Giriş

Her kitaba hamdiyle, her hitaba zikriyle başlanılan, hamdiyle nimet ehlinin cennet'te nimetlendiği, şakilerin önüne perde gerip onlarla saidler arasına rahmet, dış tarafına da azap kapısı olan bir duvar çekmişse de ismiyle şakilerin teselli bulduğu Allah'a hamdolsun! Padişahlar padişahı olduğuna kesinlikle inanan, sebeplerin müsebbibi bulunduğuna yakînen îman eden bir kimsenin tevbesiyle onun dergâhına dönüş yapar tevbe ederiz. O'nun Melik, Rahîm, Gafûr, Tevvab olduğunu bilen bir kimsenin ümidiyle O'ndan bekleriz. O'nun, günahı af ve tevbeyi kabul edici olmasına inanmakla beraber şiddetli ikab sahibi olduğunda şüphe etmeyen bir kimse gibi, korku ile ümit arasında yaşarız.

Peygamberi Muhammed'e (aleyhisselâm) , onun âline ve ashâbına, bizi hesap ve mahşer gününün dehşetinden kurtaracak, Allah katında bize yakınlık ve güzellik sağlayacak salât ve (selâm) getiririz. Öyle peygamber ki Allah katında bize yakınlık ve güzellik hazırlamıştır.

Bil ki ayıpları örten ve gaybı bilen Allah'a dönüş yapmak suretiyle günahlardan tevbe etmek, sâliklerin yolunun başlangıcı, (Allah'ın visalini) elde edenlerin sermayesi, (Allah yolunun sülûkünde) mürîdlerin adımlarının ilki, bâtıldan hakka yönelenlerin istikâmetinin anahtarıdır ve mukarrebler (dergâha yaklaştırılanlar) ve babamız ve ecdadlarına uymak ise ne uygun bir harekettir! Eğer Âdem oğlu günah işleyip cürme girerse buna şaşmamak gerekir. 'Çünkü bu, tabiattır ki insan onu Ebû Ahzem'den öğrenmiştir. Kim babasına benzerse zulmetmemiştir'. 1

Fakat mâdem ki baba kırdıktan sonra kırdığını sardı, yıktıktan sonra yıktığını tamir etti, öyle ise müsbet ve menfi yönlerde evlat da ona tâbi olmalıdır. 'Âdem (aleyhisselâm) pişmanlık dişini dövdü'. 2 Daha önceyaptığı hatadan pişman oldu. Bu bakımdan Âdem'i (aleyhisselâm) günahta önder kabul edip tevbe etmeyen bir kimsenin ayağı kaymıştır. Hata yapmamak Allah'ın dergâhına yakın bulunanlara (meleklere) mahsustur. Telâfi etmeksizin sadece şerre yönelmek de şeytanların tabiatıdır. Şerre girdikten sonra hayra dönmek ademoğulları için zarurî bir harekettir. Bu bakımdan yalnız iyilikle uğraşanlar, Deyyan (inceden inceye amellerin karşılığını veren) olan padişaha yaklaştırılmış olan meleklerdir. Sadece şerle uğraşan da şeytandır. Yaptığı kötülükten hayra dönmekle şerrin telâfisine çalışan insandır. O halde insanın çamuruna iki tıynet karıştırılmış, ya meleğe, ya Âdem'e veya şeytana benzer. Günahtan tevbe eden bir kimse ise nesebinin Âdem'e (aleyhisselâm) vardığını, insan tıynetinde olmakla (şerden sonra hayra dönmekle) ispat etmiştir. İsyan etmekte ısrar eden ise, nefsinin üzerine şeytan nesebini tescil etmiştir.

Sırf hayır yapmakla meleklere nisbet edilmeye gelince, bu imkân haricindedir; zira şer, hayırla beraber Âdem'in (aleyhisselâm) çamuruna kuvvetli bir şekilde mayalanmıştır. İnsanı şerden iki ateşin biri kurtarır: Ya pişmanlık ateşi veya cehennem ateşi! Bu bakımdan insan cevherini şeytanın pisliklerinden kurtarmak için ateşle yakmak zarurîdir. İşte şimdi iki ateşin en kolayını seçmek, iki şerrin en hafifine koşmak sana düşer. Seçme imkânı varken, İnsan oğlu mecburî ikametgâha cennete veya cehenneme sevkedilmeden önce bunu yapabilir.

Madem ki tevbe nin dindeki yeri budur. Bu bakımdan münciyât (kurtarıcılar) bölümünün başına tevbeyi almak, tevbe'nin hakikatini, sebebini, alâmetini, sonuçlarını ve oluşunu engelleyen âfetleri, tevbeyi kolaylaştıran ilaçları açıklayıp şerhetmek suretiyle takdim etmek gerekir. Bu durum da ancak şu dört bölümü zikretmekle vuzuha kavuşur.

Birinci Bölüm: Tevbe'nin kendisi, tarifi ve hakikati, tevbe'nin acele yapılmasının ve bütün insanlara gerekli olmasının ve bütün durumlarda lüzumlu bulunmasının ve doğru olduğu zaman makbûl oluşunun açıklaması!

İkinci Bölüm: Kendisinden tevbe edilen günahların küçük ve büyük günahlara, kulların veya Allah'ın hakkıyla bağlı bulunan kısımlara ayrılması, derecelerin ve derekelerin, sevaplara ve günahlara nasıl tevzi edildiği, küçük günahları büyük günahlara çeviren sebeplerin neler olduğunun açıklaması!

Üçüncü Bölüm: Tevbe'nin şartları, devamlılığı, geçmiş zulümlerin telâfisinin ve günahların örtülmesinin keyfiyeti, tevbe'nin devamında tevbe edenlerin kısımlarının açıklaması!

Dördüncü Bölüm: Tevbeye teşvik edici sebeplerin ve günahkârların ısrar düğümünün çözülmesine yarayan ilacın keyfiyetinin açıklaması!

Allah'ın izniyle maksad, bu dört bölümün izahıyla tamamlanacaktır.

1) Bu, bir darb-ı meselidir. Ebû Ahzem Rabîa b. Cervel b. Sâkî b. Arar et Tâî için söylenilmiştir.

2) Bu da meşhur bir darb-ı meselidir. Yani yaptığından şiddetle pişman oldu!

31-1

Tevbe'nin Hakikati ve Tanımı

Tevbe fiil, hâl ve ilimden meydana gelen tertipli üç şeyden, gelişen ve birleşen bir mânâdan ibarettir.

Bu terkibdeki birinci madde ilimdir, ikincisi l'dir, üçüncüsü fiildir.

Birincisi ikincisini, ikincisi de üçüncüsünü gerektirir. Bu, Allah'ın mülk ve melekûttaki değişmez kanununun gereği olan bir gerektirmedir.

İlim, günahların zararının büyüklüğünün ve kul ile sevdiğinin arasında perde olduğunun bilinmesidir. İnsan, kesin bir şekilde bunu bildiği ve kalbine gelen bir yakîn ile buna vakıf olduğu zaman bu bilgiden sevdiği elinden çıkacağı için kalbinde bir elem meydana gelir; zira kalp, sevdiği şeyin elden gideceğini sezdiği an üzüntü duyar. Eğer sevdiği şeyin elden gitmesi fiil ile olursa, o fiilden dolayı esef ve üzüntüye dalar! Sevdiği şeyi elinden çıkartan fiilinden duyduğu elemine nedamet (pişmanlık) adı verilir. Bu elem, kalbe galebe çalıp kalbi kapladığı zaman kalpte bulunan bu elemden hâl, mâzi ve istikballe alâkası bulunan bir fiilî irade ve kasdetme adı verilen başka bir hâl doğup meydana gelir.

Bu durumun hali hazırla olan alâkasına gelince, bu alâka yapmış olduğu günahı terketmekten ileri gelir. . . İstikballe olan ilgisine gelince, o da sevdiği şeyi elden kaçırtan günahı terketmeye hayatının sonuna kadar azimli olmasından meydana gelir. Mâzi ile ilgili bulunmasına gelince, o da eğer cebretmeye gücü varsa elden kaçan fırsatları telâfi edip kaza etmek suretiyle telâfi etmeye çalışmakla meydana gelir. 3 Bu bakımdan ilim, bütün bunların başı ve hayırların doğuş merkezidir. Buradaki ilimden gaye; îman ve yakîndir; zira îman, günahların helâk edici zehirler olduğunu tasdik etmekten ibarettir. Yakîn, bu tasdîki te'kid ve takviye etmekten, şüpheyi îmandan uzaklaştırmak ve kalbe hâkim kılmaktan ibarettir. Dolayısıyla bu îmanın nuru kalp üzerine doğduğunda, pişmanlık ateşini meydana getirir. Dolayısıyla kalp, îman nurunun parlamasıyla sevdiğinden perdelendiğini gördüğünden dolayı elem duyar. Tıpkı daha önce karanlıkta bulunduğu halde birden bulutların dağılmasıyla veya perdenin kaldırılmasıyla nura kavuşan ve sevgilisinin ölümle pençeleştiğini gören bir kimse gibi! Bu manzara karşısında onun kalbinde sevgi ateşi alevlenir. O ateş vasıtasıyla iradesi elinden kaçırdığı fırsatları telafi etmek için harekete geçer.

İlim, pişmanlık, hâl ile istikbâlin terki ve mazinin telâfisiyle ilgili bulunan niyetin oluşmasıyle beraber üç şeyden müteşekkildir. Tevbe ismi bunların tümüne birden verilir. Çok zaman da tevbe ismi, sadece pişmanlık mânâsına ıtlak olunur. İlim onun mukaddimesi, pişmanlığın gereği olan terk ise, onun semeresi ve onun arkasından gelen tabii birşey gibidir. Bu itibarla Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: 'Pişmanlık tevbedir'. Zira pişmanlık, hiçbir zaman, pişmanlığı gerektiren ilimden ve ondan sonra gelen azimden hâli değildir. Bu bakımdan pişmanlık, bu iki şeyle sarılmış vaziyettedir. Bu iki şeyden kasdım, pişmanlığın meyvesi olan azim ve azmi gerektiren ilimdir. Bu itibarla tevbe nin tarifinde şöyle denilmiştir: Tevbe, geçmiş hatadan dolayı yüreğin elem duymasıdır'. Çünkü bu, mücerred elemden bahsetmektedir.

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir:

O bir ateştir. Kalpte alevlenir.

O yürekte meydana gelen bir çatlaktır ki kabuk tutmaz!

Tevbe'nin meyvesi olan günahın terk edilmesi itibariyle tevhe'nin tarifinde şöyle denilmiştir: 'Tevbe, cefa elbisesini çıkarmak, vefa sergisini yaymaktır'.

Sehl b. Abdullah et-Tusterî şöyle demiştir: 'Tevbe kötü olan hareketleri, güzel olan hareketlerle değiştirmektir. Bu da ancak halvete çekilmek, susmak ve helâl yemekle tamam olur'. Sanki bu sözüyle tevbe'nin üçüncü mânâsına işaret etmiştir.

Tevbe nin tarifindeki sözler sayılmayacak kadar çoktur. Sen bu üç mânâyı anladığın ve birbirinin mülâzımı olduğunu bildiğin zaman, tevbe'nin tarifi hakkında söylenen sözlerin tevbe'nin bütünmânâlarını toplayamadığını anlarsın. İşlerin hakikatlerini bilmek, mücerred lâfızları bilmekten daha mühimdir,

3) Yani terk edilen günahlar, namaz gibi kazası mümkün olan ile mushafa abdestsiz dokunmak gibi telâfisi mümkün olmayan kısımlara ayrılır. Bu ikinci kısım pişmanlıkla affolunur.

Tevbe'nin Vücûbu ve Fazileti

Tevbe nin vücûbu, âyet ve hadîslerle apaçık ortadadır. Basiret gözü açılan, Allah tarafından îman nuruyla göğsü şerhedilen, her adımda kendisini hakikate doğru çeken bir öndere ihtiyacı olmadığı halde cehaletin karanlıklarında önündeki nuruyla, yürüme gücüne sahip olan bir kimsenin nezdinde de bu hüküm açıktır. Bu bakımdan sâlik (âhiret yolunun yolcusu) ya kördür, her adımında kendisini hakka doğru çeken bir rehbere muhtaçtır veya basiret sahibidir; yolun başına hidayet olunur, sonra kendi kendine o hidayet yolunda devam eder. Din yolunda insanlar da böyle kısımlara ayrılırlar. Nice insanlar vardır ki başkasını taklid etmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan her adımda bir âyet veya bir hadîs dinlemeye mecbur olur. Bazen de bu durum onu sıkıştırır ve dolayısıyla hayretler içerisinde kalır. Böyle bir kimsenin seyr ü sülûkü ömrü ne kadar uzun olursa olsun, çalışması ne kadar çok olursa olsun eksiktir, adımları yetersizdir.

Nice said vardır ki Allah onun göğsünü İslâm için açmıştır ve o rabbinden gelen bir nur üzerindedir. Az bir işaretle en dolambaçlı yolda yürümeyi, en zor engelleri aşmayı becerir. Onun kalbine Kur'ân ve îman nuru doğar. O, içindeki nurun çokluğundan ötürü az bir beyan ile idare eder. Sanki o, yağma ateş dokunmasa bile parlayacaktır. Hele ateş dokunursa o vakit nur üzerine nur olur. Allahü teâlâ dilediğini nuruna hidayet eder.

Böyle bir kimse her hâdisede nakledilen bir nassa muhtaç olmaz. Bu bakımdan durumu böyle olan bir kimse, tevbe'nin farziyetini bilmek istediği zaman, önce basiret nuruyla tevbe'nin ne olduğunu tedkik eder. Sonra farziyet ile tevbe'nin mânâsını bir araya getirir. Bu mânânın tevbe için sabit olduğunda şüphesi kalmaz. Vâcib, ebedî saadete varmakta ve ebedî helakten kurtulmakta vâcib olan şey demektir; zira eğer saadet ve şekavet, birşeyin yapılmasına veya terkedilmesine bağlı değilse, o vakit o şeyi vâcib olmakla hiçbir mânâsı kalmaz.

Kişinin ' (Ünsiyet!) icabla vâcib oldu' demesi, sadece laftır ve faydadan uzak bir konuşmadır; zira bizim için ne hâl-i hazırda ne de gelecekte, yapılmasında veya terkedilmesinde bir fayda olmayan şey ile ister başkası onu bize vâcib kılsın, ister kılmasın meşgul olmamızın hiçbir mânâsı yoktur. Bu bakımdan kişi, vücubun (farziyetin) mânâsını bildiği ve bunun ebedî saadetin vesilesi olduğunu anladığı ve beka evinde saadetin ancak Allah ile mülâki olmakta olduğunu, Allah'a karşı mahcup olan herkesin elbette şakî olacağını, onunla tevbe arasına perdeler gerileceğim, ayrılık ve cehennem ateşiyle yanacağını, Allah ile mülâki olmaktan ancak şehvetlere tâbi olmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bu fânî âleme gönül bağlamanın ve kesinlikle ayrılacağı şeylerin sevgisine bağlanmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bunun yanında Allah ile mülâki olmaya yaklaştıracak şeyin ancak kalbi dünyanın sahte süslerinden kesip tamamen Allah'ın zikriyle, onun celâl ve cemâlinin marifetini gücü nisbetinde bilmekle, ona muhabbet göstermekle yakınlık sağlamanın ancak Allah'a yönelmekle olduğunu ve Allah'tan yüz çevirmek, Allah'ın huzurundan uzaklaştırılmış düşmanları olan şeytanlara tabi olmaktan ibaret olan günahların mahcubiyetine ve Allah'tan uzaklaşmasına sebep olduğunu bildiği zaman, yakınlığa varmak için uzaklaştıran yollardan dönüş yapmanın farz olduğundan şüphe etmez. Bu dönüş ancak ilim, pişmanlık ve azimle tamam olur. Çünkü kişi, günahların Allah'tan uzaklaştıran sebepler olduğunu bilmedikçe, pişman olmaz. Uzaklaştıran yollara devam ettiğinden ötürü elem duymaz. Elem duymadıkça dönüş yapmaz. Dönüş yapmanın mânâsı, elem verici hareketi terketmek ve azimli olmaktır. Bu bakımdan kişi, bu üç mânânın amaca ulaşmak için zarurî olduğundan şüphe etmez.

İşte basîret nuruyla hâsıl olan îman böyle olur. Fakat halkın çoğunun takatinin dışında olan şeylerde başkasına tâbi olması için geniş bir imkân vardır. O ancak taklidî imanla felâketten kurtuluşa varır. Bu bakımdan bu hususta Allah'ın, Hazret-i Peygamber'in ve selef-i sâlihinin sözlerini düşünmelidir!

Ey Mü'minler! Hepiniz birden Allah'a tevbe edin ki felaha eresiniz.

(Nûr/31) Buradaki emir umumî bir emirdir.

Ey îman edenler! Allah'a yürekten tevbe edin! (Tahrîm/8)

Ayette bahsi geçen 'Nasûh tevbesi' hâlisen Allah için, şaibelerden temiz olarak yapılan tevbe demektir. Nasûh, nasihat kökünden türemedir. Tevbe'nin faziletine Allahü teâlâ'nın şu âyet-i celîlesi de delâlet eder:

Elbette Allah çokça tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever. (Bakara/222)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Tevbe eden bir kimse, Allah'ın dostudur ve günahtan halis tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir. 4

Muhakkak Allahü teâlâ'nın Mü'min bir kulunun tevbesiyle sevinci, bir adamın tehlikeli, ıssız bir çölde bineği, yiyeceği ve içeceği olduğu halde biraz uyuduktan sonra uyandığında azığının ve bineğinin kaybolduğunu görüp, onu her tarafta aradıktan sonra 'Konak yerine gideyim, orada ölüm uykusuna yatayım' diyerek başını kolunun üzerine koyarak uykuya yatıp, bir müddet sonra uyandığında, azığı ile devesini yanında gördüğü zamanki sevincinden daha fazladır. 5

Hadîsin bazı versiyonlarında geçtiği üzere deve sahibi, sevincinin şiddetinden ötürü Allah'a şükretmek için 'Sen benim rabbimsin, ben de senin kulunum' diyeceği yerde 'Ben senin rabbinim, sen de benim kulumsun' demiştir.

Hasan-ı Basrî'den şöyle rivâyet ediliyor: 'Âdem (aleyhisselâm) tevbe ettiği zaman melekler onu, tevbesinin kabulünden ötürü tebrik ettiler. Cebrâil ve Mikâil onun yanma inip şöyle dediler: 'Ey Âdem! Allah'ın senin tevbeni kabul etmesinden ötürü gözün aydın olsun!' Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) Cebrâîl'e 'Eğer bu tevbemden sonra yine sorgu sual var ise, benim makamım neresi olur?' dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Ey Âdem! Sen zürriyetine yorgunluk ve çok çalışmayı miras olarak bıraktın. Ben de onlara tevbe kapısını açtım. Bu bakımdan onlardan kim beni çağırırsa, sana cevap verdiğim gibi, ona da cevap vereceğim. Benden kim mağfiret isterse, ona mağfiret edeceğim. Çünkü ben yakınım. Çağırana cevap veririm. Ey Âdem! Tevbe edenleri kabirlerinden, sevinçli bir durumda hasrederim. Onların duaları kabul edilmiştir'.

Bu hususta vârid olan rivâyetler sayılmayacak kadar çoktur. Tevbe'nin vâcib oluşunda ümmetin ittifakı vardır; zira tevbe'nin mânâsı, günahların helâk edici ve Allah'tan uzaklaştırıcı olduğunu bilmektir. Bu, îmanın vücubuna dahildir. Fakat bazen gaflet insanı bundan habersiz bırakır. İşte ilmin mânâsı, bu gafleti ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan tevbe'nin farz olduğunda ihtilâf yoktur.

Tevbe nin bir mânâsı da günahları derhal terketmek, gelecekte de yapmamaya azimli olmak ve daha önce geçen kusurları telâfi etmeye çalışmaktır. Böyle yapmanın farz olduğunda şüphe yoktur. Geçmişe dair nedamet getirmek ve üzülmek farzdır. Bu ise tevbe'nin ruhunu teşkil eder. Günahların telâfisi bununla tamamlanır. Öyle ise tevbe nasıl farz olmasın? Tevbe bir tür elemdir ki Allah'ın öfkesini gerektiren ve zayi olan hayatın hakikatini bilmenin akabinde meydana çıkar.

Soru: Kalbin elem duyması, İnsan oğlunun elinde olmayan zarurî bir şeydir. Bu bakımdan böyle kendiliğinden olan bir şeyi Vacibdir' diye vasıflandırmak nasıl olur?

Cevap: Bunun sebebi, kesinlikle sevdiği şeyin elden çıktığını bilmesidir. Bunun sebebini tahsil etmeye bir yol vardır. İşte bu mânânın benzeriyle ilim, vâcib olur. Yoksa ilim 'kul tarafından yaratılır ve nefsinde meydana gelir' mânâsına gelmez. Çünkü böyle yapması muhaldir. İlim, pişmanlık, fiil, irade, kudret ve kudretin sahibi olan insan bunların hepsi Allah'ın mahlûku ve fiilidir.

Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır. (Sâffât/96)

İşte basiret sahiplerinin nezdinde hak budur. Bunun ötesi dalâlettir.

Soru: Acaba kulun fiili yapmakta veya terketmekte herhangi bir ihtiyarı yok mudur?

Cevap: Evet vardır! Fakat onun varlığı bizim 'hepsi Allah'ın mahlûkudur' dememize ters düşmez. Kulun ihtiyar etmesi de Allah'ın mahlûkudur. Kul, kendi ihtiyarında mecburdur. Çünkü Allahü teâlâ sağlam eli, lezzetli yemeği, midede yemeğe karşı olan şehveti, kalpte 'şu yemek şehveti teskin eder' ilmini, 'şu yemek, şehveti teskin etmesine rağmen, onda zararlı bir madde var mıdır, yok mudur? Onu aldatmaktan zorlaştırıcı bir mâni bulunur mu bulunmaz mı?' diye çarpışan fikirleri, sonra 'hiçbir mâni yoktur' ilmini yarattıktan sonra bu sebepler bir araya geldiğinde yemeği yemeye insanı zorlayan irade kesinleşir.

Bu bakımdan çarpışan düşüncelerin gelip geçmesinden ve yemeğe olan şehvetin meydana gelmesinden sonra iradenin kesinliğine 'ihtiyar' (veya cüz-i ihtiyar) ismi verilir. Oysa sebeplerin tamamlanması, anında var olması lâzımdır. Bu bakımdan iradenin kesinliği Allah tarafından yaratıldığında, sıhhatli el şüphesiz lezzetli yemek cihetine meyleder; zira irade ve kudretin tamam olmasından sonra, fiilin meydana gelmesi zarurî olur. Bu bakımdan kudret ve kesin iradenin meydana gelmesinden sonra, Allah'ın yaratmasıyla hareket hâsıl olur. Oysa kudret ile iradenin ikisi de Allah'ın mahlûkudur. İradenin kesinliği, şehvetten ve mânilerin bulunmadığını bilmekten sonra hâsıl olur. Oysa onların ikisi de Allah'ın mahlûkudurlar. Fakat bu mahlûkların bir kısmı diğerinin üzerine terettüp etmektedir. Öyle bir tertip ki mahlûkların yaratılışında Allahü teâlâ’nın âdet-i ilâhîsi o tertip üzere cereyan etmiştir.

Allah'ın fıtrî kanunu asla değişmez. Bu bakımdan Allahü teâlâ, elde kudret denilen bir sıfatı, hayatı ve kesin olan iradeyi yaratmadıkça, doğru bir yazıyı yazmak için elin hareketini yaratmaz. Kesin iradeyi de şehveti ve nefiste olan meyli yaratmadıkça yaratmaz. Nefisteki bu meyil, Allahü teâlâ 'Bu meyil hâl-i hazırda ve gelecekte nefse uygundur' ilmini yaratmadıkça tam manâsıyla harekete geçemez. İlmi de ancak hareket, irade ve ilme dönüşen birtakım başka sebeplerden sonra yaratır. Öyleyse ilim ve tabiî meyl daima kesin irade ve kudreti arkalarına takarlar. İrade de daima hareketi getirir.

İşte her fiilde bu tertip vardır. Hepsi Allah'ın yoktan var etmiş olduğu mahlûkudur. Fakat var edilenlerin bazısı diğeri için şarttır. Bunun için bazılarının öne alınması bazılarının da tehir edilmesi farz olur. Nitekim iradenin ancak ilimden sonra, ilimin ancak hayattan sonra, hayatın da ancak cisimden sonra yaratıldığı gibi. . . Bu bakımdan cismin yaratılışı hayatın var olması için şarttır. Ancak bu, hayatın cisimden doğduğu anlamına gelmez.

Hayatın yaratılması ilmin yaratılması için şarttır. Bu, ilim hayattan doğar anlamına gelmez. Fakat böyle olmakla beraber, cisimde hayat olduğu zaman ilmi kabul etmeye müsait olur. İlmin yaratılışı iradenin kesinliği için şarttır. Bu, ilmin iradeyi doğurduğu anlamına gelmez. Fakat buna rağmen iradeyi ancak diri ve ilim sahibi olan bir cisim kabul eder. Varlık âlemine ancak mümkün olan birşey girer. İmkânın bozulmayı kabul etmeyen bir tertibi vardır. Çünkü bozulması muhaldir. Bu bakımdan ne zaman vasfın şartı mevcut olursa, o şarttan ötürü o merkez, vasfı kabul etmeye müsait olur. Öyleyse o vasıf, istidadın huşûlu anında ilâhî cömertlik ve ezelî kudretten hâsıl olur. Şartlar sebebiyle istidadın bir tertibi vardır. Kul, bu tertipli hadiselerin cereyan merkezidir. O, bir oları Allah'ın hükmünde göz açıp kapatmak gibi bozulmaz bir küllî tertip ile tertiplenmiştir. Onun ayrıntılı olarak ortaya çıkması, bir ölçüye göredir ki o ölçüyü aşamaz.

Allahü teâlâ’nın şu âyet-i celîlesi bunu ortaya koymaktadır:

Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kadere (ölçüye) göre yarattık. (Kamer/49)

Şu âyet de küllî ve ezelî kazaya işaret etmektedir:

Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp kapama gibidir. (Kamer/50)

Kullara gelince, onlar kaza ve kaderin cereyanları altında musahhardır. Kâtibin elinde, kudret ve irade diye adlandırılan ve nefiste bulunan kesin ve kuvvetli bir meylin yaratılışından sonraki hareketi yaratmak kaderin cümlesindendir. Meylinin nereye olduğunu bildikten sonra bu kasda idrâk ve mârifet adı verilir.

Bu dört durum, ne zaman melekûtun iç âleminden, takdirin kahrı altında bulunan bir kulun cismi üzerinde belirirse, gayb ve melekût âleminden habersiz oları, sadece şehâdet ve mülk âlemini gören insanlar acele ederek derler ki: 'Ey kişi! Sen hareket ettin. Sen attın. Sen yazdın'. (Fakat) gayb perdeleri ve melekûtun arkasından şöyle denilir:

(O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü, attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. (Enfâl/17)

Bu durum karşısında sadece şehadet âleminden haberdar olanların akılları hayrete kapılır. (Cebriler gibi) kimi 'Bu halis bir cebr'dir' der, kimi (Kaderîler gibi) 'Bu sırf (kulun) bir icadıdır der.

Cebr ile kader arasında hareket eden bir çokları da fiillerin kulun kesbi olduğuna meyletmiştir. 6

Eğer onlara gök kapıları açılmış olsaydı, onlar gayb ve melekût âlemine baksaydılar, her birinin bir yönden doğru olduğunu görürlerdi.

Fakat bunların hepsi de kusurludur. Hiçbiri bu işin hakikatini idrâk edememiş, onu ilminin kapsamına alamamıştır. Bunun hakikatine ancak gayb âlemine açılan pencereden doğan bir nur ile ulaşılabilir.

Gayb ve şehâdefin âlimi Allahü teâlâ'dır. Gaybma hiç kimseyi muttali kılmaz. Arıcak razı olduğu peygamberlerini muttali kılar. (Nitekim Kur'ân böyle haber vermektedir) . Şehâdet âlemine ise, Allah'ın razı olmadığı kimseler de muttali olurlar.

Kim sebeplerle müsebbeblerin zincirini harekete geçirip bu zincirlemenin keyfiyetini bilir, o zincirlerin sebeplerinin müsebbiblerine nasıl bağlandığını anlar ve ona kaderin sırrı keşfolunursa, o yakînî bir ilimle bilmiş olur ki Allah'tan başka yaratan ve Allah'tan başka mûcid yoktur.

Soru: Sen, cebri savunan grubun, fiili tpıamen kula ait kabul eden ve kesbe meyleden sınıfların hepsinin bir yönden doğru olduğuna ve yine de kusurlu bulunduğuna hükmettin. Bu ise tenakuzdur. Bunun anlaşılması nasıl mümkün olur? Bunu bir misal ile zihinlere yaklaştırmak mümkün müdür?

Cevap: Körlerden bir cemaat memlekete fil getirildiğini duymuşlar, ona dokunup incelemek için filin yanına gelmişler. Körlerden biri filin bacağına, biri dişine, biri de kulağına dokunup yoklamış ve bunun üzerine "Biz fili anladık' demişler. Filin yanından gittikleri zaman, diğer körler filin nasıl olduğunu onlara sormuşlar. Fili değişik değişik tarif etmişler. Filin bacağına dokunan demiş ki: 'Fil, bir direk gibidir. Fakat direkten biraz yumuşaktır!' Filin dişine dokunan kişi demiş ki: 'Onun dediği gibi değildir. Aksine fil serttir. Onda yumuşaklık yoktur ve kaygandır. O direk gibi kalırı değildir. İnce bir sopa gibidir'. Filin kulağını elleyen demiş ki: 'Hayatımla yemin ederim. Fil yumuşaktır. Onda sertlik yoktur. Benden önce konuşanlardan biri doğru söyledi' dedikten sonra şöyle devam etmiş Takat fil ne sopa gibi, ne de direk gibidir. O kaim ve enli bir deri gibidir'. Körlerden her biri, bir yönden doğru söyledi; zira herbiri filin dokunduğu kısmından haber vermiştir. Hiçbiri filin vasfı hakkındaki tecrübesinden dışarı çıkmamıştır. Fakat üçü de filin suretinin hakikatini ihata etmekte kusur etmişlerdir.

Bu bakımdan bu misal ile gözünü aç ve ibret al! Zira bu misal, insanların hakkında ihtilâf ettikleri pekçok fikirlerin misalidir. Her ne kadar bu kelâm, mükâşefe ilminin denizine dalan, onun dalgalarını harekete geçiren bir konuşma ise de. . . Fakat bu bizim konumuz değildir. Şimdi biz tevbeye dönelim. Bahsini yaptığımız tevbe'nin üç parçası olan ilim, pişmanlık ve günahı terketmekle beraber vâcib olmasının beyanı ile pişmanlığın vücûb hükmüne dahil olduğunun beyanıdır. Çünkü pişmanlık, Allahü teâlâ’nın kulun ilmi ile iradesi arasında mahsur kalan fiillerine dahildir. Bunların arasına giren kudretinin cümlesindendir. Vasfı bu olan bir şeyi, vücûh ismi kapsar.

4) ibn Mâce

5) Müslim, Buhârî, (İbn Mes'ûd'dan)

6) Fiili Allah'a isnâd ederek, kul için fiilde kesbi isbat edenler Eş'arîlerdir.

Günahın Ardından Hemen Tevbe Etmenin Vücûbu

Günahın ardından hemen tevbe etmenin vâcib olduğunda şüphe yoktur; zira günahların helâk edici olduklarını bilmek, imana dahildir. Îman etmek ise farzdır. Tevbe etmenin farziyye tinden kurtulan kimse, tiksindirici fiilden kendisini meneden bir marifetle Allah'ı tanımıştır. Çünkü bu mârifet, amelle alâkası bulunmayan mükâşefe ilimlerinden değil, muamele ilimlerindendir.

Her ilim bir amele teşvikçi olsun diye istenir, o ilmin mesuliyetinden ancak istenilen amele teşvikçi olduğu zaman kurtulunur. Bu bakımdan günahların zararını bildiren ilim, ancak insanı günahları terketmeye teşvik etmek için istenir. O halde günahları terketmeyen bir kimse, îmanın bu parçasını kaybetmiş olur ve Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerîfîyle de bu kastolunmuştur:

Zani bir kimse, Mü'min olduğu halde zina etmez. 7

Hazret-i Peygamber bu sözüyle Allah'ı, birliğini, sıfatlarını, kitâblarmı ve peygamberlerini bilmek gibi mükâşefe ilimlerine ait olan îmanın yokluğunu kasdetmemiştir; zira bu îmanı, ne zina, ne de diğer günahlar yok edemez.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yukarıdaki hadîs-i şerifte zinanın Allah'tan uzaklaştırıcı ve Allah'ın gazabını gerektirici olduğuna inanmakla ilgili olan îmanın yokluğunu kasdetmiştir.

Nitekim doktor 'Şu zehirdir, onu yemeyeceksin' dediği zaman, doktorun aksine onu yerse 'mü'min olmadığı halde zehiri yedi' denir. Yani doktorun varlığına ve doktor olduğuna inanmadığı halde yedi mânâsında değildir. Aksine bu sözden doktorun 'zehir öldürücüdür' sözünü kabul etmediği anlaşılır; zirâ zehiri bilen bir kimse, asla zehir yutmaz.

Bu bakımdan âsi bir kimse, zarurî olarak, eksik imanlıdır. Îman bir tek şûbe değildir, yetmiş küsûr şubedir. Onların en yücesi, Allah'tan başka mabud olmadığına şahidlik etmektir. En düşüğü ise yoldan geçenlere zahmet veren şeyi yoldan kaldırmaktır'. 8

Bunun misali, 'İnsan bir mevcut değildir, yetmiş küsur mevcuttur. O mevcutların en yücesi, kalp ve ruhtur. Derece bakımından en azı deriden eziyet verici şeyleri silmektir' diyenin sözüdür. Şöyle ki: Bıyıkları kısaltılmış, tırnakları kesilmiş, bedeni kirden temizlenmiş olmalıdır ki pis olan tırnak ve pençelerin uzun şekilleriyle çirkin görünen hayvanlardan ayrılmış olsun.

Bu misal konumuza uygun bir misaldir. Bu bakımdan îman, insan gibidir. Tevhîd şehadetinin yokluğu, ruhun yokluğu gibi, îmanın tamamen yok olmasını gerektirir. Tevhîd ve Risalet'e şahidliği olan kimse, azaları kesik, gözleri kör bir insan gibidir. Bu insan bâtın ve zâhir âzalarının hepsini kaybetmiş, sadece ruhun aslını kaybetmemiştir.

Nasıl ki durumu bu olan bir kimse ölüme yaklaşır, zayıf ve takviye edici güçlerden ayrılmış ruh kendisinden ayrılırsa, tıpkı* onun gibi amellerde kusurlu olan, kendisinde îmanın aslından başka amel olmayan bir kimsenin imanının da ölüm meleğinin gelmesiyle şiddetli rüzgâr esintisine mâruz kaldığında sökülmesi yakın bir ihtimaldir.

Bu bakımdan yakîni kökleşmemiş, amel dalları yayılmamış olan îman, ölüm meleği göründüğü zamanki şiddete sebat edemez ve o îman için kötü sonuçtan korkulur. Fakat her geçen gün kök salıp sabitleşinceye kadar ibâdetlerin sularıyla sulanan îman boyle değildir.

Asi bir kimsenin muti bir kimseye 'Senin Mü'min olduğun gibi ben de Mü'minim' demesi, tıpkı kabak bitkisinin selvi ağacına 'Ben de ağacım, sen de!' demesi gibidir. Selvi ağacının ona vermiş olduğu cevap ne güzeldir: "Ağaç cinsinin kapsamına girmekten dolayı aldanımş olduğunu sonbahar rüzgârları estiğinde bileceksin. O zaman senin kökün kopacak, yaprakların dökülecek, ağaçların sabit kalış sebeplerinden mahrum olduğun için sadece ağaç isminde ortaklıkla adlanmış olduğun belli olacaktır".

Toz duman dağıldığı zaman göreceksin altındaki at mıdır, yoksa merkeb mi?

Bu öyle bir iştir ki ancak son nefeste belli olur.

Ariflerin kalp damarları, ölümün dehşetlerini görüp de çok az kimsenin sabredebileceği ölüm korkusunun şiddetinden ötürü kopmuştur, Bu bakımdan âsi bir kimse mâsiyetinden ötürü, ebediyyen ateşte kalmaktan korkmadığı takdirde, tıpkı sıhhatli olup zararlı şeylere dalan bir kimsenin, sıhhatinden ve ölümün çoğu zaman aniden vâkî olmadığından dolayı ölümden korkmayan kimse gibi olur. Sıhhatli kimse hastalıktan korkar. Hasta olduktan sonra da ölümden korkar. Asi bir kimse de kötü sonuçtan korkar. Kötü sonuçla eceli kapandıktan sonra Allah korusun» cehennemde ebedî kalması gerekir.

Bu bakımdan günahlar, îman için, bedenleri kemiren'zararlı yemekler gibidir. O yemekler içte birikirler. Sonunda insanın mizacı bozulur. Oysa insan mizacı bozuluncaya kadar bundan haberdar değildir. Sonra da hasta olur ve defalarca ölür. İşte günahlar da böyledir.

Madem ki bu ölümlü dünyada helakten korkan bir kimse için zehirleri, zararlı yemekleri hemen terketmek farzdır, öyle ise ebedî dünyasının helâk olmasından korkan bir kimseye, bu helâka götüren şeyleri bırakması öncelikle farzdır. Zehiri yiyen bir kimse pişman olduğu zaman kusması, derhal mideden uzaklaştırmak suretiyle yediğini çıkarması farzdır.

Bunu da helake yaklaşan ve ölmesiyle sadece şu fânî dünyası elden gidecek olan bedenini kurtarmak için yapar. O halde dinin zehirleri olan günahları işleyen bir kimsenin günahlardan dönmesinin vâcib olması daha evlâdır. Bunu da ancak ömrü varsa yapabilir; zirâ bu zehirden ötürü zarar görecek olan şey, baki olan âhiretin elden gitmesidir. O âhiret ki orada değişmez nimet ve büyük mülk vardır! Onun elden gitmesi, cehennem ateşini ve daimî azabı gerektirir. Öyle azap ki dünya ömrünün birkaç misli onun müddetinin binde biri olamaz; zira onun müddetinin sonu hiç yoktur! Bu bakımdan tevbeye acele etmek gerekir.

Günah zehirleri, îman ruhuna, doktorların yapacağı birşeyin kalmadığı bir felâketi işlemezden önce tevbe etmek gerek. Öyle bir felâket ki ondan sonra zararlılardan sakınmanın, nasihatçıların nasihatinin, vaizlerin vaazının hiçbir faydası olmaz. Sahibinin helâk olanlardan olduğu kesinleşir ve şu ayetin umumî hükmünün altına girmiş olur:

Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelere kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır. Önlerine bir engel, arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık, artık görmezler. Onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. Îman etmezler. (Yâsin/8-10)

Sakın îman kelimesi seni aldatıp ayetten kastedilen şeyin, küfür olduğunu sanmayasm; zira izah edildi ki îman yetmiş küsur şubedir. Zina eden bir kimse de Mü'min olduğu halde zina etmez. Bu bakımdan şubeler ve dallardan ibaret olan îmandan mahrum olan bir kimse sonuçta asıl olan îmandan da mahrum olur. Nitekim dallar mesabesinde olan âzalarının tamamını kaybeden bir kimsenin, asıl ve kök olan ruhunun yok edici ölüme mahkum olduğu gibi. . . Bu bakımdan dallar olmayınca aslın bekası mümkün değildir. Köksüz dal da olamaz. Kök ile dalın arasında ancak bir şeyde fark vardır. O da dalın varlığı ile bekası kökün varlığını ister. Kökün varlığı ise dalların varlığını istemez. Bu bakımdan aslın bekası fer'e, fer'in de var olması asla bağlıdır. Öyleyse mükâşefe ile muamele ilimleri asıl ile fer gibi biri diğerinden müstağni değildir/Her ne kadar biri asıl, diğeri tâbi mertebesinde ise de,. .

Muamele ilmi amele teşvik edici olmadığı zaman, onun yokluğu varlığından daha hayırlıdır.

Eğer muamele ilmi istenen ameli insana yaptırtmazsa sahibinin aleyhine delil olur. Bunun için fâcir âlimin azabı, fâcir cahilin azabından daha fazla olur. Nitekim Kitab'ul-İliıride bu husustaki haberleri zikretmiştik.

7) Müslim, Buhârî

8) Tirmizî

Tevbe Herkese ve Her Hâlükârda Vacibdir

Kur'ân'ın zahiri bu hükme delâlet eder; zira Allahü teâlâ umumî olarak şöyle buyurmuştur:

Topluca Allah'a tevbe edin ki felaha eresiniz. (Nûr/31)

Basiret nuru da insanı bu hükme irşad etmektedir.

Zira tevbenin mânâsı; Allah'tan uzaklaştıran ve şeytana yaklaştıran yoldan dönmek demektir. Böyle bir dönüş, ancak akıllı bir kimse için düşünülebilir. Akıl, ancak şehvet, gazab ve şeytanın insanı aldatma vesileleri olan diğer kötü sıfatların kemâlinden sonra kemâl bulur; zira aklın kemâli ancak yaş kırka geldiği zaman olur. Aklın esası, ancak bulûğa yaklaşıldığında tamamlanır. Onun başlangıcı çoğu zaman yedi seneden sonra belirir. Şehvetler, şeytanın askerleridir. Akıl da meleklerin ordularındandır. İkisi bir araya geldiğinde mecburî olarak aralarında savaş patlak verir; zira biri diğerinin yanında duramaz. Çünkü birbirine zıddırlar. Bu bakımdan aralarındaki boğuşma, gece ile gündüzün, nur ile zulmetin arasındaki boğuşma gibidir. Biri galebe çaldığı zaman, zarurî olarak diğeri kaçar! Şehvetler çocuk ve gençlerde akim kemâlinden önce yerleştikleri zaman şeytanın orduları gelmiş ve mekânı istilâ etmiş demektir. Kalp bunlara yakınlık göstermiş olur. Şüphesiz ki bu takdirde şehvetlerin isteklerine uyması da normal olur ve bu durum kalbe hâkim olur. Artık kalbin bu durumdan kurtulması zorlaşır. Sonra Allah'ın hizbi ve askeri olan akıl ortaya çıkar ve tedricî bir şekilde dostlarını düşmanların ellerinden ve esaretinden kurtarır. Fuğer akıl kuvvet bulmaz ve kemâle ermezse, kalp memleketi şeytana teslim olur. Şeytan da va'dini yerine getirir! Zira şeytan şöyle demiştir:

Eğer beni kıyâmet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini, pek azı müstesna kandırıp kendime bağlarım. (îsra/62)

Eğer akıl kemâle erip kuvvetlenirse, onun ilk meşgalesi şehvetleri kırmak, âdetlerden ayrılmak, tabiatı cebr yoluyla ibâdetlere zorlamak suretiyle şeytanın ordularını yok edip uzaklaştırmak olur. Tevbenin mânâsı bundan başka birşey değildir. Böyle olmasının isbatı da şehvetten, rehberi şeytan olan bir yoldan dönüp Allah'ın yoluna yönelmektir.

Varlık âleminde hiçbir insan yoktur ki şehveti aklından önce şeytanın silahı olan tabiatı, meleğin silahı olan tabiattan önde bulunmasın. Bu bakımdan şehvetlerin gücünü artıran yoldan dönüş, ister peygamber olsun, ister ahmak bir kimse, her insan için zaruridir. Zannetme ki bu zaruret sadece Âdem'in özelliğidir.

Sakın sanma ki hilekârlık sadece Hind'indir. Her güzelin tabiatı Hind'in tabiatı gibidir.

Bu durum ezelî bir hükümdür. İnsan cinsine farz kılınmıştır. Bu, hiç kimsenin değişmesini ümit etmediği ilâhî kanun değişmedikçe bu farzın hilâfî mümkün değildir. Bu bakımdan kim kâfir ve cahil olduğu halde bülûğ çağma ererse, cehaletinden ve küfründen tevbe etmesi farzdır.

Ne zaman annesine ve babasına tâbi olarak ve İslâm'ın hakikatinden gâfil bulunarak müslüman olduğu halde bâliğ olursa, bu sefer İslâm'ın mânâsını anlamak suretiyle gafletinden tevbe etmesi farzdır; zira kendisi müslüman olmadıktan sonra, anne ve babasının müslüman oluşu kendisine fayda sağlamaz. Eğer bunu anlarsa, âdetinden ve önleyici olmaksızın şehvetlerin arkasında koşmasından, Allah'ın menetmek, bırakmak, ayrılmak ve başıboş gitmek hususundaki sınırlarına dönmekle tevbe etmesi farzdır. Bu şekilde tevbe etmek, tevbe kapılarının en zorudur. Burada insanların çoğu helâk olur; zira bu tevbeyi elde etmekten aciz kalmışlardır. Bütün bunlar, dönüş ve yakınlıktır.

Bu bakımdan bu durum tevbe'nin her insan için farz-ı ayn olduğuna delalet eder. Hiçbir insanın tevbeye muhtaç olmadığı düşünülemez. Nitekim Âdem'in (aleyhisselâm) tevbe etmekten müstağni olmadığı gibi. . . Öyle ise babanın müstağni olmadığı bir şeyden evlat da müstağni olamaz.

Tevbe’nin daima ve her durumda yapılmasının farziyeti şu demektir: Hiçbir insan günahsız değildir; zirâ peygamberler bile bu zellelerden kurtulamamıştır.

Nitekim Kur'ân'da ve hadîslerde peygamberlerin bu zellelerden tevbelerinden ve hatalarından ötürü ağlamalarından haber verilmektedir. Eğer azaların günahından bazı durumlarda kurtulursa, kalp ile günahları arzu etmekten kurtulamaz.

Eğer kalp de bazı durumlarda günahları arzulamaktan kurtulursa, Allah'ın zikrinden gaflet ettiren şeytanın vesveselerinden kurtulamaz.

Eğer bundan da kurtulursa Allah, Allah'ın sıfatları ve fiilleri hakkındaki ilim hususunda kusur ve gafletten kurtulamaz. Bütün bunlar, eksikliktir. Bunun sebepleri vardır. Sebeplerin zıdlarıyla meşgul olmak suretiyle sebepleri terketmek, onun zıddına dönmek demektir. Tevbeden de maksat dönüştür. Hiçbir insanın bu eksiklikten uzak olması düşünülemez. Ancak insanlar miktar hususunda birbirlerinden ayrılır. Asıl ise bütün insanlarda vardır. Bunun için Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur.

Benim de kalbimin üzerine pas çöker. Öyle ki gece ve gündüz yetmiş defa Allah'tan af talebinde bulunurum.

Bunun için Allahü teâlâ, peygamberine şöyle demek suretiyle ikramda bulunmuştur:

Öyle ki Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlayıp üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola iletecektir. (Fetih/2)

Hazret-i Peygamber'in' yüce makamına rağmen hali bu olursa, acaba başkasının hali ne olacaktır?

Soru: Kalbe gelen şeylerin eksiklik olduğu gizli değildir. Kemâl bunlardan uzak olmaktadır. Allah'ın celâlinin marifetinde kusur da eksikliktir. Mârifet arttıkça kemâl artar. Eksikliğin sebeplerinden kemâle yönelmek dönüştür. Dönüş de tevbedir. Fakat bunlar farzlar değil de faziletlerdir. Sen tevbe'nin her durumda vâcib olduğunu mutlak bir şekilde söyledin. Oysa bu gibi şeylerden tevbe etmek farz değildir; zira kemâlin idrâki şer'an vâcib değildir. Bu bakımdan senin 'tevbe her durumda vâcibdir' sözünden maksad nedir?

Cevap: Daha önce insanın yaratılışının gereği olarak şehvetlere uymaktan kurtulamayacağı söylenmişti. Tevbe'nin mânâsı; sadece şehvetleri terketmek değildir.

Aksine tevbe'nin tamamlanması, geçmişi tamamiyle telâfi etmekle olur. İnsanın peşinden sürüklendiği her şehvetten bir karanlık insanın kalbine yükselir.

Nitekim insanın nefesinden berrak aynaya buharın yükseldiği gibi. . . Eğer şehvetlerin karanlığı birikirse, (kalp üzerinde) 'Reyn' denilen pas olur. Nefesin buharının aynada biriktiği zaman lekeye dönüştüğü gibi. . . Nitekim Allahü teâlâ şöjde buyurmuştur:

Hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerini kaplamıştır. (Mutaffifîn/14)

Bu bakımdan 'reyn' (pas) biriktiği zaman mühre dönüşür. Aynanın yüzündeki buhar gibi o mühürle kalp mühürlenir. Birikip zaman uzadıkça, demirin içine işler, onu ifsâd eder.

Artık ondan sonra işlem kabul edemez hale gelir, pastan mühürlenmiş gibi olur. Şehvetlerin arkasında gitmeyi terketmek de kâfi gelmez. Kalpte tabiatlaşan o pasların silinmesi lâzımdır.

Nitekim eğer aynada tabiîleşen kirler silinmezse, sadece buharları silmenin kâfi gelmediği gibi. Günahlar ve şehvetlerden kalbe zulmet yerleştiği zaman da durum böyledir. Bu bakımdan kalbe ibadetlerden bir nur yükselir. O ibadetlerin nuruyla nıâsiyetin zulmeti silinir.

Buna Hazret-i Peygamberin şu hadîsi işaret etmektedir:

Günahın ardından sevab işle ki sevab günahı silip yok etsin!

O halde kul kalbinden günahların eserlerini, sevap işleyerek silmekten müstağni değildir. Bu hüküm önce saflaşan sonra ârızî sebeplerle kararan kalp için sözkonusudur. İlk cilalama uzun sürer; zira aynadan pası silmek hususunda cilalama ile meşgul olmak, aynanın aslıyla meşgul olmak değildir. Bunlar uzun uzadıya meşguliyetlerdir. Asla sonu ve ardı gelmez. Bütün bunlar tevbeye dönüşür.

Senin 'Boyle bir tevbeye farz denilmez. Aksine o fazilet ve kemâli talep etmektir sözüne gelince, bil ki vâcib'in iki mânâsı vardır.

Birincisi şeriat sahasına giren ve bütün halkın ortak olduğu vâcibdir. Eğer bütün halk onunla meşgul olursa âlem harap olmaz. Bu bakımdan eğer bütün insanlar hakkıyla Allah'tan ittika etmekle mükellef olursa, hepsi maişeti terkedip dünyayı tamamen bırakırlar. Sonra bu durum takvanın iptaline yol açar; zira maişetler fesada uğradığı zaman, hiç kimse takva için çalışmaya vakit bulamaz. Örücünün, çiftçinin, fırıncının ihtiyacını kazanmak için meşguliyeti bütün hayatını kapsar. Bu bakımdan bütün bu dereceler farz değildirler.

Vacibin ikincisi; âlemlerin rabbinden matlûb olan yakınlığa varmak için sıddîklar arasında Makâm-ı Mahmud'a. ermek için gerektir. Makâm-ı Mahmûdfa ulaşmak için, bizim söylediklerimizin tamamından tevbe etmek vâcibdir.

Nitekim nafile namaz için abdest almak vâcibdir; zira nafile namaz kılmak ancak taharetle mümkündür. Fakat nafile namazın faziletinden mahrum kalmaya razı olan bir kimseye nafile namaz için abdest almak vâcib değildir.

Nitekim göz, kulak, el ve ayak, insan varlığında şarttır; yani onunla dünyada yüksek derecelere varmak ve kâmil bir insan olmak isteyen bir kimse için şarttır. Hayatın aslıyla kanaat eden, şiş üzerindeki bir et parçası gibi olmaya, atılmış bir paçavra gibi olmaya razı olan bir kimse için ise, ne göz, ne el ve ne de ayak şart değildir. Bu bakımdan ammenin fetvasına dahil olan vâcibler ile ancak kurtuluşun aslına varılır. Kurtuluşun aslı hayatın aslı gibidir. Kurtuluşun aslından öte bulunan saadetler ki hayat onlarla sonuçlanır ve o saadetler hayatın tanziminde gereken alet ve azaların yerine geçer. Enbiya, evliya, ulema ve üstün olan insanlar burada gayret göstermişlerdir. Onların hırsları bu noktaya yönelir. Onların gayreti bunun etrafında döner. Onlar bunun için dünya lezzetlerini tamamen terkederler.

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) bir taşı yastık yaptı. Şeytan ona gelerek şöyle dedi:

- Sen âhiret için dünyayı terketmemiş miydin?

- Evet, ne olmuş?

- Şu taşı yastık yapman, dünyada nimetlenmendir. Sen neden başını yere koymuyorsun?

Bunun üzerine Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) taşı atarak başını toprağa koydu.

Taşı atışının sebebi, o faydalanmadan tevbe etmektir. Hazret-i Îsa'nın umumî fetvalarda başını toprağa koymanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Nakışlı elbise, namazda Hazret-i Peygamberi meşgul ettiği zaman onu çıkarıp attığında, yenilediği pabucunun bağı kendisini meşgul ettiği zaman, eski pabucunu giydiğinde, bütün kullar için getirmiş olduğu şeriatta böyle yapmanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Mâdem ki bunu biliyordu, o halde terketmek suretiyle neden bundan tevbe etti? Onun böyle yapması, o elbise veya pabucun kalbinde kendisine va'dedilen Makâm-ı Mahmûd a varmasını engelleyici bir tesir bıraktığını görmesinden ileri geliyordu.

Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) sütü içtikten ve bunun uygun olmadığını bildikten sonra parmağını boğazına sokup, zorla içtiği sütü dışarı çıkarmanın fıkhı hükmünü bilmediği için mi boyle yaptığını sanıyorsun? İçtiği sütle günahkâr olmadığını bilmiyor muydu? İçtiği sütü çıkarmasının farz olmadığını bilmiyor muydu? Bunları bildiği halde neden içtiği sütü dışarı çıkararak tevbe etti? Bu tevbe onun göğsünde yerleşen bir sırdan ileri geliyordu. O sır ona avamın fetvasının başka bir husus olduğunu, âhiret yolunun tehlikesini ise, ancak sıddîklarırı bileceği hikmetini anlatmıştır. Bu bakımdan sen, Allah'ın bütün mahlûkundan daha fazla Allah'ı, Allah'ın yolunu, mekrini, Allah'a güvenerek gurura kapılmanın gizli yerlerini bilen bu kimselerin" durumunu düşün! Dünya hayatının seni aldatmasından sakın! Bir milyon defa sakın ki şeytan seni amelsiz Allah'a güvendirip aldatmış olmasın!

Kim bu sırların kokularının başlangıçlarını 'koklarsa bilir ki nasûh tevbe'nin lüzumu Allah yolunda giden kula her nefesinde lâzımdır.

İsterse bu kul Nûh gibi uzun yaşamış olsa bile tevbeyi ihmal etmemenin, çok çabuk olarak tevbe etmenin vâcib olduğunu bilir.

Ebû Süleyman Dârânî pek doğru söylemiştir: 'Eğer akıllı insan, geri kalan hayatında sadece ibadetlerin dışında geçen ömrü için ağlarsa, bu ölüme kadar üzülmesine kâfi gelir. Acaba kalan ömrünü, cahilce geçirdiği hayatı gibi geçirenin hali nasıl olur?'

Ebû Süleyman bunu şu hikmete binaen söylemiştir: Akıllı bir kimse, bir cevheri elde ettiği ve o cevher fayda vermeksizin zayi olup gittiği zaman, şüphesiz buna üzülür» Eğer o cevher elinden çıkıp ve onun çıkışı ela helâk olmasının sebebini teşkil ederse, bu takdirde o cevherden ötürü daha fazla üzülmesi gerekir. Oysa hayatın her saati, her nefesi bir cevherdir. Onun yerini dolduracak birşey yoktur.

Çünkü o seni ebedî saadete erdirmeye, ebedî azaptan kurtarmaya yarar. Acaba böyle bir cevherden daha güzel bir cevher olabilir mi? Bu cevheri gaflet içerisinde zayi ettiğin zaman, apaçık bir zarardasın. Onu günaha sarfettiğin zaman kötü bir şekilde helak olursun. Eğer bu musibetten ötürü ağlamıyorsan bu senin cehaletinden ileri gelmektedir. Cehaletinden dolayı gelen musibet öbür musibetinden daha büyüktür. Fakat cehalet musibetiyle müptelâ olan onun musibet olduğunu bilmez; zira gaflet uykusu cehaletle nefsi arasına girer.

Hazret-i Ali'den şöyle rivâyet edilmiştir: 'İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar. O zaman her müflisin iflâsı, her musibetzedenin musibeti kendisine görünür. Oysa telâfi etmek imkânı da insanlardan kaldırılmıştır'.

Ariflerden biri şöyle demiştir: 'Ölüm meleği kula göründüğü zaman, ona 'Senin bir saatlik ömrün var. Sen göz açıp kapatacak kadar bile o saatten geri kalmazsın' der.

Buna binaen kulun esef ve hasreti öyle bir şekilde belirir ki eğer dünya bütünüyle onun olsaydı bu hasretten kurtulmak için onu vermekte tereddüt etmez, o kalan saatine başka bir saati eklemek için derhal bütün dünyayı bu müddet içinde nefsini kınamak için verirdi. Böylece eksikliğini telâfi etmek isterdi. Oysa artık böyle bir imkânı elde edemez.

İşte Allahü teâlâ'nın şu ayetinin işaret ettiği ilk mânâ budur:

Artık kendileriyle (dünyaya dönüş) arzularının arasına engel çekilmiştir. (Sebe/54)

Sizden birinize olum (alâmetleri) gelip de 'Ey rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka versem ve salihlerden olsam!' demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın. Allah bir kimseyi eceli geldiği zaman asla geciktirmez ve Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Münâfikûn/10-11)

Denildi ki: Kulun Allah'tan istediği yakın zamanın mânâsı; kula perde aralandığı zaman şöyle demesidir:

- ey ölüm meleği! Benim ecelimi bir gün tehir et ki o günde rabbimin huzuruna özrümü arzedeyim, tevbe edeyim. Nefsim için sâlih bir ameli azık edineyim.

- Günleri tükettin, artık günün yoktur!

- Öyle ise bir saat beni tehir et!

- Saatleri tükettin artık saatin yok!

Bu bakımdan kulun yüzüne artık tevbe kapısı kapatılır. Can boğaza dayanır. Nefesleri boğazının kemikleri arasında yükselip alçalır. Geçmişi telâfi etmekten ümitsiz olmanın acısını duyar. Hayatının zayi olmasından ötürü pişmanlık ateşini tadar durur.

Bu hallerin sadmelerinde îmanın esası sarsılır! Canı çıktığı zaman eğer daha önce Allahü teâlâ'dan kendisi hakkında en iyi amel sebkat etmiş ise ruhu Tevhîd üzerine çıkar.

İşte güzel son budur. Eğer kaza ve kader onun hakkında şekavetle sebkat etmiş ise, ruhu şek ve ızdırap üzerinde çıkar. İşte bu da kötü sondur.

Yoksa kötülükler yapıp yapıp da nihayet ölüm kendilerine gelip çatınca 'Ben şimdi tevbe ettim?' diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur. (Nisa/18)

Allah'a göre şu kimselerin tevbesi makbuldür ki cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler. (Nisa/17)

Bu ayetin mânâsı; hatayı işlediği halde hatasından pişman olması, onun eserini hemen akabinde yapmış olduğu bir hasene (sevab) ile daha pas kalbin üzerine yerleşip silinmeyi kabul etmeden önce silmesi demektir.

Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Günahın hemen akabinde sevap işle (ki o sevap) o günahı silsin!

Bu sırra binaen Lokmân Hakîm, oğluna *Ey oğul! Sakın tevbeyi geciktirme! Zira ölüm ansızın gelir! demiştir.

Kim acele tevbe etmeyi 'sonra yaparım' diye terkederse, o iki büyük tehlike arasında kalır: Birincisi günahlardan gelen bir karanlığın onun kalbinin üzerine yerleşmesidir ki artık pas ve tabiat olur ve silinmeyi kabul etmez. İkincisi, hastalığın veya ölümün gırtlağına sarılması ve dolayısıyla günahı mahvetmeye fırsat bulamamasıdır.

Ateş ehlinin bağırmasının çoğu, tevbeyi geciktirmelerinden ileri gelir. 9

Bu bakımdan helâk olan bir kimse ancak tevbeyi geciktirmeden helâk olur. Öyleyse tevbeyi geciktirmenin kalbi karartması önce, ibâdet ile parlatılması ise sonradır.

Bu durum böyle devam eder. Sonunda ölüm ansızın gelir, yaka paça götürür ve dolayısıyla temiz olmayan bir kalp ile Allah'ın huzuruna varır. Oysa ancak temiz bir kalp ile Allah'a varan kurtulur. Öyleyse kalp, Allah'ın kul yanındaki emanetidir. Ömür de Allah'ın kul nezdinde emanetidir. İbadetlere vesile ve âlet olan diğer şeyler de böyledir. Bu bakımdan emanete hainlik yapan ve hainliğini telâfi etmeyenin durumu tehlikelidir.

Ariflerden biri şöyle demiştir: Elbette Allahü teâlâ kuluna iki sırrı tevdi buyurmuştur. İlham yoluyla o sırlarını kuluna fısıldar!

1. Annesinin karnından çıktığı zaman ona der ki: 'Ey kulum!

Seni dünyaya tertemiz çıkardım. Emrimi sana emanet bıraktım.

Seni bu emaneti korumak hususunda emin saydım.

Bu bakımdan emaneti nasıl koruyacağını iyi düşün! Benimle nasıl mülâki olacağını da iyi (düşün) !'

2. Ruhu çıktığı zaman ona der ki: 'Ey kulum! Senin nezdindeki emanetim hakkında ne yaptın? Aramızdaki söze riayet ettin mi?

Benimle mülâki olacağın güne kadar onu korudun mu? Eğer emanetimi koruduysan ben de va'dimi îfâ etmek suretiyle seni karşılayayım. Eğer emanetimi zayi ettiysen ben de o emaneti senden istemek ve ceza vermek suretiyle seni karşılayayım!'

Nitekim Allahü teâlâ'nın şu ayetinde buna işaret vardır:

Siz, benim ahdime vefa edin ki ben de ahdinize vefa edeyim. (Bakara/40)

Onlar ki emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler. (Mü'minûn/8)

9) Irâkî aslına rastlamadığını kaydetmektedir.

Şartları Bulunduğu Zaman Tevbe'nin Makbul Oluşu

Kabulün mânâsını anladığın zaman, her sahih tevbe'nin makbul olduğunda şüphe etmezsin. Bu bakımdan Kur'ân'ın nurlarından istimdâd edenler ve basiretlerin nuruyla bakanlar bilirler ki her selîm kalp, Allah katında makbul, âhirette Allah'ın komşuluğuna lâyık ve Allah'ın cemâline bakmaya hazırdır. Bilirler ki kalp, esasında selîm olarak yaratılmıştır. Her doğan çocuk, fıtrat üzerine doğar. Kalbin selâmeti, ancak günahların zulmetinden kalbin yüzüne biriken paslarla ortadan kalkar.

Bilirler ki pişmanlık ateşi, o tozları yakıp kül eder. Hasenenin (sevabın) nuru, kalbin yüzünden o kötü karanlığı siler. Sevapların nuruna karşı günah zulmetinin direnme gücü yoktur. Tıpkı gündüzün nuruyla gece karanlığının yok olduğu, sabunun beyazlatmasıyla kirin yok olduğu ve kirli elbisenin sultanlar tarafından elbise olarak kabul edilmediği gibi. . . Bu bakımdan Allahü teâlâ karanlık kalbi komşuluğuna kabul etmez. Nasıl ki elbiseyi kötü yerlerde kullanmak kirletirse ve ancak sabunla temizlenirse, tıpkı onun gibi kalbi şehvetlerde kullanmak da kalbi kirletir! O kiri, göz yaşlarının suyu ile ve pişmanlığın yakıcılığıyla yıkamak tertemiz yapar. Her temiz elbise makbul olduğu gibi, her temiz kalp de makbuldür. Senin vazifen ancak tezkiye ve temizlemedir. Kabul etmek ise, önünde hiçbir engel olmayan ezelî kazâ ve kader ile sebkat eden bir vergidir. Buna şu ayette 'felâh' ismi verilmiştir:

Muhakkak nefsini tezkiye eden (veya nefsi Allah tarafından tezkiye edilen) felaha kavuşmuştur. (Şems/9)

Kim tahkik yolunda göz ile yapılan müşahededen daha açık ve daka kuvvetli bir mârifet]o kalbin günahlarla ve ibadetlerle zıt tesirlerin etkisinde kaldığını bilmezse, bunlardan birine 'zulmet' lâfzının cehalet için mecaz yoluyla kullanıldığı gibi kullanıldığını, diğerine ilim için kullanıldığı gibi 'nur lâfzının kullanıldığını bilmezse ve yine 'nur' ile 'zulmet'in arasında zarurî ve kaçınılmaz bir zıddiyetin olduğunu ve ikisinin bir arada bulunmasının tasavvur edilemeyeceğini bilmezse, bu kimse dinin sadece kabuğunu tanımış ve sanki dinin sadece isimleri bu kimseye yapışmış demektir.

Öyle ki kalbi dinin hakikatinden kaim bir perde ile perdelenmiştir. Hatta nefsinin hakikatlerinden, sıfatlarından da kalbi perdelenmiştir. Kim nefsini bilmezse, başkasını bilmek hususunda daha cahildir. Başkasından gayem, kalbidir; zira insan ancak kalbiyle kalbinin haricindeki şeyleri bilir. Bu bakımdan kalbini bilmeyen, başkasını nasıl bilecektir?

Tevbe'nin sıhhatli olup kabul edilmeyeceğini düşünen bir kimse, tıpkı güneşin doğup karanlığın zâil olmayacağını, elbisenin sabunla yıkanıp buna rağmen temizlenmeyeceğini düşünen bir kimse gibidir. Ancak kir uzun zaman birikip yerleştiğinden dolayı elbisenin dikişleri arasına ve içerisine nüfuz etmişse, bu takdirde sabun o kiri gidermeye güç yetiremez.

Bunun misali, günahlar kişide tabiat hâline gelinceye ve kalbinin üzerine pas oluncaya kadar birikip yerleşmeleridir. Böyle bir kalp, artık dönüp tevbe etmez. Evet, bazen dil ile 'Tevbe ettim' der. Bu, çamaşırcının diliyle 'Ben elbiseyi yıkadım' demesi gibidir. Oysa onun yıkadım demesi asla elbiseyi temizlemez. Bu durum elbisenin sıfatı, elbisede yerleşen sıfatın zıddıyla ve kullanılması mümkün olan bir şeyi kullanmak suretiyle değiştirmedikçe devam eder. İşte tevbe'nin aslının men olunmasının durumu budur. Bu uzak bir durum değildir.

Hatta dünyaya yönelen, Allah'tan tamamen yüz çeviren halkın çoğunun durumu budur.

Bu beyan, tevbe'nin kabulü hususunda basiret erbabı için kâfidir. Fakat biz bunu, âyet, hadîs ve eserlerle takviye edelim. Çünkü Kitab ve Sünnet 'in doğrulamadığı hiçbir görüşe itimad yoktur.

Âyet-i Kerîmeler

O'dur ki kullarından tevbeyi kabul eder, kötülüklerden geçer ve bütün yaptıklarınızı bilir. (Şûrâ/25)

Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı şiddetli olan ihsan sahibi (Allah'tandır). (Mü'min/3)

Bunlardan başka daha nice ayetler vardır.

Hadîsler

Herhangi birinizin tevbesiyle Allah, yitirdiği devesini bulan kimseden daha fazla sevinir. ,. Sevinmek, kabulden sonra gelir. O kabulün delili bir nimettir.

Elbette Allahü teâlâ tevbe ile kudret elini, gece günah işleyen için gündüze kadar, gündüz günah işleyen için de geceye kadar yayar (açar) . Bu durum, güneşin batıdan doğuşuna kadar (kıyâmet kopuncaya kadar) devam eder. 10

'Kudret elini açması tevbeyi talep etmekten kinayedir; yani Allah kullarının tevbe etmesini ister, İsteyen kabul edenin ötesindedir; yani kabul edeceği için ister. Zira çok kabul eden vardır ki istemez. Hiçbir isteyici yoktur ki kabul edici olmasın!

Göklere yetişinceye kadar hatalar işlemiş olduktan sonra pişman olsanız bile, muhakkak Allah tevbenizi kabul eder. 11

İnsan (bazen) günah işler ve o günahtan ötürü cennete girer!

Denildi ki: 'Ey Allah'ın Rasulü! Bu nasıl olur?' Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

O günah daima gözünün Önünde olur. Ondan tevbe eder, ondan kaçar ve sonunda cennete girer. 12

Günahın keffareti pişmanlıktır. 13

Günahtan tevbe eden bir kimse günahı olmayan kimse gibidir.

Rivâyet ediliyor ki Habeşistanlı biri şöyle sordu:

- Ey Allah'ın Rasûlü! Ben fahiş işler yapıyordum. Acaba tevbe edebilir miyim?

-Evet!

- Ey Allah'ın Rasûlü! Ben o fahiş hareketlerde bulunurken

Allah beni görüyor muydu?

Hazret-i Peygamber 'Evet deyince Habeşliden bir feryâd ve figanla beraber ruhu çıktı. 14

Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ, İblis'e lânet okuduğu zaman, İblis, kendisine mühlet vermesini Allah'tan talep etti. Allah da ona kıyâmet'e kadar mühlet verdi. İblis dedi ki: 'Senin izzetine yemin ederim! Âdem oğlunun ruhu oldukça onun kalbinden çıkmayacağım'.

Bunun üzerine Allahü teâlâ da şöyle dedi: 'İzzet ve celâlime yemin ederim, onda ruh oldukça onun tevbesini kabul edeceğim'.

Muhakkak sevablar, suyun kiri götürdüğü gibi günahları silip götürür. 15

Bu husustaki hadîsler sayılmayacak kadar çoktur.

10) Müslim, (Ebû Musa'dan)

11) İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den)

12) İbn Mübarek, Zühd

13) İmâm-ı Ahmed, Taberânî

14) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir»

15) Tirmizî

31-2

Tevbe Edilen Küçük ve Büyük Günahlar

Tevbe günahın terkidir, Birşeyi terketmek, ancak meydana geldikten sonra mümkündür. Tevbe vâcib olduğu zaman, tevbeye götürecek şey de vâcib olur. Bu bakımdan günahların meydana gelmesi, bu takdirde vâcibdir. Günah, terkinde veya fiilinde Allah'ın emrine muhalif olan şeylerden ibarettir. Bunun tafsilâtı, şer'î teklifleri başından sonuna kadar şerhetmeyi gerektirir. Oysa bu şu anda bizim konumuz değildir. Fakat biz teklifleri toplayan şeylere ve kısımlarının bağlantılarına işaret edelim. Doğru yola rahmetiyle muvaffak eden Allahü teâlâ'dır.

Kulun Sıfatlarına Nisbetle Günahların Kısımları

İnsanın birçok sıfatları vardır. Nitekim kalbin acaiblikleri ve gaileleri bahsinde bunun şerhi (açıklaması) yapılmıştır. Fakat günahların kaynakları dört sıfata inhisar eder:

1. Rubûbiyet sıfatları

2. Şeytanî sıfatlar

3. Behimî (hayvanî) sıfatlar

4. Sebuî (yırtıcı) sıfatlar

Bunun böyle olması, insan çamurunun çeşitli karışımlardan yoğrulmasından meydana gelmektedir. Bu bakımdan insan çamurundaki her unsur, bir eseri iktiza eder.

Nitekim sekencebin maddesinden meydana gelen şeker, sirke ve zâferanın her biri ayrı ayrı tesir ve etki bırakırlar.

Rubûbiyet sıfatlarına varmak iştiyakını veren şey, kibir, gurur, ceberut, övülmeyi sevmek, izzet ve zenginliği istemek, bekanın devamlılığını arzulamak, herkesten daha yüce olmayı istemek gibidir. Hatta sanki bu insan (Firavun gibi) 'Ben sizin en yüce rabbinizim' demeyi kasteder. Bu durumdan en büyük günahlardan bir grup meydana gelir. Meydana gelir fakat halk onlardan gâfil ve onları günah bile saymamaktadır. Oysa onlar korkunç helâk edicilerdir. Öyle helâk ediciler ki birçok günahın kaynaklan gibidirler. Nitekim biz bunu Mühlikât bölümünde en ince teferruatına kadar saymıştık.

İkincisi şeytanî sıfattır. Bu sıfattan hased, zulüm, hile, hud'a, fesâd ve münkeri emretme meydana gelir. Dolandırıcılık, münafıklık, bid'at ve dalâlete çağırmak da bu kısma girer.

Üçüncüsü behimî (hayvanî) sıfattır. Bu behimî sıfattan oburluk, açgözlülük, karın ve tenasül uzvunun şehvetini (isteğini) yerine getirme meydana gelir. Bundan livata, hırsızlık, yetimlerin malını yemek, şehvetler için mal toplamak da meydana gelir!

Dördüncüsü sebuî, yani yırtıcı sıfattır. Bu yırtıcı sıfattan öfke, hıkd, vurmak, öldürmek, küfretmek suretiyle halka hücum etmek ve malları yağmalamak meydana gelir. Aynı zamanda bu sıfattan birçok günahlar da meydana gelir.

Bu sıfatlar fıtratın kökünde vardır. Bu bakımdan önce hayvanî sıfat galebe çalar. Sonra yırtıcı sıfat ikinci derecede onu takip eder. Bunların ikisi bir araya geldikten sonra aklı hile, kurnazlık ve kötü şeylerde kullanılır. Bu da şeytanî sıfattır. Sonra âhiretle, rubûbiyetin sıfatları mağlûp olur. O sıfatlar da fahr, izzet, yücelik, kibriyayı talep etmek ve bütün insanları istilâsı altına almayı kastetmektir. İşte bunlar, günahların kaynaklarıdır. Sonra bu kaynaklardan günahlar, azalar üzerine akarlar. Bazıları hasseten kalptedir: Küfür, nifak, bid'at ve halk için kötü düşünmek gibi. . . Bazıları gözde kulakta, bazıları dilde, bazıları tenasül uzvu ve karındadır. Bazıları da eller ve ayaklarda, bazıları da bütün bedende! Bunları tafsil etmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü apaçıktır.

Günahlar için ikinci bir taksim de şöyledir: Günahlar, kul ile Allah arasındaki kısım ile kulların haklarıyla ilgili olan kısma ayrılır. Sadece kulla ilgili olan namaz ve orucun terkedilmesi gibi şeylerdir. Kulların haklarıyla ilgili olanlar, zekâtı terketmesi, adam öldürmesi, malları gasbetmesi, namuslara küfretmesi gibi şeylerdir. Başkasının hakkından alınan şey, ya insan7 ya bir âzâ veya mal veya namus veya din veyahut da mertebe olur. Dini almak, şerre teşvik etmek, bid'ate çağırmak ve günahlara özendirmek, bazı vaizlerin ümit tarafını korku tarafından daha kuvvetli göstermek suretiyle Allah'a karşı cüret sebeplerini kabartmak gibi şeylerdir.

Kullarla ilgili olan günahlara gelince, buradaki vaziyet daha şiddetlidir. Kul ile Allah arasında olan şey şirk olmadıkça af daha fazla umulur ve daha yakındır. Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur:

Divanlar (kayıt defterleri) üçtür: Bir divan vardır ki ondaki günahlar bağışlanır. Bir divan vardır ki ondaki günahlar bağışlanmaz. Diğer bir divan vardır ki terkedilmez. Bağışlanan günahlar, kulların Allah ile aralarında olan (namaz kılmamak gibi) günahlardır. Bağışlanmayan günah, Allah'a ortak koşmaktır. Terkedilmeyen günah ise, kullara yapılmış olan zulümlerdir. 19

Yani kulun hakkına tecavüz eden zâlim, o zulmünden sorulacaktır. Ta ki ondan affedilinceye kadar. . .

Günahlar, küçük ve büyük diye iki kısma ayrılır. Bu hususta halkın ihtilâfı oldukça çoktur. Kimi 'Küçük, büyük diye bir ayırım yoktur. Aksine Allah'a karşı olan her muhalefet büyüktür' demiştir ki bu görüş zayıftır.

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız. (Nisa/31)

Onlar ki günahın büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirler. Şüphesiz rabbin geniş mağfiretlidir. (Necm/32)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Beş vakit namaz ve bir cumadan diğer cumaya kadar »eğer büyük günahlardan sakmılırsa bu sakınma- işlenen günahların kefareti olur.

Hadîsin diğer bir versiyonunda 'Aralarındakine kefaret olur. Ancak büyük günahlar bu hükmün dışındadır' şeklinde gelmiştir. 20

Büyük günahlar, Allah'a ortak koşmak, anne-babaya karşı gelmek, adam öldürmek ve yalan yere yemin etmektir. 21

Ashâb-ı kirâm ve tabiîn, büyük günahların adedi hakkında dörtten yediye, dokuza, onbire ve daha yukarıya kadar ihtilâf etmişlerdir.

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) , 'Büyük günahlar dörttür'22 demiştir, İbn Ömer Vadidir'23 Abdullah b. Amr ise 'dokuzdur'24 demiştir.

İbn-i Abbâsfın kulağına İbn Ömer'in 'Büyük günahlar yedidir' sözü geldiği zaman şöyle dedi: 'Büyük günahların yetmişe kadar varması, yediye kadar varmasından daha doğrudur'.

Bir defasında da şöyle demiştir: 'Allah'ın yasakladığı herşey büyük günahtır'.

İbn-i Abbâs'tan başkaları da 'Allah'ın hakkında ateş va'dettiği herşey büyük günahlardandır' demişlerdir.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Dünyada haddi (cezayı) gerektiren herşey büyük günahtır'.

Şöyle de denilmiştir: 'Büyük günahlar, mübhemdir. Sayıları bilinmez. Tıpkı kadir gecesi, cuma saati gibi. . . '

İbn Mes'ûd'a 'büyük günah' sorulduğu zaman şöyle demiştir: *Nisâ sûresinin başından Allahü teâlâ’nın şu sözüne kadar oku:

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız. . , (Nisâ/31)

Bu bakımdan yukarıdaki ayete kadar bu süre-i celîlede Allah neyi yasaklamış ise o büyük günahtır.

Ebû Tâlib el-Mekkî25 şöyle demiştir: 'Büyük günahlar onyedi tanedir. Bir kısım hadîslerden, İbn-i Abbâs, İbn Mes'ûd, İbn Ömer ve başkalarının sözünden derlediğim büyük günahların dördü kalptedir. Onlar Allah'a ortak koşmak, günahta ısrar etmek, Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmak ve Allah'ın azabından emin olmaktır. Dördü dildedir. Onlar; yalan yere şahidlik etmek, namuslu bir insana zina iftirası atmak, bir hakkı iptal eden veya bir bâtılı hak gösteren yalan yemindir.

Şöyle denilmiştir: 'Yemin-i gamus, o yemindir ki onunla haksız yere, müslüman bir kişinin malı alınır. Velev ki o mal, erak ağacından yapılmış bir misvak olsun!'

Bu yemine 'yemin-i gamus' denilmiştir. Çünkü sahibini ateşe daldırır. (Nitekim gamus'un lugavî mânâsı da daldırmaktır) .

Dil âfetlerinin dördüncüsü sihirbazlıktır. Sihirbazlık, insanı bozan ve diğer cisimleri hilkatin aslından çıkaran konuşma demektir.

Büyük günahların üçü de mide ile ilgilidir. Onlar da şunlardır: Sarhoş eden içkiyi içmek, zulüm bakımından yetim malı ve bildiği halde faiz yemektir. O büyük günahlardan ikisi de tenasül uzvu ile ilgilidir. Onlar da zina etmek ve livata yapmaktır. İkisi de el ile ilgilidir. Onlar da öldürmek ve hırsızlıktır. Biri ayaklarla ilgilidir. O da düşman karşısmdun kaçmaktır. Hatta bir müslümanın iki kâfirden, on müslümanın yirmi kâfirden kaçması demektir. O büyük günahların biri de bedenin bütünüyle ilgilidir. O da anne ve babaya karşı gelmektir.

Ebû Tâlib el-Mekkî der ki: 'Anne ve babaya karşı gelmenin içine, onların kendisine ayırıp verdikleri şeye razı olmaması da girer. Onların isteklerini yerine getirmemek, onlara karşı tahammülsüz davranmak, karınlarını doyurmamak da onlara isyandır'.

İşte Ebû Tâlib el-Mekkî'nin büyük günahlar hakkında söylediği budur. Bu taksimi hakikate yakındır. Fakat bununla şifa tamamen hâsıl olmaz; zira bundan daha fazlasını bulmak veya daha eksik göstermek mümkündür; zira Ebû Tâlib el-Mekkî, faiz ve yetim malını yemeyi büyük günahlardan saymıştır. Oysa bu, mallara karşı yapılan bir suçtur. Nefislerin büyük günahlarından sadece katli zikretti. Göz çıkarma, el kesme ve müslümanları dövme veya işkence etme gibi diğer günahlara dokunmadı. Yetimi dövmeye, azarlamaya, azalarını kesmeye de dokunmadı. Şüphesiz ki bunları yapmak yetimin malını yemekten daha büyük günahtır.

Bir küfre karşı iki küfürle mukabele etmek büyük günahlardandır. Kişinin müslüman kardeşinin haysiyetine dil uzatması büyük günahlardandır. 26

Bu, namuslu bir müslümana zina iftirası atmaktan fazla bir şeydir; yani o ayrı bir günah, bu da ayrı bir günahtır.

Ebû Said el-Hudrî ve başka sahabîler şöyle buyurmuşlardır: 'Siz, gözünüze kıldan daha ince ve hafif görünen şeyler yapıyorsunuz ki biz o onları Hazret-i Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık'.

Âlimlerden bir taife de şöyle demiştir: 'Kasten yapılan her günah, büyük günahtır. Allah'ın nehyettiği herşey büyük günahtır'.

Bu hükümden perdeyi kaldırarak meselenin hakikati şöyle açığa çıkarılabilir: Düşünen bir insanın hırsızlık hakkında 'Acaba bu büyük günah mıdır, değil midir?' diye düşünmesi, büyük günahın mânâsını anlamadıkça ve büyük günahtan ne kasdedildiğini bilmedikçe doğru olamaz. Tıpkı 'Hırsızlık haram mıdır değil midir?' diyenin sözü gibi!

Haram'ın tarifine önce haram'ın mânâsını izah ve hırsızlıktaki haramın durumu kontrol edildikten sonra vakıf olunabilmesi ümit edilir. Bu bakımdan büyük günah, lâfız bakımından mübhem ve mücmeldir. Onun lûgatta ve şeriatta özel bir yeri yoktur. Çünkü büyük ve küçük denmesi izafîdir. Her günah kendisinden küçük olan günaha izafeten büyük ve kendisinden büyük olan günaha izafeten de, küçüktür. Bu bakımdan yabancı bir kadınla kucaklaşmak, ona haram bakışla bakmaya nisbeten büyük günahtır. Kadınla zina etmeye nisbetle de küçük günahtır. Müslümanın elini kesmek, onu dövmeye nisbeten büyük günahtır. Onu öldürmeye nisbeten küçük günahtır. Evet! İnsan yaptığından dolayı ateşle tehdit edildiği günaha 'büyük ismini verebilir. Buradaki büyüklük vasfından 'ateşle cezalandırmanın büyük olduğunu kastediyoruz. Dünyada vâcib olan bir cezayı kendisine gerektiren şeyi büyük saydığı halde haddi (cezayı) gerektiren suça 'büyük' ismi verebilir. Kur'ân nassıyla yasaklanan bir şeye 'büyük adını takabilir. Dolayısıyla der ki: 'Kur'ân'da bu yasaklananın diğer yasaklamalar arasında tahsisen zikredilmesi, büyük bir günah olduğuna delâlet eder Sonra şüphe yoktur ki başkasına nisbeten de büyük günah olur; zirâ Kur'ân'ın naslarıyla yasaklanan yasakların da dereceleri değişir. Bu bakımdan bu izafetlerdeki (nisbetleri kabul etmede) herhangi bir sakınca yoktur.

Ashâb-ı kiramdan nakledilen büyük günahlar da bu durumdadır. Onları bu ihtimallerden birine hamletmek uzak bir ihtimal değildir. Evet! Şu âyet-i celîlenin mânâsını bilmek mühim vazifelerdendir:

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi iyi bir yere sokarız. (Nisa/31)

Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerifinin mânâsımı bilmek de mühim meselelerdendir:

Namazlar, büyük günahlar hariç, aralarında işlenen günahların kefaretleridirler!

Bu âyet ile bu hadîs, büyük günahların hükmünün isbatıdır. Burada hakîkat şudur: Şeriat nazarında günahlar, şeriatın büyük veya küçük günahlardan saydığı bilinen kısım ile hükmü bilinmeyen, hakkında şüphe edilen kısımlara bölünür. Bu bakımdan bütün kısımları veya cüzleri toplayan, başka şeyleri tarif dışına çıkaran bir tarif yapmaya çalışmak mümkün olmayanı talep etmektir, Zirâ boyle bir tarif ancak Hazret-i Peygamberden dinlemekle mümkün olur. Şöyle ki: Hazret-i Peygamber 'Ben büyük günahlardan on tanesini veya beş tanesini kasdettim demeli ve onları açıklamalıdır ki bilinsin!

Eğer böyle değil de bazı lâfızlarda 'üç büyük günah'27 bazı lâfızlarda da yedî büyük günah'28 denirse, sonra 'bir defa küfretmeye karşılık iki defa küfretmek büyük günahlardandır diye vârid olursa oysa bu, hadîste vârid olan yedi büyük günahın da, üç büyük günahın da dışındadır bilinir ki peygamber (aleyhisselâm) bu hükümle sayı ve hasrı kastetmemiştir.

Şeriatın saymadığı bir şeyin sayısını bilmeye çalışmanın ne anlamı vardır? Oysa çoğu zaman, şeriat onun müphem ve belirsiz kalmasını ister ki kullar bundan dolayı sakınmış olsunlar.

Nitekim kadir gecesi insanlar onu ciddiyetle araştırsınlar diye mübhem bırakılmıştır.

Evet! Bizim küllî ve umumî bir yolumuz var. Biz bu yolla büyük günahların cins ve nevilerini tahkikli bir şekilde bilme imkânına sahibiz. O günahların bizzat kendilerini ise, ancak zan ve yaklaşık bir ihtimalle biliriz. Büyük günahların en büyüğünü de bilmiş oluruz. Küçük günahların en küçüğünün ise, bilinmesine imkân yoktur! Bunun izahı şöyledir:

Biz şeriatın delilleri ve basiretlerin nuru ile biliriz ki şeriatın bütün maksad ve hedefleri; halkı Allah'ın manevî komşuluğuna ve mülâkatının saadetine sevketmektir ve yine biliriz ki insanlar bu hedefe, Allah'ın marifeti, kitablarının marifeti ve peygamberlerin marifetiyle varabilir.

Şu ayette buna işaret vardır:

İnsanlar ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım. (Zâriyât/56)

Yani bana kul olsunlar diye yarattım. Oysa kul, rabbinin rubûbiyetini ve nefsinin de kulluğunu bilmedikçe kul olamaz. Hem nefsini, hem rabbini bilmesi gerekir. Peygamberlerin gönderilmesinde en büyük hedef budur.

Fakat bu hedef ancak dünya hayatında tamamlanır. Hazret-i Peygamberin şu hadîsi şerîfiyle de bu kastolunmuştur: 'Dünya âhiretin tarlasıdır'. 29

Bu bakımdan dünyanın korunması da dine tâbi olarak maksad ve hedef olmaktadır. Çünkü dünya, dinin vesilesidir. Dünyadan iki şey âhirete bağlıdır: Nefisler ve mallar. . . Bu bakımdan Allah'ın marifetinin kapısını kapatan herşey, büyük günahların en büyüğüdür. Tehlike bakımından insanın hayat kapısını kapatan şeyler bu günahı takip eder. Üçüncü derecede hayatın devamını sağlayan maişetlerin kapısını kapatan şeyler gelir. Öyleyse bunlar üç mertebedirler. Bu bakımdan kalpler için marifeti, bedenler için hayatı, şahıslar için malları korumak, bütün şeriatlerin hedefinde zarurîdir.

Bu üç şeyde hiçbir din mensubunun ihtilâf edeceği tasavvur edilmez. Allahü teâlâ’nın bir peygamber gönderip, onunla halkın din ve dünyalarında ıslahlarını irade etmemesi ve o peygamberin halkı Allah'ın ve peygamberlerinin marifetinden meneden şeyleri onlara emretmesi veya onlara canlarının ve mallarının heba edilmesini emretmesi caiz ve mümkün değildir ki, emretmiş olsun! Bu hükümden büyük günahların üç mertebe üzere olduğu meydana çıkmaktadır.

Birinci Mertebe: Allah'ın ve peygamberlerinin marifetini engelleyen günahtır. O da küfürdür. Bu bakımdan küfürden daha büyük bir gühah yoktur; zirâ Allah ile kul arasındaki perde, cehalettir. Allah'a yaklaştırıcı vesile ilim ve marifettir. Kişinin yaklaşması, marifeti nisbetinde, uzaklaşması da cehaleti nisbetindedir. Küfür denilen cehaletin arkasından Allah'ın azabından emin olmak, rahmetinden ümitsiz olmak derecesi gelir; zira bu şekilde olmak cehaletin ta kendisidir. Bu bakımdan Allah'ı tanıyan bir kimsenin Allah'ın azabından emin olması rahmetinden ümitsiz olması tasavvur edilemez.

Bu mertebenin arkasından Allah'ın zati, sıfatları ve fiileri ile ilgili olan bid'atler gelir. Bid'atlerin bazısı bazısından daha şiddetlidir. Bid'atlerin değişikliği, onları bilmemenin farklılığına göre olur. Onların Allah'ın zatıyla, fiilleriyle, şeriatleri, emirleri ve yasaklarıyla ilgilenmelerinin farklılığına göre değişir. Bunun mertebeleri, hasr altına alınamayacak kadar çoktur. Bu da Kur'ân'da zikredilen büyük günahların içinde olduğu ve olmadığı bilinen, olup olmaması hususunda şüphe edilen kısımlara ayrılır. Ortanca kısımdan şüpheyi defetmek istenmesi, mümkün olmayanı ümit etmek demektir!

İkinci Mertebe: insan hayatıdır. Çünkü hayatın korunması ile Allah'ın marifeti hâsıl olur. Bu bakımdan cana kıymak şüphe yoktur ki büyük günahlardandır. Her ne kadar küfürden daha küçük ise de. . . Çünkü küfür, maksadın bizzat kendisiyle çarpışır. Katil ise, maksadın vesilesiyle çarpışır; zira dünya hayatı ancak âhiret ve Allah'ın marifetine varmak için gereklidir. Azaların kesilmesi ve insanın helakine sebep olan herşey (derece bakımından) bu büyük günahın arkasından gelir. Hatta vurmak da böyledir. Vurmanın bazısı bazısından daha büyüktür. Zinanın, livatanın haramlığı da bu dereceye girer. Çünkü insanlar şehvetlerinin giderilmesi hususunda erkeklerle iktifa ederlerse, beşer nesli tükenir. Bu da vücudun kesilmesine yakındır.

Zinaya gelince, o vücudun esasını zedelemez. Fakat nesebleri karıştırır. İrsiyet kanununu, yardımlaşma nizamını iptal eder. Hayatın tanziminde rol oynayan birtakım işleri dumura uğratır. Zina mübâh kılmırsa nizam nasıl tamam olacaktır? Hayvanlarda erkeğe mahsus bir dişi olmadığı için, onların işleri de intizamlı olmaz. Bunun için maksadı ıslah olan hiçbir şeriatta zinanın mübâh olması tasavvur olunamaz. Zinanın katilden daha hafif bir mertebe olması uygundur; zira zina varlığın devamını ortadan kaldırmaz. Fakat nesepleri bozar ve ortadan kaldırır ve öyle şeyleri tahrik eder ki sonunda insanları savaşa sürükler! Zinanın livatadan daha şiddetli kabul edilmesi uygundur. Çünkü zinada şehvet, insanı iki taraftan davet eder. Bu bakımdan zinâ çoğalır. Çokluğundan ötürü zararının eseri oldukça büyür.

Üçüncü Mertebe: Mallardır. Mallar insanların geçim kaynaklarıdır. Bu bakımdan insanların hırsızlık, istilâ ve başka yollardan mallarını almak caiz değildir. Ancak canını korumak maksadıyla malların korunması daha uygundur. Zira mallar başkası tarafından haksız olarak alındığı zaman, geri alınması veya harcandığı takdirde karşılığının alınması mümkündür. Her halde mallar hakkında felaket pek büyük değildir. (Çünkü iki durumda da telâfisi mümkündür) . Evet malın çalınmasını, büyük günahlardan saymak uygundur. Zirâ çoğu zaman çalman mala insan muttali olmaz. O halde bu yolla götürülen malın geri alınması nasıl mümkün olacaktır?

İkinci yol, yetimin malını yemektir. Bu da gizli yollardandır. Bundan gaye yetimin velisi ve durumunu idare etmekle mükellef kılman vasisidir. Çünkü böyle bir kimse yetimin malı hakkında emin sayılmıştır. Yetimden başka onunla hesap göreni yoktur. Yetim ise daha küçüktür. Bu bakımdan yetim malı yemenin büyük günah sayılıp vahîm telâkki edilmesi vacibdir. Gasp böyle değildir. Çünkü gasb açıktır, bilinir. Emanete hainlik yapmak da bunun hilâfınadır. Çünkü bu hususta emanet eden hasımdır ve kendi hakkını arar.

Üçüncü yol, yalancı şahidlikle başkalarının malını almaktır.

Dördüncü yol, yalan yeminle emanet edilen ve edilmeyen malları almaktır.

Elbette bu yollarla elden çıkan malın telâfisi mümkün değildir. Bu yolların bir kısmı diğerinden daha şiddetlidir. Fakat hepsi de insan hayatıyla ilgili olan ikinci mertebeden şiddet bakımından daha aşağıdadırlar. Bu dört yolun da büyük günahlardan sayılması uygundur. Her ne kadar şeriat, bunların bazılarına had cezası vermemiş ise de. . Fakat bunlar hakkında birçok tehdid gelmiştir. Bunların insanların maslahatı açısından tesirleri oldukça büyük olmuştur.

Faiz yemeye gelince, burada iki tarafın rızasıyla şeriatın koymuş olduğu şartın ihlâli ile beraber başkasının malım yemek vardır. Bu hususta şeriatların ihtilaf etmeleri uzak bir ihtimal değildir. Madem başkasının malını, adamın ve şeriatın rızası olmaksızın yemek olan gasb büyük günahlardan kılınmadı, öyle ise ribanın yenmesi mal sahibinin rızasıyla yemektir. Ancak burada şeriatın rızası yoktun Eğer şeriat, faizi menetmek suretiyle tehlikesinin büyük olduğunu göstermiş ise, muhakkak ki gasb ve gasb a benzer yollardan yapılan zulmü ve hainliği de tehlike bakımından büyük göstermiştir. Hainlikle veya gasb yoluyla yenilen paranın her danik'ini (kuruş gibi para birimidir) büyük günahlardan saymak şüphelidir. Çünkü zannedildiği bir yerde vâki olmuştur. Zanın meyli, büyük günahların altına dahil olmayışmadır. Büyük günahı, hakkında şeriatların ihtilâfı caiz olmayan şeye tahsis etmek uygundur ki dinî bir zaruret olsun. Bu bakımdan Ebû Tâlib el-Mekkî'nin zikrettiği büyük günahlardan, geriye müslüman bir kimseye iftira atmak, içki içmek, sihirbazlık yapmak, savaştan kaçmak, anne ve babaya karşı gelmek kalır.

Aklı giderici içkiye gelince, onun büyük günahlardan olması gerekir. Şeriatın şiddetli tehditleri ve akıl da bu hükme delâlet eder; zira nefsin korunduğu gibi aklın da korunması gerekir. Çünkü akılsız insanda hayır yoktur. Öyleyse akim içkilerle giderilmesi büyük günahlardandır. Fakat bu durum şarabın bir damlasında cereyan etmez. Bu bakımdan şüphe yoktur ki içinde bir damla şarap bulunan bir suyu içerse, bu büyük günahlardan- olmaz. Ancak necis bir suyu içmiş olur. Şarabın bir damlasının haram olması şüphe yeridir. Şeriat açısından bunun cezayı gerektirmesi, bu husustaki durumun büyük tehlike arzetmesine delâlet eder. Bu bakımdan bu şer'an büyük günahlardan sayılır. Beşeriyetin kuvveti şeriatın bütün sırlarına vakıf olmaya yetmez. Eğer büyük günah olduğunda icmâ sabit olursa, bu icmaya uymak farzdır. Aksi takdirde burada tevakkuf etmeye yol vardır.

Kazfa gelince, kazıfta sadece namuslara sözle saldırmak vardır. Mertebe bakımından haysiyetler, mallardan sonra gelir. Haysiyetlere dokunmanın mertebeleri vardır. O mertebelerin en büyüğü iftira etmek suretiyle ona dokunmaktır. Bunun en büyüğü de zinaya nisbet etmektir; yani kişiye 'Ey zinakâr demektir. Şeriat bunu çok çirkin ve çok tehlikeli saymıştır. Ashâbın haddi gerektiren her şeyi büyük günah saydıklarını galip bir zanla zannediyorum. Bu itibarla beş vakit namaz bu günahı gidermez. İşte büyük günahtan bunu kastediyoruz. Fakat şeriatların onun hakkında ihtilâf etmelerinin mümkün olması bakımından bunu kastediyoruz. Dolayısıyla sadece kıyas, günahın büyüklük ve azametine delâlet etmez. Şeriatın adil bir kişinin, bir insanın zina ettiğine şahidlik edebilmesini ve aleyhinde şahidlik edilene de sadece bu şahidlikle ceza vermeyi reddetmesi caizdir. Eğer şeriat bu adilin şahidliğini kabul etmezse, ona iftira cezasının tatbiki, maslahat açısından, zarurî değildir. Her ne kadar ihtiyaçlar mertebesinde vâki olan zarurî maslahatlardan ise de. . . Bu bakımdan bu şahidlik, şeriatın hükmünü bilen bir kimsenin hakkında büyük günahlardan sayılır.

Tek başına şahidlik edebileceğini veya başkasının" şahidliğiyle şahidliğini takviye edebileceğini zanneden bir kimseye gelince, böyle bir şahidliğin bu kimse hakkında büyük günahlardan sayılmaması gerekir.

Sihirbazlığa gelince, eğer sihrin içinde küfür varsa sihir büyük günahtır. Aksi takdirde onun günahının büyüklüğü, ondan doğan nefsin helaki, hastalık veya başka bir illet nisbetindedir.

Düşmandan kaçmaya, anne ve babaya karşı gelmeye gelince, kıyas bakımından burada düşünmek gerekir; zira vurmak, mallarını gasbetmek, kendilerini evlerinden, ve vatanlarından çıkarmak suretiyle zulmetmek hariç, bunların dışında her şekille müslümana küfretmenin büyük günahlardan olmadığı' kesinlikle bilindiği zaman zira daha önce bahsi geçen onyedi büyük günah arasında bunlar yoktur, büyük günahlar hakkında söylenen kabarık rakam da odur burada tevakkuf uzak bir ihtimal değildir.

Fakat hadîsler bunun büyük günah diye adlandırılmasına delâlet eder. Bu bakımdan da büyük günahlar sınıfına girer.

Bu hükmün özeti şuna dönüştü: Biz büyük günahtan, şeriatın hükmüyle beş vakit namazla silinmeyen şeyi kastediyoruz. Bu da namazla giderilen, namazla giderilemeyen ve hakkında tevakkuf edilen diye üç kısma ayrılır:

Hakkında tevakkuf edilen kısmın da bazısı yokluk ve varlığın zannedildiği yerdir. Bazısı da şüphelidir. Bu öyle bir şüphedir ki bunu ancak kitabın veya hadîsin nassı ortadan kaldırır. Bu bakımdan bur da ümit olmadığı için buradaki şüpheyi kaldırmaya uğraşmak boşunadır.

Soru: Yukarıdan beri belirtilen bu hüküm, büyük günahın tarifinin bilinmesinin muhal olduğuna dair delil getirmektir. Bu bakımdan tarifinin bilinmesi cihetiyle muhal olan birşey şeriatta nasıl vârid olur?

Cevap: Dünyada kendisiyle bir hükmün bağlı olmadığı herşeye müphemliğin karışması caiz ve mümkündür; zira teklif evi ancak dünya evidir. Sadece büyük günah ise, büyük günah olmajk hasebiyle dünyada onun hükmü yoktur. Bilakis hırsızlık, zina ve benzerleri gibi ceza gerektiren her günah isimleriyle bilinmektedir. Büyük günahın hükmü beş vakit namazın onun kefareti olmadığı şeylerdir. Bu ise âhiretle ilgili bir durumdur. Bu bakımdan buna müphemlik daha uygundur ki halk korku ve sakınma üzerinde olsun! Beş vakit namaza güvenerek küçük günahlara cüret etmesin!

Böylece büyük günahlardan korunmak da şu âyet mucibince küçük günahların kefareti olur:

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz. (Nisâ/31)

Fakat büyük günahtan sakınmak, ancak kudret ve iradesiyle olursa, büyük günahın kefareti olur. Bir kadını elde edip onunla zina etmeye gücü yetip buna rağmen nefsini zinadan meneden, sadece bakmakla veya dokunmakla yetinen kimse gibi. . . Çünkü nefsini zinadan menetmek suretiyle mücâhede etmesi, tesir bakımından kalbinin tenvirinde onu karartmaya yeltenmesinden daha şiddetlidir. İşte kefaretlendirmenin mânâsı budur. Eğer kişi, kadınlarla cinsî münasebet kurmaktan aciz biri ise veya cinsî ilişki kurmaktan imtina etmesi ancak acizliğinden gelen mecburiyetten doğuyorsa veya kudreti olduğu halde, fakat başka bir şeyden korktuğu için imtina ederse, bu şekilde imtina etmesi asla günahının kefareti olmasına elverişli değildir. Kim tabiî olarak şarabı arzulamazsa, eğer şarab kendisine mübâh kılınmış olsa yine de onu içmez. Böyle bir kimsenin şaraptan sakınması, şarabın başlangıcı olan melâhileri ve sazları dinlemek gibi, şarap içmeye sevkeden küçük günahlara, şarap içmeyişi kefaret olmaz. Evet, şaraba ve sazları dinlemeye iştahı çeken, buna rağmen mücâhede yoluyla şaraptan nefsini alıkoyan, fakat saz ve cazları dinleyen bir kimsenin şaraptan nefsini menetmek suretiyle mücâhedesi, çoğu zaman kalbinden saz ve cazları dinlemek masiyetinden yükselen karanlığı siler.

Bu bakımdan bütün bu hükümler âhiretle ilgili hükümlerdir. Bunların bir kısmının şüphe mahallinde kalması caizdir. Bu takdirde şüphelilerden olur. Onun tafsilâtı ancak nass ile bilinir.

Nass ise halen vârid olmamıştır. Bütün cüzleri içine alan bir tarifde yoktur. Aksine çeşitli lâfızlarla vârid olmuştur; zira Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) rivâyet eder ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Namaz, namaza kadar (olan günahların) kefaretidir. Ramazan'dan öbür Ramazan'a kadar (olan günahlar) a da Ramazan kefarettir. Ancak üç günahın kefareti olmaz: Allah'a ortak koşmak, Sünnetfi (Hazret-i Peygamberin yolunu) terketmek, meşrû bir sebep olmaksızın alışverişini bozmak. . . 30

Denildi ki: 'Sünneti terketmek ne demektir?'

Cevap olarak şöyle denildi: 'Sünnet ve cemaat ehlinin yolundan çıkmak, demektir'. Alış verişi bozmanın mânâsı ise 'Aralarında anlaşma yapıldığı halde kılıçla onun karşısına çıkıp kendisiyle harbetmek demektir' şeklinde yorumlanmıştır. Bu ve benzeri lâfızlar bütün âdetleri kapsayamaz ve bütün cüzleri içine alan bir tarife de delâlet etmez. Bu bakımdan mücmel ve mübhem kalması kaçınılmazdır.

İtiraz: Şahidlik ancak büyük günahlardan sakınan bir kimseden kabul edilir. Şahidliğin kabul edilmesi hususunda küçük günahlardan sakınmak şart değildir. Bu durum dünyanın hükümlerindendir.

Cevap: Biz şahidliğin reddedilmesini büyük günahlara tahsis etmiyoruz. Fakîhler arasında, melâhî aletlerini dinleyenin, ipekli giyenin, altın yüzük takanın, altın ve gümüş kaplarda yeyip içenin şahidliğinin kabul olmayışında ihtilâf yoktur. Oysa hiçbir kimse bu şeylerin büyük günahlardan olduğuna hükmetmemiştir.

İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: 'Hanefî mezhebinde olan bir kimse 'Nebiz' denilen içeceği içtiği zaman ona hadd tatbik ederim. Fakat onun şahidliğini reddetmem'.

Bu bakımdan Şâfiî, hadd (ceza) uygulamak suretiyle nebiz içmeyi büyük günah saymıştır. Fakat bundan ötürü şahidliği reddetmemiştir. Şâfiî'nin bu hükmü red veya kabul etmek bakımından şahidliğin, küçük veya büyük günahlar üzerinde döndüğüne delâlet eder. Bütün günahlar adalete olumsuz tesir ederler. Ancak gıybet, tecessüs, su-i zan, bazı sözlerde yalan, gıybet dinlemek, emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i an'il-münker'i terketmek, şüpheli malları yemek, evladına ve hizmetkârına küfretmek, öfkelendiğinde maslahattan daha fazla onları dövmek, zâlim sultanlara ikram etmek, fâcirlerle dostluk yapmak, aile ve çocuklarının dinî şeylerde muhtaç oldukları şeyleri onlara öğretmemek gibi âdetlerde zarurî olarak cereyan eden ve çoğu zaman insanın kurtulamadığı şeyler hariçtir; zira bunlar günahtır ve şahidlik yapan bir fâriıenin bunların azından veya çoğundan kurtulması tasavvur olunamaz. Ancak şahidlik yapan, ihtilâttan uzaklaşır, âhiret İşlerine kendisini adarsa, nefsiyle bir müddet mücâhede edip bilâhare ihtilât etmesine rağmen yine alâmet-i farikası üzerinde durabilir bir kimse ise hüküm değişir. Eğer sadece boyle olanın şahidliği kabul edilirse, o vakit böyle bir şahidin bulunması gayet zor olacaktır. Ahkâm ve şahidlikleri bâtıl olacaktır. İpekli giymek, çalgı aletlerini dinlemek, dama veya tavla taşlarıyla oynamak, içkicilerle beraber içki meclislerinde oturmak,31 nikâh düşen kadınlarla tek başına bulunmak ve bu küçük günahlara benzer günahlar bu türden değildir.

Bu bakımdan şahidliğin kabul veya reddedilişinde bu yolun benzerine bakmak uygundur, günahın küçük veya büyük olmasına değil! Sonra şahidliğinin reddine vesile olmayan bu günahlara devam ederse, muhakkak şahidliğin reddedilmesine tesir eder. Tıpkı gıybeti ve halkın şereflerine leke sürmeyi âdet eden bir kimse gibi. . . Fâcir kimselerle oturmak, onlarla dost olmak da böyledir. Küçük günah, devamlılık yüzünden, büyür. Nitekim mübâh birşeyin, devamlılık yüzünden küçük günaha dönüştüğü gibi. . . Satranç oynamak, mübâh şiirleri daimî bir şekilde terennüm etmek, küçük günaha dönüşen şeyler mubahın misalidirler. (Satrançla oynamak, Şâfiî'ye göre mekruh, başka imamlara göre bazı şartlarda hai'am Nevevî 'Eğer namazın geçmesine sebep olursa veya şartla oynanırsa satrançla oynamak haramdır. Eğer bu durum yoksa, Şâfiî'ye göre mekruh, diğer imamlara göre haramdır' demiştir) , işte bunlar, küçük ve büyük günahların hükmüdür!

19) İmâm-ı Ahmed, Hâkim

20) İmâm-ı Ahmed, Hâkim

21) Müslim, (Abdullah b. Amr el-As'tan)

22) Allah'a şirk koşmak, Allah'ın yardımından ümitsiz olmak, rahmetinden ümit kesmek ve azabından emîn olmak!

23) Allah'a şirk koşmak, evli kadına iftira atmak, Mü'mini öldürmek, savaştan kaçmak, sihirbazlık, faiz ve yetim mah yemek!

24) Ayrıca Mescid-i Haram'da ilhâd yapmak, anne ile babaya karşı gelmekten dolayı ağlamaları da eklenmiştir,

25) Kut'ul-Kulûb

26) Deylemî, İmâm-ı Ahmed ve Ebû Davud

27) Daha. önce geçmişti.

28) Taberârıî, Evsat

29) Ukaylî, Zuafa; Ebû Bekir b. Lâl, Mekârim'u1-Ahlâk

30) Hâkim, (Ebû Hüreyre'den)

31) İçki meclisinde içkicilerle beraber oturmanın küçük günahlardan olduğu nakledilmiş ve İmâm Rafı ile İmâm Nevevî de bu hükmü takrir etmişlerdir. (İthâfu's-Saâde, VIII/545) .

Dünya'daki Sevaplara ve Günahlara Göre Âhiret'te Verilecek Mükâfat ve Cezalar

Dünya mülk ve şehâdet âlemindendir. Âhiret gayb ve melekût âlemindendir. Dünyadan gayem; senin ölümden önceki halindir.

Âhiretten gayem; ölümden sonraki halindir. Bu bakımdan senin dünya ve âhiretin, sıfatların ve durumlarındır. O sıfat ve durumların yakınma dünya, uzağına âhiret adı verilir. Biz şimdilik ahiretteki dünyadan bahsedeceğiz. Çünkü biz şu anda dünyada konuşuyoruz. Dünya mülk âlemindendir. Bizim gayemiz, âhireti izah etmektir. O da melekût âlemindendir. Oysa melekût âlemini mülk âleminde izah etmek, ancak darb-ı mesellerle mümkündür.

Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz ama onları ancak âlimler anlar. (Ankebut/43)

Bunun hikmeti şudur: Melekût âlemine nisbeten, mülk âlemi uykudur. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanırlar. 32

Yakaza (uyanıklık) halinde olacak birşey, uyku halinde sana gerçek manâsıyla tebeyyün etmez. Ancak darb-ı mesellerle tebeyyün eder. Böylece âhiretin uyanıklık halinde olan birşey de dünya uykusunda vuzuha kavuşmaz. Ancak darb-ı mesellerin çokluğu zımnında olursa Mü'minin kalbi Rahmân olan Allah'ın kudret parmaklarından ikisinin arasındadır. 33

Bu, ancak âlimler tarafından düşünülebilen misaldir. Cahilin anlayışı ise, misâlin zahirini geçmez. Çünkü tevil diye adlandırılan tefsirin cahilidir. Nitekim rüya âleminde görülen misallerin tefsirine tâbir adı verilir. . Bu bakımdan cahil kişi Allah'a el ve parmak isnâd eder. Oysa Allahü teâlâ onun sözünden büyük bir yücelikle yücedir.

Böylece Hazret-i Peygamberin Allahü teâlâ, Âdem'i sureti üzerine yarattı' hadîsindeki suretten ancak renk, şekil anlar ve Allah'a bunların benzerini isnâd eder! Oysa Allah onun sözünden büyük bir yücelikle yücedir. Bundan ötürüdür ki ilâhî sıfatlarda, hatta kelâm sıfatında kayan kaymıştır. Onlar, kelâmın savt (ses) ve harf olduğunu sanmışlar, diğer sıfatlarda da kaymışlardır. Buradaki söz oldukça uzar.

Böylece âhiret hakkında da darb-ı meseller vârid olur. Dinden çıkanlar onu yalanlar. Çünkü onların nazarları misalin zahiri üzerinde donakalmıştır. O misal onlara mütenakız görünür. Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerîfi:

Kıyâmet gününde ölüm, beyaz veya siyah-beyaz bir koç suretinde getirilir ve kesilir. 34

Ahmak mülhid, hücum ederek bunu yalanlar. Bununla, peygamberlerin (hâşâ) yalanma istidlâl eder ve şöyle der: 'Sübhanallah! Ölüm arazdır. Koç cisimdir. Araz nasıl cisim olabilir? Böyle olması muhalden başka ne olabilir'. Fakat Allahü teâlâ bu ahmakları sırların marifetinden azlederek uzaklaştırmış ve şöyle buyurmuştur:

Bunları ancak âlimler anlar. (Ankebût/43)

Miskin bilmiyor ki 'Ben rüyamda gördüm ki bir koç getirildi ve 'Bu koç memlekette bulunan veba hastalığıdır' denildi ve 'o koç kesildi' diyen kimseye, rüyayı tâbir eden 'Doğru söyledin. Durum senin gördüğün gibidir dedi.

Bu rüya veba hastalığının sonunun geldiğine, hiçbir zaman o memlekete dönmeyeceğine; zira kesilenden ümidin kesildiğine delâlet eder. Durum bu iken, rüya tabircisi o rüyayı tasdik etmekte doğrudur. Rüyayı gören de rüyasında doğrudur. Bunun hakîkati şuraya dönüşür. Rüyaları sevk ve idare eden o kimsedir ki uyku çağında ruhları 'Levh-i Mahfuz'daki hakikatlere muttali kılar. Ruh'a beyan ettiği bir misalle Levh-i Mahfuz dekini ruha öğretir. Çünkü uyuyan bir kimse ancak misali anlayabilir. Bu bakımdan onun misali doğrudur. O misalin mânâsı da sıhhatlidir.

Öyleyse peygamberlerin de dünyada konuştukları insanlar, ahire te nisbetle uykudadırlar. Dünya âhirete nisbeten uykudur. Bu bakımdan peygamberler, mânâları insanların anlayışlarına misallerle yaklaştırırlar.

Bu da Allah'tan bir hikmet ve kullarına bir lütuf, kulların misal vermeksizin idrâk etmelerinden aciz oldukları şeylerin idrâk edilmesini kolaylaştırmak içindir. Bu bakımdan Hazret-i Peygamberin 'Ölüm, beyaz bir koçun suretinde getirilir' sözü bir misaldir. Bu misali, âhirette ölümden ümidin kesileceğini anlayışlara yaklaştırmak için beyan buyurmuştur. Kalpler misallerden etkilenecek şekilde, misaller vasıtasıyla mânâların yerleşeceği şekilde yaratılmıştır. Bunun ötürü Kur'ân, kudretin en son haddini belirtmek maksadıyla şöyle demiştir:

Ona sadece ol der, o da oluverir. (Yâsin/82)

Hazret-i Peygamber de 'mü'minin kalbi Rahmân'ın parmaklarından ikisinin arasındadır' sözüyle kalbin süratle değiştirilmesini ifade etmiştir. Biz bunun hikmetine, ibâdetler bölümünde, akidelerin kaideleri bahsinde işaret etmiştik. Bu bakımdan şimdilik asıl konumuza dönelim.

Hedefimiz, derece ve derekeleri, hasenat ve seyyiat üzerine tevzi etmenin tarifidir. Bu da ancak misalleri beyan etmek suretiyle mümkün olur. Bu nedenle beyan edeceğimiz misallerden sûretler değil de mânâlar anlaşılmalıdır. Öyleyse deriz ki: İnsanlar âhirette birçok sınıflara ayrılırlar. Saadet ve şekavet hususunda derece ve derekeleri hesaba gelmeyecek şekilde değişiktir.

Nitekimdünyanın saadet ve şekavetinde farklı oldukları gibi. . . Âhiret, bumânâda, asla dünyadan ayrılmaz; zira mülkün (dünya) ve melekûtun (âhiret) müdebbiri (tedbir edicisi) birdir, onun ortağı yoktur.

Onun ezelî iradesinden sâdır olan yolu değiştirilmez. Ancak bizimderecelerin kısımlarını saymaktan aciz olmamız, cinslerin durumunu izah etmekten âciz olduğumuz anlamına gelmez. Bu bakımdan deriz ki: İnsanlar, âhirette, zarurî olarak dört kısma ayrılırlar:

1. Helâk olanlar

2. Azaba dûçar olanlar

3. Kurtulanlar

4. Zaferyâb olanlar

Bunun dünyadaki misali şudur: Bir padişah bir ülkeyi zaptederse, halkından bazılarını öldürür. Bunlar helâk olanlardır. Bazılarına bir müddet işkence eder, onları öldürmez. Onlar azap çekenlerdir. Bazılarını da serbest bırakır. Bunlar kurtulanlardır ve bazılarına da hediyeler verir. Bunlar da zaferyâb olanlardır. Eğer padişah âdil ise, onlara bu taksimi ancak müstehak olduklarından ötürü tatbik eder. Sadece padişahlığa müstehak olduğunu inkâr edeni öldürür. Devletin esasında kendisine zıt davrananı öldürür. Padişahlığını ve yüce derecesini itiraf etmekle beraber hizmetinde kusur edene ceza verir. Padişahlığın mertebesini itiraf edeni, kendisine karşı bir suçu olmayanı serbest bırakır. Çünkü hizmet etmemişti ki ona hediye verilsin. Hediyeyi ancak hayatını hizmet ve yardımında tüketene verir. Sonra zaferyâb olanların hediyelerinin de hizmetteki derecelerine göre çeşitli olması, helâk olanların helâk edilmesi de ya boyunlarının kesilmesi suretiyle hakikî olacak veya inaddaki derecelerine göre azalarının kesilmesiyle ceza verilecektir. Azaba dûçar olanların hiffet ve şiddetinde, müddetin uzunluk veya kısalığında, nevilerin birliğinde ve değişikliğinde, kusur derecelerinin nisbetinde olmalıdır.

Bu bakımdan bu mertebelerin her biri sayılmayacak ve inhisar altına alınamayacak kadar çok derecelere ayrılır. Böylece bil ki insanlar âhirette bu tarzda çeşitli derecelere sahiptirler; kimi helâk olur, kimi bir müddet azap çeker, kimi kurtulur selâmet evinde olur, kimileri de zaferyâb olurlar. Zeferyâb olanlar da Adn cennetlerine yerleşenler, Me'vâ cennetlerine veya Firdevs cennetine yerleşenlere taksim olunurlar. Azap çekenler de, az azap çeken, bin sene veya yedibin sene azap çeken kısımlara ayrılır. 35 Yedi bin sene azap çeken, hadîste vârid olduğu gibi, cehennemden en son çıkan kimsedir.

Helâk olan ve Allah'ın rahmetinden ümitsiz bulunan kimselerin de dereceleri değişik olur. Bu dereceler, ibadetler ve günahlar hasebiyle değişir. Bu nedenle bu derecelerin günahlar ve ibâdetler üzerine tevcih edilmesinin keyfiyetini zikredelim:

Birinci Mertebe Bu mertebe helâk olanların mertebesidir. Helâk olanlardan gayemiz, Allah'ın rahmetinden ümitsiz olanlardır; zira daha önce belirttiğimiz misalde padişahın öldürdüğü kimse, padişahın rızasından ve ikramından ümitsiz olmuştur. Bu bakımdan misalin mânâlarından gâfil olma! Bu durum inkârcılar, hakikatten yüz çevirenler ve sadece dünyaya yönelenler, Allah'ın peygamberlerini ve kitablarım yalanlayanlar içindir; zira uhrevî saadet Allah'a yakınlık ve O'nun cemâline bakmaktadır.

Bu ise îman ve tasdik diye isimlendirilen marifetle elde edilebilir. İnkâr edenler münkirlerin ta kendileri, yalanlayanlar da ebediyyen Allah'ın rahmetinden ümitsiz olanların ta kendileridir. Onlar o kimselerdir ki âlemlerin rabbinî ve gönderdiği peygamberlerini yalanlarlar. Onlar o günde rablerinden perdelenirler. Mahbubundan perdelenen herkesin, arzuladığı ile arasına bir perde gerildiği muhakkaktır. Böyle bir kimse, şüphe yoktur ki ayrılık ateşiyle cehennem ateşini yakar. Bunun için ârifler şöyle demişlerdir: 'Bizim korkumuz cehennem ateşinden değil! Bizim ümidimiz, elâ gözlü cennet kadınları için değil! Bizim maksadımız Allah ile mülâki olmaktır. Bizim kaçışımız sadece Allah ile kul arasında giren perdedendir.

Denilmiştir ki: 'İvaz karşılığında Allah'a ibâdet eden bir kimse leîmdir'. Cennetin talebi veya cehennem ateşinin korkusu için Allah'a ibâdet etmek gibi. . . Oysa ârif bir kimse Allah'a, Allah'ın zati için ibâdet eder. Sadece onun zatını arzular. Elâ gözlü kadınlar ve cennet meyvelerine gelince, bazen onları arzu etmez. Ateşe gelince, bazen ondan sakınmaz; zira ayrılık ateşi kendisim kapladığı zaman, bazen cisimleri yakan ateşi mağlup eder. Muhakkak ayrılık ateşi Allah'ın ateşidir ki tutuşturulmuştur. Öyle ki onun acısı kalplere işler. Cehennem ateşi ise, cisimlerle beraber vardır. Cisimlerin elemi, kalbin elemine nisbetle hafif sayılır. Bunun için şair şöyle demiştir:

Aşığın kalbinde ayrılık ateşi vardır ki cehennem ateşinin en hararetlisi ondan daha soğuktur!

Bunun âhiret âleminde olacağını inkâr etmek uygun değildir; zira dünya âleminde bunun gözle görülen benzeri vardır. Çünkü kendisine vecd hali gelen bir kimse ateşe girer. Kesilmiş ve yaralayıcı kamış köklerine basar. Buna rağmen kalbindeki aşkın şiddetinden bu elemi hissetmez. Bazen görürsün ki öfkeli bir insana savaşta öfke öyle galebe çalar ki ona birkaç yara isabet eder. Buna rağmen o, onları hissetmez. Çünkü öfke kalpte bir ateştir.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Öfke ateşten bir parçadır. 36

Kalbin yanması, bedenin yanmasından daha şiddetlidir. Gördüğün gibi şiddetlisi hafifte meydana gelen hissi iptal eder. Bu bakımdan ateşle ve kılıçla helâk olmak, ancak iki cüz'ü ayırmak bakımından helaktir. O ayrılan cüzler cisimlerde mümkün olan birleştirme bağıyla âhirette birbirine bağlanır. Bu bakımdan kalp ile kendisine bağlı bulunan, hem de cisimler arasındaki bağlantıdan daha sağlam bir bağ ile bağlı bulunan sevdiğinin arasına ayrılığı sokan ateş, elem bakımından daha şiddetlidir. Eğer sen basiret ve hâl ehli isen bunu bilirsin. Kalp ehli olmayan bir kimsenin bu elemin şiddetini idrâk etmemesi ve bedenin elemine nisbeten hafif sayması uzak bir ihtimal değildir. Bu bakımdan çocuk, top ve çelik çomaktan mahrum edilmek elemiyle, saltanattan mahrum edilmek elemi arasında muhayyer bırakılırsa, asla saltanattan mahrum olmanın elemini hissetmez. Bunu elem bile saymaz ve şöyle der: 'Topla beraber sahada koşmak, benim için üzerinde oturmakta olduğum, saltanatın bin tahtından daha sevimlidir'.

Mide şehvetine mağlup olan bir kimse 'Herise ve Helva' ile düşmanlarının kahrına ve dostlarının sevinmesine vesile olan güzel bir fiilin yapılması arasında muhayyer bırakılırsa, muhakkak Herise ve Helva yemeyi tercih eder. Bütün bunlar, varlığıyla mertebe sevgisini gerektiren durumun yokluğu ve yemeğin lezzetini gerektiren durumun mevcut olması sebebiyledir. Bu da hayvanî ve yırtıcı sıfatların kölesi olan, âlemlerin rabbine yaklaşma zevkini tatmayan, melekî sıfatlardan mahrum olan bir kimse için sözkonusudur. Tadın dile, duymanın kulağa, görmenin göze mahsus olduğu gibi, bu sıfatlar da yalnız kalbe mahsustur. Bu bakımdan kalp ehli olmayan bir kimsenin bu hissi yoktur. Tıpkı duymayan ve görmeyen bir kimse için nağmelerin, güzel suretlerin ve renklerin zevkinin sözkonusu olmadığı gibi. Her insan için kalp ehli olması şart değildir. Eğer her insan için şart olsaydı o vakit şu ayetin hükmü sahih olmazdı:

Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahut şahid olarak kulak veren kimse için bir ihtar (bir ibret dersi) vardır. (Kaf37)

Bu bakımdan Allahü teâlâ, Kur'ân ile ibret almayan bir kimseyi kalpten yoksun kabul etmiştir. Kalpten gayem; göğüsteki kalp değildir. Bundan gayem emir âleminde olan sırdır. O sır, öyle bir sırdır ki yaratma âleminden olan et parçası onun tahtı, göğüs onun kürsüsü, diğer azalar onun memleketidir. Yaratma ve emrin tamamı Allah'ındır. Fakat kalp öyle bir sırdır ki Allahü teâlâ onun hakkında şöyle buyurmuştur: .

Bir de sana Ruh hakkında (Ruh'un hakikatinden) soruyorlar. De ki: 'Ruh, rabbimin ermindendir. (İsra/85)

Emir ve padişah Allah'tır. Çünkü emr ile yaratma âlemi arasında bir tertip vardır. Emr âlemi, halk âleminin emridir Kalp öyle latif bir şeydir ki o ıslah olduğu zaman, bedenin tümü de ıslah olur. Onu bilen nefsini bilir. Nefsini bilen rabbini bilir. Kul, bundan peygamberin şu hadîs-i şerifinin altında saklanan mânânın kokularının başlangıçlarını sezer: 'Allah, Âdem'i sureti üzerinde yarattı'.

Allahü teâlâ, bu hadîsin lâfzını zahirine hamledenlere ve te'vil yolunda zorluk çekenlere rahmet nazarıyla bakmıştır. Fakat lâfza hamledenlere olan rahmeti, tevilde zorluk çekenlere olan rahmetinden daha fazladır. Çünkü rahmet, musibete göre verilir. Onların musibeti, tevil edenlerin musibetinden daha fazladır. Her ne kadar iki sınıf da emrin hakîkatma varamamak musibetinde ortak iseler de. . . Hakîkat Allah'ın faziletidir, dilediğine verir. Allah büyük fazilet sahibidir. Hakîkat Allah'ın hikmetidir, dilediğine tahsis eder. Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona bol hayır ihsan edilmiştir.

Biz hedefimize dönelim; zira ipi oldukça gevşettik. Bu kitapta maksadımız olan muamele ilimlerinden daha yüksek olan bir şeyde sözü oldukça uzattık. Bu bakımdan anlaşılmıştır ki; helâk olma, ancak yalanlayan cahiller için sözkonusudur. Bunun Allah'ın kitabından ve Hazret-i Peygamberin sünnetinden delili hasr altına girmeyecek kadar çoktur. Bunun için biz o delilleri burada zikretmedik.

İkinci Mertebe

İkinci mertebe azap görenlerin mertebesidir. Bu mertebe, îmanın esası ile süslenen bir kimsenin mertebesidir. Fakat bu kimse îmanın gereğini yapmakta kusur etmiştir; zira îmanın başı Tevhîdedir. Tevhîd de Allah'tan başkasına ibâdet etmemektir. Kim hevâsının peşinde giderse o, hevâsını ilâh edinmiştir. O, hakikatte değil, diliyle muvahhid (birleyici) dir.

'Lâ ilâhe illâllah' demenin gerçek mânâsı şu ayetin kasdettiği şeydir:

Allah de! Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar. (En'âm/91)

Bu, Allah'tan başka her şeyi tamamen terketmek demektir.

Rabbimiz Allah'tır' deyip, sonra doğru olanların üzerine melekler iner, (Fussilet/30)

Sırat-ı Müstakim ki Tevhîd ancak onun üzerinde istikametli olmakla kemâle erer. O sırat-ı müstakim kıldan daha ince, kılıçtan daha keskindir. Âhirette vasfedilen sırat gibidir. Az da olsa hiçbir insan istikametten inhiraf etmek meylinden kurtulamaz; zira az bir fiilde olsa dahi, hevâ-i nefse tâbi olmaktan kurtulamaz. Bu ise Tevhîd'in kemâline zarar verir. Sırat-ı müstakim'den sapması nisbetinde bir zarar uğrar. Şüphesiz bu durum Allah'a yaklaşmak derecelerinde eksikliktir. Her eksiklikte de iki ateş vardır:

1. Noksanlık ile oluşan ve kemâli elden kaçıran ayrılık ateşi.

2. Kur'ân'ın vasıflandırdığı gibi cehennem ateşi.

Bu bakımdan sırat-ı müstakimden inhiraf eden herkes, iki defa azaba dûçar olur. Fakat o azabın şiddeti ve müddetin uzunluğuna göre değişik olması iki şeyden dolayıdır. O şeylerden biri îmanın kuvvet ve zafiyetidir. İkincisi hevâ-i nefse çok veya az tâbi olmaktır. Birçok durumda insanların hiçbiri bu iki durumdan kurtulamadığı için Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah'tan korkup sakınanları kurtarırız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız. (Meryem/71-72)

Bu sırra binaen selef demiştir: 'Korktuk! Çünkü kesinlikle bildik ki bizler ateşe varacağız!' Kurtuluş hakkında ihtilâf vardır. Hatta bazıları, 'Çakan şimşek gibi ateşin üstünden geçer, hiç ateşte kalmaz. Bir an ile yedi bin sene arasındaki gün, hafta, ay ve diğer müddetler ve çeşitli dereceler vardır' demişlerdir. Azabın şiddeti hakkındaki ihtilâf şöyledir: En yüksek azabın sonu yok. Azabın en azı hesapta sorguya çekilmektir. Nitekim padişah, kusur edenleri bazen sorguya çekmek suretiye azarlar, sonra affeder. Bazen kamçı ile döver. Bazen azabın diğer bir çeşidini tatbik eder. Azabın müddet ve şiddetinden başka çeşitlerin ihtilâfı diye üçüncü bir ihtilâf daha vardır; zirâ sadece malının müsaderesiyle azaba dûçar olan bir kimse malının alınması, evlâdının öldürülmesi, hareminin mübâh kılınması, akrabalarına azâb edilmesi, vurulması, dilinin, elinin, burnunun, kulağının ve öteki uzuvlarının kesilmesiyle tâzib edilen gibi omaz. Bu ihtilâflar âhiret azabı hakkında da olmuştur. Şeriatın kesin delilleri buna delâlet etmektedir. Bu, îmanın kuvvet ve zafiyetinin ihtilafına, ibâdetlerin çokluk ve azlığını, günahların çokluk ve azlığına göre değişir.

Azabın şiddetine gelince, bu günahların çirkinliğinin şiddet ve çokluğuna göredir. Azabın çokluğu günahın çokluğuna bağlıdır. Azabın çeşitlerinin değişmesi, günah çeşitlerinin değişmesine bağlıdır. Bu durum kalp erbabına, Kur'ân'ın delileri ve îman nuruyla görünür.

Allahü teâlâ'ınn şu ayetleriyle bu mânâ kastedilmektedir.

Rabbin hiçbir zaman kullara zulmedici değildir. (Fussilet/46)

Bugün her hefis, kazandığıyla cezalandırılacaktır. (Mü'min/17)

İnsana çalışmasından başka birşey yoktur. (Necm/39)

Artık kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını görür. Kim zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür, (Zilzâl/7-8)

Bunlardan başka, Kur'ân ve Sünnet'te, ceza ve mükâfatın ameller üzerine terettüp ettiğini belirten daha nice deliller vardır. Bütün bunlar adalettir. İçinde zulüm yoktur. Af vemerhamet tarafı daha kuvvetlidir; zira Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamberin naklettiği bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: 'Rahmetim gazabımı geçmiştir'37

Zerre miktarı bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük mükâfaat verir, (Nisâ/40)

Mâdem ki durum budur, derece ve derekelerin sevaplara ve günahlara bağlanmasından ibaret olan bu küllî hükümler, şeriatın kesin delilleriyle ve marifetin nuruyla malûmdurlar.

Tafsilâta gelince, bu ancak zanla bilinir. Bunun istinad ettiği delil, haberlerin zahirleri ve ibret gözüyle görmenin nurlarından alman bir nevi tecrübedir.

Sonuç olarak deriz ki; îmanın esasını kuvvetlendiren, bütün büyük günahlardan kaçan, bütün farzları güzelce edâ eden -buradaki farzlardan gayem beş rükündür- kendisinden küçük günahlar ancak müteferrik olarak sâdır olup onlarda ısrar etmeyen bir kimsenin azabının sadece hesapta sorguya çekilmekten ibaret olacağı düşünülebilir. Çünkü bu kimse hesaba çekildiği zaman, sevabları günahlarına ağır basar; zirâ hadîslerde vârid olmuştur ki; 'Beş vakit namaz, cuma namazı ve Ramazan orucu, aralarında vâki olan günahları kefaretleridirler'.

Böylece büyük günahlardan korunmak da Kur'ân nassının hükmüne göre, küçük günahların kefareti olur. Kefaretlendirmenin en az dereceleri -eğer hesabı kaldırmazsa- azabı kaldırmaktır. Hali böyle olan herkesin sevabı ağır basar. Bu bakımdan terazide rüçhanın belirmesinden ve hesaptan sonra, kişinin iyi bir maişet içerisinde bulunması uygundur. Evet! Onun 'ashâb-ı yemîn'e veya Allah'ın dergâhına yaklaştırılmış mukarreblere iltihakı, Adn cennetlerine konması veya en yüce Firdevs'te yer alması ne güzel birşeydir. İşte bunun gibi îmanın sınıfları da tedkik edilir. Çünkü îman iki çeşittir; Biri halk tabakasının îmanı gibi taklidî imandır ki bunlar dinlediklerini tasdik edip bu inanç üzerine devam ederler.

Bir de keşfi îman vardır ki Allah'ın nuruyla açılan göğüste olur. Bu imanda bütün varlık olduğu gibi keşfolunur ve görülür ki hepsinin dönüşü Allah'adır. Çünkü varlık aleminde Allah'tan, sıfat ve fiillerinden başka birşey yoktur. 38

İşte bu sınıf, mukarreblerin (yaklaştırılmış kimselerin) en yüce Firdevs*® konanların ta kendisidir. Onlar mele-i a'lâ'ya (en yüce cemaate) gayet yakındırlar. Bunlar da birçok sınıfa ayrılırlar. Bazıları (hayırlar hususunda) herkesin önünde olan Sâbikûn'dur. Bazıları derece bakımından bunlardan daha aşağıdır. Bunların arasındaki fark, Allah'ın marifetindeki farklılıklarına göredir. Allah'ın marifetinde ârif olanların dereceleri inhisar altına alınamayacak kadar büyüktür. Zira Allahü teâlâ'ınn celâlinin künhünü ihâta etmek mümkün değildir. Marifet denizinin derinliği sonsuzdur. Ancak dalgıçlar, kuvvetleri nisbetinde oraya dalarlar. Ezelde kendilerine takdir edilen yere kadar giderler, Bu bakımdan Allah'a giden yolun konaklarının sonu yoktur! Allah yolunun yolcularının dereceleri nihayetsizdir.

Taklidî bir îman ile îman edene gelince, o da ashâb-ı yemin'dendir. Ancak onun derecesi mukarreb kimselerin derecesinden aşağıdır. Onlar da çeşitli derecededirler. Ashâb-ı yeminin derecelerinin en yücesi, mukarreblerin derecelerinin en düşüğüne yaklaşmasıdır. Bu durum, bütün büyük günahlardan sakınan, farzların tamamını yapan kimsenin durumudur. Farzlardan gayem; kelime-i şahadeti söylemek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve hacca gitmekten ibaret olan beş rükündür. Bir veya birkaç büyük günah işleyen veya İslâm'ın bazı rükünlerini ihmal eden bir kimseye gelince, eğer bu kimse eceli yaklaşmadan önce nasûh (kesin) bir tevbe eli tevbe ederse, büyük günah işlemeyenler safına iltihak eder. Çünkü günahtan tevbe eden, günahı olmayan bir kimse gibidir. Yıkanmış elbise, kirlenmemiş elbise gibidir.

Eğer bir kimse tevbe etmeden ölürse, bu durum tehlikeli bir durumdur. Zira günahta ısrar ettiği halde ölen bir kimsenin, ölüm sırasında çoğu zaman îmanı sarsılır. Dolayısıyla kötü sonuca uğrar. Hele îmanı taklidî ise bu durum kaçınılmaz olur. Çünkü taklidî îman, her ne kadar kesin ise de az bir şüphe ve hayal ile dağılmaya mahkumdur. Basiret sahibi ârif kişinin ise, bu kötü sondan korkması gerekmez. Bunların ikisi de îman üzerine ölseler dahi, azap görürler. Ancak Allahü teâlâ hesap hususundaki sorgu azabından fazla olan azabı affederse durum değişir. Cezanın müddet bakımından çokluğu, günahta ısrar etme müddetinin çokluğuna göredir. Şiddetinin çokluğu ise büyük günahların çirkinliğine göredir. Çeşidin değişikliğinin çokluğu ise, günahların sınıflarının değişmesine göredir. Azap müddeti bittikten sonra taklidçi halk kitlesi, ashâb-ı yemîn'in derecelerine ulaşırlar. Basiret sahibi ârifler de İlliyyînin en yüce derecesine yükselirler. Ateşten en son çıkan kimseye bile dünyanın on misli verilir. 39

Buradaki gayenin cisimlerin etrafını ölçmekle takdir edildiğini zannetme. Bu bir fersaha karşı iki veya on fersaha karşı yirmi fersah vermek gibi değildir. Çünkü bu, darb-ı meselin yolunu bilmemezlikten gelen bir cehalettir. Belki hadîsteki ifade şu söz gibidir: Ondan bir deve aldı. Ona on mislini verdi! Deve on dinara eşitti. Yüz dinar verdi. Eğer buradaki misilden ancak tartıda ve ağırlıktaki misli anlamış olursa, hiçbir zaman yüz dinar, eğer terazinin bir kefesine, deve de diğer kefesine konursa devenin binde biri olamaz. Belki bu muvazene, cisimlerin mânâları ile ruhlarının muvazenesidir. Şahıs ve heykellerinin muvazenesi değildir. Çünkü deve uzunluğu, ağırlığı, eni için istenmez, mal olduğundan dolayı istenir. Bu bakımdan onun ruhu maliyettir.

Onun cismi ise, et ile kandan ibarettir. Yüz dinar, cismanî tartıyla değil ruhanî tartıyla onun on mislidir. Bu tevi, altın ve gümüşün malhi ruhunu bilen bir kimsenin nezdinde doğrudur.

Eğer ona, ağırlığı bir miskal ve kıymeti yüz dinar olan bir cevher verse ve 'Onun on mislini verdim!' dese, doğru söylemiş olur, Fakat onun doğruluğunu ancak cevherden anlayanlar biirler. Zira cevherlik ruhu sadece görmekle idrâk edilmez. Görmenin ötesinde bulunan bir seziyle bilirnir. Bu sırra biaen çocuk bunu yalanlar, köylü ve göçebe de yalanlar ve derler ki: 'Bu cevher ancak bir atştır. Onun ağırlığı bir miskaldir. Devenin ağırlığı bir milyon miskaldir. '

Bu bakımdan onların gözünde o kişi 'Ben ona on misiini verdim' demekle yalan söylemiştir. Oysa hakikatte yalancı çocuktur. Ancak çocuğun nezdinden bu tahkike ulaşmanın yolu yoktur. Ancak bâliğ olup kemâle erince bunu anlar. Kabinde cevherlerin ve diğer maların ruhlarını idrâk eden nurun oluşumundan sonra bunu anlayabilir. O zaman doğruluk ona görünür. Arif kişi. Hazret-i Peygamber'in şu muvazenedeki doğruluğunu eksik olan mukallide hakkıyla anlatmaktan acizdir.

Zira Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem. ) 'Cennet göklerdedir' dediği haberlerde vârid olmkuştur. Oysa gökler de dünyayadır bu bakımdan dünyanın on misli kadar olan şey nasıl dünyada olabilir? İşte bu bâliğ bir kimsenin o muvazeneyi çocuğa anlatmaktan aciz olması gibidir. Yine bedevîye anlatılması da bunun gibidir. Nasıl ki cevherci, bedevî ve köylüye ve muvazeneyi anlatmak zorluk çekiyorsa, ârif bir kimse de şu muvazene hususunu anlatmak için ahmak ve eblehle uğraştığından ötürü merhamete muhtaçtır. Bunun için Hazret-i Peygamberk (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur.

Üç sınıfa merhamet ediniz:

1. Cahiller arasında kalan âlime,

2. Bir kavmin zengini iken fakir düşen kimseye,

3. Bir kavmin azîzi iken zelîl olan kimseye!40

Peygamberler ümmetin arasında insanların aklının kusurundan ötürü imtihan olarak çekmiş oldukları zorluklardan dolayı merhamete lâyıktırlar. Allah bu durumu onları denemek için ve rir. Bu bir beladır. Ezelî kaza ve kader peygamberlere bu belayı yüklemiştir,

Belâ önce peygamberlere, sonra velî kullara, sonra dinî bakımdan en önde olanlara verilir. 41

Buradaki belanın Hazret-i Eyyûb'un belâsı gibi, olduğunu sanma. 42 Hazret-i Eyyûb'un belâsı bedene verilen beladır. Nûh'un (aleyhisselâm) belâsı da büyük belalardandır. Zira Nûh (aleyhisselâm) öyle bir cemaatla müptelâ oldu ki onları Allah'a çağırması, onları daha da azdırır ve kaçırırdı.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bazı insanların sözlerinden rahatsız olduğu zaman şöyle demiştir: ' Allah-ü Teâlâ kardeşim Musa'ya rahmet etsin. O bundan daha fazlasıyla eziyet gördü. Buna rağmen sabretti'. 43

Öyle ise peygamberler inkârcılarla mübtelâ olmaktan uzak değildirler, velî ve âlim kullar da cahillerle mübtelâ olmaktan uzak olamazlar. Bunun için velî kullar eziyetlerin ve belaların çeşitlerinden çok az kurtulurlar. Memleketten çıkartılmak, sultana ihbar edilmek, küfür ve dinden çıktı diye aleyhlerinde şahitlik edilmek ve (daha neler neler) . . . Marifet ehlinin, cahiller katında kâfirlerden sayılması normaldir. Nitekim kocaman bir devenin karşılığı olarak küçücük bir mücevher alan bir kimsenin cahiller yanında malını zayi eden israfçılardan sayılmasının vâcib olduğu gibi. . .

Bu incelikleri bildiği zaman, Hazret-i Peygamberin 'Ateşten en son çıkan kişiye, dünyanın on misli mülk verilir' hadîsine îman et! Sakın sadece gözle görülen, duygularla idrâk edilen şeyleri tasdik etmekle kalma! Kalma ki iyi ayaklı merkep mesabesinde olmuş olmayasm! Çünkü merkep de beş duyuya sahip olmakta seninle ortaktır. Sen ancak ilâhî bir sır ile ki o sır göklere, yere ve dağlara arzolundu, onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular merkepten ayrılırsın. Bu bakımdan duyular âleminin dışında olanları seni merkep ve diğer hayvanlardan ayıran o sır sayesinde öğrenebilirsin. Öyle ise ondan gâfil kalan, onu muattal veya tamamen ihmal eden, hayvanların derecesiyle kanaat getiren, hisle duyulanların ötesine geçmeyen kimse nefsini helâk etmiş, bunlardan yüz çevirmek suretiyle onları unutmuştur. Bu bakımdan siz, Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah tarafından nefisleri kendilerine unutturulmuş kimseler gibi olmayınız. Öyleyse ancak duyularla idrâk edileni bilen herkes, Allah'ı unutmuştur. Zira Allah'ın zatı, bu âlemde beş duyu ile idrâk olunmaz. Her kim Allah'ı unutmuşsa, şüphesiz Allah ona kendi nefsini unutturmuştur. O, hayvanlar mertebesine inmiştir. En yüce ufuklara terakki etmeyi terketmiştir.

Allahü teâlâ’nın kendisine emanet ettiği emanete hainlik yapmış ve kendisine vermiş olduğu nimetlerini inkâr etmiş, dolayısıyla azabına mâruz kalmıştır. Ancak bu kimse hayvandan daha kötü durumdadır. Çünkü hayvan ölümle kurtulur. Bunun ise yanında emanet vardır. Şüphesiz emanet sahibine geri verilmelidir. Bu bakımdan emanetin dönüşü Allah'adır. O emanet pırıl pırıl parlayan güneş gibidir. Ancak şu fâni bedene inmiş ve onda kaybolmuştur. Şu fâni beden harap olduğu zaman, güneş batıdan doğacak, yaradanma dönecektir. Ya simsayah ve tutulmuş halde veya pırıl pırıl parladığı halde dönecektir. Pırıl pırıl parlayan güneş rubûbiyet huzurundan perdelenmiş değildir. Kararmış güneş de o huzura dönüş yapar. Zira dönüş noktası hepsi için o huzurdur. Ancak bu kararmış güneş, a'lâ-yı illiyyîn tarafından, başı esfel-i sâfilîne doğru eğilerek dönüş yapar.

Rablerinin huzurunda başlarını öne eğmiş; 'Rabbimiz, gördük, işittik, bizi geri döndür sâlih amel yapalım; artık kesin olarak inandık!' demekte olan suçluları bir görsen!

(Secde/12)

Böylece Allahü teâlâ onların katında olduklarını belirtmiştir. Ancak onların başları eğiktir. Yüzleri enseleri tarafına dönmüş, başları aşağıya eğilmiştir. Bu hüküm Allahü teâlâ’nın tevfîkinden mahrum ettiği ve yoluna hidayet etmediği bir kimse hakkında ilahî bir hükümdür. Bu bakımdan biz dalâletten ve cahillerin mertebelerine inmekten Allah'a sığınırız!

İşte bu, ateşten çıkan kimselerin kısımlara ayrılmasının hükmüdür. O çıkanlara dünyanın on misli veya daha fazlası verilir. Ateşten ancak ehl-i Tevhîd (Allah'ı bir bilenler) çıkar.

Tevhîd'den gayem, sadece dille Lâ ilâhe illâllah demek değildir.

Çünkü dil, mülk ve şehâdet âlemindendir. Bu bakımdan onun faydası ancak mülk aleminde olur. Yani kelimesi şehadefi söyleyenin boynundan kılıcı, malından da ganimetçilerin ellerini uzaklaştırır. Boyun ve malın müddeti, yaşama müddetidir. Boyun ve malın kalmadığı bir yerde dil ile söylenen söz fayda vermez.

Ancak Tevhîdde doğruluk fayda verir. Tevhîd'in kemâli eşyanın tamamının Allah'tan bilinmesi demektir. Bunun alâmeti kendisine tatbik edilenden dolayı halkın hiçbirine öfkelenmemesidir.

Zira vasıtalara bakılmamalı, tevekkül bahsinde tahkiki geleceği gibi, sebeplerin müsebbibi ve yaratanına bakılmalıdır. Bu Tevhîd, muvahhidlere göre değişiktir. Bu bakımdan insanlardan bazılarının Tevhîd'den dağlar kadar nasibi vardır. Bazılarının bir miskal nasibi vardır. Bazılarının bir hardal tanesi ve zerre kadar nasibi vardır. Öyleyse kalbinde miskal kadar îmanı olan bir kimse, ateşten ilk çıkan kimsedir. Kalbinde zerre kadar îman olanı ateşten çıkarınız!44

Ateşten en son çıkacak kimse, kalbinde zerre kadar îman olan kimsedir. Miskal ile Zerre arasında derecelerin değişikliği nisbetinde, miskal ve zerre tabakalarının arasında ateşten çıkarlar. Miskal ve zerre ile ölçü vermek darb-ı mesel yoluyladır. Nitekim biz bunu mallarla paralar arasındaki muvazenede zikrettik. Tevhîd ehlini en fazla cehenneme sokan, dünyada kullara yapılan zulümlerdir. Bu bakımdan kulların defteri öyle bir defterdir ki terkedilmez. Diğer günahlar ise, af ve kefaret yoluyla affedilir. Nitekim eserde vârid olmuştur ki: Kul, dağlar kadar sevabı olduğu halde Allah'ın huzurunda durdurulur. Eğer o sevablar ona teslim edilirse muhakkak cennet ehlinden olur. Bu esnada zulme uğrayanlar kalkar ve 'O şunun namusuna küfretmiştir. Diğerinin malını almıştır. Öbürüne vurmuştur' derler ve sevaplarından bu haklar bir sevabı kalmayıncaya kadar ödenir. Melekler 'Ey rabbimiz! Bu kişinin sevapları bitti. Daha birçok hak sahibi kaldı!' derler. Bunun üzerine Allah şöyle buyurur:

Onların günahlarından alın da bunun günahlarının üzerine ekleyin! Onun için ateşe götürücü bir vesika yazın ve cehenneme gönderin.

Nasıl ki o, kısas yoluyla başkasının günahıyla helâk oluyorsa, mazlum da zalimin sevabını elde etmekle kurtulur. Zira mazluma yapılan zulümden dolayı zalimin sevapları mazluma verilir.

İbn Celâ'dan45 şöyle hikâye olunmuştur: Arkadaşlarından bazıları kendisini gıybet ettiler. Sonra gıybetçi İbn Celâ'nın yanına gelip helâlleşmek istedi. İbn Celâ 'Ben asla onu helâl etmem! Benim amel defterimde bu sevaptan daha üstün bir scevap yok! Ben bu sevabı defterimden nasıl silerim?' dedi. İbn Celâ da ve yine bir başkası da şöyle dedi: 'Arkadaşımın günahları benim sevaplarımdandır. İstiyorum ki defterimi o günahlarla süslemiş olayım!'

Kulların kıyâmette saadet ve şekavetinin dereceleri hakkındaki ihtilâflarından zikretmek istediğimiz budur. Bütün bunlar sebeplerin zahiriyle verilen hükümdür. Bu tıpkı doktorun, bir hastaya 'Elbette ölecek! Tedavi kabul etmez!' başka bir hastaya da 'Hastalığı hafiftir. Tedavisi kolaydır hükmüne benzer. Çünkü doktorun bu zannî, hallerin çoğunda isabetli bir zandır. Fakat bazen helake yaklaşmış bir kimse, doktorun idrâk etmeyeceği bir sebepten iyileşir. Bazen de hastalığı hafif olan bir kimse doktorun bilmediği bir sebepten ölür. Bu, Allahü teâlâ’nın insanlardan gizli olan sırlarındandır, sebeplerin müsebbibi tarafından malum bir nısbette tertip edilen sebeplerin bilinmez tarafındandır. Zira beşerin kuvvetinde onun künhüne vâkıf olmak yoktur, âhirette kurtuluş ve zafere varmak da böyledir. Onların gizli sebepleri vardır. O sebeplere muttali olmak beşerin kudretinde değildir. Kurtuluşa ulaştıran o gizli sebebe af ve rıza ismi verilir. Helake götüren sebep de öfke ve intikam ile isimlendirilir. Bunun ötesinde ilâhî ve ezelî bir meşiyet vardır ki halk ona muttali olamaz. Bunun için bize asi bir kimsenin bağışlanabileceğim her ne kadar zahirî günahları çok olsa da caiz görmek farzdır.

İtaatkâr bir kimsenin zahirî ibadetleri ne kadar fazla olsa da ona ceza verilebileceğini caiz görmeliyiz, çünkü itimad takvayadır. Takvâ da kalptedir. Kalp ise kalbin sahibinin bile muttali olamayacağı kadar bilinmezdir. Öyle ise kalbin sahibi olmayan bir kimse ona nasıl muttali olacaktır, fakat bazen kalp erbabına falan kulun bağışlanmayacağı keşfolunur. Ancak kendisinde gizli olan bir sebeple affolunur. Ceza, ancak gizli ve Allah'tan uzaklaşmayı gerektiren bir sebepten ötürüdür. Eğer olmasaydı, af ve öfke ameller ve vasıflar üzerinde terettüb eden ceza olmazdı. Eğer ceza olmasaydı adalet olmazdı. Eğer adalet olmasaydı şu âyetlerin nushası hâşâ sahih olmazdı

Rabbin asla kullara zulmedici değildir. (Fussilet/46)

Şüphesiz ki Allah zerre kadar zulmetmez. (Nisâ/40)

Oysa bütün bunlar doğrudur, insanın elinde ancak çalışmasının semeresi vardır, görülen ancak çalışmasıdır. Her nefis kazandığının rehinidir. Onlar haktan saptıkları zaman, Allah onların kalbini kaydırır. Onlar nefîslerindekini bozdukları zaman, Allah da onlarda bulunan nimeti şu âyetin tahakkuku için bozar:

Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.

(Ra'd/11)

Bütün bunlar kalp sahiplerine görülen şeylerden daha açık bir şekilde keşf olunmuş tur. Zira gözle görülende yanlışlık mümkündür. Çünkü göz bazen uzağı yakın, büyüğü küçük görür. Kalbin müşahedesinde yanılma mümkün değildir. Önemli olan kalp basiretinin açılmasıdır. O basiretler açıldıktan sonra görülende yanlışlık tasavvur edilemez.

Gönül gördüğünde yanılmadı! (Necm/)

Üçüncü Mertebe: Kurtulanların mertebesidir. Kurtuluşutan gayem; saadet selâmettir. Saadete ermek ve zaferyâb olmak değildir. Bunlar, hizmet etmemişler ki kendilerine hilkat verilsin. Kusur yapmamışlardır ki azaba dûçar olsunlar.

Bu halin, deliler ve kâfirlerin çocukları ve aklı noksan olanların hali olması mümkündür. Dünyanın ücra köşelerinde İslâm kendilerine tebliğ edilmemiş olanların, akılsızlık ve marifetsizlik üzerinde yaşayanların ise, ne marifetleri, ne inkârı ne itaat etmeleri, ne de isyan etmeleri dikkate alınır. Bu bakımdan onları Allah'a yaklaştırıcı bir vesileleri ve uzaklaştırıcı bir cinayetleri yoktur. Öyleyse onlar ne cennet, ne de cehennem ehlindendir. Belki onlar iki mertebenin yani cennet ve cehennemin arasındaki bir mertebede, iki makamın arasındaki bir yerde olurlar. Şeriat lisanında bu makam A'râf diye isimlendirilmiştir. Halktan bir grubun A'râf a. konacağı yakînen âyet ve hadîslerden ve ibret nurlarından belli olmuştur. Gözle hükmetmek, -mesela çocukların onlardan olduğuna hükmetmek gibi- zanna dayanan bir hükümdür. Kesin değildir. Kesinlikle buna muttali olmak peygamberlik âleminde olur. Evliya ve ulemanın mertebesinin buraya kadar yükselmesi uzak bir ihtimaldir. Kâfirlerin çocukları hakkındaki haberlerin de biri diğeriyle çelişmektedir. Hatta Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) bir çocuk öldüğü zaman 'O cennet kuşlarından bir kuştur' demiştir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onun bu sözün reddederek şöyle demiştir:

Sen bunu nereden biliyorsun?46 Madem durum budur, bu makamda müşkilât ve iltibaslar daha galibdir.

Dördüncü Mertebe: Zaferyâb olanların mertebesidir. Ârif olanlar sadece bunlardır, mukallidler değildir. Mukarrebûn ve sâbikûn onlardır. Zirâ taklidçi, her ne kadar cennette bir makam elde ederse de o 'ashâb-ı yemîn'dendir. Bunlar ise mukarreblerin ta kendileridir. Bunların mazhar oldukları nimetler sözlerle açıklanmaz. Belirtmesi mümkün olan miktar, Kur'ân'ın tafsil buyurduğu miktardır. Allah'ın beyanından sonra artık beyan yoktur. Onların bu âlemde anlatılması mümkün olmaz. İşte bu durum, şu ayette belirtilmiştir:

Yaptıklarına karşılık olarak onlar için göz aydınlığından ne hazırlanıp saklandığını kimse bilemez, (Secde/17)

Bir de şu hadîs-i kudsî'de belirtilmiştir:

Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetler hazırladım. 47

Ariflerin hedefi dünyada beşerin kalbine gelmesi düşünülmeyen o durumdur. Huriler, köşkler, meyveler, süt, bal, hamr, ziynet eşyası, bilezikler. . Ârifler bunlar için hırs göstermezler. Bunlar ariflere verilse bile, onlarla kanaat etmezler. Onlar Allah'ın kerîm vechine bakmanın zevkini ararlar. Bu lezzet saadetlerin en büyüğü ve zevklerin en nihayetidir. Bunun için Rabia el-Adeviyye'ye şöyle denildi: 'Senin cennet hakkındaki rağbetin nasıldır?' Cevap olarak 'Önce komşu, sonra ev!' dedi.

Bu bakımdan bunlar öyle bir gruptur ki ev sahibinin sevgisi onları evden ve evin süsünden vazgeçirmiştir. Hatta ev sahibinden başka herşeyden, hatta nefislerinden bile vazgeçmişlerdir. Onların misali, sevgilisini çılgınca seven ve bütün amacı sevgilisinin yüzüne bakmak ve onu düşünmek olan aşıkırı misali gibidir. Bu aşık, düşünceye daldığı zaman nefsinden gafildir. Bedenine isabet edeni hissetmez. Bu hal için 'nefsinden fani olmuştur' tabiri kullanılır. Mânâsı başkasıyla müstağrak olmuş, isteklerinin hepsi bir istekte toplanmış demektir ki o da mahcubudur. Onun içinde mahbubundan başkasına yer kalmamıştır ki başkasına iltifat etsin! Ne nefsine, ne de nefsinden başkasına bakamaz. Bu durumdur ki insanı âhirette, şu dünyada bir beşerin kalbine gelmesi düşünülmeyen göz aydınlığına ulaştırır. Nitekim renklerin ve nağmelerin sağır ve körün kalbine gelmesinin düşünülemeyeceği gibi. . . Ancak onun kulağından ve gözünden perde kalkarsa, o zaman halini idrâk eder. Bu durumdan önce onların kalbine gelmesinin mümkün olamayacağını anlar. Dünya hakîkaten perdedir. Onun kalkmasıyla perde kalkar. O zaman güzel hayatın zevki idrak olunur. Esas evin, âhiret evi olduğu anlaşılır. Derecelerin hasenat üzerine tevzi edilmesinin beyanında bu kadar izahat kâfidir. Lütfuyla muvaffak kılan Allah'tır.

Küçük Günahları Büyük Günah'a Çeviren Sebeplerin Beyanı Küçük günah, birçok sebeplerle, büyük günaha dönüşür. O sebeplerden biri, günahta ısrar edip devam etmektir. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: 'Israrla beraber küçük günah büyük olur. istiğfarlarla beraber büyük günah silinir. 48

Bu bakımdan büyük günah bir daha işlenmez ve benzeri arkasından gelmezse bu günahın affedilmesi, kulun devam ettiği küçük günahın affedilmesinden daha fazla ümit edilir. Bunun misali şudur: Damlalar durmadan bir taşın üzerine düşerse, taşa tesir ederler. Eğer taşın üzerine düşen su, bir defada kalırsa tesir etmez. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Amellerin hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır. 49

Şeyler zıdlarıyla bilinirler. Eğer az da olsa amelin devamlı olanı fayda verdiğinden, bir defa yapılıp bir daha yapılmayan çok amel kalbin nûrlandırılmasmda ve temizlenmesinde az fayda verir. Bu nedenle günahların azı da böylece devam ettikleri zaman kalbin kararmasında tesiri büyür. Ancak büyük günahın küçük günahlar işlenmeden ansızın yapılması çok nâdir olur. Zina etmek isteyen kişi konuşmadan ve mukaddimeler yapmadan ansızın zina etmeye az muvaffak olur. Eski bir münakaşa ve düşmanlık olmaksızın öldürme ihtimali azalır. Bu bakımdan her büyük günahın etrafı, geçmiş ve gelecek küçük günahlarla sarılıdır. Eğer büyük bir günahın tek başına, ansızın yapıldığı tasavvur edilirse ve ona ikinci bir defa dönüş yapılmazsa, böyle bir günahın affedilmesi insanın hayatı boyunca devam ettiği küçük bir günahın affedilmesinden daha fazla ümit edilir.

O sebeplerden biri de günahı küçük görmektir. Zira kul günahı nefsinde ne kadar büyük görürse, Allah katında o kadar küçülür. Kul önü ne kadar küçük görürse, Allah nezdinde o nisbette büyür.

Zira zinayı (tehlikeli) görmesi, kalbinin zinadan nefret etmesinden kaynaklanır. Bu nefret günah lie şiddetli bir şekilde etkilenmesine mâni olur. Günahı küçük görmesi ise ona yakınlık duymasından kaynaklanır. Bu da günahın kalpte şiddetli tesir yapmasını gerektirir. Oysa kalbin ibadetlerle nûrlandırılması gerekir. Günahlarla karartılması mahzurludur. Bunun için gaflet halinde kalbin üzerinde cereyan edenlerle kul muâheze edilemez. Çünkü kul, gaflet halinde cereyan eden şeyden etkilenmez.

Mü'min, günahını üzerine kaldırılan bir dağ gibi görür. O dağın üzerine düşmesinden korkar. Münafık günahını burnunun ucundan geçen bir kara sinek gibi görür. 50

Biri şöyle demiştir: Affedilmeyen günah, kulun 'Keşke benim işlemiş olduğum günahların hepsi bunun gibi olsaydı!' deyip hafife aldığı günahtır. Günahın Mü'minin kalbinde büyümesi, Allah'ın celâlini bilmesinden ileri gelir. Bu bakımdan Mü'min Allah'a isyan etmenin korkunçluğunu düşündüğü zaman, küçük günahı büyük görür.

Allahü teâlâ, peygamberlerinden birine şöyle vahiy gönderdi:

Hidayetin aslığına bakma! Hidayet edicinin azametine bak! Hatanın küçüklüğüne bakma! O hata ile kendisine karşı cephe aldığın zatın kibriyasına ve azametine bak!

Bu itibarla ariflerin biri şöyle demiştir: 'Küçük günah yok! Aksine her muhalefet büyüktür!'

Sahabe'den biri de Tâbiîn'e şöyle söylemiştir: 'Sizler, gözünüzde kıldan daha ince görünen birtakım işler yapıyorsunuz ki bizonları Hazret-i Peygamberin zamanında helâk eden şeylerden sayardık!'

Zirâ sahabîlerin Allah'ın celâli, hakkındaki bilgileri herkesin bilgisinden daha tamdı. Bu bakımdan onların nezdinde küçük günahlar, Allah'ın celâline nisbeten, büyük günahlardandır. Bu sebepten dolayı cahilden sadır olduğu zaman büyük sayılmayan günah, âlimden sadır olursa büyür. Halk tabakasının birçok kusurlarından vazgeçilir, fakat ârif bir kimseden o kusurların benzeri affedilmez.

Zira günah, muhalefet edenin marifeti nisbetinde büyür. O sebeplerden biri de günah ile sevinmek, onunla böbürlenmektir. O günahı işlemeye muvaffak olmayı nimet saymak, onun şekavete sebep olmasından gâfil olmaktır. Küçük günahın sevgisi, kulun nezdinde galebe çaldıkça, küçük günah büyür, kalbin kararmasında tesiri artar. Hatta günahkârlardan bazıları vardır ki günahı ile övünür, gurura kapılır.

Çünkü o günahı işlediği için büyük sevinç duyar. Nitekim şöyle der: 'Görmedin mi, ben onun namusunu nasıl pâyimâl ettim'.

Mücadeleci, mücadelesinde der ki: 'Görmedin mi onu nasıl rezil ettim? Onu mahcup edecek derecede hatalarını belirttim. Onunla nasıl alay ettim? Onu nasıl şaşırttım?!' Ticarette muamele yapan der ki: 'Görmedin mi çürük malı ona nasıl sattım? Onu nasıl kandırdım? Onu malında nasıl zarara uğrattım? Onu nasıl ahmak saydım?' İşte bu ve buna benzer sözlerle küçük günahlar büyür. Çünkü günahlar helâk edicidirler. Kul, günahlara sürüklendiği, günahlara teşvik etmek hususunda şeytana mağlup olduğu zaman, düşmanın kendisine galebe çalmasından ötürü musibet ve üzüntü içerisinde bulunması gerekir. Allah'tan uzak bulunduğundan dolayı müteessir olması lâzımdır. Bu bakımdan ilâcı içerisinde bulunan kabın ilâcı içme eleminden kurtulmak için» kırılmasıyla sevinen bir hastanın şifa bulması umulmaz.

O sebeplerden biri de Allahü teâlâ’nın kendisini örtmesini, kendisine hilm göstermesini, günah işlemesine rağmen ceza vermek hususunda kendisine mühlet vermesini hafife almaktır. Bilmez ki Allahü teâlâ, ancak ona öfke yönünden mühlet vermiştir ki mühlet vermek sebebiyle günahı daha artsın! Günahları yapmaya muvaffak olmasının Allah'ın bir inayeti olduğunu zanneder. Onun böyle zannetmesi Allah'ın azabından emin olmasından ileri gelir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Kendi aralarında da 'Allah bizi söylediklerimizle azâblandırsa ya!' diyorlar. Onlara cehenem yeter! Oraya girecekler. Artık o ne kötü dönüş yeridir! (Mücadele/8)

O sebeplerden biri de günah işlediğini belirtmesidir veya başkasının yanında yapmasıdır. Zira böyle yapması, Allah'ın kendisinin üzerine sarkıttığı perdesini yırtmak demektir. Bir de günahını dinleyen veya gören bir kimsede günah işleme rağbetini tahrik etmek demektir. Bunların ikisi de onun suçuna eklenmiş suçlardır. Suçu bunlarla gittikçe kalınlaşmıştır. Eğer buna başkasını o günaha teşvik etmek ve sebepleri ona hazırlamak da eklenirse, bu da dördüncü bir suç olur. Cürüm gittikçe ağırlaşır.

İnsanların tümü bağışlanmıştır. Ancak günahlarını açıkça yapanlar veya açıkça söyleyenler müstesna. . . Onlardan biri Allahü teâlâ’nın kendisi için örtmüş olduğu bir günahı geceleyin işler, sabahladığında Allah'ın örtüsünü kaldırır ve günahım sağa sola söyler. 51

Bunların bağışlanmamasının hikmeti şudur: İyiyi belirtmek, kötüyü örtmek ve örtüyü yırtmamak Allah'ın sıfatlarından ve nimetlerindendir. Bu bakımdan günahı belirtmek, bu nimeti inkâr etmek demektir. Biri şöyle demiştir: 'Günah işleme! Eğer ille günah işleyecek olursan bari başkasını o günaha teşvik etme ki iki günahı birden işlemiş olmayasm!'

Münafık erkekler ile münafık kadınlar birbirine benzerler. Onlar kötülüğü emrederler. İyilikten alıkoymaya çalışırlar. (Tevbe/67)

Seleften biri şöyle demiştir: '"Kişi, müslüman kardeşine günah hususunda yardım etmekten sonra, o günahı işlemeyi ona kolaylaştırmaktan daha büyük bir hürmetini pâyimâl etmemiştir'.

O sebeplerden biri de günahkârın önder olan bir âlim olmasıdır. Günahı açık bir şekilde işlediği zaman, günahı büyür. Bunlar, âlim kişinin ipekli elbise giymesi, altınla süslenmiş eğer ve diğer binitlere binmesi, sultanların mallarından şüpheli olanları alması, sultanların huzuruna girmesi, onların yanına gidip gelmesi, onlara emr-i bi’l-ma'ruf ıı ve nelıy-i an'il-münker'i yapmamak suretiyle yardım etmesi, başkalarının gıybetinde dilini serbest bırakması, münazarada diliyle başkasına tecavüz etmesi, başkasını hafife alması, ilimlerden ancak dünya mertebesi için istenen cedel ve münazara ilmiyle meşgul olması gibi günahlardır. Bu günahlarda başkaları âlime tabi olur. Dolayısıyla âlim ölür, fakat bu şerri âlemde uzun zaman devam eder. Öyleyse öldüğü zaman günahları beraberinde ölüp giden kimseye Allah cenneti mükâfaat olarak versin.

Her kim kötü bir yol açarsa o yolun günahı ve o yolla amel edenin günahı kadar günah onun üzerindedir. Onların günahlarından da birşey eksilmez. 52

Gerçekten biz ölüleri diriltiriz. Öne sürdükleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız. (Yâsin/12)

Eserler, amelin ve amel edenin ölmesinden sonra işlenip onun amellerine katılan şeyler demektir.

İbn-i Abbâs şöyle demiştir: 'Başkası kendisine tâbi olduğundan dolayı vay o âlimin haline! Bir defa hata eder, hatasından döner. Fakat halk o hatayı yüklenir ve onunla yeryüzünün çeşitli bölgelerine giderler'.

Biri şöyle demiştir: Âlim kişinin hatasının meseli, geminin delinmesi meseline benzer. Hem kendisi, hem de içindekiler batar'.

İsrailiyat'ta şöyle vârid olmuştur: Bir âlim kişi halkı bid'atlara saptırdı. Sonra o âlim tevbe etti. Bir zaman ıslah hususunda çalıştı. Bunun üzerine Allahü teâlâ onların peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'O âlime söyle! Senin bir günahın var. Eğer benimle senin aranda olsaydı onu senin için affederdim. Fakat kullarımdan saptırıp cehenneme soktukların ne olacaktır?

Bununla anlaşılmıştır ki âlimlerin durumu tehlikelidir. Onların boynunda iki vazife vardır. O vazifelerden biri günahı terketmek, ikincisi günahı gizlemektir. Nasıl ki âlimlerin günahlardan ötürü yükleri birkaç kat oluyorsa aynen onun gibi başkalarının öncüsü oldukları takdirde sevaplardan ötürü de mükafatları birkaç kat olur. Bu bakımdan âlim, süslenmeyi ve dünyaya meyletmeyi terkettiği zaman, dünyanın azıyla kanaat ettiği, yemekten de zarurî olan miktarıyla idare ettiği, eski elbiselere kanaat ettiği ve bu hususta âlimler ve halk tabakası kendisine uydukları zaman, onların sevapları kadar defterine sevap yazılır. Eğer süse meylederse, kendisinden derece bakımından daha aşağıda olanların tabiatı da kendisine benzemeye meyleder. Oysa o süsü, ancak sultanların hizmetiyle haramdan dünyayı toplamakla elde edebilirler. Böylece o âlim, haramı toplamaya sebep olmuş olur. Öyleyse âlimlerin hareketleri fazlalık veya eksiklikliklerinin kâr veya zarar bakımından eseri kat kat olur. Kendilerinden tevbe etmenin gerekli olduğu günahların tafsilâtı hakkında bu kadarı kâfidir.

32) Irâkî, merfû olarak aslına rastlamadığını, ancak Hazret-i Ali'ye nisbet edildiğini gördüğünü kaydetmektedir.

33) Daha önce geçmişti

34) Müslim, Buhârî, (Ebû Said'den)

35) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir'ul-Usûl, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)

36) Tirmizî

37) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

38) Varlık iki kısımdır: a) Varlığı zatından olan, b) Varlığı başkasından olan. Birinci varlık Allahü teâlâ'nın varlığıdır. İkincisi Allah'dan başkasının varlığıdır. Varlığı başkasından olan bir varın varlığı müsteardır. Kendi nefsiyle payidar değildir. Hatta zati yönünden düşünüldüğünde sırf yok olduğu görülür. Ancak varlığı Allah'a nisbetle vardır. Böyle bir varlık ise hakikî varlık olamaz. (İthaf us-Saade, VIII/556)

39) Müslim, Buhârî, (İbn Mes'ûd'dan)

40) İbn Hibbcuı, Zuafa

41) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâcc

42) İbn Cerîr'in Katade'den rivâyet ottiği gibi Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) yedi küsur sene bu hastalıktan muzdarib olmuştur.

43) Buhârî

44) Tayalisî, İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Huzeyme ve ibn Hıbbân

45) Ebû Abdullah Muhammed b. Yahya b. Celâ el-Bağdâdî

46) Müslim

47) İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî ve İbn Mâce

48) Ebû Şeyh

49) Müslim, Buhârî

50) Buhârî

51) Buhârî, Müslim

52) Müslim

Ashâb' ın ve Âlimlerin Sözleri

Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: 'Elbette Allah kendine dönüp tevbe edenleri bağışlayıcıdır' (İsra/25) âyeti günah işleyip sonra tevbe eden, yine günah işleyip sonra tevbe eden, yine günah işleyip sonra tevbe eden bir kimse hakkında nâzil oldu

Fudayl b. Iyâz dedi ki: Allahü teâlâ bir rivâyette şöyle buyurmuştur 'Günahkârlara, "eğer tevbe ederlerse tevbelerini kabul edeceğim müjdesini ver! Sıddîkların dikkatini çek ki eğer ben onların üzerine adaletimi koymuş olursam, onları azaba dûçar ederim.

Talk b. Habîb16 şöyle demiştir: Allahü teâlâ'nın hukuk-ı ilâhîsi, kulun o hukukları yerine getirmesinden daha büyüktür. Fakat onlar tevbe ettikleri halde sabah ve akşamladılar.

Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: 'Kim işlediği bir günahı hatırlar, ondan dolayı kalbi acı duyarsa, Ümm'ul-Kitab'da (Levh-i Mahfûz) o günah silinmiş olur'.

Rivâyet ediliyor ki İsrailoğulları'nın peygamberlerinden biri bir günah işledi. Allahü teâlâ ona vahiy göndererek: 'İzzetime yemin ederim! Eğer ikinci bir defa bu günahı işlersen sana azap edeceğim dedi. O da şöyle dedi: "Yârab! Sen sensin, ben de benim. Senin izzetine yemin ederim, eğer beni korumazsan muhakkak o günaha ikinci defa dönerim!" Buna binaen Allahü teâlâ onu masum kıldı.

Biri şöyle demiştir: 'Kul bir günah işler, cennete girinceye kadar o günahtan pişmanlık duyar! Bunun üzerine iblis der ki: Keşke ben onu bu günaha sokmasaydım.

Habib b. Ebî Sabit17 dedi ki: 'Kıyâmet gününde kişiye günahları arzolunur. Günahın yanından geçer ve şöyle der: 'muhakkak ben (dünyada) günahtan korkardım!'

Râvî der ki: 'Dünyadaki korkusundan dolayı günahı bağışlanır*.

Rivâyet ediliyor ki bir kişi İbn Mes'ûd'a başından geçen bir günahı için 'Acaba onun tevbesi var mıdır?' diye sordu. İbn Mes'ûd ondan yüzünü çevirdi. Sonra ona dönüp baktı. İki gözünden yaşlar aktığını gördü ve dedi ki: 'Cennetin sekiz kapısı vardır. Hepsi açılır ve kilitlenir. Ancak tevbe kapısı hariç! O kapının yanında sadece o kapıya bakan bir melek vardır. O melek o kapıyı kapatmaz. Bu bakımdan ümitsiz olma, amel yap!'

Abdurrahman b. Ebi Kasım der ki: 'Abdurrahim18 ile beraber kâfirin tevbesini ve şu âyeti müzakere ettik:

O küfredenlere de ki: Eğer peygambere düşmanlıktan vazgeçerlerse geçmişteki günahları bağışlanır! (Enfâl/38)

Abdurrahim dedi ki: 'Ben müslümanın Allah katında daha güzel halli olacağını ümit ediyorum. Çünkü kulağıma "Müslümanın tevbesi, müslüman olduktan sonra ikinci bir defa müslüman olmak gibidir; yani müslümanlığını perçinleştirir" diye gelmiştir'.

Abdullah b. Selâm şöyle demiştir: 'Size ancak Allah tarafından gönderilmiş peygamberden veya Allah tarafından indirilmiş kitaptan konuşacağım: Kul bir günah işledikten sonra bir göz kapaması kadar o günahtan pişman olduğu zaman, o günah ondan göz kapamasından daha süratle düşmüş olur'.

Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Tevbe edenlerle beraber oturun! Çünkü onların kalbi daha incedir.

Biri şöyle demiştir: 'Allah'ın beni ne zaman bağışlayacağını biliyorum'. Ona 'Ne zaman affedecektir?' diye sorulunca 'Tevbemi kabul ettiği zaman' demiştir.

Bir başkası da şöyle demiştir: 'Ben affedilmekten mahrum olmaktan çok tevbeden mahrum olmaktan korkuyorum'.

Şöyle rivâyet ediliyor: İsrailoğulları'ndan bir genç vardı. Yirmi sene Allah'a ibâdet etti. Sonra yirmi sene Allah'a isyan etti. Sonra aynaya baktı. Sakalında beyazlık gördü. Bu manzara hoşuna gitmedi ve şöyle dedi: 'Ya ilâhî! Sana yirmi sene itaat ettim. Sonra yirmi sene isyan ettim. Acaba sana tevbe edersem beni kabul eder misin?' Bunun üzerine görmediği ancak sözünü işittiği biri ona şöyle dedi: 'Bizi sevdin. Biz de seni şeydik. Bizi terkettin, biz de seni terkettik. Bize isyan ettin, sana mühlet verdik. Eğer bize dönersen seni kabul ederiz'.

Zünnun-i Mısrî şöyle demiştir: 'Allah'ın bir kısım kulları vardır: Günahların ağaçlarını kalplerinin göreceği bir yere diktiler. Onu tevbe suyu ile suladılar. O pişmanlık ve üzüntü meyvesini verdi. Delilik olmaksızın onlar delirdiler. Dil kekelemesi olmaksızın onlar dilsiz oldular. Oysa fasih ve beliğlerin, Allah ve Hazret-i Peygamberi bilenlerin ta kendileriydiler. Sonra safa kadehiyle (hayat suyunu) içtiler. Uzun belâya karşı sabrı, geçmişlerinden devraldılar. Sonra kalpleri melekût âlemine hayran kaldı. Fikirleri ceberrûtun perdeleri arasında gezdi. Pişmanlık revakının altında gölgelendiler. Hataların sahifesini okudular. Nefislerine korkuyu yerleştirdiler ve takvanın merdivenleriyle zühdün yüceliğine vâsıl oldular. Dünyayı terketmenin acısını tatlı gördüler. Yatacakları yerin sertliğini yumuşak kabul ettiler. Sonunda selâmet kulpunu elde ettiler. Ruhları yücelerde gezindi ve cennetin bahçesinde çadır kurdular. Hayat denizine daldılar. Üzüntünün hendeklerini kapattılar. Hevanın köprülerinden geçip ilmin sahasına indiler. Hikmetin gölünden içtiler. Zeka gemisine bindiler. Kurtuluş rüzgârıyla deniz selâmetinde yelken açtılar ve rahatlık bahçesine, izzet ve keremin kaynağına vardılar'.

İşte her sahih tevbe'nin muhakkak makbul olacağı hakkında bu kadar söz kâfidir.

Soru: 'Sen de Mutezilenin dediği gibi 'tevbeyi kabul etmek Allah için vâcibdir' fikrindemisin?'

Cevap: Ben Tevbe'nin kabul edilmesi Allah'a vâcibdir' sözünden 'Elbette elbise sabunla yıkandığı zaman kirin gitmesi vâcibdir. Elbette susuz bir kimse su içtiği zaman susuzluğunun giderilmesi vâcibdir. Su bir müddet kendisine verilmediği zaman susaması vâcibdir. Susuzluk devam ederse, ölmek vâcib olur' gibi sözlerden kasdedilen mânâda kastediyorum. Bu sözlerde Mutezilenin 'Allah'a tevbeyi kabul etmek vâcibdir' sözlerinden kastettikleri mânâ yoktur. Ben derim ki: 'Allah suyu, susuzluğu giderici olarak yarattığı gibi, ibadeti günaha keffâret olucu, sevabı hatayı silici olarak yaratmıştır.

Eğer Allah'ın meşiyeti bunun hilâfına sebkat etmiş ise, Allah'ın kudreti o hilâfî da kapsayacak genişliktedir. Bu bakımdan üzerinde yapılması vâcib olan bir vazife bulunmamaktadır. Fakat onun ezelî iradesi neyin olacağına karar vermiş ise, şüphesiz ki onun olması vâcibdir.

İtiraz: Tevbesinin kabul edilip edilmediğinden emin olan hiç kimse yoktur. Oysa suyu içen susuzluğunun gideceğinden şüphe etmez.

Cevap: Kişinin tevbesinin kabul oluşunda şüphesi, sıhhatin şartlarının varlığından şüphe etmesi gibidir. Çünkü ileride geleceği gibi, tevbe’nin ince rükün ve şartları vardır. Bütün şartlarının varlığı kolayca tahakkuk etmez. Tıpkı ishal için bir ilacı içip de ishal eder mi veya etmez mi diye şüphe eden, bir kimse gibi. . . Bu kimsenin şüphesi, o ilaçtaki ishal ediciliğin şartlarının meydana gelmesinden şüphe etmektir. Halin, vaktin, ilacın karışımı, şişelerin güzelce yapılması ve tesiri itibariyle bu şüphe ortaya çıkar. Bu ve benzerler tevbeden sonra korkmayı ve şüphesiz tevbe'nin kabulünde de şüphe etmeyi gerektirir. Nitekim tevbe'nin şartları bahsinde, eğer Allah dilerse bu durumun izahı gelecektir.

16) Künyesi el-Anzî el-Basrî'dir. Âbid bir kimseydi. Birkaç kişiyle birlikte Haccâc'tan kaçarak Kabe'ye sığınmış, fakat Haccâc onları tutup öldürmüştür.

17) Künyesi Ebû Ya'lâ. el-Kûfi’dir. Değerli bir fakihtir. H. 119 da vefat etmiştir.

18) Abdurrahim b. Yahya ed-Dimeşkî el-Esved diye tanınır.

31-3

Tevbe'nin Tamamı, Şartları ve Hayatın Sonuna Kadar devamlılığı

Biz tevbe'nin azim ve kasdî gerektiren bir pişmanlıktan ibaret olduğunu söyledik. O pişmanlığı, günahların insan ile sevdiğinin arasında perde olduğunu bilmek doğurur.

İlim, pişmanlık ve azmin her biri için devamlılık ve tamam olmak sözkonusudur. Bunların tamam olmalarının alâmeti, devamlılıklarının da şartları vardır. Bu bakımdan onları belirtmek gerekir. İlim, ilmi düşünmek, tevbe'nin sebebini düşünmek ve tedkik etmek demektir. Bu ileride gelecektir.

Pişmanlığa gelince, pişmanlık sevdiğinin elden kaçacağını hissettiğinde kalbin elem duyması demektir. Bunun alâmeti; hasretin, üzüntünün, gözyaşı dökmenin, ağlamanın ve düşünmenin meydana gelmesidir.

Bu bakımdan evlâdının veya nezdinde aziz olan bazı kimselerin başına gelen bir felâketi hisseden bir kimsenin musibeti ve ağlaması uzar. Acaba insanın nezdinde nefsinden daha aziz olan ne vardır? Ateşten daha şiddetli hangi felâket sözkonusudur? Felâketin gelişine günahtan daha fazla delâlet eden hangi şey vardır? Acaba Allah ve peygamberinden daha doğru olan hangi haber verici vardır? Eğer doktor denilen bir tek insan kişiye 'evladının hastalığı iyileşmeyen bir hastalıktır' ve 'evladın ölecektir' dese, derhal onun üzüntüsü artar. Bu bakımdan evladı nefsinden daha aziz, doktor da Allah'tan ve Hazret-i Peygamber'den daha sadık ve bilgin, bu üzüntü de ölüm ve ateşten daha şiddetli değildir.

Günahların Allah'ın öfkelendiğine delâlet etmesi, hastalığın ölüme delâlet etmesinden daha keskindir. Günahlarla ateşe maruz kalmak, hastalıkla ölüme mâruz kalmaktan daha şiddetlidir. Bu bakımdan pişmanlığın elemi ne kadar şiddetli olursa, günahların pişmanlıktan ötürü bağışlanması da o kadar fazla ümit edilir. Öyleyse pişmanlığın doğruluğunun alâmeti kalbin rikkati, gözyaşlarının fazlasıyla akmasıdır.

Tevbe edenlerle oturun! Çünkü onların kalbi daha incedir. 53

Pişmanlığın doğruluğunun alâmetlerinden biri de o günahların rahatlığı yerine acısının kalbe yerleşmesidir. Bu bakımdan günaha meyletmenin yerini günahtan tiksinme, günaha rağbetin yerini de nefret alır.

İsrailiyat'ta şöyle vârid olmuştur ki peygamberlerinden biri, uzun seneler ibâdete daldıktan sonra tevbesinin kabul olunmasına dair bir işaret görmeyen bir kulun tevbesini kabul etmesi hususunda Allah'a ricada bulunduğu zaman, Allahü teâlâ o peygambere şöyle buyurmuştur: 'İzzet ve celâlim hakkı için, eğer göklerin ve yerin ehli, bu kişi hakkında şefaatta bulunsalar bile, kendisinden tevbe ettiği günahın tadı kalbinde oldukça onun tevbesini kabul etmeyeceğim'.

Soru: Günahlar tabiaten sevilen amellerdir. Bu bakımdan kişi bunların acısını nasıl hissedecektir?

Cevap: İçinde zehir elan bir balı yiyen, lezzeti sebebiyle onu idrâk etmezse ve lezzetli sayarsa hastalanır, hastalık ve elemi uzarsa, kılları dökülürse, azaları felç olursa, bu durumda ona o zehir gibi içinde zehir bulunan bir bal ikram edilse, o da aç ve tatlıya iştiyaklı ise böyle bir kimse o baldan nefret eder mi, etmez mi? Eğer 'Hayır etmez!' dersen, senin bu sözün, görüneni ve zarurî olanı inkâr etmektir. Aksine o kişi, içinde zehir olmayan baldan da zehirli bala benzediği için çoğu zaman nefret eder.

İşte tevbe edenin günahın acılığını hissetmesi de böyle olur. Çünkü bilir ki her günahın zevki, balın zevki gibidir. Yapacağı da zehirin yapacağı şeydir. Tevbe ancak böyle bir îman ile olduğu zaman sahih olur. Böyle bir îman pek nadir olduğundan dolayı tevbe de pek nadir olur. Tevbe edenleri Allah'tan yüzçevirmiş, günahları hafife almış ve üzerinde ısrar eder görürsün!

İşte tevbe'nin tamam olmasının şartı budur ve bu şartın ölüme kadar devam etmesi gerekir. Bütün günahlarda da bu acıyı hissetmesi gerekir. Her ne kadar o günahlar daha önce işlenmemiş ise de. . . . Nitekim bal içinde zehir içen bir kimse ne zaman soğuk suyun içinde, balın içinde olduğu gibi zehir olduğunu bilse, soğuk sudan dahi nefret eder; zira onun zararı baldan değil de balın içindeki zehirden gelmektedir.

Tevbe edenin zararı da yaptığı hırsızlık ve zina cihetinden gelmez. Aksine bu hareketin Allah'ın emrine muhalefet olması cihetinden gelir. Bu her günahta câridir.

Bundan doğan niyete gelince, o niyet geçmişi telafi etmenin iradesidir. Onun hal-i hazırla ilgisi vardır. O hal-i hazırda yapmış ve hal-i hazırda yapmakta olduğu her mahzurlu şeyin terkini gerektirir. Hal-i hazırda kendisine teveccüh eden her farzın edasını vâcib kılar. Onun mâzi ile de ilgisi vardır, o da ölüme kadar ibadetlerin ve günahı terketmenin devamlı olmasıdır. Mazi ile ilgili olan tevbe'nin doğru olmasının şartı şudur: Fikrini bâliğ olduğu ilk güne döndürüp, geçmiş ömrünü sene be sene, ay be ay, gün be gün, nefes be nefes tedkik etmektir. Geçmiş ibâdetlerde hangi kusurları işlemiş olduğuna bakmalıdır. Geçmişte hangi günahları işlediğine bakmalıdır! Eğer bir namazı terketmişse veya o namazı pis bir elbise ile kılmışsa veya niyetin şartını bilmediğinden sahih olmayan bir niyetle kılmışsa, onu kaza etmelidir.

Eğer elden kaçırdığının sayısında şüphe ederse bâliğ olduğu müddetten itibaren hesap etmelidir. Kesinlikle edâ ettiği miktardan geri kalanı kaza etmelidir. Bu hususta zann-ı galiple hükmedebilir. Zann-ı galibe ise araştırma ve ictihâd yoluyla varır.

Oruca gelince, eğer onu sefer halinde terketmiş, daha sonra kaza etmemiş ise veya kasden bozmuşsa veya gece niyeti unutmuş ve orucunu kaza etmemiş ise, bütün bunları araştırma ve ictihadla anlamalı ve kazasıyla meşgul olmalıdır. 54

Zekâta gelince, bütün malını saymalı, malı kazandığı günden itibaren senelerin sayısını hesaplamalıdır, bâliğ olduğu zamandan itibaren seneleri hesaplamasına gerek yoktur. Çünkü çocuğun malında da zekât vâcibdir. 55

Zann-ı galiple zimmetinde olduğunu bildiği zekâtını vermelidir. Eğer mezhebine uygun bir şekilde değil de başka bir şekilde zekâtını vermişse, mesela ayette bahsi geçen sekiz sınıfa değil de (Hanefî mezhebinde olduğu gibi) bazılarına vermiş ise veyahut da Şâfiî mezhebinden olduğu halde malın bizzat kendisini zekât olarak vermemiş de (Hanefî mezhebinde olduğu gibi) bedelini vermişse, bütün bunları kaza etmelidir. Çünkü mezhebine muhalif vermiş olduğu zekât kâfi değildir. Zekâtın hesabı ve onu bilmek oldukça uzar. Burada şifa verici bir düşünceye ihtiyaç vardır. Bunu zimmetinden çıkarması için âlimlerden bu mesuliyetten çıkış keyfiyetini sorması gerekir.

Hacca gelince, eğer geçmişte hacca gitmeye gücü olduğu halde, bir türlü hacca gitmemiş, şimdi ise iflas etmişse bu durumda hacca gitmesi gerekir. Eğer iflasla beraber, hacca, gitmeye gücü yetmiyorsa, bu durumda helâlinden yol azığı kazanmalı (ve hacca gitmelidir) . Eğer kazancı ve malı yoksa, bu takdirde, halktan zekât veya sadaka isteyip, onunla hacca gitmelidir; zira haccetmeden önce ölürse âsi olarak ölmüş olur.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

(Kendisine farz olup da) haccetmediği halde ölen bir kimse, ister yahûdî, ister hıristiyan olarak ölsün!56

Güçten sonra meydana gelen âcizlik, hac farizasını düşürmez. İşte ibâdetleri tedkik ve telafi etmenin yolu budur.

Günahlara gelince, bâliğ olduğunun başlangıcından itibaren kulağını, gözünü, dilini, karnını, elini, ayağını, tenasül uzvunu ve diğer azalarını tedkik etmesi farzdır.

Sonra günlerinin ve saatlerinin tamamını gözden geçirmelidir. Günahlarının defterini tafsilatlı bir şekilde incelemelidir ki günahlarının küçük ve büyük hepsine birden muttali olsun! Kendisiyle Allah arasında vâki olan, kulların zulmüyle ilgisi bulunmayan, mahrem olmayan kadına bakmak, cünüp olarak camide oturmak, abdestsiz mushafa dokunmak, bir bid'ata inanmak, içki içmek, çalgı dinlemek ve kulların zulmüyle ilgili olmayan diğer günahlar gibi. . . Bu günahlardan tevbe etmek, pişmanlık ve bunlardan ötürü hasret duymakla olur. Şöyle ki: Büyüklük ve müddet bakımından o günahların miktarım saymalı ve o günahların her biri için o günaha uygun bir ibadet yapmalıdır. Bu bakımdan günahlar kadar sevap yapmalıdır.

Bunu da Hazret-i Peygamber'in şu hadîsinden ilham alarak ayarlamalıdır:

Nerde olursan ol, Allah'tan kork! Günahın akabinde sevap işle ki günahı silsin!57

Çünkü haseneler (sevaplar) günahları giderir. (Hûd/114)

Bu bakımdan çalgı aletlerini dinleyen bir kimse, bunları Kur'ân dinlemekle, zikir meclisinde oturmakla telafi etmelidir. Abdestsiz olarak mushafa dokunmaya, mushafa ikram etmek ve onu çokça okumak ve öpmek suretiyle telafi etmelidir. Bir mushaf yazdırıp telafi etmelidir, İçki içmeyi, helâl içecekleri sadaka vermekle telafi etmelidir. Bu helâl içecekleri de o haramdan daha güzel ve nezdinde daha sevimli olduğu halde sadaka olarak vermelidir.

Bütün günahları saymak mümkün değildir. Ancak maksad, günahın zıddı oları yola girmektir; zira hastalık zıddıyla tedavi edilir. Öyleyse kalbe günahtan ötürü gelen her karanlık ancak o günahın zıddı olan bir haseneyle gelen nur ile silinir. Zıdlar birbirlerine uygun olanlardır. Bunun için her günahı cinsinden olan bir hasene ile silmek uygundur. Fakat bu hasene onun zıddı olmalıdır; zira beyaz siyahla giderilir. Hararet veya soğuklukla değil. . . Bu tecrîd ve tahkik, silme yolunda hakîmâne hareket etmenin bir kısmıdır. Bu bakımdan burada ümit daha doğrudur, ibâdetlerin bir türüne devam etmekten daha fazla buna güvenilir. Her ne kadar ibâdetin bir türüne devamlılık da günahı silmekte müessir ise de. . .

İşte Allah ile kul arasındaki günahın silinmesi hakkındaki hüküm budur. Birşeyin zıddıyla telafi edilmesine 'Dünyanın sevgisi, her hatanın başıdır' hadîsi delâlet eder. Dünya peşine gitmenin alâmeti, onunla sevinmek, ona meyletmektir. Bu bakımdan şüphe götürmez durum şudur: Müslümana isabet eden ve ondan dolayı müslümanın kalbini dünyadan nefret ettiren her eziyet müslüman için kefaret olur; zira kalp, üzüntülerden ve sıkıntılardan dolayı üzüntülerin evinden (dünyadan) uzaklaşır.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Günahlardan bir kısmı vardır ki onlara ancak üzüntüler kefaret olur ve sildirtir. 53

Hadîsin başka bir lâfzında 'Ancak. maişeti aramaktan ileri gelen yorgunluk ve üzüntü onun kefareti olur' diye vârid olmuştur.

Hazret-i Âişe'nin (radıyallahü anh) hadîsinde 'Kulun günahları çoğaldığı ve o günahların kefareti olacak amelleri olmadığı zaman, Allahü teâlâ o kulun üzerine üzüntüleri sevkeder. Dolayısıyla günahlarına kefaret olur' şeklinde vârid olmuştur.

Şöyle denilmiştir: 'Kulun bilmediği halde kalbinin üzerine akan üzüntü, günahların zulmetidir. O zulmetten dolayı üzülmek ise, kalbin hesaba çekileceğini ve mahşerin dehşetini sezmesidir.

Soru: İnsan oğlunun üzülmesi, çoğu zaman malından, evladından ve mertebesinden dolayıdır. Böyle bir üzüntü hatadır. Nasıl günahına kefaret olabilir?

Cevap: Yukarıda bahsi geçenleri sevmek hatadır. Onlardan mahrum olmak ise günahların kefaretidir. Eğer İnsan oğlu onlarla lezzetlenmiş olsaydı günahı tamam olurdu.

Nitekim rivâyet edilmiştir ki Cebrâîl (aleyhisselâm) , Yûsuf (aleyhisselâm) hapiste iken yanma varmış, Yûsuf Cebrâîl'e şöyle sormuş:

- Sen o mahzun ihtiyarı (Hazret-i Yakub'u kastediyor) ne durumda iken gördün de buraya geldin?

- İlk çocuğunun matemini tutan yüz kadının üzüntüsü kadar senin için üzüldüğü halde bırakıp geldim!

- Bu üzüntüden dolayı Allah katında, onun ne gibi bir mükâfatı vardır?

- Yüz şehidin mükâfatı!59

Madem ki durum budur, üzüntüler de Allah'ın haklarının kefaretleri olurlar. Bu, kul ile Allah arasındaki şeylerin hükmüdür. ?Kullara yapılan zulümlere gelince, o zulümlerde de hem günah, hem de Allah'ın hakkına tecavüz vardır. Çünkü Allahü teâlâ, kullara zulmetmeyi de yasaklamıştır. Bu bakımdan o zulümden Allah'ın hakkıyla ilgili olan kısmı, pişmanlık, hasret çekmek, gelecekte onları yapmamak ve zıdları olan haseneleri yapmakla telafi eder.

Öyle ise halka yapmış olduğu eziyet onlara iyilik yapmakla telafi edilir. Gasbettiği malların yerine helâl mülkünden sadaka vermekle günahını telafi edebilir.

Gıybet ve tenkid etmek suretiyle dokunduğu namusların hakkını, diyanet ehlini övmekle, akran ve emsalinin iyiliklerinden bildiklerini izhar etmekle öder. Adam öldürmeyi, köleleri âzâd etmekle telafi edebilir. Çünkü köleleri âzâd etmek, onları diriltmek demektir; zira köle, nefsi için değil, efendisi için vardır. Âzâd etmek ise insanın daha fazlasına gücü yetmeyeni var etmesi demektir. Bu bakımdan yok etmeye var etmekle karşılık vermelidir.

Bununla anlaşıldı ki günahların keffaretlendirilmesi ve sildirilmesi hususunda zıtlarıyla hareket etmekte zikretmiş olduğumuz yolun şeriatta aslı vardır. Nitekim katl (öldürmek) , köleyi âzâd etmekle kefaretlendirilmiştir. Sonra kişi bunların hepsini yaptığı zaman, kullardan zulmen aldıklarını ödemedikçe kendisine kâfi gelmez. Kullara yapılan zulümler, ya canlarda veya mallarda veya namuslarda veyahut kalplerdedir. Bundan katıksız eziyeti kastediyorum.

Canlara gelince, eğer yanlışlıkla birini öldürürse, onun tevbesi, diyetini teslim etmek ve o diyeti hak sahibine ya kendi malından veya yakınlarının inalından ulaştırmaktır. O diyet yerine ulaşmadan önce, kişi onun mesuliyeti altındadır. Eğer kasten ve kısası gerektirecek bir şekilde öldürmüşse, tevbesi kısasla kabul olunur. Eğer ne şekilde cereyan ettiğini bilmezse, kan sahibinin yanında bunu öğrenmeli ve onu ruhuna hâkim kılmalıdır. Kan sahibi dilerse onu affeder, dilerse onu öldürür. Bu sorumluluk, ancak bu şekilde boynundan sâkıt olur. Bunu gizlemek kendisi için asla caiz değildir. Bu zina ettiği veya içki içtiği veya hırsızlık yaptığı veya yol kestiği veya kendisine Allah'ın cezasının farz olduğu birşeyi yapması gibi değildir. Çünkü bu takdirde tevbe ettiği zaman nefsini rezil etmeye, perdesini yırtmaya ve vali de Allahü teâlâ’nın hakkını kendisinden almayı talep ötmeye mecbur değildir. Aksine Allah'ın örtüsüyle örtmeli, cezasını mücâhede çeşitleriyle nefsine tatbik etmelidir; zirâ sadece Allah'ın affı, pişman olarak tevbe edenlere yakındır. Eğer bu işi valiye götürüp vali tarafından cezayı nefsine tatbik ettirirse yerini bulur, tevbesi sahih ve Allah katında makbul olur.

Delili de şu rivâyet edilen hadîs-i şeriftir:

Maîz b. Mâlik Hazret-i Peygambere gelerek dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben nefsime zulmederek zina ettim. Beni temizlemeni istiyorum!' Hazret-i Peygamber onu reddetti. Ertesi gün yine gelerek 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben zina ettim' dedi. Hazret-i Peygamber ikinci defa onu reddetti. Üçüncü gün de tekrar gelince Hazret-i Peygamber onun recmedilmesini emretti. Kendisi için bir çukur açtılar ve recmettiler! Bunun üzerine halk, Maiz hakkında iki gruba ayrıldı kimi 'ınaiz helâk oldu! Günahı onu kapladı dedi. Kimi de 'Onun tevbesinden daha doğru bir tevbe yoktur dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

O öyle bir tevbe yaptı ki onun tevbesi bir ümmetin fertleri arasında taksim olunsa, onların hepsini kaplayacak ve yetecek niteliktedir. 60

Gamidiye kabilesine mensup bir kadın Hazret-i Peygambere gelerek şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben zina ettim. Beni temizle!' Hazret-i Peygamber onun sözünü kabul etmedi ve kendisini reddetti. Ertesi gün yine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Maiz'i reddettiğin gibi beni de reddetmek mi istiyorsun. Allah'a yemin ederim, ben gebeyim!' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Şimdi git! Çocuk doğuncaya kadar bekle!' Kadın doğurduğu zaman beze sarılmış bir çocuğu Hazret-i Peygamber'in huzuruna getirerek şöyle dedi: 'İşte çocuğu doğurdum!' Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Git onu sütten kesilinceye kadar emzir'. Kadın çocuğu sütten kestiği zaman, çocukla, çocuğun elinde bir parça ekmek olduğu halde Hazret-i Peygamber'in huzuruna geldi ve şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! İşte ben onu sütten kestim. Yemeği de yedi!' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber çocuğu müslümanlardarı birine teslim etti. Sonra kadın hakkında emir verdi. Bir çukur açıldı. Göğsüne kadar kadını çukura gömdüler. Halka emir verildi. Kadını recmettiler. Hâlid b. Velid bir taş ile gelip onun başına attı. Kan, Hazret-i Halid'in yüzüne sıçradı. Bunun üzerine Hazret-i Hâlid kadına küfretti. Hazret-i Peygamber, Halid'in ona yaptığı küfrü işitti ve şöyle buyurdu:

Ey Hâlid! Yavaş ol! Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim! O öyle bir tevbe yaptı ki eğer o tevbeyi haraç sahibi bile yapsa onun günahı da bağışlanırdı.

Sonra Hazret-i Peygamber şöyle devam etti: 'Onun namazı kılınıp cenazesi defnedilsin!'61

Kısas ve kazfın (zina iftirası) cezasına gelince, bu hususta hak sahibi olan kimseden helâllik istemek lâzımdır. Eğer almış olduğu mal ise, o malı gasb veya hainlik veya bir nevi kandırma ile bir muamelede çürük malı tervic etmek veya satılan malın ayıbını örtmek gibi veya ücretlinin ücretini eksiltmek veya menetmek gibi kandırmak yoluyla elde etmiş ise bütün bunları tedkik etmesi lâzımdır.

Ancak bâliğ olduğu andan itibaren değil, varlığının müddetinin başlangıcından itibaren incelemelidir. Çünkü çocuğun malında verilmesi farz olanı, eğer velisi onu vermek hususunda kusur etmişse, çocuk bâliğ olduktan sonra vermek mecburiyetindedir. Eğer çocuk bunu yapmazsa, zâlim olur ve sorumludur; zira çocuk ve bâliğ ikisi de malî haklarda eşittirler.

Bu bakımdan hayatının ilk gününden, tevbe ettiği güne kadar nefsini, habbeler ve danikler (para birimleri) üzerine, kıyâmette hesaba çekilmeden önce hesaba çekmelidir. Sorguya çekilmeden önce kendini sorguya çekmelidir. Çünkü dünyada nefsi ile hesaba girişmeyen bir kimsenin âhirette hesabı oldukça uzar. Eğer üzerinde olan şeylerin toplamı galip bir zanla ve bir nevi ictihadla hâsıl olursa, zulme uğrayan kimselerin isimlerini teker teker yazmalıdır.

Dünyanın dört köşesine gidip onları aramalıdır. Onlarla helâlleşmeli veya haklarını ödemelidir. Bu tevbe zâlim ve tüccar kimselere zor gelir. Çünkü onlar kendileriyle muamele ettikleri insanların hepsini aramaya muktedir değildirler, varislerini de aramaya muktedir değildirler. Fakat onların her birine mümkün olanı yapmak gerekir. Eğer bunu yapmaktan aciz ise, çıkar yolu fazla sevap işlemesidir ki kıyâmet gününde sevapları fazla olsun ve sevabları alınıp zulme uğrayanların terazilerine konulsun! Bu bakımdan sevaplarının çokluğu zulümlerinin çokluğu nisbetinde olmalıdır; zira sevapları zulümlerine karşılık veremezse, zulme uğrayanların günahlarından alınır, kendisinin günahlarına eklenir. Dolayısıyla başkasının günahlarıyla helâk olur.

İşte zulümleri telafi etmekte tevbe etmenin yolu budur. Bu da ömrünü sevapları işlemeye vermeyi gerektirir. Eğer zulüm müddetinin uzunluğu nisbetinde ömrü uzarsa böylece telafi edebilir. Acaba bilmeyen bir kimsenin bu husustaki durumu ne olabilir? Çoğu zaman da ecel yakın olur. Bu bakımdan vakit dar olduğu zaman, sevaplara dalması, vakitlerin genişliğinde günahlara olan dalışından daha kuvvetli olmalıdır. Bu da kişinin zimmetinde sabit olan zulümlerin hükmüdür.

Hazır olan mallara gelince, eğer o malların sahibini biliyorsa, derhal sahibine vermelidir.

Sahibini bilmediği bir mala gelince, onu sadaka vermesi gerekir. Eğer helâl harama karışırsa, ictihâd etmekle haramın miktarını takdir etmesi lâzımdır. Helâl ve haram bahsinde tafsilatı geçtiği gibi, o miktarı sadaka vermelidir.

Halka kötü söz söylemek veya gıyablarında onları kötülemek suretiyle kalplere karşı işlenen cinayete gelince, diliyle kime hücum etmiş, bir fiiliyle kimin kalbini kırmış ise, teker teker onlardan helâllik istemelidir. Kim ölür ve kaybolursa, artık ondan helâllik istemek, mümkün değildir. Bu bakımdan fazla sevaplar işlemek suretiyle otıu telafiye çalışmalıdır ki kıyâmette o kötülüğün bedeli olarak sevaplarından alınmış olsun. Ama gotüp de rızasıyla helâlliğini elde eden kimseye gelince, bu helâllik onun kefareti olur. Ona karşı yaptığı kötülüğün miktarını ve ona ne kadar taarruz ettiğini söylemesi boynunun borcudur.

Bu bakımdan mübhem bir şekilde helâllik kâfi değildir. Çoğu zaman, kişi o kötülüğü bilse kötülüğün çokluğunu anlasa onu helâl etmeye razı olmaz. Onu kıyâmette kendisine zahîre yapar, onun hasenatından alır veya günahlarını ona yükletir. Başkasına yaptığı kötülüklerin arasında öyle bir kötülük vardır ki onu söyleyip, mazlumu ondan haberdar etse, mazlum onu bilmekle ezaya uğrar. Mesela cariyesiyle veya zevcesiyle zina ettiği veya diliyle mazlumu gizli ayıplarından birine nisbet etmesi gibi. . . Bunu diliyle söylediği zaman, mazlumun eziyeti oldukça büyür ve helâl etme yolu da kapanmış olur. Bu bakımdan kapalı bir şekilde helâllik istemelidir. Sonra bir kısım zulmü kalır. Onu da ölünün veya kaybolanın hakları sevaplar işlemekle telafi ettiği gibi, sevaplarla telafiye çalışmalıdır.

Günahı söylemeye ve tarif etmeye gelince, bu yeni bir günahtır. Bu günahtan helâllik istemek farzdır. Ne zaman bir kötülüğü hatırlarsa ve kendisine karşı kötülük işlenen bir kimse de bunu biliyorsa, fakat bir türlü nefsi helâllik istemeye müsamaha etmiyorsa o zulüm, kötülük işleyenin üzerinde kalmış olur. Çünkü bu kişinin hakkıdır. Bu bakımdan o mazlum kişiye yumuşak davranmak, onun mühim işlerine koşmak, onun kalbini razı edecek tarzda kendisine şefkat göstermek ve muhabbetini izhar etmek zâlimin vazifesidir; zira insan iyiliğin kulu ve kölesidir. Kim bir kötülükle ürkütülmüş ise, bir iyilikle kalbi zâlime meyledebilir. Bu bakımdan kalbi, suçlunun sevgisi ve yumuşaklığıyla dolduğu zaman nefsi helâl etmeye yanaşır. Eğer suçlunun bütün iyi davranışlarına rağmen yine de helâl etmemekte ısrar ederse, suçlunun ona karşı gösterdiği yumuşaklık ve beyan ettiği mazeret, suçlunun sevaplarına eklenir. Öyle sovaplar ki kıyâmette onlarla kötülüğünün kapatılma imkânı olabilir.

Bu bakımdan suçlunun mazlumu sevindirmek hususunda çalışması, kalbinin sevgisini izhar etmek ve yumuşak davranmakla mesrur etmesi, eziyeti nisbetinde olmalıdır. Hatta bu iki durumdan biri diğeriyle eşitlik veya fazlalık arzederse, Allah'ın o fazlalığın üzerine hükmetmesiyle kıyâmette fazla olanın bedeli alınır. Tıpkı dünyada bir malı telef edip, sonra onun mislini getirdiğinde, mal sahibinin o getirilen malı kabul etmekten imtina etmesi gibi. Çünkü bu takdirde hakim, ister mal sahibi istesin, ister istemesin, telef edilen malının mislini kabul etmeyi kendisine gerekli kılar. Kıyâmette hâkimlerin hâkimi ve adillerin adili Allah da böyle hükmeder.

Sahîh-i Müslim ve Sahîh-i Buhârinin ittifakla Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet ettikleri bir hadîste Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:

Sizden önce, geçmiş milletlerin içinde bir kişi vardı. Bu kişi doksan dokuz kişiyi öldürmüştü. Bu katil yeryüzünün en âlim kişisini sordu. Kendisine bir âbid gösterildi. Katil, âbidin yanma vardı ve dedi ki:

- Ben doksan dokuz kişiyi öldürdüm! Acaba tevbe edersem kabul olunur mu?

- Hayır! Kabul olunmaz!

Katil, bunun üzerine âbidi de öldürdü ve böylece öldürdüklerinin sayısı yüz oldu. Sonra yeryüzünün en âlimini sordu. O âlim bir kişiye gönderildi. O âlim kişiye dedi ki: 'Ben yüz kişi öldürdüm. Acaba tevbe edebilir miyim?' Âlim dedi ki: 'Evet! (Tevbe edebilirsin) . Seninle tevbe arasına kim girebilir? Şöyle şöyle bir memlekete git. O memlekette Allahü teâlâ'ya ibâdet eden birtakım insanlar vardır. Onlarla beraber Allah'a ibadet et! Sakın memleketine dönme. Çünkü memleketin kötülük memleketidir'. Bu söz üzerine katil, âlimin yanından ayrıldı. Yolun yarısına gelince ölüm meleği yakasına yapıştı. Bu manzara karşısında rahmet ile azap melekleri bunun hakkında tartıştılar. Rahmet melekleri 'Tevbe ettiği ve kalbiyle Allah'a yöneldiği halde geldi dediler. Azap melekleri 'O hayatında hiçbir hayır işlememiştir3 dediler. Bunun üzerine insan suretinde bir melek onların yanma geldi ve o meleği aralarında hâkem yaptılar. O hâkem dedi ki: 'İki memleketin arasını Ölçün! Hangisi daha yakın ise o memleketin malıdır!' Bunun üzerine melekler, esas memleketi ile ibâdet yapmak üzere gittiği memleket arasını ölçtüler. Gitmek istediği memlekete daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine rahmet melekleri onu alıp götürdüler.

Hadîsin başka bir rivâyetinde 'Sâlih memlekete, öbür memleketten bir karış daha yakın idi. Bu bakımdan sâlih memleketin ehlinden oldu' şeklinde vârid olmuştur.

Başka bir rivâyette "Allahü teâlâ o kötü memlekete biraz uzaklaş, sâlih memlekete de biraz yaklaş diye vahyetti ve şöyle buyurdu: 'İki memleketin arasını ölçün!' Bunun üzerine onlar kulun, sâlih memlekete bir karış daha yakın olduğunu gördüler. Bundan dolayı kul affedildi".

İşte bu hadîsle anlaşılmıştır ki kurtuluş ancak sevapların zerre kadar da olsa, ağır gelmesine bağlıdır. Bu bakımdan tevbe eden bir kimse için fazla sevap işlemek gerekir. İşte mâzi ile bağlı bulunan niyetin hükmü budur.

İstikbâl ile bağlı bulunan azme gelince, o şu demektir: Allah ile kuvvetli bir akid yapmalıdır. Bir daha o günahlara ve onların benzerlerine dönmemeye söz vermelidir. Tıpkı hastalığında, meyvenin kendisine zarar verdiğini bilen ve hastalığı iyileşmedikçe meyve yememeye azmeden bir kimse gibi. . . Zirâ bu azim -her ne kadar ikinci halde şehvetin ona galebe çalması tasavvur edilirse de hal-i hazırda kuvvet bulur. Fakat azmi hal-i hazırda kuvvetli olmadıkça kişi tevbe etmiş sayılmaz. Bu kuvvetli azmin tevbe eden bir kimse için ilk başta tamam olmasının düşünülmesi ancak uzlete çekilmek, susmak, az yemek ve az uyumakla ve helâl gıdayı edinmekle mümkün olur. Eğer helâl ve babasından kalan bir malı varsa veya nafakası kadar kazanç temin eden bir sanatı varsa, sadece bununla yetinmelidir; zira günahların başı haram yemektir. Haram yemekte ısrar eden bir kimse nasıl tevbe etmiş olabilir? Giyecek ve yiyeceklerde şehvetlerin terkine gücü yetmeyen ve mübhemleri terketmeye tâkat yetiremeyen bir kimse, helâlle nasıl iktifa edebilir? Bir zat şöyle demiştir: 'Kim şehvetin terkinde doğruluk gösterip Allah için nefsiyle yedi defa cihad ederse, o şehvetle müptela olmaz!'

Bir başkası da şöyle demiştir: 'Kim bir günahtan tevbe eder ve yedi sene istikamet gösterirse artık ebediyyen o günaha dönemez!'

Tevbe eden bir kimsenin mühim vasıflarından biri, eğer âlim değilse, gelecekte kendisine farz ve haram olanları bilmektir ki istikamet imkânını bulabilsin. Eğer uzlete çekilmeyi tercih etmezse, mutlak mânâda istikamete varamaz. Ancak günahların bir kısmından tevbe etmiş olur. İçkiden, zinadan ve öfkeden tevbe eden bir kimse gibi, bu tevbe mutlak bir tevbe değildir. Hatta bazı insanlar 'Bu tevbe sahih değildir' demiştir!

Başkaları 'Sahihtir demiştir. Buradaki 'doğruluk mânâsına gelen 'sahih' kelimesi mücmeldir. Biz 'Sahih değildir' diyene deriz ki: Eğer bu ibareden 'kişinin bazı günahları terketmesi asla fayda vermez. Hatta terkedişin var olması, yok olması gibidir' mânâsını kastediyorsan senin hatan pek büyüktür! Zira biz kesinlikle biliyoruz ki günahların çokluğu azabın çokluğuna, azlığı da azabın azlığına sebeptir. Ve yine 'sahihtir' diyene de deriz ki: Eğer bu ibareden gayen; 'Bazı günahlardan tevbe etmek insanı kurtuluşa veya zafere vardıracak bir kabulü gerektirir' ise, senin de bu hükmün yanlıştır. Kurtuluş ve zafer tümünü terketmekle olur. Zahirin hükmü budur. Biz Allah'ın affının sırlarının gizliliklerinden konuşamayız.

Eğer 'Bazı günahların tevbesi sahih değildir' diye hüküm veren kişi dese ki: 'Ben bu hükümle şunu kastediyorum: Tevbe pişmanlıktan ibarettir. Hırsızlıktan insan ancak hırsızlık olduğu için değil günah olduğu için pişman olur. Eğer hırsızlık günah olduğu için, ona elem veriyorsa, zinadan pişman olmaksızın sadece hırsızlıktan pişman olması muhaldir. Çünkü pişmanlığın illeti, bunların ikisine de şamildir; zira evladının kılıçla öldürülmesinden dolayı ciğeri yanan bir kimse, bıçakla da öldürülse yine ciğeri yanar; zira ciğerin yanması sevdiğinin helâk olmasından ötürüdür. İster kılıçla, ister bıçakla ölsün farketmez. Kulun sevdiği için elden çıkmasından dolayı üzülmesi de böyledir. Sevdiği için bu çıkışı da masiyetle olur. İster hırsızlık, ister zina ile günahta bulunsun! Öyle ise nasıl olur da masiyetin bazısından elem duyar, diğerinden duymaz? Oysa pişmanlık öyle bir durumdur ki masiyetin, mâsiyet olduğundan mahbubu elden çıkarıcı olmasını bilmek bu durumu gerektirir. Bu bakımdan bu pişmanlığın günahların bazısından ötürü olup da diğerlerinden olmaması tasavvur olunamaz. Eğer böyle bir pişmanlık caiz olsaydı bir küpten şarap içmekten tevbe etmek, diğer küpten içmekten tevbe etmemek de caiz olurdu. Eğer böyle bir tevbe, iki tür şarap hususundaki günahın bir olması bakımından ve ancak 'küplerin kap olmaları' yönünden muhal ise, günahların kendileri de günahın aletleridir. Günah, emre muhalefet bakımından birdir.

Bu bakımdan durum bu iken sahih olmamanın mânâsı şudur; Allahü teâlâ tevbe edenlere bir mertebe va'detmiştir. O mertebeye ancak pişmanlıkla varılır. Benzerlerin bazısından pişman olmak, bazısından olmamak tasavvur olunamaz. Bu bakımdan tevbe îcâb (verdim) ve Kabul (kabul ettim) üzerine terettüp eden mülk gibidir. Öyleyse icab ve kabul tamam olmadığı zaman 'Akid sahih değildir!' deriz. Bu bakımdan akdin semeresi üzerine terettüb etmez. O semere de mülktür. Bu itirazın tahkiki şöyledir: Mücerred terkin semeresi, geçmişi kefaretlendirmektir. Bu bakımdan hırsızlığın terki, hırsızlığın kefareti olmaz, hırsızlıktan dolayı nedamet duymak onun kefareti olur. Pişmanlık ancak hırsızlığın günah olmasından ötürü tasavvur olunabilir. Bu ise, bütün günahları kapsamaktadır.

Bu söz, anlaşılır bir sözdür. Bu söz insaf sahibini, tafsilatlı bir şekilde konuşturur. Bu tafsilat perdeyi kaldırır. Bu bakımdan deriz ki: Bazı günahlardan tevbe etmek, ya büyük günahlardan tevbe edip küçük günahlardan tevbe etmemektir veya küçük günahlardan tevbe edip büyük günahlardan tevbe etmemektir veya bir büyük günahtan tevbe edip diğerinden tevbe etmemektir. Büyük günahlardan tevbe edip küçüklerden tevbe etmemeye gelince, bu mümkün bir şeydir. Çünkü kişi bilir ki büyük günahlar, Allah katında daha büyük felâketi, Allah'ın öfke ve gazabını daha fazla celbedicidirler! Küçük günahlar da affedilmeye daha yakındırlar. Bu bakımdan en büyükten tevbe edip onun için pişman olması muhal değildir.

Tıpkı padişahın aile fertlerine ve haremine karşı, bir de hayvanına karşı cinayet işleyen bir kimse gibi. . . Bu kimse, aile efradına karşı irtikâb ettiği cinayetten korkar. Hayvana karşı işlemiş olduğu cinayeti ötekine nisbeten hafif sayar. Pişmanlık günahın büyüklüğü nisbetinde ve günahın Allah'tan uzaklaştırıcı olmasına inanmak nisbetindedir. Bunun şeriatta varlığı mümkündür; zira geçmiş zamanlarda tevbe edenler pek fazladır, onlardan hiçbiri de masum değildi. Bu bakımdan tevbe, ismet sıfatını gerektirmez. Doktor bazen hastaja şiddetli bir şekilde baldan sakındırır. Ondan daha hafif bir şekilde şekerden sakındırır. Öyle bir şekilde sakındırır ki onunla beraber şekerin zararı asla görülmez. Bu bakımdan hasta, doktorun sözüyle baldan sakınır, şekerden sakınmaz. Bunun varlığı muhal değildir. Eğer ikisini birden yerse şekeri yemesinden değil, balı yemesinden pişman olmalıdır Kişinin büyük günahların bir kısmından tevbe edip bir kısmından tevbe etmemesi de imkân dahilindedir. Çünkü büyük günahların bir kısmı diğerinden daha şiddetli ve Allah katında daha fazla azabı gerektirici olduğuna inanmaktadır. Tıpkı cinayet, yağmacılık, kullara yapılan zulümlerden tevbe eden bir kimse gibi. . . Çünkü bu kimse bilir ki kulların defteri terkedilmez.

Kendisi ile Allah arasında vâki olan günahları daha çabuk bağışlanır. Küçük ve büyük günahların değişik olmalarının da mümkün olduğu gibi; zira büyük günahlar da haddi zatında ve günahkârın inancında değişiktirler. Bu sırra binaen günahkâr, kullarla ilgili bulunmayan birtakım büyük günahlardan tevbe eder. Nitekim zinadan değil de şarap içmekten tevbe ettiği gibi; zira ona şarabın serlerin anahtarı olduğu, akıl ortadan kalktığı zaman günahları bilmeden işleyebileceği ihtimali görünmektedir. İçki içmenin ve hameti kanaatinde daha galip geldiğinden dolayı, gelecek zamanda içki içmeyi terk ve geçmiş zamanda yapmış olduğu bu hatadan dolayı kendisinde pişmanlığı gerektiren bir korku oluşur.

Üçüncüsü bir veya birçok küçük günahlardan tevbe edip büyük olduğunu bildiği halde bir büyük günahta ısrar etmesidir. Gıybetten veya mahremi olmayan bir kadına bakmaktan veya bunların yerine geçen herhangi bir küçük günahtan tevbe eden bir kimse gibi. . . Oysa şarabın içilmesine devam eder. Böyle bir tevbe de mümkündür. Bunun imkân yönü şudur: Hiçbir Mü'min yoktur ki günahlardan korkmasın, yapmış olduğundan ya zayıf veya kuvvetli bir şekilde pişman olmasın. Fakat onun o günahta nefsinin duymakta olduğu zevk, aynı günahtan kalbinin sezdiği korkuyu bastırmaktadır. Bu durum korkunun zafiyetini gerektiren cehalet ve gaflet gibi sebeplerden, şehvetin kuvvetini gerektiren birtakım diğer sebeplerden doğup meydana gelir. Bu bakımdan pişmanlık mevcuttur. Fakat azmi harekete geçirecek kuvvette değildir. Eğer korkudan daha kuvvetli bir şehvetten uzak ise, yani korkuya korkudan daha kuvvetli bir şehvet karşı çıkmazsa korku şehveti mağlup eder ve durum da günahı terketmeyi gerektirir. Bazen fâsık kimsenin şaraba karşı saldırganlığı oldukça şiddetlenir. Bir türlü şarapsız sahredemez hale gelir. Gıybet ve halkın iffetine tecavüz etme ve namahreme bakmak hususunda zayıftır. Fakat Allah'tan korkması öyle bir raddeye gelmiştir ki bu şehveti silip süpürür, fakat kuvvetli şehvete güç yetiremez. Bu bakımdan korku böyle bir kimseye günahı terketme azmini harekete geçirmeyi terkettirir. Hatta bu fâsık, nefsinde der ki: 'Eğer şeytan, şehvetin galebe etmesi vasıtasıyla, bazı günahlarda beni yenmişse de tamamen dizginimi onun eline vermek ve haya perdesini tamamen yırtmak uygun değildir. Bazı günahlarda onunla mücadeleedeceğim. Umulur ki ben, onu bu hususta mağlup etmiş olayım.

Dolayısıyla bazı günahlarda onu mağlup etmem, bazı günahlarımın kefareti olur!'

Eğer bu durum, fâsık kişi hakkında düşünülmezse, fâsığm namaz kılması, oruç tutması da düşünülemez ve fâsığa şöyle denilir: 'Eğer senin namazın Allah için olmazsa sahih olmaz! Eğer Allah için ise, fışkı da Allah için terket! Çünkü Allah'ın bu husustaki emri birdir. Bu bakımdan fışkı terketmek suretiyle Allah'a yaklaşmadıkça namazınla Allah'a yaklaşman düşünülemez'.

Bu durum muhaldir. Çünkü fâsık der ki: 'Allah için üzerimde iki emir vardır. Muhalefetten dolayı benim için orada iki ceza gerekir. Ben ise şeytana galebe çalmaktan ötürü onların birinde güçlüyüm. Diğerinde ise acizim. Bu bakımdan ben güçlü olduğum yerde şeytanı mağlup ederim ve oradaki şeytanla olan çarpışmamın şehvetin galebesinden dolayı yapmaktan aciz olduğum şeylerin bir kısmına kefaret olmasını umarım'.

Fâsığm böyle demesi nasıl tasavvur olunamaz? Oysa bu, her müslümanın halidir; zira hiçbir müslüman yoktur ki ibadet ile mâsiyeti bir arada toplamamış olsun! Onun bundan başka sebebi yoktur. Bunu anladığın zaman, bazı günahlarda korkunun şehveti mağlup etmesinin mümkün olduğunu anlamış olursan! Korku, geçmiş bir fiilden dolayı ise pişmanlığı gerektirir. Pişmanlık da azmi gerektirir.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Pişmanlık tevbedir.

Oysa Hazret-i Peygamber (görüldüğü gibi) her günah için pişmanlığı şart koşmamıştır ve şöyle buyurmuştur:

Günahtan tevbe eden bir kimse günahı olmayan bir kimse gibidir.

Dikkat edilirse 'bütün günahlarından tevbe eden' dememiştir. Bu mânâlarla itirazcının şu sözü düşmüş oluyor: 'Bazı günahlardan tevbe etmek mümkün değildir. Çünkü günahlar Allah'ın öfkesine maruz kalmak hakkında birbirine benzerler'.

Evet! Nebiz'in içilmesinden değil de, şarabın içilmesinden tevbe etmek caizdir. Çünkü şarap ile nebiz, Allahü teâlâ’nın öfkesini gerektirmek hususunda değişik özellikler taşırlar. Azdan değil, çoktan tevbe etmek caizdir. Çünkü günahın çokluğunun cezanın çokluğunda büyük tesiri vardır. Bu bakımdan aciz olduğu miktarla şehvete yardım etmiş olur. Bir kısım şehvetlerini de Allah için terkeder. Tıpkı meyve yemekten, doktor tarafından sakındırılan hastagibi. . . Bu hasta bazen biraz meyve yer, ama pek fazla yemez.

Bundan şu hüküm çıkar ki bir şeyden tevbe edip onun mislinden tevbe etmemek mümkün değildir. Aksine kendisinden tevbe ettiği günah boynunda kalan günaha zıt olmalıdır. Ya günahın şiddetinden veya şehvetin galebe çalmasından zıt olmalıdır. Buzıddiyet tevbe edenin inancından meydana geldiği zaman, korku ve pişmanlık hakkındaki halinin değişikliği de düşünülebilir. Bu bakımdan günahı terketmek hususundaki halinin değişikliği tasavvur edilir. O günahı işlemekten dolayı pişman olması, bir daha günah işlememek hususundaki azmini yerine getirmesi, hiç günah işlememiş bir kimseye kendisini ilhak ettirir. Her ne kadar bütün emir ve yasaklarda Allah'a itaat etmemiş ise de. .

Soru: Cima'dan aciz olan bir kimsenin, aciz olmadan önce yapmış olduğu zinadan tevbe etmesi doğru mudur?

Cevap: Hayır! Kabul olunmaz! Çünkü tevbe, yapabileceği birşey hususunda terketnıe azmini gerektiren bir pişmanlıktan ibarettir. Yapmasına muktedir olunmayan birşey ise, o kişinin terkiyle değil kendiliğinden yok olmuştur. Fakat derim ki: Cima iktidarı olmadıktan sonra kendisinde bir keşif ve marifet meydana gelirse, onunla daha önce yapmış olduğu zinanın zararını kesinlikle bilirse, ondan dolayı içi yanar, hasret çeker, pişman olursa öyle ki eğer kendisinde cima şehveti olmuş olsaydı pişmanlık yangını o şehvetini söndürür mağlup ederdi bu takdirde bu tevbe'nin o eski günahına kefaret olacağını ümit ederim; zira iktidarsızlıktan önce tevbe edip hemen akabinde ölürse -velev ki şehvetini kabartan ve şehvetin isteğini kolaylaştıran bir hale maruz kalmasın- kasdî olsa dahi pişmanlığının, kaselini zinadan çevirecek bir raddeye varması itibariyle tevbe edici sayılır.

Durum bu iken cima'dan iktidarsız olan bir kimsenin pişmanlığının bu raddeye varması muhal değildir. Ancak bunu kendi nefsinde tanımamaktadır. Çünkü bir şeyi canı çekmeyen bir kimse onu terketmek hususunda az bir korku ile nefsinin muktedir olduğunu zan ve takdir eder. Oysa onun kalbine Allah muttalidir. Pişmanlığının miktarını Allah bilir. Umulur ki Allah ondan kabul eder. Zahire göre, Allah onun tevbesini kabul eder. Bütün bunlardan sonra hakîkat, günahın zulmeti kalpten iki şeyle silinir noktasına dönüşür:

Onlardan biri pişmanlıktan gelen yangın, diğeri gelecekte o günahı terketmek için yapılan mücâhedenin şiddetidir. Mücâhede, şehvetin ortadan kalkması ile kalkmış olur. Fakat pişmanlığın mücâhedesinin, günahın karanlığını silmeye güç yetirebilecek bir şekilde kuvvet kazanması muhal değildir. Eğer bu olmasaydı 'Tevbe eden, tevbesinden sonra bir müddet yaşamadıkça, aynı şehvette nefsiyle birkaç defa mücâhede etmedikçe tevbesi kabul olunmaz' demek gerekirdi. Fakat bu hükmün şart olmasına şeriatın zahiri delâlet etmez.

Soru: Tevbe eden iki kişiden birinin nefsi günaha iştiyak duymaktan sükûnete kavuşmuş, birinin kalbinde günaha karşı meyil vardır. Fakat nefsi ile mücâhede edip nefsini meneder. Bunlardan hangisi daha üstün ve faziletlidir?

Cevap: Bu husus, âlimlerin ihtilâf ettiği bir husustur. Ahmed b. Ebî Havarî ve Ebû Süleyman Dârânî'nin arkadaşları 'mücâhede eden daha üstündür' demişlerdir. Çünkü mücâhede edene, tevbe ile beraber, cihadın fazileti vardır.

Basra âlimleri 'Öbürü daha üstündür. Çünkü o, eğer tevbesinden gevşerse, cihaddan gevşemek tehlikesiyle karşı karşıya olan Mücâhidden daha fazla selâmete yakındır' demişlerdir. Bu iki grubun dediği ne haktan uzak, ne hakikatin kemâlindeki kusurdan uzaktır. Burada hakîkat şudur: Nefsinin iştiyakı tamamen kesilen bir kimsenin iki durumu vardır: Bu durumlardan biri; günaha olan iştiyakın kesilmesi sadece şehvetin nefsindeki gevşemesiyledir. Bu bakımdan mücâhid bundan daha üstündür; zira Mücâhidin mücâhede yoluyla günahları terketmesi, yakînin kuvvetine ve dininin şehvetine galip gelmesine delâlet eder. Evet bu, yakînin ve dinin kuvvetine kesin bir delildir. Dinin kuvvetinden gayem; yakînin işaretiyle gelişen ve şeytanların işaretiyle kabarmış şehveti silen irade kuvvetidir. Bunlar iki kuvvettir ki mücâhede bunlara delâlet eder.

İtirazcının 'Bu daha üstündür, zirâ eğer gevşerse, günaha dönmez sözüne gelince, bu söz doğru bir sözdür. Fakat burada daha üstündür lâfzını kullanmak yanlıştır. Bu da itirazcının şusözü gibidir: 'Cimâ iktidarı olmayan, iktidarı olandan daha efdaldir. Çünkü iktidarı olmayan, şehvetin tehlikesinden emindir. Çocuk, bâliğ bir kimseden daha efdaldir. Çünkü daha selâmettedir. İflas eden, kahredici ve düşmanlarını yok edici padişahtan daha efdaldir; zira müflisin düşmanı yoktur. Padişah ise bazen mağlup olur. Her ne kadar çoğu zaman galip ise de!'

Bu konuşma, kalbi selim, nazarı sadece zahirlerde kalan kısa görüşlü, azizliğin tehlikelerde olduğunu bilmeyen, yüceliğin şartının tehlikelere dalmak olduğunu anlamayan bir kimsenin sözüdür.

Hatta bu söz, itirazcının şu sözü gibidir: 'Atı ve köpeği olmayan avcı, avcılık sanatında köpeği ve atı olandan mertebe bakımından daha yücedir. Çünkü atı olmayan, atının kendisini düşürüp azalarının kırılmasından emindir. Köpeği olmayan, köpeğin kendisini ısırmasından ve kendisine saldırmasından emindir'. Oysa bu hüküm yanlıştır. Aksine at ve köpeğin sahibi, kuvvetli olduğu ve onları edeblendirme yolunu bildiği zaman, mertebe bakımından daha yüce, avcılık saadetini elde etme bakımından daha lâyıktır.

İkinci durum, günaha karşı olan iştiyakın yok olması, yakîn kuvvetinin ve geçmiş bir mücahedenin doğruluğunun sebebiyledir; zira kişi öyle bir raddeye varmıştır ki şehvet heyecanını yok etmiştir. Sonunda şeriatın edebiyle edeplenmiş. Ancak dinden gelen bir işaretle kabarmaktadır. Din, şehvete galip geldiğinden dolayı, şehvet sakinleşmiştir. Böyle bir kimse şehvetin heyecanından ve gemlemesinden zahmet çeken bir Mücâhidden mertebe bakımından daha yüksektir. 'Bu kimse için cihad fazileti yoktur' denmesi, cihad maksadının ihâta edilmesindeki kusurluluğun ifadesidir. Çünkü cihad, zati için kasdedilir.

Cihaddan maksad, düşmanın saldırmasını kesmektir ki düşman seni şehvetlerine çekmesin veya seni şehvetlerine çekmekten aciz olursa, din yoluna devam etmekten alıkoymasın. Onu kahrettiğin zaman zaferyâb olursun. Mücâhede içinde bulunduğun müddetçe zaferin arkasında koşuyorsun demektir. Bunun misali, hâlâ savaş saflarında cihadla meşgul olup savaşa devam eden, nasıl selâmet kalacağını bilmeyen bir kimseye nisbeten, düşmanı kahredip köle edinen bir kimsenin misali gibidir. Bunun misali bir de hâlâ köpeğini ve atını terbiye etmekle meşgul olan bir kimseye nisbeten av köpeğini ve atını terbiye eden, köpeği saldırganlığı; atı da serkeşliği terk ettikten sonra yanında bulunan bir kimsenin durumuna benzer, Bir grup bu hususta hata etmiştir. Zannetmişler ki en yüce maksad, cihaddır.

Bilmemişler ki cihad, yolun tehlikelerinden kurtuluş için istenir. Başkaları da zannetmiştir ki şehvetleri frenlemek ve tamamen ortadan kaldırmak maksad ve hedeftir. Hatta bazıları nefsini denemiş, bundan aciz kalmıştır ve demiştir ki: 'Bunu yapmak muhaldir'. Dolayısıyla şeriatı yalanlamış, herşeyi mübâh görme yoluna girmiş, şehvetlerin arkasından alabildiğine koşmuştur. Bütün bu hareketler, cehalet ve dalâlettir. Biz bunu Mühlikat bölümünün, Riyazet-i Nefis bahsinde takrir etmiştik.

Soru: Tevbe eden iki kişi var; biri günahı unutmuş onu düşünmekle meşgul olmamış, diğeri günahı gözünün önüne koymuş, daima onu düşünüyor, yana yakıla pişmanlık duyuyor. Bu iki kişi hakkında ne dersin? Hangisi daha üstündür?

Cevap: Bu hususta da âlimler ihtilâf etmiştir. Sehl Tüsterî 'Tevbe'nin hakikati, günahı iki gözünün önüne getirmendir' demiştir. Cüneyd-i Bağdadî de 'Tevbe'nin hakikati, senin günahını unutmandır' demiştir. Bu görüşlerin her ikisi de bizce doğrudur. Fakat iki duruma nisbet ve oranla. . . Tasavvufçuların konuşması, daima eksiktir. Çünkü onların herbirinin âdeti, sadece kendi halinden haber vermektir. Başkasının hali onu alâkadar etmez.

Böylece hallerin değişikliğinden dolayı cevaplar da değişik ve çeşitli olur. Bu himmet, irade ve ciddiyete nisbeten bir eksikliktir. Çünkü bunun sahibi sadece nefsinin halini tedkik eder. Başkasının durumu onu alâkadar etmez; zira onun Allah'a giden yolu nefsidir. O yolun konakları onun durumlarıdır. Bazen de kulun Allah'a giden yolu ilim olur. Bu bakımdan Allah'a giden yollar çoktur. Her ne kadar bu yollar, yakınlık ve uzaklıkta değişik manzaralar arzediyorlarsa da. . . Bütün bunlar hidayet esasında ortak olmakla beraber yol bakımından hangisinin daha doğru olduğunu Allah herkesten daha iyi bilir. Günahı düşünmek, hatırlamak ve günahtan dolayı ızdırab çekmek, mübtedi bir kimse hakkında kemâldir; zirâ mübtedi bir kimse günahı unuttuğu zaman yüreği yanmaz, iradesi ve hak yolda gitmesi kuvvet bulmaz. Bir de günahı unutmak, insanı o günahın benzerine dönmekten meneden korku ve üzüntüyü kalbinden çıkarır.

Bu durum da hak yolun yolcusuna nisbeten eksikliktir. Çünkü bu, hak yolda gitmekten insanı meneden bir meşguliyetir. Hak yolunun yolcusu, o yolculuktan başka birşeye kaymamahdır. Eğer kendisine, vâsıl olmanın başlangıçları görünürse, marifetin nurları ve gaybın pırıltıları belirirse, bu durum onu tamamen içine alır. Bu durumda geçmiş durumlarına bakmaya artık vakit kalmaz. Bu ise, kemâlin ta kendisidir. Herhangi bir memlekete giden bir yolcuyu taşkın bir nehir yoldan geri bırakırsa, o nehri geçinceye kadar misafirin yorgunluğu gayet uzar. Çünkü o nehir, daha önce bulunan bir köprüyü yıkmıştır. Eğer o kişi nehri geçtikten sonra nehrin kıyısında oturup nehrin köprüyü yıkmasından dolayı ağlarsa, bu da o mâniden kurtulduktan sonra kendisiyle meşgul olduğu ikinci bir mâni olur. Eğer vakit, göç etme vakti değilse, gece de yürümek zorlaşırsa, veyahut yolunda başka nehirler varsa, o nehirlerden geçmekten korkuyorsa, o zaman o gecede uzun uzadıya ağlasın, köprünün harâb olmasından dolayı üzüntü çeksin ki üzüntüsünden dolayı böyle bir harekete dönüş yapmaması hususundaki azmi kuvvet bulsun.

Eğer 'boyle bir harekete' dönüş yapmayacağına dair nefsinde bir uyarıcı durum hâsıl olursa, köprünün tahrib edilmesini anmak ve onun için ağlamakla meşgul olmaktansa, yola devam etmek daha iyidir. Bu durum, ancak yolu bilen, maksada vâkıf olan, engeli sezen, sülûkün yolunu iyice kavrayan bir kimse için sözkonusudur. Biz Kitab'ul-İlim'de ve Mühlikât bölümünde bunun birçok parıltılarına işaret etmiştik. Yine deriz ki tevbe'nin devam etmesinin şartı, çokça âhiret nimetlerini düşünmesidir ki o nimetlere karşı rağbeti artsın. Fakat eğer genç ise huri ve köşkler gibi, dünyada benzeri olan nimetlerin hiçbirinin hakkında uzun uzadıya düşünmemelidir. Çünkü böyle bir düşünce, bazen rağbet ve isteğini tahrik eder.

Bu bakımdan gelecek zamandaki nimete razı olmaz, acil ve hal-i hazırdaki nimeti ister. Genç bir yolcuya, Allah'ın cemaline bakmaktaki zevki düşünmek uygundur. Çünkü bu zevkin benzeri dünyada yoktur. Bu bakımdan günahın hatırlanması böylece bazen şehveti tahrik edici olur. Öyleyse mübtedi bir kimse de bazı defa günahı hatırlamakla zarar görür. Bu bakımdan onun günahı unutması, onun katında daha üstün olur. Davud'un (aleyhisselâm) ağlamasından ve figan etmesinden hikâye olunan durumlar seni bu tahkiki tasdik etmekten menetmesin.

Çünkü kendi nefsini peygamberle kıyas etmen, dolaşıklığın zirvesinde olan bir kıyastır. Çünkü o peygamberler, söz ve fiilerinde ümmetlerine uygun derecelere inmişlerdir; zira onlar ümmetlerin irşâdî için gönderilmişlerdir. Bu bakımdan peygamberler ümmetlerin faydalanacağı şeyleri yaparlar. Her ne kadar bu durum onlar için yüce makamlarından aşağılara inmek ise de (yine böyle yapmak gerekir) .

Meşayihten öyleleri vardır ki müridine bir riyazet işaret ettiği zaman, onunla beraber o riyazete katlanır. Oysa mücâhede devresini kapatmış, nefsini terbiye etmiştir. Fakat işi müridine kolaylaştırmak için bu duruma katlanır.

Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Ben unutmam! Fakat, hükümleri vaz'edeyim diye unuturum.

Başka bir lâfızda 'Yol göstereyim diye unuturum' şeklinde vârid olmuştur. Hazret-i Peygamberin bu hadîsine şaşmaman gerekir. Çünkü, çocukların babalarının şefkatinin himayesinde oldukları gibi, ümmetler de peygamberlerin şefkatinin himayesindedirler. Koyunların çobanın himayesinde oldukları gibi, ümmetler de peygamberlerin gözetimindedirler. Babayı görmez misin? Küçük çocuğunu konuşturmak istediği zaman nasıl onun derecesine iner? Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Hasan'a 'Kih, kih (at, at; alma, alma) ' demiştir.

Bunu Hazret-i Hasan, zekât hurmasından bir hurmayı alıp ağzına koyduğu zaman söylemiştir. Oysa Hazret-i Peygamberin fesahati 'o hurmayı ağzından at! O haramdır' diyemiyecek kadar eksik değildi. Fakat Hazret-i Peygamber, Hasan'ın konuşmasını anlamayacağını bildiği için fesahati terkedip çocuğun derecesine iniverdi. Koyunu veya kuşu terbiye eden bir kimse, koyunun melemesine benzer veya kuşun ötüşüne benzer bir ses ile ona seslenir. Bunu da terbiyesinde yumuşaklık göstermek için yapar. Öyle işe bu gibi inceliklerden gâfil olma. Çünkü bu gibi inceliklerden gâfil olmak, değil gâfillerin, ariflerin bile ayaklarını kaydırır! Allahü teâlâ'dan lütuf ve keremiyle, hüsn-i tevfîkini talep ederiz.

53) İbn Eb'id-Dünya, (Avn b. Abdullah'tan)

54) Geceleyin niyeti unutmakta Hanefî ve Mâlikî mezhebine göre bir sakınca yoktur. Kuşluğa kadar niyet edilebilir.

55) Hanefîlere göre hüküm bunun aksinedir; yani çocuğun malında zekât yoktur.

56) Hac bölümünde geçmişti.

57) Tirmizî

58) Taberânî; Ebû Nuaym, Hilye

59) İbn Cerîr

60) Müslim

61) Müslim, (Bureyde'den)

Tevbe'nin Devamında Kulların Kısımları

Tevbe edenler, dört tabakaya ayrılırlar:

Birinci Tabaka

Birinci tabaka, âsi bir kimsenin tevbe etmesi, ömrünün sonuna kadar, tevbesinde dosdoğru kalmasıdır. Böylece âsi, kusurlarım telâfi eder. Nefsi ikinci bir defa günaha dönmeyi tasarlamaz. Ancak âdetlerde, beşerin kurtulmadığı hatalar bu hükmün dışındadır.

Evet, beşer peygamberlik mertebesinde olmadıkça bu hatalardan kurtulamaz. İşte tevbe üzerinde istikamet bu demektir. Tevbe'nin sahibi, hayırları elde eden, günahları hasenelerle değiştiren bir kimsedir. Bu tevbeye tevbeyi nasûh denir. Bu nefse nefs-i mutmainne denir. Öyle bir nefs-i mutmainne ki rabbinden razıdır ve rabbinin katına rızasına mazhar olduğu halde dönüş yapar.

Bunlar o kimselerdir ki Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerîfiyle onlara işaret vardır:

Allah'ın zikriyle âdeta mest olan müteferridler herkesi geçtiler. Zikir onlardan ağır yüklerini kaldırmıştır. Onlar rîrpf* kıyâmet gününde hafif yüklü olarak mahşere varırlar!62

Bu hadîs-i şerifte onların yük altında bulunduklarını ve zikir sayesinde o yüklerin onların omuzlarından indirildiğine işaret vardır. Bu tabaka da şehvetlere iştiyak duymamak bakımından birçok mertebelere ayrılırlar.

Bir tevbe edici vardır ki marifetin kahrı altında şehvetleri sükûnet bulmuş, şehvetlere olan iştiyakı gevşemiştir. Onu, hak yolun yolculuğundan şehvetin boğuşması alıkoymaz. Kimi de vardır ki nefsin münazaa ve mücadelesinden ayrılmaz, fakat nefisle mücâhede etmeye ve nefsi reddetmeye muktedirdir.

Sonra şehvetten kesilmenin dereceleri de çokluk, azlık ve müddetin değişmesi ve çeşitlerin değişmesi itibariyle değişirler. Onlar ömrün uzaması bakımından da değişik durumlar arzetmektedirler. Kimi vardır ki tevbe ettikten hemen sonra ölür. Bundan dolayı da kâr eder. Çünkü selâmet kalmış ve tevbesi gevşemeden ölüp gitmiştir. Kimi vardır ki uzun yaşar. Nefsiyle cihadı, sabrı ve istikameti oldukça uzar. Hasenatı çoğalır.

Bu kimsenin hali, daha yüce ve daha üstündür; zira her günah ancak bir hasene ile mahvolur. Hatta bazı âlimler demiştir ki; 'Günahkârın işlemiş olduğu günah, ancak, şehvet ile beraber on defa onu yapmaya muvaffak olduğu halde yapmayıp sabreder ve Allah korkusundan şehvetini kırarsa keffaretlendirilmiş olur.

Fakat bu şartı ileri sürmek, uzak bir ihtimaldir. Her ne kadar kabul edilirse büyük tesiri inkâr edilmezse de. . . Fakat zayıf bir mürid için bu yolda gitmek uygun değildir. Çünkü şehveti kabarır, sebepler hazır olur. Öyle ki günah işlemek imkânına sahip olur. Sonra günahtan menedilmeye tamah eder; zira bu durumdaki bir insan, şehvetin dizgininin elinden çıkmasından emin değildir. Dolayısıyla günah işleyip tevbesini bozmaktan korkar. Bunun yolu, günahı kolaylaştıran sebeplerin başlangıcından kaçmaktır ki nefsi için şehvetin yollarını kapatmış olsun. Bununla beraber gücü dahilinde olanla şehvetini kırmaya çalışır. Oysa böyle yaparsa başlangıçta tevbesi selim kalabilir.

İkinci Tabaka

İkinci tabaka, tevbe eden, ibâdetlerin esaslarında istikamet yolunda yürüyen, fâhiş günahların büyüklerinin tümünü terkeden bir kimsedir.

Ancak bu kimse arada sırada arız olan günahlardan bir türlü kurtulamaz. Fakat bu günahları da kasden veyahut maksadını buna yöneltmek suretiyle yapmaz. Bunları yapmak azmi kendisinde olmaksızın ancak hallerin cereyan ettiği yollarda bunlarla müptela olur. Fakat bunları yaptıkça nefsini kırar, pişman olur, teessüf eder. Yeniden bu günahları önüne çıkaran sebeplerden sakınmak için gayret gösterir. Bu nefis, levvâme nefis olmaya uygundur; zira levvâme nefis, sahibini kötü hedefinden dolayı kınar. Görüş'ün ve kastın tahmininden, azmin kesinliğinden kınamaz.

Bu mertebe her ne kadar birinci tabakanın mertebesinden aşağı ise de yüksek bir mertebedir. Bu, tevbe edenlerin çoğunun durumudur. Çünkü şer, Âdem oğlunun çamurundan yoğrulmuştur. Âdem oğlu az şerden kurtulabilir. Âdem oğlu'nun çalışmasının en son gayesi; hayır tarafının şer tarafına ağır basmasıdır ki mizanı ağırlaşsm, hasenat kefesi ağır gelsin.

Seyyiat kefesinin tamamen boş kalmasına gelince, bu gayet uzak bir ihtimaldir.

Bunlar için Allah'ın güzel bir vadi vardır!

Onlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden sakınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirler. Muhakkak rabbin geniş mağfîretlidir. (Necm/32)

Bu bakımdan küçük günah ve vâki olan her hareket, nefsi o günahta yerleştirmek yolundan gelmiyorsa, bağışlanmaya lâyıktır.

Ve onlar ki bir kötülük yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı anarlar ve günahlarının bağışlanmasını dilerler. (Al-ı İmrân/135)

Bunlar nefislerine zulmetmelerine rağmen Allah bunları övmektedir. Çünkü pişman olmuşlar ve nefislerini bu zulümden dolayı kınamışlardır.

Hazret-i Ali'nin rivâyet etiği şu hadîs-i şerifte de bu mertebeye işaret vardır:

Sizin hayırlılarınız, günah işleyip tevbe etmiş kimselerdir. 63

Mü'min sünbül gibidir. Bazen doğru olur, bazen de meyleder. 64

Mü'min zaman zaman günah işleyebilir. 65

Bütün bunlar kesin delillerdir ki bu kadarcık bir hata tevbeyi bozmaz. Tevbe sahibini günahta ısrar edenlerin derecesine ilhak etmez. Kim böyle bir kimseyi tevbe edenlerin derecesinden mahrum ederse, o sıhhatli bir insanı aldığı meyveler daimî değilse de arada sırada yediği sıcak yemeklerden dolayı sıhhatinden ümitsiz eden doktor gibidir veya Fıkıh peşine düşen bir insanı, tekrar etmekten ve bazı vakitlerde, uzun ve çok olmaksızın kit ablarının kenarına haşiyeleri talik edip yazmakta gevşeklik gösterdiğinden dolayı fâkihlerin derecesine varmaktan ümitsiz eden bir fakih gibidir.

Bu, doktorun ve fakîhin eksikliğine delâlet eder. Aksine dinde fakih olan bir kimse halkı saadetlerin derecelerinden ümitsiz etmez. Onların birtakım gevşekliklerinden ve arada sırada yapmış oldukları günahlardan ötürü bu derecelere varmaktan onları ümitsiz etmez.

Ademoğullarının hepsi hatalıdır. Hatalıların en hayırlısı, tevbe eden ve günahlarının affını talep edenlerdir. 66

Mü'min bir kimse rabbine karşı zayıf, günahını tevbe ile kapatan bir kimsedir. Bu bakımdan Mü'minlerin en hayırlısı tevbesi üzerinde ölen kimsedir. 67

İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfaatları iki kere verilir. (Kasas/54)

Görüldüğü gibi Allah hakikî Mü'minleri 'asla günah işlememezlik'le vasıflandırmamıştır.

Üçüncü Tabaka

Üçüncü tabaka, kişinin tevbe etmesi, bir müddet istikamet üzere yürümesi, sonra bazı günahlarda şehvete maruz kalması, şehvet kastıyla, o günahları, şehveti kahretmekten aciz olduğu için işlemesidir. Ancak bununla beraber ibâdetlere devam eder, kudret ve şehveti olmasına rağmen günahların bir kısmını terkeder, ancak onu bir veya iki şehvet mağlup etmiştir, o şehveti de yoketmeye ve şerrinden sakınmaya Allah'ın kendisini muktedir kılmasını istediği halde onu yapar. Şehvetini yerine getirdiği durumda bile temennisi budur. Arzusu geçtikten sonra pişman olur ve şöyle der:

'Keşke onu yapmasaydım! Gelecekte ondan tevbe edeceğim. O şehveti kahretmek hususunda nefsimle mücâhede edeceğim!

Fakat nefsi kendisine birtakım mazeretler gösterir, zaman zaman tevbesini tehir eder. Günden güne geciktirir. İşte bu nefis müsevvile (kolaylaştırıcı, süslendirici) diye adlandırılan nefistir.

Bu nefsin sahibi, haklarında Allahü teâlâ'nın şöyle dediği kimselerdendir:

Başka bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. İyi bir işle kötü bir işi birbirine karıştırdılar. (Tevbe/102)

Bu kimsenin durumu, ibâdetlere devam etmesi ve yapmış olduğu günahtan nefret etmesi bakımından ümitlidir. Allah'ın onun tevbesini kabul etmesi umulur. Sonucu ise, tevbeyi tehir ettiği için tehlikelidir. Bazen tevbe imkânı bulamadan ölür.

Durumu Allah'ın meşiyetine kalmış olur. Eğer Allah ona yetişir, eksikliğini tamamlarsa tevbeyi ona minnet ederse sâbikûn zümresine iltihak eder. Eğer şekavet ona galip gelir, şehvet kendisini kahrederse sonuçta, ezeldeki hükmün üzerine vâki olacağından korkulur; zira fıkıh öğrenen bir kimseye, öğrenmekten insanı meşgul eden sebeplerden sakınma imkânı zorlaştığı zaman, onun zorlaşması ezelde cahillerden olmasının sebkat ettiğine delâlet eder.

Dolayısıyla böyle bir kimse hakkında ümit zayıflar. Tahsile devam etmenin sebepleri, kendisine kolaylaştığı zaman, bu durum delâlet eder ki ezelde onun âlimler zümresinden olacağı sebkat etmiştir. Böylece ahiretin saadetlerinin ve derekelerinin sevap ve günahlarının irtibatı, sebeplerin müsebbibi olan Allah'ın takdir hükmüyledir. Tıpkı hastalık ve sıhhatin gıdalar ve ilâçları almaya bağlı bulunması, dünyada fakih olup yüce mertebeleri kazanmak için tembelliği terketmeye, fakih olmak için devamlı çalışmaya bağlı olduğu gibi. . .

Nasıl ki riyaset, kadılık ve ilmen önde olmak ancak fıkıh öğrenmekle mümkün ise, aynen öylece, âhiret mülküne ve nimetine ve âlemlerin rabbine yakın bulunmaya ancak selim olan ve temizlenen kalp elverişlidir. İşte Allah'ın ezeldeki tedbir-i ilâhîsi de bu şekilde sebkat etmiştir.

Nefse ve onu düzenleyene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilhanı edene andolsun ki nefsini yücelten iflah olmuş, onu alçaltan da ziyana uğramıştır. (Şems/7-10)

Bu bakımdan kul ne zaman bir günah işlerse, günahı peşin bir felâket olur, tevbesi ise borç! Bu da mahrumiyetin alâmetlerindendir.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Muhakkak kul cennet ehlinin ameliyle yetmiş sene amel eder. Halk 'bu adam cennet ehlindendir' der. Onunla cennet arasında ancak bir karışlık mesafe kalır. Bu meyanda onun üzerine kitâb (kader) sebkat eder ve ateş ehlinin ameliyle amel eder ve ateşe girer!

Madem ki durum budur, tevbeden önce son nefesin gelip çatmasından korkmak lâzımdır. Çünkü her nefes, kendisinden önceki nefesin sonuncusu olabilir; zira ölümün o nefesle bitişik olması mümkündür. Bu bakımdan İnsan oğlu, nefesleri murakabe etmelidir. Aksi takdirde tehlikeye girer. Pişmanlığın fayda vermediği bir anda pişmanlıkları devam eder!

Dördüncü Tabaka

Dördüncü tabaka, tevbe edip, bir müddet istikamet üzerine yürüyüp, sonra günahı veya günahları nefsinde tevbe etmeyi niyet etmeden ve yapmış olduğu günahlardan ötürü hasret çekmeden işlemesidir. Şehvetlerinin arkasından koşan bir gâfil gibi dalar.

İşte bu kimse günahta ısrar eden biridir. Bu nefis, hayırdan kaçan ve kötülüğü emreden nefislerdendir. Böyle bir nefsin kötü sonucundan korkulur! Bu nefsin durumu Allah'ın meşiyetindedir. Eğer kötülükle sonuçlanırsa, ardı gelmeyen bir şekavete girmiş olur! Eğer iyilikle sona erip Tevhîd üzerinde ölürse, bir zaman sonra da olsa ateşten kurtulması beklenir. Bizim muttali olmadığımız gizli bir sebepten dolayı affın şümulüne dahil olması da aklen muhal değildir. Nasıl ki bir hazine görmek için harabelerin arasına giren bir insanın, hazine bulmasının muhal olmadığı ve öğrenmeksizin, âlim olmak için evinde oturanın âlim olmasının muhal olmadığı gibi. . .

Nitekim peygamberler böyledir. Bu bakımdan ibâdetlerden ötürü mağfireti talep etmek, çalışmak ve tekrar etmekle ilmi, ticaret ve denizlerde sefer yapmak ile serveti talep etmek gibidir. Amellerin bozulmasına rağmen sadece ümide dayanarak mağfiret talep etmek, harabelerden hazine ve meleklerden ilim talep etmek gibidir. Keşke çalışan öğrenmiş olsaydı! Keşke ticaret yapan zengin olsaydı! Keşke oruç tutan ve namaz kılan bağışlansaydı! Bu bakımdan insanların tümü, âlimler hariç saadetten mahrumdurlar.

Âlimlerin tümü de ilmiyle amel edenler hariç mahrumdurlar, ilmiyle amel edenler de ihlâs sahipleri hariç mahrumdurlar. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerin dedirler. 68

Nasıl ki evini yakıp malını zayi eden, nefsini ve aile efradını aç bırakan, 'Ben Allah'ın faziletini bekliyorum ki harabe evimin altından bana bir hazine ihsan etsin' diyen bir kimse her ne kadar onu beklediği Allahın kudretinde muhal değilse de basiret sahiplerinin nezdinde ahmak ve mağrur kimselerden sayılırsa, aynen onun gibi ibâdette kusurlu, günahlara ısrarla dalmış, mağfiret yolunun yolcusu olmadığı halde Allah'ın mağfiretini bekleyen bir kimse de kalp erbabının nezdinde serserilerden sayılır. Bu serserinin aklına ve güzel bir ibare ile ahmaklığını süslü göstermeye çalışmasına hayret etmeli; zira der ki 'Allah kerîmdir. O'nun cenneti benim girmemden dar almaz. Benim günahım O'na zarar vermez ya!'

Sonra onu görürsün ki denizlerde seyahat eder. Dağlık, taşlık ve korkulu yolları para için aşar. Kendisine bu hususta 'Allah kerîmdir. O'nun hazineleri senin fakirliğini önlemekten âciz değildir. Ticarette tembellik gösterirsen sana zarar vermez. Bu bakımdan evinde otur.

Umulur ki Allah senin ummadığın bir yerden rızkını gönderir!' denildiği zaman, böyle diyen kimseyi ahmak sayar. Bu sözü söyleyenlerle alay eder ve der ki: 'Bu hevese nereden kapıldın? Gök, altın ve gümüş yağdırmıyor. Servet ancak çalışmakla elde edilir. Sebeplerin müsebbibi olan Allah böyle takdir etmiştir. O'nun kanunu böyle cari olmuştur. Allah'ın kanunu değişmez.

Bu aldanmış adam âhiret ile dünyanın rabbinin bir olduğunu, O'nun kanununun ne âhiret, nede dünya hakkında değişmediğini bilmez.

Allah şöyle haber vermiştir:

İnsana çalışmasından başka birşey yoktur. (Necm/39)

Öyle ise bu adam, nasıl âhiret hakkında Allah'ın kerim olduğuna inanıyor da dünya hakkında kerîm olduğuna inanmıyor? Nasıl malı kazanmak için gevşeklik göstermek 'Keremliğin muktezası değildir' der de 'daimî bir mülk ve daimî bir nimet için çalışmaktan gevşemek keremliğin muktezası ve isteğidir' der ve 'Bu gevşeklik keremin hükmüyle meydana gelmiştir.

Âhiret hakkında gayret göstermeksizin Allah hükmüne binaen kerem verecektir! Allah dünya işlerinin çoğunda şiddetle çalışmasına rağmen meneder vermez' der de

Allahü teâlâ'nın şu ayetini unutur?

Gökte rızkınız da var, uyarıldığınız da var! (Zâriyât/22)

Biz körlük ve dalâletten Allah'a sığmıyoruz. Bu inanç, tepetaklak olmak ve cehaletin karanlıklarına dalmak demektir. Bu inancın sahibi şu ayetin hükmüne dahil olmaya lâyıktır:

Rablerinin huzurunda başlarını eğerek 'Ey rabbimiz! Gördük, işittik bizi (dünyaya) geri çevir. Salih amel işleyelim, artık kesin olarak inandık' demekte olan suçluları bir görsen! (Secde/12)

Yani 'senin insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır' dediğinde doğru söylediğini gözümüzle gördük. Bu bakımdan bizi dünyaya geri gönder de çalışalım. Fakat böyle dedikleri anda dünyaya gönderilme imkânından mahrumdurlar ve kendilerine gereken azap kesinleşir. Bu nedenle biz, cehaletin, şüphenin ve zarurî olarak İnsan oğlunu kötü bir sığmağa sürükleyen şekkin isteklerinden Allah'a sığınırız!

62) Tirmizî

63) Beyhâkî

64) Ebû Ya'lâ, İbn Hıbbân

65) Taberânî, Beyhâkî

66) Tirmizî

67) Taberânî, Beyhâkî

68) Ebû Muhammed Sehl et-Tüsterî'den.

Kasıtlı Kasıtsız, Küçük veya Büyük Bir Günah İşleyip Tevbe Etmek İsteyen Kimsenin Niçin Acele Etmesi

Bu durumda kişinin üzerine farz olan tevbe, pişmanlık ve yapmış olduğu günahın tam tersi olan bir sevapla onu silmekle meşgul olmaktır. Nitekim biz bunun yolunu daha önce zikretmiştik. Eğer nefsi şehvetin galebe çaldığından dolayı bu günahı terketmeye müsaade etmezse, bu takdirde kişi, vâcib olanların birinden aciz kalmış olur.

Bu bakımdan ikincisini terketmesi uygun değildir. İkincisi de sevap ile günahı defetmektir ki günahtan sonra işlemiş olduğu sevapla günahı silmiş ve dolayısıyla sâlih bir amel ile kötü bir ameli karıştırmış kimselerden olsun! Bu bakımdan günahlara kefaret olan sevaplar ya kalple veya dille, ya da azalarla yapılır. Öyleyse sevap, günahın yerinde ve onun sebepleri ile bağlı bulunan bir merkezde bulunur.

Kalple yapıları günaha gelince, o günahı mağfireti dilemek hususunda Allah'a yalvarmakla telafi etmelidir. Tıpkı efendisinden kaçan bir kölenin zillet gösterdiği gibi. Zillet göstermekle o kalben işlediği günahı bağışlatmaya çalışmalıdır. Gösterdiği zillet, başkaları tarafından görünecek bir tarzda olmalıdır. Bu da kullar arasında kibrini eksiltmekle hâsıl olur. Bu bakımdan günahkâr ve efendisinden kaçan bir köle için başka kölelere gurur taslama imkânı yoktur ve manasızdır. Böylece kalbinde müslümanlar için hayır beslemeli ve ibâdetlere azimli olmalıdır.

Dil ile olan günaha gelince, bu günahı zulmü itiraf etmek ve istiğfarda bulunmak suretiyle telafi etmelidir. 'Yârab! Nefsime zulmettim, kötülük işledim. Günahlarımı benim için bağışla!' demelidir. Bu tür istiğfarları çokça yapmalıdır. Nitekim biz bunu 'Zikirler ve Dualar' kitabında zikretmiştik.

Azalarla yapılan günaha gelince, onu ibâdetler, sadakalar ve taatların çeşitleriyle telafi etmelidir. Nitekim bir rivâyette 'Günahın arkasında sekiz amel yapıldığı takdirde, bu günah hakkında af umulur' diye vârid olmuştur.

O amellerin dördü kalp amellerindendir.

1. Tevbe veya te vbeye azmetmek

2. Günahtan derhal el çekmenin sevgisi

3. Günahtan ötürü azaptan korkmak

4. Günah için mağfiret dilemek

O amellerin dördü de azaların amelleridir ve şunlardır:

a) Günahtan sonra iki rek'at namaz kılmak,

b) O iki rek'attan sonra yetmiş defa Allah'tan af talep etmek,

c) Yüz defa 'Sübhânallahilazîm ve bihâmdihf (Azim olan Allah ortaktan münezzehtir. Bunu onun hamdine bürünerek ikrar ediyorum) demek,

d) Sonra sadaka verip bir gün oruç tutmak.

Eserlerin bazılarında şöyle vârid olmuştur: ' (Günahlara kefaret olan şeylerden biri) tam abdest alman. (İkincisi) camiye girip iki rek'at namaz kılmandır'. 69 Bazı haberlerde şöyle vârid olmuştur: 'Dört rek'at namaz kıl'. 70

Günah işlediğin zaman, onun arkasından sevap işle. Bu takdirde o sevap onun kefareti olur. Gizliye gizli, açığa da açık kefaret olur. 71

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: 'Gizli verilen sadaka, gece yapılan günahların kefaretidir. Açıkça verilen sadaka, gündüz yapılan günahların kefaretidir!'

Sahih haberde şöyle vârid olmuştur: Bir kişi Hazret-i Peygambere 'Ben bir kadının peşine takıldım. Zina hariç, onunla her şey yaptım. Allah'ın hükmüyle benim hakkımda hükmet!' deyince, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

- Sen bizimle beraber sabah namazını kılmadın mı?

- Evet, kıldım.

- Muhakkak sevaplar hataları silerler!72

Bu hadîs-i şerif, zina hariç kadınlarla oynaşmanın küçük günahlardan olduğuna delâlet eder; zira bu günaha namazın kefaret kılındığı şu hadîs-i şerifin muktezasıdır:

Beş vakit namaz, aralarında vâki olan günahların kefaretleridirler. Ancak büyük günahlar bu hükmün dışındadır.

En uygunu bütün durumlarda müslüman hergün nefsini hesaba çekmelidir, günahlarını toplayıp onları sevaplarla defedip kaldırmaya gayret göstermelidir.

İtiraz: Günah üzerinde ısrar ettikçe, af talebi nasıl fayda verir? Oysa haberde şöyle vârid olmuştur:

Günah üzerinde ısrar ettiği halde günahtan af talep eden bir kimse Allah'ın ayetleriyle istihza eden kimse gibidir!73

Yine âlimlerden biri şöyle demiştir: Ben 'Allah'tan af talep ediyorum' sözümden ötürü de Allah'tan af talep ediyorum' ve yine denilmiştir ki: 'Dil ile af talep etmek yalancıların tevbesidir'. Rabiat'ül-Adeviyye de şöyle demiştir: 'Bizim istiğfarımız birçok istiğfara muhtaçtır'.

Cevap: İstiğfarın fazileti hakkında sayılmayacak kadar haberler vârid olmuştur. Biz bu haberleri 'Zikirler ve Dualar' bölümünde belirtmiştik.

Hatta Allahü teâlâ, istiğfarı Hazret-i Peygamberin bekasıyla eşit tutarak şöyle buyurmuştur:

Oysa sen onların içinde bulundukça Allah onlara azap verecek değildi. Onlar istiğfar ederlerken de Allah onlara azap edecek değildi. (Enfâl/33)

Ashâbtan bazıları şöyle derdi: 'Bizim için iki emniyet vardı. Onlardan biri Hazret-i Peygamberin bizim içimizde olması idi. Bizimle beraber ancak istiğfar kaldı. Eğer istiğfar da giderse helâk olduk (demektir!) '

Bu bakımdan deriz ki: Yalancıların tevbesi olan istiğfar, sadece dil ile yapılan ve kalbin hiç katkısı olmayan istiğfardır, insanın, âdet olarak gâfil bir şekilde 'estağfurullah' demesi gibi. Nitekim, cehennemin sıfatını dinlediği zaman 'Cehennemden Allah'a sığınırız dediği halde zerre kadar kalbinin bununla müteessir olmadığı gibi. . .

Bu sadece bir dil kıpırdatmasına dönüşür. Şahsın bunda hiçbir faydası yoktur. Fakat buna Allah'a yalvaran doğru bir irade, hâlis bir niyet ve rağbetle mağfiret talebinde ısrar eden kalp inzimam ettiği zaman bu haddi zatında bir sevap olur. Bu sevap ile günahın bertaraf edilmesi mümkün olur. İstiğfarın fazileti hakkında vârid olan haberleri bu tür istiğfara hamletmek gerekir.

Günde yetmiş defa bile istiğfar edip tekrar günaha dönen bir kimse günahta ısrar etmiş sayılmaz!74

Bu hadîs-i şerifteki istiğfar kalben yapılan istiğfardan ibarettir. İstiğfar ve tevbe min birçok dereceleri vardır. Onların öncesi faydadan uzak değildir. Her ne kadar fayda onların sonralarına varmasa bile. . .

Nitekim Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: "Her hâlükârda kula mevlâsı lâzımdır. Onun hallerinin en güzeli, her şeyden mevlâsına dönmektir. Eğer günah işlerse şöyle demelidir: 'Yârab! Benim günahımı kapat! Ayıbımı kimseye gösterme!

Günahtan sonra şöyle demelidir: 'Yârab! Benim tevbemi kabul eyle!

Tevbe ettiği zaman şöyle demelidir: 'Bana günahtan mahfuz kalmayı nasib eyle!

Amel ettiğinde ise 'Yârab! Benden amelimi kabul eyle! demelidir.

Sehl'den günahlara kefaret olan istiğfarım mânâsı sorulduğunda cevap olarak İstiğfar önce icabettir. Sonra İnâbet, sonra tevbedir demiştir.

Bu bakımdan icabet azaların amelidir. İnâbet kalplerin amelidir. Tevbe de şahsın mevlâsına yönelmesidir. Şöyle ki: Halk terkeder, sonra içinde bulunduğu kusurundan ötürü nimetin hakkındaki cehaletinden ve şükrünü terketmesinden dolayı Allah'tan af diler! Böyle yaptığı takdirde affolunur. Bu takdirde sığmağı mevlâsnın yanında olur. Sonra tenhaya, sonra sebata, sonra beyana, sonra fikre, sonra marifete, sonra münacaata, sonra nefsin tasfiyesine sonra muvalata ve daha sonra muhâdiset'üs-sırr'a nakleder. Bu da hüllet'in ta kendisidir. Bu, kulun kalbinde ilim onun gıdası, zikir onun kuvveti, rıza onun azığı ve tevekkül de onun arkadaşı olmayınca istikrar bulmaz. Sonra Allah ona bakar. Onu arşa yükseltir. Bu bakımdan onun makamı hamelet'ül-arş'ın makamı olur.

Kendisine Tevbe eden, Allah'ın habîbidir' hadîsinin mânâsı sorulunca cevap olarak dedi ki: Ancak şu ayette zikredilen vasıfların hepsine sahip ise Habib olur:

Tevbe eden, ibâdet eden, hamdeden, oruç tutan, rükû ve secde yapan, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan ve Allah'ın (yasak) sınırlarını koruyan (Onları çiğnemeyen) insanlardır. O müzminleri müjdele! (Tevbe/112)

Yine dedi ki: 'Habib o kimsedir ki habibinin hoşuna gitmeyen birşeye girişmez!

Tevbe edenin iki meyvesi vardır. Onların birincisi, günahları telafi etmektir. Öyle ki kişi günahı olmayan bir kimse gibi olur. O meyvelerin ikincisi ise, yüksek derecelere varmaktır. Öyle ki Habib ve Dost olur.

Günahların kefaretlendirilmesinin de dereceleri vardır. Bazısı tamamen günahın kökünü kazımaktır. Bazısı günahı hafifletmektir. Bu da tevbe derecelerinin değişikliği ile değişir. (Mesela) kalben yapılan istiğfar, sevaplarla, geçmiş günahları telâfi etmek her ne kadar derecelerin öncelerinde ısrar etmenin düğümünü çözmekten uzak ise de temelinden faydasız değildir. Bu bakımdan varlığını yokluğu gibi zannetmek uygun değildir. Müşahede ehli ve kalp erbabı şüphesiz bir bilgi ile bilmişlerdir ki 'Kim zerre mikkarı bir hayır işlerse, onun mükafatını görecektir' (Zilzâl/7) âyet-i celîlesi doğrudur ve hayrın bir zerresi bile faydadan uzak değildir.

Nitekim terazinin bir kefesine atılan bir arpa tanesinin tesir etmekten uzak olmadığı gibi. . . Eğer birinci arpa tesir etmekten uzak olsaydı, ikincisi de onun gibi olurdu ve böylece terazi, tanelerin artırılmasıyla ağır basmazdı. Oysa ağır basmaması mümkün değildir. Sevapları, terazisi ağırlaşıp günahlara ağır basıncaya kadar hayırların zerreleriyle ağırlık temin eder. Bu bakımdan sakın ibadetlerin zerrelerini küçümseyip de yapmamazlık etme! Günahların da zerrelerini küçümseyip onları yok sayma! Tıpkı ahmak kadın gibi her saat ancak bir ipe gücü yettiğini ileri sürerek yün eğirmeyi bırakıp şöyle der: 'Bir saatte eğrilen bir ipten ne zenginlik elde edilebilir? Bu kadar bir eğirmekten elbisede ne gibi bir tesir meydana gelir?'

Oysa ahmak kadın bilmez ki dünyanın bütün elbiseleri bu şekilde eğirilmiş de meydana gelmiştir. Alemin cisimleri, aktarın genişliğine rağmen, zerre zerre toplanmış ve meydana gelmiştir. Madem ki durum budur, o halde Allah'a yalvarmak, kalp ile günahın affını talep etmek, Allah katında asla zayi olmayacak bir sevaptır.

Ben derim ki: Dil ile yapılan istiğfar da sevaptır; zira gafletten de gelse, dilin istiğfarla kıpırdatılması, aynı saatte bir müslümanın gıybetiyle veya fuzulî bir konuşmakla kıpırdatılmasmdan daha hayırlıdır. Susmaktansa istiğfar etmek daha hayırlıdır. Sükûta nisbeten istiğfar etmenin fazileti anlaşılmış oldu. Ancak dil ile yapılan istiğfar, kalp ameline nisbeten eksiktir.

Bu sırra binaen biri Şeyh Ebû Osman el-Mağribî'ye75 şöyle dedi: 'Benim dilim bazı durumlarda, kalbim gâfil olduğu halde zikreder, Kur'ân okur. (Acaba bunun sevabı var mıdır?) ' Şeyh Osman 'Senin azalarından birini hayırda kullanıp ona zikri âdet eden, onu serde kullanmayıp ve fuzulî'yi ona âdet etmeyen Allah'a şükret!' dedi.

Ebû Osman'ın söylediği hakikatin ta kendisidir. Çünkü azaları hayır yapmaya alıştırmalıdır ki hayır işlemek, onlara tabii bir durum olsun! Bu alıştırma birçok mâsiyeti defeder. Bu bakımdan başkasından yalanı duyduğu zaman diline istiğfar etmeyi âdet edinen bir kimsenin dili, bu âdetine durmadan sebkat eder ve estağfirullah der. Diline fuzulî konuşmayı âdet edinen bir kimsenin dili 'Sen ne ahmaksın! Senin yalanın ne çirkindir!' (gibi) söze sebkat eder. Herhangi bir şerirden şerrin başlangıçları görüldüğü zaman, istiâze etmeyi âdet edinen bir kimse dilin sebkat hükmüyle Neuzübillâh (Allah'a sığınırım) der. Fuzulîleri konuşmayı âdet edinen bir kimse 'Allah ona lanet etsin!' der ve böylece birinde günahkâr olup birinde selâmet kalır. Onun selâmeti diline hayrı alıştırmanın eseridir.

Çünkü Allah güzel amel edenlerin mükafatını zayi etmez. (Tevbe/120)

Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmez. Eğer zerre kadar bir iyilik olursa onun sevabını kat kat artırır. Ayrıca kendi katından büyük bir mükafat verir. (Nisâ/40)

Dikkat et! Allahü teâlâ nasıl onun sevabını kat kat vermiştir! Çünkü o, gaflet halindeki istiğfarı diline âdet etmiş, dolayısıyla onunla gıybet, lanet okuma, fuzulî konuşma gibi serleri defetmiştir. İşte bu sevap, dünyada ibâdetlerin en azma karşı verilen kat kat sevaptır. Âhirette karşılığı eğer bilseler daha büyük olacaktır. Bu bakımdan ibâdetlerde sadece mücerred âfetlere bakıp onlardaki rağbetinin gevşemesinden şiddetle kaçın! Zira böyle bir gevşeme bir hiledir. O hileyi şeytan lanetinden ötürü mağrur kimselerin gözünde süslü göstermiştir. Onlara basiret sahipleri olduklarının hayalini vermiştir. Gizlileri sezen kimseler oldukları hülyasını kafalarına koymuştur. Bu bakımdan onlara 'Kalbin gafletiyle beraber dille yapılan zikirde ne hayır vardır?' dedirtmiştir. Böylece halk, bu hile hususunda üç kısma ayrılmıştır: Nefsine zulmeden, normal hareket eden ve hayırlara koşan!

Hayırlara koşan kişi, şeytana 'Ey mel'un! Sen doğru söyledin. Fakat bu kendisiyle bâtıl kastedilen hak bir sözdür! Şüphe yoktur ki seni iki defa azaba garkedeceğim. İki yönden senin burnunu kıracağım. Ben dilin hareketine kalbin hareketini de ekleyeceğim' der! Bu kimse tıpkı şeytanın yarasına tuz serpmek suretiyle şeytanı tedavi eden bir kimse gibidir.

Mağrur zâlime gelince, o nefsinde bu inceliği sezdiğini tahayyül eder. Sonra kalben ihlasa varmaktan aciz kalır. Böylece dili zikre alıştırmayı da terkeder. Bu bakımdan şeytanın isteğini yerine getirir. Gururun ipiyle kuyuya dalar ve böylece şeytanla arasındaki ortaklık tamam olur.

Nitekim bir darb-ı meselde şöyle denilmiştir:

Kap kapağına uygun geldi ve boynuna sarıldı!76

Normal hareket edene gelince, o kalbini amelde (dile) ortak yapmak suretiyle şeytanın burnunu kırmaya muktedir olamaz. Kalbe nisbeten dilin hareketinin eksik olduğunu sezer. Fakat susmaya ve fuzulî konuşmaya nisbeten dilin istiğfara hareket etmesinin kemâl olduğuna da kanaat getirir. Böylece dil ile istiğfar etmeye devam eder ve Allahü teâlâ hayrın âdet edinilmesi hususunda kalbin diliyle beraber olmasını diler.

Bu bakımdan hayra koşan insan, dokuma tezgâhım zemmederek bırakan ve kâtip olan bir kimse gibidir. Nefsine zulmedip geri kalan ise, dokuma tezgâhını tamamen terkedip süpürgeci olan kimse gibidir. Normal hareket eden ise, yazmaktan aciz olup 'Ben dokumacılığın kötü olduğunu inkâr etmem. Fakat dokumacılık, süpürgeciliğe nisbeten değil de kâtipliğe nisbeten kötüdür. Ben katiplikten aciz olduğum zaman dokumacılığı bırakmam' diyen bir kimse gibidir. Bu sırra binaen Rabiat'ül-Adeviyye şöyle demiştir: 'Bizim istiğfarımız birçok istiğfara muhtaçtır!'

Rabiat'ül-Adeviyye'nin dil hareketini Allah'ın zikri olduğundan dolayı kötülediğini sanmayasın. Aksine Rabia Hatun, kalbin gafletini kötülemektedir. Bu bakımdan kişi dilinin hareket etmesinden değil, kalbinin gafletinden dolayı istiğfar etmeye muhtaçtır.

Eğer kalbinin istiğfar etmekten sustuğu gibi, dili de istiğfar etmekten susarsa, o vakit bir istiğfara değil iki istiğfara muhtaç olur. Kötülenenin kötülenmesini, övülenin de övülmesini böyle anlaman uygundur. Aksi takdirde şu sözün mânâsını anlamamış olursun: 'Ebrârın haseneleri (sevapları) , mukarreblerin günahlarıdır!' Yani ebrarın sevapları, mukarrebler için günah sayılır; mukarrebler onları işlediği zaman, sevap değil günah işlemiş sayılır; zira bunlar başkasına nisbeten ve izafeten sabit olan şeylerdir.

Bu bakımdan bunları izafesiz edinmek uygun değildir. Senin için uygun olan, ibâdetlerinin de, günahlarının da zerresini dahi hakir saymayıp küçümsememektir.

Bu sırra binaen Cafer-i Sâdık (radıyallahü anh. ) şöyle demiştir: Allah üç şeyi üç şeyde gizlemiştir: 'Rızasını ibâdetinde. . . ' Bu bakımdan siz ibâdetten hiçbir şeyi küçümsemeyiniz. Umulur ki Allah'ın rızası o küçümsediğiniz ibâdettedir. 'Öfkesini mâsiyette. . . ' Bu bakımdan siz, mâsiyetten hiçbir şeyi küçümsemeyin. Umulur ki Allah'ın öfkesi oradadır. 'Velayetini kullarında. . . ' Bu bakımdan siz, kullardan hiçbirini küçümsenıeyiniz. Umulur ki o Allah'ın velîsidir.

Câfer-i Sâdık bu üç şeye sunu da ekleyerek şöyle demiştir: İcabetini (kabul etmesini) duada gizlemiştir'. Bu bakımdan duayı terketmeyiniz. Umulur ki Allah'ın icabeti ondadır!

69) Sünen Sahipleri

70) İbn Merduveyh, Beyhâkî

71) Beyhâkî

72) Müslim, Buhârî, (İbn Mes'ûd'dan)

73) İbn Eb'id-Dünya

74) Dualar bölümünde geçmişti

75) Adı Ebû Osman Said b. Kelâm'dır.

76) Bu mânâ Zemahşeriye aittir. İbareye başka şekilde mânâ verenler de vardır.

31-4

Tevbe'nin Deva Olması ve Günahta Israr Düğümünün Çözülmesi

İnsanlar iki kısımdır:

Birincisi: Hevasına uymayıp, kötülüklerden kaçan ve iyiliklere devam eden gençtir. O genç hayırlar üzerinde ve şerden korunma atmosferinde büyümüştür. Bu genç hakkında Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:

Gençliğin taşkınlığına kapılmadan kendini ibadete verip isyan etmeyen gence, Allahü teâlâ hayranlık duyar. 77

Böyle genç pek ender bulunur.

İkinci kısım: Günah işlemekten uzak değildir. Sonra bunlar da günahlarda ısrar edenler ile günahlardan tevbe edenler diye iki kısma ayrılırlar. Bizim buradaki gayemiz ısrar düğümünü çözmekteki tedavi formülünü ve buradaki devayı zikretmek ve belirtmektir.

Tevbe'nin şifası, ancak ilacı ile hasıl olur. Hastalığı teşhis etmeyen ilacı tayin edemez; zira ilacı bilmek, hastalık sebeplerini ve zıdlarmı bilmektir. Bu bakımdan bir sebepten meydana gelen hastalığın devası; o sebebi çözmek, kaldırmaktır. Birşey ancak zıddıyla iptal edilir. Israrın sebebi gaflet ve şehvettir. Gaflete ancak ilim zıd düşer. Şehvete de şehveti tahrik eden sebeplerin kesilmesine sabır göstermek zıd düşer. Gaflet, günahların başıdır.

Onlar, Allah'ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte bunlar gâfil olanlardır. Elbette onlar âhirette hüsrana uğrayacaklardır. (Nahl/106-109)

Bu bakımdan tevbe'nin devası, ancak ilmin tadından ve sabrın da acılığından yoğurulmuş bir macundur. Nasıl ki Sekencebin denilen madde şekerin tatlılığı ile sirkenin ekşiliğinden meydana geliyorsa ve bu maddelerin karışımı ile tedavi yapıldığında herbirinden başka bir maksat beklenir.

Çünkü safrayı tahrik eden sebepleri yok eder. işte aynen bunun gibi, kalpte bulunan 'ısrar hastalığının' ilâcını anlamak gerekir. Madem ki durum budur, o halde bu ilacın iki aslî maddesi vardır. Onların biri ilim, diğeri sabırdır. Elbette bunların ikisinin beyanı da lâzımdır.

Soru: Her ilim ısrar düğümünü çözmeye elverişli midir yoksa özel bir ilim mi lâzımdır?

Cevap: İlimlerin tümü, kalplerin hastalıklarına devadırlar. Fakat her hastalığın özel bir ilmi vardır. Tıp ilminin özel olarak, hastalıkların tedavisine mahsus olması gibi. Her illetin özel bir ilmi vardır. Günahta ısrar etmenin devası (veya hastalığı) da böyledir. Bu bakımdan biz, beden hastalıklarının durumuna göre o ilmin özelliğini zikredelim ki anlayışa daha yakın olsun. Hasta bir kimse, birkaç şeyi tasdik etmey muhtaçtır.

Birincisi, hastalığın ve sıhhatin birtakım sebeplerinin olduğunu kendi ihtiyarıyla o sebeplere müsebibleri tarafından tertiplendiği üzere vâsıl olunduğunu, tasdik edip doğrulamaktır. Bu inanç tıbbın aslına olan inançtır; zira tıbba inanmayan bir kimse, ilâçla meşgul olmaz. Böyle bir kimseye helâk gerekli olur. Bizim tedkik ettiğimiz hususta bunun karşılığı şeriatın esasına îman etmektir.

Şöyle ki: Âhiretteki saadetin bir sebebi vardır. O da ibadet ve itaattir. Şekavetin de bir sebebi vardır. O da günah ve isyandır. İşte bu, şeriatların aslına îman etmenin ta kendisidir. Böyle bir îmanın, ya tahkik veya taklid yönünden hâsıl olması lâzımdır. Bu iki çeşit de îmanın cümlesindendir. (Bu hüküm, ehl-i sünnet mezhebine ve taklidî îmanın sahih olduğuna bînaendir) .

İkincisi, hasta olan kimsenin belli bir doktor hakkında tip ilmini bildiğine, o ilimde mahir olduğuna, hile yapmadığına kesinlikle inanmasıdır; zira hastanın bu tür bir inancı olmadıktan sonra, sadece tıbbın aslının varlığına inanması, kendisi için fayda vermez. İncelediğimiz konuda bunun karşılığı Hazret-i Peygamberin bütün söylediklerinin hak ve doğru olduğuna, içinde yalan olmadığına îman etmektir.

Üçüncüsü, elbette hastanın, doktorun kendisine sakıncalı gösterdiği meyveler ve çoğu zaman zarar verici sebepler hususunda doktora kulak vermesi lâzımdır ki korunmayı terketmesi hususunda korku kendisine galip gelsin ve dolayısıyla korkunun şiddeti kendisini korumaya ve perhiz yapmaya şevketsin. Dinde bunun karşılığı, takvaya teşvik eden, günah işlemeyi ve hevaya tâbi olmayı sakıncalı gösteren ayetlere ve hadîslere kulak vermektir.

Bunlardan kulağına geleni, şeksiz ve şüphesiz doğrulamaktır ki tedavide son temel olan ve sabretmeye sebep olan bir korku meydana gelsin.

Dördüncüsü, hastalığına mahsus hususlarda ve bizzat perhiz edeceği hususta kendisine lâzım olan şeylerde doktora kulak vermesidir ki doktor ona önce fiillerinden ve hallerinden, yiyeceğinden ve içeceğinden kendisine zarar vereni tafsilatlı bir şekilde tanıtsın.

Bu bakımdan her hastaya herşeyden perhiz etmek gerekmez ve her ilâcı almak fayda vermez. Aksine her özel illetin özel bir ilmi, özel bir ilâcı vardır. Dinde bunun misali, her kul, her şehvetle mübtelâ olmaz. Her günahı işlemez. Aksine her Mü'minin özel bir günahı veya özel olan günahları vardır. Onun hâlihazırda onların günah olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Sonra onların âfet ve zararlarının miktarını bilmeye ihtiyacı vardır. Sonra onlara sabretmenin nasıl olacağını, daha sonra da onlardan daha önce işlediklerini nasıl telafi edeceğini bilmeye ihtiyacı vardır. İşte bunlar birtakım ilimlerdir. Din tabibleri ancak bu ilimleri bilir ve bu ilimler onların ihtisas sahasıdır. Onlar peygamberlerin vârisleri olan âlimlerdir. Bu bakımdan âsi bir kimse, eğer günahını bilirse ona, doktordan ilâç talep etmek gerektir. Doktor da âlimdir. Eğer yapmış olduğunun günah olduğunu bilmezse, âlimin onu ikaz etmesi lâzımdır.

Her âlim bir iklimi veya bir beldeyi veya bir mahalleyi veya bir mescidi (bir meşhedi) 78 gözetmelidir. Buraların ehline dinlerini öğretmelidir. Onlara zarar vereni, fayda verenden ayırmalıdır. Saadeti gerektirenden şekaveti gerektireni ayırmalıdır. Onlar kendisinden gelip soruncaya kadar ses çıkarmaması uygun değildir. Aksine halkı, dinlerini sormak için davet etmesi gerekir. Çünkü âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler halkı cehaletleriyle başbaşa bırakmamışlardır. Aksine halkın toplantı yerlerine gidip Allah'a çağırmışlardır. Başlangıçta halkın kapılarınım gezmiş, onları teker teker aramış, irşad etmişlerdir; zira kalpleri hasta olanlar hastalıklarını bilmezler. Yanında ayna olmayanın yüzündeki alacalığı bilmediği gibi. . . Bu vazifeyi yapmak bütün âlimler için farz-ı ayn'dır.

Bütün sultanlara (idarecilere) her köşe, her mahalleye dindar" bir fakîhi tayin etmek, o fakîhin halka dinlerini öğretmesini temin etmek gerekir; zira insanlar cahil olarak doğarlar. Mutlaka dinin aslında, ferinde onlara daveti tebliğ etmek gerekir. Dünya hastalar evidir; zira yeryüzünün karnında ölüler, sırtında da hastalar vardır. Kalp hastaları beden hastalarından daha fazladırlar. Alimler doktorlardır. Saltanat sahipleri de hastahaneleri yapıp düzenleyenlerdir. Bu bakımdan âlimlerin tedavisini kabul etmeyen bir hasta, sultana, şerrinden emin olunmak için teslim edilir. Tıpkı doktorun perhiz yapmayan bir hastayı veya deli olan bir hastayı zincirlerle bağlamak ve kelepçe vurmak için hastabakıcılarına teslim edip onun şerrini hem kendisinden, hem de diğer insanlardan menettiği gibi. . . Kalp hastalarının beden hastalarından daha fazla olmaları üç illetten ileri gelir:

Birincisi; hasta kimse, hasta olduğunu bilmez.

İkincisi; onun neticesi bu âlemde (gözle) görülmez. Fakat beden hastalığı böyle değildir. Onun sonucu gözle görülen bir ölümdür. Tabiat bu ölümden ürker. Ölümden sonraki durum güzel görülmemektedir. Günahların sonu kalbin ölümüdür! Bu ise, bu âlemde görülmez.

Bunun için günah işleyen bildiği halde yine de günahlardan ürkmez. Bu sırra binaen günahkârın kalp hastalığında Allah'ın faziletine yaslandığını, bedenin hastalığını tedavi etmekte, hiçbir şeye yaslanmadan var kuvvetiyle gayret sarfettiğini görürsün.

Üçüncüsü ki müzmin bir hastalıktır doktorun olmamasıdır; zira doktorlar âlimlerdir.

Şu asırda âlimler şiddetli bir hastalığa tutulmuşlardır! Kendi hastalıklarını tedavi etmekten aciz kalmışlardır. Hastalığın umumî olması onlar için bir teselli olmuştur.

Böylece eksikleri ortaya çıkmaz. Bundan dolayı onlar halkı dalâlete götürmeye ve halkın hastalığını artıran şeyleri halka işaret etmeye mecbur oldular; zira helâk edici hastalık, dünya sevgisidir. Oysa bu hastalık doktorlara (âlimlere) galip gelmiştir! Onlar artık halkı bundan sakındırmaya güç yetirememektedirler. Kendilerine 'Size ne oluyor ki ilâcı (ve tedaviyi) emrediyor, nefislerinizi unutuyorsunuz' denmesinden çekinerek bunu yapmamaktadırlar! Bu sebepten ötürü hastalık halk arasında umumîleşti, veba büyüdü, tedavinin sonu kesildi. Doktorların (âlimlerin) olmamasından dolayı halk helâk oldu. Aksine (âlimler) doktorlar idlal etmenin (saptırmanın) ilimlerini elde etmekle meşguldürler. Keşke onlar, konuşmayıp susmuş olsaydılar. Çünkü onlar konuştukları zaman, ancak halk tabakasını tergib eden ve halkın kalbini kendilerine celbeden noktalarla ilgilenirler. Onlar bu hedefe ancak ümit vermek, ümidin sebeplerini korku sebeplerinden daha galip göstermek, rahmetin delillerini zikretmekle varabilirler. Zira bunları zikretmek kulaklara daha hoş ve tabiatlara daha hafif gelir.

Böylece halk, vaaz meclislerinden, günaha cüretkârlık yapmayı. Allah'ın faziletine fazlasıyla güvenmeyi öğrenerek dağılırlar. Ne zaman doktor cahil veya hain olursa, tedavi ile helâk eder. Çünkü ilâcı yerinde kullanmaz. Bu bakımdan ümit ve korku iki ilâçtırlar.

Fakat bu iki ilâç, illetleri zıd olan iki şahıs içindirler. Korkudan ötürü, dünyayı tamamen terkeden, nefsine gücü yetmeyeceği şeyleri yükleyen ve nefsini tamamen daraltacak derecede korku kendisine galip gelen bir kimseye ümit vermek gerekir. Çünkü o korku ancak bununla kırılır, itidale dönebilir.

Böylece günahlarda ısrar edip tevbe etmek isteyen fakat ümitsizliğe ve daha önce yapmış olduğu günahlarını büyük saymaktan dolayı ye'se kapılıp tevbeden uzak duran bir kimse de ümitle tedavi edilir ki tevbe'ııin kabulü hususunda ümitvar olup tevbe etsin!

Ümidin sebeplerini zikretmeden önce, günahlara alabildiğine dalan ahmaklığın tedavisine gelince, bu tedavi şifayı talep etmek gayesiyle fazlasıyla bal alıp tansiyonu yükselen bir kimsenin durumuna benzer. Bu, cahil ve ahmakların âdetidir, Madem ki durum budur, o halde doktorların fesadı (hastalığı) asla tedavi kabul etmeyen müzmin ve öldürücü bir hastalıktır.

Soru: Vaizin halkla beraber vaazda tâkib edeceği yolun ne olduğunu zikreder misiniz?

Cevap: Bu, oldukça uzar. Bunu saymak mümkün değildir. Evet! Israrın düğümünü çözmekte ve halkı günahları terketmeye teşvik etmekte fayda veren şeylere işaret edelim. Bunlar dört şeydir:

1) Günahkârları korkutan Kur'ân ayetlerini, hadîslerde ve eserlerde vârid olup inzâr edici rivâyetleri zikretmektir.

Hiçbir gün ve hiçbir gece yoktur ki iki melek, dört sesle, bir birlerine cevap vermesin. Onlardan biri der ki: 'Ah ne olurdu, keşke bu halk yaratılmasaydı!' Diğeri 'Ah ne olurdu, keşke bu halk yaratıldıkları zaman niçin yaratıldıklarını bilmiş olsaydılar'. Başkası der ki: 'Ah, ne olurdu, keşke onlar ne için yaratıldıklarını bilmediklerinde bâri bildikleriyle amel etmişlerdir.

Hadîs bazı rivâyetlerde şöyledir: 'Keşke onlar bir arada otursaydılar. Bildiklerini müzakere etseydiler Diğeri der ki: 'Ah, ne olurdu, keşke onlar bildikleriyle amel etmedikleri için bari amel ettiklerinden tevbe etseydiler'. 79

Seleften biri şöyle der: "Kul günah işlediği zaman, sağ tarafındaki meleği, sol taraftaki meleğin âmiri olduğu için ona şöyle emreder: 'Altı saat o günahı yazma!' Eğer tevbe eder, istiğfarda bulunursa o günah defterine yazılmaz. Eğer istiğfar etmezse, altı saatten sonra, o günahı yazar".

Yine seleften bir zat şöyle demiştir: Kul günah işlediği zaman üzerinde bulunduğu yer kendisini yutmak hususunda izin ister! Üstünde bulunan semâ parçalanıp üzerine düşmek hususunda izin ister! Allahü teâlâ yer ve göğe der ki: 'Benim kulumdan uzak durunuz! Ona mühlet veriniz! Zira onu siz yaratmış değilsiniz. Eğer siz onu yaratmış olsaydınız muhakkak ona şefkat gösterirdiniz. Kulumun bana dönüş yapması umulur, o zaman ben de onu bağışlarım. Umulur ki kulum, yaptığı günahın yerine sâlih bir amel işler, ben de o kötülüğü iyiliklere tebdil ederim'.

Andolsun ki zeval bulurlarsa onları O'ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O halîmdir azap için acele etmez! Çok bağışlayıcıdır. (Fâtır/41)

Mühür, arşın ayaklarından birine (veya ayağına) asılıdır. Allah'ın yasakları, ihlâl edildiği, haramları helâl sayıldığı zaman, Allah o mührü gönderir, kalplerin içindeki şeylerle beraber kalpleri onunla mühürler. 80

Kalp, açık bir el gibidir. Ne zaman kul bir günah işlerse bir parmak kapanır. Bütün parmaklar kapanmcaya kadar kalbin açıklığı devam eder, Bütün parmaklar kapandığında kalp kapanır. İşte mühür bunun ta kendisidir. 81

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Kul ile Allah arasında günahlardan malûm bir hudûd vardır. Kül o hududa vardığı zaman, Allah onun kalbini mühürler. Ondan sonra da onu hayra muvaffak etmez'.

Tevbe edenlerin övülmesi ve günahkârların kötülenmesi hususunda sayılmayacak kadar hadîs ve eser vârid olmuştur. Bu bakımdan vâiz bir kimse, eğer Hazret-i Peygamberin vârisi ise, bu haber ve eserlerden çokça zikretmesi uygundur. Zira Hazret-i Peygamber, miras olarak altın ve gümüş bırakmamıştır. Ancak geride ilim ve hikmet bırakmıştır. Her âlim, isabet ettiği kadar, o terekeden nasibini almıştır.

2) Peygamberlerin ve selef-i salihînin hikâyelerinin ve günahlarından82 dolayı başından geçen maceraların halkın kalbine şiddetli tesir edip fayda verecekleri güneşten daha barizdir. Âdem'in (aleyhisselâm) isyanmdaki durumları ve cennetten atılması gibi. . . Hatta rivâyet ediliyor ki Âdem (aleyhisselâm) yasak ağaçtan yediği zaman, onun bedeninden cennet zînetleri uçtular. Avret yerleri göründü. Bu bakımdan başındaki mücevherlerle süslenmiş taç ve cevherler utanarak başından uçmadılar. Cebrâil (aleyhisselâm) yanına gelerek başından tacı aldı. Mikâil de alnından cevherleri çözdü. Arşın üstünden ona şöyle seslenildi: 'Benim komşuluğumdan inin! Zira bana isyan eden bana komşuluk yapamaz'

Râvî der ki: Âdem (aleyhisselâm) ağlayarak Havva'ya baktı ve şöyle dedi: 'İşte günahın ilk uğursuzluğu bizi Allah'ın komşuluğundan çıkarmasıdır!'

Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Süleymân83 (aleyhisselâm) evindeki kadınlardan birinin isteği üzerine yaptırdığı babasının resmine, bu kadın kırk gün gizli olarak ibadet ettiği ve Hazret-i Süleymân buna sebebiyet verdiği için azarlanmıştır.

Diğer bir rivâyette; Cerad isminde sevdiği bir kadın, bir davanın kendi akrabaları lehine karara bağlanmasını istedi. Hazret-i Süleymân söz verdi, fakat öyle hüküm vermedi. Diğer bir rivâyette de 'Bu kadının babasının lehine hüküm vermeyi içinden geçirmişti' şeklindedir. İşte bu sebepten ötürü cezaya uğradı, kırk gün saltanattan uzaklaştırıldı. El açar dilenirdi, fakat kimse kendisine birşey vermezdi. Ben Süleymanım, beni doyurun' dediği zaman kendisini dövüp kovarlardı. Yine bir gün, bir hanımının evinden yemek istedi. Hanımı onu kovdu ve onun yüzüne tükürdü. Bir rivâyette de ihtiyar bir kadın sidik dolu bir testiyi çıkanıp onun başına döktü. Bu durumlar devam etti. Sonunda Allahü teâlâ, Süleyman'ın mühürünü balığın karnından çıkardı. Cezanın kırk günü bittikten sonra mührü parmağına geçirdi. 84 Yüzüğü parmağına geçirir geçirmez, kuşlar gelip başında gölge yaptılar. Cinler, şeytanlar ve vahşîler gelip etrafında toplandılar. Kendisine karşı suç işleyenlerden bazıları kendisinden özür dilediler. O da 'Daha önce yaptığınızdan dolayı sizi kınamam. Şimdiki özür dileyişinizden dolayı da sizi övmem. Bu bir emirdir. Gökten geldi muhakkak olacaktır!' dedi.

İsrâiliyat'ta şöyle rivâyet ediliyor: Adamın biri başka bir beldeden bir kadınla evlendi ve onu getirmesi için kölesini gönderdi. Kadın yolda köleye zina teklifinde bulundu ve ısrar etti. Köle ise kadınla mücadele edip korundu. Bunun üzerine Allahü teâlâ, o köleyi, takvasının bereketinden ötürü İsrâiloğulları'na peygamber yaptı.

Hazret-i Mûsa Hızır'a 'Allah seni gayb ilmine ne ile muttali kıldı?' diye sordu. Hızır da 'Allah için günahları terketmekle. . . ' karşılığını verdi.

Rivâyet ediliyor ki bir gün rüzgâr, Hazret-i Süleymân'ı gitmek istediği yere götürüyordu. Bu sırada Hazret-i Süleymân (aleyhisselâm) yeni gömleğine bakıp onu beğenir gibi oldu. Bunun üzerine rüzgâr derhal Hazret-i Süleymân'ı yere bıraktı! Hazret-i Süleymân 'Niçin böyle yaptın? Ben sana beni bırakmanı emretmedim ki' deyince rüzgâr 'Biz ancak Allah'a itaat ettiğin sürece sana itaat ederiz!' karşılığını verdi.

Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ, Hazret-i Yakub'a (aleyhisselâm) vahiy göndererek 'Seni evladın Yûsuf tan niçin ayırdığımı biliyor musun?' diye sordu. Hazret-i Yakub 'Hayır, bilmiyorum!' dedi. Allahü teâlâ "Senin, Yûsuf un kardeşlerine 'Sizin gâfil olduğunuz bir sırada kurdun gelip onu yemesinden korkuyorum' deyişinden dolayı aranıza bu ayrılığı soktum. Kurdun gelip onu yemesinden korktun da benden ümidini kestin. Neden kardeşlerinin gafletine bakıp da benim onu koruyamayacağımı düşündün? Peki Yûsuf u sana niçin tekrar bahşettin: biliyor musun?" buyurdu. Yakub 'Hayır!' deyince Allahü teâlâ şöyle buyurdu; Çünkü sen rica ettin ve şunları söyledin:

Umulur ki Allah onların hepsini bana getirir! (Yûsuf/83)

Ey oğullarım!* Gidin de Yûsuf ve kardeşinden, iyice araştırarak (haber getirin) ! Allah'ın lûtfundan ümidinizi kesmeyin! (Yûsuf/87)

Allahü teâlâ, Yusufun (aleyhisselâm) Mısır melikinin adamına (hapishane arkadaşına) söylediği "Beni efendinin (kralın) yanında an (suçsuzluğumu ona hatırlat!) " sözlerine karşılık şöyle buyurmuştur: Şeytan Yûsuf a Rabb'inin zikrini unutturdu da bundan dolayı zindanda birkaç sene durdu. (Yûsuf/42)

Bu gibi hikâyeler sayılamayacak kadar çoktur. Kur'ân ve hadîsler bu hikâyeleri laf olsun diye zikretmemiştir. Bilakis bu hikâyelerden gaye insanların ibret almaları ve hakikatleri görmeleridir ki peygamberlerin küçük günahlarının (zellelerinin) bile bağışlanmadığını bilsinler! Bu durumda peygamber olmayanların büyük günahlarından nasıl vazgeçilir? Evet peygamberlerin saadeti, işledikleri küçük günahlara karşılığını bu dünyada görmelerinde ve cezaların âhirette tehir edilmemesindedir. Şakî kimselere gelince, Allahü teâlâ günahları daha da artsın diye, bunlara mühlet vermekte; âhiret azabı daha şiddetli ve daha büyük olduğundan onların azaplarını tehir etmektedir. Buna benzer sözlerin, hikâyelerin günahta ısrar edenlerin kulağına çokça gelmesi gereklidir; zira Allah'ın izniyle bunlar, insanları tevbeye teşvik ettiğinden çok faydalıdır.

3) İnsanların zihinlerinde günahlarının cezasının bu dünyada derhal verileceği fikrinin ve 'Kulun başına gelen musibetler suçları yüzündendir' kanaatinin yerleşmesidir. Nice kul vardır ki âhirette verilecek cezalara pek aldırmaz; cehaletinin çokluğundan dolayı Allah'ın bu dünyada vereceği cezalardan daha fazla korkar. Bu bakımdan böyle bir kulun bu şekilde korkutulması daha uygundur.

Davud ve Süleyman (aleyhisselâm) kıssasında olduğu gibi, çoğu zaman günahların cezası bu dünyada hemen verilir. Hatta günahlarından ötürü bazen kulun rızkı bile daralır. Halk arasındaki mertebesi düşer. Düşmanları kendisine galip gelir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kul (bazen) , işlediği günahtan dolayı rızıktan mahrum olur. 85

İbn Mes'ûd da 'Zannediyorum kul, işlediği günahtan dolayı ilmi unutur!' demiştir. İbn Mes'ûd'un bu sözü, şu hadîs-i şerifin mânâsındadır:

"Bir günah işleyen kimseden, bir daha geri dönmemek üzere bir akıl (ilim) ayrılır. 86

Seleften bir zat şöyle buyurmuştur: 'Lânet yüzde görülen bir siyahlık ve malda görülen bir eksiklik değildir. Lânet ancak bir günahtan çıkmadan, benzeri veya daha şerli bir günaha girmektir!'

Selefin bu sözleri çok doğrudur. Çünkü lânet, (ilahî rahmetten) kovulmak ve uzaklaştırılmaktır. Bu bakımdan hayra muvaffak olamayan ve kolayca kötülük yapabilen kimse ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış demektir. Tevfîk rızkından mahrum olmak, mahrumiyetin en büyüğüdür. Her günah insanı başka bir günaha davet eder ve böylece günahlar katmerleşir. Bu bakımdan kul işlediği günahtan dolayı günahları hor gören, âlimlerin ve salihlerin mecli sinden ibaret olan faydalı rızkından da mahrum olur. Hatta sâlih kimselerin de buğzetmeleri için Allahü teâlâ böyle kimselere buğzeder.

Ariflerden biri çamurlu bir yolda, elbiselerini toplayıp ayağının kaymasından sakınarak yürüyordu. Bu durum, ayağı kayıp düşünceye kadar devam etti. Düştükten sonra artık korunmaya gerek görmeksizin gelişi güzel yürümeye başladı. Bir yandan da ağlayarak şöyle diyordu: 'Benim bu düşüşüm, kulun hâline benzer. Şöyle ki: Kul, durmadan günahlardan sakınır ve uzaklaşır. Ancak bir veya iki günah işleyince, artık alabildiğine günahlara dalar'.

Bu söz, günahın cezasının, insanı başka bir günaha çekmek suretiyle daha bu dünyada iken verildiğine işarettir. Bu sırra binaendir ki Fudayl b. Iyâz şöyle demiştir: 'Senin zamanın bozulduğundan ve arkadaşlarının katılaşmasından duyduğun sıkıntılar, sana günahların tarafından miras bırakılmıştır'.

Bir zât şöyle buyurmuştur: 'Ben merkebimin huysuzluğunda bile günahımın cezasını görürüm'.

Bir başkası da şöyle demiştir: 'Ben günahımın cezasını evimin farelerinde bile görürüm'.

Şam sûfîlerinden biri şöyle anlatıyor: "Bir gün güzel yüzlü bir hristiyan çocuğu gördüm. Durup ona hayranlıkla bakmaya başladım. O sırada Dimeşkli İbn Celâ yanıma gelerek elimden tuttu. Bunun üzerine utanarak 'Ey Ebû Abdullah! Sübhanallah! Ben bu güzel yüze, bu ince sanata hayran oldum. Bunun ateş için yaratılmış oluşuna şaşıyorum' dedim. Bu sözlerim üzerine İbn Celâ elimi sıktı ve 'Bunun cezasını bir zaman sonra muhakkak göreceksin!' dedi. Gerçekten de otuz sene sonra bunun cezasınaçarpıldım!"

Ebû Süleyman ed-Dârânî 'İhtilâm olmak bir cezadır' buyurmuştur. Bir keresinde de 'İnsan, cemaat namazını, ancak işlemiş olduğu bir günahtan dolayı kaçırır' demiştir.

Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

Zamanınızdan inkâr ettiğiniz (hoşunuza gitmeyen) şeyler, muhakkak ifsâd ettiğiniz (bozduğunuz) amellerinizden ötürü meydana gelmiştir. 87

Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:

Şehvetini benim taatime tercih eden kuluma vereceğim cezaların en küçüğü, onu münacaatımın lezzetinden mahrum etmekliğimdir!88

Ebû Amr b. Ulvan, uzun bir kıssada şöyle anlatır:

"Bir gün ayakta namaz kılıyordum. Aniden kalbimde bir arzu uyandı. Bunu uzun uzadıya düşünürken sonunda şehvetim kabardı. Bundan dolayı yere düştüm: Bütün bedenim simsiyah kesildi. Bu olay üzerine üç gün dışarı çıkmadım. Bu arada giderebilmek için sabunla yıkandığım halde siyahlık gittikçe artıyordu. Bu durum üç günden sonra kayboldu. O sırada Rikka'da (Irak'ta bir yerdir) oturuyordum. Bir gün, beni yanına çağıran Cüneyd-i Bağdadî'ye gittim. Oraya vardığım zaman Cüneyd bana 'Allah'tan korkmadm mı? O'nun huzurunda dimdik durduğun halde nefsine bir şehvet koydun. Öyle ki bu şehvet seni istilâ edip Allah'ın huzurundan çıkardı. Eğer ben senin için Allah'a yalvarmasaydım, sana vekâleten tevbe etmeseydim sen Allah'a o siyahlıkla kavuşacaktın!' dedi. Ben Rikka'da, Cüneyd de Bağdad'da olduğumuz halde benim bu durumumu nasıl bildiğine hayret ettim. (Ona bu durumu bildiren Allah'dır) ".

Biliniz ki kul, herhangi bir günah işlediğinde kalbinin yüzü siyahlaşır. Eğer günah işleyen, said bir kimse ise, günahtan sakınsın diye, bu siyahlık bedeninin zahirinde de görünür. Yok eğer şakî ise, günahlara daha fazla dalsın ve ateşe müstehak olsun diye bu siyahlık kendisinden gizlenir. Günahların bu dünyada fakirlik, hastalık ve benzerleri gibi âfetlere yol açtığı hakkında gelen haberler pek çoktur.

Günahın dünyadaki cezalarından biri de kişinin günahı işledikten sonra onun sıfatını kazanmasıdır. Kişi neye mübtelâ olursa, o şey kendisi için ceza olur. Bahtsızlığının (şekâvet) katmerleşmesi için rızkın güzelinden mahrum olur. Eğer kendisine bu durumda bir nimet verilirse bu bir istidrâc (kandırma ve oyalama) olur. Dahası nankörlüğünden dolayı, cezaya çarptırılması için fikrin güzelinden mahrum olur.

İtaatkâr (mutî) kimselere gelince; böylelerinin her nimetin şükrünü edâ edebilmesi başına gelen her belânın günahlarının keffareti olması ve derecelerini yükseltmesi, taatinin mükâfaatı bereketidir.

4) Hased, kibir, gıybet, cana kıyma, hırsızlık, zina ve içki gibi günahların herbiri için gelen cezaları ayrı ayrı anlatmaktır. Bütün bunlar hep birlikte söylenmesi mümkün olmayan şeylerdendir. Ehil olmayan bir kimseye bu şekilde söylemek, ilacı, yara olmayan bir yere sürmek gibi olur. Alim kişinin hâzık bir doktor gibi olması gerekir. Önce nabız yoklamak, tansiyon ölçmek ve hareketlerin yönlerini öğrenmek suretiyle içteki hastalıkları keşfetmeli; ilaçlarıyla sonra uğraşmalıdır. Bu bakımdan âlim önce görünen hallerin karîneleriyle gizli sıfatların neler olduğunu tesbit eder; sonra Hazret-i Peygambere uyarak vâkıf olduğu şeylerden bahseder.

Nitekim Hazret-i Peygamber 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana kısa bir tavsiyede bulun' diyen bir kimseye 'Öfkelenme!'89 buyurmuştur.

'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana tavsiyede bulun!' diyen bir başkasına da şunları söylemiştir: 'Halkın elindeki servetlerden ümidini kes; onlara göz dikme! Çünkü asıl zenginlik budur. Tamahkârlıktan sakın! Çünkü bu hazır bir fakirliktir. Namazlarını sanki dünyaya vedâ ediyormuşun gibi kıl! Sonunda özür dilemek zorunda kalacağın fiillerden sakın'. 90

Muhammed b. Vâsi de 'Bana tavsiye de bulun!' diyen birine 'Dünya ve âhirette padişah olmaya çalış!' dedi. Adamın 'Bunu nasıl becerebilirim? demesi üzerine de 'Dünyada zâhidlik eteğine yapış!' buyurdu.

Hazret-i Peygamber tavsiye isteyen ilk kişide öfke belirtileri gördüğü için onu öfkeden menetmiştir. İkinci kişide ise halkın elindekilere göz dikme ve uzun emel besleme belirtileri görmüştür. Muhammed b. Vâsi de kendisinden tavsiye isteyen kişide dünyaya harislik alâmetleri görmüştü.

Muaz 'Bana tavsiyede bulun!' diyen bir kişiye 'Sen şefkatli ol ki ben de senin için cennete kefil olayım!' dedi. Muaz bu kişide katılık ve merhametsizlik eserleri sezdiğinden böyle söylemiştir.

Bir kişi İbrahim b. Edhem'e 'Bana tavsiyede bulun!' dedi. Bunun üzerine İbrahim ona şunları söyledi: 'Halktan sakın! Bununla birlikte onların arkadaşlığına yapış; zira bu senin için gereklidir. Halk halktır; ancak bütün halk olgun değildir. Halk gitmiş Nesnas (bir deniz hayvanı veya bir ayaklı insan veya ye'cûc ve me'cûc demektir) kalmıştır; yani azizler gitmiş, reziller kalmıştır. Ben onları halk olarak görmüyorum. Bilakis onlar ümitsizlik denizine dalmışlardır. '

İbrahim, bu kişi için halkın arasına girmeyi (ihtilât) doğru bulmamış ve onun haline galip olan durumu dile getirmiştir; zaten bu kişi çoğu zaman halktan eziyyet görürdü. (Bu kişinin halkla kaynaşmasını, halkın şerrinden korunsun veya halk onun şerrinden korunsun diye menetmiştir. ) Soranın haline ve seviyesine göre konuşmak, ona cevap verenin kendi haline ve seviyesine göre konuşmasından daha evlâdır.

Muâviye, Aişe validemize mektup yazarak 'Bana tavsiye ve nasihat içeren bir mektup yaz. Hiç çekinmeden, istediğini yaz!' dedi. Aişe validemiz de bu isteğe binaen ona şöyle yazdı:

Âişe'den Muaviye'ye! Selâm sana! Ben, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu işittim:

Allahü teâlâ halkı kızdırmayı göze almak suretiyle rızasına olan kimseyi halka muhtaç etmez. Kim de halkı razı edebilmek için Allah'ın kızmasını göze alırsa, Allah onu halka havale eder. Vesselâm!

Hazret-i Âişe'nin bu ince anlayışına dikkat edildiğinde onun, idarecilerin içerisinde kıvranmakta oldukları âfeti nasıl dile getirmiş olduğu anlaşılır. Bu âfet de halkı gözetmek ve onların rızasını talep etmektir!

Aişe validemiz, başka bir keresinde de Muâviye'ye şöyle yazdı:

Allah'tan kork! Muhakkak ki sen kendisinden korktuğunda Allah seni halktan korur. Halktan korktuğunda ise onlar seni Allah'tan gelecek hiçbir şeyden koruyamazlar. Vesselâm!

Madem ki durum budur; o halde her nasihatçi, gayretini gizli sıfatları anlamaya, asıl halleri öğrenmeye sarfetmelidir ki önemsizleri bırakıp önemli olan ile meşgul olsun. Çünkü herkese şeriatın bütün mev'izelerini anlatmak mümkün değildir. Kişinin, karşısındakinin ilgilenmediği ve onun durumuna uygun olmayan bir mevzu hakkında meşgul olması, zamanını zayi etmesinden başka birşey değildir.

Soru: Bir cemiyette konuşan veya halinin iç yüzüne vâkıf olmadığı bir kimseye vaaz etme durumunda kalan vâiz ne yapacaktır?

Cevap: Böyle bir durumda vaizin takip edeceği yol, bütün halkın ya genel olarak veya en fazla ortaklaşa muhtaç oldukları mevzuda vaaz etmesidir; zira şer'î ilimler gıda ve deva diye iki kısma ayrılır. Gıdalar, bütün halk içindir. Devalar ise, sadece hastalık sahipleri içindir. Buna misal olarak şu eseri gösterebiliriz: Adamın biri, Ebû Said el-Hudrî'ye 'Bana tavsiyede bulun!' diye rica etti. Ebû Said de 'Allah'ın takvasına yapış; çünkü bu her hayrın başıdır. Cihaddan ayrılma; çünkü cihad İslâm'ın ruhbanlığıdır. Kur'ân oku; çünkü o senin için, yeryüzü sakinleri arasında bir nur, gökyüzü sakinleri arasında ise zikirdir. Hayır hariç, susmayı tercih et; zira bu şekilde şeytanı mağlup edersin!' dedi.

Bir kişi Hasan-ı Basrî'ye 'Bana tavsiyede bulun!' dedi. Hasan-ı Basrî de 'Allah'ın emrini aziz et ki Allah da seni aziz etsin!' buyurdu.

Lokmân Hakîm oğluna şöyle nasihatta bulundu: 'Ey oğul! Dizlerini âlimlerin dizlerine yapıştır. (Âlimlerin dizlerinin dibinden, meclisinden ayrılma!) Onlarla mücadele etme ki sana buğzetmesinler. Dünyadan nasibini unutma! Kazancının fazlasını âhiretin için sarfet. Dünyayı tamamen terketme ki başkasının eline bakmış ve boynuna yük olmuş olmayasm! Oruç tuttuğun zaman namazına zarar verecek şekilde değil şehvetini kıracak şekilde tut! (Zayıf düşmene sebep olacak orucu tutma!) Muhakkak ki namaz, oruçtan daha faziletlidir. Ahmaklarla oturma. İki yüzlülerle arkadaşlık yapma!'

Lokmân Hakîm oğluna, şunları da söyledi: 'Ey oğul! Gereksiz yerde gülme! İhtiyatla yürü! Seni ilgilendirmeyen şeyin peşine düşme! Başkasının malını korumak için, kendi malını zayi etme! Muhakkak ki senin asıl malın âhiretin için önden gönderdiğindir. Arkada bıraktıkların ise başkalarının malıdır. Kim merhamet ederse ona merhamet edilir; kisusarsa, o selâmette kalır; kim hayır söylerse ganimet sahibi olur; kim kötü söz söylerse günahkâr olur; kim de diline hâkim olmazsa pişman olur'.

Bir kişi Ebû Hâzım'a 'Bana tavsiyede bulun!' dedi. Ebû Hâzım91 da 'Ölüm geldiğinde senin için ganimet olacağını bildiğin şeyleri yap. Yine ölüm geldiğinde başına belâ olacağını bildiğin şeylerden de kaçın!' buyurdu.

Musa (aleyhisselâm) Hızır (aleyhisselâm) 'a 'Bana tavsiyede bulun!' dedi. O da şunları söyledi: 'Güler yüzlü ol! Öfkeli olma! Fayda verici ol; zarar verici olma. Mücadeleden kaçın! İhtiyacın olmadığında yürüme. Hayret verici bir hareket olmaksızın boş yere gülme. Yanılanları, yanılgılarından dolayı ayıplama! Ey İmrân'ın oğlu! Hatalarından dolayı ağla!'

Muhammed b. Kerram92 'Bana nasihatta bulun!' diye rica eden birisine şunları söyledi: 'Hiç olmazsa nefsinin rızası için çalıştığın kadar yaradanın rızası için de çalış.

Bir kişi Hâmid el-Leffâf a 'Bana tavsiyede bulun!' dedi. Hamid de 'Dinin için, Kur'ân'ın kılıfı gibi bir kılıf yap ki âfetler onu kirletmesin' buyurdu. Adamın 'Dinin kılıfı nedir?' diye sorması üzerine de 'Zarurî miktarı hariç, dünya isteğini; mecburî olanı hariç çokça konuşmayı; gerekli olan hariç, halkla ihtilât etmeyi (insanlar arasına girmeyi) terketmektir' dedi.

Hasan-ı Basrî, Ömer b. Abdülaziz'e şöyle yazdı:

Allah seni neyle korkutmuş ise ondan kork! Neden sakındırmış ise ondan da sakın. Elindeki servetten önündeki yolculuk için kendine azık edin. Ölüm anında sana kesin haber gelecektir. Vesselâm!

Ömer b. Abdülaziz, Hasan-ı Basrî'ye bir mektup yazarak kendisine nasihat etmesini istedi. Bunun üzerine Hasan, ona şu mektubu yazdı.

Muhakkak ki önünde çok büyük korkular ve ürkütücü şeyler vardır. Bunları görmen kaçınılmazdır. Sonunda da ya kurtuluşa ereceksin veya helâk olacaksın. Bil ki nefsini hesaba çeken kâr; ondan gâfil olansa zarar eder. Neticeleri (akıbetini) düşünen kurtulur, hevasına itaat eden dalâlete düşer; hilm gösteren de ganimet sahibi olur. Korkan kimse emin olur. Emin olan kimse ibret alır; ibret alan kimsenin (basîret) gözü açılır; gözü açılan anlar; anlayansa bilir. Kaydığın zaman dönüş yap. Pişman olduğunda günahtan el çek! Bilmediğin zaman sor! Öfkelendiğinde nefsine hâkim ol!

Mutarrıf b. Abdillah, ömer bin Abdülaziz'e şöyle yazdı:

Muhakkak ki dünya ceza evidir. Dünya için ancak aklı olmayan kimseler servet edinir. İlmi olmayan dünyaya aldanır. Bu bakımdan ey mü'minlerin emîri! Sen bu dünyada, yarasını tedavi eden ve hastalığın kötü neticesinden korktuğundan dolayı ilacın acılığına katlanan kimse gibi ol!

İtiraz: Bu durumda her iş imana dönüşmüş (bağlanmış) olmaktadır. Çünkü günahı terketmek, ancak sabretmekle mümkün olur. Sabretmek, korkunun marifetiyle (yardımıyla) ; korku da ancak ilimle olur. İlim ise ancak günahların zararının büyüklüğünü tasdikle olur. Günahların zararının büyüklüğünü tasdik etmek de Allahü teâlâ’nın ve Hazret-i Peygamberin tasdiki demektir. Bu ise imandır. Böylece günahta ısrar eden kimse Mü'min olmadığından dolayı ısrar etmiş gibi olmaktadır!

Cevap: Günahta ısrar etmek îmanın yokluğundan değil, bilakis îmanın zayıflığından ileri gelir; zira her Mü'min günahın, Allah'tan uzaklaşmaya ve âhirette ceza görmeye sebep olduğunu bilir. Müzminin günaha girmesinin ise birçok sebebi vardır ki bunlardan biri va'dedilen cezanın gaib olup hâzır (gözönünde) olmamasıdır. Nefis ise, hâzırdan etkilenecek şekilde yaratılmıştır. Bu bakımdan nefsin va'dedilenle etkilenmesi, hâzır ile etkilenmesine oranla zayıftır. İkincisi, insanı günahlara teşvik eden şehvetler, zatından dolayı derhal yapılır; çünkü şehvetler şu anda hâzır olup insanın gırtlağına yapışmış; âdet ve ülfiyet (alışkanlık) sebebiyle kuvvet bularak onu istilâ etmiştir. Âdet beşinci bir tabiattır.

Geleceğin korkusuyla hâzırdan (şu anda elde bulunandan) ayrılmak, nefse çok ağır gelir.

Hayır! Hayır! Doğrusu siz peşin'i (çabuk geçen şu dünya zevklerini) seviyorsunuz. da âhireti bırakıyorsunuz! (Kıyâmet/20-21)

Fakat siz şu dünya hayatını (âhirete) tercih ediyorsunuz. (A'lâ/16)

Cennet mekruhlarla (zorluklarla) ; ateş (cehennem) ise şehvetlerle ve nefsin hoşuna giden şeylerle çevrilmiştir. 93

Allahü teâlâ cehennemi yarattığında Cebrâîl'e 'Git cehenneme bak!' buyurdu. Cebrâîl cehenneme baktıktan sonra İzzetine yemin ederim ki cehennemi işiten hiç kimse buraya girmez!' dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, cehennemi şehvetlerle (nefislerin istekleriyle) çepeçevre donattı. Sonra Cebrâîl'e 'Git! Cehenneme bir daha bak!' emrini verdi. Cehenneme ikinci kez bakan Cebrâîl İzzetine yemin olsun ki ben hiç kimse kalmaksızın herkesin buraya girmesinden korkarım' dedi. Allah cenneti yarattı ve Cebrâîl'e 'Git cennete bak!' emrini verdi. Cebrâîl oraya baktıktan sonra 'İzzetine yemin ederim ki cenneti işiten herkes buraya girecektir' dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, cenneti mekruhlarla (zorluklarla) sardı. Sonra Cebrâîl'e 'Git, cennete bir kere daha bak!' emrini verdi. Cebrâîl, bu ikinci bakışından sonra İzzetine yemin olsun ki ben hiç kimsenin cennete girmeyeceğinden korkarım' dedi.

Demek ki şehvetin hâzırda ve boğucu olması ile cezanın ertelenmesi ve daha sonra gelecek olması İnsan oğlunun, îman aslının varlığıyla birlikte, günahlara alabildiğine dalmasının iki açık sebebidir. Bu şuna benzer: Hastalığı sırasında çok susadığından dolayı, kar suyu içen herkes, tip ilminin esasını inkar etmediği gibi bu suyun kendisine zarar vermediğini iddia ediyor da değildir. Fakat şehveti galebe çalmış, sabrın elemi de o anda yakasına yapışmış olduğundan gelecek (sonraki) elem ona kolay görünmektedir.

Üçüncüsü, hiçbir günahkâr Mü'min yoktur ki çoğu durumda tevbe etmeye azimli bulunmasın veya günahlarını sevaplarla gidermeye taraftar olmasın. Öte yandan Allah tarafından da günahın tevbe ile telâfi edileceği kendisine va'dedilmiştir. Ancak çoğu zaman, emelin uzunluğu (uzun yaşama arzusu) tabiatlara galip gelir ve kişi durmadan tevbe gerektiren işler yapar; tevbe ümidi olduğundan çoğu zaman imanla beraber günaha yönelir!

Dördüncüsü, yakîn sahibi hiçbir Mü'min yoktur ki günahların, affı mümkün olmayan bir cezayı gerektirmediğine inanmasın. Yakîn sahibi Mü'min, bir taraftan günah işler, öbür taraftan da Allah'ın fazlına dayanarak af bekler. İşte bunlar, îman aslının devamıyla birlikte günahlarda ısrara yol açan dört sebeptir.

Evet! Günahkâr bazen de îmanın esasına zarar veren beşinci bir sebeple günah işler. Bu sebep de kişinin peygamberlerin doğruluğunda şüpheye düşmesidir. Bu ise küfrün ta kendisidir. Bu durum tıpkı şu hastanın hâline benzer: Kendisini bir yiyecekten sakındıran doktorun tıbbı bilen bir âlim olmadığına inanıp onu yalanlayan veya hakkında şüpheye düşen hasta, doktorun bu tavsiyesini önemsemez ve buna aldırış etmez. Bu ise, küfrün (inkârın) ta kendisidir!

Soru: Peki bu beş sebebin ilacı nedir?

Cevap ki: Bunların ilacı, düşüncedir. Şöyle ki: Azabın tehirinden ve daha sonra gelecek oluşundan ibaret olan birinci sebepte kişi nefsine 'Her gelen gelecektir. Bekleyen için yarın yakındır. Muhakkak ki ölüm herkese, ayakkabı bağından daha yakındır.

Unutma ki kıyâmet yakındır', fikrini yerleştirmelidir. Dahası nefsine şunları da hatırlatmalıdır:

Nefis daima gelecekte olacak dünyevî işlerin korkusuyla yorulmakta; deniz seferlerine çıkıp zahmetler çekmektedir. Hatta kişi hasta olup da bir Hristiyan doktor kendisine 'Soğuk suyun içilmesi zarar vericidir ve seni ölüme sevkedecektir' dese, soğuk su yanında en lezzetli şey olsa bile derhal terkeder. Ölümün elemi ise İnsan oğlu ölümden korkmadığı takdirde bir an meselesidir. İnsan oğlu elbette bir gün dünyadan ayrılacaktır. Acaba sonsuz bahtsızlığa; ezelî ve ebedî yokluğuna oranla dünyadaki varlığı ne kadar zaman tutabilir?

Madem ki durum budur, İnsan oğlu dikkat etmelidir ki bir zimmî (İslâm devletinin himayesinde bulunan gayr-i müslim) ve doktorluğunu mucizelerle isbat edemeyen bir hristiyanın sözüyle, hoşuna giden en lezzetli şeyi terketme hususunda nasıl acele ediyor? Bunları düşünen kimse kendi kendisine 'Mucizelerle teyid edilmiş peygamberlerin sözlerini; doktorluğu mucize ile isbat edilmemiş olan ve doktorluğunun şahidi ancak halk tabakası olan ve nefsini doktorluk iddiasında bulunan bir hristiyanın sözünden daha aşağı telâkki etmek insan aklına nasıl uygun düşebilir? Ateş (cehennem) azabı, katımda, hastalığın azabından nasıl daha hafif gözükebilir? Oysa âhiretin bir günü, dünya zamanıyla elli bin sene kadardır' der. Bu düşünce sayesinde nefse galip gelinebilir ve ona bu lezzet terkettirilebilir. Kişi bu konuda şöyle düşünmelidir: "Madem birkaç günden ibaret olan bir hayatın lezzetini terketmeye gücüm yetmiyor, peki bunu sonsuza dek nasıl terkedeceğim? Sabrın elemini çekmeye bile güç yetiremiyorum, ateşin elemini ; nasıl çekeceğim? Berraklığın bulanıklıkla karıştığı dünya süslerine sabredemiyorum, o halde âhiret nimetlerinin elden çıkmasına nasıl sabredeceğim?"

Tevbe'nin gecikmesine gelince, bu da cehennem ehlinin çoğunun tevbeyi geciktirdiklerinden dolayı feryat ettiklerini düşünmek suretiyle tedavi edilir. Çünkü tevbeyi geciktiren kimse, işini, kendi elinde ve tasarrufunda olmayan bir temel üzerine bina etmiştir ki bu da baki kalma (yarına çıkma) ümididir. İhtimal ki bu kişi ertesi güne çıkmayacaktır. Çıksa bile yarın belki de günahı terketmeye gücü yetmeyecektir! İnsanın bugün tevbe etmesini engelleyen şey şehvetin galebe çalmasından başka ne olabilir? Şehvet ise yarın da insandan ayrılmaz. Bilakis katmerleşir; zira şehvet âdetten ötürü gittikçe kuvvet kazanır. Âdetten ötürü güçlendirilip geliştirilen şehvet, geliştirilmeyen gibi değildir. Bu sırra binaendir ki tevbeyi tehir edenler helâk olmuşlardır. Çünkü onlar benzerler arasında fark bulunduğunu zannetmişlerdir. Günlerin şehvetleri terketmenin zorluğu bakımından birbirlerine benzediğini unutmuşlardır.

Tevbeyi tehir eden kimse bir ağacı kökünden sökmek zorunda olan ve bunun büyük bir zahmetten sonra sökülebileceğini anlayıp da Ben bu ağacı bir sene daha bırakayım. Ondan sonra gelip sökerim!' diyen kimseye benzer.

Oysa bu kişi ağacın, gittikçe kök saldığını ve kendisininse ihtiyarladıkça zayıfladığını çok iyi bilir. Bu bakımdan dünyada bu kimsenin ahmaklığından daha büyük bir ahmaklık tasavvur olunamaz; zira bu kişi kuvvetli olduğu sırada yenemediği zayıf bir şeyi yenmek için başladı kendisinin zayıf düştüğü, onun da kuvvetleneceği bir zamanı beklemeye. . ;

Allah'ın affını beklemekten ibaret olan dördüncü mânâya gelince; bunun tedavisi daha önce geçtiği şekildedir. Bu durumdaki insan, bütün malını infak ederek kendi nefsini ve çoluk- çocuğunu fakir bırakıp da Allahü teâlâ'nm, fazlından kendisine bir hazine göndermesini bekleyen kimse gibidir; zira günahın affının mümkün olması, böyle bir hazine}e rastlamanın mümkün olması gibidir. Yine bu gibi kimseler, memleketinde bulunan zâlimler tarafından yağma edileceğini bildiği ve gizlemeye gücü yettiği halde mallarını saklamayıp evinin avlusuna rastgele bırakıp da şöyle diyen kimse gibidir: 'Ben Allah'ın bu yağmacı zâlimlere bir felâket veya gaflet vereceğini umuyorum ki evime gelmeye fırsat bulamasınlar veyahut da evime gelebilseler dahi kapımda ölsünler. Çünkü ölüm de gaflete dalmak gibi mümkündür. Daha önce de buna benzer olaylar olmuştur. Bu bakımdan ben de Allah'ın fazlından bunun benzerini ummaktayım'. Bu söylenilenler olmayacak şeyler değildir; fakat ahmaklık ve cehaletin son derekesidir; zira bu bazen mümkün olur, bazen ise olmaz!

Peygamberlerin doğruluğunda şüpheye düşmekten ibaret olan beşinci mânâya gelince, bu küfürdür; tedavisi ve ilacı ise kişinin, kendisine peygamberlerin doğruluğunu gösteren sebeplere başvurmasıdır ki bunları saymak uzun sürer. Fakat böyle bir kimsenin, aklına uygun ve yakın olan bir ilimle bu hastalığını tedavi etmesi mümkündür. Bu bakımdan kendisine denilir ki: 'Mucizelerle takviye edilen peygamberlerin söylediklerinin doğru olması mümkün müdür? Yoksa sen bir şahsın aynı anda iki yerde birden bulunmasının imkansız olduğunu bildiğin gibi buna da mı imkansız diyorsun?'

'Evet ben onu bu şekilde imkansız görüyorum' derse, o insanların en ahmağı ve budalasıdır. Eğer 'Ben bunda şüphe ediyorum' derse, kendisine şöyle deriz: "Meçhul bir şahıs sana 'Evde bıraktığın yemeği yılan yaladı ve içine zehirini bıraktı' dese ve sen de bunun mümkün olacağını bilsen, o yemeği yer misin, yoksa bırakır mısın? Velev ki o yemek, yemeklerin en lezzetlisi olsun". Şüphesiz bu durumda 'Bırakırım' dedikten sonra sözüne şunu ekleyecektir: 'Çünkü eğer o kişi yalan söylemişse, bu yalanla yalnızca o yemeği kaçırmış olurum ve ben bu yemeksizliğe sabredebilirim. Yemeksiz sabretmek zor ise de bu durum geçicidir. Yok eğer doğru ise ve ben de buna rağmen o yemeği yersem, hayatımdan olurum.

Yemeğe sabredip zahmet çekmek ve onu kaçırmak ölüme göre çok hafif olur'.

Bu bakımdan ona denir ki:

- Hayret! Nasıl olur da mucizelerine rağmen bütün peygamberlerin, bütün evliyanın, ulemânın, hukemânın, hatta bütün akıllılar zümresinin doğruluğunu bırakırsın?

- Ben akıllılar zümresiyle, halk tabakasının cahillerini değil, bilakis akıl ve basiret sahiplerini kastediyorum

- Nasıl olur da bütün bunların doğruluğunu, hali meçhul bir kişinin doğruluğu kadar itibara almaz da terkedersin? Üstelik halimeçhul olan kişinin bu sözlerde bir maksadı da olabilir. Öyleyse ancak son günü doğrulayan, sevap ve cezaya inanan kimse akıllılardan sayılabilir. Her ne kadar kadar akıllılar son günün keyfiyetinde, sevap ve ikabmın nasıl olacağında ihtilâf etmişlersede. . . Onların (hâşâ) yalan söylemiş olmaları durumunda senin elinden ancak şu bulanık ve fâni dünyanın birtakım şehvetleri çıkar. Bu bakımdan akıllı kimselerde, bu fikirle beraber, artık tereddüt diye birşey kalmaz; zira ebedî bir âleme oranla dünya hayatının hiçbir kıymeti olamaz. Dünya küçücük daneli darılarla dolu olsa ve bir kuş da bir milyon senede bir bu darılardan bir tanesini olsa, bu darıların sonu gelir; fakat ebedî olan hayattan hiçbir şey eksilmez. Durum bundan ibaret olduğuna göre, akıllı bir kimse meselâ yüz sene şehvetlere nasıl sabretmez? Ebedî bir saadet için buna nasıl katlanmaz?

İşte bu sırra binaendir ki Ebulalâ Ahmed b. Süleyman et-Tenuhî el-Maarrî şöyle demiştir:

Müneccim ile tabip 'Ölüler diriltilip haşre gönderilmeyecekler! dediler.

Sözünüz doğru ise, ben zarar edecek değilim; fakat ya benim sözüm doğru ise?

Yine bu sırra binaendir ki Hazret-i Ali, işlerin tahkikine (iç yüzüne) aklı ermeyen ve dolayısıyla şüpheye düşen birine şöyle buyurmuştur: 'Eğer senin dediğin doğru ise, hepimiz birden kurtuluruz. Aksi takdirde ben kurtulurum, sense helâk olursun!' Akıllı kimse her işinde, emniyet yolunu seçer ve bu yolda yürür.

Soru: Bunlar tabiî şeylerdir; fakat ancak tefekkür ve tezekkür ile ulaşılabilir. Peki nasıl oluyor da bu fikir kalplerde barınamıyor ve onlara ağır geliyor? Kalpleri ve özellikle de şeriatın (dinin) aslına ve tafsilâtına îman eden kimseleri bu düşünceye yöneltmenin yolu nedir?

Cevap: İnsanı bu düşünceden iki şey alıkoyar. Bunlardan biri faydalı fikirdir; âhiretin azabını, dehşetlerini, şiddetlerini, âsî kimselerin daimî nimetten mahrum olmanın hasretini çekeceklerini düşünmektir. Bu düşünce fazlasıyla ısırıcı ve kalbi acıtıcıdır. Bundan dolayı kalp bundan ürkmekte; dünya işleri hususunda düşünmekten daha fazla zevk al;naktadır. İkincisi fikir şu andaki dünya lezzetlerine ve şehvetin yerine getirilmesine mâni olan bir meşgaledir. Hiçbir insan yoktur ki hallerinin ve nefeslerinin her birinde, kendisine musallat olup onu kölesi hâline getiren bir şehveti bulunmasın; dolayısıyla aklı şehvetinin emrine girmiş olmasın! Öyleyse o hile düzenlemekle meşguldür. Onun, hilesini gerçekleştirmek için gösterdiği çabadan aldığı lezzet, şehvetini bilfiil tatmin etmekten daha mükemmeldir. Fikir ise, onu bundan meneder,

Bu iki mâninin ilacına gelince, bu ilaç, kişinin kalbine şöyle demesidir: 'Ölüm ve sonrası hakkında seni düşünmekten alıkoyan şey ahmaklığındır. Ölümün elemini hakir ve hafif saymakla birlikte onu hatırlamaktan elem duyarak kaçıyorsun. Bu bakımdan ölümü ve ölümden sonrasını düşünmeye sabredemeyerek elem çekiyorsun!'

İkincisine gelince, bu da düşüncenin, dünya lezzetlerini elden kaçırıcı olmasıdır. Bu ikincisi, âhiret lezzetlerinin kaçırılmasının daha şiddetli ve tehlikesinin de daha büyük olduğunu kesinlikle bilmektir. Çünkü âhiret lezzetlerinin sonu yoktur ve bunlarda bulanıklık sözkonusu değildir. Dünyanın lezzetleri ise hızla tükenir ve bulanıklıkla karışıktır. Bunlarda bulanıklıktan kurtulan bir lezzet yoktur. Oysa günahtan tevbe edip ibâdete yönelmekte, Allah'ın münacaatından zevk alma marifeti, taati; onunla uzun zaman ünsiyet peyda etmekte ise istirahat vardır. Allah'a itaat eden bir insan için. amelinden ötürü hissettiği ibâdet zevkinden ve Allah'ın münacaatından elde ettiği ünsiyet ruhundan başka bir mükâfat olmasa bile bunlar kendisine kâtı gelir. Buna bir de âhiret nimetinden eklenecek olanlar ilâve edilirse (o zaman nasıl olur)

Evet! Bu lezzet, tevbe'nin başlangıcında alınamaz. Fakat insan bir müddet tevbeye devam eder de daha önce şer olan tabiatı hayır olursa, o zaman bu zevk meydana gelir; zira nefis, neyi âdet edinirse ona alışır. Hayır âdet; şer ise inatlık ve serkeşliktir. Bu fikirler lezzetlerden alıkonma sabrını kuvvetlendiren ve korkuyu kabartan fikirlerdir. Bu fikirleri kabartansa vaizlerin vaazı ile birtakım uyarılarıdır ki bunlar saymakla tükenmez. Bunlar kalbe yerleştiğinde fikir tabiata uygun hâle gelir ve kalp ona meyleder. Hayra sebep olan fikir ile tabiatı özleştiren sebep, tevfîk diye tâbir olunur; zira tevfîk irade ile âhirette fayda verici taattan ibaret olan mânâyı özleştiren demektir.

Uzun bir hadîste rivâyet edildiğine göre Ammar b. Yasir Hazret-i Alinin huzurunda ayağa kalkarak 'Ey müzminlerin emîri! Bize küfürden bahset! Acaba küfür hangi temel üzerine bina edilmiştir?' diye sordu. Hazret-i Ali de şöyle cevap verdi; "Küfür dört temel üzerine bina edilmiştir:

a) Cefa,

b) Körlük

c) Gaflet

d) Şek ve şüphe

Dolayısıyla kim cefaya mübtelâ olursa (katılaşırsa) hakkı hakir görür, bâtılı ha3darır, âlimlere buğzeder. Kim körleşirse, zikri unutur. Gafîllerse hidayetten sapar. Kim de şüpheye düşerse emanîler (emeller ve istekler) onu aldatır, hasret ve pişmanlık onun yakasına yapışır. Hiç beklemediği şeyler Allah tarafından karşısına çıkartılır".

Bu, söylediklerimiz, düşünceden gâfil olmanın âfetlerinden yalnızca bir kısmının beyanıdır.

Tevbe hususunda bu anlattıklarımız kâfidir. Ancak tevbe'nin devam etmesinin rükünlerinden olan sabr'ın da izahı gerekir. Bu bakımdan eğer Allah dilerse biz sabrı başlıbaşına bir bölümde ele alacağız!

77) İmâm-ı Ahmed, Taberânî 4

78) Parantez içine aldığımız ibare bazı nüshalarda vardır. Meşhed, büyük bir yatırın bulunduğu yer demektir.

79) Deylemî

80) İbn Adiyy, İbn Hıbbân, (Hazret-i Ömer'den)

81) Beyhakî, (Mücâhid'den)

82) Peygamberlerin hatalarına günah değil, zelle demek daha doğruysa da biz müellifin kullandığı tabiri değiştirmeye yetkili olmadığımızdan ifadeyi aynen naklettik.

83) Bkz. İthâfu's-Saâde ,

84) Hakîm, (Ali b. Zeyd ve Said b. Müseyyeb tarikiyle) ; Bkz. İthâfu's-Saâde, VIII/616

85) İbn Mâce, Hâkim

86) Daha önce geçmişti.

87) Beyhakî, er-Rikak

88) Garib bir hadistir ve lâfzına tesadüf edilmemiştir. (Irâkî)

89) Daha önce geçmişti.

90) İbn Mâce, Hâkim

91) Adı Seleme b. Dinar el-Medenî'dir. Tâbiîndendi. A'rec diye şöhret bulmuştur.

92) Abdullah es-Sicistanî'nin oğlu olan bu şahıs H. 355'de vefat etmiştir.

93) Müslim, Buhârî