) Iraki aslına rastlamadığını söylemektedir.

10) Tilavet-i Kur'ân bölümünde geçmişti.

l1) Helâl- Haram bölümünde geçmişti.

12) Ebû Dâvud, Taberânî

13) Müslim, Buhârî

14) Buhârî

15) Müslim ve Buhârî

16) Müslim ve Buhârî

17) Buhârî, Ebû Dâvud, Tirmizî, Hâkim

18) Beğavî, Şair Nabiğa'nın ismi Kays b. Abdullah'tır.

19) Tirmizî

20) Müslim, Şerid ismi Şureyd olarak da okunabilir.

21) Ebû Dâvud, Müslim, Buhârî

22) Müslim, Buhârî

23) Beyhakî

24) Müslim, Buhârî

25) Müslim

26) Müslim

27) Müslim

28) Gazâlî'ye göre Kûbe denilen küçük tef hariç, davulların bütün çeşitleri mübahdır. İmâm Rafı de Gazâlî'ye tâbi olmuştur. Bir grup âlime göre savaş davulu hariç bütün davulları çalmak haramdır. Maverd'iye göre aletler haram, mekruh ve mübah olmak üzere üçe ayrılır. Bu zata göre savaş için çalınan davul da haramdır. (Bkz. İthaf us-Saade)

29) Müslim, Buhârî

30) Avamdan maksat, marifetullah ehlinin dışında kalan herkes demektir. Sadece dünyevî ilimleri tahsil eden âlimler bu sınıfa dahildir. Kadı Hüseyin der ki, semâ konusunda halk üç kısma ayrılır:

1. Avam

2. Zahidler

3. Arifler

Avama gelince, nefislerine hakimiyetleri olmadığı için onlara haramdır. Mücahedelerrinin olmasından dolayı zahidlere mübahdır. Arkadaşlarımıza gelince, onlaR için teganni kalplerinin diriltilmesi için müstehabdır. (İthâfu's-Saâde, VII/510)

31) sema Ebû Hanîfe'ye göre fahiş bir şeyle veya içki âlemine mahsus aletlerle beraber olması hariç mübahdır. İmâm Malik'e göre de mübahdır. İmâm-ı Ahmed b. Hanbel'e göre de mübahdır. Oğlu Salih'in yanında dinlediği sabittir. (Bkz. İthaf us-Saade, VII/515)

4. Semâ'nın Haram Olduğunu Savunanların Delilleri ve

Semâ'nın haram olduğunu savunanlar, şu ayet ile istidlâl etmişlerdir:

İnsanlardan kimileri de Allah yolundan bilmeyerek saptırmak ve o yolu eğlence yerine tutmak için bâtıl ve boş lafa müşteri çıkar, (kıymet verir) ler. . . (Lokman/6)

İbn Mes'ûd, Hasan-ı Basrî ve Nehâî ayetteki 'lehv'el-hadîs' ifa desi ile teganninin kastedildiğini söylemişlerdir.

Hazret-i Âişe'nin rivâyetine göre Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle bu yurmuştur:

Allahü teâlâ şarkıcı cariyeyi, onun alış verişini, onun bedelini ve ona teganni öğretmeyi haram kılmıştır. 32

Biz onların bu delillerine şöyle cevap veririz: Hadîste şarkı söyleyen 'cariye'den murad, içki meclislerinde erkeklere şarkı söyle yen kadındır. Zaten biz daha önce yabancı ve nikah düşen bir kadının, fasıklar için ve fitneye düşmesinden korkulan kimseler için, şarkı söylemesinin haram olduğunu söylemiştik. Onlar zaten satılmaz cariyeden ancak mahzurlu olanını kastederler.

Cariyenin efendisine şarkı söylemesine gelince, hadîsten bu nun haram olduğu anlaşılmaz. Belki fitneden korkulmadığı takdirde sahibi olmayan bir kimse de cariyenin sesini dinleyebilir. Delil olarak, Müslim ve Buhârî'den iki cariyenin Hazret-i Aişe'nin evinde şarkı söyledikleri ve Hazret-i Peygamberin onları dinlediği gös terilebilir.

Allah yolundan saptırmak için 'lehv'el-hadîs'i33 din ile değiştirmeye gelince, bu haram ve kötüdür. Bunun haramlığı mü nakaşa götürmez. Oysa her teganni, din karşılığında satın alınmış olmadığı gibi, her teganni de Allah yolundan saptırıcı değildir! Ayette yasaklanan teganni ancak din karşılığında alınan ve satılan tegannidir. Eğer Kur'ân dahi Allah yolundan saptırmak için okunursa, okunması haram olur.

Bir münafık İmâm oluyordu ve 'Abese' suresinin dışında bir zamm-ı sure okumuyordu. Çünkü bu surede Hazret-i Peygambere yapılan ilahî bir azarlama vardır. Bunun üzerine Hazret-i Ömer kendisini öldürmek istedi. Halkı idlâl edip saptırdığından dolayı Hazret-i Ömer onun bu fiilini haram gördü (Oysa Kur'ân okuyordu) . Bu bakımdan şiir ve teganni ile insanları saptırma sözkonusu ise, onun haram sayılması daha evladır. Teganninin haramlığmı sa vunanlar şu ayetlerle de istidlal etmişlerdir:

Şimdi siz bu Kur'ân'a mı hayret ediyorsunuz? Bir de gülü yorsunuz da ağlamıyorsunuz. Siz baş kaldırıyorsunuz. (Necm/59-61)

İbn-i Abbâs diyor ki: 'Sâmidûn' Himyer lisanında 'teganni edi yorsunuz' mânâsına olursa en uygunu gülmeyi de ağlamayı da haram kabul etmektir. Çünkü ayet bunu kapsamaktadır.

İtiraz: Haram olan gülmek, onların müslümanlara müslüman oluşlarından dolayı gülmeleridir.

Cevap: Bu onların müslümanlarla alay etmek için okumuş oldukları şiir ve tegannilere mahsustur. Nitekim Allahü teâlâ 'Şairlere ise, sapık kimseler uyarlar' (Şuara/224) buyurmuştur ve bu şairlerden 'kâfirlerin şairlerini' kastetmiştir. Bu ayet esasında şiirin haram olduğuna delâlet etmez.

Teganniyi haram sayanlar Hazret-i Cabir'in (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'den rivâyet ettiği hadîsle de istidlal etmişlerdir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:

İlk ağıt söyleyen ve ilk teganni eden İblis aleyhillânedir. 34

İşte görüldüğü gibi İblis ağıt ile teganniyi bir araya getirmiştir.

Cevap olarak deriz ki: İblis'in ilk ağıt ve teganniyi yapması şüphesiz ki, her ağıt ve teganniyi haram kılmaz. Ondan Hazret-i Davud'un ağıtı, günahkârların günahlarından dolayı ağlamaları istisna edilmiştir. İşte böylece sevgi, üzüntü ve iştiyakı tahrik edip kabartan teganninin mübah olduğu yerlerde istisna edilmelidir.

Nitekim bayram günü, Hazret-i Peygamber'in evinde iki cariyenin te gannisi ve Hazret-i Peygamberin Medine'ye teşrif buyurdukları zamanda Medineli kızların 'Ondörtlük ay Şeniyet'ül Veda'dan bizim üzerimize doğdu' meâlindeki şiirleri istisna edildiği gibi. . .

Teganninin haram olduğunu savunanlar Ebû Umame'nin Hazret-i Peygamber'den rivâyet ettiği şu hadîsi de hüccet göstermişlerdir:

Kim teganni etmek sûretiyle sesini yükseltirse. Allahü teâlâ, onun için iki şeytan gönderir. Onlar onun omuzlarında ka rar kılar. Topuklarıyla o susuncaya kadar vurup üzengilerler!35

Cevap olarak deriz ki: Bu hadîs-i şerif daha önce belirttiğimiz teganninin bazı türlerine hamledilir. Bu hadisten kalpte şeytanın hedefi olan şehvet yaratıkların aşkını tarif eden teganni kaste dilmiştir. Allah'a doğru götüren şevki, bayramdan ötürü sevin meyi veya herhangi bir çocuğun doğumu anındaki sevinci veya aziz ve hatırı sayılır bir kimsenin gurbetten gelmesi anındaki te ganniye gelince, bütün bu yerlerde ve zamanlarda teganni şeytanın hedefine ters düşer. Delil olarak Âişe validemizin evin deki iki cariyenin ve Habeşlilerin hikâyesi ve daha önce sahih kay naklardan naklettiğimiz hadîsler bunu göstermektedir.

Bu bakımdan, bir tek yerde birşeyin caiz olduğu tesbit edildi mi, bu tes bit onun mübah olduğuna bir nasstır. Bir yerdeki yasak ise tevil edilmeye ve başka bir mânâya hamledilme ihtimali olan bir ya saktır. Fiil ise, onun tevili olmaz. Zira yapılması haram olan birşey ancak mecburiyet ve zorlama ile olursa helâl olur. Bu bakımdan yapılması mübah olan birşey birçok ârızdan dolayı haram olabilir. Hatta niyet ve kasıtlardan dolayı da haram olur. (İçkicilere benzemek niyetiyle içilen şerbetin haram olduğu gibi) .

Teganniyi haram görenler Ukbe b. Âmir'in Hazret-i Peygamberden rivâyet ettiği şu hadîsle de istidlal etmişlerdir.

Kişinin oynadığı ve oyuncak yaptığı herşey bâtıldır. Ancak atını alıştırmak, ok (ve silah) ile atıcılık yapmak ve hanımıyla oynaşmak bu hükmün dışındadır. 36

Cevap olarak deriz ki: Hadis'teki "O bâtıldır' sözüne gelince: Bu sözcük, haram olduğuna delalet etmez. Habeşlilerin oyunlarına bakmakla lezzetlenme ve teferrüc, hadîste istisna edilen üç hük mün dışında kalan bir şeydir. Oysa aynı zamanda haram da değildir. Belki burada mahsur ve sayılı olmayan, kıyas yönünden mahzurlu ve sayılı bulunan hükme dâhil edilir.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Müslüman bir kişinin kanını akıtmak ancak üç sebepten bi riyle helâl olur. 37

Hazret-i Peygamber'in bu hadîs-i şerifte saydığı bu üç şeye dördüncüsü ve beşincisi de ilhak olunur. İşte böylece kişinin hanımıyla oynaşmasının da lezzetten başka bir faydası yoktur. Madem ki zevkten başka faydası olmayanan oynaşma helâldir, o halde bostan ve bahçelerde gezmenin, kuşların seslerini dinlemenin ve oyunların diğer çeşitlerinin ki kişi onlarla oynar durur haram ol madıklarına delildir. Her ne kadar bu tür oyunlara 'bâtıl' vasfını yakıştırmak caiz ise de. . .

Teganni dinlemenin haram olduğunu savunanlar, Hazret-i Osman'ın şu sözünü de delil getirmişlerdir:

Ben hiçbir zaman tegannide bulunmadım. Hiçbir zaman kendi elimle şehvetimi dindirmedim. (veya herhangi bir te mennide bulunmadım) , Hazret-i Peygamber ile biat ettikten bu yana sağ elimle tenasül uzvuma dokunmadım. (İbn Mâce)

Cevap olarak deriz ki: Diyelim ki kendi eliyle şehvetini dindirip menisini akıtmak ve sağ eliyle aletine dokunmak haram olsun. Eğer bu teganninin haram olduğuna delil ise, acaba Hazret-i Osman'ın bunları haram olduğu için terkettiği nasıl tesbit edilir?

Bu grup aynı zamanda İbn Mes'ûd'un (radıyallahü anh) şu sözüyle de istidlal etmişlerdir:

Teganni kalpte nifakı bitirip, geliştirir. 38

Bazıları da İbn Mes'ûd'un bu sözüne 'nitekim su, sebzeleri bitirdiği gibi' ibaresini ilave etmiştir. Bazıları da bunu Hazret-i Peygambere kadar vardıran merfû bir hadîs olarak kabul etmiştir. Oysa bu hadîs sahih değildir. 39

İbn Ömer'in (radıyallahü anh) yanından ihrama giren bir grup hacı geçti. O grubun arasında teganni eden biri vardı. İbn Ömer onlara şöyle hi tap etti: 'Ne yapıyorsunuz! Allahü teâlâ sizin iyiliğinizi dinletme sin. Dikkat ediniz, Allahü teâlâ sizin iyiliğinizi dinletmesin!

Nâfî şöyle. anlatır: İbn Ömer'le beraberdim. İbn Ömer, bir ço banın kaval sesini dinledi. Bunu üzerine iki parmağını iki kulağına tıkadı. Sonra yoldan çıktı ve bana sormaya başladı: Ya Nâfî! Kavalın sesini duyuyor musun?' Ben 'hayır' deyinceye kadar, uzaklaşmaya devam etti ve sonra parmaklarını çıkardı ve dedi ki: 'Hazret-i Peygamberin böyle yaptığını gördüm'. 40

Fudayl b. İyaz 'Teganni, zinanın merdivenidir!' demiştir. Başka biri de şöyle diyor: Teganni fısk ve fücurun elçilerinden bir elçidir!'

Yezid b. Velid şöyle demiştir: Teganniden sakınınız! Çünkü teganni hayayı eksiltir, şehveti artırır ve mürüvveti yıkar ve mu hakkak teganni şarabın yerine geçer. Sarhoşluğun yaptığım yapar. Eğer muhakkak tegannide bulunmak mecburiyetinde iseniz, bari onu kadınlar yanında yapmayınız. Zira teganni zinaya davet edicidir'.

Biz bütün delillerin cevabı olarak deriz ki: İbn Mes'ûd'un 'teganni nifakı bitirip, geliştirir' sözüne gelince, İbn Mes'ûd bu rada şarkı söyleyen hakkında bu sözü sarfetmiştir. Zira teganni, bilfiil yapanın kalbinde nifakı geliştirir. Çünkü söyleyenin gayesi; sesini başkasına arzetmek, sesini tervic edip satmak ve daimi bir şekilde nifak göstermek hevesidir. Halk sesine rağbet etsin diye kendini halka sevdirmek peşindedir. Fakat böyle olması da tegan ninin haram olmasını gerektirmez. Çünkü güzel elbise giymek, süslü püslü atlara binmek, ziynetin diğer çeşitlerini takmak, zi raat ve mal ile böbürlenmek ve bunlara benzer hareketler de in sanın kalbinde riyakarlık ve münafıklığı geliştirir. Fakat bunların tümü hakkında mutlak haramdır denilmez. Zira nifakın kalpte yer etmesinin sebebi sadece günah değildir. Belki halkın gözüne ilişen mübahlar, bu hususta daha fazla tesir ederler. Bunun için Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) altında bulunan attan indi ve atın kuyruğunu kesti. Çünkü atın güzel yürüyüşünden ötürü Hazret-i Ömer nefsinde böbürlenme hissetti ve ondan dolayı da bu harekete başvurdu. İşte bu ni fak, mübahlardandır.

İbn Ömer'in (radıyallahü anh) 'Dikkat ediniz, Allah sizin iyiliğinizi dinlet mesin' sözüne gelince, bu söz, teganninin, teganni olmak hasebiyle haram olduğuna delalet etmez. İbn Ömer'in yanından geçen ce maat ihrama girmiş kimselerdi. İhrama girenlere basit sözler söy lemek uygun değildir ve onların durumlarından teganniyi bir vecd ve Allah'ın beytinin ziyaretine karşı olan bir aşktan dolayı dinle medikleri anlaşılıyordu. Belki bunlar sadece oyun ve eğlence için söyleyip duruyorlardı. Bu bakımdan İbn Ömer onların ve içinde bulundukları ihramın haline nisbeten münker düşen bu durumlarını çirkin görmüştür. Hâllerin durumlarına gelince, onların hakkında ihtimaller oldukça çoktur.

İbn Ömer'in iki parmağını iki kulağına tıkamasına gelince, İbn Ömer'in kölesi ve beraberinde bulunan Nâfî'ye 'sen de par maklarını kulağına tıka' şeklinde emir vermemesi ve onun dinle mesini yasaklamaması, bu grubun, İbn Ömer'in yaptığından delil getirmelerine ters düşer. İbn Ömer parmaklarını kulaklarına sesin haram olduğundan dolayı değil, ancak hal-i hazırda kulağını ve kalbini eğlenceye tahrik eden sesten dolayı tıkamayı uygun bulmuştur. O anda içinde bulunduğu bir fikrin veya zikrin kesil mesine sebebiyet verebilecek bu sesten o fikir veya zikrin daha evla olduğunu düşünmüştür. Hazret-i Peygamber de (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle yapmış ve beraberinde o anda bulunan İbn Ömer'i dinlemekten menet memiştir. İbn Ömer'in fiili de haram olduğuna delâlet etmez. Terkedilmesinin daha evla olduğuna delâlet eder.

Biz de zaten birçok halde teganniyi terketmenin daha evla olduğunu görmekteyiz. Dünyanın bazı mübahlarını terketmek eğer o mübahların işlenmesi kalpte menfi bir tesir yapacağı bili nirse daha evladır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) namazı kıldırdıktan sonra Ebû Cehm'in elbisesini sırtından çıkarı vermiştir. Zira o elbisenin üzerinde Hazret-i Peygamberin kalbini meşgul eden çizgi ve işaretler vardı. Acaba Hazret-i Peygamberin bu fi ili elbise üzerindeki çizgi ve işaretlerin haramlığma delalet eder mi? Umulur ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) öyle bir halde idi ki; çobanın kaval sesi, o hâl üzerinde iken onu meşgul edebilirdi. Tıpkı elbise deki işaretin kendisini namazda meşgul ettiği gibi. . . Belki daima hakkı gören bir kimse için teganni dinlemek sûretiyle kalpte saklı bulunan şerefli halleri galeyana getirmek ihtiyacı kusur sayılır. Her ne kadar böyle bir ihtiyaç hakkın şuhudunda daimi olmayan bir kimseye nisbetle kemâl görünürse de. . . Bu sırra binaen Ebû Hasan Ali b. İbrahim Husarî41 şöyle demiştir: 'Söyleyeni öldüğü zaman, sonu gelen bir teganniyi dinlemeyi neyleyim?' O bu sözüyle işaret eder ki, ancak Allahü teâlâ'dan dinlemek daimidir.

Bu bakımdan dinlemenin ve şuhudun lezzeti içerisinde bulunurlar. Onlar hile ile kalbi böyle bir lezzete yöneltmeye muhtaç değildirler.

Fudayl b. İyaz'ın Teganni zinanın merdivenidir!' şeklindeki sözüne ve buna yakın başka fikirlere gelince, bu söz, fâsık ve nef sanî şehvetlere sahip olan ve yeni yetişen gençler üzerine hamle dilmelidir. Eğer bu hükümler umumi kabul edilirse, o vakit Hazret-i Peygamber evinde şarkı söyleyen iki cariyenin sesini dinlemezdi.

Kıyasa gelince, teganni dinlemek hakkında en son söylenen söz şudur; Çalınması yasak olan evtar denilen sazlar üzerine kıyas edilmesidir. Oysa daha önce de teganni ile sazlar arasındaki fark geçmişti veya teganni lehv-u la'b'dır denilecektir. Evet, haddi zatında teganni lehv-u la'ba'dır. Fakat bütün dünya lehu la'ba dır. Nitekim Hazret-i Ömer (kendisiyle münakaşa eden) hanımına şöyle demiştir: 'Sen evin köşesinde bulunan bir oyuncaksın'.

Kadınlarla cereyan eden oynaşmaların tamamı lehvdir. Ancak çocuğun varlığına sebep olan cinsî ilişki bunun dışındadır. Böylece içinde fuhşiyat bulunmayan şakalar da helâldir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ve onun ashâbından bu tür şakalaşmalar nakle dilmiştir. Nitekim bunun tafsilatı Dilin Afetleri bölümünde Allah'ın izniyle gelecektir.

Acaba Habeşlilerin oyunlarından daha aşırı bir oyun gösterebi lir mi? Buna rağmen nass ile onların oyunlarının mübah olduğu sabit oldu. Buna ilaveten derim ki, oyun kalbe rahatlık verir. Kalpten düşüncenin ağır yükünü hafifletir. Kalpler zorlandıkları zaman körleşir. Onları rahata kavuşturmak, çalışmak hususunda onlara yardım etmektir. Mesela daima fıkıh ilmine devam edene cuma gününde tatil yapmak uygundur Zira bir gün tatil yapmak diğer günlerde ciddiyetle çalışmaya vesile olur. Sair vakitlerde na file namaza devam eden bir kimsenin bazı vakitlerde tatil yapması uygundur. İşte bunun içindir ki bazı vakitlerde namaz kılmak mekruh kılındı! Bu bakımdan tatil yapmak çalışmaya yardımcıdır. Oyun da ciddi gayret göstermeye yardımcıdır. Katıksız ciddiyete daimi bir şekilde sarılmaya kişi sabredemez. Acı hakikate ve halis ciddiyete ancak daimi bir şekilde peygamberlerin nefisleri dayana bilir. Bu bakımdan eğlence ve oyun, yorgunluk ve bitkinliğe karşı kalbin ilacıdır. O halde mübah olması uygundur. Fakat fazla ilaç almak uygun olmadığı gibi, oyun ve eğlenceye de fazla dalmak uygun değildir.

Hâl böyle iken bu niyetle yapılan eğlence ve oyun insanı Allah'a yaklaştırıcı amellerden olur. Bu hüküm, teganni dinlemek, kal bindeki güzel bir sıfatın hareket etmesine vesile olmayan bir kimse hakkındadır. Belki bu kimse sadece teganni dinlemekle lezzet ve istirahat temin eder. Bu bakımdan bizim zikrettiğimiz hedefe (mahmud bir sıfatın kalpte harekete geçmesine) ulaşmak, için te ganni dinlemenin müstehab sayılması uygundur, Evet, böyle ol mak, kişinin kemâlinin eksik olduğuna delalet eder. Çünkü, kâmil kimse odur ki, nefsini Allahü teâlâ’nın gayrisiyle rahat ettirmeye muhtaç olmaz. Fakat iyilerin hasene ve sevapları Allah'ın dergah ı izzetine yakın bulunanlar için günah sayılır. (Bu söz Sehl Tüsterî'ye aittir) . O halde kalp ilaçlarının ilmini ihata eden, kalp teki çeşitli incelikleri ki onlar vasıtasıyla kalp hakka sevkedilir bi len bir kimse anlar ki kalbi bu gibi işlerle rahata kavuşturmak ke sinlikle fayda verici bir deva ve ilaçtır. Hiçbir zaman insanoğlu bu ilacı kullanmaktan müstağni değildir.

32) Beyhakî

33) Taberî'ye göre lehv'el-hadîs davul demektir, Ata'ya göre lehv'el-hadîs, oyun ve eğlence demektir. Bazılarına göre, dinde cidal yapmaktır.

Bazılarına göre de Allah'ın zikrinden alıkoyan herşey demektir, (İthaf us-Saade, VII/517)

34) Irakî bu hadisin aslına rastlamadığım söylemiştir. (Deylemî, Hazret-i Ali'den)

35) İbn Eb'id-Dünya, Taberânî

37) Müslim, Buhârî

38) Simen sahipleri

38) Ebû Davud, Beyhâkî

39) isnadında ismi zikredilmiyen bir ravi vardır. (İthâfu's-Saâde, VII/525)

40) Ebû Dâvud

41) Risale meşayihindendir. Bağdad'da oturuyordu. H. 371 senesinde vefat etmiştir.

18-2

5. Semâ'nın Âdabı ve Tesiri

Semânın ilk derecesi dinleyeni anlamak, anladıktan sonra kalbine vaki olan mânâya hamletmektir. Sonra o anlayış, meyve olarak vecdi verir, vecd de azalarla hareketi doğurur. Bu bakımdan şu gelecek üç makama bakılmalıdır.

I. Makam/Fehm

Dinlenilenin anlaşılması, dinleyenin hallerine göre değişir. Dinleyenin dört hâli vardır:

Birinci hâl: Dinlemek, mücerret tabiatla olmalıdır. Yani kişinin dinlemekte nağmelerden ve lahinlerden lezzet almaktan başka haz ve nasibi yoktur. Böyle bir dinleme mübahtır ve dinle menin en aşağı derecesidir. Zira deve de bu derecede insanoğluna ortaktır ve diğer hayvanlar da ortaktır. Hatta bu zevki sadece hayat ister. Bu bakımdan her hayvan için güzel seslerde bir tür lezzet vardır.

İkinci hâl: Anlayışla dinlemelidir. Fakat onu ya belirli veya belirsiz bir mahlukun şekline hamleder. Bu dinleyiş gencin ve şehvet sahiplerinin dinleyişidir. Bu kimseler, dinlenileni şehvetleri istikametinde yorumlarlar. Hâllerinin durumuna göre tefsir ederler. Bu hâl, konuşmaya değmez. Ancak bu halin aşağılığını ve ya sak oluşunu beyan etmek sûretiyle bu halden konuşulabilir.

Üçüncü hâl: Dinlediklerini kendi nefsinin Allah ile olan hâllerine yormaktır. Hallerinin bazen istikrarlı ve bazen de istikrarsız oluşuna hamletmektir. İşte bu tür dinleme, müridlerin (âhireti arayanların) dinlemesidir. Hele mübtedilerden olursa. . . Zira mü ridin şeksiz ve şüphesiz bir muradı vardır. O murad, onun hedefidir. O nun hedefi Allah'ın marifetidir, Allah ile kavuşmak ve müşahede yoluyla ona sırren ve perdenin kalkmasıyla varmaktır. Müridin maksat ve hedefinde bir yolu vardır. Mürid o yolun yolcusudur. Bir kısım muameleleri vardır. Muamelelerinde o hallerle karşılaşır. Bu bakımdan mürid azarlama veya hitabın zikrini din lediği zaman, kabulün, reddin, visalin, hicranın, yaklaşmanın, uzaklaşmanın veya geçmişe dair hasret çekmenin veya bekleni lene karşı susamanın, varılacak bir hedefe karşı duyulan iştiyakın, ümidin, ümitsizliğin, vahşetin veya ünsiyetin, vefanın, vefasızlığın, ayrılık korkusunun, kavuşma sevincinin zikri veya dost mülahazasının, rakibin müdâfasınm, akan gözyaşlarının, arka arkaya gelen hasret ve pişmanlıkların, uzun ayrılığın, kavuşma vaadini veya benzerlerini işittiği zaman ki bunların vasıflarını şiirler kapsamaktadır elbette bunların bir kısmı müri din araştırmasında haline uygun gelir ve böylece kalbi çakmak taşından kıvılcımlar çıkartan demirin yerine geçer ve bu sayede kalbin ateşleri alevlenir. Şevkin ve heyecanın galeyana gelmesi kuvvet kazanır.

Bu nedenle müridin üzerine âdetine muhalif bir takım haller hücum eder. Müridin böylece lafızları haller üzerine yormakta geniş bir mecal ve sahası olur. Hiçbir zaman dinleyen, şairin konuşmasından kasdettiği mânâyı gözetmek mecburiye tinde değildir. Her konuşmanın çeşitli yönleri vardır. Her anlayış sahibi için o konuşmadan mânâ iktibas etmek için çeşitli yollar vardır. O halde biz, bu yorumlar ve anlayışlar için birkaç misal zikredelim ki, cahil içinde yanak, şakak ve ağız bahsi geçen şiirleri dinleyenin bu terimlerin zahiri mânâsını anladığını zannetmesin. Biz şiirlerden mânâların nasıl anlaşılacağı bahsini zikretmeye muhtaç değiliz. Zira dinleyenlerde (bunu güneşten daha) açık bir şekilde belirten durumlar vardır. Hikâye ediliyor ki, bazıları bir şairin şöyle dediğini dinledi: Elçi dedi ki: Yarın ziyaret edeceksin! Dedim ki: Dediğini anlıyor musun?

Bu şiiri dinleyen kişiyi şiirdeki nağme ve söz çileden çıkarıp vecde ve cezbeye getirir ve şiiri tekrar etmeye başlayıp 'ziyaret ede ceksin' anlamına gelen 'tezuru' kelimesinin başındaki 't' harfini 'ziyaret edeceğiz' anlamına gelen 'Nezuru' diye 'n' okuyup dedi ki: 'Decli: Yarın ziyaret edeceğiz!' Sevinmesinden ve ferahından bayılıncaya kadar bu sözü tekrar etti. Ayıldığı zaman kendisine 'Seni cezbeye getiren nedir?'diye sorulunca şu cevabı verdi: "Ben bu şiirle Hazret-i Peygamberin 'muhakkak cennet ehli her cuma günü bir defa rablerini ziyaret ederler'42 hadîsini hatırladım!"

Rikka43, İbn Dirac'tan hikâye ediyor ki, İbn Dirac şöyle an latmıştır: Ben ve İbn Futi, Dicle üzerinden Basra ile Übülle (Irak'ta bir şehir) arasından geçiyorduk. Önümüze manzarası güzel bir köşk çıktı. O köşkün balkonunda bir kişi oturuyordu. Onun huzu runda şarkı söyleyen ve şöyle diyen bir cariye vardı:

Allah yolunda bir sevgi vardır, O sevgi benden sana verilir. Hergün başka bir renge giriyorsun.

Böyle olmamak sana daha yakışır. (Bir gün göreceksin ki, ömür geçmiş. Ölümün elçisi gelip kapıyı çalmış) .

Bu manzarayı seyrederken baktık ki tatlı bir genç elinde bir kova, sırtında yamalı bir elbise cariyenin şiirini dinlemektedir. O genç dedi ki: 'Ey cariye! Allah rızası için ve efendinin hayatıyla sana yemin verdiriyorum. Okuduğun şiiri bana tekrarla!' Cariye şiiri tekrarladı. Genç şöyle dedi: 'Vallahi, cariyenin dediği tam be nim Allahü teâlâ ile olan hâlimin hikâyesidir'. (Arkasından) genç ten dehşetli bir uğultu çıkıp ölü olarak yere serildi!

İbn Dirac diyor ki: 'Biz kendi aramızda İşte bir farz-ı kifaye ile karşılaştık'. (Cenazeyi kaldırmak bize farz-ı kifayedir) dedik. Bunun için durduk. Köşk sahibi, cariyeye dedi ki: 'Sen Allah rızası için hürsün'. Sonra Basralılar gelip onun cenazesini techiz tekfin edip cenaze namazını kıldılar. Defnedildikten sonra köşk sahibi, cemaate şöyle dedi: 'Ben sizi şahid tutuyorum ki, benim neyim varsa hepsi Allah yolunda sadaka olsun. Benim bütün cariyelerim hür olsun. Bu köşkümü de yolcular için vakfettim'. Köşk sahibi sonra sırtındaki elbiseleri çıkarıp attı. Göbeğinden aşağı bir izar, göbeğinden yukarı için de bir aba giydi. Çöle dalıp gitti. Halk da arkasından ağlayarak bakıyordu ve ondan sonra da kendisinden bir ses ve seda çıkmadı,

Bu hikâyeden maksat, bu şahıs vaktinin tamamını Allahü teâlâ ile olan hâlleriyle geçiriyordu. Muamelede güzel edepte sebat etmekten aciz olduğunu biliyordu. Kalbinin bir durumda durmayıp daima değişmesinden ötürü üzüntü çekiyordu. Kalbinin hak yoldan kayışı onu üzüyordu. Onun kulağına haline uygun bir şiir geldiği zaman, o şiiri Allah'tan dinliyor, sanki Allahü teâlâ ona hi tap ederek şöyle buyuruyordu: 'Hergün bir renge bürünüyorsun. Oysa bunun gayrisi senin için daha iyidir'.

Kimin dinlemesi Allah'tan ise, Allah üzerine ve Allah için ise, onun için en uygunu, Allah marifetinde ilim kanununu güçlendirmektir. Allah sıfatının marifetinde bu kanunla kuvvetlice bağlı bulunmaktır. Aksi takdirde teganni dinlediği zaman kalbine Allahü teâlâ hakkında muhal olan şeyler gelecek ve onlarla kâfir ola caktır. Bu bakımdan yola yeni başlamış bir müridin teganni din lemesinde tehlike vardır. Ancak dinlediğini Allah'ın vasfıyla ilgisi olmamak hasebiyle kendi haline yorumlarsa, o zaman tehlikeden kurtulur. Şiirde yanılmasının misali bu beytin ta kendisidir. Eğer nefsinde bu şiiri işitseydi ve bununla rabbine hitab etseydi, hallerini sık sık değiştirmeyi Allah korusun Allah'a izafe etseydi o zaman kâfir olurdu. Böyle bir yanlışlık bazen tahkik ve tedkikle karıştırılmamış, mutlak ve mücerret bir cehaletten doğar. Bazen de öyle bir cehaletle oluyor ki, onu oraya bir nevi tedkik sev ketmiştir! Şöyle ki: Kişi kalbinin hallerinin değişmesini, sair âle min hallerinin değişmesini Allahü teâlâ'dan bilirse, bu hakikattir. Çünkü Allahü teâlâ bazen kalbine bast, bazen kabz verir. Bazen nûrlandırır, bazen karartır. Bazen katılaştırır, bazen yumuşatır. Bazen taatinde sabit kılar kuvetlendirir, bazen de hak yollarından çevirsin diye şeytanı üzerine musallat eder! Bütün bunlar Allah'tandır. Oysa o insandan sık sık değişik haller sadır olur, muhakkak o zat hakkında örf ve âdette 'bu zat çeşitli görüşler sa hibidir ve renkten renge giriyor' denir. Umulur ki şair şiirinden ancak sevgilisini, bazen kendisini kabul edişinde bazen red dedişinde bazen yaklaşışında bazen uzaklaşında renk değiştirmeye nisbet etmesini kastetmiştir. İşte mânâ budur. Bunu Allahü teâlâ için düşünmek katıksız küfürdür. En uygunu Allahü teâlâ'nın yarattığını renkten renge sokup kendisinin renk değiştirmeyi kabul etmediğini, yaratıklarını değişik hallere uğratıp kendisinin değişmediğini bilmektir. Ama kulları böyle değildir. İşte bu ilim, mürid için taklidî bir inançtan hasıl olur! Basiret sahibi bir arif için, hakikî ve keşfi bir yakînden hasıl olur. Bu ise rubûbiyyet vasıflarının acaipliklerindendir. Allahü teâlâ bo zulmadan bozdurur, zaten bozulmak da Allah hakkında düşünülemez. Allah'tan başka, başkasını bulandıran ve bozan herşey bozulmadan bu vazifeyi yapamaz.

Vecd erbabından bazıları vardır ki, dehşetli sarhoşluk gibi bir hâl kendilerine galebe çalar. Dillerini itabla Allah'a uzatır, Allahü teâlâ'nın kalplere yaptığı kahr-ı ilahîsini iyi karşılamadığını açığa vurur. Çeşitli derecelerde şerefli halleri paylaştırmasını kö tülerler. Zira sıddîkların kalplerini kavuşturan, inkârcıların ve mağrurların kalplêrini uzaklaştıran ancak Allah'tır. Bu bakımdan Allah'ın verdiğine mâni yoktur. Menettiğini de vermeye kimsenin gücü yetmez. Geçmiş bir suçtan ötürü kâfirlerden tevfi kini kesmiş değildir. Peygamberlere yardımını, tevfikini ve hidayet nûrunu geçmiş bir vesileden ötürü vermiş değildir.

Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Gerçekten peygamberlikle gönderilen kullarımız hakkında sözümüz geçmiştir. (Saffat/171)

Fakat benden şu söz gerçekleşti: 'muhakkak cehennemi bü tün (kâfir olan) cinlerle, insanlardan dolduracağım'. (Secde/13)

Ama bizden kendilerine güzellik geçmiş olanlar, işte onlar cehennemden uzaklaştırılmışlardır. (Enbiya/101)

Eğer kalbine 'Neden insanlar hakkındaki Allahü teâlâ'nın geçmiş hükmü muhtelif olur? oysa kulluk vasfında müşterektirler' şeklinde bir istifham gelirse, derhal celâl ve aza met çadırlarından şu ihtar ile karşılaşırsın: 'Edep, hududunu geçme! Çünkü Allahü teâlâ, yaptığından sorumlu değildir. İnsanlar ise sorumludur!5 Hayatımla yemin ederim ki dilinin ve zahirin edebine insanların çoğu muktedir olur. Ama sırrı bu uzaklaştırmanın istifhamından (yaklaştırma, uzaklaştırma, şaki veya said yapma ve saâdete erdirme hususundaki zahirî ihtilaftan) uzak tutmaya ki bu durumlar da saâdet ve şekavetin ebedi ol masıyla beraberdirler muktedir değildir. Bu duruma ancak ilimde derinleşen âlimler güç yetirebilirler.

Bunun içindir ki Hızır rüya âleminde görüldüğünde kendisine teganni dinlemek hakkında sual soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Bu berrak ve saf bir durumdur. Bu durumda ancak âlimlerin ayakları kaymaz'. Çünkü teganni dinlemek kalbin esrarını tahrik eder. Gizlilerini açığa çıkarır. Kalbi, yeri gökten ayıramayacak derecede sarhoş olmuş, nerdeyse sırra karşı edep düğümünü açacak hida yetinin nûruyla ve ismetinin letafet ve inceliğiyle Allahü teâlâ ta rafından korunmuş bir kul müstesnadır.

Bunun içindir ki, seleften biri şöyle demiştir. : 'Keşke biz te ganni dinlemekten başabaş kurtulmuş olsaydık (yani ne lehimizde ne de aleyhimizde olsaydı) '.

Bu bakımdan bu tür bir dinlemekte, şehveti tahrik edici tegan niyi dinlemekten daha tehlikeli bir durum vardır. Çünkü şehveti tahrik eden teganniyi dinlemenin en son varacağı nokta günah işlemektir. Fakat buradaki teganni dinlemenin son varacağı yanlışlık küfrün ta kendisidir!

Anlayış bazen dinleyenin hallerine göre değişir. Aynı şiiri din leyen iki kişiye vecd hâkim olur. Oysa onlardan biri (mesela) anlayışta isabet etmiş, diğeri ise yanılmıştır veya her ikisi de isabet etmiştir. Fakat zıt ve değişik iki mânâyı anlamışlardır. Ama zıt mânâlar anlayanların değişik hallerine nisbet edildi mi, tenakuz ortadan kalkar. Nitekim Utbet'ul-Gulam şöyle diyen bir kişiyi dinler:

Göklerin cebbarı müşriklerin dediğinden münezzehtir. Muhakkak ki aşık ve muhib, meşakkat içerisindedir.

Utbe bu kişiye "Doğru söyledin' der. Başka biri daha bu kişiyi dinler ve 'Yalan söyledin' der. Bu manzara karşısında basiret er babından bazıları derler ki 'Bunların ikisi de doğru söylediler ve hak da bu basiret sahibinin dediğidir'. Zira tasdik daha hedefine varmamış, muradına tam ermemiş bir aşıkın sözüdür. Bu aşık, muradına ermekten menedilmiş, menetmek ve uzaklaştırmaktan dolayı meşakkat çekmektedir. Tekzib ise, sevgiye arkadaş olmuş, onun yolunda çektiği zahmetlerden lezzetlenen sevgisinin ifrat de recesinde bulunduğundan ötürü o zahmetlerden menfi bir tesir kapmayan bir kimsenin sözüdür veya halihazırda muradından menedilmeyen ve gelecekteki menedilmenin tehlikesini idrak et meyen bir aşıkın sözüdür. Onun bu sözü, ümidin onun bütün zer relerini kaplamasından, hüsn-i zannın kalbine hâkim olmasından kaynaklanır. Bu bakımdan bu hallerin değişikliğiyle şiirin anlamı da değişik şekilde anlaşılır.

Ebû'l-Kasım b. Mervan, Ebû Said el-Harraz ile arkadaşlık yaptı. Seneler senesi teganni dinlemeyi terketti. Bir ara bir davette hazır bulundu. O davette biri vardı ve şöyle diyordu:

Su içerisinde susuz olarak durmuştur. Fakat su içirmiyor.

Bu şiiri dinledikten sonra orada hazır bulunanlar ayağa kalkıp vecd ve cezbeye kapıldılar. Ayrıldıkları zaman Ebû'l-Kasım kendilerine 'bu şiirin mânâsından ne anladıklarını' sordu. Onlar 'şerefli hallere karşı susadıklarına ve sebepler hazır olduğu halde ondan mahrum kaldıklarına' işaret ettiler. Yani 'bunu anladık' dediler. Fakat onların bu cevabı Ebû'l-Kasım'ı tatmin etmedi. Cemaat 'O halde bu şiir hakkındaki anlayışını sen söyle!' dediler. Bunun üzerine Ebû'l-Kasım dedi ki: 'Kişi şerefli haller içerisinde bulunduğunda kerametlerle donatılmış olmasına rağmen onlardan bir zerre dahi vermez'. Bu söz, haller ve kerametlerin ötesinde bir hakikatin varlığına işarettir. Haller o hakikatin öncesinde meydana gelen, kerametler onun başlangıçlarında görünen şeylerdir. Hakîkat ise, hâlâ ona varmak gerçekleşmemiştir, demektir. Ebû'l-Kasım ile o cemaatin şiirden anladıkları mânâlar arasında esasında bir fark yoktur. Ancak susamışın rütbesindeki ayrılık farkı vardır aralarında. . . Çünkü şerefli hallerden mahrum olan veya onlara karşı susuzluk hissetmeyen, eğer onları elde ederse, bu defa onların ötesindeki şeylere karşı susayacaktır. Bu bakımdan iki mânâ arasında anlayışta bir ayrılık yok. . . Aksine değişiklik, iki rütbenin arasındadır. Ebû Bekir Şiblî de çoğu zaman şu şiiri dinlediğinde vecde kapılırdı: Sizin sevginiz hicrandır. Muhabbetiniz buğzdur. Visaliniz ayrılıktır. Anlaşmanız cenk ve harptir.

Bu şiiri, birçok yönlerden anlamak mümkündür. Onların bir kısmı hak, bir kısmı bâtıldır. O yönlerin en açığı bu mânâyı halk hakkında anlamaktır. Halbuki bunu dünyada dünyanın sırları hakkında, hatta Allah'tan başka herşey hakkında anlamaktır. Zira dünya aldatıcı ve hilecidir. Erbabını öldürücü, bâtında onlara düşman, zahirde onlara karşı sevgi gösterip sırıtan bir canavardır. Dünyadan sevgi ve sürur bakımından dolmuş bir ev varsa, o ev mutlaka ağlama ve gözyaşlarıyla dolacaktır. Nitekim bu durum haberde de varid olmuştur44 ve nitekim Ebû Mansur Sa'lebî dün yayı vasfederek şunları söylemiştir:

Dünyadan uzaklaş! Sakın ona müşteri çıkma!

Kendisiyle evleneni öldürene müşteri olma!

Vasfediciler dünya hakkında söylemişler.

Hem de çok söylemişler.

Benim yanımda dünyanın bir vasfı vardır.

Hayatımla yemin ederim, tam dünyaya yakışır.

Dünya şaraptır. Sonu ve gayesi acıdır.

İştah çekici bir merkeptir.

Sen onu yumuşak bulduğun zaman o serkeşlik yapar.

Dünya güzel bir şahıstır. Onun zahirî güzelliği halkı tesir altına alır.

Fakat onun kötü sırları ve gizli tarafları vardır. Eğer onlar halka görünürse çirkinlerin çirkinidir!

İkinci mânâ, şiiri Allahü teâlâ hakkında nefsinin kusur luluğuna hamletmektir. Zira kişi Allah Teâlâ'nın zatı hakkında düşündüğü zaman onun bu husustaki bilgisi cehalettir. Çünkü insanlar hiçbir zaman Allah'ı gereği gibi takdir edememişlerdir ve edemezler. Böyle bir kimsenin taat ve ibâdeti riyadır. Zira gereği gibi Allah için itikadda bulunmamıştır. Bu kişinin sevgisi sakattır. Zira bu kişi Allah'ın sevgisi uğrunda şehvetlerinden bir tek şehveti bile bırakmamıştır. Allahü teâlâ bir kuluna hayrı irade ederse, o kuluna nefsinin ayıplarını gösterir. O kul yukarıda geçen. beytin mânâsını kendi nefsinde görür. Her ne kadar gâfillere nisbeten yüce mertebede ise de. . . . Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Yarab! Senin kendi nefsine sena ettiğin gibi, senin sena ve hamdini sayıp yerine getiremem. 45

Muhakkak ben yirmi dört saatte yetmiş defa Allahü teâlâ'dan af talep ediyorum. 46

Hazret-i Peygamberin af talebinde bulunması, kendilerinden sonra gelecek derecelere nisbetle uzaklık dereceleri bulunan hallerden idi. Her ne kadar o haller kendilerinden önce geçmiş hallere nisbe ten yakınlık sayılsalar da. . . Bu bakımdan hiçbir yakınlık yoktur ki, onun arkasında sonsuza kadar ikinci bir yakınlık olmasın. Zira Allah'a giden seyr-ü sülûkün yolu sonsuzdur. Yakınlığın en yakın derecelerine varmak muhaldir.

Üçüncü mânâ, hallerin başlangıçlarına bakıp onlardan razı olması, sonra onların neticelerine bakıp onları küçük görmesidir. Böyle görmesi de, o hallerde gizli bulunan birtakım gurura muttali olmasındandır. Bu bakımdan bunu da Allahü teâlâ bilir. O halde şiiri Allahü teâlâ'nın kaza ve kaderinden şikayet yönünden Allah hakkında düşünür! Böyle bir dinleyiş ise küfürdür. Nitekim bunun beyanı daha önce geçmişti. Hiçbir şiir yoktur ki, onu birkaç mânâya hamletmek mümkün olmasın. Onu mânalandırmak dinleye nin ilminin çokluğuna ve kalbinin saflığına göre olur.

Dördüncü hâl: Halleri ve makamları geçip Allah'tan başkasını anlamayan bir kimsenin dinlemesidir. Hatta bu kimse nefsinin hallerinden ve işlerinden bile habersizdir. Kendisi tıpkı şuhud-i aynînin denizinde kaybolup aklını şuurunu kaybeden bir kimse gibidir. Öyle kimse ki, onun hali Hazret-i Yûsuf un güzelliğini görüp akılları başlarından gidip, hislerini kaybedip ellerini bıçaklarla kesen kadınların haline benzer. İşte sûfîler böyle bir hali 'Fena fi'n-nefs' diye tabir ederler.

Kişi nefsinden habersiz olduğu zaman, başkasından fâni olacağı şüphesizdir. Sanki kişi herşeyden habersiz ve herşeyi kay betmiş, sadece görünen 'Bir kalmamıştır. Aynı zamanda kişi şuhuddan da fâni olmuştur. Zira kalp ve şuhuda baktığı ve nefsine de görünür olarak iltifat ettiği zaman, o vakit meşhud (görünen) den gâfil olmuş olur. Bu bakımdan görünende garkolan bir kimsenin istiğrak halinde görünenin rüyetine iltifatı yoktur. Görmesini temin eden gözüne de iltifatı yoktur. Lezzet alan kalbine de iltifatı yoktur. Zira sarhoş bir kimsenin sarhoşluğundan, lezzet lenen bir kimsenin lezzetlenmesinden haberi olmaz!. . . Onun ha beri sadece lezzet aldığı şeyden olur. Buna misal olarak şu temsil gösterilebilir: Birşeyi bilmek, o şeyi bilmenin bilgisine mugayir ve muhaliftir. Bu bakımdan şeyi bilen zat, şeyi bilmenin bilgisine sa hip olduğu zaman şeyden yüz çevirmiş sayılır. Bu hal bazen mah lukun hakkında olur ve aynı zamanda Halikın hakkında da olabi lir. Fakat çoğu zaman bu hal gelip geçer, durup devam etmez, ça kan şimşek gibidir. Eğer devanı ederse beşerî kudret ona güç yeti remez. Çoğu zaman beşerî kudret onun meşakkati altında tirtir titrer ve onunla nefsi helâk olur. Nitekim Ebû Hasan Ahmed b. Muhammed Nurî bir mecliste hazır bulunduğunda, orada şu beyti dinler:

Ben daimi bir şekilde senin sevginin değişik değişik konaklarına inerim ki,

O konağa iniş anında akıllar hayret ve şaşkınlık içerisinde kalır.

Bunu dinledikten sonra kalkıp vecde tutuldu. Şuursuzca çöllere dalıp bir kamış ormanına giriverdi ki, kamışlar kesilmiş, kökleri kılıçlar gibi kalmış. . . Orada durmadan sağa sola sallanıp koşuyordu. Sabaha kadar bahsi geçen şiiri tekrarlayıp durdu. İki ayağından ise kanlar akıyordu. İki ayağı ve bacakları şişti. Bu hâ diseden sonra birkaç gün yaşayıp öldü.

İşte bu derece, sıddîkların anlayış ve vecd derecesidir ve derecelerin en yücesidir. Zira haller üzerindeki dinleme kemâl derecele rinden kaynaklanır. Bu dereceler ise beşerî sıfatlarla katışıktır. O ise, bir nevi kusurdur. Ancak kemâl odur ki, kişi tamamen nefsin den ve hallerinden habersiz olsun. Nitekim Hazret-i Yusuf hâdisesinde bahsi geçen kadınların ne ellerine ve ne de bıçaklara iltifatları kalmadığı gibi. . .

Bu bakımdan böyle bir kimse Allah için dinler, Allah ile dinler ve Allah hakkında dinler ve Allah'tan dinler. Bu rütbe hakikatlerin engin dalgalarına dalan kimsenin rütbesidir. Hallerin ve amellerin sahiline geçen, Tevhîd safasıyla birleşen, katıksız ihlasla tahakkuk eden, kendisinde asla birşey kalmayan, beşeriyeti tamamen sönüp kül olan, beşerî sıfatlara müstakil olarak bakması tamamen yok olan bir kimsenin derece sidir. Ben kişinin fenasından cesedinin yok olmasını değil, kalbi nin fenasını kastediyorum.

Kalpten gayem, et ile kandan ibaret olan nesne değildir. Aksine ince bir sırdır ki, zahirî kalbe doğru onun gizli bir nisbeti vardır. O nisbetin ardında Allah'ın emrinden olan ruhun sırrı bulunmak tadır. Onu tanıyanlar tanımış, tanımayanlar ise, cahil kalmıştır. Bu sırrın bir varlığı vardır. İşte o varlığın sûreti orada hazır bulu nan nesnedir. Bu bakımdan orada başkası bulunursa sanki varlık orada hazır bulunan için sözkonusudur.

Bunun misali berrak aynadır. Zira aynanın esasında bir rengi yoktur. Aksine onun rengi onda hazır bulunanın rengidir. Şişe de böyledir. Zira şişe, içinde bulunanın rengini gösterir. Şişenin rengi, içinde hazır bulunan maddenin rengidir. Esasen şişenin bir sûreti yoktur. Onun sûreti sûretleri kabul etmesidir. Onun rengi ise, renkleri kabul kabiliyetidir. Kalpte bulunan bu hakikati, orada hazır bulunana izafeten, şairin şu şiiri açıklar:

Cam inceldi, şarap inceldi. Biri diğerine benzedi, ayırdedilmeleri güçleşti. Sanki şarap var, kadeh yok, sanki kadeh var, şarap yok!

Bu makam mükaşefe ilimlerinin makamlarındandır. Hulul ve ittihad iddiasında bulunanın hayali buradan kaynaklanarak dedi ki: Ene'l Hak! Bu hayalin etrafında hristiyanların konuşması, la hut (Allah) ile nasutun (beşerin) birleşme davasındaki konuşmaları fısıldamaktadır veya nasut, lahutu bir kaftan gibi giymiştir veya nasut (beşer) lahuta (Allah'a) hulul etmiştir. Bütün bu değişiklilder, onların değişik ibarelerine binaendir. Bu ise sırf hatadır. Aynanın kırmızılığına hükmedenin yanlışlığına benzer. Ayna için böyle hükmeden karşıya bakmış orada kırmızı renk görmüş de ondan böyle hükmediyor. Bu muamele ilmine sığmadığından ve uygun bir bahis olmadığından dolayı, biz esas hedefe dönelim. İşte biz dinlenilenlerin anlamındaki değişik dereceleri belirttik.

II. Makam/Vecd

Vecdin hakikati ve mahiyeti hakkında halkın uzun konuşması vardır. Halktan sûfileri ve dinleme ile ruhlar arasındaki münasebet yönüne bakan hakimleri kastediyorum. Bu bakımdan biz, onların sözlerinden, lafızlar ve deyimler nakledelim. Sonra oradaki hakikati keşfetmeye çalışalım.

Sûfilerin Sözleri

Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: 'Semâ hakkın bir elçisidir. Kalpleri Hakk'a doğru sevketmek için gelmiştir. Bu bakımdan ona hakkıyla kulak kabartan ve dinleyen bir kimse hedefe varır. Nefis ve tabiatla onu dinleyen bir kimse zındıklaşır!'

Sanki Zünnun-i Mısrî vecdi, kalpleri Hakk'a doğru tahrik etmekten ibaret olarak görmektedir. Zira Hakk'ın elçisi geldiği zaman, Zünnun bunu görmüştür. Zira semâya 'Hakkın elçisi' de mesi de böyle gördüğünü ifade eder.

Ebû Hüseyin Dirac sernâ'da gördüğü hakikatten haber vererek şöyle demiştir: 'Vecd dinlemek anında mevcut olandan ibarettir'. Sonra devamla şunları söyledi: 'Dinlemek beni hâl ve heybet mey danlarında gezdirip bahşiş olarak bana Hakk'ın varlığını gösterdi. O da safa kadehiyle bana içirdi. Onunla rıza konaklarına vardım; Vecd tenezzüh ve genişlik bahçesine çıkardı. '

Şiblî (bazı nüshalarda Sa'lebî) şöyle demiştir:'Teganninin za hiri, fitnedir. İçi ise ibrettir. Bu bakımdan işareti bilen bir kimse için ibareyi dinlemek helâl olur. Aksi takdirde ibareyi dinlemek fitneyi çağırır ve insanı belaya maruz bırakır'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Teganni dinlemek marifet ehli için ruhların gıdasıdır. Çünkü teganni diğer amellerden incelip gizle nen bir vasıftır. İnceliğinden ötürü tabiatın inceliğiyle, saflığıyla idrak olunur'.

Amr b. Osman el-Mekkî şöyle demiştir: 'Vecdin keyfiyeti hiçbir ibare ile anlatılamaz. Çünkü vecd, yakın ve Mü'min kulların nez dinde Allah'ın bir sırrıdır'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Vecd Hak'tan keşiflerdir'.

Ebû Said b. Arabî şöyle demiştir: 'Vecd, perdenin kaldırılması, murakıbın müşahedesi, anlayışı, huzur-u gaybın mülahaza ve gö zetmesi, sırrın muhadesesi, gaybm ünsiyetidir. Sen sen olduğun için vecd senin faniliğindir'.

Yine şöyle demiştir: 'Vecd Allah marifetinde ihtisas sahibi kılınanların derecelerinin ilkidir. Gaybı tasdik etme mirasıdır. Onlar vecdi zevk edip vecdin nûru kalplerinde parladığı zaman her şek ve şüphe kalplerinden sökülür'.

Yine şöyle demiştir: 'Vecd perdeleyen nefsin ilgi ve sebeplerle alâkadar olmasının eserlerinin görünmesidir. Zira nefis, sebeple riyle perdelidir. Sebepler kesildiği zaman zikir hulûsa erdiği, kal bin ayıldığı, incelip saflaştığı ve kalpteki va'z u nasihat karar kıldığı, kalp münâcaatın yakın bir yerine indiği, muhatap edindiği, dinleyen kulak, hazır olan kalp, zahir olan sır ile hitabı dinlediği zaman, işte o zaman boş bulunduğu şeyi müşahede eder. Müşahede edilen o şey vecddir. Çünkü kalbin yanında yok olan birşey var olmuştur. (Vecd de bu demektir) '.

Vecd odur ki, korkutucu bir hatırlamanın, heyecan verici bir korkunun, herhangi bir kayıştan ötürü bir serzenişin veya latife ile bir konuşmanın veya bir faydaya işaret etmenin, kaybolan bir şevkin üzüntüsünün, geçmiş zamandan dolayı pişmanlığın mey dana gelmesi, vacibe çağırıcının veya sır ile münâcaatın bu lunduğu bir zamanda mevcut olan şeye vecd denir. Vecd demek zahiri zahirle, bâtıni' bâtınla, gaybı gaybla, sırrı sır ile karşılaştırmak, lehinde olanı aleyhinde olanla ortaya çıkarmak demektir. Vecd, senin elde etmek için gayret sarfetmeni gerektiren ve daha önce yazılan şeydendir. Bu bakımdan bu senden olduktan sonra senin için yazılır. Kıdemsiz kıdemin sabit olur. Zikirsiz zik rin karar bulur. Zira nimeti ilk başta veren, seni sevk ve idare eden O'dur. Bütün işler O'na döner. İşte bu vecd ilminin görünür ta rafıdır.

Sûfîlerin vecd hakkında bu tür konuşmaları oldukça çoktur. Hükemanın Sözleri

Onlardan biri şöyle demiştir: 'Kalpte şerefli bir fazilet vardır. Nutk (konuşmak) kuvveti onu lafızlarla çıkarmaya güç yetiremez. Bu bakımdan nefis onu tegannilerle çıkartır. O belirince nefis se vinir ve ona karşı atılır. Bu bakımdan nefisten dinleyiniz. Onunla münâcaat ediniz. Zahirîlerin münâcaatmı terk ediniz'.

Bazıları da şöyle demişlerdir: 'sema'nın neticeleri, görüş ve düşünceden aciz olanı harekete geçirmek, fikirlerden uzaklaşanı düşünce sahasına çekmek, yorulmuş zihin ve görüşleri kes kinleştirmektir ki kaybettikleri geri gelsin, acizliği kuvvet bulsun, bunalmışlığı durulsun. Her görüş ve niyet de alabildiğine yürü sün. Bazen isabet, bazen de yanlışlık yapılsın. Gelsin, tehir olmasın'.

Başka biri de şöyle demiştir: 'Fikir belli olan ilme götürdüğü gibi, dinlemek de kalbi ruhanî âleme götürüp kapısını çaldırır'.

Başka birine nağme ve vuruşların vezninin ahenginde azalarının tâbii olarak hareket etmesinin sebebi sorulduğunda şöyle demiştir: 'Bu aklî bir aşktır. Aklî aşık ise iskeletin bir parçası olan dil ile maşukunu çağırmaya muhtaç değildir. Aksine onu, gülüm semekle sevindirir ve münâcaatta bulunur. Göz kırpmakla kirpiklerin ince hareketleriyle' kaşlarla ve işaretlerle münâcaat eder. Bütün bunlar konuşurlar ve birer ruhanîdirler. Hayvaniyete men sup olan aşık ise iskelete ait olan mantığı kullanır ki, o mantıkla zayıf şevkinin zahirini ve semeresini tabir edebilsin. Zayıf aşkını ifade etsin'.

Başka biri de şöyle der: 'Üzülen bir kimse nağmeleri dinlesin. zira Üzüntü nefse girdiği zaman nûrunu söndürür. Nefis se vindiği zaman nûru parlar. Sevinmesi görünür. Bu bakımdan kabul edende kabuliyet miktarınca iştiyak görünür. Bu ise kalbin saflığı, hile ve dünya kirlerinden temiz olması miktarmca takdir edilir'.

Semâ ve vecd hakkında söylenilen sözler pek çoktur. Hepsini zikretmek sûretiyle çoğaltmanın hiçbir mânâsı yoktur Bu bakımdan biz vecdin neden ibaret olduğunu anlatmaya çalışalım. Vecd semânın neticesi olan bir halden ibarettir. Vecd semânın akabinde hakkın yeni gelen bir elçisidir. Dinleyen nefsinde onu gö rür. O hâl ise iki kısımdan uzak ve boş değildir: Zira o hâl ya mükaşefe ve müşahedelere dönüşecektir böyle bir hâl ilim ve ikazlar türünden ve nevindendir veya o hâl ilimlerde olmayan şevk, korku, üzüntü, ızdırap, sevgi, esef, pişmanlık, açıklamak ve dur gunluk gibi olan ve ilimlerden olmayan hâl ve değişimlere dönüşür. Bütün bu halleri, teganninin dinlenmesi kabartır ve tak viye eder. Eğer dinlemek, zahiri tahrik etmekte tesir etmeyecek veya teshir etmeyecek veya hali değiştirmeyecek kadar zayıf ise, veya âdetinin hilafına hareket eder veya gelir veya nazardan, nu tuktan ve hareketten, âdetinin hilafı üzerine sükûnet bulursa, o zaman onun ismine vecd denilmez.

Eğer zahirin üzerine tebellür ve terettüb ederse, buna vecd denir. Zahiri değiştirmesi ve tahrik etmesi gelişinin kuvveti hasebiyle ya zayıf veya kuvvetli olacaktır. Zahirin bozulması ve değişmeden korunması, vecde tutulan kişinin kuvveti ve azalarını zapt u rapt altında bulunduracak kudreti nisbetindedir. Bazen vecd, bâtında güçlenir. Sahibi güçlü olduğu için zahirde bir değişme meydana gelmez. Bazen de gelenin zayıflığı ve tahrik etmesinin az ol masından ötürü açığa çıkmaz ve görünmez. Çünkü birleşme düğümünü çözmeye kudreti yoktur! Birincinin mânâsına Ebû Said b. Arabî işaret etmiştir. Zira vecd hakkında şöyle demiştir: 'Vecd kontrol edenin müşahedesi, anlayışın huzuru ve gaybın mülaha zasıdır'. Bu bakımdan semâ 'dan önce keşfolunmayan bir eserin keşfine semâ sebep olabilir. Zira keşif birkaç sebeple meydana gelir. O sebeplerden birisi ikaz etmektir. Teganni dinlemek ise kişinin teganniden önce haklarında gâfil bulunduğu birçok işe dikkatini çekip ikaz edicidir.

O sebeplerden biri de hallerin değişmesi, nefsinde müşahede ve idrak etmesidir. Zira halleri idrak etmek de vecdin gelmesinden önce malum olmayan birçok işin izahını ifade eden bir tür ilimdir.

O sebeplerden biri de kalbin saflığıdır. Semâ kalbin tasfiyesinde müsbet tesir ve etki yapar. Kalbin tasfiyesi ise keşfe sebep olur.

O sebeplerden biri de semanın kuvvetiyle kalbin coşmasıdır. Bu bakımdan kalp, bu coşuştan ötürü, o kuvvetten önce aciz olduğu şeylerin müşahedesine kuvvet kazanır. Nitekim devenin, sürücü sünün nağmelerini dinlemeden önce taşıyamadığı yükü, nağmeler sayesinde taşımaya muktedir olduğu gibi. . . Kalbin ameli daima keşfetmek ve melekut âleminin sırlarını mülahaza edip düşünmektir. Nitekim devenin de ameli ağır yükleri taşımak olduğu gibi. . Bu bakımdan bu sebepler vasıtasıyla semâ keşfe se bep olur. Hatta kalp saflığa kavuştuğu zaman, çoğu kere müşahede sûretinde hak kendisine görünür veya manzum bir lafzın içinde kulağına gelir ki eğer insan uyanıkken duyulursa bu hatif (gaibden gelen ses) diye tabir edilir. . . Eğer uyku halinde duyulursa, rüya diye tabir edilir. Bu ses nübüvvetin (peygamberliğin) kırkaltı parçasından bir parçadır. Bunun tedkik ve tahkiki muamele ilminin dışındadır.

Nitekim Muhammed b. Mesruk el-Bağdadî şöyle demiştir: 'Cahiliye günlerimde bir gece sarhoş olduğum halde çıktım. Ben o anda şu şiiri terennüm ediyordum

Tur-i Sina'da bir üzüm bağı var ki oraya uğradığında O üzüm sularını bırakıp, su içen kimseye şaşarım!

O anda birinin şöyle dediğini duydum: 'Cehennemde bir su var ki o suyu içenlerin içinde barsak denen birşey bırakmaz!'

Muhammed b. Mesruk diyor ki: 'Bu söz benim tevbemin, ilim ve ibadete yönelmemin sebebi oldu'.

İşte teganni bir kalbin tasfiyesine nasıl tesir etti ki, cehenne min sıfatı hakkında hakîkat kendisine belirip anlaşılır, vezinli bir lafzın içinde tahakkuk etti ve bu lafız onun zahiri kulağına gelip girdi.

Müslim Abadanî şöyle demiştir: Bir ara Salih el-Merî, Utbet'ul Gulam, Âbdülvahid b. Zeyd ve Müslim el-Esvarî yanımıza geldiler. Deniz, sahilinde konakladılar. Ben bir gece onlar için yemekhazırladım. Onları yemeğe davet ettim, onlar da geldi. Yemeği önlerine getirdiğim zaman, bir şair sesini yükselterek şu beyti okudu:

Ebedıyyet evinden, yemekler seni meşgul mü ediyor?

Kılavuzluğu fayda vermeyen nefsin lezzeti seni meşgul mü ediyor?

Ravi der ki: 'Utbet'ul-Gulam bağırarak düşüp bayıldı. Diğerleri ise, ağlamaya başladılar. Ben yemeği önlerinden kaldırdım. Allah'a yemin ederim onlar o yemekten bir lokma dahi tat madılar'.

Nitekim kalbin saflığı halinde gaibden ses duyulur ve göz ile Hızır'ın sûreti görülür. Zira Hızır, kalp sahiplerine çeşitli sûretlerde görünür. Böyle bir durumda da melekler peygamberlere te messül edip görünürler. Ya sûretlerinin hakikati veya sûretlerini bazı yönlerden hikaye eden bir misal üzerine. . .

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) iki defa Cibril'i esas sûretinde gördü ve Cebrail'in bütün gökleri doldurduğunu haber verdi. Allahü teâlâ'nın va'd-i ilahîsi budur:

Ona kuvvetleri pek çok olan (Cebrail) öğretti. Öyle ki, gö rünüşü güzel olup hemen hakikî şekli üzere doğruldu. O (Cebrail) yüksek ufukta idi. (Necm/5-7)

Saflıktan olan bu hallerin benzerinde, kalplerde gizli olanlara ulaşılır. Bazen bu ıttıla teferrüs diye tabir edilir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Mü'min bir kimsenin ferasetinden sakınınız. Çünkü o, Allah'ın nûruyla bakar,47

Hikâye ediliyor ki, ateşperestlerden birisi müslümanlar arasında gezerek, Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) , 'mü'minin ferasetinden çekininiz' hadîsinin mânâsını soruyordu. Müslümanlar ona kendi bilgilerine göre tefsirini söyledikleri halde o bir türlü ikna olmu yordu. Bu hâl, sûfîlerden bir şeyhe varıncaya kadar devam etti. O şeyhe varıp bu hadîsin mânâsım sordu. Şeyh kendisine şöyle cevap verdi:

Elbisenin altında bağlamış bulunduğun zünnarı çekip atmandır.

- Evet doğru söyledin! İşte mânâsı budur!

Böylece müslüman oldu ve İşte şimdi anladım ki, sen Mü'minsin ve senin îmanın haktır' dedi.

İbrahim Havas şöyle anlatır: Bağdad'da camide fakirlerden bir cemaatin arasında bulunuyordum. O esnada güzel kokulu, güzel yüzlü bir genç geldi. Arkadaşlarıma dedim ki: 'Bu gencin yahûdî olduğu kalbime geliyor'. Aralarında bulunduğum cemaat o genç hakkındaki söylediğim sözden hoşlanmadılar. Sonra ben çıktım. O genç de çıktı. Sonra o genç onlara geri döndü ve 'Şeyh benim hakkımda ne söyledi?' diye sordu. Onlar kalbi kırılmasın diye birşey söylemediler. Fakat genç ısrar etti. Sonunda gence 'Senin yahûdî olduğunu söyledi' dediler. Bu konuşmadan sonra genç bana geldi. Elimi başımı öpüp müslüman oldu ve şöyle dedi: "Biz (yahûdîler) kitaplarımızda Sıddîk'ın ferasetinin yanlış çıkmayacağını okuyoruz. Ben müslümanları imtihan etmeyi düşündüm ve dedim ki; 'eğer müslümanlar içerisinde sıddîk bir kimse varsa, muhakkak şu taifenin içindedir'. Çünkü bu grup Allah'ın kelâmını okuyorlar. İşte bu niyetle ben sizi denemek mak sadıyla geldim. Şeyh benim durumuma muttali olup hakkımda fe rasetini kullandığı zaman anladım ki, o sıddîktır". Ravi der ki, bu genç daha sonra îman edip sûfîlerin büyüklerinden oldu.

Eğer şeytanlar Ademoğulları'nın kalpleri etrafında gezme Seydiler, muhakkak ki, onlar göklerin melekut âlemini sey redebileceklerdi. 48

Şeytan kalpler kötü sıfatlarla dolu ise, onların etrafında dolaşır! Çünkü böyle kalpler, şeytanın ve ordusunun merası ve otlağıdır. Kalbini bu sıfatlardan arındıran bir kimsenin ise kalbi nin etrafında şeytan gezmez. Nitekim Allahü teâlâ şöyle bu yurmuştur:

Ancak içlerinden ihlasa sahip Mü'minler müstesna. (Hicr/40)

Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Sen ancak sana uyan azgınları saptırabilirsin) .

(Hicr/42)

Semâ kalbin saflaşmasına sebeptir. Kalp o saflık vasıtasıyla hakkın avlanması için kullanılan bir ağdır. Gelecek rivâyet buna işaret eder: Zünnun-i Mısrî Bağdad'a vardı. Sûfîlerden bir grup be raberlerinde şarkıcı biri olduğu halde ziyaretine geldiler. Şarkıcının kendilerine bir şeyler okuması için izin vermesini iste diler. Zünnûn izin verdi:

Senin küçük aşkın bana azap verdi!

Acaba o aşk geliştiği, kalbimi istila ettiği zaman ne yapacak?

Sen daha önce ortak olan bir aşkı benim kalbimde topladın.

Acaba üzüntüsüz bir kimsenin güldüğü zaman, ağlayan mahzun bir kimse için hiç şefkatin yok mu?

Bu sözleri söyledikten sonra Zünnûn-i Mısrî yerinden fırladı, ardından yüzü üstü yere yığıldı. Sonra bir kişi yerinden zıpladı. Zünnûn o kişiye şöyle hitap etti: 'Kalktığında O seni görür'. Bu söz üzerine kişi oturdu. Zünnûn Allah'ın inayetiyle o kişinin kalbine muttali oldu. Onun zoraki şekilde vecde kendisini kaptırmak is tediğini bildi ve böyle yapmamasını ihtar ederek, ona 'Allah için değil de başka birşey için kalktığın zaman seni gören Allah senin hasmın olacaktır' hakikatini bildirdi. Eğer kişi bu kalkışında doğru olsaydı, muhakkak gerisin geri oturmazdı. Bu bakımdan böylece vecdin semeresi keşiflere ve hallere dönüşüverdi.

Keşif ve hallerin herbiri, insanoğlu onlardan uzaklaştığı zaman tabir etmesi mümkün olmayan ve tabir etmesi mümkün olan diye kısımlara ayrılır. Umulur ki, sen hakikatini bilmediğin bir hâli veya ilmi uzak göresin ki bu ilmin hakikatini izah etmek mümkün değildir. Bu bakımdan sen onu uzak görme! Çünkü sen en yakın durumlarında bile varlığına ve hak olduğuna dair birçok deliller görüyorsun.

İlme gelince, nice fakîhler vardır ki sûrette birbirine benzer iki mesele kendisine arzolunur. Fakih zevkiyle bu iki meselenin arasında hükümde fark olduğunu idrak eder. Fakat fakihe bu farkın yönünü birleştirmekte yardımcı olmaz, velev ki fakih insanların en beliği olan bir kimse olsun. Bu bakımdan o fakih ancak zevkiyle farla idrak eder, fakat o farkın tabir ile belirtilmesi kendisi için mümkün değildir. Fakihin 'farkı idrak etmesi bir ilimdir. Zevk ile o ilimi kalbinde bulur ve o ilmin kalbine doğmasının bir sebebi olduğundan ve onun Allah nezdinde de bir hakikati olduğundan şüphe etmez. O hakikati haber vermek, kendisi için mümkün değildir. Fakat bu imkansızlık lisanındaki kusurdan ileri gelmez. Aksine mânânın esasında ibarenin yetişebileceğinden daha ince olduğundandır! Daima zor meseleleri mütalaa edenler bu kadarını idrak etmişlerdir.

Hale gelince, nice insan vardır ki sabahladığı vakitte, kalbinde 'kabz' veya 'bast' idrak eder. Fakat bir türlü onun sebebini bilemez. Bazen de bir insan birşey hakkında düşünür. O düşünce onun nef sinde bir eser meydana getirir. Dolayısıyla o sebebi unutuverir. O eser ise, nefsinde baki kalır ve onu hisseder. Bazen de hissettiği hâl, sevgiyi gerektiren bir sebep hakkında düşündüğünden ötürü nefsinde görünen bir sevinç olur veya bir üzüntü olur ki esas hakkında düşünüleni unutur ve fakat onun eserini hisseder.

Bazen de hâl garip bir hâl olur ki, sürur ve üzüntü lafızları onu ifade etmekten aciz kalırlar. Maksudu tam mânâsıyla belirten bir ibare bulunmaz ki onunla ifade edilsin. Vezinli şiir ile vezinli şiirin zevki o şiir ile vezinli olmayan kelâmın arasındaki farkı an cak bir kısım insanlar bilir, diğer bir kısmı bilmez. Bu öyle bir haldir ki, ancak zevk sahibi bunu idrak eder. Hem de şüphesi kalmayacak derecede idrak eder, Bu halden, vezinli konuşmak ile rast gele konuşmanın arasındaki ayrılığı kastediyorum. Bu bakımdan zevki olmayan bir kimse o kelâmla kastettiğini açığa kavuşturacak tabir imkânından mahrumdur. İşte nefiste böyle ga rip haller vardır. Bunlar o hallerin vasıflarıdır; Hatta, korku, üzüntü ve sürurdan ibaret olan meşhur mânâlar, ancak mânâsı anlaşılan bir tegamıinin dinlenilmesinden hasıl olur.

Evtar (telli sazlar) ve mânâsı anlaşılmayan diğer nağmelere gelince, onlar ancak nefiste acaip bir tesir bırakırlar. O tesirlerin acaipliklerini anlatmak mümkün değildir. Bazen onlara şevk tabiri yakıştırılır. Fakat o 'şevk' ki sahibi 'müştak'ı tanımıyorsa acaibin ta kendisidir. Kalbi telli sazı, şahin ve benzerini dinlemekle harekete gelen bir kişi ise, neye müstehak olduğunu idrak edemez. Ancak nefsinde bir 'hâl' hisseder! Sanki o hâl kendisinin bilmediği bir 'işi' ister. Hatta böyle bir durum halk tabakasında bile vaki olur. Kalbine ne bir insanın ne de Allahü teâlâ’nın sevgisi hâkim olma yan kimseler dahi bu hale tesadüf ederler. İşte bunun bir sırrı vardır. Her 'şevkin iki 'rükn'ü vardır: Birinci rükn müştakın sıfatıdır. Bu da aşık ile maşukun bir tür münasebetidir. İkincisi, maşukun marifeti ve ona varmanın sûretinin marifetidir.

Eğer şevkin varlığına sebep olan sıfatlar, maşukun sıfatını bilmek de mevcut ise bu takdirde durum apaçıktır. Eğer maşuk bilinmez fa kat teşvik edici sıfat bulunursa ve o sıfat kalbini harekete geçirip ateşini alevlendirirse böyle bir durum şüphesiz ki dehşet ve hayreti doğurur. Eğer bir insan, kadın görmeksizin, cima nedir bilmeksi zin tek başına bir yerde yetişirse, sonra ergenlik çağma varıp şehvet kendisine galebe çalarsa, mutlaka bu kimse, nefsinin şehvet ateşini hisseder. Fakat cinsî münasebete iştiyak duyduğunu bil mez. Çünkü cinsî ilişkinin sıfatını ve kadının vasıflarını bilmez. İşte böylece insanoğlunun nefsinde en yüce âlem ile bir münasebet vardır. Sidret'ül-Münteha'da. ve Firdevs-i Âlâda va'dedilen lezzetlerle bir ilgisi vardır. Fakat insanoğlu bunlardan sıfat ve isimleri hayal edebilir. Tıpkı cinsî ilişkinin lafzını ve kadının ismini duyup hayatında hiçbir kadının şeklini ve hiçbir erkeğin sûretini, hatta aynada kendi nefsinin sûretini görüp de onunla mukayese yapa bilmekten mahrum olan bir kimse gibi. . .

Bu bakımdan teganni dinlemek şevki tahrik eder. İfrat dere cede cehalet, dünya ile meşgul olmak kişiye nefsini dolayısıyla rab bini unutturmuştur. O halde kalbi, kendisinin bilmediği birşeyi kendisinden istiyor demektir. Dolayısıyla dehşete kapılıp hayrete giriftar olur. Çalkalanıp sallanır. Tıpkı kurtuluş yolunu bulama yan ve boğulmak üzere olan bir kimse gibi. . Bu ve buna benzer hallerin hakikatlerinin tamamı idrak edilmeyen hallerdendir. Bu hallerle sıfatlanmış bir kimsenin bunları izah etme imkanı yoktur. Bu bakımdan vecdin açıklaması mümkün olan ile açıklaması müm kün olmayan kısımlara ayrılması böylece ortaya çıkmış olmak tadır.

42) Tirmizî, İbn Mâce

43) Ebû Bekir Muhammed b. Davud Dineverî Şam'ın büyük şeyhlerindendir. H. 350 senesine kadar yaşamıştır.

44) İbn Mübarek, (İkrime b. Ömer'den)

45) Müslim

46) Zikir bölümünde geçmişti.

47) Tirmizî

48) Oruç bölümünde geçmişti.

6. Vecd'in Kısımları

Vecd de hacim (tekellüfsüz gelen) ve mütekellef (zorla gelen) diye iki kısma ayrılır. Bu son kısma tevâcud ismi de verilir. Bu zo raki tevacud'un bir kısmı kötüdür. Kötü olan kısmı, kendisiyle riya ve iflasla beraber şerefli hallerin açıklaması kastolunan kısımdır, Bir kısmı da mahduddur. O da şerefli halleri çağırmak, hile yoluyla çalışıp celbetmek için vecde tevessül etmektir! Zira çalışmanın şerefli hallerin kazanılmasında tesiri vardır. Bunur içindir ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Kur'ân okuyup ağlaması gelmeyer bir kimseye kendisini ağlar ve üzüntülü göstermesini' emretmiştir. Çünkü bu hallerin, bazen başlangıçlarında zorakilil vardır. Fakat sonradan, bilfiil tahakkuk ederler. Tekellüf zorla getirilen halin sonunda kişide tabiileşmesine nasıl sebep olmasın Oysa Kur'ân'ı öğrenen bir kimse önce onu 'zorla' hıfzeder. Tan düşünmekle, zihnini hazır etmekle beraber onu 'zorla' okuyabilir.Sonra Kur'ân okumak onun dilinin daimi bir âdeti haline gelir.Hatta kalbi gâfil olduğu halde, ister namazda ister başka yerlerde dili kendi kendine Kur'ân okur. Bazen surenin tamamını okuyup sonuna vardığı zaman adam kendine gelir ve bilir ki, bu sureyi gaflet halinde okumuştur.

Yazar da böyledir. Başlangıçta zorlukla yazar, sonra eli yazıya alışır. Yazmak onun için tabiileşir. Kalbi başka birşey düşünürken ve tamamen kendisini o şeyi düşünmeye kaptırdı halde eli birçok sayfa yazar. Bu bakımdan nefsin ve azaların yüklendiği bütün sıfatları elde etmenin yolu ancak tekellüf ve zorluktan geçer. Başta tasannu yapar, sonra âdet ile kendisi tabiileşi İşte seleften birinin 'Âdet beşinci bir tabiattır' demekten maksaı budurr. Böylece şerefli hallerde olmadıkları zaman, ümitsiz olma uygun değildir. Aksine teganni dinlemek ve başka yollaı başvurmak sûretiyle onlara sahip olmak için çeşitli zorlukları denemesi gerekir. Zira âdetler cümlesinden olarak görülmüştür ki, biri bir şahsa aşık olmak ister Fakat bir türlü kalbinde onun sev gisi yoktur. Buna rağmen nefsinde onu anlar, ona daimi bir şekilde bakar ve güzel vasıflarını görür. Ona aşık oluncaya kadar, onun güzel ahlâklarını nefsinde hazır bulundurur. Böylece kendi iradesinin sınırını aşacak kadar kalbinde bunu yerleştirir, fakat bundan sonra ondan kurtulmak istese de artık kurtulamaz.

İşte Allahü teâlâ'nın sevgisi ve onun mülâkatına karşı duyulan şevk de böyledir. O'nun kahrından korkmayı ve diğer şerefli halleri insan kaybettiği zaman bu hallerle sıfatlanmış kimselerin meclislerinde oturmak sûretiyle onların hallerini müşahede etmek, sıfatlarıyla nefsini güzelleştirmek, teganni dinlerken onlarla bera ber oturmak, Allah'a yalvarış ve duada onların beraberinde bu lunmak sûretiyle kendisini zorlayıp yitirdiği o sıfatları kazanmaya çalışmalı ve Allahü teâlâ'dan bunların sebeplerini kendisine ko laylaştırmak sûretiyle o hali kendisine nasip etmesini dilemelidir.

Salihler, korkanlar, iyilik yapanlar, Allah'a iştiyak duyanlar ve kalbi huşu ve huzur içinde bulunanlarla oturmak bu halin ol masının sebeplerindendir. Bu bakımdan bir şahısla oturan bir kimseye, farkında olmadan o şahsın sıfatları sirayet eder. Sevgi ve diğer hallerin sebeplerle kazanılmasının imkânlarına Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu duası delâlet eder:

Ey Allahım! Bana kendi sevgini ve seni sevenin sevgisini ve beni senin sevgine yaklaştıranın sevgisini rızık olarak ihsan et. 49

İşte görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) sevginin istenmesi hususunda duaya başvurmuştur. Buraya kadar vecdin keşiflere ve hallere ayrılmasının izahı ile ifade edilmesi mümkün olan ve ol mayana ayrılmasının ve zorla elde edilen ile tabî olarak elde edilen kısma ayrılmasının açıklaması yapılmıştır.

İtiraz: Bu vecde tutulanlar neden Kur'ân'ı dinledikleri zaman vecde kapılmıyorlar? Oysa Kur'ân Allah'ın kelâmıdır. Fakat te ganni anında vecde kapılıyorlar. Oysa teganni şairlerin kelâmıdır.

Eğer hakîkaten vecd iddia edildiği gibi, Allah'ın lütfundan gelen bir hakîkat olsaydı, şeytandan gelen bir bâtıl olmasaydı muhakkak ki ancak yaratıkların sevgisinden, mahlukun aşkından gelen bir vecd olurdu.

Cevap: Hakîkî vecd Allahü teâlâ'nın sevgisinin çokluğundan ve salikin doğru iradesinden ve Allah ile kavuşmanın şevkinden kaynaklanır. Böyle bir vecd Kur'ân'ın dinlenilmesiyle harekete geçmeyen vecd ise, ancak yaratıkların sevgisinden, mahlukun aşkından gelen vecddir Nitekim iyi bilin ki Allah'ın zikriyle kalpler itminana kavuşur' ve 'Allah, sözün, en güzelini, birbirine ben zer, ikişerli bir kitap halinde indirdi. Rablerinden korkanların de rileri ondan ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah'ın zikrine yumuşar' (Zümer/23) ayetleri de buna delâlet eder.

Dinlemenin sonunda, dinlemekten ötürü nefiste oluşan herşey vecd'dir. Bu bakımdan nefisteki itminan, ürperme, korku, kalbin yumuşaması, bütün bunlar vecddir.

Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korkar. (Enfa1/2)

Eğer biz bu Kur'ân'ı bir dağın üzerine indirseydik kesinlikle o dağın Allah korkusundan paramparça olduğunu görür dün! (Haşr/21)

Bu bakımdan korku ve huşû, hallerin türünden olan bir vecd dır. Her ne kadar keşifler kabilinden olmasa da. . . Fakat bazen keşiflerin sebebi olur. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber şöyle bu yurmuştur:'Kur'ân'ı seslerinizle süsleyin'. 50

Hazret-i Peygamber Ebû Musa el-Eş'arî hakkında şöyle demiştir 'Ona Âl-i Dâvud'un mizmarlarından bir mizmar verilmiştir'. 51

Kalp sahiplerinin Kur'ân'ı dinledikleri zaman vecd kapıldıklarına delâlet eden hikayelere gelince, bunlar çoktur Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Hûd suresi ve kardeşleri bulunan diğer (sureler) beni ihti yarlattı. 52

Zira ihtiyarlık korku ve üzüntüden olur. Bu ise vecdin ta kendi sidir. Rivâyet ediliyor ki, İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) huzurunda Nisa sûresini okudu. 'Her ümmetten birer şahid getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahid yaptığımız zaman bakalım kâfirlerin hali ne olacak?' ayetine vardığı zaman Hazret-i Peygamber İbn Mes'ûd'a 'yeter' dedi. Hazret-i Peygamberin iki gö zünden yaşlar akıyordu.

Başka bir rivâyet şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu ayeti oku yunca (veya Hazret-i Peygambere okununca) bağırarak yere düşmüştür:

Zira bizim yanımızda bukağılar ve (içine girecekleri) bir ateş, boğaza takılıp kalan bir yiyecek ve ayrıca bir azap da vardır. (Müzemmil/12-13)

Yine bir başka rivâyette Hazret-i Peygamberin şu ayeti okuyup ağladığı bildirilmektedir:

Eğer onlara azap verirsen, muhakkak ki onlar senin kullarındır. (Mâide/118)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir rahmet ayetini okuduğu zaman, dua eder ve sevinirdi. Sevinmek ise vecdin ta kendisidir. Allahü teâlâ vecd ehlini Kur'ân ile överek şöyle buyurmuştur:

Peygambere indirileni dinledikleri zaman hakkı an ladıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup boşaldığını gö rürsün. Onlar şöyle derler: Ey rabbimiz! Îman ettik! Şimdi bizi şehâdet getirenlerle beraber yaz'. (Maide/83)

Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) göğsü kaynayan kazan gibi ses çıkardığı halde namaz kılardı. 53 Kur'ân ile sahabe ve tabi inin vecde kapılması hakkında nakledilen hâdiseler çoktur. Onların bir kısmı Kur'ân'ı dinlediği zaman gayri ihtiyari olarak bağırırdı. Bir kısmı ağlar, bir kısmı bayılırdı. Hatta bir kısmı da ve fat etmiştir.

Rivâyet ediliyor ki Zürare b. Ebi Evfa54 Rakkâ şehrinde halka imamlık yapıyordu. Bir ara 'Sur'a üfürüldüğü zaman' (Müddes sir/8) ayetini okudu. Gayr-i ihtiyari olarak bağırdı ve mihrabda düşüp öldü.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) birinin 'muhakkak ki, senin rabbinin azabı vaki olacaktır. Ona mâni olacak hiçbir kuvvet yoktur' ayetini okuduğunu işitti. Dehşetli bir ses çıkararak yere yuvarlanıp bayıldı. Evine götürüldü. Bir ay kadar hasta yattı.

Tabiinden Ebû Cerir'in yanında Salih b. Beşir el-Merî Kur'ân okudu, bu zat bağırdı ve düşüp öldü.

İmâm-ı Şâfiî (radıyallahü anh) bir hafızın 'Bugün o gündür ki, konuşamazlar ve kendilerine özür dilemek için de izin verilmez' ayetini okuduğunu işitti. Derhal düşüp bayıldı.

Ali b. Fudayl 'İnsanların rabb'ul-âlemîn'in huzuruna kalktıkları gün. . ' (En'am/83) ayetini okuyan birini dinledi, derhal düşüp bayıldı. Babası Fudayl b. İyaz ona şöyle hitap etti: Allahü teâlâ senden bildiğini senin için kabul eylesin'.

Selefin bir cemaatinden de bu tür menkıbeler nakledilmiştir. Sûfiler de böyle idi. Zira Şiblî Ramazan'ın bu gecesinde mescidde, imamın arkasında namaz kılıyordu. İmâm 'Yemin olsun ki, eğer dilesek sana vahyettiğimiz Kur'ân'ı kalplerden ve yazılı satırlardan gideririz' (İsrâ/83) ayetini okuduğu zaman Şiblî'den öyle bir ses çıktı ki, cemaat onun ruhunu teslim ettiğini sandı. Yüzü kıpkırmızı kesildi. Azaları titremeye başladı ve dedi ki: 'Bu hitaplarla Allahü teâlâ dostlarına hitap ediyor!' Bu sözünü birkaç defa tekrar etti.

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: Sırrı es-Sakatî'nin huzuruna girdim. Huzurunda baygın bir kişi gördüm. Bana dedi ki: 'Bu kişi Kur'ân'dan bir ayet dinledi, bayıldı'. Dedim ki: 'Aynı ayeti (o baygın iken de) okuyunuz!' Aynı ayeti okudular. Bu sefer adam ayıldı. Sırrı 'Bunu nerden biliyorsun?' diye sordu. Cevap olarak dedim ki: 'Gördüm ki, Hazret-i Yakub'un iki gözünü kaybetmesi, bir mahluk (Hazret-iyusuf) için olduğundan bir mahluk ile (Hazret-i Yûsuf'un iç gömleği ile) gözüne kavuştu. Eğer onun körlüğü Allahü teâlâ'dan ötürü olsaydı, bir mahluk ile gözünü yeniden kazanamazdı'. Sırrî benim bu nüktemi güzel gördü.

Cüneyd'in bu nüktesine şairin şu sözü de işaret eder:

Bir kadehi lezzet üzere içtim,

İkinci bir kadehle daha önceki kadehten neş'et eden has talığımı tedavi ettim.

Sûfîlerden biri şöyle demiştir: "Ben bir gece şu ayeti okuyup tekrar ediyordum: 'Her nefis ölümü tadıcıdır'. Ansızın gaibden beni çağıran bir ses 'Bu ayeti ne kadar tekrar edeceksin? Sen böyle yapmakla, yaratıldıkları günden beri (Allah'tan haya ettiklerin den) başlarını kaldırıp göğe bakmayan cinlerden dört kişiyi öl dürmüş oldun' dedi".

Ebû Ali Mağazilî, Şiblî'ye şöyle der: 'Çoğu zaman Allah'ın Kitabı'ndan kulağıma bir ayet gelip çarpıyor. Bu ayet beni dünyadan uzaklaştırıyor. Sonra ben hallerime ve insanlara dönüyorum. Onun üzerinde kalmıyorum'. Şiblî kendisine şöyle cevap verir: 'Kur'ân'dan senin kulağına gelip seni huzuruna celbeden miktar Allahü teâlâ'ya teveccüh etmek hususunda, kuvvet ve kudretinden tamamen soyunup (kuvvet ve kudreti O'ndan bilmendir) '.

Tasavvuf ehlinden bir zat, birinin 'Ey itaatkar nefis! Dön rabbine! Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak. . . (Fecr/27-28) ayetini okuduğunu duydu. Ondan ikinci bir defa o'kumasını istedi ve dedi ki: Ben ne kadar ona 'Rabbine dön!' diyorsam da o dönmüyor'. Sonra vecde kapılıp ruhunun bedenini terketmesine sebep olacak derecede bir ses çıkardı ve düşüp öldü.

Bekir b. Muaz bir okuyucunun 'Kıyâmet günü ile uyar. O vakit kalpler hüzünle dolu olarak gırtlaklara çıkmış, yutkunur dururlar. Kâfirlerin ne bir yakını var, ne de şefaati makbul bir şefaatçısı' (Mü'min/18) ayetini okuduğunu işitti, tirtir titremeye başladı. Sonra bağırıp şöyle dedi: 'Yarab! Korkuttuğun, korktuktan sonra da taatinle sana yönelmemiş kimseye rahmet etV Sonra düşüp bayıldı.

İbrahim b. Edhem bir kimsenin 'Gök yarıldığı zaman' (İnşikak/l) ayetini okuduğunu işittiği zaman mafsalları tirtir titremeye başladı. Titremek bütün bedenine sirayet edinceye kadar devam etti.

Muhammed b. Sebih'den şöyle rivâyet edilir: Bir adam Fırat nehrinde yıkamıyordu. Sahilden geçen biri 'Ey günahkarlar! Bugün Mü'minlerden ayrılınız' (Yasin/59) ayetini okudu. Yıkanan kişi, boğuluncaya kadar sallandı. Zikrediliyor ki, bu Selman ta rafından müşahede edildi. Bundan dolayı, Selman genci can-ı gö nülden sevdi. Bir ara genci kaybeden Selman, gencin durumunu sordu. Kendisine hasta olduğu haber verildi. Genci ziyaret etmek maksadıyla evine geldi. Ölüm döşeğinde olduğunu gördü ve genç Selman'a şöyle hitap etti: 'Ey Allah'ın kulu! Hani o okuduğum zaman tüylerimi ürperten ayetler var ya? İşte o şimdi (dünyanın) en güzel şeklinde bana geldi. Allahü teâlâ'nın ondan ötürü benim bütün günahımı affettiğini haber verdi'.

Kalp erbabından olan bir kimse Kur'ân'ı dinlediği zaman vecdden uzak değildir. Eğer Kur'ân kendisinde müsbet bir tesir bırakmıyorsa, onun misali, kulağı ağzından çıkanı duymayan hayvanın misaline benzer. Böyle bir kimsenin sözü, bağırma ve çağırmadan başka birşey değildir. Bu kimse sağır, dilsiz ve kördür ve konuşulan sözün mânâsını anlayamayanlardandır! Bunların tam zıddı olarak, kalp erbabından olan bir kimse, dinlediği bir hikmetli kelimeden dahi müsbet mânâda etkilenir.

Cafer el-Huldî55 şöyle demiştir: Horasan halkından bir kişi, Cüneyd-i Bağdadînin bir cemaatte bulunduğu bir zamanda huzu runa varıp şu suali sordu: kişinin nezdinde kendisini övenle kötüleyen ne zaman bir olur?' (Huzurda bulunan) meşayihten biri 'Eğer kişi tımarhaneye girer, iki zincirle bağlanırsa, (o zaman onu medhedenle kötüleyen onun yanında eşit olur) ' dedi. Bunun üze rine Cüneyd şöyle dedi: 'Bu sualin cevabını vermek senin işin değil. Sonra sual soran kişiye dönüp dedi ki: 'Evet kesinlikle mah luk olduğunu bildiği zaman kendisini övenle, kötüleyen onun yanında eşit olurlar'. Cüneyd'in bu cevabı, kişinin bağırarak düşüp ölmesine sebep oldu. 56

İtiraz: Kur'ân'ın dinlenilmesi vecd için fayda verici ise neden ehl-i vecd gazelhanların etrafında toplanıp onları dinliyorlar da, kurraların etrafında toplanmıyorlar? Oysa böyle olduğu takdirde kurraların halkalarında oturmaları ve dolayısıyla vecde kapılmaları, tegannicilerin halkalarında oturmamaları uygundur ve yine uygun olanı, her davette ve her toplantıda bir tegannici değil, bir kurra (hafız) aramak olurdu. Çünkü Allahü teâlâ'nın ke lâmı, şeksiz ve şüphesiz teganniden daha üstündür?

Cevap: Teganni yedi vecihten ötürü, Kur'ân'dan daha fazla vecdi tahrik eder:

1. Kur'ân'ın bütün ayetleri dinleyenin haline uygun düşmediği gibi, onun anlayışına ve hâlet-i nahiyesine, tatbik etmesine de el verişli değildir. Bu bakımdan üzüntüye veya şevke veya pişmanlığa tamamen kapılmış bir kimsenin haline şu ayetler uygun düşerler mi?

Allah, evlâdınızın mirastaki durumu hakkında size şöyle emrediyor: Çocuklardan erkeğe, iki dişi payı kadar vardır. (Nisa/İl)

İffetli müslüman kadınlara zina iftirası edenler, sonra bunu ispat için dört şahit getiremeyenler (varya) , işte bunlara seksen değnek vurun. (Nûr/4)

56) Mahluk olduğunu tam mânâsıyla idrak eden bir kimse ubudiyetin/kulluğun zirvesine vardığından dolayı övülmek veya yerilmek onun için birdir. Çünkü kendisi mükafat ve mücazatı Allah'tan başkasından istemeyecek bir makama varmıştır.

Miras, talâk (boşanma) , hudud (cezalar) ve benzeri ayetlerin tamamı böyledir. Ancak kalbin harekete geçmesine ona uygun düşen mânâlar vesile olur. Şairlerin kalp hallerini açık bir dille be lirtmek için vazettikleri şiirleri uygun düşer ki insan hali bu şiirlerden anlamakta bir zoraki duruma muhtaç olmaz. Evet! Kendisi kahredici, mağlûp edici bir hâl ile istilâ edilen bir kimse ki o anda o halden başka bir hale artık yer kalmamıştır ve hâlâ onunla beraber uyanıklık, delici zekâ vardır. O zekâ ile lâfızlardan, uzak mânâları sezebilir. Böyle bir kimse, her dinlediğinden vecde kapılabilir. Tıpkı 'Allah size erkek evlatlarınız hakkında vasiyet ediyor' (Nisa/11) ayetini dinlediği anda insanoğlunu vasiyet etmeye muhtaç ettiren, ölüm halini hatırlatan bir kimse gibi. . . Her in sanın mutlaka arkasında dünyadan sevgilisi olan mal ve evlât bırakacağını ve sevgililerinden birisini diğerine terkedeceğini ve her ikisini de bırakıp gideceğini anlayıp korku ve üzüntü kendisine hâkim olan bir kimsenin durumudur ve 'Allah evlâtlarınız hakkında size vasiyet ediyor' cümlesindeki Allah kelimesini dinle yip ayetin öncesinden ve sonrasından nazarlarını çevirerek sadece lâfza-i celâl ile vecde kapılıp sallanan veya Allah'ın kulları üze rindeki rahmet ve şefkatini hatırlayıp kullarının miraslarını biz zat paylaştırmayı yürüttüğünü, onların hayatlarında ve ölümle rinde durumlarını düzenlediğim anlayan bir kimse gibi. . .

Böyle bir kimse kendi kendine der ki: 'ınadeni ki bizim ölümümüzden sonra Allahü teâlâ evlâtlarımızın durumunu dikkate alınıştır, bu bakımdan bizim durumumuzu da gözden kaçırmadığmdan şüphe etmiyoruz'.

Böylece ümit verici bir hâl kendisinde belirir ve vecdini hare kete geçirir. Bu vecd sadece Allahü teâlâ'nın rahmetinden se vindiği ve müjdelendiği cihetten gelir veya 'erkek için, iki kadının payı kadar vardır' ayetini dinlediği zaman kalbine erkek olduğu için, erkeğin kadından üstün olduğu, âhiretteki faziletin ancak kendilerini dünyada ticaret ve alışverişin, Allah'ın zikrinden alıkoymadığı erkekler için sabit olduğu, Allah'tan başkası kendi sini Allah'ın zikrinden meşgul eden bir kimse ise, hakikatin na zarında erkeklerde değil de kadınlarda olduğunu düşünüp âhiret nimetlerinden, kadınların dünya malından geri kalmaları gibi geri kalmasından veya tamamen mahrum olmasından korkan bir kimsenin durumu gibi. . . İşte bu gibi durumlar, bazen insanın vecde kapılmasına vesile olurlar, Fakat bu da ancak iki sıfata sa hip olan kimseler için sözkonusudur:

Birinci sıfat: Kahredici, tamamen istilâsı altına alıcı bir durumdur.

İkinci sıfat: Yakın emirlerle uzak mânâlara dikkati çekmek için mükemmel ve beliğ bir uyanıklık ve delici bir zekâdır. Bu sıfat pek az bulunan bir sıfattır. İşte bunun içindir ki, insanlar vecdi elde etmek için çoğu zaman mânevi hallere uygun düşen lâfızları teganni etmeye başvurmak mecburiyetinde kalır ki heyecanı çabuk kabarsın.

Rivâyet ediliyor ki, Ebû Hüseyin bir cemaatle beraber bir davette bulunuyordu. Aralarında ilmî bir mesele cereyan etti. Bu esnada susarak oturan Ebû Hüseyin, başını kaldırıp onlara şu şiiri okudu:

Çok güvercin var ki, kuşluk zamanında çokça öter! Mahzun mahzun incecik dalların tepesinde durmadan öter! Dostu ve elverişli zamanı hatırlattı! (hatırladı) . Üzüntüden dolayı ağladı. Benim de üzüntümü kabarttı!

Benim ağlamam çoğu zaman onun uykusunu, onun ağlaması da çoğu zaman benim uykumu kaçırdı.

Ben şikâyet ediyorum, ona anlatamıyorum!

O dosttan ayrı düştüğü için şikâyet ediyor, bana anlatamıyor.

Arıcak ben, içimin vecd ve yangınından ötürü onu tanıyorum.

O da içindeki vecd ve yangından ötürü beni tanıyıp anlıyor.

Ebû Hüseyin'in bu şiirinden sonra, o cemaatte bulunan herkes, istisnasız, ayağa kalkıp vecde kapıldılar! Oysa daha önce dalmış oldukları ilmî tartışmadan onlarda bu vecd hali hâsıl olmamıştı. Her ne kadar ilim, daha ciddî ve daha hak ise de. . .

2. Kur'ân, birçok kimseler tarafından hıfzedilmiştir. Daimî bir şekilde kulak ve kalplerde tekrarlanıp durmaktadır. İlk defa işitilen bir şeyin kalplerdeki tesiri pek büyük olur. İkincisinde te siri biraz zayıflar. Üçüncü defasında, neredeyse tesiri kaybolacak kadar azalır. Eğer büyük bir vecde sahip olan bir kimse daimî bir şekilde bu şiirden her zaman vecde kapılmaya zorlanırsa, kesin likle vecde kapılmak imkânını sağlayamaz. Eğer o beytin yerine başka bir beyt okunursa, onun eseri de onun kalbinde yerleşir ve is ter ki ikinci defa okunan beyt, ilk defa okunan beytin mânâsından başka birşeyi ifade etmesin. Fakat nazmın ve lâfzın birinci şiire nisbetle yabancı oluşu nefsi harekete getirir. Her ne kadar mânâlar bir ise de. . . Oysa okuyucu her zaman yepyeni bir Kur'ân oku maya ve her davette taptaze, eskisinin aynısı olmayan bir Kur'ân okumaya muktedir değildir. Çünkü Kur'ân bellidir. Onun üzerine ilâve yapmak mümkün değildir. Hepsi hıfzedilmiş ve durmadan tekrar edilmektedir. Bizim bu söylediklerimize Hazret-i Ebû Bekir'in be devîlerin gelip Kur'ân'ı dinleyip ağladıklarını gördüğü zaman söy lediği şu söz işaret etmektedir: 'Biz de sizin gibiydik, fakat kalbimiz katılaştı'.

Sakın Hazret-i Ebû Bekir'in kalbinin Arapların cahil kimselerinin kalbinden daha katı olduğunu zannetme. Onun kalbinin Allah sevgisinden, Allah kelâmının sevgisinden bedevilerin kalbinden daha boş olduğu zehabına kapılma. Fakat Kur'ân'ın durmadan onun kalbi üzerine tekrar edilmesi, kalbi ile alışkanlık kurmasını ve kalbin artık ondan az teessür duymasını gerektirir. Çünkü çok dinlemek sûretiyle kalbiyle Kur'ân arasında bir yakınlık oluşmuştu. Zira daha önce dinlemediği bir ayeti dinleyip de ağlasın ve sonra aynı ayeti dinlemesi sebebiyle yirmi sene o ağlamasına devam etsin! Bu âdet olarak mümkün değildir. Sonra tekrar etsin, tekrar ağlasın ve ilk ağlama son ağlamadan ayrılmasın. Ancak bu durum garip ve yeni olursa devam edebilir. Her yeninin bir lezzeti vardır. Her yeni gelenin bir çarpması vardır. Her eskinin beraberinde bir yakınlık vardır ki, çarpmaya zıt düşer. Bunun içindir ki, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) , halkı Kâbeyi fazla tavaf etmekten menetmeyi düşünerek şöyle demiştir. Halkın, fazla tavaf etmek sûretiyle bu Beyt hakkında gevşeklik göstermelerinden kork tum. Hacı olarak Kâbe'ye gelen bir kimse, Bey t 'i ilk gördüğü zaman ağlar, sızlar. Çoğu zaman ilk gördüğünde düşüp bayılır. Bazen Mekke'de bir ay kadar kalır, nefsinde Beyt e karşı bir tesir hissedemez hale gelir! Bu bakımdan madem ki durum budur, te gannici her zaman yeni şiirler okumaya muktedirdir. Fakat her zaman garip ve dinlenmemiş bir ayet okumaya muktedir değildir.

3. Şiirin zevkinden ötürü kelâmın vezinli oluşu nefiste bir tesirbırakır. Bu bakımdan güzel ve vezinli bir ses, güzel ve vezinsiz birses gibi değildir; vezin ise, ancak şiirlerde bulunur, ayetlerde bulunmaz. Eğer muganni, okuduğu şiiri yanlış okursa veya o şiirde lâhn yaparsa veya lâhindeki yolun normalinden kayarsa, derhal dinleyenin kalbi muzdarip olur vecd ve dinlemesi iptal olunup dumûra uğrar. Uygunsuzluk olduğu için tabiatı nefret eder. Tabiat nefret ettiği zaman kalp muzdarip olur, teşvişe kapılır. Bu bakımdan madem ki durum budur, o halde veznin tesiri vardır ve bunun için de şiir güzel telâkki edilmiştir.

4. Vezinli şiir, yollar ve destanlar diye adlandırılan lâhinlerden ötürü nefiste tesirler bırakır. O yolların çeşitliliği ancak kısa okunması gereken kelimeyi uzatmak ve uzatılması gereken kelimeyi kısaltmak, kelimeler arasında duraklamak, kesişmek ve bazılarında yerinde olmadığı halde bitiştirmek gibi sebeplerden ötürüdür. Bu tasarruf, şiirde caizdir, fakat Kur'ân'da indirildiği gibi okumaktan başka birşey caiz olmaz. Tilâvetin istemediği bir şekilde Kur'ân'da kısaltma uzatma, kesişme, bitiştirme ve duraklama yapmak haram (veya en azından) mekruhtur. Kur'ân, indirildiği gibi okunduğu zaman, varlığının sebebi lâhinlerin vezinli okunması olan tesir kendiliğinden düşer. Oysa bu vezin, tesirhakkında seslerde olduğu gibi anlaşılmazsa dahi tesiri vardır.

5. Vezinli nağmeler, düşüşler ve hançerenin haricinde kavala üfürülmek, tef çalmak ve benzerleri gibi olan vezinli seslerle takviye edilir. Zira zayıf olan vecd, ancak kuvvetli bir sebeple galeyana gelir. Güçlenmesi de ancak bütün bu sebeplerin toplamından meydana gelir. Bu sebeplerin her birinin tesirde payı ve nasibi vardır. Oysa Kur'ân'ı bu gibi karinelerden korumak vâcibdir. Çünkü bu karinelerin görünen tarafları, avam tabakası nezdinde oyuncaksûretindedir. Kur'ân ise, bütün halk nezdinde ciddiyetten meydana gelmiş ilâhî bir kelâmdır. Bu bakımdan yüzde yüz hak olana, halkın nezdinde oyuncak sayılan ve havassın nezdinde de sûreten oyuncak olan birşeyi katmak caiz değildir. Her ne kadar havass, bu şeye oyuncak olmak yönünden bakmasalar da Kur'ân'a karışmaması gerekir. Uygun olan Kur'ân'ı tezkir ve ta'zim etmektir. Bu bakımdan Kur'ân, yolların kenarında okunmaz. Sâkin bir mecliste okunur. Cünüpken okunmaz. Tahâretsiz bir haldeyken ti lâvet edilmez. Her halde Kur'ân'ın hürmet etme hakkını ifa et meye, ancak hallerini murâkabe altına alan kimseler muktedir olabilirler. Bu bakımdan Kur'ân gibi bu tür murâkebe ve gözet meye müstehak olmayan teganniye bundan gidilmiştir ve bunun için de zifaf gecesinde bile Kur'ân okumakla birlikte tef çalmak caiz değildir. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) zifaf gecesinde tef çalmayı emir buyurarak şöyle demiştir:

Kalburu dövmek sûretiyle olsa dahi nikâhı ilân ediniz. 57

Bu tef çalmak meselesi, Kur'ân'la beraber değil, ancak şiirle birlikte caiz olur ve bunun içindir ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , zevcele rinden Mi'vez'in kızı Rübeyya vâlidemizin58 evine girdiğinde onun yanında şarkı söyleyen cariyeler gördü. İçlerinden birinin şöyle dediğini işitti: 'Bizim içimizde yârın ne olacağını bilen bir peygamber vardır'. Bu mânâyı teganni sûretiyle ifade eden cari yeye Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:

Böyle söylemeyi bırak! Daha önceki sözlerini söyle. 59

İşte cariyenin bu şiiri, peygamberlik hakkında bir şahitliktir, fakat Hazret-i Peygamber onu bu şahitlikten menedip oyuncak olan te ganniye dönüştürdü. Çünkü bu konu ciddiyet gerektirir. Bu bakımdan oyuncak bir şeyle ifade edilmesi uygun değildir. Eğer oyuncak bir şeyle ifade edilmiş olsaydı, teganni dinlemeyi kalbin galeyanına vesile kılan sebeplerin takviyesi, bu yüzden zorlaşırdı. Bu bakımdan hürmet hususunda Kur'ân'ı bırakıp böyle yerlerde teganniye başvurmak vâcibdir. Nitekim o cariyenin boynuna 'peygamberliğe dair şahitlikten' dönüp teganniye dalması vâcib olduğu gibi. . .

6. Muganni, bazen, dinleyenin haline uygun düşmeyen bir şiiriokur. Dinleyen, okunan şiiri hoş karşılamaz. Muganniyi onu okumaktan meneder, başkasını okumasını ister. O halde her kelâm, her hale uygun değildir. Bu bakımdan bazı davetlerde, bir Kur'ân okuyucusunun etrafında toplanıldığında, çoğu zaman okunan ayetler onların haline uygun düşmez. Zira Kur'ân bütün insanlar için, onların değişik hallerine göre şifadır. Bu bakımdan 'rahmet ayetleri korkan bir kimse için, 'azap' ayetleri ise, nefsinden emin ve aldanmış bir kimse için şifadır.

Bu husustaki tafsilât uzadıkça uzayabilir. O halde okunan Kur'ân'ın, dinleyenlerin haline uygun düşmemesinden emin olunmaz. Dolayısıyla dinleyenlerin nefisleri Kur'ân'ı kerih gör meye başlar. Böylece Allah'ın kelâmının kerih görülmesi tehlike siyle karşı karşıya gelirler! Öyle bir tehlike ki onu bertaraf etmek için hiç bir yol da yoktur. Öyleyse, böyle bir tehlikeden sakınmak son derece gerekli bir tedbir ve farz bir şeydir. Zira bu tehlikeden ancak dinleyenin haline uygun bir şekle gitmekle kurtulunabilir. Allah kelâmını, Allah'ın murâdından başka birşeye hamletmek ise caiz değildir. Şairin sözünü ise, şairin kastının aksine ham letmek caizdir. Bu bakımdan böyle yerlerde Kur'ân okumakta ya dinleyenlerin kerih görme tehlikeleri vardır veya Kur'ân'ı dinle yenin haline uygun düşsün diye yanlış te'vil etmek tehlikesi vardır! O halde, Allah'ın kelâmının tâzim edilmesi ve bu gibi teh likelerden korunması farzdır.

İşte buraya kadar anlattıklarımız, kanaatime göre, meşâyihin Kur'ân dinlemek yerine teganni dinlemeye geçmelerinin sebep ve illetleridir.

7. Bu vechi, Ebû Nasr es-Sirac et-Tûsî'neden meşayih Kur'ân dinlemeyi bırakmış da vecd hususunda teganniyi tercih etmişlerdir?' şeklindeki istifhama bir mâzeret teşkil etmek üzere zikrederek şöyle demiştir:

Kur'ân Allah'ın kelâmı ve sıfatıdır. Haktır, mahlûk olmadığı için hiçbir beşerî kuvvet onu hakkıyla taşıyamaz ve aynı zaman da mahlûk olan sıfatlar da onu taşıyamazlar. Eğer kalpler için Kur'ân'ın mânâ ve heybetinden bir zerre keşfolunursa kalpler çatır çatır yarılır, dehşet ve hayrete kapılırlar. Güzel nağmeler ise, tabiatlara uygundur. Onların tabiatlara nisbetleri ise, 'hukuk' nisbeti değil de 'huzuz' (pay alma) nisbetidir. Şiirin nisbeti ise 'huzuz' nis betidir. Bu bakımdan nağme ve sesler, şiirlerdeki işaret ve inceliklere eklendikleri zaman, bir kısmı diğerine uygun düşer. Kalplere daha hafif ve haz duymaya daha yakın olurlar. Çünkü mahlûka daha uygundur.

Beşeriyetin bekası devam ettikçe, biz sıfatlarımızla, hazlarımızla, hoş nağme ve tatlı seslerden zevk duyarız. Bu bakımdan bu lezzetlerin devamını görmek için sevincimizin kasideler, şiir ve beyitlerden gelmesini temin etmek Allah'ın kelâmı ve sıfatı bulunan Kur'ân'dan teinin etmek ten daha evlâ ve uygundur. Çünkü Kur'ân, Allah'tan başlamış ve O'na dönecektir.

Bu naklettiklerimiz et-Tûsî'nin konuşmasından ve mâzeret be yan etmesinden kastedilenin özüdür.

Ebû Hasan ed-Dirac'dan şöyle dediği hikâye olunmaktadır: Bağdad'dan kalkıp Hüseyin Râzî'yi ziyaret için yola çıktım. Rey şehrine vardığımda onun yerini sordum. Kime sorduysam bana şöyle dedi: 'O zındığı ne yapacaksın?' Böylece benim göğsümü da ralttılar. . Hatta geri dönmeye bile azmettim. Sonra kendi kendime dedim ki: 'Bütün bu yolu yürüdün. Hiç olmazsa şu adamı bir gör!' Yerini sormaya devam ettim. Sonunda bir camide, mihrabda otu rurken huzuruna girdim. Onun yanında bir kişi vardı. Kişinin elinde ise okumakta olduğu bir Mushaf-ı Şerif bulunuyordu. 60 Onu güzel yüzlü, güzel sakallı, parlak ve nuranî bir ihtiyar olarak gördüm. Kendisine selâm verdim. Bana yüzünü çevirip şöyle sordu:

- Nereden geliyorsun?

- Bağdad'dan geliyorum.

- İhtiyacın nedir? Niçin geldin?

- Seni görmek, sana selâm vermek için geldim.

- Eğer bu geçtiğin memleketlerin birinde bir insan önüne çıkıp Rey şehrine gitme, bizim yanımızda kal. Sana bir ev ve bir cariye alalım' deseydi, acaba onun bu teklifi, seni gelmekten alıkoyar mıydı?

- Allahü teâlâ beni böyle birşeyle imtihan etmedi! Eğer beni imtihan etseydi nasıl olurdu bilemem?

- Sen birşey okuyabilir misin?

- Evet!

- Haydi oku bakalım.

Ben de şu şiiri okudum: Seni görüyorum. Beni uzaklaştırmak için durmadan bahane arıyorsun.

Eğer akim olsaydı o yaptıklarını taş üstünde taş bırakmak sızın yıkardın.

Sanki ben sizi görüyorum. Keşke' sizin en faziletli sözünüzdür! Keşke 'keşke'nin fayda vermediği bir zamanda olsaydık!

Bu şiirden sonra önündeki mushafı kapattı. Sakalı ve elbiseleri şırıl sıklam ıslanıncaya kadar ağladı. Hatta çok ağladığından do layı ben kendisi için şefkat ve rikkate geldim. Sonra dedi ki:

- Ey oğul! Rey halkını 'Yûsuf zındıktır!' dediklerinden dolayı kınıyorsun. Oysa ben sabah namazından beri Kur'ân okuyorum. Gözümden bir damla yaş akmamıştır. İşte bu şiirden dolayı, görüyorsun ki başımda kıyâmet koptu.

O halde kalpler her ne kadar Allah sevgisinde yanık iseler de, muhakkak ki garip ve yeni işitilen bir şiir, Kur'ân okumanın mey dana getirmediği heyecanı, o kalplerde meydana getirebilir. Bunun hikmeti; sadece şiirin vezni ve tabiatların hâline uygun olmasıdır. Tabiatlara uygun bulunduğu içindir ki, insan şiir söylemeye muktedir olmuştur. Kur'ânın ise nazmı, konuşmanın uslûplarından ve yollarından hariçtir. İşte bunun için Kur'ân beşeri acz içeri sinde bırakmıştı. Beşer tabiatının hâline uygun olmadığı için beşerin kuvvetinin kapsamına dahil değildir.

Zünnûn-i Mısrî'nin hocası olan İsrafil'in huzuruna birisi gelip İsrafil'in parmağıyla toprağı eşelediğini ve bir şiir okuduğunu gördü. İsrafil, giren kişiye şöyle sordu:

- Sen herhangi bir şiiri okumayı becerebilir misin?

- Hayır, beceremem.

- O halde sen kalpsiz bir kimsesin. . .

İsrafil bu sözüyle işaret eder ki, kalp sahibi olan ve kalbin ta biatını bilen bir kimse bilir ki, hiçbir şeyden olmayan beytler, nağmeler kalbi harekete getirirler. Böyle bir kimse de ya kendi nef sinin veya başkasının sesiyle kalbini harekete geçirmenin yolunu araştırır. Biz, dinlenilenin anlaşılması ve yorumlanması hakkındaki birinci makamın hükmünü, kalpte bulunan vecdle il gili ikinci makamın hükmünü naklettik. Bu bakımdan şimdi vec din tesirlerini zikredelim. Vecdin tesirlerinden gaye, iç âlemden dış dünyaya sızan bağırma, ağlama, hareket, elbiseleri yırtma ve benzerleridir.

III. Makam/Âdâb

Bu makamda semâ'nın zahirî ve bâtınî edeplerini, vecdin tesirlerinden övülenleri ve kötülenenleri zikredeceğiz. Semanın âdâbı beştir,

1. Edep

Zamanı, mekanı ve arkadaşları gözetmek ve riayet etmektir. Cüneyd-i Bağdâdî şöyle der: 'Semâ üç şeye muhtaçtır. Eğer bu üç şey mevcut değilse dinleme! O şeyler de zaman, yer ve arkadaşlardır'.

Bunun mânâsı şudur: Yemeğin geldiği veya mücadelenin ce reyan ettiği veya namazın hazır olduğu veyahut kalbin ızdırabıyla beraber herhangi bir mâninin bulunduğu bir zamanda semâ'da hiçbir fayda yoktur. İşte zamanı gözetmenin mânâsı bu demektir, Bu bakımdan kalbin semâ için boş olduğu hâl ve durum gözetilmelidir.

Mekâna gelince, yer bazen halkın güzergâhı olan yoldur veya manzarası kötü olan bir yer olur veya kalbi meşgul edebilecek bir sebep o yerde bulunur. Bu bakımdan böyle bir yerde semâ dinlemekten sakımlmalıdır!

Arkadaşlara gelince, bunun sebebi şudur: Mecliste, kendile rinden başkası, yani semâyı inkâr eden ve zâhirde 'zâhid' görü nüp kalbin inceliklerinden mahrum bulunan bir kimse hazır bu lunursa orası için hazmedilmeyecek bir ağırlık olur ve kalp onunla meşgul olur. Böylece dünya ehlinden durumu murâkabe ve gözetmeye muhtaç olan bir mütekebbir veya tasavvuf ehlinden kendini zoraki vecde kaptıran bir riyâkâr, vecd, raks ve elbisesini yırtmakla gösteriş yapan bir kimse hazır bulunduğu zaman da semâ'dan sakınmak gerekir. Çünkü bütün bunlar, kalbi bu landıran âmillerdir. Bu bakımdan bu şartların olmadığı bir anda semâ'ı terketmek daha evlâdır. İşte dinleyenin dikkat edeceği şartlar bunlardır.

2. Edep

Hazır bulunanların durumunu dikkate almaktır. Bu bakımdan şeyhin etrafında semâ'dan zarar gören müridler varsa, onların huzurunda dinlemesi uygun değildir. Eğer dinliyorsa, hiç değilse onları başka bir işle vazifelendirmelidir. Semâ'dan zarar gören mürid, bu üç sınıftan biridir. Bu üç sınıfın derece bakımından en azı, âhiret yolundan ancak zahirî amellerden başka birşey idrâk etmeyen ve semâ'dan zevki olmayan bir zattır. Bu bakımdan bu zat için semâ ile meşgul olmak, kendisini ilgilendirmeyen birşeyle meşgul olmak demektir. Zira bu kimse, eğlence ve oyun ehlinden değildir ki oynasın. Zevk ehlinden de değildir ki, semânın zevkiyle nimettensin. Bu bakımdan bu kimse zikirle veya herhangi bir hizmetle meşgul olmalıdır. Aksi takdirde zamanını ziyan etmekten başka birşey böyle bir kimsenin eline geçmez.

Bu üç sınıftan ikincisi o kimsedir ki, kendisinde semâ zevki vardır. Fakat daha kendisinde şehvetlere ve beşerî sıfatlara iltifat etmek ve onlardan hazz duymak eseri ve kalıntısı mevcuttur. Hal-i hazırda tehlikesinden emin olunacak şekilde nefsini kırmış değildir. Böyle bir kimse için çoğu zaman semâ oyunu geliştirir ve şehveti kabartır. Böylece yürüdüğü âhiret yoluna set çeker ve ken disini kemâle ermekten alıkoyar.

Bu sınıfların üçüncüsü ise, şehveti tamamen kırılmış, şehvetinin tehlikesinden emin, basireti açılmış ve kalbi Allah sev gisiyle dolmuş bir kimsedir. Fakat buna rağmen, ilmin zâhirini kuvvetlice elde etmemiş, Allah'ın sıfat ve isimlerini öğrenmemiş, Allah için nelerin caiz, nelerin muhal olduğunu tam mânâsıyla kavrayamamıştır. Bu bakımdan böyle bir kimse için semâ kapısı açıldığı zaman Allah hakkında dinlediklerini, Allah için düşünülmesi caiz olan mânâya da, olmayana da yorumlayabilir. Bu takdirde küfrün kendisi olan o tehlikelerden gelen zarar semanın vermiş olduğu faydadan daha fazla olur!

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Her vecd hali ki onun meşruiyyetine Kitab ve Sünnet şahidlik etmez bâtıldır'. Bu bakımdan böyle bir vecd için semâ elverişli olamaz. Kalbi halen dünya sevgisi, methedilme muhabbetiyle kirli bulunan bir kimse için de semanın elverişli olmadığı gibi, sadece zevk almak için dinleyip bunu kendisine âdet edinen ve dolayısıyla bu âdeti kendi sini ibâdetlerinden alıkoyan kimse için de semâ elverişli değildir! Kalbin gözetmesini gölgelendiren, yolunun kesilmesine vesile olan bir kimse için de dinlemek uygun değildir. Bu bakımdan semâ ayak kaydincidir. Zayıf kimseleri semâ 'dan korumak farzdır.

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: Rüyamda İblis'i gördüm. Kendisine 'Acaba bizim arkadaşlarımızdan birşey elde eder mi sin?' diye sordum. Dedi ki: 'Evet, iki vakitte; semâ vaktinde ve ha rama baktıkları zamanda onların içine girerim. (Orada bulunan) şeyhlerden biri dedi ki: 'Eğer ben İblis'i görmüş olsaydım ona şöyle derdim: 'Sen ne kadar da ahmak imişsin! O kimse ki, dinlediği zaman O'ndan (Allah'tan) dinler, baktığı zaman O'na bakar, onu nasıl elde edebilirsin?' Bu söz üzerine Cüneyd bu zata 'Doğru söy ledin!' dedi.

3. Edep

Söyleyenin söylediklerine kalbi hazır, iltifatı sağa sola az olduğu halde, dinleyenlerin yüzlerine ve onlardan meydana gelen vecd hallerine bakmaktan çekindiği, nefsiyle meşgul olduğu, kal bini gözettiği, Allahü teâlâ'nın sırrından açılan rahmetini mura kabe ettiği arkadaşlarının kalbini teşvik edici haraketlerden ko runduğu halde kulak vermesidir.

Aksine zâhiri sâkin, azaları yerinde, öksürmekten ve geğirmekten korunmuş olduğu halde dinler. Tıpkı kalbini tama men kaplayan bir fikirde oturduğu gibi başını eğerek oturur. Oturup el çırpmaktan, raksetmekten, tekellüf ve riya gibi hareketlerden çekinerek söz esnasında fuzulî şeyler konuşmadan dinler. Eğer kendisine vecd galebe çalarsa, ihtiyarı olmaksızın sallanırsa, bu takdirde bu hareketinde kınanmaz ve mazur sayılır. Ne zaman yeniden iradesine kavuşursa yine sükûnet ve durgunluğuna dön melidir. 'Vecd durumu pek kısa sürdü' demekten utanarak ira desi dahilinde olduğu halde o durumu sürdürmesi uygun değildir. 'Kalbi katıdır. Kalbinde saflık ve rikkat yoktur' denilmesinden kor karak zoraki bir şekilde vecde kapılması da uygun değildir.

Cüneyd-i Bağdâdî'ye arkadaşlık yapan bir genç vardı. Zikirden herhangi birşey dinlediği zaman kendisinden korkunç bir çığlık duyulurdu. Bir gün Cüneyd kendisine dedi ki: 'Eğer ikinci bir defa böyle yaparsan bundan sonra benimle arkadaşlık yapamazsın!' Bu sözden sonra nefsini, bedenindeki her tüyünden ter akıtıncaya ka dar zorlar, zapteder, bağırmazdı. Bu genç, nefsini tamamen kon trol altına aldığı için bir gün boğulacak bir duruma geldi. Dolayısıyla nefsinin yok olmasına ve kalbinin parçalanmasına ve sile olabilecek bir figan çıkardı, düşüp öldü

Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) İsrailoğulları arasında va'z ederken, onlardan birisi elbisesini yırttı. Bunun üzerine, Allahü teâlâ Hazret-i Mûsa'ya şöyle vahyetti: 'Ona de ki: Benim için elbisesini değil, kalbini yırtsın!'

Ebû'l-Kasım İbrahim b. Muhammed en-Nesrabâzî61, Ebû Amr b. Ubeyd'e dedi ki:

- Bir grup bir araya geldiği zaman, eğer onların beraberinde bir muganni olup da tegannide bulunursa, gıybet etmelerinden dahahayırlı olur.

-Semâ'daki riya, ki sende bulunmayan bir hali kendi nefsinde bulmandır otuz sene gıybet yapmandan daha şerlidir.

Soru: Acaba semâ'nın kendisini harekete geçirmediği ve zâhi rine tesir etmediği bir kimse mi daha üstündür veya semâ'dan te sire kapılan mı?

Cevap: Tesirin görünmemesi bazen gelen vecdin cılızlığından dolayıdır. Bu durum ise eksikliktir. Bazen de iç âleminde bulunan vecdin kuvvetiyle beraber olur. Fakat âzaların zaptmdaki kuvvetin kemâlinden ötürü görünmez ve bu erginlik işaretidir. Bazen de bü tün hallerde vecdin ayrılmaz bir arkadaş olmasından ötürü olur. Bu bakımdan bu durumda dinlemenin fazla bir tesiri göze çarp maz. Bu ise kemâlin zirvesine varmak demektir. Çünkü vecd sahibinin vecdi, birçok hallerde devam etmemektedir. Bu bakımdan daimî bir vecdin içinde bulunan bir kimse ise, hakkı gözeten ve şuhudun kendisinden ve özünden ayrılmayan bir kimse demektir, Böyle bir kimseyi hallerin tehâcümü değiştiremez. Sıddik-ı Ekber'in (radıyallahü anh) 'Biz de sizin gibiydik' Sonra kalbimiz katılaştı' deme sinin buna işaret olması uzak bir ihtimal değildir. Bu tekdirde sö zün mânâsı şu olur: 'Kalbimiz kuvvetleşti, gelişti. Herhalde vecd den ayrılmamayı taşıyabilecek bir raddeye vardı.

Bu bakımdan biz Kuranın mânâlarını devamlı bir şekilde dinliyoruz. O halde, Kur'ân bizim için yeni ve bize ansızın gelen birşey değildir ki, biz onunla müteessir olalım1. O halde vecdin kuvveti harekete geçirir. Aklın ve manevi hâkimiyetin kuvveti ise, zâhiri kontrol altına alır. Bazen bu iki durumun biri kuvvetinin şiddetinden dolayı öbürünü mağlup eder. Bu mağlûbiyet, ya karşıdakinin durumunun zafiye tinden doğar ve buna göre eksiklik ve kemâl derecesi tesbit edilir. Bu bakımdan yere yığılarak sağa sola sallanan bir kimsenin, sal lanmasına hâkim olan bir kimseden, vecd yönünden daha mükemmel olduğunu sanma! Aksine nice sakin kimseler vardır ki, vecdi d durmadan sallanan bir kimseden daha mükemmeldir. Çünkü Cüneyd-i Bağdadî yolun başlangıcında semâ durumunda sallanırdı. Sonra sallanmaz hale geldi, kendisine bu durum sorulduğunda şu ayeti okudu:

Bir de dağları görür, onları hareketsiz sanırsın! Oysa onlar' bulut geçer gibi geçer (hareket ederler) . Bu, herşeyi muhkem yapan Allah'ın işidir. Şüphesiz ki o, bütün yaptıklarınızdan tamamiyle haberdardır,

(Neml/88) Sonra da 'Bu ayet, kalbin hareket halinde olduğuna, melekût âleminde seyrettiğine, âzaların zahirde sükünet bulup edepli olduğuna işarettir' dedi.

Ebû'l-Hasan der ki: 'Sehl et-Tüsterî ile altmış sene arkadaşlık yaptım. Hiçbir zaman işittiği zikir ve Kur'ân'dan vecde geldiğini görmedim. Ömrümün sonunda bir kişi huzurunda 'Artık bugün ne sizden, ne de o kâfir olanlardan bir karşılık, bedel kabul edil mez' (Hadîd/15) ayetini okudu. Tirtir titremeye başladığını gördüm. Neredeyse yere düşecekti. Normal haline döndüğü zaman "böyle yapmasının' sebebini sordum. Bana 'Evet, ey dostum! Artık biz zayıfladık!' dedi. Bir ara da 'O gün bütün mülk Allah'ındır. Kâfirlere ise, bugün çok çetin bir gün olur' (Furkan/26) ayetini okudu ve sallanmaya başladı. Arkadaşlarından İbn Sâlim adlı zat bunun sebebini sordu. Cevap olarak 'Ben artık zayıflamışım' dedi. Bunun üzerine kendisine şöyle sordu:' Eğer bu durum, zayıflıktan geliyorsa halin kuvveti nasıldır? Şöyle dedi: 'Hâlin kuvvetliliği şu demektir: Kişinin üzerine gelen manevi hallerinin tümünü, hali nin kuvvetliliğinden ötürü kabullenmek ve o gelen hallerden vecde gelmemek demektir, velev ki gelen haller kuvvetli olsa bile. . . '

Vecdin varlığıyla beraber, zâhiri âzaları kontrol altına alan kudretin sebebi, şuhudun ayrılmanazlığından olan hallerin eşitliğidir. Nitekim Sehl et-Tüsterî'den şöyle dediği hikâye olunur: 'Benim namazdan önce ve sonraki durumum birdir'. Evet bu zat, her halde Allah'la (mânen) beraber olduğundan, zikri hazır ve kalbini gözetici olduğundan dolayı böyle idi. İşte bu zat, semâ'dan önce ve sonra da böyle olurdu. Çünkü onun vecdi daimîdir. Cemâlullaha karşı olan susuzluğu aralıksızdı. Kana kana içişi de semânın artışında tesir etmeyecek derecede devamlıydı.

Rivâyete göre, Mümşad ed-Dineverî içlerinde bir muganninin bulunduğu bir cemaate geldiğinde sustular. Onlara dedi ki: 'Ben gelmeden önce yaptığınıza dönünüz! Eğer dünyanın bütün melâhileri benim kulağımda toplansa, ne benim himmetimi meşgul eder, ne de bendeki hastalığın zerresine şifa getirir!'

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: İlmin fazlasıyla beraber vec din eksikliği zarar vermez. İlmin fazlası vecdin fazlasından daha üstündür. Böyle bir kimse, (daimî bir şekilde şuhud içerisinde bu lunan bir insan) muganni dinlemek için dünyaya gelmiş değildir ve dinlemekten de müstağnidir.

Bunlardan bir kısım vardır, semâ yi ancak yaşlandığı zaman bırakmıştır. Ancak arkadaşlarından birine yardım etmek ve onu sevindirmek için, arada sırada semâ meclislerinde hazır bulunur. Çoğu zaman da cemaat tarafından kuvvetinin kemâli bilinsin diye semâ meclisine gelir. Böylece cemaat anlamış olur ki, kemal za hirî vecde bağlıdır ve bu kimseler ondan, zâhirini zoraki bir vecd den sakındırma dersini alırlar. Her ne kadar o cemaat böyle yap mak hususunda onlara uymak kudretinden yoksun iseler de. . . Eğer şuhud makamına varan kimseler, kendisi gibi olmayan kim selerle beraber semâ meclisinde bulunurlarsa, bedenleriyle onlarla beraber olurlar. Kalpleriyle, iç âlemleriyle onlardan uzak bu lunurlar. Nitekim semânın bulunmadığı bir yerde de kendileri gibi olmayan kimselerle oturmalarını gerektiren ârızî sebeplerden dolayı oturdukları gibi. . .

Şuhud makamına varan zevâtın bazılarından semâ'yı ter kettiği naklediliyor ve zannediliyor ki, bizim açıklamasını yaptığımız sebeplerden dolayı semâ'dan müstağni olmuş da semâ'yı terketmiştir. Bazıları da zâhidlerden idi. Semâ'da onun ruhî hazzı yoktu. Aynı zamanda eğlence ehlinden değildi. Bu bakımdan kendisini ilgilendirmeyen bir konu ile meşgul olmamak için semâ'yı terketti. Bazıları da arkadaş bulunmadığı için terketti. Nitekim bazısına şöyle soruldu: 'Neden dinlemiyorsun?' Dedi ki: 'Kimden ve kiminle dinleyeyim?'

4. Edep

Nefsine hâkim olduğu halde ayağa kalkmamak ve sesli ağlamamaktır. Fakat hâzır bulunanlara gösteriş yapmak mak sadını taşımadığı zaman, raksetmesi veya ağlamaklı görünmesi mübahtır. Çünkü ağlamaklı görünmek, üzüntüyü getirir. Raks ise, sürur ve neşenin tahrikine sebeptir. Bu bakımdan her sürur mübahtır ve onu tahrik etmek de caizdir. Eğer sürur haram ol saydı, muhakkak, Âişe Hazret-i Peygamber ile beraber Habeşlilerin oyu nunu seyretmezdi. Oysa Habeşliler raksedelerdi. Bazı rivâyetlerde; Aişe validemizin Habeşlilerin raksettiğini söylediği kayde dilmektedir. 62

Sahabenin (radıyallahü anh) bir cemâatinden rivâyet ediliyor ki, kendilerini raksa mecbur eden bir sürur olduğunda raksederlerdi. Bu hadîse Hazret-i Hamza'nın kızı Umâme hakkında rivâyet edilmiştir. Umâme'yi terbiyesi altına alıp büyütmek için amcası oğlu Hazret-i Ali ile kardeşi Câfer b. Ebi Tâlib ve Zeyd b. Hârise münakaşa ettiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Hazret-i Ali'ye şöyle dedi:

Sen bendensin, ben de sendenim.

Bu sözden ötürü Hazret-i Ali heyecana kapılıp raksetti. Câfer'e de şöyle dedi:

Senin yaradılışın ve ahlâkın benim yaradılışıma ve ah lâkıma benziyor.

Bunun üzerine Câfer de Hazret-i Ali'nin arkasından raksa başladı. Zeyd'e de şöyle dedi:

Sen bizim kardeşimiz ve âzâd edilmiş kölemizsin.

Bu söz üzerine Câfer'den sonra Zeyd de heyecana kapılıp rak setti. Sonra Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Umâme'nin büyütülmesi Câfer'e aittir. Çünkü Umâme'nin teyzesi Câfer'in hanımıdır. Teyze ise anne demektir' dedi.

Başka bir rivâyette, Hazret-i Peygamber Aişe validemize (radıyallahü anh) şöyle demiştir:

Habeşlilerin raksına bakmayı seviyor musun?

Hadîsin ibaresinde geçen zefn ve hacel raks etmek demektir. Bu raks da bir sevinme ve şevkten doğar. Raksın hükmü ise, onu tahrik edenin hükmüne bağlıdır. Eğer rakseden adamın sevinmesi meşrû ve güzel ise, onun raksı o sevgiyi artırdığı için güzel olur. Eğer mübah ise, raksı mübah olur. Eğer kötü ise, raksı kötü olur.

Evet! Raksı âdet edinmek, büyüklerin ve önderlerin sânına yakışmaz. Çünkü raks, ekseriyetle, oyun ve eğlenceden ileri gelir. Halkın gözünde, oyun ve eğlence sayılan bir şeyden ise, önderlik mevkiini işgal eden bir kimsenin sakınması uygundur ki halkın gözünde küçülmesin ve kendisine uyulmaktan vazgeçilsin.

Elbiselerini yırtmak ise, iş çığırından çıkıp irade kaybol madıkça caiz olmaz! Fakat vecdin elbiseyi yırtacak kadar galebe çalması da uzak bir ihtimal değildir. Zira kişi vecdin sarhoşluğuna şiddetli bir şekilde mağlûp olduğundan dolayı ne yaptığından habersiz olur veya yaptığını idrâk eder, fakat kendi nefsini zaptetmeye güç yetiremeyecek derecede mecbur kalabilir. Zâhirde böyle bir kimse, mecbur olan bir kimsedir. Bu bakımdan hasta bir kimsenin inlemeye mecbur olup inlemekten dolayı nefes aldığı gibi, böyle bir kimse de hareket etmekte ve elbiselerini yırtmakta tıpkı inlemeye mecbur olan hasta gibidir. Eğer kendisine 'böyle yapmaktan sakın' diye teklifte bulunulursa, buna güç yeti remez. Oysa böyle yapması ihtiyarî bir fiildir.

Eğer insanoğluna 'bir saat nefesini tut, dışarı bırakma' teklifi yapılırsa, içinde nefes alıp verme mecburiyetinde olduğunu hissedecektir. Bağırmak ve elbiseyi yırtmak da bazen böyle olur. Bu bakımdan bu tür hareketlerden ve galebe çalan vecdden konuşuldu ve bunun hududu Sırrî'ye soruldu. Şöyle cevap verdi: 'Evet, böyle bir vecd vardır. Bu vecde kapılan bir kişinin yüzüne keskin kılıçla vurulduğu halde bilmez'.

Bu hususta birkaç defa Sırrî es-Sakatî'ye soruldu ve bir insanın bu dereceye gelmesi uzak göründü. Fakat

Sırrî es-Sakatî dediğinde ısrar edip sözünden dönmedi. Bunun mânâsı 'Bazı hallerde bazı insanlarda vecd, bu raddeye kadar varır' demektir.

Soru: Semâ'dan ve vecd'den sonra sûfilerin yepyeni elbiseyi yırtmaları hakkında ne diyorsun? Zira sûfiler yepyeni elbiseleri küçük küçük parçalar halinde yırtıp cemaate dağıtıyorlar ve buna hırka adı veriyorlar.

Cevap: Eğer elbise ve seccadelerin yamanmasına elverişli ve dörtgen bir şekilde parçalanırsa mübahtır. Zira bezler, kendilerin den iç gömlek yapılsın diye yırtılır ve bu yırtma, malı ziyan etmek ve israf değildir. Çünkü bunu bir gaye için yapar, Elbiselerin ya manması da böyledir. Elbiseleri yamamak ancak küçük kumaşparçalarıyla mümkün olabilir. Böyle yamaları elde etmek de ge rekli bir iştir. Bütün cemaate dağıtmak ise, hayrın yayılması bakımından mübah ve maksuddur, Bu bakımdan her bez sahibi nin bezini yüz parçaya ayırma yetkisi vardır ve yüz müslümana verme selâhiyetine sahiptir. Fakat yamaların istifade edilecek şekilde olması gerekir. Biz semâ'da elbiseyi bozmayı, bir kısmını faydasız hale getirmeyi yasakladık. Oysa elbisesini öyle bir şekilde yırtar ki, artık ondan herhangi bir hususta faydalanılmaz, İşte bu katıksız bir ziyandır. İnsanın bilerek böyle yapması caiz olmaz.

5. Edep

Cemaatin içinden biri, riyasız ve tekellüfsüz, dosdoğru bir vecde kapılıp ayağa kalktığı zamanda cemaat ayağa kalkarsa, ayağa kalkıp onlara uymak gerekir veya kişi hiçbir vecd göstermeksizin kendi isteğiyle kalkar, cemaat de onun kalkışıyla ayağa kalkarsa, yine cemaate uymalıdır. Çünkü böyle yapması arkadaşlığın âdâbındarıdır. Böylece eğer bir grup vecde kapılan kişinin sarığı düştüğü zaman, ona uymak için başlarından sarıklarını çıkarmayı âdet edinmişlerse veya vecde kapılan elbise sini yırtıp çıkardı diye diğerleri de elbiselerini çıkarmayı âdet edinmişlerse, onlara uygun hareket etmesi gerekir. Bu bakımdan bu işlerde cemaate uymak, güzel arkadaşlık ve güzel muaşeret sayılır. Zira muhalefet, nefreti doğurur. Her kavmin bir âdeti vardır. Adetlere muhalefet ise, nefrete sebep olur. Zira insanların ahlakıyla ahlâklanmak lâzımdır. Nitekim bu husus hadîs-i şerifte de vârid olmuştur. 63 Hele insanların ahlâklarında güzel muaşeret, mücamele ve yardımdan ötürü kalplerin hoşlanması gibi iyi şeyler varsa, onlara uymak daha da gerekli olur.

İtiraz: Böyle yapmak bid'attır. Sahabe-i Kirâm'da böyle birşey yoktu.

Cevap: Mübah olduğuna hükmedilen herşeyin ille de sahabe den nakledilmesi şart değildir. Mahzur, ancak Hazret-i Peygamberden gelen bir sünnet ile çatışan bir bid'atı işlemektedir.

Oysa bu söylediklerimizin yasaklanması hususunda herhangi birşey nakledilmiş değildir. Bir misafirin gelişi anında ayağa kalkmak Arabın âdetinden değildi. Aksine ashâb bazı hallerde Enes'in rivâyet ettiği gibi Hazret-i Peygamberin bile önünde ayağa kalkmıyordu. Buna rağmen madem ki bu hususta umumî bir ya sak sabit olmamıştır, o halde gelen misafire ikram olsun diye ayağa kalkmak âdeti yaygın olan memleketlerde böyle yapmakta herhangi bir sakınca ve mânevî zarar ihtimali görmemekteyiz. Zira gelenin önünde ayağa kalkmaktan gaye; ona hürmet etmek, ikramda bulunmak ve onun kalbini böylece hoş etmektir. Yardım çeşitlerinin diğerleriyle de kalbin hoş edilmesi kastedildiği ve bir cemaatin âdeti olduğu zaman, onlara o âdetlerde yardım etmekte sakınca yoktur. Aksine en güzeli onlara âdetlerinde yardım etmektir. Meğer ki o âdet hususunda te'vil kabul edilmeyecek bir yasak gelmiş olsun. . . O zaman hüküm değişir.

Eğer raksetmeyi kalbinde ağır görüyorsa, cemaatle beraber kalkmaması, dolayısıyla onların hallerini teşvik etmemesi edep dendir. Zira vecde kapıldığını göstermeksizin raksetmek mübahtır. Yapmacık vecde kapılan bir kimsenin zoraki hareketleri orada hazır bulunanların gözünden kaçmaz. Halis bir niyetle raksa kal kan bir kimseyi tabiatlar çirkin görmezler. Bu bakımdan o mecliste hâzır bulunanların kalpleri kalp sahiplerinden oldukları takdirde doğruluk ve yapmacığın mihenk taşıdır. Bazılarından doğru vecd sorulduğu zaman şöyle demiştir: 'Vecdin doğruluğu, orada hazır bulunanların vecde kapılanla ters düşmemeleridir kalple rinin kabul etmesi demektir'.

Soru: Acaba tabiatlar raksetmekten neden nefret ediyorlar? İnsanların zihnine raksın bâtıl olduğu, oyun ve eğlence olduğu ve dine aykırı düştüğü niçin' geliyor? Dinde ciddiyet sahibi hiçbir kimse görülmez ki raksı reddetmesin!

Cevap: Ciddiyet, Hazret-i Peygamberin ciddiyetinden fazla olamaz. Oysa Hazret-i Peygamber, Habeşlilerin mescidde raksettiklerini gördü ve onu yasaklamadı. Çünkü bu raks uygun bir zamanda ve uygun kimselerden vâki olmuştur. O uygun vakit bayram günüydü ve o uygun kimseler de Habeşlilerdi. Tabiatlar rakstan şu illetten dolayı kaçarlar: Raks, çoğu zaman oyun ve eğlenceyle beraber görünür. Oyun ve eğlence ise mübahtır. Ancak Habeşliler ve onlara benzer kimseler; yani avam tabakası için mübahtır. Makam ve mevki sahiplerine ise mekruhtur. Çünkü onlara uygun değildir. Makam ve mevki sahibinin durumuna uygun düşmediğinden dolayı mekruh görülen birşeyi, haram diye vasıflandırmak caiz değildir. Bu bakımdan, bir fakirden birşey isteyene, fakir, bir ekmek verse, faki rin bu ekmeği vermesi güzel bir tâat sayılır. Eğer aynı kişi bir padişahtan istese, padişah ona bir veya iki ekmek verse, bütün in sanların gözünde padişahın böyle yapması münker görünür ve bu hareket tarih kitaplarında padişahın kötülükleri listesine kaydedi lir. Ondan sonra gelen nesilleri ve yakınları onu bu hareketinden ötürü kınayıp ayıplarlar! Bununla beraber 'padişahın yaptığı ha ramdır' demek caiz değildir. Zira fakire bir ekmek vermek bakımından güzel birşey yapmıştır. Fakat makam ve mevkisine bu hareketi kıyas edildi mi, fakirin dilenciye vermemesi çirkin olduğu gibi padişahın bu verdiği de çirkin bir hareket olarak sırıtır. Raks ve onun yerine geçen diğer mübahlar da böyledir. Halk tabakası için mübah olanlar havaslar için günah ve çirkin sayılır ve eb rarın iyilikleri mukarrebinler için çirkin ve günah sayılır. Ancak bu hüküm, makam ve mevkilerine bakmak cihetiyle sıhhatli olabi lir. Eğer işin hakikatine bakılırsa, bu işin esasında haramın bu lunmadığına hükmetmek farzdır. Allah en doğrusunu bilir!

Anlattıklarımızdan şu hüküm çıkar: 'Semâ bazen katıksız ha ram olur, bazen mübah, bazen mekruh ve bazen de müstehab olur'.

Haram olmasına gelince, genç olan insanların çoğu ve dünyevî şehvetin kendisine hâkim olduğu kimseler için haramdır. Zira semâ böyle kimselerin kalplerine hâkim olan kötü sıfatları ka bartır, harekete geçirir!

Mekruh olmasına gelince, semâ'yı mahlûkların sıfatı üzerine yorumlamayan, fakat onu vakitlerinin çoğunda oyun yoluyla âdet edinen bir kimse içindir.

Mübah olmasına gelince, semadan hiçbir nasip almayan, an cak güzel sesten lezzetlenen bir kimse içindir.

Müstehab olmasına gelince, Allah sevgisi kendisinde galebe çalan, semâ 'dan ötürü güzel sıfatlarından başka bir sıfatı harekete geçmeyen bir kimse içindir.

Hamd bir ve tek olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm Hazret-i Peygamber'e, âline ve ashâbına olsun!

49) Dualar bölümünde geçmişti.

50) Kur'ân Tilaveti bölümünde geçmişti.

51) Kur'ân Tilaveti bölümünde geçmişti.

52) Tirmizî

53) Ebû Dâvud, Nesâî, Tirmizî

54) Amiri Basralıdır. Künyesi Ebû Hacib'dir. Basra'nın kadısı idi. Şâyân-ı itimad bir abiddi.

55) Künyesi Ebû Muhammed'dir. Bağdadlıdır. Cüneyd'in talebelerindendir. H. 348 senesinde Bağdad'da vefat etmiştir.

56) Mahluk olduğunu tam mânâsıyla idrak eden bir kimse ubudiyetin/kulluğun zirvesine vardığından dolayı övülmek veya yerilmek onun için birdir. Çünkü kendisi mükafat ve mücazatı Allah'tan başkasından istemeyecek bir makama varmıştır.

57) Nikâh bölümünde geçmişti.

58) Bu validemiz Ensar'dandır. Biat'ur-Rıdvan'da Hazret-i Peygamber'e biat edenlerdendir. Hazret-i peygamber' den sonra vefat etmiştir.

59) Buhârî

60) Bütün nüshalarda ibare bu şekilde ise de, doğrusu 'onun önünde bir rahle vardı, üzerinde mushaf okuyordu' şeklindedir. (Bkz. ithaf us-Saade)

61) Hadîs âlimi idi. H. 67 senesinde Mekke'de vefat etmiştir.

62) Daha önceki bölümde geçmişti.

68) Hâkim (Ebû Zerden) ; 'Halkın ahlakıyla ahlâklanıp arkadaşlık ediniz', başka bir rivâyette 'Sabırlı olup ahlâkta halka uyunuz. Fakat amellerinde onlara muhalefet ediniz' şeklinde gelmiştir.