Hamd, senâ ehli olan Allah'a mahsustur!. Öyle Allah ki kibriyânın ridasıyla münferid, yücelik ve vecdin sıfatlarıyla mütevahhiddir ve veli kullarını genişlik ve darlıkta sabır kuvvetiyle belâ ve nimetlere karşı şükretme desteğiyle takviye edendir.
Salât ve selâm peygamberlerin efendisi Hazret-i Peygamber'in, iyilerin efendileri olan ashâbının, muttakîlerin önderi olan âlinin üzerine olsun.
Îman iki parçadan ibarettir. Bir parçası sabır, öbür parçası şükürdür. Nitekim eserler ve haberler buna şahidlik etmiştir.
Sabır ile şükür, Allah'ın sıfatlarından iki sıfat ve en güzel isimlerindendir; zira Allah kendisine Sabûr ve Şekûr ismini vermiştir. 1
Bu bakımdan sabrın ve şükrün hakikatini bilmemek, îmanın iki tarafını da bilmemek demektir. Sonra bu husustaki bilgisizlik, Rahmân'ın vasıflarının ikisinden de gâfil olmak demektir. Oysa Allah'a yaklaşmak, ancak imanla olur. İmanın varlığını teşkil eden şeyi bilmeksizin îman yolunda yürümek düşünülebilir mi? İmanın kendisiyle var olduğu şeyi bilmemek îman yolunda yürümenin düşünülmediğini gösterir.
Sabır ve şükrün marifetini elde etmekten geri kalmak, kendisiyle îmanın ayakta durduğu ve îmanın kendisiyle idrak olunduğu esasın marifetinden de geri kalmak demektir. Bu bakımdan bu iki şıkkı izah etmek büyük bir ihtiyaçtır ve zarurîdir. O halde biz bu iki şıkkı birbirine bağlı olduğundan dolayı Allah'ın izniyle bir bölümde izah edeceğiz
Bu bölümde sabrın fazileti, tarifinin ve hakikatinin beyanı, îmanın yarısı olmasının, ilgilendiği hususların değişikliğine göre, değişik isimlere sahip olmasının, kuvvet ve zafiyet ihtilâfı hesabıyla kısımlarının beyanı, sabra ihtiyaç duyulan yerin, sabrın ilâcının ve sabra ulaşmada yardımcı olan şeylerin beyanı vardır. Bu bakımdan bu şık yedi fasıldan ibarettir. Allah'ın izniyle bu fasıllar sabrın bütün maksatlarını ihtiva etmektedir.
1) Deylemî, Müsned'ül-Firdevs
Allahü teâlâ sabredenleri birçok sıfatlarla vasıflandırmış, Kur'ân'ın yetmiş küsur yerinde sabrı zikretmiştir. Derece ve hayırların çoğunu sabra izafe etmiş ve onları sabrın meyvesi olarak göstermiştir.
Âyet-i Kerîmeler
Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler yetiştirmiştik. (Secde/24)
Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabretmeleri sebebiyle tam yerine geldi. (A'raf/137)
Biz sabredenlerin mükâfatını, yaptıklarının en güzeliyle vereceğiz. (Nahl/96)
İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki defa verilir. (Kasas/54)
Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir. (Zümer/10)
Bu bakımdan hiçbir ibadet yoktur ki onun ecri takdir ve hesapla olmasın! Ancak sabır bu kaidenin dışındadır. Oruç sabırdan olduğu ve sabrın yarısı bulunduğu için Allahü teâlâ, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:
Oruç yalnız benim içindir. Onun ecri de bana aittir.
Görüldüğü gibi, Allahü teâlâ ibâdetler arasından orucu, kendi nefsine izafe etmektedir.
Sabredenlere kendileriyle beraber olacağını va'dederek şöyle buyurmaktadır:
Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal/46)
Yardımı sabra bağlayarak şöyle buyurmuştur:
Evet sabreder sakınırsanız, onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler rabbiniz size nişanlı beş bin melekle imdad eder. (Âl-i İmrân/125)
Sabredenler için başkalarına vermediği birçok şeyleri bir araya getirerek şöyle buyurmuştur:
İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır. (Bakara/157)
Bu bakımdan hidayet, rahmet ve salâvatlar sabredenler için toplanmıştır. Sabır makamı hakkında vârid olan bütün ayetleri saymak oldukça uzun sürer.
Hadîsler
Sabır îmanın yarısıdır. 2
Nitekim sabrın îmanın yarısı olmasının ne anlama geldiği ileride gelecektir.
Size verilenlerin en azından biri yakîn ve sabır azimetidir Kime bu iki hasletten nasibi verilmiş ise artık o kimse elinden kaçırdığı gece ibadeti ve oruç (sevapları için) üzülmez. Çünkü ondan daha üstününü elde etmiştir. Yemin olsun, eğer siz, üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde sabredersiniz, bu benim nezdimde sizden bir kişinin hepinizin ameli kadar amelle bana gelmesinden daha sevimlidir. Fakat ben sizin üzerinize benden sonra dünyanın açılıp gelmesinden, bazınızın bazınızı inkâr etmesinden, o anda semavât ehlinin de (meleklerin de) sizi inkâr etmesinden korkuyorum. Bu bakımdan sabreden ve ecrini Allah'tan bekleyen, sevabın kemâlini elde eder.
Daha sonra Hazret-i Peygamber şu âyeti okudu: 'Sizin yanınızdaki tükenir. Allah'ın yanındaki ise, bakidir. Yemin olsun, sabredenlere ecirlerini hesapız vereceğiz'. (Nahl/96) 3
Hazret-i Peygamber'i îman sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuştur:
(Îman) sabır ve cömertlikten ibarettir. 4 Sabır, cennet hazinelerinden bir hazinedir. 5
Yine bir defasında 'Îman nedir?' diye sorulunca cevap olarak şöyle buyurmuştur:
6 Bu hadîs-i şerif, Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerifine benzer:
Hac Arefe'de vakfe'dir. 7 Yani haccın en büyük rüknü Arefe'dir.
Amellerin en üstünü nefislerin zorlandığı ameldir. 8
Denildi ki: Allahü teâlâ Hazret-i Dâvud'a vahiy gönderek şöyle buyurmuştur: 'Benim ahlâkımla ahlâklan! Muhakkak ben çok sabırlıyım!'
Atâ'nın İbn-i Abbâs'tan rivâyet ettiği hadîste deniliyor ki: Hazret-i Peygamber Ensar'ın yanına girip şöyle buyurmuştur: 'Siz Mü'min misiniz?' Ensar sustu. Bu esnada orada bulunan Hazret-i Ömer (onların yerine) 'Evet! Ey Allah'ın Rasûlü!' diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber devamla 'Sizin imanınızın alâmeti nedir?' dedi. 'Biz genişlikte şükür, belaya karşı sabır ve kazaya karşı rıza gösteririz' dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Kâbe'nin rabbine yemin ederim ki durumu böyle olanlar Mü'mindirler. 9
Zoruna giden birşeye karşı sabır göstermende çok hayır vardır.
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: Sizler sevdiklerinize ancak sevmediklerinize karşı gösterdiğiniz sabır sayesinde ulaşabilirsiniz.
Eğer sabır bir şahıs olsaydı muhakkak kerîm bir şahıs olurdu. Allahü teâlâ sabredenleri sever.
Bu husustaki haberler sayılmayacak kadar çoktur. Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hazret-i Ömer'in Ebû Musa el-Eş'arî'ye göndermiş olduğu bir mektupta şunlar yazılıydı. 'Sabra yapış! Bilmiş ol ki sabır, iki çeşittir: Biri diğerinden daha üstün ve faziletlidir. Musibetler hususundaki sabır güzeldir. Ondan daha üstün ve faziletlisi, Allah'ın haram kıldıklarına sabretmektir.
Bil ki sabır, îmanın temelidir. Şöyle ki: Muhakkak takvâ, hayır yapmaktan üstündür. Takvâ da sabırla olabilir'.
Hazret-i Ali şöyle demiştir: Îman dört direk üzerine bina edilmiştir: 'Yakîn, sabır, cihad ve adalet'. Yine şöyle demiştir: İmanda sabrın yeri, vücuttaki baş gibidir. Başı olmayanın vücudu yok demektir. Sabrı olmayanın îmanı yoktur'.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Sabredenler için yükün iki kefesi ne güzeldir: O kefelerin üzerine konan alave ne güzeldir'.
Hazret-i Ömer yükün iki kefesinden namaz ile merhameti, Alave den de hidayeti kasdetmektedir. Alave, devenin sırtına vurulan yükün iki kefesinin üzerine konan şeye denir. Hazret-i Ömer bununla şu âyet-i celîleye işaret etmiştir:
İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır. (Bakara/157)
Habib b. Ebî Habib 'Gerçekten biz onu sabredici olarak bulmuştuk. O ne güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu' (Sâd/44) ayetini okuduğu zaman ağladı ve şöyle dedi: 'Hayret! Kendisi vermiş olduğu halde kendisi övüyor'.
Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'İmanın zirvesi, hüküm için sabır ve kadere de rıza göstermektir'.
İşte buraya kadar söylediklerimiz nakil bakımından, sabrın faziletinin beyanıdır. İbret gözüyle bakmak açısından ise, ancak sabrın hakikatini anladıktan ve mânâsını bildikten sonra anlarsın; zira faziletin ve rütbenin bilinmesi sıfatının bilinmesi demektir. Sıfatın bilinmesi ise mevsufu bilmeden önce hâsıl olmaz. Bu bakımdan biz sabrın hakikatini ve mânâsını zikredelim. Tevfîk ancak Allah'tandır!
2) Ebû Nuaym, Hatib, (Oruç bölümünde geçmişti) .
3) İlim bölümünde geçmişti.
4) Taberânî, İbn Hıbbân, (Cabir'den)
5) Bu hadis, garîb'tir. Irâkî görmediğini söylemektedir.
6) Deylemî
7) Hac bölümünde geçmişti.
8) Irâkî, aslına merfû olarak rastlamadığını, bunun Ömer b. Abdülâziz'in sözü olduğunu kaydetmektedir.
9) Taberânî, Evsat
Sabır, dinin makamlarından bir makam ve sâliklerin uğrak yerlerinden bir konaktır. Dinin bütün makamları üç şeyden tanzim edilir:
a. Mârifetler
b. Haller ve durumlar
c. A'mâl (ameller)
Mârifet, kalplerde sabit olan asıl ve temellerdir. Bu temel halleri doğurur. Haller de amelleri meyve olarak verir. Bu bakımdan mârifet gövde, haller dallar, ameller de meyveler gibidir.
Bu kaide, Allah'a doğru giden bütün sâliklerin konaklarında şaşmaz bir kaidedir. Îman ismi, bazen marifetlere tahsis edilir, bazen tümüne birden denir. Nitekim biz bunu Kavaid'ul Akaid bahsinde Îman ve İslâm terimlerinin birbirinden farkları hususunda zikretmiştik.
Sabır da ancak geçmiş bir mârifet ve kâim olan bir hâl ile tamam olur. Bu bakımdan sabır hakikatte bu marifetten ibarettir. Amel, meyve gibidir, ondan çıkar. Bu da melekler, insanlar ve hayvanlar arasındaki tertibin keyfiyetini bilmekle ancak bilinir; zira sabır insanın özelliğidir. Sabır, hayvan ve meleklerde düşünülemez. Hayvanlarda eksik olduklarından dolayı, meleklerde de kâmil olduklarından dolayı düşünülemez.
Bunun beyanı şöyledir: Hayvanlara şehvet musallat kılınmıştır. Hayvanlar şehvetlere esir olmuşlardır. Bu bakımdan hayvanları harekete veya hareketsizliğe sürükleyen şey şehvettir. Hayvanlarda şehvetle çarpışan ve şehveti engelleyen bir kuvvet yoktur ki o kuvvet, şehvetle çarpışsın ve isteği karşısında ayakta kalsın, dolayısıyla sabır ismi ona verilsin.
Meleklere gelince, onlar rubûbiyyet (rablık) huzuruna iştiyak ve o huzura yakınlık derecesiyle herşeyden arınmışlardır. Onlara, bu hasletten çevirici bir şehvet musallat kılınmamıştır ki onlar kendilerini celâlin huzurundan caydırmak isteyen kuvvetle çarpışıp galip gelecek orduya muhtaç olsunlar.
İnsanlara gelince, o çocukluk devresinin başında hayvan gibi eksik olarak yaratılmıştır. Onda muhtaç olduğu gıdanın şehveti ancak bu devrede yaratılmıştır. Sonra onda oyun ve süse karşı olan istek belirir. Sonra tertip üzere evlenme şehveti başgösterir. Onun için hiçbir şekilde sabır kuvveti yoktur; zira sabır, bir ordunun başka bir ordu karşısında -aralarında savaş olduğu zaman sebat etmekten ibarettir. Çünkü iki ordunun istek ve maksadları zıddır. Oysa çocukta ancak hayvanlarda olduğu gibi hevâ-i nefsin ordusu vardır. Fakat Allahü teâlâ fazl ve cömertliğinin genişliğiyle insanoğlunu keremli kılmış, onların derecesini hayvanların derecesinden yükseltmiştir. Bülûğ (erginlik) çağına yaklaşınca ona iki melek tahsis etmiş, onlardan biri onu hidayet, diğeri de takviye eder. Böylece iki meleğin yardımıyla hayvanlardan ayrılır. O iki sıfatla tahsis edilmiştir. Onların biri Hazret-i Peygamber'in marifeti, diğeri de neticelerle bağlı bulunan maslahatların marifetidir. Bütün bunlar hidayet ve tarif etmek vazifesi elinde bulunan melekten gelir.
Hayvanın marifeti yoktur, onun neticelerin maslahatına hidayet olunması sözkonusu değildir. Aksine o, hali hazırdaki şehvetlerinin peşine sevkedilir. Bunun için o lezzetliyi arar.
Hâli hazırda zarar verici olmasına rağmen faydalı olan devaya gelince, hayvan onu aramaz ve bilmez. Bu bakımdan İnsan oğlu hidayet nûruyla şehvetlerin arkasında gitmenin kötü sonuçlar doğurduğunu bilir.
Fakat bu hidayet eğer zarar vericiyi terketmeye gücü yetmiyorsa kâfi gelmez. Nice zararlı vardır ki insan onu bilir. Mesela insanın bedenine isabet eden hastalık gibi! Fakat insan onu defetmeye muktedir değildir. Öyleyse İnsan oğlu, şehvetlerin göğsüne saplamak için bir kuvvet ve kudrete muhtaçtır ki o kuvvetle şehvetlerle mücahede edip onları nefsinden uzaklaştırmış olsun.
Böylece Allahü teâlâ ona başka bir meleği vekil kıldı ki o melek onu doğrultur, takviye eder ve Allahü teâlâ, onun görmediği ordularla kendisini takviye eder. Allahü teâlâ, bu ordulara, şehvet ordularıyla harbetmeyi emretmişir. Bu ordu bazen zayıflar, bazen güçlenir. Bu durum da Allahü teâlâ'nın takviyesiyle bu orduya imdat etmesine bağlı bir durumdur. Nitekim hidayetin nûru da halk hakkında değişik olur. Öyle bir değişiklik ki inhisar altına alınması mümkün değildir. Bu bakımdan bu sıfata ki insan onunla şehvetleri yok etmek hususunda hayvanlardan ayrılır- dinin teşvikçisi adını verelim. Şehvetlerin isteğine de hevâ-i nefsin teşvikçisi adını verelim.
Savaş din teşvikçisi ile hevâ-i nefis teşvikçisi arasında cereyan etmektedir. Bu iki haslet arasındaki savaş daimîdir. Bu savaşın yeri, kulun kalbidir. Din teşvikçisinin imdadı, Allah'ın hizbini destekleyen yardımcı meleklerden gelir. Şehvet teşvikçisinin imdadı, Allah'ın düşmanlarına yardım eden şeytanlardan gelir. Bu bakımdan sabır, şehvetin teşvikçisinin karşısında din teşvikçisinin sebat etmesinden ibarettir. Eğer din teşvikçisi şehvet teşvikçisini kahredecek ve şehvetin muhalefetinde devam edecek şekilde sebat gösterirse, bu takdirde Allah'ın hizbine yardım etmiş olur ve sabredenler zümresine iltihak eder. Eğer perişan olur, şehvetin kendisine galebe çalacağı kadar zayıf düşerse, şehveti defetmekte sabır göstermezse, şeytanın hizbine iltihak etmiş olur. Madem durum budur, arzu edilen fiillerin terkedilmesi, sabır diye adlandırılan bir hali ve neticeyi meyve olarak veren bir ameldir.
Bu da şehvet teşvikçisinin karşısında bulunan din teşvikçisinin sebatıdır. Din teşvikçisinin sebatı, öyle bir durumdur ki onu şehvetlerin düşmanlığını bilmek doğurur, Şehvetlerin dünya ve âhirette saadetlerin sebeplerine zıd olduğunun marifetini meyve olarak verir. Bu bakımdan kişinin yakîni kuvvet bulduğu (îman diye adlandırılan marifeti geliştiği) zaman ki bu îman da şehvetin Allah'a giden yolu kesici bir düşman olduğuna kesinlikle inanmaktır din teşvikçisinin sebatı kuvvetlenir. Bu sebat güçlendiği zaman fiiller şehvetin isteğinin hilafına tamamlanır. Bu bakımdan şehveti terketmek ancak şehvet teşvikçisine zıd olan din teşvikçisinin kuvvetiyle tamam olur. Marifetin ve îmanın kuvveti, şehvetlerin görünmez taraflarını ve kötü neticesini çirkin gösterir. O iki melek, bu iki orduyu Allah'ın izni ve orduları onlara musahhar kılmasıyla yürütmeyi tekeffül ederler. O iki melek Kirâmen Kâtibîn denilen meleklerdir. Onlar her insanı idare eden iki melektir.
Hidayet edici meleğin rütbesinin, takviye edici meleğin rütbesinden daha yüce olduğunu anladın, o halde tarafların şereflisi olan sağ tarafın o meleğe teslim edilmesinin gerekli olduğu da anlaşılmıştır. Bu bakımdan o melek, bu durumda sağın arkadaşıdır. Diğeri ise sol tarafın arkadaşıdır. Kulun gaflet, düşünce, başıboş gitmek ve mücahede hususunda iki tavrı vardır. Bu bakımdan kul, gafletten ötürü sağın arkadaşından yüz çevirir, ona kötülük yapar ve o da onun yüz çevirmesini bir kötülük olarak kaydeder. Düşünce ile ona yönelir ki ondan istifade etsin. Bu bakımdan bu durumda sağın arkadaşına iyilik etmiş olur. Sağın meleği de kendisine bu yönelişini bir hasene olarak kaydeder. Böylece de sol taraftaki melekten yüz çevirir, ondan imdad istemeyi terk eder, böylece sol taraftaki meleğe kötülük yapmış olur.
Melek de onun kötülüğünü, onun aleyhine yazar. Mücahede yapmakla askerinden imdad ister. Böylece melek onun için bir hasene yazar. Bu sevap ve günahların sabit olmaları, ancak onların isbat edilmelerine bağlıdır. Bu nedenle o iki meleğe Kirâmen Kâtibîn (şerefli kâtipler) diye isim verilmiştir.
Şerefli ve kerîm olmalarına gelince, o iki melek sevap ve günahları yazarlar, Ancak hiçbir kimsenin muttali olmaması için gizli sayfalara yazarlar. Çünkü o iki melek, onların kitabları, yazıları, sahifeleri ve onlarla ilgili bulunan herşey şehâdet âleminden değil, melekût ve gayb âlemindendir ve melekût âleminden olan şeyler bu âlemde gözlerle görülmez.
Sonra o katlanan sahifeler iki defa açılırlar. Bir defa küçük kıyâmette ve bir defa da en büyük kıyâmette. . . Küçük kıyâmetten gayem ölüm halidir; zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim ölürse muhakkak onun kıyâmeti kopmuştur.
Bu kıyâmette, kul tek başınadır ve bu kıyâmet koptuğu anda şöyle denilir:
Andolsun! Sizi ilk yarattığımız gibi yine tek olarak bize geldiniz. (En'âm/94)
Ve yine bu kıyâmette ona şöyle denilir:
Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak nefsin sana yeter! (İsrâ/14)
Bütün insanları bir araya getiren büyük kıyâmette ise, şahıs tek başına değildir. Aksine çoğu zaman topluluk önünde hesaba çekilir. O kıyâmette muttakîler cennete, mücrimler de cehenneme tek tek değil, kitle halinde sevkedilirler. Birinci dehşet, küçük kıyâmetin dehşetidir. Büyük kıyâmette meydana gelen dehşetlerin hepsinin benzeri küçük kıyâmette de vardır. Mesela arzın sarsılması gibi. . . Muhakkak sana mahsus olan yer ölüm anında seni sarsar. Bilirsin ki bir memlekette deprem meydana geldiği zaman 'Onların yeri sarsıldı' demek doğrudur. Her ne kadar onu ihata eden memleket sarsılmamış ise de. . . Sadece insanın evi sarsılırsa, onun hakkında zelzele meydana gelmiştir. Çünkü insan, bütün arz sarsıldığı zaman, başkasının meskeninin sarsılmasından değil, ancak kendi meskeninin sarsılmasından zarar görür. Öyleyse depremden eksiksiz olarak nasibini almıştır.
İnsan topraktan yaratılmış en mümtaz varlıktır. Topraktan özel nasibin sadece bedenindir. Başkasının bedeni ise, senin nasibin değildir. Üzerinde yaşadığın yer, bedenine nisbeten mekanındır. Bedenin ondan ötürü sarsılacaktır diye, onun sarsılmasından korkarsın. Oysa hava tabakası daima sarsılmakta, sen ise ondan korkmazsın. Çünkü onun sarsılmasıyla bedenin sarsılmaz. Bu bakımdan bütün yerin sarsılmasından senin nasibin sadece bedeninin sarsılmasıdır. Öyleyse bedenin senin arzın ve sana mahsus olan toprağındır. Kemiklerin o arzın dağları, başın onun semasıdır. Kalbin onun sinesi, göğsün ve kulağın ve diğer özelliklerin o göğün yıldızları, bedeninden terin aktığı yer ise, o arzın denizi, şuurun o arzın bitkisi, azaların o arzın ağaçlarıdır.
Böylece bütün azalarını sayabilirsin. Bu bakımdan bedenin ölümle yıkıldığı zaman, yer şiddetli bir şekilde sarsılmıştır. Kemikler etlerden ayrıldığı zaman, yere ve dağlara yüklenmiş olur. Bu bakımdan onlar bir sarsıntı ile sarsılır. Kemikler çürüdüğü zaman dağlar muhakkak dağılırlar. Ölüm anında kalbin karardığı zaman, güneş muhakkak kararır. Kulağın, gözün ve diğer duyuların dumura uğradığı zaman, yıldızlar muhakkak söner. Dimağın çatladığı zaman gök çatlar. Ölümün dehşetinden alnından ter aktığı zaman deniz akmış demektir. Bacaklarının biri diğerine dolandığı zaman ki onlar senin bineğindir muhakkak sağılan develer muattal olmuş demektir. . Ruh cesedden ayrıldığı zaman muhakkak yer yüklenmiş ve uzanmıştır ki içindeki hazineleri dışarıya atmış ve tahliye etmiştir.
Ben bütün haller ve dehşetler arasında muvazene kurmakla konuyu uzatmayacağım. Fakat derim ki: Ölüm ile senin için küçük kıyâmet kopar. Büyük kıyâmetten kurtulmakla hiçbir şey kazanmış olmazsın; zira başkası hakkında yıldızların bekası sana ne fayda verir? Çünkü kendisiyle yıldızlara bakıp faydalandığın özelliklerin yok olmuştur. Kör bir kimsenin nezdinde gece ile gündüz, güneşin tutulması ile açılması eşittir. Çünkü güneş, köre göre bir defa tutulmuş ve kaybolmuştur. Onun güneşten hissesi o idi. Bu bakımdan ondan sonra güneşin açılması başkasının hissesidir. Başı çatlayan kimsenin göğü çatlamıştır; zira gök, baş cihetine düşen kısımdan ibarettir. Bu bakımdan başı olmayanın göğü yoktur. Öyleyse başkası için göğün baki kalması ona ne fayda verir? Bu bakımdan ölüm küçük kıyâmettir. Asıl korku ve dehşet bundan sonra büyük kıyâmet koptuğu zamandır. O zaman hususiyetlerin ortadan kalktığı, yer ve göklerin bozulduğu, dağların parçalandığı ve şiddetlerin tamamlandığı zamandır.
Her ne kadar küçük kıymetin vasfını uzattıksa da muhakkak ki onun bile bir vasfını ancak zikrettik. Küçük kıyâmetin büyük kıyâmete nisbeti, küçük doğumun büyük doğuma nisbeti gibidir; zira İnsan oğlu için iki doğum vardır. Onlardan biri babanın sulbünden ve annenin göğüs kemiklerinden çıkıp rahmin emanethânesine varmasıdır. Bu bakımdan insan, rahimde belli bir zamana kadar, emin bir mekandadır. İnsanın rahmin daracık ağzından âlemin koskoca genişliğine çıkıncaya kadar kemâle doğru giden yolculuğunda birçok menzil ve durumları vardır. Onlar da meniden, kan pıhtısından, et çiğneminden ve başka durumlardan ibarettir.
Bu bakımdan büyük kıyâmet'in umumiliğinin nisbeti, küçük kıyâmete göre, tıpkı âlemin koskoca fezasının genişliğinin, rahim fezasının genişliğine nisbeti gibidir. Ölümden sonra kulun vardığı âlemin genişliğinin nisbeti, dünya fezasının genişliğine nisbeten, tıpkı dünya fezasının da rahme nisbeti gibidir. Hatta daha geniş ve daha büyüktür, Bu bakımdan sen âhireti (sonuncusunu) birincisine kıyas et! 'Ey insanlar! Sizin yaradılışınız ve ölümden sonra dirilişiniz bir tek nefis gibidir'. İkinci diriliş, ancak birinci dirilişin kıyası üzerinedir. Hatta dirilişlerin sayısı ikiyle sınırlı değildir. Şu âyet-i celîlede buna işaret vardır:
(Size ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ edelim. (Vâkıa/61)
Bu bakımdan iki kıyâmet'i ikrar eden bir kimse, gayb ve şehâdet âlemine îman etmiş mülk ve melekûta yakîn olarak inanmış bir kimsedir. Sadece küçük kıyâmeti ikrar edip büyüğünü ikrar etmeyen, kör gözle iki âlemden birine bakan bir kimse gibidir. Bu ise cehalet ve dalâlettir.
Kör olan deccale uymaktır. Ey miskin, senin gafletin ne büyüktür! Oysa hepimiz miskin idik. Senin önünde bu dehşetler vardı. İnanman için cehalet ve dalâletinden ötürü büyük kıyâmete küçük kıyâmetin delâlet etmesi sana kâfi değil midir? Sen, peygamberlerin efendisi'nin şu sözünü duymadın mı?
Vâiz olarak ölüm, yeter! 10
Hazret-i Peygamber'in ölüm anındaki hasretini duymadın mı? 'muhakkak ölümün şiddetleri vardır. Muhakkak ölümün korkusu vardır'.
Ey Allahım! Muhammed'e ölümün acısını kolaylaştır. 11
Acaba mücadele ettikleri halde yakalanan ancak bir bağırmayı bekleyen gâfil ve alçaklar gibi ölümü ve kıyâmeti uzak mı görüyorsun? Oysa o gâfiller yaka paça yakalandıkları zaman, bir vasiyet etmeye güçleri yetmediği gibi aile efradına da dönemezler. Hastalık onlara ölümün habercisi olarak geldiği halde, onlar sakınmazlar. İhtiyarlık ölümün elçisi olarak onlara geldiği halde onlar ibret almazlar.
Yazıklar olsun o kullara ki ne zaman kendilerine bir peygamber geldiyse, muhakkak onu alaya aldılar. Onlar, dünyada ebedî kalacaklarını mı zannediyorlar? Onlar görmediler mi ki kendilerinden önce ne kadar nesilleri helâk etmişiz? Onlar dönüp onlara gelmiyorlar. Yoksa ölülerin yolculuğa çıktıklarını mı sanıyorlar? Hayır! Muhakkak hepsi toplanıp huzurumuza getirileceklerdir. Fakat onlara rablerinin ayetlerinden bir âyet geldiği zaman muhakkak o ayetten yüz çevirirler.
Bundan yüz çevirmelerinin sebebi de şudur:
Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik de onları kapattık; artık görmezler. Sen onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. Îman etmezler. (Yâsîn/9-10)
Biz hedefimize dönelim. Çünkü bu söylediklerimiz telvihlerdir. Muamele ilimlerinden daha yüce şeylere işaret ederler. Anlaşıldı ki sabır, din teşvikçisinin hevâ-i nefis teşvikçisine mukavemet göstermekte sebat etmesinden ibarettir. Bu mukavemet de insanların özelliğindendir. Çünkü Kirâmen Kâtibîn melekleri insanları korkutmaktadır. O melekler, çocuklar ve deliler aleyhinde birşey yazmazlar; zira zikrettik ki sevap, onlardan istifade etmeye yönelmekte, günah da onlardan yüz çevirmektedir. Çocukların ve delilerin onlardan istifade etmeye imkânları yoktur. Bu bakımdan çocuk ve delilerden ne meleklere yönelmek ve ne de meleklerden yüz çevirmek düşünülemez. Melekler de yöneliş ve yüz çevirişi bu hasletlere kudreti olanlardan sadır olursa yazarlar.
Hayatımla yemin ederim, bulûğ (erginlik) çağında, hidayet nûrunun parlamasının başlangıçları ortaya çıkar. . . Bu, bülûğ yaşına kadar yavaş yavaş gelişir. Bu, tıpkı tan yerinin ağarması ile başlayıp da sabah vaktinde dünyayı aydınlatan güneş gibidir. Ancak erginlik çağından önceki aydınlık eksiktir. İnsanı âhirette zarar verene irşad etmez. Sadece dünyanın zararına insanı irşad eder ve uyandırır. Bunun için namazları terketmekten dolayı çocuklar dövülür, fakat âhirette cezaya çarptırılmazlar. Çocuğun günahları günah olarak yazılmaz. Şu kadar var ki aklı başında olan velisi çocuğun kusurlarını zihninde saklayıp onların zararlarını çocuğa anlatmalı ve çocuğuna gerekli terbiyeyi vermelidir.
Böylece Kirâmen Kâtibin'in görevini kendisi yapmalıdır. Bu şekilde hareket eden veli, meleklerin ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Bu bakımdan bu kimse peygamberler, mukarrebler ve sıddîklarla beraber olur.
Nitekim Hazret-i Peygamber'in hadîsinde buna işaret vardır:
Ben ve yetimi besleyen, cennette şunların ikisi gibiyiz.
Hazret-i Peygamber bunu söylerken iki mübarek parmağını işaret etmiştir.
10) Beyhakî
11) Tirmizî
Îman bazen 'dinin esaslarını tasdik etmek' mânâsına tahsis edilir. Bazen de o tasdikten sâdır olan sâlih amellere tahsis edilir. Bazen de ikisine birden ıtlak olunur. Marifetlerin birçok babları olduğu gibi, amellerin de birçok babları vardır. Îman terimi bütün bunlara şâmil olduğundan dolayı, îman yetmiş küsur şubeden meydana gelir. Bu ıtlakların değişikliklerini Kavaid'ul-Akaid bahsinde zikretmiştik. Fakat sabır, iki itibar ve iki ıtlakın isteği olarak îmanın yarısıdır. O ıtlakların biri îman teriminin tasdik ve amellerin ikisine birden ıtlak olunmasıdır. Bu takdirde îmanın iki rüknü vardır. O rükünlerden biri yakîn, diğeri sabırdır.
Yakîn'den gaye; Allahü teâlâ’nın kulunu dinin esaslarına hidayet etmesinden hâsıl olan kesin marifetlerdir.
Sabır'dan gaye; yakînin gereğine göre amel etmektir; zira yakîn, İnsan oğluna, günahın zararlı ve ibâdetin faydalı olduğunu bildirir. Günahı terkedip ibadete devam etmek, ancak sabırla mümkün olur. Sabır da tembellik ve hevâ-i nefsin gücünü kahretmek hususunda dinin teşvikçisini kullanmak demektir.
Bu bakımdan sabır, bu itibarla îmanın yarısıdır ve bu nedenle Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ikisinin arasını birleştirerek şöyle buyurmuştur:
Size verilenlerin en azı, yakîn ile sabrın azimetidir. 12
İkinci itibar, îman teriminin marifetlere değil de amelleri meyve olarak veren hallere ıtlak olunmasıdır. Bu meyanda kulun rastladığı şeylerin hepsi, dünya ve âhirette kula fayda veya zarar veren kısımlara ayrılır. Kula zarar verene nisbeten kulun sabır hâli, fayda verene izafeten de şükür hâli vardır. Bu bakımdan şükür de îmanın iki şıkkından biri olur. Nitekim yakînin, birinci itibarla îman şıklarından biri olduğu gibi!
Nitekim İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Îman iki şıktır, biri sabır, öbürü şükürdür'. Bu söz, Hazret-i Peygamber'e de izafe edilir. 13
Sabır, îmanı teşvik eden şeyin sebâtı sayesinde hevâ-i nefsi teşvik eden şeye karşı sabretmektir. Hevâ-i nefsi teşvik eden şey iki kısımdır. Biri şehvet, öbürü gadab (öfke) cihetinden gelir. Bu bakımdan şehvet, lezzetlinin talebi içindir. Öfke de elem vericiden kaçmak içindir. Aynı zamanda oruç da sadece şehvetin isteklerine sabretmek demektir. O da öfkesinin isteği değil, mide ile tenasül uzvunun şehvetidir.
İşte bu itibarla Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Oruç, sabrın yarısıdır. 14
Çünkü sabrın kemâli, hem şehvetin isteklerine, hem de gazabın isteklerine sabretmekle hâsıl olur. Bu bakımdan oruç, îmanın dörtte biri olur. İşte ameller ve hallerin hududlarını ve imana olan nisbetlerini takdir eden şeriatın, bu şekilde anlaşılması uygundur. Burada esas, îmanın birçok şubesinin olduğunu bilmektir; zira îman terimi, çeşitli vecihlere ıtlak olunur.
12) Şehr b. Havşeb, (Ebû Umâme'den)
13) Beyhâkî ve Deylemî
14) İbn Mâce
Sabır iki türlüdür.
Onlardan biri, bedenîdir. Bedenen meşakkatlere göğüs gerip tahammül etmek gibi. . . O da ibâdetler veya başka şeylerden meydana gelen zor amelleri yapmak gibi ya fiille olur veya korkunç yaralara, ağır hastalığa ve şiddetli darbeye sabretmek, göğüs germekle olur. Bu da eğer şeriata uygunsa bazen güzel olur.
Fakat tam güzel olan sabır, öbür çeşididir. O da hevâ-i nefsin isteklerine ve tabiatın iştahlarına nefsin sabretmesidir.
Bu çeşit sabır, eğer midenin ve tenasül uzvunun şehvetine sabretmekse, buna iffet adı verilir. Eğer nahoş bir hâdiseye tahammül etmekten gelen bir sabır ise, halk nezdinde hâdiseye göre değişik isimler alır. Eğer bir musibette ise sadece sabır ismiyle iktifa edilir. Buna zıd ceza ve hele diye adlandırılan bir durum vardır. Bu zıd durum, hevâ-i nefsin isteğini sesi yükseltmek, yanaklara vurmak, yakayı yırtmak ve benzeri hareketlere nefsi bırakmaktır.
Eğer zenginliği göğüslemekte ise buna zabt'ün-nefs (nefsi zapt u rapt altına almak) adı verilir. Bunun zıddı olan hâle Batar (saldırganlık) ismi verilir. Eğer nahoş hâdiseyi, savaşta göğüslerse, buna şecaat (kahramanlık) adı verilr. Bunun tam tersine de cebanet (korkaklık) adı verilir. Eğer öfkeyi veya gayzı yutmak hususunda ise, bu takdirde sabra hilim adı verilir. Bunun zıddına tezemmür denir. Eğer zamanın musibetlerinden rahatsız edici bir musibete sabrediyorsa, bu tür sabra göğüsün genişliği mânâsına gelen siat'üs-sadr adı verilir. Bunun zıddına dacer, teberrum ve göğüs darlığı mânâsına gelen dik'us-sadr denir.
Eğer bir konuşmayı gizlemek hususunda sabretmişse buna kitman'üs-sır (sırrı gizlemek) adı verilir. Bu sabrın sahibine de ketûm denir. Eğer yaşlılığa sabretmek ise, bunun adına zühd, zıddına da hırs denir. Eğer azla yetiniyorsa buna kanaat ismi verilir. Bunun zıddına oburluk mânâsına gelen şereh denir. Bu bakımdan îmanın çoğu sabra dahildir.
Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber'e îmandan sorulduğunda şöyle demiştir: 'O, sabrın ta kendisidir'. Çünkü îmanın çoğu ve en aziz amelleri sabırdır.
Yine Hazret-i Peygamber 'Hac Arefe'dir'. 15 buyurmuştur.
Allahü teâlâ, bunların bütün kısımlarını bir arada derleyerek hepsine birden sabır adını verip şöyle buyurmuştur:
Ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar bunlardır. (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır. (Bakara/177)
Madem durum budur, o halde bunlar, ilgilendikleri konuların değişikliklerine göre, sabrın kısımlarıdırlar. Kim mânâları isimlerden alıyorsa, o kimse zanneder ki bu durumlar, haddizatında ve hakikatlerinde de değişiktirler. Çünkü isimleri değişik görür. Fakat dosdoğru yolda yürüyen ve Allah'ın nûruyla bakan bir kimse ise, önce mânâları mülâhaza eder, dolayısıyla hakikatlerine muttali olur, sonra isimleri düşünür. Çünkü isimler mânâlara delâlet etmek için vaz'edilmişlerdir. Bu bakımdan mânâlar, asılların ta kendileridir. Lâfızlar ise tâbilerdir. Öyleyse asılları tâbilerde arayan bir kimse elbette haya eder.
Bu iki gruba şu ayetle işaret edilmiştir:
Şimdi yüzüstü kapanarak yürüyen mi doğru gider, yoksa yol üzerinde düzgün yürüyen mi? (Mülk/22)
Kâfirler, yanıldıkları yerlerde ancak böyle makûs kaidelerden ötürü yanılmışlardır. Allahü teâlâ'dan keremi ve lütfu sayesinde, hüsn-ü tevfîkini dileriz.
Din teşvikçisi, hevâ-i nefsin teşvikçisine nisbeten üç duruma sahiptir:
Bir
Bu, hevâ-i nefse çağıran gücü artık münazaa ve münakaşa edecek gücü kalmayacak derecede mağlup etmektir. Buna ancak sabrın devamıyla varılabilir. Bunun için 'Sabreden zafere ermiştir' denir.
Bu rütbeye ulaşan çok azdır. Şübhe yoktur ki bunlar, mukarreb olan sıddîkların ta kendileridir. O sıddîklar ki 'Rabbimiz Allah'tır' demişler, sonra dosdoğru hareket etmişlerdir. İşte bunlar dosdoğru yola yapışmışlar, kuvvetli yol üzerinde dimdik durmuşlar, nefisleri din teşvikçisinin isteği üzerine itminana kavuşmuştur. Onlar 'Ey itminana kavuşan nefis! rabbinden (nimetinden) razı ve rabbin de senden razı olduğu halde rabbine dön!' davetiyle çağırılmışlardır.
İki
Bu hâl, hevâ-i nefis davetçilerinin galebe çalması ve din teşvikçisinin mücadelesinin tamamen ortadan kalkmasıdır. Kişi nefsini tamamen şeytanların ordusuna teslim eder. Mücâhededen ümitsiz olduğu için, artık mücahede etmez hale gelir. Bunlar, gâfillerin ta kendileridir ve insanların çoğunluğunu bunlar teşkil ederler! Bunlar o kimselerdir ki şehvetleri onları kul ve köle edinmiştir, şekavetleri kendilerine galebe çalmıştır.
Bu bakımdan Allah'ın düşmanlarını, Allah'ın sırlarından bir sır ve emirlerinden bir emir olan kalplerine hakim kılmışlardır. Şu ayette bunlara işaret vardır:
Dileseydik herkesi hidayete erdirirdik. Fakat benden 'Mutlaka cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım, sözü çıkmıştır. (Secde/13)
İşte bahsi geçenler âhireti verip dünya hayatını satın alan ve alışverişinde zarar edenlerdir. Onları irşad etmek isteyen bir kimseye vahy lisanıyla şöyle denilmiştir:
Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimseden yüz çevir. Onların ilimden erebildikleri (son had) işte budur. (Necm/29-30)
Bu durumun alâmeti ümitsizlik ve kuruntularla aldanmaktır. Bu ise, ahmaklığın en son derecesidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber seyyie buyurmuştur:
Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çeker. Ölümden sonraki hayatı için amel eder. Ahmak o kimsedir ki nefsim hevasına tabi kılar, (amelsiz) Allah'tan yüksek dereceler temenni eder16
Bu durumun sahibi, kendisine nasihat edildiği zaman der ki: 'Ben tevbeye müştakım. Fakat tevbe etmek bana zor geldiği için tevbe etmekten ümidimi kestim!' veya tevbeye müştak olmadığı için şöyle der: 'muhakkak Allah gafûr, rahîm ve kerîmdir. Benim tevbeme ihtiyacı yoktur!'
Bu miskin adamcağızın aklı, şehvetine köle olmuştur, O aklını şehvetinin ihtiyacını yerine getiren hilelerin inceliklerini elde etmek hususunda kullanır, Bu bakımdan onun aklı, kâfirlerin elindeki bir müslüman esîr gibi, şehvetlerin elinde esirdir. Onlar onu domuzları gözetmede, şarapları koruyup getirmede kullanırlar! Böyle bir kimsenin Allah katındaki durumu, bir müslümanı mağlup edip kâfirlere teslim eden bir kimsenin durumu gibidir.
Çünkü bu kimse, açık cürmü yoluyla eğlenceye alınmayacak olanı eğlenceye almış ve serbest kalması gerekeni de başkasının tahakkümüne vermiştir. Oysa müslümanın hakkı hâkimiyet, Allah'ı tanımayanın hakkı mahkûmiyet iken bunu tersine çevirmiştir. Başkası için bu hakka riayet gerektiği gibi, kendi hakkını koruması daha önceliklidir. Ne yazık ki Allah'ın tarafını tutarı meleğin askerini, şeytanın tarafını tutan orduya teslim etmiştir. Aklını şehvetine esir eden bu adamın bu tutumu, bir müslümanı bir kâfire köle yapan bir kimse gibi veya kendisine iyilikte bulunan padişaha kasteden ve padişahın en aziz evladını tutup düşmanlarından birine teslim eden bir kimse gibidir. Bu kimsenin Allah'ın nimetini inkâr edişine ve Allah'ın azabını davet etmesine dikkat et. Çünkü hevâ-i nefis Allah'ın nefret ettiği yeryüzünde ibâdet edilen en sevimsiz şeydir. Akıl ise, yeryüzünde yaratılmış en aziz varlıktır.
Üç
Üçüncüsü, akıl ve şehvetin kuvvetleri arasında savaşın sürüp gitmesidir. Bazen birinin, bazen diğerinin galip gelmesidir. Böyle bir şahsın benzeri, mücâhidlerden sayılır, zaferi elde edenlerden değil! Bu durumun ehli, salih ve kötü ameli karıştırmışlardır. Umulur ki Allah tevbelerini kabul etsin. Bu hüküm kuvvet ve zayıflık itibariyledir. Bunda kendisine karşı sabredilenin sayısı itibariyle üç hâl meydana gelir; zira bu şahıs ya bütün şehvetlere galebe çalar veya hiçbir şeye galebe çalamaz veya bir kısım şehvetlere galebe çalar, bir kısmına çalamaz.
Başka bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, iyi bir işle kötü işi birbirine karıştırdılar. (Tevbe/102)
Bu ayetin anlamının şehvetin bazısına galip, bazısına mağlup olan kimsenin üzerine hamledilmesi daha evladır. Mutlak mânâda şehvetlerle mücadeleyi terkedenler ise, hayvanlara benzerler. Hatta yol bakımından daha sapıktırlar; zira hayvanda şehvetle mücâhede eden kudret yaratılmamıştır. Böyle bir kimseye ise, bu meziyet verilmiş, fakat o bunu muattal bırakmıştır. Bu bakımdan bu kimse eksiktir ve hakka arkasını çevirenin ta kendisidir. Nitekim şair şöyle demiştir:
Ben halkın ayıpları içerisinde hiçbir ayıp görmedim ki itmam etmeye kudretleri olup da eksik kalanların eksikliği gibi olmasın!
Sabır, kolaylık ve zorluk itibariyle de nefse zor gelen ve kendisine ancak büyük bir gayret ile devam etmek mümkün olan ki buna tesettür (zoraki sabır) adı verilir kısım ile fazla yorgunluk olmaksızın biraz nefse yüklenmekle meydana gelen kısma ayrılır. Bu ikinci kısma da sabır ismi verilir. Takvâ devam ettiği, neticedeki en güzel olanı tasdik etme kuvvet bulduğu zaman sabretmek kolaylaşır.
Bu sırra binaen Allah şöyle buyurmuştur:
Kim verip korunursa ve en güzel kelimeyi tasdik ederse, onu en kolay yola muvaffak ederiz. (Leyl/75-7)
Bu tür sabır, kuvvetli olan bir kimsenin, âciz bir kimseye saldırışına benzer. Onu yenmek hususunda bir yorgunluk ve zorluk çekmez. Fakat hasmı da güçlü olursa bu kimse ancak yorgunluk ve fazla çaba sarfetmekle, ter dökmekle onu alt edebilir.
İşte dinin teşvikçisi ile hevanın teşvikçisi arasında da aynen bunun gibi savaş vardır. Bu savaş haddi zatında melek ve şeytan orduları arasındadır. Ne zaman şehvetler teslim olursa, dini teşvik eden güç galebe çalar, uzun zaman devam etmek sûretiyle sabretmek kolaylaşırsa bu durumda Rıza bahsinde geleceği gibi rıza makamını elde eder. Bu bakımdan rıza, mertebe bakımından sabırdan daha yücedir.
Bu nedenle Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah'a rızan ile ibâdet et! Eğer buna gücün yetmiyorsa hoşuna gitmeyen şeylere sabretmekte de çok hayır vardır. 17
Âriflerden biri şöyle demiştir: "Sabır ehli üç makam üzerindedir.
O makamların birincisi, şehvetin terkidir. Bu, tevbe edenlerin derecesidir.
O makamların ikincisi de takdir edilene rıza göstermektir. Bu da zâhidlerin derecesidir.
O makamların üçüncüsü de mevlâsı tarafından başına gelene muhabbet göstermektir. Bu da sıddîkların derecesidir. Biz Muhabbet bahsinde, muhabbet makamının rıza makamından, rıza makamının da sabır makamından daha yüce olduğunu beyan edeceğiz. Sanki bu taksim, özel bir sabır hakkında cari olmuş ki o da musibet ve belalar üzerindeki sabırdır.
Sabır da hükmü itibariyle farz, nafile, mekruh ve haram kısımlara ayrılır.
Bu bakımdan mahzurlu şeyleri yapmamak hususunda sabretmek farzdır.
Nefsin hoşuna gitmeyen şeylere sabretmek nafile sabırdır.
Mahzurlu şeylere sabretmek mahzurlu'dur. Tıpkı kendi eli veya çocuğunun eli başkası tarafından kestirildiği halde sükût edip sabreden bir kimse gibi ve tıpkı ailesine veya himayesi altında bulunan kadınlara şehvetle yaklaşana karşı gayreti kabarır, fakat gayretini göstermeyip sabreden veya aile efradının başından geçene karşı sükût eden bir kimsenin sabrı gibi. . . Böyle bir sabır haramdır.
Mekruh olan sabır ise, şeriatta mekruh olan bir cihetten kendisine dokunan bir eziyete karşı sabır göstermektir. Bu bakımdan şeriat, sabrın mihenk taşı olmalıdır.
Öyleyse sabır îmanın yarısıdır hükmü sana sabrın hepsi güzeldir hayalini verirse bu uygun değildir. Aksine sabır'dan gaye; sabrın özel kısımlarıdır.
15) Sünen sahipleri, (Abdurrahman b. Ya'mer'den)
16) Gurur bölümünde geçmişti.
17) Tirmizî, (İbn-i Abbâs'tan)
Dünyada kulun rastladığı hiçbir şey, iki hâlin dışında değildir. Onlardan biri, kulun hevasına uygun olanıdır. Diğeri kulun tabiatına uymayan, tiksindiği şeydir. Kul bunların ikisinde de sabra muhtaçtır. Kul, bütün durumlarında bu iki çeşidin birinden veya her ikisinden de uzak değildir. Bu bakımdan kul, hiçbir zaman sabırdan müstağni değildir.
Birinci Çeşit
Kulun hevasına uygun olanıdır. Bu da sıhhatli ve selâmetli olmak, malın, mertebenin ve aşiretin çokluğu, sebeplerin genişliği, yardımcıların çokluğu ve dünyanın bütün lezzetleridir. Bu şeylerde kulun sabra şiddetli ihtiyacı vardır; zira kul, eğer nefsini bunlara dalmaktan, bunlara meyletmekten engelleyemezse, bu durum kulu, saldırganlık ve tuğyana doğru götürür. 'Çünkü insan kendisini müstağni gördüğü zaman tuğyan eder'. Hatta ariflerden biri şöyle demiştir: "Belâ karşısında Mü'min, afiyetler karşısında ise ancak sıddîk bir kimse sabredebilir'
Sehl et-Tüsterî şöyle der: 'Afiyet üzerinde sabır, belâ üzerindeki sabırdan daha şiddetlidir'. Dünyanın kapıları ashâb-ı kirâm için açıldığı zaman, onlar da şöyle dediler: 'Biz fakirlik fitnesiyle mübtelâ olduk, sabrettik! Zenginlik fitnesiyle mübtelâ olduk, sabredemedik!' Bunun için Allahü teâlâ kullarını mal, kadın ve evlat fitnesinden sakındırarak şöyle buyurmuştur:
Ey îman edenler! Mallarınız, çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan, alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır. (Münâfikun/9)
Ey îman edenler! eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır, onlardan sakının. Bununla beraber affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örtersiniz, şüphe yok ki Allah gafûrdur (çok bağışlayandır) , rahimdir (çok merhametlidir) . (Tegâbün/14)
Hazret-i Peygamber de şöyle demiştir: 'Evlat, cimrilik, korkaklık ve üzüntü sebebidir'. 18 Hazret-i Peygamber, torunu Hasan'ın gömleğinin eteğine basıp düştüğünü görünce, minberden inerek onu kucakladı, sonra şöyle buyurdu:
Allah doğru söylemiştir: 'ınallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir belâ ve imtihandır'. (Teğâbün/15)
Ben onun düştüğünü gördüğüm zaman, gelip onu kaldırmaktan kendimi alamadım. 19
İşte burada, basiret sahipleri için ibret vardır. Bu bakımdan asıl hüner, âfiyet ve bollukta sabretmektir. Afiyet üzerinde sabretmenin mânâsı, ona meyletmemek ve onların kendi yanında emanet olduğunu ve bu emanetin yakın bir zamanda asıl sahibine iade edileceğini bilmek, nefsini bunlarla ferahlansın diye salıvermemek, nimete, lezzete, lehv u lâ'be dalmamak, malında Allah'ın haklarını o malı infak etmek sûretiyle gözetmek, halka yardım etmek sûretiyle bedeninin hakkını ödemek, dilini doğru söylemek sûretiyle korumaktır. Allah'ın kendisine ihsan ettiği diğer nimetlerde de böyle yapmaktır. Bu sabır, şükre bitişiktir. İleride geleceği gibi ancak şükrün hakkını eda etmekle tamamlanır. Zenginlik karşısındaki sabrın daha şiddetli olması, şu hikmetten ileri gelmektedir: Çünkü bu sabır, kudret ve gücü yettiği halde yapılan sabırdır.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) 'Güç yetmemek ismettendir demiştir. Hacamat yapmaya ve kan aldırmaya karşı başkası deruhde ettiği zaman sabretmek, kendi nefsinden kan aldırmana ve kendi kendine hacamat tatbik etmene karşı sabretmekten daha kolay gelir. Yemeğin bulunmadığı anda acıkan bir kimsenin sabretmesi; lezzetli ve güzel yemekler hazır bulunduğu ve onları yemeğe gücü yettiği halde sabretmekten daha zor değildir. Bu nedenle zenginliğin fitnesi çok daha büyüktür.
İkinci Çeşit
İkinci çeşit, hevâ-i nefse ve tabiata uymayana sabretmektir. Bu da ya kulun ihtiyarına bağlı ibâdet ve günahlar gibi veya kulun ihtiyarına bağlı olmayan musibet ve felâketler gibi şeylerdir, fakat onu izale etmekte kulun ihtiyarı vardır. Eziyet verenden intikam almak sûretiyle gönlünü rahatlatmak gibi. . .
Birinci Kısım
Birinci kısım, kulun ihtiyarına bağlı olan kısmıdır. Bu kısım, kulun ibadet veya masiyet diye nitelendirilen fiilleridir. Bunlar da iki çeşittir:
A) İbadet
Kul, ibadete sabretmeye muhtaçtır. İbadette sabır şiddetlidir. Çünkü nefis, tabiatıyla kulluktan ürker. Rubûbiyyet arzusunda bulunur.
Bunun için ariflerden biri şöyle demiştir: 'Hiçbir nefis yoktur ki Firavun'un taşıdığı arzuyu içinde taşımasın'. Firavun'un arzusu şu sözüdür:
Ben sizin en yüce rabbinizim! (Nâziat/32)
Fakat Firavun, bu sözü söylemeye ve kabul edilmesine imkân bulup da söylemiştir; zira o, kavmini tâzib etti. Onlar da kendisine itaat ettiler. Bu bakımdan kölesi, hizmetkârı ve kahrı ile itaati altında bulunan herhangi bir kimseye karşı bu anlamda bir davranış içine girmeyen hiç kimse yoktur.
Her ne kadar bunu izhar etmekten menedilmiş ise de; zira onların hizmette kusur ettikleri zaman gazaba gelmesi öfkelenmesi ve 'Nasıl bu kusuru yapıyorsun?' diye garipsemesi ancak gizli bir kibirden, kibirden ve rubûbiyette münakaşa etmekten neşet eder. Madem durum budur öyleyse kulluk, mutlak mânâda nefse zor gelir. Sonra ibadetlerden bir kısım vardır ki insan tembellik sebebiyle ondan hoşlanmaz. Namaz gibi. . . Diğer bir kısım vardır ki insan cimrilik sebebiyle ondan hoşlanmaz. Zekât gibi. . . Diğer bir kısım vardır ki insan, tembellik ve cimrilik sebebiyle, ondan hoşlanmaz. Hac ve cihad gibi. . .
Bu bakımdan ibadete sabır, şiddetlere sabır demektir. Allah'a ibadet eden bir kimse ibadetinde sabretmeye üç durumda muhtaç olur:
1. Birincisi ibadetten öncedir. Bu, niyetin tashihinde, ihlasta, riyanın şaibelerine sabretmekte, âfetlerin büyüklerine sabretmekte, ihlas ve vefa üzerinde azmini akdetmektedir. Bu tür sabır, niyetin ve İhlasın, riya âfetlerinin, nefis desiselerinin hakikatini bilen bir kimse nezdinde şiddetli sabırdandır.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) buna dikkati çekerek şöyle buyurmuştur:
Ameller ancak niyetlere bağlıdır, her şahıs için niyet ettiği vardır. 20
Allahü teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılıp O'nu birleyerek Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti. (Beyyine/5)
Yine Allahü teâlâ sabrı, amelin üzerine takdim ederek şöyle buyurmuştur:
Ancak sabredip salih ameller işleyenler müstesnadır. (Hûd/1l)
2. İkincisi amel durumudur ki bir kul amel esnasında Allah'tan gâfil olmamalıdır Amelin adab ve sünnetlerini araştırmada tembellik etmemelidir. Amelin sonuna kadar edebe riayet etmelidir. Bu bakımdan gevşekliğe davet edenlere karşı, ameli bitirinceye kadar sabretmelidir. Bu sabır, sabrın şiddetlilerindendir.
Nitekim şu âyet-i celîle'den bu mânâ kastedilmiştir:
Böyle salih amel işleyenlerin mükafatı ne güzeldir. Onlar ki sabrederler ve yalnız rablerine tevekkül ederler. (Ankebût/58-59)
3. Üçüncüsü amel bittikten sonradır; zira kişi ameli ifşa etmek, riya ve gösteriş için ameli belirtmeye karşı sabretmeye muhtaçtır. Ameline beğenme gözüyle bakmaktan, ameli iptal edip eserini yakacak her harekete sabretmeye muhtaçtır.
Sakın amellerinizi iptal etmeyin. (Muhammed/33)
Sakın sadakalarınızı minnet etmek ve başa kakmak sûretiyle iptal etmeyin (boşa çıkarmayın) . (Bakara/264)
Bu bakımdan sadaka verdikten sonra minnet etmeye ve başa kakmaya sabretmeyen bir kimse muhakkak amelini boşa çıkarmıştır. İbâdetler farz ve nafile diye iki kısma ayrılırlar. Kişi bütün bunlara karşı sabretmeye muhtaçtır.
Allahü teâlâ bunları şu âyet-i celîle'de derlemiştir:
Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder. (Nahl/90)
Bu bakımdan ayette bahsi geçen adalet farzdır, ihsan ise nafile ibadettir. 'Akrabalara vermek' ise mürüvvet ve sılayı rahimdir. Bütün bunlar sabra muhtaçtır.
B) Masiyetler
Kulun günahlara karşı sabretmeye çok fazla ihtiyacı vardır. Allahü teâlâ, günahların çeşitlerini şu ayette derlemiştir:
Allah zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulm yapmaktan da nehyediyor. (Nahl/90)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Muhâcir kötülüğünü terkeden ve hevâ-i nefsi ile cihada girişendir.
Günahlar, hevâ-i nefsin teşvikçisinin isteğidirler. Günahlara karşı sabretmenin en zoru, âdet yüzünden alışık olduğu günahlardan sabretmektir; zira muhakkak ki âdet, beşinci bir tabiattır. Ne zaman âdet şehvete eklenirse, o zaman şeytanın ordularından iki ordu birleşmiş olur ve Allah'ın ordusuna karşı mücadeleye girişir. Bu takdirde dinin teşvikçisi şehveti sökmeye muktedir olamaz. Sonra eğer o fiil yapılması kolay olan şeylerden ise, ona karşı sabredip yapmamak nefis için en ağır bir yük olur. Açıkça tariz yoluyla nefsini övmek, riyakarlık yapmak, yalan söylemek ve gıybetten meydana gelen dile mahsus günahlara karşı sabretmek gibi. .
Kalplere eziyet veren mizahın çeşitleri, istihza ve hakaret maksadıyla kullanılan kelime çeşitleri, ölüleri, ilimlerini, ahlâklarını ve mertebelerini tenkid etmek (ve benzerlerinden) oluşan dile mahsus olan günahlara karşı sabretmek gibi. . . Çünkü bunlar zâhirde gıybet, bâtında nefsi övmektir. Bu bakımdan nefsin burada iki şehveti vardır: O şehvetlerden biri; başkasını nefyetmek, diğeri ise kendini isbatlamaktır! Bu şehvet sayesinde insanın tabiatında bulunan rubûbiyet davası, şahıs için tamam olur. Oysa bu durum, şahsın emrolunduğu kulluğun zıddıdır. İki şehvetin bir araya gelmesi, dilin hareket etmesinin kolaylığı ve bu tür konuşmalar muhaverelerde âdet halini aldığı içindir ki bunlara karşı sabretmek çok zordur. Oysa bunlar insanı helâk eden şeylerin en büyükleridir. Hatta bunları hor görmek ve çirkin telâkki etmek, fazlasıyla tekrar edildiğinden ve herkesin alışık olduğundan, neredeyse iptal olunup ortadan kalkmıştır.
İnsan ipekli giydiği için fazlasıyla kınanır. Fakat bütün gün boyunca halkın aleyhinde dedikodu yapar ve nedense hiç kınanmaz. Oysa haberde şöyle vârid olmuştur: 'Gıybet, zinadan daha şiddetlidir'.
Kim muhaverelerde diline hâkim olmazsa ve bu tür mahzurlu konuşmaları yapmaya karşı sabretmezse, böyle bir kimseye uzlete çekilmek ve tek başına yaşamak farz olur. Çünkü böyle bir kimseyi ancak uzlete çekilmek kurtarır. Bu bakımdan halkla oturduğu halde susmaya sabretmek, uzlete çekilmekten daha zordur. Günahların cüzlerinde sabrın şiddeti, o günahın davetçisinin değişikliğiyle, onun kuvvet ve zafiyetine göre değişir. Vesveselerin kaynaşmasıyla kalplerin hareket etmesi dilin hareket etmesinden daha kolaydır. Şüphe yoktur ki İnsan oğlu, uzlete çekilse bile, nefsin konuşması (vesveseler) devam eder. Onlara sabretmek mümkün değildir. Ancak kalbine dinî bir meşgaleyi tamamen yerleştirirse o zaman mesele değişir. Tıpkı düşünceleri bir tek düşünce olduğu halde sabahlayan bir kimse gibi. . . Aksi takdirde eğer şahıs, fikrini belli bir şeyde kullanmazsa, vesveselerin onun kalbinden uzaklaşması düşünülemez.
İkinci Kısım
Kulun başına bir musibet gelmesi, kulun ihtiyarına bağlı olmayan kısımdır. Fakat onu defetmekte kulun ihtiyarı vardır. Yani bu 'Karşılık vermemek için sabrediniz!' demektir ve bunun için Allahü teâlâ, gerek kısas ve gerek başka hususlarda haklarını bağışlayanları överek şöyle buyurmuştur:
Eğer (bir topluluğa) azap edecekseniz, size yapılan azabın benzeriyle azap edin. Ama sabrederseniz, andolsun ki o, sabredenler için daha iyidir. (Nahl/126)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:
Senden sıla-ı rahmi kesen bir şahsa sıla-ı rahim yap! Seni ihsanından mahrum eden bir kimseye ihsan et! Sana zulmeden bir kimseyi affet!22
İncil'de Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'muhakkak daha önce size dişe karşı diş, buruna karşı burun denildi. Ben ise size derim ki: Sakın şerre şerle karşılık vermeyiniz. Aksine sağ yanağına tokat atana sol yanağını çevir. Senin abanı alana izarını ver. Kim kendisiyle beraber bir mil yol yürümen için seni zorlarsa, onunla iki mil yürü!'
Bütün bunlar eziyete karşı sabretmeyi emretmektedir. Bu bakımdan halkın eziyetine karşı sabretmek, sabır mertebelerinin en yücelerindendir. Çünkü bu sabırda dinin teşvikçisi, şehvet ve öfkenin teşvikçisi yardımlaşırlar.
Üçüncü Kısım
Üçüncü kısım, musibetler gibi öncesi ve sonu kulun ihtiyarında olmayan şeylerdir. Azizlerin ölümü, malların helâki, hastalıktan dolayı sıhhatin gitmesi, gözün kör olması, azaların fesada uğraması ve belanın diğer çeşitleri gibi. . . Bunlara sabretmek, sabır makamlarının en yücelerindendir. Nitekim İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Kur'ân'da sabır üç vecih üzeredir:
1. Allah'ın farz kıldığı vazifeleri yapmaya karşı sabretmektir. Bunun üçyüz derecesi vardır.
2. Allah'ın haramlarına karşı sabretmektir. Bunun altıyüz derecesi vardır.
Nitekim sözle veya fiille eziyete maruz kaldığı, nefsi veya malı hakkında tecavüze hedef olduğu durum gibi. . Bu bakımdan sabretmek, karşılık vermeyi terketmek bazen vâcib bazen de fazilet olur.
Ashâb-ı kirâmdan (radıyallahü anh) biri şöyle demiştir: 'Kişi eziyete karşı sabretmedikçe, biz onun imanını tam îman olarak saymazdık'.
Nitekim Allahü teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Elbette bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz. O halde tevekkül edenler, yalnız Allah'a dayansınlar. (İbrahim/12)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir defasında bir malı taksim etti. Bunun üzerine bedevilerden biri şöyle dedi: 'Bu taksimle Allah'ın rızası kasdedilmemiştir'.
Bu söz Hazret-i Peygamber'e haber verildiğinde. Hazret-i Peygamber'in yanakları kıpkırmızı oldu ve şöyle buyurdu: 'Allah kardeşim Musa'ya rahmet etsin! Muhakkak ona, bundan daha fazlasıyla eziyet edildiği halde sabretti'. 21
Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme! Onların eziyetlerine aldırma, Allah'a dayan! (Ahzâb/48)
Onların dediklerine sabret ve onları güzel bir şekilde terkedip ayrıl! (Müzzemmil/10)
Andolsun onların söylediklerine göğsünün daraldığını biliyoruz. Sen rabbini hamd ile tesbih et! (Hicr/97-98)
Mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine kitab verilenlerden ve Allah'a eş koşanlardan da gerçekten birçok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer katlanır ve sakınırsanız, işte bu, yapmaya değer işlerdendir. (Âl-i İmrân/186)
3. İlk sadme anında musibete karşı sabretmektir. Bunun dokuz yüz derecesi vardır.
Bu son rütbenin, faziletlerden olmasına rağmen, farzlardan olan önceki rütbelerden üstün olması, şu illetten ileri gelir: Her Mü'min haramlara karşı sabretmeye güç yetirir.
Allah'tan gelen belaya karşı sabretmek ise, ancak peygamberlerin güç yetirebildiği sabırdır. Çünkü bu sabır sıddîkların özelliklerindendir; zira bu sabır nefse şiddetli gelir ve bu sabır hakkında Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
(Ey Allahım!) Senden öyle bir yakîn isterim ki o yakîn sayesinde dünyanın musibetleri bana kolaylaşsın!23
İşte bu sabır, istinadgâhı olan yakînin güzelliğinden olan bir sabırdır.
Ebû Süleyman şöyle demiştir: Yemin olsun biz, sevdiğimiz şeylere karşı bile sabredemiyoruz. Acaba hoşumuza gitmeyen şeylere nasıl sabredebiliriz?' Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlâ'nın şöyle dediğini nakleder
Kullarımdan birinin bedenine, malına ve evladına bir musibet yönelttiğim zaman, o musibeti güzel bir sabırla karşılarsa, kıyâmet gününde onun mizanını kurmaktan, onun defterini yaymaktan hayâ ederim. 24
Sabırdan dolayı sevinmeyi ummak ibâdettir. 25
Bir musibetle karşılaştığında 'muhakkak Allah içiniz ve Allah'a döneceğiz' (Bakara/156)
ve 'Ey Allahım! Benim musibetimde beni ecir sahibi yap. O musibetten ötürü benden giden şeyden daha hayırlısını bana ver' diyen bir müslümana Allahü teâlâ dileğini verir!26
Enes b. Mâlik, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlâ'dan şöyle naklettiğini rivâyet ediyor:
Ey Cebrâil! Kendisinden iki gözü almanın mükâfatı nedir? Cebrâil ' (Ey rabbimiz!) sen ortaktan münezzehsin. Bizim için ancak senin öğrettiğin ilim vardır', dedi. Allahü teâlâ 'Bunun mükâfatı, evimde (cennetimde) ebedî kalmak ve cemâlime bakmasıdır' dedi. 27
Bir başka hadîs-i kudsî'de şöyle buyurulmuştur:
Kulumu herhangi bir belâ ile mübtelâ kıldığım zaman, sabreder ve beni ziyaretçilerine şikayet etmezse ona, onun etinden daha hayırlı bir et, onun kanından daha hayırlı bir kan veririm ve onu günahsız olarak sıhhate kavuştururum. Eğer onu o hastalıktan öldürürsem, muhakkak rahmetime garkederim. 28
Dâvud (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Yarab! Senin rızan için musibetlere sabreden mahzunun mükâfatı nedir?' Allahü teâlâ 'Onun mükâfatı, ona îman elbisesini giydirip bir daha da ebediyyen onu sırtından çıkarmamamdır'.
Ömer b. Abdülaziz (radıyallahü anh) bir hutbesinde şöyle demiştir: Allahü teâlâ bir kuluna bir nimeti vermiş, sonra o kulundan o nimeti alıp onun karşılığı olarak o kuluna sabır vermiş ise, muhakkak o nimete karşılık olarak verilen sabır, o alınan nimetten daha efdal ve üstündür'. Sonra da şu âyeti okumuştur:
Ancak (Allah yolunda) sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir. (Zümer/10)
Fudayl b. İyaz'a sabır hakkında sorulunca, şöyle dedi:
- Sabır Allah'ın kazasına razı olmaktır!
- Bu nasıl sabır olabilir?
- Razı olan bir kimse derecesinin üstünü temenni etmez!
Şiblî bir ara akıl hastanesinde nezarete alındı. Bunun üzerine bir cemaat ziyaretine geldi. Onlara şöyle sordu: 'Siz kimsiniz?' Onlar 'Senin dostlarınız, seni ziyaret etmek için geldik' dediler. Bunun üzerine başladı onları taşlamaya. Onlar kaçtığı zaman şöyle dedi: 'Eğer siz benim dostlarım olsaydınız, hiç kuşkusuz benim eziyetime sabrederdiniz!'
Ariflerin birinin cebinde bir parça kâğıt vardı. Her saat onu çıkarır ve mütalaa ederdi. O kâğıtta şu âyet yazılıydı:
Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen bizim muhafazamız altındasın. (Tûr/48)
Feth el-Mevsilî'nin hanımının ayağı kayıp düştü ve tırnağı kırıldığı halde güldü. Kendisine denildi ki: 'Tırnağınız acımıyor mu?' Kadın 'muhakkak ki onun sevabının lezzeti onun acısını kalbimden söküp attı' diye karşılık verdi.
Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm) , oğlu Süleyman'a dedi ki: Mü'min bir kişinin takvâ sahibi olduğu üç şeyle anlaşılır:
a) Elde edemeyeceği şey hakkında güzel tevekkül
b) Elde ettiği şey hakkında güzel rıza
c) Elinden kaçan nesne hakkında güzel sabır göstermek.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Duyduğun acıdan şikayet etmemen ve musibetini söylememen; Allahü teâlâ'ya tâzim etmek ve hakkını tanımak demektir. 29
Sâlih kullardan bir zât bir gün gömleğinin yeninde bir kese olduğu halde çıktı. Bir müddet sonra kesenin yerinde olmadığını görünce araştırdı ve kesenin çalındığını anladı. Bunun üzerine şöyle dedi: Falana Allah o kesede bereket nasip etsin! Çünkü o, ona benden daha çok muhtaçtı'.
Ebû Huzeyfe'nin azadlısı Sâlim30 gaza meydanında can çekişirken kendisine 'Ey Sâlim! Sana su içireyim mi?' diyene şöyle cevap verdi: 'Beni biraz düşmana doğru çek! Suyu miğferime boşalt. Çünkü oruçluyum. Eğer akşama kadar yaşarsam suyu içerim'. İşte Allah'ın belâsına âhiret yolcuları bu şekilde sabrederlerdi.
Soru: Madem durum budur, o halde musibetlerde insan ne ile sabır derecesine varır? Oysa iş, insanın ihtiyarına havale edilmiş değildir. İnsan istese de istemese de mecburdur. Eğer bundan gaye, insanın musibeti hoş saymaması ise bu, insanın ihtiyarına dahil değildir.
Cevap: İnsan ancak sızlanmakla, yakasını yırtmakla, yanaklarını dövmekle, şikayette mübalağa etmekle, üzüntüyü belirtmekle, elbisesinde, yatağında ve gıdasında âdetini değiştirmekle sabredenlerin makamından çıkmış olur. Bu şeyler insanın ihtiyarı dahilindedir.
Bu bakımdan insanın bunlardan sakınması uygundur. Allah'ın verdiğine rıza göstermesi ve âdetine devam etmesi gereklidir. Alınan şeyin, kendisinin yanında bir emanet olduğuna ve sahibinin onu geri istediğine inanmalıdır.
Ümmü Süleym de denilen Rümeysa'nın31 şöyle dediği rivâyet ediliyor: Kocam Ebû Talha evde yokken oğlu vefat etti. Kalkıp evin bir köşesinde çocuğu örttüm. Ebû Talha gelince kalkıp onun iftar yemeğini hazırladım. O başlayıp yemeğini yedi ve 'Çocuk nasıl?' diye sordu. Ben 'Allah'ın nimetiyle çocuk çok iyi bir durumdadır. Hasta olduğundan bu yana bu geceki kadar sükûnete kavuşmamıştır' dedim. Bunu dedikten sonra daha önce kendisine karşı yapmış olduğum cilvelerin en alâsını yaptım. Kalkıp benden ihtiyacını giderdi. Sonra dedim ki: 'Ey Ebû Talha! Sen komşularımızın durumuna hayret etmez misin?' Ebû Talha 'Onlara ne olmuş?' dedi. Ben 'Bizden emanet birşey aldılar. Onlardan o emaneti geri istediği zaman, bu isteğim onları ürküttü' dedim. Ebû Talha 'Yaptıkları pek çirkin bir harekettir' dedi. Bunun üzerine ben 'İşte şu senin oğlun, Allah'ın senin nezdindeki bir emaneti idi. Muhakkak Allahü teâlâ, onu zât-ı ulûhîyyetinin nezdine götürdü' dedim.
Bunun üzerine Ebû Talha Allah'a hamdetti ve 'İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn' (Biz Allah'ın kullarıyız ve muhakkak O'na döneceğiz) ' dedi. Sabahleyin kalkarak Hazret-i Peygamber'e gitti ve Hazret-i Peygamber'e aramızdaki hâdiseyi haber verdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Ey Allahım! Onların ikisi için gecelerinde bereket ihsan eyle. 32
Râvî der ki: 'Ben bu hadîseden sonra onların yedi evladını mescidde gördüm. Hepsi de Kur'ân okuyordu'.
Câbir'in rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle byurmuştur:
Rüyamda cennete girdim. Ebû Talha'nın hanımı Rümeysa da oradaydı. 33
Şöyle denilmiştir: Güzel sabır, musibet sahibinin başkasından ayırd edilmemesidir. Kalbin acıması, gözlerden yaşların akması, musibet sahibini, sabredenler zümresinden çıkarmaz; zira bu durum ölüm için hazırlanan herkes de görülür. Bir de ağlamak, ölü için kalbin aeımasıdır. Bu ise, insan olmanın gereğidir. Hiçbir insan ölüme kadar bundan ayrılamaz.
Hazret-i Peygamber'in oğlu İbrahim öldüğü zaman Hazret-i Peygamber'in gözleri yaşardı. Bu manzara karşısında Hazret-i Peygamber'e denildi ki: 'Sen bizi böyle yapmaktan nehyetmemiş miydin?' Hazret-i Peygamber 'Bu merhamettir. Allahü teâlâ kullarından merhametli olanlara rahmet eder' dedi.
Belki bu, rıza makamından da insanı çıkarmaz; zira hacamat yaptırıp kan aldıran buna razıdır. Oysa böyle yaptırmaktan dolayı muhakkak elem duyar. Bazen de elemi büyüdüğü zaman gözlerinden yaşlar akar. Allah'ın izniyle bu husus Rıza bahsinde gelecektir.
İbn Ebî Nuceyh34 halifelerden birine şöyle bir taziyenâme yazdı: 'Allah'ın kendisinden aldığı şeyin hakkını en iyi bilen, Allah'ın kendisi için geride bıraktığı şeydeki hakkını tâzim eden kimsedir. Bil ki senden önce giden ancak, senindir. Senden sonra kalansa senin hakkında me'cûr olandır. Bil ki musibetlerinden dolayı sabredenlerin ecri, âfiyetle yedikleri nimetten daha büyüktür!'
Hâl böyle iken insan ne zaman istemediği bir durumu, Allah'ın kendisine verdiği nimet hakkında düşünmek sûretiyle sevap ile değiştirirse, sabredenlerin derecesine varır. Evet, hastalığın, fakirliğin ve diğer musibetlerin gizlenmesi, sabrın kemâlindendir.
Şöyle denilmiştir: 'Musibetleri, hastalıkları ve sadakayı gizlemek, sevabın hazinelerindendir'
Bütün bunlardan sonra artık anlaşılmıştır ki sabrın farziyeti, bütün durum ve fiillerde umumîdir; zira bütün şehvetlerden alıkonulmuş ve tek başına bir köşeye çekilmiş bir kimse de uzlete çekilmek ve zâhirde tek başına kalmak hususunda sabretmekten müstağni değildir.
Bâtında da şeytanın vesveselerine sabretmekten müstağni değildir. Kalbe gelen fısıltılar dinmez. Hâtıratın cevelânının en fazlası, elde edilemeyecek bir geçmişin veya mukadder olabilecek kadarını elde etmesi gereken bir gelecek hakkında olur. Bu iki durum da zamanı zayi etmekten başka birşey değildir.
Kulun aleti kalbi, sermayesi de ömrüdür. Bu bakımdan ne zaman ki kalp, bir tek nefeste Allah'ın marifetini elde ettiren o marifetten dolayı Allah'ın muhabbetini celbettiren bir fikirden gâfil olursa zarar eder.
Evet! Bu durumda bulunan insan, zarar etmiş ve aldanmıştır. Eğer fikri ve vesveseleri sadece mübahlarda olur ve mübahların hududunu geçmezse durum budur. Oysa bu da çoğu zaman olmayacak bir durumdur. Şehvetleri yerine getirmek için hilelerin her çeşidini düşünür; zira hayatı boyunca gayesinin hilâfına hareket eden herkesle durmadan mücadele eder. Hatta kendisiyle mücadele edeceğini, kendine muhalif hareket edeceğini veya hedefine zıd düşeceğini zannettiği kimse ile durmadan mücadele eder. Bununla da kalmaz sevgisi hakkında insanların en samimisi olanların bile kendisine muhalif hareket edeceğini düşünür.
Hatta ailesinin ve çocuğunun hakkında bile bu tahmini yürütür. Onların kendisine muhalefet edeceklerini sanır. Sonra onları nasıl bu muhalefetten menedeceğini ve nasıl mağlub edeceğini ve kendisine muhalefet ettikleri hususta ileri sürecekleri şeylerin cevaplarını düşünür ve böylece durmadan daimi bir meşguliyet içerisinde kıvranır. Bu bakımdan şeytanın biri uçan, bir de yürüyen iki askeri vardır. Vesveseler, şeytanın uçan askerinin hareketlerinden ibarettir. Şehvet de yürüyen askerlerinin hareketinden ibarettir. Bu durumun böyle olması şu illetten ileri gelir:
Şeytan ateşten yaratılmıştır. İnsan ise yanmış kerpiç gibi kuru bir çamurdan yaratılmıştır. Yanmış kerpiçte ateşle beraber çamur bir araya gelmiştir. Çamurun tabiatı sükûnet, ateşin tabiatı ise harekettir. Bu bakımdan yanan bir ateşin hareket etmemesi düşünülemez, Ateş durmadan, tabiatiyle hareket eder. Ateşten yaratılmış mel'un mahluk İblis'e Allahü teâlâ'nın çamurdan yarattığı Âdem'e secde etmek sûretiyle hareket etmesi teklif edildi. O ise kafa tuttu, kibre büründü ve isyan etti. İsyanın sebebini şöyle ifade etti:
Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan! (Sâd/76)
Madem durum budur, o mel'un, babamız Âdem'e (aleyhisselâm) secde etmediği için, onun Âdem'in evlatlarına secde edeceğini ummak uygun düşmez. Ne zaman kalpten vesvesesini, düşmanlığını, cevelânını çekerse, o takdirde, itaat ettiğini ve teslim olduğunu belirtmiş olur. Oysa, teslim olmak sûretiyle itaat etmek, secde etmesi demektir. Bu da, secdenin ruhudur. Alnını yere koymak, bu ruhun alametidir.
Nitekim muhterem ve büyük bir insanın huzurunda bir kadını nikâh etmenin, âdeti istihfaf etmek olarak görüldüğü gibi. . . Bu bakımdan cevherin sedefi (zarfı) seni cevherden, ruhun kalıbı seni ruhtan, özün kabuğu seni özden uzaklaştırmamalıdır. Dolayısıyla sen, şehâdet âleminin kendisini gayb âleminden tamamen perdelediği bir kimse olursun. Şeytanın mühlet verilmişlerden olması tahakkuk etmiştir. Bu bakımdan kıyâmete kadar vesvelerden uzak durmak sûretiyle sana tevazu göstermez. Ancak sen isteklerinin tümünü bir noktada toplayarak sabahlar, kalbini yalnız Allah ile meşgul edersen, bu takdirde şeytan sana ulaşmaya yol bulamaz. Onun nazarında sen Allah'ın muhlis kullarından olursun. Öyle kullar var ki bu mel'unun saltanatından istisna tutulup sultasından çıkmışlardır.
Boş olan bir kalbin şeytandan uzak olduğunu sakın zannetme. Şeytan hareket halindedir. İnsanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Onun durumu, bardaktaki hava gibidir. Sen, su ile doldurmaksızın bardağı havadan boşaltmak istiyorsan olmayacak bir şeyi ümit etmiş olursun. Aksine sudan ne kadar eksilirse şüphesiz ona o nisbette hava girmiş olur. Aynen bunun gibi, din hususunda mühim olan bir fikirle meşgul olan kalp, şeytanın cevelânından (vesveselerinden) boşalır. Aksi takdirde, Allah'tan gâfil olan bir kimsenin şeytandan başka arkadaşı yoktur.
Kim Rahman'ın zikrini görmezlikten gelirse, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o, onun arkadaşı olur. (Zuhruf/36)
Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: Allahü teâlâ, boş duran gence buğzeder.
Bunun nedeni şudur: Çünkü boş kalan genç, bâtınını, dinine yardım eden bir mübah ile meşgul eden bir amelden boşaltırsa, onun zâhiri boş olur, fakat kalbi boş olmaz ve şeytan orada yuva yapar, yumurtlar, civciv çıkarır. Sonra onun yavruları da birleşir, ikinci bir defa yumurtlar ve yavrular. İşte böylece, hayvanların üremesinden daha süratli bir şekilde şeytanın nesli ürer. Çünkü şeytanın tabiatı ateştir. Ne zaman kuru bitkiler bulursa üremesi çoğalır. Ateş, durmadan ateşten ürer, asla sonu gelmez yavaş yavaş, bitişik bir halde devam eder. Bu bakımdan gencin nefsindeki şeytanın şehveti, ateş için kuru bitki gibidir. Nasıl ki ateşin gıdası olan odun kalmadığı zaman ateş de kalmıyorsa, aynen onun gibi şehvet olmadığı zaman şeytanın mecali de kalmaz.
Madem durum budur, düşündüğün zaman anlarsın ki can düşmanın şehvetindir. O da nefsinin sıfatıdır. Nitekim Hallac-ı Mansur'a asılacağı sırada tasavvufun ne olduğu sorulduğunda,
cevap olarak şöyle demiştir: 'Tasavvuf senin nefsindir. Eğer sen onu meşgul etmezsen, o seni meşgul eder!' Durum böyle olunca sabrın hakikati ve kemâli, dinen kötü olan herşeye sabretmek demektir. Bâtının kötü hareketlerine sabretmek, bundan daha evlâdır. Bu, ancak ölümle sonu gelen daimî bir sabırdır.
Allahü teâlâ'dan minnet ve keremiyle, hüsn-ü tevfîkini dileriz!
18) Ebû Ya'la
19) Sünen sahipleri, (Bureyre'den)
20) Müslim, Buhârî, (Hazret-i Ömer'den)
21) Müslim, Buhârî (İbn Mes'ûd'dan)
22) Daha önce geçmişti.
23) Tirmizî, Nesâî, Hâkim
24) İbn Adiyy, (Enes'ten zayıf bir senedle)
25) Müsned-i Şihab
26) Müslim, (Ümmü Seleme'den)
27) Taberânî, Evsat, (Enes'ten)
28) İmâm-ı Mâlik, Muvatta
29) İbn Eb'id-Dünya, (Irâkî hadîsin aslına merfû olarak rastlamadığını söylemektedir) .
30) Adı Sâlim b. Utbe b. Rübeyâ b. Abdişşems'dir. İlk müslümanlardan biridir. Ashâbın en çok Kur'ân okuyanı idi. Elinde muhacirlerin bayrağı vardı. 'Eğer savaştan kaçarsam Kur'ân'ın en kötü hâmili olayım' demiş, sağ eli kesildiğinde bayrağı sol eliyle alıp öldürülünceye kadar bırakmamıştır.
Efendisi Ebû Huzeyfe'nin yanına defnedilmesini istemiştir.
31) Ensar'dandır. Hazret-i Peygamber'in hizmetçisi Hazret-i Enes'in annesidir. Künyesiyle şöhret bulmuştur.
32) Taberânî, Kebir
33) Nesâî, Kübra
34) Adı Yessar'dır. Ebû Dâvud ve cemaat kendisinden rivâyette bulunmuşlardır.
Hastalığı veren devayı vermiş ve şifayı da va'detmiştir. Bu bakımdan sabır, her ne kadar zor ise de onun elde edilmesi, ilim ve amelden meydana gelen macun ile mümkündür. Bu bakımdan kalplerin hastalıkları için yapılan ilaçların karışımı ilim ve ameldir.
Fakat her hastalık başka bir ilim ve başka bir amele muhtaçtır. Nasıl ki sabrın kısımları değişik ise, sabra mâni olan illetlerin de kısımları değişiktir. İlletler değişik oldukları zaman ilâç da değişik olur; zira ilâcın mânâsı, illetin zıddı ve sökülmesidir. Bunu teker teker saymak, oldukça uzun sürer. Fakat biz yolu, bir kısım misallerle tanımış oluruz.
Kişi, cimanın şehvetine sabretmeye muhtaç olur. Oysa şehvet de tenasül uzvuna hâkim olmayacak derecede veya tenasül uzvuna hâkim olabilir de gözüne hâkim olamayacak derecede veya gözüne hâkim olabilir de kalbine ve nefsine hâkim olamayacak derecededir; zira nefsi, durmadan ve gizlice kendisine, şehvetlerin isteklerini fısıldar, bu durum da onu zikir, fikir ve sâlih amellere devam etmekten alıkoyar. Daha önce sabun, dinin teşvikçisi ile hevanın teşvikçisinin boğuşmasından ibâret olduğunu söylemiştik. Boğuşanların birinin diğerini yenmesini istiyorsak, bu ancak galip olmasını istediğimizi takviye etmek ve diğerini zayıf düşürmekle olur. Bu bakımdan burada bize lâzım olan din teşvikçisini takviye etmek ve şehvet teşvikçisini de zayıf düşürmektir.
Şehveti teşvik eden şeyin zayıf düşürülmesinin yolu üç şekilde olur:
Birincisi
Birincisi onun gıdasının maddesine bakmamızdır. O madde, çeşidi ve çokluğu bakımından şehveti harekete getiren lezzetli gıdalardır. Bu bakımdan devamlı oruç tutup, az ve lezzetsiz yemeklerle yetinmek gerekir. Bu bakımdan şehveti kabartan yemekten ve etten sakınmak gerekir.
İkincisi
İkincisi şehveti tahrik eden sebepleri kesmektir; zira o haram yerlere bakmakla tahrik olur. Çünkü bakış kalbi, kalp de şehveti tahrik eder. Tahrik edici sebeplerin kesilmesi, ancak uzlete çekilmekle ve insanı şehvete sürükleyen şeylere bakmaktan sakınıp onları tamamen terketmekle mümkün olur.
Bakış, İblis'in oklarından zehirli bir oktur. 35
Bu ok öyle bir oktur ki şeytan onu hedefe yöneltir ve ona mâni olacak bir kalkan da yoktur.
Ancak gözleri kapatmak veya okun atıldığı taraftan kaçmak sûretiyle kurtulmak mümkün olabilir. . . Çünkü o, bu oku ancak sûret ve şekiller yayından atar. Bu bakımdan sûretlerin karşısından çekildiğin zaman, onun oku sana isabet etmez.
Üçüncüsü
Üçüncüsü, nefsin arzu duyduğu mübah şeylerle nefsi teselli etmektir. Bu da nikâhla olur. Çünkü tabiatın arzu duyduğu şeyler mübah yolla da elde edilebilir. İşte insanların çoğu için en faydalı tedavi budur; zira gıdayı kesmek insanı diğer amellerden de zayıf düşürür. Buna rağmen erkeklerin çoğunun şehvetini de dipten silip götürmez.
Bu nedenle Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Evlenin, evlenmeye gücü yetmeyen bir kimse oruç tutsun Muhakkak ki orucun (şehveti kesmekte) tesiri vardır. 36
İşte bunlar üç sebeptir. Yemeğin kesilmesi olan birinci tedaviye gelince, O, serkeş hayvanın yemini ve saldırgan köpeğin yiyeceğini kesmeye benzer ki o serkeş hayvan, saldırgan köpek, zayıf düşüp serkeşlik ve saldırganlıktan vazgeçsin. İkinci tedavi, köpekten eti gizlemeye, hayvandan arpayı saklamaya benzer ki eti ve arpayı görmekten dolayı köpek ve hayvanın iştahı harekete geçmesin. Üçüncü tedavi ise, köpeğin ve hayvanın tabiatının meylettiği şeyden az bir şeyle onları oyalamaya benzer.
Din teşvikçisinin takviyesine gelince, bu da ancak iki yolla olur:
1. O yolların birincisi, din ve dünyadaki mücahedenin ve sabrın dünya ve âhiretteki güzel neticeleri hususunda düşünmektir.
Sabrın dünya ve âhiretteki sonuçlarını hatırlamak, uğradığı felakete gösterdiği sabır sayesinde alacağı mükâfatın, kaybettiğinden çok daha fazla olduğunu bilmek, alacağı o büyük mükâfatlar sebebiyle kendisine gıpta edildiğini anlamak gibi hususlardır. Çektiği sıkıntı ve uğradığı felaketin geçici, alacağı mükâfatın ise ebedî olduğunu, önemli birşey karşılığında âdi birşeyi feda ettiğini ve bundan ötürü üzülmemesi gerektiğini bilmektir. Bu anlattıklarımız mârifet bölümlerindendir. Mârifet ise imandandır; bazen güçlenir, bazen zayıflar. Îman güçlendikçe dinî duygular da güçlenir ve dinî duyguları harekete geçirir. Îman zayıflayınca dinî duygular da zayıflar. İmanın kuvvetine yakîn denir. İşte sabrın azimetini tahrik eden, yegâne müessir, yakîndir. İnsana en az verilen şey de yakîn ile sabrın azimeti'dir.
2. O yolların ikincisi, din teşvikçisine hevâ-i nefsin teşvikçisi ile görüşmeyi, tedricî olarak heva-i nefsi alt etmenin zevkini idrak edinceye kadar telkin etmektir. Bu takdirde cüretle ona sarılır ve onunla boğuşmaktaki kuvveti oldukça artar; zira alıştırmak ve zahmetli işlere yavaşça dalmak, o işlerin kaynağı olan kuvveti takviye eder. Bu nedenledir ki hammalların, çiftçi ve savaşçıların kuvveti artar.
Kısacası zahmetli işlere dalan kimselerin kuvveti, terzilerin attarların, fakih ve sâlihlerin kuvvetinden daha fazla olur. Bunun sebebi de bu sınıfların gücünün antrenman yapmak sûretiyle takviye olunmamış olmasıdır. Bu bakımdan birinci tedavi, güreşçiye, galip geldiği zaman verilecek mükâfata tamah etmesine benzer. Firavun, sihirbazlarını Hazret-i Mûsa ile yarışmaya teşvik ettiği zaman onlara vaadde bulunup şöyle demesi gibidir:
Evet! (Size hem mükâfat var) hem o vakit siz (kıymet ve şeref bakımından bana) yakınlardan olacaksınız. (Şuarâ/42)
Tedavinin ikinci formülü, güreşmesi ve savaşması umulan çocuğu, daha çocukluk zamanından itibaren yetiştirerek bükülmez bir hale gelmesi için çalıştırmaya benzer. Bu bakımdan kim sabırla mücahede etmeyi tamamen terkederse, o kimsede dinî duygu zayıflar. Şehvet ne kadar zayıf olursa olsun, ona karşı koymaya gücü kalmaz. Kim hevâ-i nefsine muhalefet etmeyi öğrenirse, o kimse istediği anda şehvete galebe çalar. İşte bu, sabrın bütün çeşitlerinde tedavinin yoludur ve bunların en zoru her çeşidini burada saymak mümkün değildir. Ancak iç âlemini, nefsin vesveselerinden menetmektir. Bunun zor olması, ancak buna hazırlanan bir kimse için sözkonusudur. Şöyle ki: Bu kimse zahiri şehvetleri sökmüş, uzlete çekilmeyi tercih etmiş, murakabe, zikir ve fikir için oturmuştur. Muhakkak ki vesveseler, böyle bir kimseyi bir yandan başka bir yana çekerler. Bu vesvesenin aile, mal, mertebe, arkadaş ve dostlarından kaçmak sûretiyle zâhirde ve bâtında bütün bağlarını kesmedikçe tedavisi yoktur.
Sonra az bir gıda ile kanaat edip bir zaviyeye çekilmelidir. Sonra bütün bunlar da istekleri ve hedefleri bir olmadıkça kâfi değildirler. O bir olan hedef de Allahü teâlâ'dır. Sonra bu, kalbe galip geldiği zaman, düşünce hususunda, mecali olmadıkça bu da kâfi değildir. Gökler ve yerin melekûtunda, Allah'ın sanatının acaibliklerinde ve Allah'ın diğer mârifetlerini bâtın ile seyretmedikçe, bu da kâfi değildir. Bu seyir onun kalbini kapladığı zaman, bu seyirle meşgul olması şeytanın vesveselerini kendisinden defeder, onu hiç durmadan Kur'ân okumak, zikir yapmak ve namaz kılmaktan ibaret olan virdler kurtarır. Bütün bunlarla beraber,. kalbine huzuru yükletmeye muhtaçtır. Çünkü kalbi ancak bâtınla düşünmek huzurla doldurur, zâhiri virdler ise bunu yapamazlar.
Sonra kişi bütün bunları yaptığı zaman vakitlerden ancak bazısı onun için selâmetti kalır; zira kişi bütün vakitlerinde, yenilenen hâdiselerden kurtulamaz. Bu bakımdan bu hâdiseler, onu, düşünce ve zikirden alıkoyar. Bu hâdiseler de hastalık, korku, bir insandan gelen eziyet, oturup kalktığı birinin saldırısı gibi şeylerdir; zira kişi, maişetin bazı sebeplerinde kendisine yardım eden bir kimse ile oturup kalkmaya mecburdur. İşte bu, meşgul edici şeylerden biridir.
İkinci çeşide gelince, o birinci çeşitten daha zarurîdir. O da yemek, elbise ve maişetin sebepleriyle uğraşmaktır; zira bunları hazırlamak da insanı meşgul eder. Eğer bunları bizzat kendi hazırlıyorsa durum böyledir.
Eğer başkası tarafından hazırlanıyorsa, bu sefer şahsın kalbi, bunları hazırlayan kimse ile meşgul olur. Fakat ancak bütün alâkaları kestikten sonra vakitlerinin fazlası, kendisi için boşalır. Eğer ansızın bir olaya veya bir ihtiyaca hedef olmazsa durum budur. Bu takdirde kalp, saflığa kavuşur, şahıs için düşünce kolaylaşır, Allah'ın, gök ve yerin melekûtunun sırlarından birçok şey ona keşfolunur ki eğer kişinin kalbi başka şeylerle meşgul olsaydı, kişi uzun bir zamanda onun binde birine vâkıf olamazdı. (Bu raddeye gelmek, çalışmakla elde edilmesi mümkün olan makamların en yücesidir!)
Keşfolunanların miktarına, haller ve amellerde varid olan ilâhî lütfun meblâğlarına gelince, bu avlanma yerine ve rızkın miktarına göredir; zira bazen çaba az olduğu halde av pek kârlı olur. Bazen çaba oldukça uzar fakat av ve nasib az olur. Çalışmanın ötesinde Rahman'ın cezbelerine güvenmek gerekir. Çünkü Rahman'ın bir tek cezbesi, insanların ve cinlerin amellerine denktir. Bu ise, kulun ihtiyarıyla değildir. Evet! Kulun ihtiyarı, dünyanın cazibelerini kalbinden sökmek sûretiyle kendisini o cezbeye maruz bırakmasındadır; zira esfeli sâfilîn'e doğru çekilen bir kimse a'lâyı illiyyîn'e doğru gidemez. Himmeti dünya olan herkes dünyaya doğru çekilir. Bu bakımdan ilgilerin kesilmesi, Hazret-i Peygamber'in şu hadîsi ile kastolunan yegâne mânâdır:
'Muhakkak ki zamanınızın günlerinde rabbinize yaklaştırcı teselliler vardır. O nefhaları kapmaya hazırlanınız'.
Bunun hikmeti şudur: Çünkü o nefha ve cezbelerin semavî sebepleri vardır; zira Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Semâda rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var. (Zâriyât/22)
Bu ise, rızık çeşitlerinin en yücesidir. Semavî işler bizim için gaybtır. Allah'ın rızkın sebeplerini ne zaman müyesser edeceğini bilmiyoruz! Bu bakımdan bize düşen, rızkın konacağı yeri boşaltmak, rahmetin inişini ve kitabın müddetini beklemektir. Tıpkı tarlayı ıslah eden, otlardan temizleyip tohumu oraya serpen bir kimse gibi. . . Bütün bunları yapmak, ancak yağmur yağarsa ona fayda verir. Kul Allah'ın yağmuru ne zaman vereceğini bilemez. Ancak şu var ki kişi, Allah'ın rahmet ve faziletine güvenir (ve bilir ki) hiçbir sene yağmursuz geçmez.
Aynen böyle herhangi bir sene, bir ay ve bir gün, çok az zaman Allah'ın o cezbe ve feyizlerinden uzak olur. Öyleyse en uygunu, kulun, kalbini şehvetin bitkilerinden temizlemesi, oraya irade ve ihlâs tohumunu ekmesi ve onu rahmet rüzgârının esmesine hazır bir vaziyete getirmesidir. Nitekim yaz mevsimlerinde ve bulutların belirdiği anda yağmurun gelmesinin beklendiği gibi. . . Böylece şahsın, kıymetli vakitlerde, himmetlerin birleştiği ve kalplerin yardımlaştığı bir zamanda, Arefe, cuma ve ramazan günleri gibi o feyizleri beklemesi gerekir. Çünkü himmetler ve nefisler Allah'ın takdir hükmüyle rahmetin bolca gelmesinin sebepleridir. Hatta çok zaman yağmur duaları yağmurun bol yağmasına sebep olurlar. Bu bakımdan himmet ve nefisler deniz ve dağ bölgelerinin bulutları «çekmesinden daha fazla mükâşefe yağmurlarının, marifetlerin melekût hazinelerinden bolca yağmasını temin ederler. Hatta haller ve mükâşefeler senin kalbinin içerisinde, seninle beraber ve hazırdırlar. Ancak sen, ilgi ve şehvetlerin sebebiyle onlardan gafilsin. Bu bakımdan bu meşguliyetin, seninle o haller ve keşifler arasında perde olmuştur. Öyleyse sen o şehveti kırmaya ve perdeyi kaldırmaya muhtaçsın. Bunu yaptığın takdirde kalpte marifetin nûrları doğar. Tıpkı yerdeki suyun kanal kazmak sûretiyle çıkarılmasının, uzak ve alçak bir yerden oraya suyu akıtmaktan daha kolay olduğu gibi. . .
Bu hakîkat kalpte hazır bulunduğu ve meşguliyetten dolayı unutulduğu için Allahü teâlâ îmanın bütün marifetlerine tezekkür adını vererek şöyle buyurmuştur:
(Kur'ân'ı) biz indirdik biz; ve onun koruyucusu da elbette biziz! (Hicr/9)
Sağ duyu sahipleri öğüt alsınlar diye (gönderilmiştir) . (İbrahim/52)
Andolsun biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur? (Kamer/17)
İşte vesvese ve meşguliyetlere sabretmenin ilâcı budur! Bu derece, sabır derecelerinin sonuncusudur. Bütün ilgilere karşı sabretmenin, vesveselere sabretmekten daha önce olmasının (hikmeti şudur) :
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: "Dünyadan âhirete gitmek, Mü'min için kolaydır. Allahü teâlâ'nın 'sevgisi için halkı terketmek zordur. Nefisten Allah'a doğru seyretmek çetin ve şiddetlidir. Allah ile beraber sabretmek daha şiddetlidir'.
Cüneyd-i Bağdadî, önce kalbin meşguliyetlerine sabretmenin şiddetini, sonra da halkı terketmenin zorluğunu zikretmiştir. Nefis için, ilgilerin en şiddetlisi halkın alâkası ve mertebe sevgisidir; zira riyasetin, galebe çalmanın, yüceliğin ve etrafına adam toplamanın zevki, akıllıların nefislerine dünyadaki zevklerin en galip gelenidir. Nasıl lezzetlerin en galip olanı olmasın? Onların matlûbu, Allah'ın sıfatlarından olan bir sıfattır. O da rubûbiyet sıfatıdır. Rubûbiyet sevilir, tabî olarak sevilir ve istenir. Çünkü kalpte rubûbiyyetin emirlerine uygunluk vardır. Allahü teâlâ'nın şu âyeti bundan ibarettir:
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: 'Ruh rabbimin emrindendir'. (İsrâ/85)
Kalp bunu sevdiğinden dolayı kötülenmiş değildir. Ancak kalp, mel'un ve emir âleminden uzaklaştırılmış şeytanın aldanışından dolayı, kendisi için vâki olan bir yanlışlıktan ötürü kötüdür; zira kalp emir âleminden olmasından dolayı, şeytan kendisine hased etmiş, dolayısıyla onu saptırmış ve azdırmıştır. Kalp âhiret saadetini talep ettiği halde nasıl kötü olur? O, fenası olmayan bir bekayı, zilleti olmayan bir izzeti, korkusu olmayan bir emniyeti, fakirliği olmayan bir zenginliği ve eksikliği olmayan bir kemâli ister. Bunların hepsi de rubûbiyet vasıflarındandır. Bunu istediği için kalp kötü değildir. Aksine her kulun, sonu olmayan bir mülkü istemek hakkıdır, mülkü isteyen şüphesiz ki yüceliği, izzeti ve kemâli de ister. Fakat mülk iki çeşittir. Birinci mülk geçicidir, peşindir; bu mülk dünyadır. (İkinci mülke gelince) o ebedî ve daimî bir mülktür. Ona herhangi bir elem karışmaz. Hiçbir şeyle sonuçlanıp kesilmez. Fakat bu mülk gelecektedir. Oysa insan aceleci ve peşin verilene rağbet gösterci olarak yaratılmıştır. Bu bakımdan şeytan gelir, insanın tabiatından bulunan acelecilik vasıtasıyla ona yanaşıp acele olan mülk ile insan adatır. Hazır olanı insana süslü gösterir. Ahmaklığından istifade ederek onun yanına sokulup âhireti de ona va'deder. Dünya mülküyle beraber âhiret mülkünü de ona sözverir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem. ) şöyle buyurmuştur.
Gerçek ahmak o kimsedir ki nefsini hevasına tâbi kılar. Allah'tan amelsiz olarak birçok istekte bulunur.
Böylece; o mahrum insan, şeytana kanar, dünyanın izzeti ve imkânı nisbetinde mülkünü talep etmekle meşgul olur. Oysa Allah'ın tevfîkine mazhar olan bir kimse, şeytanın aldatma ipine tutunmaz; zira bu kimse, şeytanın hilesinin giriş noktalarını bilir. Böylece bu kimse, peşin verilen dünyadan yüz çevirir. Allahü teâlâ, mahrum olanların durumunu şu ayetle tasvir etmiştir.
Hayır siz çabuk (geçen şu dünyay) ı seviyorsunuz da âhireti bırakıyorsunuz. (Kıyâmet/20-21)
Bunlar çok çabuk geçen (dünyayı) seviyorlar da önlerindeki ağır bir günü bırakıyorlar. (İnsan/27)
Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların erişebilecekleri bilgi budur. (Necm/29-30)
Şeytanın hilesi, bütün insanların içlerine sıçradığı zaman, Allahü teâlâ, peygamberler gönderir, peygamberlere de melekler gönderip düşmanın halkı helak edip sapıtması hakkında tamamlanan hilelerini bildirir. Böylece peygamberler, halkı, mecazî ve geçici mülkten çevirip hakikî mülke davet ederler. O mecâzî mülk (dünya) insanın eline geçse bile esası yoktur ve devam etmez. Bu bakımdan peygamberler halka şöyle haykırdılar:
Ey îman edenler! Size ne oldu ki 'Allah yolunda topluca savaşa çıkın!' dendiği zaman, yere çakılıp kaldınız. Yoksa âhiretten vaz geçip dünya hayatına mı razı oldunuz! Fakat âhiretin yanında dünya hayatının zevk ve faydası pek azdır. (Tevbe/38)
Bu bakımdan Tevrat, İncil, Zebûr, Furkan (Kur'ân) , İbrahim'e gönderilen sahifeler ve Allah'tan gelen her kitap halkı, daimî bir mülke davet etmek için indirilmiştir. Halktan istenen şey, dünyada ve âhirette, padişah olmalarıdır. Dünya padişahlığı ona zâhidlik gösterip onun azıyla kanaat etmek demektir.
Âhiret padişahlığına gelince, Allah'a (mânen) yaklaşmakla, yokluğu olmayan bir beka, zilleti olmayan bir izzet ve dünya âleminde gizlenmiş ve hiçbir nefis tarafından bilinmeyen bir göz aydınlığı ve saadeti idrak etmektir.
Şeytan, âhiret mülkünün, ancak dünya mülküne davet etmekle elden çıkacağını bildiği için insanı dünya mülküne davet eder; zira âhiret mülküyle dünya, kumadır.
Bir de şeytan dünyanın da, o şahıs için sağlam kalmayacağını bilir. Onun için onu dünyaya davet eder. Eğer dünyanın ona teslim olduğunu bilmiş olsaydı, dünyadan dolayı da kendisine hased ederdi. Fakat dünya mülkü, mücadele, bulanıklık ve tedbirler için uzun sıkıntılardan hâli değildir. Rütbe ve riyasetin diğer sebepleri de böyledir. Sonra ne zaman ki dünya kişiye teslim olur, sebepler tamamlanırsa, kişinin ömrü sona erer.
Nihayet yer zînetini takınıp süslendiği ve halkı da onun (mahsulünü toplamaya) kâdir olduklarını zannettikleri bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz (âfetimiz) geliverir. İşte biz düşünecek bir kavim için ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz. (Yûnus/24)
Dünya hakkındaki zâhidlik, hazır bir mülk olduğundan, şeytan zâhidliği dolayısıyla zâhide hased edip onu zâhidlikten uzaklaştırır. Zühdün mânâsı, kulun, şehvetine ve öfkesine hakim olması demektir. Böylece şehvet ile öfke, dinin teşvikçisine ve îmanın işaretine itaat ederler. Bu mülk, istihlâk yoluyla edinilen bir mülktür; zira onunla sahibi hür olur. Şehvetin onu istilâ etmesiyle şahıs, tenasül uzvunun, midesinin ve diğer isteklerinin esiri olur. Bu bakımdan, hayvan gibi onlara uyar. Öyle bir köle olur ki şehvetin dizgini onu gırtlağından yakalar, istediği yöne çekip evirir çevirir. Bu bakımdan İnsan oğlunun aldanması ne büyüktür; zira İnsan oğlu köle olmasına rağmen mülkü elde edeceğini, kul olmasına rağmen rubûbiyet sıfatına ulaşacağını zanneder. Böyle bir kimse dünyada, ancak mâkûs (tepetaklak) ve âhirette de menküs (başı eğik) olur. Padişahlardan biri, zâhidin birisine şöyle der: 'Bir ihtiyacın var mı?'
Buna karşılık zâhid 'Senden ihtiyacımı nasıl talep ederim? Zira benim mülküm seninkinden daha büyüktür!' der. Padişah 'Nasıl olur?' deyince, zâhid 'Senin kölesi olduğun şey benim kölemdir' diye cevap verir. Padişah 'Bu nasıl olur?' der. Zâhid 'Sen şehvetin, öfkenin, tenasül uzvunun ve karnının kölesisin; oysa ben, bütün bunları mülk edinmişim ve hepsi de benim kölelerimdir!'
İşte dünyanın mülkü budur. Âhirette insanı mülke sevkeden budur. Bu bakımdan şeytanın aldatmasıyla aldanan hem dünyada hem de âhirette zarar eder. Dosdoğru yolun üzerinde kuvvetli kalmaya muvaffak olanlar hem dünyayı, hem âhireti elde etmişlerdir.
Şu anda mülk ve rubûbiyetin, teshîr etmenin ve köleliğin mânâsını, bu husustaki yanlışlığın giriş noktasını, şeytanın nasıl kandırdığını bildiğin zaman, mülkten, mertebeden el çekmek ve ona sırt çevirmek, yok olduğunda sabır göstermek sana kolay gelir; zira sen onu terketmekle dünyada padişah olduğun gibi, ondan ötürü âhirette de padişah olmayı umarsın. Kim rütbeye önem verip sebepleri kalbinde yerleştikten sonra bu kendisine keşfedilirse, bu kimse için tedavi hususunda mücerred ilim ve keşif kâfi değildir. Aksine buna amel katması gerekir. Bunun ameli üç şeydedir:
1. Birincisi, rütbe sevgisinin sebeplerini müşahede etmemek için rütbe yerinden kaçmasıdır; zira sebepleri müşahede ettiği halde sabretmek pek zordur. Nasıl ki şehvetin galebe çalmaması için tahrik edici sûretleri görmekten kaçıyorsa, tıpkı onun gibi rütbenin sebeplerinin görüldüğü yerden de kaçmalıdır. Bunu yapmayan bir kimse, Allah'ın yeryüzü genişliğindeki nimetini inkâr etmiş olur!
Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de hicret edeydiniz ya! (Nisâ/97)
2. İkincisi, âdetine muhalif düşen fiillerde, nefsini zorlamasıdır. Bu bakımdan tekellüfü (zorluğu) normallikle, haşmet kisvesini, tevazu kisvesiyle değiştirmelidir. Böylece mevkî ve mertebenin isteği üzere oturmada, kalkmada, yemekte, giymekte ve meskende âdet ettiği her şeyi de değiştirmelidir. Onları zıdlarıyla değiştirmesi gerek ki daha önceki âdetlerinin yerine bunlar yerleşsinler. Öyle ise tedavi etmenin mânâsı öncekilerin zıddını yapmak demektir.
3. Üçüncüsü, bu hususta yavaş ve tedricî sûrette hareket etmesidir. Öyleyse bir defada en zor taraftan normale dönemez. Çünkü tabiat ürkektir. Onu kötü huylarından çevirmek, ancak tedric yoluyla mümkün olabilir. Bu bakımdan bazısını terkeder, diğeriyle kendisine teselli verir. Sonra nefis onun bir kısmını da terkeder ki nefis diğer kısmıyla kanaat edinceye kadar ve böylece kalbinde yerleşen o sıfatları kökünden söküp atıncaya kadar yavaş yavaş hareket eder. Bu tedrice, Hazret-i Peygamber'in şu hadîsiyle işaret vardır:
Muhakkak bu din metin ve şedîddir. Bu bakımdan bu dinde sâkin hareket et. Sakın nefsini, Allah'ın ibâdetinden nefret ettirme. Muhakkak ki yolda kalıp bineği ölen bir kimse ne mesafe katetmiş ne de bineğin sırtını sağlam bırakmıştır. 37
Sakın bu dinin üstüne çıkmaya kalkışmayın. Muhakkak ki bu dine meydan okuyan bir kimseyi bu din mağlûp eder. 38
Madem durum budur, vesvese, şehvet ve rütbe sevgisine sabretmenin ilâcından zikrettiklerimizi Mühlikât bölümünün Riyâzet-i Nefs bahsinde zikrettiğimiz mücahede yollarının kanunlarına ekle ve onu düstur edin ki onunla daha önce belirttiğimiz-sabrın ilâcını bilmiş olasın. Çünkü cüzleri tafsil etmek oldukça uzun sürer. Kim tedric kanununu gözetirse o kanunla sabrı öyle bir zirveye terakki eder ki orada artık onsuz sabretmek kendisine zor gelir. Tıpkı onunla beraber sabretmenin kendisine zor geldiği gibi. Bu takdirde işler tam tersine olur. Daha önce şahsın nezdinde sevimli olan bir şey bu sefer sevimsiz olur. Mekruh olan kolay bir meşreb olur ki onsuz sabredemez. Bu durum ise, ancak tecrübeyle ve tatmakla bilinir.
Âdetlerde bunun benzeri vardır. Çünkü çocuk, başlangıçta zorla öğrenmeye gönderilir. Oynamadan durmak ve ilimle uğraşmak ona güç gelir ki çocuğun basireti açılıncaya ve ilimle uğraşmanın zevkine varıncaya kadar bu durum böyledir. Bu duruma geldikten sonra iş tam aksine olur. Bu sefer ilimle uğraşmamak çocuğa zor gelir. Oyun hususunda sabır göstermek zahmet olur. Ariflerin birinden rivâyet edilen şu hikâye bu duruma işaret eder: Şiblî'den sabrın hangisi daha şiddetli olduğu soruldu. Cevap olarak 'Kötü sıfatlan iyi sıfatlarla değiştirmek hususundaki sabır' dedi. Soran kişi 'Hayır! O değildir!' deyince, Şiblî 'Allah için sabırdır!' Soran 'Hayır!' dedi. Şiblî 'Allah ile sabır!' diye cevap verdi. Soran 'Hayır!' dedi. Şiblî 'O halde hangisi?' deyince, soran 'Allah'tan uzaklaştığı halde kapısından ayrılmayıp topraklara yüz sürme hususundaki sabır' dedi. Bunun üzerine Şiblî, ruhu cesedinden çıkarcasına bağırdı.
'Ey îman edenler! Sabredin, direnin, savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki felâh bulasınız' (Âl-i İmrân/200) âyeti hakkında şöyle denilmiştir: 'Allah'da sabrediniz! Allah ile sabır yarışı yapın ve Allah ile irtibat kurun'
Denildi ki: Allah için yapılan sabır meşakkat ve külfettir. Allah'ın yardımıyla olan sabır bekadır. Allah ile olan sabır vefadır. Allah'tan uzak olmaya dair olan sabır cefadır. Nitekim bu mânâda şair şöyle demiştir:
Senden olan sabra gelince, onun neticeleri kötüdür.
Senden başka diğer eşyalarda olan sabır ise güzeldir Başka bir şair de şöyle demiştir:
Sabır her yerde güzeldir.
Ancak senin aleyhinde olan müstesna! Sabır hakkında söyleyeceklerimiz bundan ibarettir.
35) Daha önce geçmişti.
36) Nikâh bölümünde geçmişti.
36) Nikâh bölümünde geçmişti.
37) İmâm-ı Ahmed, Beyhâkî
38) Daha önce geçmişti.
Şükr'ün üç rüknü vardır:
Birinci rükün; şükrün fazileti, hakikati, kısım ve hükümleri,
İkinci rükün; nimetin hakikati, hususî ve umumî kısımları,
Üçüncü rükün; şükür ve sabırdan hangisinin daha faziletli olduğu hakkındadır.
Birinci rükün şükür hakkındadır.
Allahü teâlâ, kitabında şükrü zikir ile beraber zikretmiştir.
Âyet-i Kerîmeler
Andolsun! Allah'ı anmak en büyük (ibadet) tir. (Ankebût/45)
Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin. (Bakara/152)
Eğer siz Allah'ın nimetlerine şükredip' îman ederseniz Allah size niye azap etsin? (Nisâ/147)
Şükredenlere ise muhakkak mükâfat vereceğiz (Âl-i İmrân/145)
İblis şöyle dedi: 'Öyleyse beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım vesvese verip pusu kuracağım. (A'raf/16)
Ayette bahsi geçen doğru yolun şükür yolu olduğu söylenmiştir. Şükür mertebesinin büyüklüğünden ötürü İblis, halka tânederek şöyle dedi:
Onların çoklarını şükredici olarak görmeyeceksin! (A'raf/17)
Allahü teâlâ da şöyle buyurdu: Kullarımdan şükreden azdır. (Sebe/13)
Allahü teâlâ, şükürle beraber fazla nimet vereceğini söyleyip istisna yapmadı.
Andolsun! Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. (İbrahim/8)
Oysa beş şeyde (zengin etmekte, duayı kabul etmekte, rızıkta, mağfirette ve rahmette) istisna ederek şöyle buyurmuştur:
Eğer fakirlikten korkarsanız; biliniz ki Allah dilerse sizi fazlından zengin edecektir.
(Tevbe/28)
Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız; O da dilerse (kaldırılmasını) istediğiniz belâyı kaldırır.
(En'am/41)
Allah dilediğine hesapsız rızık verir. (Bakara/212)
Ondan başkasını dilediği kimse için bağışlar. (Nisâ/48)
Allah dilediği kimseye tevbeyi nasip eder. (Tevbe/15)
Bu, rubûbiyet ahlâklarından biridir; zira Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Eğer Allah'a güzel borç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar. Allah karşılık verendir, halimdir. (Teğâbün/17)
Allahü teâlâ, şükrü cennet ehlinin konuşmasına anahtar yapmıştır.
(Cennetlik olanlar şöyle) derler: 'Hamdolsun o Allah'a ki bize olan va'dini yerine getirdi'.
(Zümer/74)
Dualarının sonu ise 'Bütün hamdler âlemlerine rabbine mahsustur!' (Yûnus/10)
Hadîsler
Şükrederek yiyen, sabrederek oruç tutan mertebesindedir. 39
Atâ'dan şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Âişe'nin huzuruna girip 'Hazret-i Peygamber'den gördüğün en acaip şeyi bize haber ver!' dedim. Bu söz üzerine, Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) ağladı ve şöyle dedi: 'Hazret-i Peygamber'in hangi durumu acaip değil ki! O bir gece bana geldi. Yatağıma yattı, vücudum onun vücuduna değdi. Sonra şöyle dedi: Ey Ebû Bekir'in kızı! Beni bırak ki rabbime ibadet edeyim! Bu sözü üzerine 'Sana yakın olmayı severim. Fakat senin isteğini kendi isteğime tercih ederim', deyip ibadet etmesine izin verdim. Su dolu bir testiyi alıp abdest aldı. Fakat fazla su sarfetmedi. Sonra kalkıp namaza durdu. Göz yaşları göğsünün üzerine akacak derecede ağladı. Sonra rükûa vardı, ağladı. Sonra secdeye vardı, ağladı. Sonra başını kaldırıp ağladı. Böylece Bilâl gelip sabah namazının vaktini kendisine bildirinceye kadar ağladı. Bunun üzerine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Seni ağlatan nedir? Oysa Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını, senin için affetmiştir' dedim. Hazret-i Peygamber bana şöyle dedi: Ben çokça şükreden bir kul olmayayım mı? Ben neden böyle yapmıyayım? Oysa Allahü teâlâ şu âyeti indirmiştir:
Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde, insanlara yararlı olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten yağmur indirerek onunla ölmüş olan arzı diriltmesinde, o arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları, yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın birliğine) deliller vardır. (Bakara/164) 40
Bu hadîs-i şerîf ağlamaya devanı edilmesi gerektiğine delâlet eder.
Peygamberlerden biri kendisinden bol su çıkan küçük bir taşın yanından geçti ve buna hayret etti. Allahü teâlâ o taşı dile getirerek şöyle konuşturdu: "Ben Allah'ın 'Artık o ateşten sakının ki onun yakıtı insanlarla taşlardır' (Bakara/24) ayetini dinlediğimden beri onun korkusundan ağlıyorum".
Bunun üzerine o peygamber, Allahü teâlâ'dan o taşı ateşten korumasını diledi ve Allahü teâlâ da onu korudu. Bir müddet sonra o küçük taşı aynı durumda gördü ve 'Şimdi neden ağlıyorsun?' dedi. Taş 'Daha önce gördüğün ağlama, korku ağlamasıydı. Bu ağlama ise şükür ve sevinç ağlamasıdır' diye cevap verdi. Kulun kalbi de taş gibi veya katılık bakımından taştan daha şiddetlidir. Onun katılığı hem korku, hem de şükür halinde ağlamakla bertaraf edilir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet gününde 'Çok hamdedenler ayağa kalksın' denir. Bir grup ayağa kalkar. Onlara bir bayrak dikilir ve onlar cennete girerler.
'Bu çok hamdedenler kimlerdir?' diye soruldu.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Bunlar her durumda Allah'a şükreden kimselerdir'. 41 Başka bir lâfızda 'Bunlar hem genişlikte, hem. de darlıkta şükrederler' şeklinde gelmiştir.
Hamd, Rahman'ın ridasıdır (abâsıdır) . 42
Allahü teâlâ Hazret-i Eyyûb'e (aleyhisselâm) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: 'Ben velî kullarımdan mükâfat olarak şükre razı oldum'. Yine sabredenlerin sıfatı hakkında da Hazret-i Eyyûb'e (aleyhisselâm) şöyle vahiy göndermiştir: 'Onların evleri selâm evidir (cennettir) . Onlar o eve girdikleri zaman onlara şükretmeyi ilham ederim. Şükür ise, sözlerin en hayırlısıdır. Şükür anında onlara daha fazlasını talep etmeyi ilham ederim. Bana bakmalarıyla onlara daha fazlasını veririm'.
İstif edilen mallar hakkında hüküm nâzil olduğu zaman Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi: Malın hangisini edinelim? Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem)
cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Sizden herhangi biri zikredici bir dil ve şükredici bir kalp edinsin!43
Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, malın yerine şükredici kalbin edinilmesini emretmiştir.
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Şükür îmanın yarısıdır!'
39) Buhârî
40) İbn Hıbbân, Ahlâk-ı Rasûl
41) Taberânî, Ebû Nuaym, Beyhâkî
42) Irâkî aslına rastlamadığını söylemişse de Sahîh'de 'Kibriyâ O'nun abasıdır' şeklinde vârid olmuştur.
43) Nikâh bölümünde geçmişti.
Şükür, sâliklerin makamlarındandır. Şükür, ilim, hâl ve amelden meydana gelir. İlim, asıldır ve hâli gerektirir. Hâl de ameli gerektirir.
İlim, nimeti nimet verenden bilmektir: Hâl, nimet verenin nimet vermesinden dolayı meydana gelen sevinç demektir. Amel, nimet vereni maksudu ve mahbubu yapmaktır. O amel, kalp, azalar ve dil ile ilgilidir. Bu bakımdan bütün bunları belirtmek gerekir ki onların toplamı ile şükrün hakikati ihâta edilebilsin; zira şükrün tarifinde söylenen şeyler, onun bütün mânâlarını kapsamaktan uzaktır.
Birinci Asıl
Birinci asıl ilimdir. İlim de üç şeyi bilmektir: Nimetin kendisini o nimetin nimet olmasını, nimet verenin zatını ve nimetinin tamamlanmasına vesile olup nimetin kaynağı olan sıfatlarının varlığının bilinmesidir.
Çünkü nimette, nimet verenin kasd ve iradesiyle kendisine nimet verilen kimsenin varlığı lâzımdır. İşte bunlar bilinmesi gereken şeylerdir. Bu, Allah'ın dışındaki şeyler hakkında vâriddir. Allah hakkında ise, bütün nimetlerin Allah'tan olduğunu bilmekle tamam olur.
Nimet veren ancak Allah'tır. Vasıtalar Allah tarafından musahhar kılınmışlardır. Bu marifet, Tevhîd ve takdisin ötesindedir; zira takdis ve Tevhîd bu marifete dahildir. Îman marifetleri hususunda birinci rütbe, takdisdir. Sonra kişi mukaddes zatı tanıdığında birden başka mukaddes olmadığını anlar. Bu da Tevhîdin ta kendisidir. Sonra şahıs âlemde olan her şeyin sadece o Bir den varolduğunu bilmelidir. Bu bakımdan herşey O'ndan gelen nimettir.
İşte bu marifet üçüncü mertebeye girer. Zira üçüncü mertebeye takdis ve Tevhîd ile beraber ifratın kemâli ve fiili tek başına icra etmek de girmiş olur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demekle bu hakîkati dile getirmiştir. Kim Sübhânallah derse, onun on hasenesi vardır. Kim Lâ ilâhe illâllah derse onun yirmi hasenesi vardır. Kim Elhamdülillah derse onun otuz hasenesi vardır. 44
Zikrin en faziletlesi Lâ ilâhe illâllah'dır. Duanın en faziletlesi Elhamdülillâh'tır. 45
Hiçbir zikir, Elhamdülillâh'ın kazandırdığı gibi kat kat sevap kazandırmaz. 46
Sakın hadîslerde bahsi geçen bu hasene'lerin mânâları kalpte hâsıl olmadan sadece bu kelimeleri dil ile söylemek için verildiğini zannetme! Bu bakımdan Sübhanallah takdise delâlet eden bir kelime, Lâ ilâhe illâllah Tevhîde ve Elhamdülillâh da hak ve bir olan Allah'tan nimetin gelmesinin marifetine delâlet eden bir kelimedir. Öyleyse (bahsi geçen) sevaplar îman ve yakînin şûbelerinden olan bu marifetlerin karşılığıdır.
Bu marifetin tamamı, fiillerden şirki yok eder. Bu bakımdan sultanlardan biri bir şahsa birşey ihsan ettiğinde o şahıs, o şeyin kendisine verilmesinde vezirin dahli olduğunu düşünürse kolaylaştırmak ve kendisine vardırmakta müdahalesini görürse, o veziri nimet hususunda sultana ortak yapmış olur.
Bu bakımdan bu kimse, o nimetin her anlamda padişahtan geldiğini göremez. Bir anlamda padişahtan, başka bir anlamda da vezirinden geldiğini düşünür. Bu durumda sevgisi padişah ile vezire tevzi edilir. O halde, padişah hakkında muvahhid olamaz. Evet, padişah hakkındaki Tevhîdine ve şükrünün kemâline, padişahın yazmış olduğu kâlemle attığı imza ve üzerine yazının yazıldığı kâğıt vasıtasıyla o nimetin kendisine vâsıl olduğunu düşünmesi bir eksiklik değildir; zira o ne kalem, ne de kâğıtla sevinmez. Kalem ile kâğıdın şükrünü yapmaz. Çünkü onların, mevcut oldukları cihetle, o nimette herhangi bir müdahalelerinin olduğunu söylemiş olmamaktadır. Aksine onların, padişahın kudreti ve emri altında olmaları hasebiyle o nimette müdahaleleri vardır. Şahıs bazen padişahın nimetini kendisine ulaştıran vekil ve hazinedarın da o nimeti kendisine ulaştırmak bakımından padişah tarafından mecbur edildiklerini bilir.
Yine bilir ki eğer padişahın zorlayıcı ve kesin emri olmazsa ve bunlar kendi iradeleriyle başbaşa kalırlarsa, o şeyi kendisine teslim etmezler. Bunu bildiği zaman, kendisine hediyeyi veren hazinedara bakışı, kâğıt ile kaleme bakışı gibi olur. Böyle bir bakış, nimeti padişaha izafe etmekten kaynaklanan Tevhîdine herhangi bir şirk sokmaz.
Böylece Allah'ı bilen, Allah'ın fiillerini tanıyan güneş'in, ay'ın ve yıldızlar'ın Allah'ın emriyle hareket ettiklerini bilir. Tıpkı kâtibin elindeki kalem gibi! İhtiyar sahibi olan hayvanlar da ihtiyarlarında Allah'a musahhardırlar. Zira ister dilesin, ister dilemesin, yapması için istekleri kendilerine musallat kılan Allahü teâlâ'dır.
Tıpkı padişaha muhalefet imkânından mahrum bulunan ve dediğini yapmaya mecbur olan hazinedar gibi. . . Eğer bu hazinedar nefsiyle başbaşa bırakılırsa, elindekinin zerresini dahi vermez. Bu bakımdan birisinin eliyle Allah'tan gelen bir nimet sana ulaşmış ise, o kimse nimeti vermek mecburiyetindedir; zira verme iradesini ona musallat kılan ve onun istek ve arzularını kabartan Allah'tır. Onun kalbine 'Sana verdiğinin dünya ve âhirette kendisine hayırlı olduğunu' ilham eden Allah'tır. Allah ona bu inancı yarattıktan sonra o onu terketmeye imkân bulamaz. Bu bakımdan o, senin için değil, nefsi için sana verir. Eğer vermekte belli bir gayesi olmasaydı, muhakkak sana vermezdi. Eğer senin menfaatında kendi menfaatinin olduğunu bilmeseydi sana vermezdi. Bu bakımdan o, senin menfaatinle nefsinin menfaatini talep eder. Öyleyse o sana nimet veren değildir. Aksine seni, umduğu bir nimete götürcü bir vesile edinmiş olur. Sana nimet veren, onu sana musahhar edendir. Onun kalbine, sana nimeti ulaştırmaya onu mecbur eden îtikad ve iradeleri atandır. Eğer işleri böyle tanırsan Allah'ı, Allah'ın fiilini tanımış olursun ve muvahhid olursun, Allah'ın şükrünü yapmak kudretine sahip olursun ve sadece bu marifetle şükredici olursun. Bu sırra binen Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) münâcâtında şöyle dedi: İlâhî! Âdem'i kudret elinle yarattın! Acaba sana nasıl şükretti'. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: Bütün olanların benden olduğunu bildi. Onu bilmesi şükürdür.
Öyle ise sen ancak her nimetin O'ndan olduğunu bilmekle şükretmiş olursun. Eğer bu hususta kalbine az bir şüphe girerse, ârif olamazsın. Ne nimetlerin ve ne de nimet verenin ârifi olamazsın. Üstelik sadece nimet vereni değil, O'nunla beraber başkalarını da seversin. Bu bakımdan marifetinin eksikliğiyle sevgideki halin de eksilir. Sevginin eksikliğinden ötürü de amelin eksilir. İşte birinci aslın beyanı budur.
İkinci Asıl
İkinci asıl, mârifetin aslında edinilen haldir. O hâl, tevazu ile nimet verene sevgi göstermektir. Marifet şükür olduğu gibi bu halde esasında mücerred bir şükürdür. Fakat ancak şartı haiz ise şükür olur. Şartı da nimet vermek veya nimetle değil ancak nimet verenle sevinmektir. Bu anlaşılması zor olan konulardandır. Öyle ise şöyle bir misâl verelim: Sefere çıkmak isteyen padişah, herhangi bir insana bir at bağışladığında bu insanın bağışlanan atla üç yönden sevinmesi düşünülebilir:
Birinci Vecih: Atın at olması ve faydalı bir mal olması, hedefine varmaya uygun ve kıymetli bir binek olması hasebiyle sevinmesidir. Bu sevgi, padişahı zerre kadar kaale almayan, gayesi sadece at olan bir kimsenin sevgisidir. Eğer o atı çölde bulsaydı, yine aynı şekilde sevinirdi.
İkinci Vecih: Ata sevinir, fakat at olması hasebiyle değil, aksine padişahın kendisiyle ilgilenip sevgi ve yakınlık gösterdiğine delâlet etmesi bakımından sevinir. Eğer bu atı çölde bulsaydı veya padişahtan başkası vermiş olsaydı asla onunla sevinmezdi. Çünkü ata muhtaç değildir veya padişahın kalbinde yer etmeyi elde etmekten ibaret olan hedefine nisbeten at edinmeyi hakir sayardı.
Üçüncü Vecih: Ata binip de padişahın hizmetine gitmek, padişahın hizmetini yapmak sûretiyle padişaha yakın olma şansını elde etmek için seferin meşakkatine tahammül etmek bakımından atla sevinmesidir. Bu yüzden bazen vezirlik mertebesine kadar bile yükselir. Çünkü o sadece padişahın kalbinde, kendisine bir at verecek kadar yer edinmekle ve kendisine bir at verecek kadar ihtimam göstermesiyle yetinmez. Aksine o, padişahın malından bir şeyi bir kimseye sadece onun vasıtasıyla vermesini ister. Sonra o vezir olmaklar sadece vezirliği istemez. Aksine padişahı görmeyi ve ona yakın olmayı ister. Hatta o, padişaha yakın olmak, fakat vezir olmamak veya vezir olup padişaha yakın olmamak arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka padişaha yakınolmayı tercih eder. İşte bunlar üç derecedir.
Birincisine şükrün mânâsı girmez. Çünkü birinci derecenin sahibinin bakışı, sadece ata münhasırdır. Bu bakımdan o, verenle değil atla sevinir. Bu hâl, gayesine uygun ve zevkli olması bakımından, nimetle sevinen bir kimsenin halidir. Bu, şükür mânâsından uzaktır.
İkincisi, nimet verenle sevinmek hasebiyle şükrün mânâsına dahildir. Fakat zâtı hasebiyle dahil değildir. Aksine kendisini gelecekte nimet vermeye teşvik eden inayetinin marifeti bakımından dahildir. Bu hâl, azabından korktukları ve sevabını umdukları için Allah'a ibâdet ve şükreden sâlihlerin halidir. Tam şükür, ancak kulun Allah'ın nimetine, o nimet vasıtasıyla Allah'a yaklaşabilecek kudrette olması ve Allah'ın komşuluğuna erebileceği, daima O'nun cemaline bakabileceği hasebiyle sevinmesinden ibaret olan sevgidir.
İşte en büyük rütbe budur. Bunun alameti; dünyadan sadece âhiretin basamağı olan şeylerle sevinip âhirete yardım edenle ferahlamasıdır. Kendisini Allah'ın zikrinden meşgul eden, Allah'ın yolundan alıkoyan her nimetten mahzun olmasıdır. Çünkü böyle bir kimse nimeti, lezzetli olduğundan dolayı istemez. Nitekim atın sahibinin de atı asil ve süratli bir at olduğundan dolayı istemediği gibi. . . Aksine atı, kendisini padişahın refakatinde taşıdığı, daima padişahın görmesini ve yaklaşmasını temin ettiği için sever. Bu nedenle Şiblî şöyle demiştir: 'Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir'. Aliyyül-Havvâs da 'Halk tabakasının şükrü yemek, giymek ve içmek üzerinedir. Havassın şükrü ise, kalplerin varidâtı üzerinedir' demiştir.
Bu rütbe öyle bir rütbedir ki onu, zevki mide, tenasül uzvu, duyularla idrak olunan renkler ve seslerden ibaret olup kalbin zevkinden uzak olan kimse idrâk edemez; zira kalp sıhhatli olduğu zaman ancak Allah'ın zikri, marifeti ve mülâkatından zevk alır. Kalp, kötü âdetlerle hasta olduğu takdirde Allah'ın dışındaki şeylerden zevk duyar.
Nitekim bazı insanların çamur yemekten lezzet aldıkları ve bazı hastaların tatlı şeyleri tuhaf karşıladıkları ve acı şeyleri tatlı telâkki ettikleri gibi. . . Şair şöyle demiştir: 'Kim hasta ve acı bir ağız sahibi olursa, o ağzıyla tatlı suyu acı hisseder'.
Öyle ise bu, Allah'ın nimetiyle sevinmenin şartıdır. Darb-ı meselde de şöyle denmiştir: Deve olmazsa bari keçi olsun!
Eğer bu derece olmasa, bari ikinci derece olsun. Birinci dereceye gelince o hesap dışıdır; zira padişahı at için isteyen ile atı padişah için isteyenin arasında büyük fark vardır. Kendisine nimet vermesi için Allah'ı kastedenle Allah'ın nimetlerini onlarla Allah'a ulaşmak için kastedenin arasında da büyük fark vardır.
Üçüncü Asıl
Üçüncü asıl nimet verenin marifetinden elde edilen sevincin mucibiyle amel etmektir. Bu amel, kalp, dil ve azalarla ilgilidir.
Kalple olana gelince o, hayrı kasdetmek ve bütün insanlar için kalbinde hayır beslemektir. Dil ile olana gelince, o da Allah'a delâlet eden hamdlerle Allah'a şükretmeyi izhar etmektir. Azalara gelince, o da Allah'ın nimetlerini ibadette kullanmak, o nimetlerden kuvvet alıp günahlara dalmaktan kaçınmaktır. Gözlerin şükrü, onları müslümanların ayıplarına kapatmaktır. Kulakların şükrü, onlarla dinlediğin her ayıbı kapatmaktır. Bu bakımdan bu durum, Allah'a bu azalarla şükretmek demektir. Allah'tan razı olduğunu belirtmek için dil ile yapılan şükür ise, emrolunan şükrün ta kendisidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber, bir kişiye şöyle sordu:
- Nasıl sabahladın?
- Hayır ile. . .
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, kişi üçüncü defa da 'hayır ile sabahladım. Allah'a hamdeder ve ona şükrederim' deyinceye kadar soruyu tekrarladı. Sonra Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'İşte senden söylemeni istediğim buydu!'
Selef-i Sâlihîn birbirlerinin hâlini sorardı. Onların gayeleri; arkadaşına Allah'ın şükrünü söyletmekti ki o itaat ve şükredici, onu konuşturan da itaat edici olsun! Onların gayeleri şükrü belirtmek sûretiyle riyakârlık yapmak değildi! Durumu sorulan kul, şükretmek ile şikayet etmek veya susmak halleri arasındadır. Bu bakımdan şükretmek ibadettir. Şikayet ise, din ehlinden sâdır olan çirkin bir mâsiyettir. Padişahlar padişahından şikayet etmek, nasıl çirkin olmasın? Oysa herşey O'nun kudret elindedir. O'nu hiçbir şeye kâdir olmayan zayıf bir köleye nasıl şikayet edebilir? Bu bakımdan kul için en uygun olanı eğer belâ ve kaza üzerinde iyice sabredemiyorsa, zayıflık onu şikayet etmeye sürüklüyorsa şikayetini Allah'a yapmaktır. Çünkü belayı veren ve onu kaldırmaya kâdir olan ancak Allah'tır. Kulun mevlâsına zillet göstermesi izzet, başkasına şikayet etmesi ise zillettir. Kulun kendisi gibi bir kula zilletini izhar etmesi çirkin bir zillettir.
Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık veremezler. Siz rızkı Allah'ın yanında arayın, O'na ibadet edin ve O'na şükredin. Hepiniz O'na döndürüleceksiniz. (Ankebût/17)
Çünkü Allah'tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A'raf/194)
Bu bakımdan dil ile yapılan şükür, şükrün cümlesindendir.
Rivâyet ediliyor ki bir heyet Ömer b. Abdülâziz'in yanına geldi. Onların arasından bir genç, konuşmak üzere ayağa kalktı. Ömer, o gence 'Yaşlı! Yaşlı! (yani yaşlı olan konuşsun) ' diye haykırdı. Genç 'Ey Mü'minlerin emiri! Eğer akıl yaşa bağlı olsaydı, müslümanların arasında senden daha yaşlılar vardır' dedi. Bunun üzerine Ömer konuş dedi. Genç 'Biz senden birşey isteyen veya birşeyden korkup kurtarmanı isteyen bir heyet değiliz. Senin faziletin bizi teşvik etti. Senin adaletin bizi korkudan emin kıldı. Biz ancak teşekkür için gelmiş bir heyetiz. Sana dilimizle teşekkür etmek ve dönüp gitmek için geldik!' dedi.
İşte bunlar, şükür hakikatinin tümünü kapsayan şükür mânâlarının asıllarıdır. 'Şükür, tevazu üzere nimet verenin nimetini itiraf etmektir' diyenin sözüne gelince, bu kimse kalbin bazı ahvaliyle beraber dilin fiiline bakmıştır.
'Şükür, ihsan edenin ihsanını zikretmek sûretiyle övmesinden ibarettir' diyenin sözüne gelince, bu kimse de sadece dilin ameline bakmıştır. 'Şükür, şuhudun sergisi üzerinde hürmetin korunmasını devam ettirmekten dolayı itikâftır' diyenin sözüne gelince bu söz, şükrün mânâlarının çoğunu derleyici bir sözdür. Bu tariften ancak dil ile yapılan şükür hariç kalır.
Hamdun Kassar'ın47 'Nimetin şükrü, kendi nefsini, şükür hususunda tufeylî (asalak) görmendir' sözü ise sadece marifetin şükrün mânâlarından olduğuna işarettir.
Cüneyd'in 'Şükrün senin nefsini nimete ehil görmemendir' sözü ise, bilhassa kalbin durumlarından birine işarettir.
Bu zatların sözleri, hallerini belirtiyor. Bunun için cevapları değişiktir ve birbirini tutmaz. Sonra bunların her birinin cevabı, bazen iki halde, ayrı ayrı olur. Çünkü bunlar ancak kendilerine galip gelen hallerinden konuşurlar. Kendilerini ilgilendirmeyenden yüz çevirip ilgilendirenle meşgul oldukları için böyle yaparlar veya sual soranın haline uygun gördükleri cevabı verirler. Bunu da kişinin muhtaç olduğu şeyi zikretmekle iktifa etmek ve muhtaç olmadığını bıraktıkları için yaparlar. Bu bakımdan bizim bu söylediklerimizin bu kimselerin aleyhinde bir tan olduğunu sanman uygun değildir.
Yine bizim açıkladığımız mânâların hepsi bu büyük insanlara arzolunsaydı onların bu mânâları reddedeceklerini sanman da uygun değildir. Zâten akıllı bir insan için asla böyle birşey düşünülemez. Ayrıca biz burada lâfız bakımından şükür teriminin lûgat vaz'ında bütün mânâlarını kapsayıp kapsamadığını veya bazını kapsayıp da diğerlerinin onun levâzımlarından olup olmadığını açıklamayı kasdetmiyoruz. Çünkü bu, âhiret yolunun ilmine hiçbir şekilde girmez.
Rahmetiyle muvaffak kılan Allah'tır!
44) Dualar bölümünde geçmişti.
45) Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, İbn Hıbbân
46) İbn Eb'id-Dünya
47) Ebû Sâlih Hamdun b. Ammare Nisaburî. Nisabur'da Melâmiyye meşrebini neşretmiştir. Ebû Turab Nahşebî ve Müslim Barusî'nin sohbetinde bulunmuş ve H. 291'de vefat etmiştir.
Belki sen 'Şükür ancak şükürden zevk alan nimet sahibinin hakkında düşünülebilir' diyebilirsin; zira bizler padişahlara kalplerde mevkileri daha artsın, halk yanında keremleri belirsin ve dolayısıyla nam ve nişanları daha fazla olsun diye ya senâ etmekle şükrediyoruz veya bazı hedeflerinde kendilerine yardımcı olmaktan ibaret olan hizmetle şükrediyoruz veya huzurlarında el pençe durmakla şükrediyoruz.
Bu ise onların çevrelerindeki kalabalığın çoğalmasına, ve mevkî ve şöhretlerinin artmasına sebeptir. Bu bakımdan insanlar bu söylediklerimizden birini onlar için yapmadıkça padişahlara şükretmiş olmaz. Oysa bu, iki yönden Allah hakkında muhaldir:
Birincisi
Allahü teâlâ nasiplerden ve gayelerden münezzehtir. Hizmetçiye ve yardıma muhtaç olmaktan mukaddestir. Övmekle haşmetinin ve şöhretinin yayılmasından yücedir. Huzurunda rükû ve secde halinde elpençe divan durmak sûretiyle hizmetçilerinin çoğalmasından da münezzehtir.
Bu bakımdan O'na, içinde hiçbir sûrette payı olmayan birşey ile şükretmemiz, bize nimet veren padişaha evlerimizde yatmak veya secde etmek veya rükû etmek sûretiyle şükretmemize benzer; zira padişahın ne yaptığımızdan haberi olmadığı için yukarda bahsi geçen hareketlerimizde de bir dahli yoktur. Allah'ın da bizim fiillerimize hiçbir ihtiyacı yoktur.
İkincisi
Kendi irademizle yaptığımız herşey Allah'ın nimetlerinden bize verilmiş bir nimettir; zira bizim azalarımız, kudretimiz, irademiz, hayra doğru iteleyici güçlerimiz ve hareketimizin sebeplerinden ibaret olan diğer şeylerimiz, Allah'ın yarattığından ve nimetindendir. Bu bakımdan nasıl olur da biz bize verilen nimetle nimetin şükrünü yaparız? Biz padişaha bir bineği verip başka bir bineği ondan alır, o bineğe binersek veya padişah bize başka bir bineği verirse, ikinci binek Bizim pirinci bineğimize şükür olmaz.
-O'nun zâtı hariç helâk olacağını ve bu durumun her hal için ezelen ve ebeden doğru olduğunu bilenin görüşüdür! Çünkü gayr, müstakil bir varlığı düşünülebilen demektir! Bu gayrın benzerinin varlığı yoktur. Aksine böyle bir gayrın mevcut olması muhaldir; zirâ mutlak var olan mevcut, nefsiyle kâim olan mevcuttur. Nefsi istiklâle sahip olmayan, nefsi itibariyle var sayılmaz, çünkü o başkasına bağlı ve başkasıyla varolmuştur. Eğer onun zatına itibar olunur, gayra bakılmazsa asla onun varlığı sözkonusu olmaz. Mevcut ancak ve ancak nefsiyle kâim olandır. Nefsiyle var olanın eğer gayrinin yokluğu takdir olunursa, kendisi yine var olarak kalır. Eğer nefsiyle kâim olmakla beraber onun varlığıyla başkasının varlığı kâim olursa, bu takdirde o, Kayyum olur. Oysa Bir den başka kayyum yoktur. Onun gayrisinin oluşu düşünülemez. Madem durum budur o halde, varlıkta Hayy ve Kayyum'dan başkası yoktur. O, vahid ve samed'in ta kendisidir. Sen bu makamdan baktığın zaman her şeyin kaynağının O'nda ve dönüşün de O'na olduğunu anlarsın. Bu bakımdan şükredici, şükredilen, seven ve sevilen O'dur.
İşte İbn Ebî Habîb48 bu makamdan bakmıştır.
Gerçekten biz onu sabreden (bir kul) bulmuştuk. Ne güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu. (Sâd/44)
Allahü teâlâ'nın bu ayetini okuduğunda Habib dedi ki: 'O'nun sanatına hayran kalmamak elde değildir. O vermiş, o övmüştür'.
Bu sözünü şuna işaret için söylemiştir: Allahü teâlâ, bir kulunu övdüğü zaman, O'nun övgüsü kendi nefsine aittir. Bu bakımdan öven de övülen de O'dur.
Şeyh Ebû Said Mihinî49 bu makamdan bakmıştır.
(O) onları sever ve onlar da O'nu severler. (Mâide/54)
Bu âyet Şeyh Ebû Said'in yanında okunduğu zaman 'Hayatımla yemin ederim! Onları sever! Sade sevmesini ve sevil Aksine ikinci binek de birinci bineğin muhtaç olduğu gibi başka bir şükre muhtaçtır. Sonra şükrün şükrü ancak başka bir nimetle mümkün olur. Dolayısıyla bu kaziyeler bizi 'Bu iki yönden de şükrün Allah hakkında muhal olduğuna' götürür. Oysa biz de emrin ikisinde de şüphe etmiyoruz. Şeriat da böyle vârid olmuştur. Bu bakımdan bu iki emri telif etmenin ve bir araya getirmenin yolu nedir?
Senin kalbine gelen bu mânâ, Dâvud'un (aleyhisselâm) kalbine de gelmiştir. Musa'ya (aleyhisselâm) da böylece vâki olmuştur. Nitekim Musa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Yarab! Ben sana nasıl şükredeyim? Çünkü ben sana şükretmeyi ancak senin nimetlerinden ikinci bir nimetle yapabilirim'.
Başka bir lâfızda 'Sana şükrüm, senden gelen başka bir nimettir ki o nimette sana şükretmeyi gerektirir!' Bunun üzerine Allahü teâlâ Musa'ya vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
'Sen bu durumu bildiğin zaman bana şükretmiş olursun!' Başka bir haberde 'Sen nimetin benden olduğunu bildiğin zaman onu şükür olarak senden kabul ederim' denmiştir.
Soru: Musa'nın sualini anladım. Fakat benim anlayışım, onlara vahyolunanın mânâsını idrâk etmekten acizdir. Çünkü ben, Allah için şükretmenin muhal olduğunu biliyorum. Fakat şükrün muhal olduğunu bilmenin, şükür olduğunu bir türlü anlamıyorum; zira bu bilgi de Allah'tan gelen bir nimettir. Bu bakımdan bu bilgi nasıl şükür olabilir? Sanki ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: 'Kim şükretmezse, muhakkak o şükretmiştir'. Muhakkak padişahtan ikinci hilatı (hediyeyi) kabul etmek, birinci hilatın şükrü olur. Anlayış, buradaki sırrı idrak etmekten âcizdir. Eğer bunun tarifi bir misal ile mümkün ise, bu misal anlamama yardımcı olacaktır.
Cevap: Bu, (zevkî) marifetler (in kapıların) dan bir kapıyı çalmaktır. Marifetler, muamele ilimlerinden pek yücedirler. Fakat biz onlardan birkaç rumuza işaret ederek deriz ki:
Burada iki görüş vardır:
1. Herşeyi katıksız Tevhîd gözüyle görmek gerekir. Bu görüş sana, Allah'ın şükreden, şükrolunan, seven ve sevilen olduğunu tanıtır. Bu görüş, varlıkta O'ndan başkasının olmadığını, her şeyinmesini bırak, hem de hakkıyla sever. Çünkü ancak kendi nefsini sever' demiştir.
Şeyh bununla, sevenin ve sevilenin Allah olduğuna işaret etmiştir. Bu yüksek bir rütbedir. Bu rütbeyi, ancak aklına yatkın bir misalle anlayabilirsin. Malûmundur ki yazar, yazdığını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. Sanatkâr, sanatını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. Baba evlat olmak hasebiyle evladını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur.
Allah'tan başka âlemde her ne varsa, hepsi Allah'ın tasviri ve sanatıdır. Eğer Allah onu severse, ancak kendisini sevmiş olur. Anlaşıldı ki Allah esasta kendisinden başkasını sevmez. Bu takdirde hakkıyla sevdiğini sevmiş olur. Bütün bu söylediklerimiz, Tevhîd gözüyle bakıştır.
Sûfî taifesi bu hali, 'nefsin fâni olması' diye isimlendirir; yani şahıs hem nefsinden, hem de Allah'ın dışındaki her şeyden fâni olmuştur. O, Allah'tan başkasını görmez. Kim bunu anlamazsa sûfî taifesine hücum ederek şöyle der: 'Şahıs nasıl fâni olmuştur? Oysa onun gölgesinin uzunluğu dört zira'dır. O günde birkaç batman ekmek yer'.
Câhil kimseler de sözlerinin mânâsını anlamadıkları için sûfîlere gülerler. Ariflerin sözüne cahillerin gülmesi normalidir! Şu âyet-i celîle'de buna işaret vardır:
Suç işleyenler insanlara gülerlerdi. Onların yanlarından geçtiklerinde birbirlerine işaret yaparak (Mü'minleri) küçümserlerdi. Evlerine (ailelerine) döndükleri zaman da (Mü'minleri ortaya atıp) eğlenmeye başlarlardı. Mü'minleri gördükleri vakit 'İşte bunlar sapıklardır' diyorlardı. Oysa üzerlerine gözcü gönderilmemişlerdi. (Mutaffıfin/29-33)
Sonra Allahü teâlâ âriflerin yarın kıyâmette onlara gülmelerinin daha büyük olacağını bildirmiştir.
İşte bugün mû'ıninler de kâfirlere gülerler. (Mutaffifîn/34)
Nûh kavmi de Hazret-i Nûh gemiyi yapmakla meşgul olurken ona gülerdi:
Nûh onlara 'Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi, biz de sizinle alay edeceğiz" dedi. (Hûd/38)
2. İkinci görüş nefsinden fâni olacak mertebeye ulaşamayan bir kimsenin bakışıdır. Böyle kimseler, iki gruba ayrılırlar. Bir grup nefislerini ispat edip ibâdet edilecek bir rablerinin olduğunu inkâr etmişlerdir. Bunlar tepetaklak olan körlerdir, körlükleri gözlerindedir. Çünkü onlar tahkîken sabit olanı nefyetmişlerdir.
O sabit olan da nefsi ile kaim ve her kazandığından sorumlu tutan ve her var olanın kuvvetiyle var olduğu Kayyum'dur. Onlar sadece bununla yetinmemişler, böylece nefislerini isbat etmişlerdir. Eğer onlar tanısaydılar kendileri olmak hasebiyle varlık sahibi olmadıklarını bilirlerdi. Oysa onların varlıkları varolmak hasebiyle değil, var edilmek hasebiyledir. Var olanla var eden arasında fark vardır. Varlıkta ancak bir var eden vardır ve bir gerçek varlık da O'dur. Bu bakımdan var olan haktır. Var edilenin, nefsi bakımından incelendiğinde bâtıl olduğu görülür. Var olan, kâim ve kayyûmdur. Var edilen yok olucu ve fânidir. Madem ki yeryüzünde yaşayan herşey fânidir (Rahmân/36) , öyle ise ikram ve celâl sahibi olan rabbinin zatından başka hiçbir şey kalmaz.
İkinci grupta körlük yoktur. Ancak tek gözlülük vardır. Çünkü onlar, gözlerinin biriyle hak olan mevcudun varlığını görürler. Bu bakımdan onu inkâr etmezler. Diğer gözün körlüğü tam olursa, hak varlıktan başkasının fâni olduğunu görmez. Böylece Allah ile beraber başka bir mevcudu isbat etmiş olur. Bu kimse kesinlikle müşriktir. Nitekim bundan önce bahsi geçenin de kesinlikle münkir olduğu gibi. Eğer kişi, iki gözden kör olmaz da görüşü zayıflarsa iki mevcudun arasındaki ayrılığı idrâk ve dolayısıyla hem kulun, hem de rabbinin varlığını ispat eder. Bu kadarcık ayrılığın ve diğer mevcuttan bir kısmının ispatı ile Tevhîdin sınırına girmiş olur. Sonra gözüne nûrunu artıran sürmeyi çeker de zafiyet azalırsa, işte gözünün görmesinin artması miktarında Allah'tan başka isbat ettiği şeyin eksikliği kendisine görünür.
Eğer böyle devam ederse durmadan eksilme, sonunda yok olmaya varır. Bu bakımdan Allah'tan başkasının görünmesi tamamen kalkar. Allah'tan başkasını görmez olup dolayısıyla Tevhîdin kemâl derecesine varmış bulunur. Allah'tan başkasının varlığında eksikliği idrâk ettiği takdirde, Tevhîdin ilk basamaklarına çıkmış olur. Bunların arasında sayılmayacak kadar dereceler vardır.
İşte bundan ötürü muvahhidlerin dereceleri ayrı ayrı olur. Allah'ın, peygamberlernin dilleri üzerine indirilmiş olan kitabları, gözlerin nûrlarını artıran sürmedir.
Peygamberler de sürme sürenlerdir. Onlar katıksız Tevhîde davet etmek için gelmişlerdir. O Tevhîdin tercümesi Lâ ilâhe illâllah sözüdür. Onun mânâsı, hak olan Bir'den başkasını görmemektir. Tevhîd'in kemaline varanlar çok azdır. İnkârcılar ve müşrikler de azdırlar. Onlar Tevhîdin tam zıddı olan tarafın en uzak ucundadırlar; zira putperestler şöyle dediler:
Biz putlara, ancak bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz. (Zümer/3)
Bu bakımdan putperestler, zayıf de olsa Tevhîd kapılarının ilk basamaklarına çıkmışlardır. Ortancalar ise, en fazladırlar. Onların içerisinde bazı hallerde basîreti açılanlar vardır. Bunlara Tevhîdin hakikatleri ışıldar, fakat çakan şimşek gibi gelirgeçer, durmaz. Onların içinde Tevhîdin hakikatlerini görüp bir zaman devam edenler de vardır. Fakat bu da daimî bir şekilde durmaz. Bu hususta devam etmeleri enderdir.
Şair şöyle demiştir: 'Herbirinin yüceliğin zirvesine çıkmak için birtakım hareketleri vardır. Fakat erkekler arasında sebat eden pek nadirdir'.
Allahü teâlâ habîbine yakınlığı talep etmesini emrettiği zaman ona şöyle demiştir:
Secde et! Yaklaş! (Alak/19)
Hazret-i Peygamber de secdesinde şöyle demiştir:
Senin ikabından affına sığınıyorum. Senin öfkenden rızana sığınıyorum. Senden sana sığınıyorum. Ben, senin kendi nefsini övdüğün gibi, seni övemem. 50
Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'in 'Senin ikabından affına sığınıyorum' sözü, sadece Allah'ın fiilini görmekten gelen bir sözdür. Sanki Hazret-i Peygamber, Allah'tan ve Allah'ın fiillerinden başkasını görmüyordu. Bu bakımdan O'nun fiiliyle O'nun fiiline sığındı. Sonra yaklaştı, fiillerin görülmesinden fâni oldu. Fiillerin kaynakları olan sıfatlara yükseldi ve şöyle dedi: 'Senin öfkenden senin rızana sığınıyorum'.
Bunlar iki sıfattır. Sonra Tevhîd hususunda bunun da eksik olduğunu gördü ve yaklaştı. Sıfatları görme makamından zatı görme makamına çıktı ve şöyle dedi: 'Senden sana sığınıyorum!'
Bu, fiil ve sıfatını görmeksizin, Allah'tan Allah'a kaçmak demektir. Ancak Hazret-i Peygamber nefsini, Allah'tan Allah'a kaçtığı, Allah'a sığındığı ve Allah'ı övdüğü halde gördü. Bu bakımdan nefsinin müşahedesinden fâni oldu; zira bunu eksiklik gördü, yaklaştı ve şöyle dedi: 'Senin kendi nefsini övdüğün gibi seni övmeye gücüm yetmez.
Bu nedenle Hazret-i Peygamber'in 'gücüm yetmez' sözü, nefsinin fâni olduğunu haber vermek, nefsinin müşahedesinden çıkmak demektir.
'Senin kendi nefsini övdüğün gibi. . . ' sözüne gelince, Allah'ın öven ve övülen olduğunu, herşeyin Allah'tan başladığı ve ona döndüğünü ve Allah'ın zatı hariç, her şeyin helâk olacağını bildirmektedir. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'in makamlarının ilki, muvahhidlerin makamlarının en sonuncusudur. O, Allah'tan ve Allah'ın fiillerinden başkasını görmez. Bu bakımdan bir fiilden diğer bir fiile sığınıyor. Öyleyse sen Hazret-i Peygamber'in nihayetinin nereye vardığını dikkatle izle! Zira o, hak olan Bire vardı. Öyle ki onun nazarında hak olan zattan başkası kalmadı.
Hazret-i Peygamber, bir rütbeden başka bir rütbeye terakki ettiğinden birinci rütbeyi ikinciye nisbeten uzak görürdü. Bunun için birinci rütbeden ötürü Allah'tan af talep ederdi. İlk makamında kusur, sülûkünde eksiklik görürdü.
Hazret-i Peygamber'in şu hadîsiyle bu duruma işaret vardır:
Muhakkak kalbimin üzerine (manevî) bir pas çöker. Öyle ki günde yetmiş defa Allah'tan af talebinde bulunurum.
Böyle yapması, bazısı bazısından üstün yetmiş makama terâkki etmesinden ileri gelmiştir. Bu makamların ilki her halkın vardığı (varabilecekleri) makamların en yükseğinden daha yüksektir. Fakat sonuncusuna nisbeten eksiktir. İşte Hazret-i Peygamberin istiğfarı bunun içindi.
Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) 'Allah senin geçmiş ve gelecek günahını affetmemiş midir? O halde secde halinde bu ağlamak ve şiddetle ızdırap neden?' diye sorunca
cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Ben şükreden bir kul olmayayım mı?' Yani 'Ben yüksek makamların talibi olmayayım mı?' Çünkü şükür fazlalaşmanın sebebidir.
Yemin olsun. ,eğer siz şükrederseniz muhakkak size (nimetimi) artırırım. (İbrahim/7)
Biz mükâşefe denizlerine daldık. Bu bakımdan dizgini çekelim ve muamele ilimlerine lâyık ve uygun olana dönelim.
Peygamberler, vasfettiğimiz Tevhîdin (birlemenin) kemâline halkı davet etmek için gönderildiler. Fakat onlarla o makam arasında uzun bir mesafe ve geçilmez engeller vardır.
Şeriat, o yolun yolunu tarif etmektir ve o engelleri geçmektir. O zaman başka bir müşahede ve başka bir makamdan bakılabilir. Böylece o makamda, o müşehedeye izafeten şükür, şâkir (şükredici) ve meşkûr (şükrü yapılan) belirir.
Bu durum bir misalle daha iyi anlaşılır.
Padişah uzakta bulunan bir kölesine huzuruna gelmesi için bir binek, bir elbise ve yol harçlığı olarak biraz para gönderse, bu durumda padişah bakımından iki ihtimal vardır: Birincisi kölenin bir kısım mühim vazifelerini yerine getirmesi için onu çağırmıştır. İkincisi padişahın köleyi çağırmaktan beklediği hiçbir menfaati yoktur. Ona muhtaç da değildir, kölenin hazır bulunması onun mülkünü artırmaz. Çünkü köle, padişahı zengin edecek bir hizmette de bulunamaz. Kölenin huzurda olmaması da padişahın mülkünü azaltmaz. Öyle ise, bineği ve yol azığını göndermekte padişahın maksadı, kölenin gelip yakınlığından nasibdar olması, huzurunun saadetine nail olması içindir. Bundan padişah değil, köle fayda görür. Bu bakımdan kulların Allah katındaki menzilleri, birinci durumda değil, ikinci durumdadır. Çünkü birinci durum, Allah hakkında muhaldir. İkincisi ise muhal değildir.
Kul, birinci durumda padişahın istediği hizmetleri yapmadıkça, sadece binmek ve huzura varmakla şükredici olamaz. İkinci halde ise, padişahın hizmete ihtiyacı yoktur. Bu durumda şükredici de, nankör de olması düşünülebilir. Şükretmesi, mevlâsının kendisine tevdi ettiğini nefsi için değil, mevlâsının sevdiği yerde kullanmasıdır.
Nankörlük yapması, verileni yerli yerinde kullanmamasıdır. Şöyle ki: Nimetleri muattal kılar veya mevlâsmdan uzaklaşmasını artıran yolda kullanır. O halde kul, elbiseyi giyer, ata biner, azığı yolda kullanırsa mevlâsına şükretmiştir. Çünkü nimetini sevdiği yerde kullanmıştır.
Eğer padişahın verdiği bineğe biner, padişahın huzurundan uzaklaşırsa, bu takdirde nimetini inkâr etmiştir; yani mevlâsı için değil, mevlâsının hor gördüğü yerde nimetini kullanmıştır. Eğer padişahın verdiği bineğe binmezse ne yakınlaşmayı, ne de uzaklaşmayı talep etmezse, yine nimeti inkâr etmiştir; zira nimeti ihmâl etmiştir. Her ne kadar bu ikincisi, mevlâdan uzaklaşması bakımından daha kolay ise de. . .
Böylece Allahü teâlâ halkı yarattı. Onlar yaratılışlarının başlangıcında bedenlerinin kemâle ermesi için şehvetlerini kullanmaya muhtaçtırlar. Dolayısıyla Allah'ın huzurundana uzaklaşırlar. Oysa saadetleri o huzura yakın olmaktadır. Böylece Allahü teâlâ onlara nimetlerinden yakınlık derecesine varmak için kullanmaya elverişli olanı hazırlamıştır. Allahü teâlâ onların uzaklık ve yakınlıklarını tabir ve ifade ederek şöyle buyurmuştur:
Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak îman edip salih amel işleyenler hariç; onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır. (Tîn/4-6)
Durum bu iken, Allahü teâlâ'nın nimetleri aletlerdir. Kul onlar vasıtasıyla terâkki edip yükselir. Allah onları kullar yakınlık saadetine ersinler diye yaratmıştır. Allahü teâlâ yakınlık veya uzaklıktan münezzehtir. Kul bu nimetler hususunda şu iki durum arasındadır: Ya onları ibâdete sarfeder, dolayısıyla mevlâsına şükretmiş olur veya masiyete sarfeder, mevlâsının hoşuna gitmeyen ve razı olmadığı bir şeyi işlediğinden dolayı nimetini inkâr olurdun.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu hakikate şöyle demek sûretiyle işaret etmiştir:
Amel ediniz! Zira herkes ne için yaratılmış ise o hususta muvaffak olur.
Hazret-i Peygamber bu sözü 'Ey Allah'ın Rasûlü! Madem daha önce, herşey Allahü teâlâ tarafından yaratılmış, bitmiştir, o halde amel etmek ne demektir? denildiği saman söylemiştir.
Böylece anlaşıldı ki insan, ilâhî kudretin mecrası ve fiillerinin merkezidir. Her ne kadar insanlar da Allah'ın fiillerinden iseler de durum böyledir. Fakat O'nun fiillerinden bazısı bazısının merkezidir. Hazret-i Peygamber'in, 'amel ediniz!' sözü, her ne kadar Hazret-i Peygamber'in dilinden ise de Allah'ın fiillerinden bir fiildir. O, halkın 'amelin faydalı olduğunu' bilmelerinin sebebidir. Halkın ilmi ise, Allah'ın fiillerinden bir fiildir. İlim, ibadete teşvikin sebebidir. Teşvik de Allah'ın fiillerindendir. Fakat Allah'ın fiillerinin bazısı bazısının sebebidir; yani birincisi ikincisinin şartıdır.
Nitekim cismin yaratılışının arazın (renk gibi) yaratılışının sebebi olduğu gibi; zira araz, cisimden önce yaratılmaz. Hayatın yaratılışı ilmin yaratılışının şartıdır. İlmin yaratılışı, iradenin yaratılışının şartıdır. Şart olmasının mânâsı şu demektir: Hayat fiilini sadece cevher kabul etmeye müsaittir. İlmin kabulüne ancak hayat sahibi müsaittir.
İradenin kabulü için, ancak ilim sahibi müsaittir. Bu bakımdan fiillerinin bazısı, bazısının mûcidi anlamında değil, bu mânâ ile bazısı bazısının sebebi olur. Bazısı, diğerinin var olmasının şartını hazırlar. Bu tahakkuk ettiği zaman insan, bizim daha önce zikrettiğimiz Tevhîd derecesine yükselir.
Soru: Neden Allahü teâlâ, 'Amel ediniz. Aksi takdirde siz isyandan ötürü cezalandırılacaksınız' buyurdu. Oysa bizim elimizde hiçbir şey yok, hepsi Allah'a aittir. Bu durumda biz nasıl kınanırız?
Cevap: Bu sözün Allah'tan sâdır olması, bizde bir itikadın var olmasının sebebidir. İtikad da korku ve heyecanın sebebidir. Korku ve heyecan, şehvetlerin terkinin ve aldanış yuvasından edip küfre girmiş olur! Allah kulları için, küfür ve masiyete razı değildir.
Eğer kul, nimetleri muattal kılar, ne ibâdet, ne de masiyette kullanmazsa, bu da nimetleri zayi etmek bakımından nankörlük olur. Oysa dünyada yaratılan her şey, kulun onunla âhiret saadetine ermesi, Allah'a yakınlaşması için bir alet olarak yaratılmıştır. Bu bakımdan her itaat eden insan, taatinin miktarınca, taatta kullandığı sebeplerle Allah'ın nimetine şükredici olur.
Nimetleri kullanmayı bırakan veya onları uzaklaşma yolunda kullanan kimse Allah sevgisinin dışında bir şeye dalan bir kâfirdir. Bu bakımdan masiyet ve taatın ikisini de meşiyet kapsamaktadır. Fakat Allah'ın sevgisi ve nefreti onları kapsamamaktadır. Kastolunanların birçoğu mahbub, birçoğu da mekruhtur; yani Allah'ın hoşuna gitmez. Bu inceliğin ötesinde ifşası meııedilen kader sırrı vardır. Bu açıklama ile birinci müşkilat halledildi. O da şükredilenin şükürden payı olmadığı zaman, şükür nasıl şükrü olabilir meselesidir. Bu açıklama ile ikinci mesele de halledildi. Çünkü bizler şükürden, ancak Allah'ın nimetini, onun muhabbet ve sevgisi istikametinde sarfetmeyi kastediyoruz. Bu bakımdan nimet, Allah'ın fiiliyle muhabbetin cihetine sarfedildiği zaman maksat hâsıl olur. Senin fiilin Allah'tan bir vergidir. Sen o fiilin merkezi olmak hasebiyle Allah seni övmüştür. Allah'ın seni övmesi ise, O'ndan sana gelen ikinci bir nimettir. Bu bakımdan veren O'dur, öven de O'dur.
O'nun fiillerinden biri, ikinci fiilinin sevgisi cihetine sarfedilmesine sebep olur.
Bu bakımdan her durumda şükür O'nundur. Sen ise, şükredicilikle nitelendirilmişsin; yani şükrün kendisinden ibaret olan mânânın merkezisin. Yoksa sen şükrü var edici değilsin. Nitekim sen ârif ve âlim olmakla vasıflandırılmışsın, fakat ilmin yaratanı ve mucidi olarak değil! Ancak onun merkezi olmak bakımından âlimsin. Oysa o ilim, ezelî kudret vasıtasıyla sende mevcut olmuştur. Öyleyse senin kendini şükredici diye nitelendirmen, kendinin 'şeyliğini' ispat etmendir. Oysa sen de şeysin; zira eşyanın yaratıcısı seni şey kılmıştır.
Sen, sen olmak hasebiyle birşey değilsin; yani sen aslında hiçsin. Eşyayı eşya kılan zata bakmak açısından, sen bir şeysin; zira o, seni şey olarak kılmıştır. Eğer O, seni bir şey olarak kılmasaydı sen kesinlikle lâ şey (hiç) uzaklaşmanın sebebidir. Bu da Allah'ın komşuluğuna varmanın sebebidir. Allah, sebeplerin yaratıcısı ve düzenleyicisidir.
Bu bakımdan kime ezelde saadet yazılmış ise, ona bu sebepler kolaylaştırılır ki bu sebepler onu cennete götürsün! Bunun benzeri 'Herkes nie için yaratılmış ise ona muvaffak olur, o onun için kolaylaştırılır' cümlesiyle tâbir edilir. Kime Allah tarafından hüsnâ (cennet) yazılmamış ise, o, Allah'ın kelâmını, Hazret-i Peygamberin ve âlimlerin sözlerini dinlemekten uzaklaşır.
Dinlemediği zaman bilmez, bilmediği takdirde korkmaz. Korkmadığı takdirde dünyaya meyletmeyi terketmez. Dünyaya meyletmeyi terketmedikçe şeytanın hizbi içerisinde kalır. Muhakkak cehennem, onların hepsinin varış yeridir. Sen bunu bildiğin zaman, zincirlerle cennete doğru çekilen bir kavmin durumuna hayret edersin. Hiçbir kimse yoktur ki sebeplerin zincirleriyle cennete çekilmemiş olsun. . O da ilim ve korkunun ona musallat kılınmasıdır.
Hiçbir mahrum yoktur ki zincirlerle cehenneme doğru çekilmemiş olsun. O da gafletin, azaptan emin olmanın ve aldanmanın kendisine musallat kılınmasıdır. O halde muttakîler cebren cennete doğru sevkolunurlar. Mücrimler de kahren cehenneme doğru çekilirler. Kahredici, ancak bir ve kahhâr olan Allah'tır. Melik ve Cebbâr olan Allah'tan başka âdil de yoktur. Ne zaman gâfillerin gözlerinden perde kaldırılırsa, işin böyle olduğunu görürler. O zaman dellâlın çağırmasını duyarlar:
Kimindir mülk bugün? Kahhâr (her şeye galip olan) ve tek Allah'ın. (Mü'min, Gafir/16)
Oysa mülk sadece o gün değil, her zaman kahhâr ve bir olan Allah'ın mülkü idi. Fakat gâfiller, ancak o gün bu çağrıyı duyarlar. O çağrı, gâfiller için yenilenen hallerin keşfinden haber vermektir. Ama o gün keşfin bir fayda sağlamadığı bir gündür. Cehalet ve körlükten, halîm ve kerîm olan Allah'a sığınırız. Çünkü helâk sebeplerinin kökü cehalet ve körlüktür.
48) el-Bücelî kabilesine mensup Basralı bir zâhiddir. Künyesi Ebû Ömer'dir.
49) Fazl b. Ahmed b. Muhammed. Ebû Hasan künyesiyle meşhurdur. H.
300'de vefat etmiştir.
50) Müslim
Şükrün yapılması, küfrün terki, ancak Allah'ın sevdiğini, sevmediğinden ayırdetmekle tamam olur; zira şükrün mânâsı; Allah'ın nimetlerini, Allah'ın sevdiği yerde kullanmaktır. Küfrün mânâsı ise, bunun zıddıdır. Bu da ya nimeti kullanmayı tamamen terk etmekle veya Allah'ın sevmediği yerde kullanmakla olur! . Allah'ın sevdiğini sevmediğinden ayırmak iki şeyle olur.
Onlardan biri, kulaktır. Kulağın istinad ettiği âyet ve haberlerdir.
İkincisi, kalbin gözüdür. O da ibret gözüyle bakmak demektir. Bu sonuncusu zordur ve bunun için de pek nâdirdir. Bu nedenle Allahü teâlâ peygamberleri göndermiş, halk için yolu kolaylaştırmıştır. Bunun marifeti, kulların fiilerindeki şer'î hükümlerin tamamını bilmeye bina edilir. Öyle ise kim bütün fiillerinde şeriatın ahkamına muttali olmazsa, hakkıyla şükretmesine imkân yoktur.
İkincisine gelince, o da ibret gözüyle bakıp, her yarattığı mevcutta Allah'ın hikmetini idrâk etmektir; zira Allah, âlemde her ne yaratmışsa onda bir hikmet vardır. O hikmetin altında bir maksad vardır. O maksad da Allah'ın sevdiğidir. O hikmet, açık ve gizli diye iki kısma ayrılır:
Açık hikmet, güneşin yaratılışmdaki hikmeti, güneşle gece ile gündüz arasında fark meydana gelsin diye gündüzün maişet zamanı, gecenin istirahat zamanı olduğunu, gündüz sayesinde hareketin kolaylaştığını, gece sayesinde sükûnetin sağlandığını bilmektir.
İşte bu, güneşte bulunan hikmetlerin biridir; zira güneşte daha nice nice hikmetler vardır. Bulut ve yağmurun yağışındaki hikmet de böyledir. Bu, yerin bitki çeşitlerini fışkırtması, halka ekin yeri, hayvanlara da otlak olması içindir. Kur'ân, halkın anlayışının tahammül edebileceği açık hikmetlerin birçoğunu kapsamıştır, Halkın anlamaktan âciz oldukları ince hikmetleri deşmemiştir:
Biz yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı güzelce yardık. Orada taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. (Abese/25-31)
İster seyyar, ister sabit olsun, diğer yıldızlardaki hikmetler gizli hikmettir. Ona herkes muttali olamaz. Halkın onların göklerin süsü olduğunu ve insanın onlara bakmaktan zevk duyduğunu bilmekten başka, anlayabileceği birşey yoktur.
Biz en yakın göğü ziynetle/yıldızlarla süsledik. (Sâffât/6)
Bu bakımdan âlemin bütün parçaları, göğü, yıldızları, rüzgârları, deniz ve dağları, madenleri, bitkileri, hayvanları, bütün bunların zerrelerinin herbiri için birçok hikmetler vardır. Bir hikmetten on hikmete kadar, bir hikmetten on bin hikmete kadar. . . Hayvanların azaları da, hikmeti bilinen ve bilinmeyen kısımlara ayrılır. Gözün saldırmak için değil, görmek için, elin yürümek için değil, tutmak için, ayağın koklamak için değil yürümek için yaratıldığını bilmek gibi misaller, hikmeti bilinen misallerdir. Barsak, öd, karaciğer, böbrek, damarlar, adeleler ve onlardaki borular, toplar ve atar damarlar, safranın bozulması, ince kalın barsaklar ve diğer sıfatlardan ibaret olan bâtınî azalara gelince, onlardaki hikmeti insanların çoğu bilmezler. Onları bilenler de Allah'ın ilmindeki hikmetlere nisbetle az birşey bilirler. (Bunlar da hikmeti bilinmeyenlerin misalleridir) .
Ve size ilimden az birşey verilmiştir. (İsrâ/85)
Madem durum budur, kim birşeyi onun yaratıldığı cihetin dışında ve ondan irade edilen yönde değil de başka bir yönde kullanırsa, o kimse kullandığı o şeydeki ilâhî nimeti inkâr etmiş olur. Bu bakımdan kim eliyle başkasını döverse el nimetini inkâr eder; zira el, helâk edicileri uzaklaştırması için verilmiştir, faydalı olması için yaratılmıştır. Eliyle başkasına vurmak için yaratılmış değildir. Kim namahrem bir kadının yüzüne bakarsa, gözün ve güneşin nimetini inkâr etmiş olur; zira görmek, bunların ikisiyle tamam olur. Oysa bunlar, şahıs onlar vasıtasıyla din ve dünyası hakkında faydalı olan görsün diye yaratılmışlardır. Oysa kişi onları onlardan irade edilen maksadın dışında kullanmıştır.
Mahlukâtın, dünyanın ve sebeplerinin yaratılışından gaye; İnsan oğlunun onlar vasıtasıyla Allah'a ulaşması içindir.
Allah'a varmak da, ancak Allah'ın sevgisiyle ve dünyada O'nunla yakınlık kurmak, dünyanın gururundan uzaklaşmakla olur. Yakınlık da ancak zikrin devamıyla olur. Muhabbet ancak düşüncenin devamıyla sağlanan marifetle olur. Zikre ve tefekküre devam etmek, ancak, bedenin varolmasıyla mümkün olur. Beden de ancak gıda ile kalır. Gıda ancak yer, su ve hava ile tamamlanır. Bunlar da gök ile yerin yaratılışıyla tamamlanır. Diğer azaların zâhir ve bâtında yaratmasıyla tamamlanır. Bu bakımdan bütün bunlar beden içindir. Beden de nefsin bineğidir. Allah'a dönen, ibâdet ve marifetle mutmain olan nefistir.
Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum. Beni beslemelerini de istemiyorum. (Zâriyât/56-57)
Bu bakımdan kim bir şeyi Allah'ın isteği dışında kullanırsa o, Allahü teâlâ'nın, günahtan kaçınmak için gerekli olan sebeplerdeki nimetini inkâr etmiş olur. O halde gizliliği pek fazla olmayan hüküm için bir misal zikredelim ki onunla ibret alasın, nimet verenin şükrünü ve nimetini inkâr etmenin yolunu o misalle anlayabilesin: Altın ve gümüşü yaratmak Allah'ın nimetlerindendir. Dünya gidişatı onlara bağlıdır. Onlar haddi zâtında bizzat kendilerinde fayda olmayan iki taştırlar. Fakat halk onlara şu bakımdan muhtaçtır. Her insan yemek, giymek ve diğer ihtiyaçları hususunda birçok şeye muhtaçtır. Bazen muhtaç olduğunu temin etmekten aciz olur. Muhtaç olmadıklarını da elde eder. Mesela binmek için muhtaç olduğu bir deveyi değil de zaferan denilen maddeyi elde eden kimse gibi. . . Deveyi elde eden kimse de, bazen deveye değil, zaferan maddesine ihtiyaç duyar. Bu bakımdan deve ile zaferan arasında bir bedelin bulunması gerekir. O bedelin miktarında da takdir gerekir; zira deve sahibi devesini bir miktar zaferanla değiştirmez. Zaferan ile deve arasında ne tartı açısından, ne de şekil bakımından bir münasebet olmadığı için 'tartarak veya bölerek karşılığı verilsin'denemez.
Herhangi bir evi elbise ile veya herhangi bir köleyi bir mest ile veya unu merkeb ile satın alanın durumu da böyledir. O halde bunlar aralarında münasebet olmayan şeylerdir. Kişi devenin ne kadar zaferan edeceğini bilmediği zaman alış veriş yapması gayet güçleşir.
Buna binaen bu biri diğerinden uzak ve aralarında münasebet olmayan şeylerin aralarını telif eden bir arabulucuya muhtaç olacaktır ki o arabulucu onların arasında adaletle hükmetsin ve dolayısıyla insanlar onların herbirinin derecesini bilmiş olsun! Bunların arasındaki dereceler tanzim edildiği zaman, eşitin eşit olmayandan farkı bilinir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, altın ve gümüşü eşya arasında hâkim ve diğer mallar arasında arabulucu olarak yarattı ki mallar onlarla takdir edilsin. Bu bakımdan 'Bu deve yüz altına eşittir. Zaferanın şu miktarı yüz altına eşittir' denir.
Bu sebeple deve ile zaferan aynı şeye eşit olmaları bakımından eşit olurlar. Oysa tabir, ancak nakdeyn (altın ve gümüş) ile mümkündür; zira onların bizzat kendilerinde hiçbir gaye yoktur. Eğer bizzat kendileri gaye olsaydı, çoğu zaman, gayenin özelliği, gaye sahibinin hakkında tercihi gerektirirdi. Dolayısıyla işler intizamlı olmazdı. Madem durum budur, (öyle ise) Allahü teâlâ onların ikisini ellerde tedâvül olunsunlar, mallar arasında hâkim bulunsunlar diye yaratmıştır ve başka bir hikmeti de onların ikisiyle diğer eşyayı elde etmektir. Çünkü onlar, haddi zatında değerlidirler. Fakat onların bizzat kendileri hiç kimsenin gayesi değildir. (Yani ne yenilebilirler, ne giyilebilirler, ne de maddelerinden bir lezzet alınır) . Onların diğer mallara nisbetleri eşittir. Bu bakımdan onların ikisini edinen bir kimse sanki herşeyi mülk edinmiştir. Bir elbiseyi mülk edinen ise, sadece elbiseye sahiptir. Eğer elbise sahibi yemeğe muhtaç olsa, bazen yemek sahibi elbiseye rağbet göstermez. Dolayısıyla elbise ile yemek elde edilemez. Çünkü yemek sahibinin gayesi, bir hayvan edinmektir. Bu bakımdan elbise sahibi, bizzat maddesinde hiçbir şey olmayan, mânâsında da sanki herşey olan bir maddeye muhtaçtır.
Şey'in değişik şeylere nisbeti, ancak özel bir sûreti olmadığı ve özel sûretinden ötürü fayda vermediği zaman eşit olur. Ayna gibi. . . Onun rengi yoktur. O her rengi aksettirir. Nakit de böyledir. Onda da herhangi bir hedef yok. O, her hedefin vesilesidir. Sanat gibi. . . Onun haddi zatında bir mânâsı yoktur. Onun, vasıtasıyla başkasında mânâlar belirir.
İşte ikinci hikmet budur. Fakat altın ile gümüşte anlatması uzun sürecek daha nice hikmetler vardır. Bu bakımdan kim altın ile gümüşte, hikmetlerine uygun düşmeyen bir ameli işlerse ki o amel hikmetlerden kastedilene muhaliftir o kimse Allah'ın altın ve gümüşteki nimetini inkâr etmiştir.
Madem durum budur o halde, altın ile gümüşü istif eden bir kimse onlara zulmedip onlardaki hikmeti iptal etmiş olur. Böyle bir kimse müslümanların hâkimini bir hapse tıkadığından dolayı onun hüküm vermesine mâni olan bir kimse gibidir. Çünkü şahıs paraları istif ettiği zaman, paralardaki hikmeti zayi etmiş olur. Kastedilen hedef onunla hâsıl olmaz. Oysa altın ve gümüş, özel olarak ne Zeyd, ne de Amr için yaratılmıştır; zira insanların onların bizzat maddelerinden hiçbir istekleri yoktur. Çünkü onlar iki taştırlar. Ellerde dolaşsın diye yaratılmışlardır. Bu bakımdan onların ikisi halk arasında iki hâkim olurlar. Miktarın alâmeti, mertebelerin de değerlendiricisidirler. Bu bakımdan mevcudâtın sahifeleri üzerine harfsiz, sessiz, gözle değil ancak basiretle idrâk edilen ilâhî bir hatla yazılı bulunan mektubun satırlarını okumaktan aciz olanlara Allahü teâlâ haber verdi. Evet! O yazıyı okumaktan aciz olanlara Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'den dinledikleri bir kelâmla ki idrâk etmekten aciz kaldıkları harf ve ses vasıtasıyla onlara yetişir haber vererek şöyle buyurdu:
Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan kimseler var ya, işte onları acıklı bir azap ile müjdele! (Tevbe/34)
Kim gümüş ve altından bir kab edinirse, o kişi nimeti inkâr etmiş olur. Bu kimsenin hâli onları istif edenin halinden daha haraptır. Çünkü bu kimsenin misali, bir memleketin hâkimini örücülükte, vergi toplamakta ve insanların düşükleri tarafından yapılan işlerde kullanan bir kimsenin durumu gibidir. Oysa altını hapsetmek, mesuliyet bakımından böyle yapmaktan daha hafiftir. Çünkü çömlek, bakır ve kalay da sıvı maddelerin dağılması hususunda altın ile gümüşün vazifesini görebilirler. Kablar, ancak sıvı şeyleri korumak içindir. Fakat çömlek ve demir, paradan kastedilen hedefte yeterli değildirler. Bu bakımdan bu sırra vâkıf olmayan bir kimse için bu sır ilâhî tercümesiyle inkişaf etti ve kendisine şöyle denildi:
Kim altın veya gümüşten yapılmış bir kaptan, herhangi birşey içerse, sanki o kimse karnında cehennem ateşini taşır.
Kim altın ve gümüşle faizcilik yaparsa o kimse nimeti inkâr edip zulmetmiştir. Çünkü bu iki madde, bizzat kendileri için değil, başka şeyler için yaratılmıştır; zira onların bizzat maddelerinde hiçbir hedef yoktur. Bu bakımdan kişi onların bizzat maddesinde ticaret yaparsa onların yaratılış hikmetine muhalif bir hedefte onları kullanmış olur; zira parayı hedefinden başka bir hedef için talep eden bir kimse, zulmetmiştir. Kimin beraberinde para yok da elbise varsa, o kimsenin yemek ve binek almaya gücü yetmez; zira çoğu zaman yemek ve binek elbise ile satın alınmaz. Bu bakımdan elbise sahibi, maksadına ulaşmak için elbisesini başka bir nakde tahvil etmeye mecburdur.
Çünkü onlar başkasının vesilesidir. Bizzat maddelerinde insanın herhangi bir hedefi yoktur. Onların mallardaki yerleri harfin konuşmadaki yeri gibidir. Nahiv âlimleri şöyle demişlerdir: 'Harf odur ki başkasındaki bir mânâ için gelmiştir!' Paraların mallardaki yerleri, aynanın renklerdeki yeri gibidir.
Ama beraberinde nakit olan bir kimse, eğer o nakdi başka bir nakde satması caiz olursa, bu takdirde nakitler üzerinde muamele etmeyi, muamelesinin hedefi yapmış olur. Böylece nakit, onun yanında bağlı kalır ve istif etmenin yerine geçmiş olur. Hâkime ve başkasına giden postayı bağlamak zulümdür. Nitekim hâkimin hapsedilmesinin zulüm olduğu gibi. . .
Bu bakımdan nakdi nakitle satmanın mânâsı, nakdi azık etmek için istemek demektir. Bu ise zulümdür.
Soru: Neden nakitlerden birinin başkasıyla satılması caizdir? Neden bir dirhemi misliyle satmak caizdir?
Cevap: Nakitlerin her biri (hedefe) varma maksadında, diğerine muhaliftir; zira dirhemle (gümüş para) bazen çokluğu itibariyle onların biriyle hedefe varmak kolaylaşır. Böylece dirhemler azar azar ihtiyaçlara sarfedilir. . . Öyle ise bu mübadeleyi menetmekte, buna bağlı bulunan özel maksadı teşvik etmek vardır. O özel maksad da onunla başkasına varmanın sırrıdır. Bir dirhemi benzeri olan başka bir dirhemle satmaya gelince, o da caizdir.
Şu bakımdan ki onlar eşit olduğu zaman, akıllı bir insan kolay kolay böyle bir satışı yapmaz. Tüccar bununla meşgul olmaz. Çünkü bu gibi bir satış boş bir meşguliyettir. Âdeta bir dirhemi yere bırakıp tekrar almak demektir. Biz, akıllı insanların bir dirhemi yere koyup tekrar almak sûretiyle vakitlerini harcamalarından korkmuyoruz. Öyle ise nefsin istemediği bir fiili menetmiyoruz. Ancak takas edilenden biri diğerinden daha üstünse, o zaman menediyoruz. Bunun da cereyan etmesi düşünülemez; zira sağlam paranın sahibi, parasını sahte para ile değiştirmeye razı olmaz. Bu bakımdan akit intizam bulmaz. Eğer sahteyi fazlasıyla almayı talep eder ise, işte bu insanlar tarafından kastolunur. Şüphe yok ki biz bu şekil muameleyi menedip hükmediyoruz ki paranın güzeli, çirkini eşittir.
Çünkü güzellik ve çirkinliğin, ancak bizzat kendisinden dolayı kastolunan bir şeyde dikkate alınması uygundur. Artık bizzat kendilerinde insanın hedefi olmayan bir şeyin sıfatlarındaki inceliğe bakmak uygun değildir. Ancak sağlamlık vasfında çeşitli olan paraları basan kimse zâlimdir; zira bu ameliyeden ötürü paraların bizzat kendileri (maddeleri) maksud olmuştur. Oysa bizzat maddeleri gaye olmamalıydı. Bir dirhemi benzeri olan bir dirhemle borca sattığı zaman, bunun caiz olmaması şu noktadan ileri geliyor:
Zira böyle birşeye, ancak müsamahakâr, karşısındaki insana iyilik yapmak isteyen bir kimse yanaşır. Bu bakımdan şeref olan borç verme, insanı bundan müstağni kılar. Böyle bir muameleye ihtiyaç kalmaz ki müsamaha sûreti olduğu gibi kalsın. Dolayısıyla bu müsamahayı yapan övünsün ve Allah katında ecri olsun! Oysa takasta ne övmek var, ne de. ecir. . .
Bu bakımdan bu şekildeki bir takas da zulümdür. Çünkü bu şekildeki değiştirme, müsamahanın hususiyetini zayi etmek ve onu bedel alma şekline sokmaktır. Nitekim yemekler de kendileriyle gıdalanılsın veya tedavi olunsun diye yaratılmışlardır.
Bu bakımdan onları başka yönlerde kullanmak uygun değlidir. Eğer yiyecekleri (zengin) ellerde bağlamayı gerektiren ve hedefleri olan yemekten kendilerini geciktiren muamele kapısı açılırsa Oysa Allahü teâlâ yemekleri ancak yenilsin diye yaratmıştır, yemeklere ihtiyaç da şiddetlidir bu takdirde yiyecek maddesine ihtiyacı olmayanın elinden çıkıp muhtacın eline girmesi lâzımdır. Oysa yiyecekler üzerinde ancak yemekten müstağni olan bir kimse muamele yapar; zira beraberinde yemek olan bir insan, eğer ona muhtaç ise neden onu yemesin? Neden onu bir ticaret metaı yapsın? Eğer onu ticaret metaı yaparsa, yemeğin dışındaki bir sermaye ile yemeğe muhtaç olan bir kimseye satsın. Ama o yemeğin bizzat maddesini isteyen bir kimse ise, o yemekten müstağni demektir. İşte bunun için şeriatta ihtikârcının lanetlenmesi vârid olmuştur. 51
Yine şeriatta Kesb (Çalışma) Âdâbı bahsinde zikrettiğimiz tehditler vârid olmuştur.
Evet! Buğdayı hurma ile değiştiren mâzurdur; zira biri gayede diğerinin yerine geçmez. Buğdaydan bir ölçeğini, bir ölçekle değiştiren ise mâzur değildir. Aksine fuzulî bir iş yapıyor demektir. Bu bakımdan bu kimseyi menetmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü nefisler böyle bir muameleye ancak değiştirilen malların farkı varsa müsamaha eder. Oysa iyinin sahibi, kötü ile değiştirmeye razı olmaz. İyiyi iki kötü ile takas etmek bazen kastolunur. Fakat yemekler zarurî maddelerden oldukları için, iyinin esasında kötüye denk olup ancak nimetlenme yönlerinde ona muhalefet ettiği için, şeriat, kıvam (direk ve nizam) olan bir şeyde nimetlenme gayesini itibardan düşürmüştür. İşte faizin haram edilmesindeki şer'î hikmet budur.
Biz fıkıh ilminde çalışmayı bıraktıktan sonra bize bu hakîkat keşfolundu. Bu bakımdan biz bunu fıkıh ilmine ilhak edelim. Çünkü bu, hilâfiyat hususunda irad ettiğimiz her meseleden daha kuvvetlidir. Bununla faizi ölçülen maddelere değil sadece yiyecek maddelerine tahsis etmekteki Şâfiî mezhebinin rüchaniyeti vüzuha kavuşur; zira eğer kireç faizli maddelere girmiş olsaydı, elbisenin, hayvanların girmesi daha evlâ olurdu. Eğer tuz meselesi olmasaydı, Malikî mezhebi bu hususta mezheblerin en kuvvetlisi olurdu; zira o, faizi gıda maddelerine tahsis etmiştir. Fakat şeriatın gözettiği her mânânın elbette ki bir hudud ile zaptedilmesi gerekir. Bunun sınırlandırılması ise (Mâlikî mezhebinde olduğu gibi) gıda maddeleri ile mümkündür, (Şâfiî mezhebinde olduğu gibi) yenilen şeyler ile mümkündür. Bu bakımdan şeriat, hayatın zarurî ihtiyacı olan herşey için yenilenin cinsi ile tahdidin daha uygun ve daha kapsayıcı oluduğunu münasip görmüştür. Şeriatın sınırlandırmaları bazen öyle tarafları kapsar ki hükme teşvik eden mânânın aslı o taraflarda kuvvetli olmaz. Fakat tahdid de böylece zarurî olarak vâki olur. Eğer sınırlandırmazsa, şahıs ve hallerden ötürü değişmesine rağmen, mânâ cevherine tâbi olmakta halk şaşkınlık içerisinde kalacaktır. Bu bakımdan mânânın aynısı kuvvetinin kemâli sayesinde, haller ve şahısların değişmesiyle değişir, öyle ise sınır koymak zarurîdir.
Bunlar Allah'ın hududlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş olur. (Talâk/l)
Bir de bu mânâların asıllarında şeriatlar değişmez. Ancak tahdidin yönlerinde değişirler.
Nitekim Meryem'in oğlu Îsa'nın (aleyhisselâm) şeriatı içkinin 'hahamlığını sarhoşlukla tahdid eder. Bizim şeriatımız ise, sarhoş edici olmasıyla tahdid etmektedir. Çünkü içkinin azı çoğuna davet eder. Hududa dahil olan cinsin hükmünden ötürü, haramlığa dahil olmuş olur.
Nitekim mânânın aslının hikmet-i asliyeden ötürü dahil olduğu gibi. . . Bu bakımdan bu misal, nakitlerin hikmetlerinden gizli bir hikmetin misalidir. Öyleyse nimetin şükrü ve inkârına bu misal ile itibar edilmesi uygundur. O halde, bir hikmet için yaratılan şeyin o hikmetten uzaklaştırılması uygun değildir. Bunu, ancak hikmeti bilen bir insan bilir.
Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir. (Bakara/269)
Fakat şehvetlerin mezbelelikleri, şeytanların oyun sahaları olan kalplere hikmetlerin cevherleri girmez, bunları ancak akıl sahipleri anlar.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Eğer şeytanlar ademoğullarının kalplerinde gezmeseydiler (vesvese vermeseydiler) muhakkak ki ademoğulları melekût âlemini seyrederlerdi.
Bu misali anladığın zaman, bu misalle hareketini, durgunluğunu, konuşmanı ve sükûtunu kıyas et! Senden sâdır olan her fiil ya şükürdür ve küfür (nankörlük) . Zira bu iki hasletten ayrılman düşünülemez. Bunun bazısını halk tarafından konuşulan fıkıh lisanında kerahetle, bazısını da hazerle nitelendiririz. Oysa onun tamamı kalp erbabı yanında hazerle vasıflandırılmıştır. Öyleyse eğer sağ elinle istinca edersen, ellerin nimetini inkâr etmiş olursun; zira Allah iki eli yarattı. Birini diğerinden daha kuvvetli yaptı, kuvvetlisi çoğu zaman rüchaniyetinin fazlalığından dolayı şeref ve fazilete müstahak oldu. Eksiği daha üstün tutmak adaletten ayrılmaktır. Oysa Allah ancak adaleti emreder. Sonra sana iki el verdiğinden dolayı, Kur'ân'ı tutmak gibi bazısı şerefli, necaseti gidermek gibi bazısı pis olan birtakım amellere seni muhtaç kılmıştır. Öyleyse Kur'ânı sol elinle tutup, necaseti sağ elinle sildiğin takdirde, şerefliyi, hasis olan birşeye tahsis etmiş olursun.
Dolayısıyla onun hakkını inkâr, kendisine zulüm edip adaletten sapmış olursun. Kıble tarafına tükürdüğün veya defi hacet yaparken kıbleye doğru durduğun zaman, cihetleri ve âlemin genişliğini yaratmaktaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olursun. Çünkü Allah cihetleri, sana rahat hareket imkânı olsun diye yaratmış, cihetleri, şerefli ve şereften mahrum kısımlara ayırmıştır.
O şereflendirdiği cihete bir beyt (Kâbe) koyup onu nefsine izafe etmiş, bunu da senin kalbini oraya çekmek için yapmıştır ki kalbin onunla bağlansın. Kalp vasıtasıyla bedenin de rabbine ibâdet ettiği zaman, sebat ve vekar üzerinde o cihete bağlı bulunsun. Böylece senin fiillerin ibâdetler gibi şerefli olan kısıma def-i hâcet ve tükürmek gibi pis olan kısımlara ayrıldı. Öyleyse ne zaman tükürüğünü kıble tarafına atarsan, ona zulmetmiş olursun. Yapılmasıyla ibâdetinin kemâli sağlanan kıblenin varlığından gelen ilâhî nimeti inkâr etmiş olursun. Mestini giyerken, sol ayağından başlarsan zulmetmiş olursun. Çünkü mest ayağı korumak içindir. Bu bakımdan ayağın mestte nasibi vardır. Oysa nasipler hususunda şerefli olanla başlamak uygundur.
Böyle yapmak adalet ve hikmeti yerine getirmektir. Bunun zıddı zulüm ve mestle ayak nimetine karşı nankörlüktür. Böyle yapmak, ârifler katında büyük bir günahtır. Her ne kadar fakih buna mekruh adını vermiş olsa da. . .
Nitekim âriflerden biri birkaç yük buğdayı toplar ve onu sadaka verir. Bunun sebebi kendisine sorulduğu zaman cevap olarak der: 'Bir defasında unutarak soldan başlayarak giydim. . İşte sadaka ile bunun kefaretini vermek istiyorum'.
Evet! Fakih bir kimsenin bu işleri büyütmeye gücü yetmez. Çünkü o, dereceleri hayvanların derecelerine yaklaşan halk tabakasının ıslahıyla uğraşan bir fakirdir. Oysa halk tabakası bu zulmetlerden daha baskın ve daha büyük nice vehmî zulmetlere dalmışlardır. Bu bakımdan halk tabakası için 'şarab içen ve kadehi sol eline alan bir kimse iki yönden şerî hududu tecavüz etmiştir: Bir yönü şarap, öbürü sol eline almaktır' demek çirkindir. Cuma günü, cuma ezanı okunduğu zaman, şarab satın alan bir kimse için 'Bu iki yönden hainlik yaptı. O yönlerden biri şarabı almak, öbürü de Cuma ezanı vaktinde alışveriş yapmaktır' demek de çirkindir. Kim arkasını kıbleye çevirerek mescidin mihrabına def-î hacet yaparsa artık bunun def-i hacet yaparken edebi terkettiğini söylemek çirkindir; yani kıbleyi sağına almadı diye onu kınamak çirkindir. Bu bakımdan günahların tümü karanlıktır. Bazıları diğerinin üzerine teraküm eder. Bazıları diğerinin yanında yok olur.
Efendi bazen izni olmaksızın bıçağını kullanan kölesini cezalandırır. Fakat eğer köle o bıçak ile efendisinin en aziz evladını öldürürse, artık bıçağı izinsiz kullanmanın hükmü ve bundan dolayı verilen herhangi bir cezanın mecali kalmaz. Bu bakımdan peygamberler ve velî kulların gözettikleri, bizim de fıkıhta halk tabakasına müsamaha gösterdiğimiz her edebin sebebi bu zarurettir. Aksi takdirde bütün bu çirkinlikler adaletten dönüş, nimeti inkâr, kulu yakınlık derecelerine ulaştıran derecelerden yoksunluktur.
Evet! Bazıları yakınlığın eksikliğiyle ve mertebenin düşüklüğüyle kulda tesir eder. Bazıları da tamamen kulu yakınlık hududlarından çıkarır, şeytanların istikrar yeri olan uzak âlemlere götürür. Böylece gerekli bir ihtiyaç ve mühim bir zaruret veya doğru bir hedef olmaksızın herhangi bir ağacın bir dalını kıran bir kimse, o ağaçların ve elin yaratılışındaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olur.
El kendisiyle fuzulî hareketler yapmak için yaratılmamıştır. Aksine ibâdete yardımcı olan ameller için yaratılmıştır. Ağaca gelince, Allahü teâlâ ağacı ve ağaç için. damarlar yarattı. Ona su gönderdi. Onda gıda ve gelişme kudretini yarattı ki o neşv ü nemanın en son zirvesine varsın, kullar ondan faydalansın. Bu bakımdan ağacı yetişmeden ve önemli bir sebep olmadan kesmek veya kırmak hikmetin hedefine muhalefet etmek ve adaletten sapmak olur. Eğer önemli bir gaye için kırarsa, bu takdirde kırabilir; zira ağaç ve hayvan, insan içindirler. Onların ikisi de fani ve helâk olucudurlar. Bu bakımdan en şerefliyi bir müddet yaşatmak için, şerefli olmayanı feda etmek, ikisini birden zayi etmekten adalete daha yakındır.
Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendi katından (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. (Casiye/13)
Evet! Eğer o dalı başkasının mülkü olan ağaçtan kırarsa o dala muhtaç olsa bile zâlim olur; zira her ağaç Allah'ın bütün kullarının ihtiyaçlarını yerine getiremez. Ancak birinin ihtiyacını yerine getirir. Eğer birincisi tercihsiz ve özelliksiz o ağacı nefsine tahsis ederse bu hareketi zulüm olur. Bu bakımdan ihtisas sahibi o kimsedir ki tohumu elde etmiş, ekmiş, sulamış ve korumuştur. Öyle ise bu ağaçtan istifade etmek hususunda başkasından daha evlâdır. Böylece onun tarafı daha kuvvet buldu. Eğer ağaç sahipsiz arazide kendiliğinden biterse, onu diken veya tohumunu eken bir insanın çalışması ile gelişmemişse, bu takdirde başka bir özelliği olması lâzımdır. O da daha önce o ağacı almaktır. Daha önce alana önce almanın özelliği tanınır. Adalet, onun o ağaçtan istifade etmesinin daha evlâ olmasını gerektirir.
Fâkihler bu tercihi mülk diye isimlendirmişlerdir Bu katıksız bir mecazdır; zira mülk, ancak padişahlar padişahınındır. Öyle padişah ki göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Kul nasıl mülk sahibi olabilir? Oysa haddi zatında nefsine bile sahip değildir. Hatta kendisi başkasının mülküdür.
Evet, halk Allah'ın kulları, yeryüzü de Allah'ın sofrasıdır, onlara ihtiyaçları kadar sofrasından yeme izinini vermiştir. Tıpkı sofrasını kölelerine yayan padişah gibi. Sağ eliyle bir lokmayı alıp, parmakların bükümleri o lokmayı ihtiva ettiği halde başka bir köle gelip onun elinden o lokmayı almak isterse, birinci köle ikinci köleye fırsat vermez. Fakat vermemesinin sebebi, eliyle lokmayı aldığından, lokma onun mülkü olduğundan değildir: zira daha önce lokmayı alan el de, o elin sahibi de başkasının mülküdürler. Fakat muayyen bir lokma bütün kölelerin ihtiyacına kâfi gelmediğinden, adalet bir nevi tercihin var olduğu anda tahsiste tecelli eder. Lokmayı almak da bir tahsistir. Sadece alan kula tahsis edilmiş olur. Bu bakımdan bu ihtisasa sahip olmayan bir kimse, bu ihtisasın sahibi olanla mücadele etmekten menedilir. İşte kulları hakkında Allah'ın emrini bu şekilde anlaman uygundur ve bunun için de deriz ki: 'Dünya malından, ihtiyacından fazla edinen, onu istif edip elinde tutan bir kimse eğer o mala muhtaç olanlar varsa zâlimdir'.
Böyle bir kimse, altın ve gümüşü istif edenlerdendir, istif edilen altın ve gümüşü Allah yolunda infak etmeyenlerdendir. Oysa Allah'ın yolu ancak taattir. Halkın taattaki azığı dünya malıdır; zira dünya malı ile halkın zarurî ihtiyaçları bertaraf edilir.
Evet! Bu hüküm, fıkıh fetvasının hududuna girmez. Çünkü ihtiyaçların miktarları gizlidir. Gelecekteki fakirliği hissetmek hususunda nefisler değişik manzaralar arzeder. Ömürlerin sonları malum değildir. Bu bakımdan halk tabakasına bunu teklif etmek, çocuklara vekar, efendilik ve mühim olmayan bir konuşmayı yapmamayı ve sükût etmeyi tavsiye etmek gibidir. Oysa çocuklar eksik olmaları itibariyle, bu teklifi yerine getiremezler. Bu bakımdan oyun oynamak hususunda onlara itiraz etmeyi terketmemiz, onlara oyun oynamayı mübah görmemiz, oyun ve zıplamanın hak olduğuna delâlet etmez. Tıpkı bunun gibi halk tabakası için malları korumak, infak hususunda sadece zekât miktarını vermekle iktifa etmeyi mübah kılmamız insanların yaratılışındaki zarurî cimriliklerinden çıkan bir hükümdür.
Bu bakımdan bizim bu şekildeki hükmümüz, bunun hak olduğuna delâlet etmez. Nitekim Kur'ân buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:
Eğer onları isteseydi de sizi sıkıştırsaydı cimrilik ederdiniz ve (bu) kinlerinizi ortaya çıkarırdı. (Muhammed/37)
Kulların Allah'ın malından sadece yolcunun azığı kadar alması hak ve zulümsüz adalettir. . . Allah'ın her kulu beden merkebine binip Deyyan olan padişahın huzuruna doğru gidecektir. Öyleyse kim fazlasını alıp, ona muhtaç olan bir biniciyi o maldan menederse, o zâlim ve adaletsizdir. Bu durumda hem hikmetin maksadından çıkmış olduğunu hem de Kur'ân, peygamber, akıl ve yolcunun azığından fazlasını almasının hem dünya ve hem de âhirette vebal olduğunu tanıtan diğer sebeplerle sabit oldu ki Allah'ın nimetini inkâr ettiği ortadadır. Bu bakımdan kim mevcudatın bütün çeşitlerindeki ilâhî hikmeti anlamış ise, şükür vazifesini yerine getirmeye kudreti vardır. Bunu saymak birkaç cild kitaba muhtaçtır. Sonra birkaç cild kitab yazılsa, yine de birazını ancak ifade eder. Biz bu kadarını burada Allah'ın şu ayetindeki doğruluğun alâmeti bilinsin diye beyan ettik.
Kullarım içinde şükreden azdır. (Sebe/13)
İblis şu sözüyle . sevindi: 'Sen de çoğunu şükrediciler olarak bulmayacaksın'. Bu bakımdan bizim bu söylediğimizi bilmeyen bu âyet-i celîlenin mânâsını bilmez. Bunun ötesinde birçok şeyler vardır ki onların başlangıçlarını saymaya bile ömürler yetmez. Onlar bilinmedikçe ayetin mânâsı bilinmez. Ayetin tefsirine ve lâfzının mânâsına gelince, Arapça'yı bilen herkes onu bilir. İşte bununla, mânâ ile tefsir arasındaki fark belirmiş olur.
Soru: Bu konuşmadan şu sonuç ortaya çıktı: Allahü teâlâ'nın her şeyde bir hikmeti vardır. O, kullarının bir kısım fiillerini o hikmetin tamam olmasına ve kendisinden kastolunan amaca varmaya sebep kılmıştır. Onların bazı fiillerini de hikmetin tamamlanmasına mâni kılınıştır. Bu bakımdan hikmet gayesine varıncaya kadar hikmetin isteğine uyan her fiil şükürdür. Muhalefet eden ve hikmetten istenilen gayeye varmasındaki sebepleri engelleyen her fiil, şükrün inkârıdır. Bütün bunlar anlaşılır, fakat müşkilât yine de kalır. Şöyle ki: Kulun, hikmeti tamamlayıcı ve hikmeti ortadan kaldırcı kısımlara ayrılan fiili de Allah'ın fiilindendir. Öyleyse kul nasıl bir defasında şükredici, bir defasında da küfredici olur?
Cevap: Bu husustaki tahkikin tamamı büyük bir deniz olan mükâşefe ilimlerinin dalgalarından alınır. Biz daha önceki bahislerde, bunların işaretlerine değinmiştik. Şimdi ise sonucunu ve gayesini kısa ve ancak kuş dilini anlayan tarafından anlaşılan, kuşların dolaştığı gibi melekûtun fezasında dolaşmak şöyle dursun, süratle yürümekten bile aciz olan tarafından inkâr edilen veciz bir ibare ile anlatalım: Allahü teâlâ için celâlinde ve kibriyasında bir sıfat vardır. Yaratılış ve icat ondan çıkar. O sıfat, lûgati vazeden bir kimsenin ona bakıp onun celâlinin künhüne ve hakikatinin özelliğine delâlet eden bir ibare ile onu tabir etmekten yüce ve yüksektir. O sıfatın yüce şanından ilk parıltılarına bile gözlerini uzatamayan lûgat erbabının mertebesi eksik olduğu için, o sıfatı ifade eden bir ibare yoktur. Bu bakımdan yarasaların güneşin ışığından gözlerinin kapandığı gibi onların gözleri o sıfatın zirve sine bakmaz gözleri kapanır. Yarasalar güneşin ışığında bir derinlik olduğu için ona bakmıyor değildirler. Aksine gözlerinde zafiyet vardır diye bakamazlar.
Bu bakımdan o sıfatın celâlini mülâhaza etmek için gözleri açılanlar lûgatlarla konuşanların düşük âlemlerinden gerçekten zayıf olan birşeyi o sıfatın hakikatlerinin başlangıcını bildiren bir ibareyi emanet olarak alıp kullanmaya mecbur oldular!
Bu bakımdan ona kudret ismini emaneten ve mecburiyetten verdiler. Onların emanet olarak verdikleri bu isimden ötürü biz de konuşmaya cesaret ederek 'Allah'ın bir sıfatı vardır. Ona kudret denir. Yaratılış ve icad ondan sudur eder' dedik.
Yaratılış, varlıkta birçok kısım ve özel sıfatlara ayırlır Bu kısımlara bölünmenin ve o özel sıfatlarla özelleştirmenin masdarı (kaynağı) başka bir sıfattır. Daha önce bahsi geçen zaruretin benzeriyle o sıfata emaneten meşiyet ibaresi isim olarak verilmiştir. Bu sıfat harf ve seslerden ibaret olan lûgatlarla konuşan ve anlaşanların nezdinde mücmel bir şeyi vehmettirir. Meşiyet kelimesinin o sıfatın künhüne ve hakikatine delâlet etmekten eksik olması, tıpkı kudret kelimesinin eksik olması gibidir. Sonra kudretten sadır olan fiiller, kudretin hikmetinin zirvesine varan ve varmayan kısımlara ayrılır. Her birinin meşiyet sıfatına bir nisbeti vardır.
Çünkü taksimin ve değişikliğin tamamlanmasında rol oynayan ihtisas ve özelliklere dönüşürler. Bu bakımdan zirveye varana muhabbet ibaresi emaneten isim olarak verilir. Zirveye varmayana kerahet ibaresi kullanılır. 'Onların ikisi de meşiyet vasfına dahildir' denilmiştir. Fakat nisbette her birinin ayrı bir özelliği vardır. Kerahet ve muhabbet lâfızları, lûgat ve lâfızlardan anlayış bekleyenlerde mücmel bir mânâ vehmettirir. Allah'ın yarattığı ve icadı olan kulları da şu kısımlara ayrılır:
1. Ezelî meşiyeti hikmetinin zirvesine varmak için değil, istiabı için kullanması sebkat eden kimselerdir. Böyle yapmak, onların hakkında davetçilerin ve teşvikçilerin onlara musallat kılınması sûretiyle zorakidir.
2. Bazı kulların, bazı işlerde hikmetin zirvesine çıkacakları ezelde sebkat etmiştir. Bu bakımdan iki grubun da meşiyete özel bir nisbeti vardır. Hikmetin tamamlanmasında kullananlara rıza ibaresi emaneten kullanılmıştır. Diğer gruba da gazab ibaresi kullanılmıştır.
Bu bakımdan ezelde gazaba maruz kalacağı yazılmış bir kimseyi hikmetin zirvesine varmaktan meneden bir fiil belirir. Buna küfran ibaresi verilir. Küfranın akabinde azabın fazlalığı için kınama ve lanet cezasına çarptırılır. Ezelde rızaya mazhar olan bir kimseye hikmetin zirvesine varacak bir fiil verilir. Buna da şükür ibaresi verilir. Arkasından ikbalin artışına sebep olması için övgü ve senâ gelir.
Sonuç olarak Allahü teâlâ güzelliği vermiş, sonra övmüş, azab vermiş, sonra çirkin saymış ve helâk etmiştir. Onun misali şu misâl gibidir: Padişah, kirlenmiş kölesini kirlerden temizler, sonra en güzel elbiselerinden ona giydirir. Onun ziyneti tamam olduğu zaman ona 'Ey güzel! Sen ne kadar da güzelsin! Elbisen, yüzün ne kadar da temizdir!' der. Oysa hakikatte güzelleştiren padişahın kendisidir. Güzellikten dolayı öven de her durumda odur, övülen de odur. Sanki o, mânâ bakımından, kendisinden başkasını övmemiştir. Kul ise, ancak zâhir ve şekil bakımından övmenin hedefidir. İşte emirler, ezelde böyledir. Sebepler ve müsebbibler böylece zincirleme gelirler. Erbabın Rabbi, sebeplerin müsebbibinin takdiriyle bu nizam böyle meydana gelmiştir.
Böyle olması, tesadüf ve araştırmaktan değildir. Aksine irade, hikmet ve hak olan hükümden, kesin olan emirden sâdır olmuştur. Buna kaza lâfzı verilir 'Bu, çakan bir şimşek gibi veya ondan daha hızlıdır!' denilmiştir! Bu bakımdan o kesin kazanın hükmü ve daha önce takdir edilenden ötürü mukadderatın denizleri taşmıştır. Böylece takdir edilenlerin yerine gelmesine kader denilmiştir. Öyle ise kaza lâfzı, küllî ve bir olan emrin karşılığı, kader lâfzı ise nihayetsizliğe doğru uzanan tafsilâtın karşılığıdır.
'Hiçbir şey kaza ve kader den hariç değildir' denilmiştir. Bu bakımdan bazı kulların kalbine şu soru geldi: Taksim neden bu tafsilâtı iktiza etti? Bu farklılığa rağmen adalet nasıl mümkün oldu?'
Kulların bazısı kusurlu oluşundan dolayı, bu işin hakikatini düşünmeye güç yetiremez. Onun derleyicilerini ihâta etmeye takat getiremez. Bu bakımdan derinliğine dalmaya güç yetinemeyeceği şeylerden yasaklık gemi ile gemlendiler ve onlara 'Susunuz! Siz bunun için yaratılmadınız!' denilmiştir. (Nitekim Allahü teâlâ da şöyle demiştir) : 'Allah yaptığından sorumlu değildir. Oysa mahluklar sorumludurlar'.
Bazıları da Allah'ın yerde ve göklerdeki nûrundan lambalarını doldurdu. Onların yağları daha önce saf idi. Neredeyse ise ateş dokunmadan parlayacaktı. Bir de ateş dokundu, nûr üzerinde nûr oldu. Melekûtun etrafı rabbinin nûruyla onların önünde pırıl pırıl parladı. Onlar hallerini olduğu gibi idrâk ettiler. Bu bakımdan onlara denildi ki: 'Allah'ın edebiyle edeblenin, sükût edin. Kader zikredildiği zaman ona dalmaktan çekinin'. 52
Çünkü duvarların (bile) kulakları vardır. Sizin etrafınızda gözleri zayıf olanlar vardır. Öyleyse siz en zayıfınızın yürüyüşüyle yürüyünüz. Yarasaların gözleri için güneşin perdelerini kaldırmayın. Kaldırmayın ki onların helâk olmasına sebep olmayın. O halde Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın. Yüceliğinizin zirvesinden yeryüzüne, en yakın göğe inin ki zayıflar sizinle yakınlık kursunlar. Yarasaların gecenin kanadı altında, yıldızların ve güneşin nûrundan kalan kalıntılardan istifade ettikleri gibi, perdelerinizin arkasından parlayan nûrlarınızın kalıntılarından zayıflar istifade etsinler de bu sayede şahıs ve durumları bakımından tahamül edebilecekleri bir hayat ile yaşasınlar Şairin tavsif ettiği kimselerden olun:
İyiler meclisinde iyi şarap içtik, zira iyilerin şarabı güzel olur! İçtik! Fazlasını yere döktük, zira büyüklerin kadehinden yerine de nasibi vardır.
Bu işin ilki ve sonu böyledir. Bunu ancak ehli olursan anlarsın. Ehli olduğun zaman, gözünü açar, (yolu) görürsün. Seni götürecek bir rehbere muhtaç olmazsın. İki gözden kör olan çekilip götürülebilir fakat onun da bir sınırı vardır. Bu bakımdan yol daraldığı, kılıçtan keskin, kıldan ince olduğu zaman, üzerinden ancak kanadı olan kuşlar geçebilir. Fakat âmâyı sırtında götürmeye muktedir değildir. Kendisinin dermanı olup suyun durgun aktığı, karşıya geçmenin yüzmekle mümkün olduğu zamanda yüzmesini bilen karşıya geçebilir, fakat genişlikle başkasını beraberinde götüremez. Bunlar, su üzerinde yürüyenle yer üzerinde yürüyenin birbirine nisbeti gibidir Suda yüzmek öğrenilebilir ama suda yürümek öğrenmekle elde edilemez. Ancak yakîn kuvvetiyle elde edilir. Bunun için Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) "Îsa (aleyhisselâm) için 'Su üzerinde yürüyordu' deniliyor! (Ne dersiniz?) " denildiğinde şöyle buyurmuştur: .
Eğer daha kuvvetli yakîne ulaşsaydı havada yürürdü. İşte bunlar küfran, şükür, gazab, rıza, muhabbet ve kerahet mânâlarına işaretler ve remizlerdir. Muamele ilmine bunlardan daha fazlası uygun düşmez!
Allahü teâlâ, insanların anlayışlarına yaklaştırmak için darb-ı meseller de vermiştir. Allah cinleri ve insanları kendisine ibâdet etsinler diye yarattığını bildirmiştir. Bu bakımdan cinlerin ve insanların ibâdetleri, onlar için hikmetin sonudur. Sonra iki kulu olduğunu, onlardan birini sevdiğini, onun isminin Cebrâîl, Ruh-ul Kudüs ve Emin olduğunu, nezdinde mahbub, itaat edilir, emin ve metin olduğunu bildirmiştir. Diğer kulundan nefret ettiğini, onun isminin İblis olduğunu, lanete uğrayıp kıyâmete kadar mühlet verildiğini bildirmiştir. Sonra Allah irşad vazifesini Cebrâîl'e havale ederek şöyle buyurmuştur:
Onlara şöyle de: Îman edenlere sebat vermek, müslümanlara yol gösterici ve bir müjde olmak üzere onu Rûh'ul-Kudüs rabbinden hak olarak indirdi'. (Nahl/102)
Emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir ki buluşma gününe karşı (insanları) uyarsın. (Mü'min/15)
İğvayı (saptırmayı) İblis'e havale ederek şöyle buyurmuştur: O'nun yolundan saptırmak için. . . (Zümer/8)
İğva (sapıtmak) , kulları hikmetin zirvesinden alıkoymaktır. Allahü teâlâ'nın bu vazifeyi, kendisine öfkelendiği kuluna nisbet ettiğine dikkat et! İrşad ise onları gayeye doğru sevketmesidir.
İrşad vazifesini sevdiği kuluna nisbet ettiğine dikkat et! Hayatta bunun misali vardır: Padişah, hem kendisine sâkîlik hem de hacamat yapan ve evin önünü temizleyen birine muhtaç olduğu ve iki kölesi bulunduğu zaman muhakkak bu hacamat ve süpürgecilik vazifesine onlardan sevmediğini tayin eder. Güzel şarabın sâkiliğini nezdinde en sevimli olana verir.
Senin 'Bu benim isimdir, onun işi benim işimden daha aşağı değildir'. demen uygun değildir; zira o fiili nefsine izafe ettiğinde hataya düşmüş olursun. Aksine çirkin işi, çirkin şahsa, güzel işi de güzel şahsa tahsis etmek için senin gönlünü evirip çeviren odur. Bunu da adaletin tamamlanması için yapmıştır; zira onun adaleti, bazen senin hiç müdahalenin olmadığı birtakım işlerle tamam olur. Bazen de seninle tamam olur; zira sen de onun fiillerindensin.
Bu bakımdan senin çağırıcı kuvvet ve kudretin, ilmin ve amelin ve hareketlerinin diğer sebepleri tabirde O'nun fiilidir. Öyle ki onu adaletle tertiplemiştir ve o fiilden adaletli fiiller sudur eder. Ancak sen, nefsinden başkasını görmezsin. Şehâdet aleminde senin üzerinde beliren fiilin gayb ve melekût âleminden herhangi bir sebebinin olmadığını zannedersin ve bu zannından dolayı bu fiili kendi nefsine izafe edersin! Oysa sen ancak geceleyin hokkabazın oyununa bakan çocuk gibisin. Öyle hokkabaz ki perde arkasından birçok sûretler çıkarır. O sûretle oynar, zıplar, kalkar, oturur. Oysa o sûretler, kıpırdamayan paçavralardan tertip edilmiştir. O sûretleri ancak ince ve kıldan mamul ipler harekete geçirir. O ipler gecenin karanlığından ötürü gözükmezler. Onların uçları hokkabazın elindedir. O ise çocukların gözünden perdelidir. Çocuklar sevinirler, hayrete düşerler. Çünkü oynayanın, oturup kalkanın o paçavralar olduğunu zannederler.
Akıllılar onların hareket etmediğini, hareket ettirildiğini bilirler. Fakat akıllılar da çoğu zaman onun ayrıntılarını bilmezler. Onun bazı ayrıntılarını bilen de işi yapan ve ipin ucu elinde bulunan hokkabaz gibi bilmez!
İşte böylece dünyanın çocukları âlimlere nisbeten diğer insanlar çocuktur bu görüntülere bakarlar, hareket edenin o görüntüler olduğunu zannederler. Dolayısıyla eşyayı onlara havale ederler. Âlimler ise onların hareket ettirildiklerini bilirler. Ancak hareket ettirmenin keyfiyetini bilmezler. Bu tip âlimler ekseriyeti teşkil ederler. Ancak ârifler ve ilimde râsih olan âlimler müstesnadırlar. Çünkü onlar, gözlerinin keskinliğiyle örümcek ağına benzer incecik ipleri idrâk etmişlerdir. Hatta örümcek ağından çok daha ince olan göklerden sarkıtılmış ve uçları yeryüzündeki şahıslara bağlanmış ipleri görürler. Öyle ki inceliklerinden dolayı zâhirî gözlerle o ipler idrâk olunmazlar.
Sonra ârifler o iplerin uçlarını, bağlı bulundukları yerleri görürler ve o iplerin bağlı olduğu yerlerin gökleri harekete geçiren meleklerin elinde olduğunu müşahede ederler. Ariflerin göklerin meleklerinin de arşı yüklenen meleklere bağlı olduklarını, Allah'tan inen emri nasıl beklediklerini müşahede ettiler, Allah'ın emrine muhalefet etmemek için nasıl dikkatli davrandıkların gördüler. Kur'ân'da bu müşahedeler tabir edilerek şöyle denilmiştir:
Semâda rızkınız da var, uyarıldığınız da var. (Zâriyat/22)
Gök meleklerinin kendilerine kader'den inecek emri bekleyişleri tabir edilerek şöyle denildi:
Allah'tır ki yedi (kat) göğü ve arzdan da onlar kadarını yarattı. Allah'ın emri bunlar arasında iner ki Allah'ın her şeye kâdir olduğunu ve herşeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz . (Talâk/12)
Bunlar birtakım ilâhî emirlerdir. Allah'tan ve (Allah'ın tâlimiyle) ilimde rusuh sahibi olanlardan başkası onların tev'ilini bilmez.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) 'Allah'ın emri bunlar arasında inip duruyor' (Talâk/12) ayetini okuduğunda 'Eğer ben bu âyet-i celîle'nin mânâsından bildiğimi söylesem muhakkak beni taşa tutarsınız' demek sûretiyle, ilimde râsih olanların ihtisaslarını halk tabakası tarafından güç yetirilemeyecek ilimlerle tabir etmiştir.
İbn-i Abbâs'ın yukarıda geçen sözü başka bir rivâyette 'muhakkak İbn-i Abbâs kâfir oldu derdiniz' şeklinde vârid olmuştur.
O halde biz bu kadarıyla iktifa edelim; zira konuşmanın dizgini ihtiyarın kabzasından çıkmış, muamele ilmine aynı ilimden olmayan hususlar karışmıştır. Bu bakımdan biz şükrün maksatlarına dönelim. Şükrün hakikati, Allah'ın hikmetinin tamamlanmasında kulun kullanmasına dönüştüğü zaman, kulların en fazla şükredeni Allah nezdinde en sevimlisi ve Allah'a en yakın olanıdır. Allah'a en yakın olanlar meleklerdir. Meleklerin de derecesi vardır. Belli bir makamı olmayan hiç bir melek yoktur.
Yakınlık rütbesinde meleklerin en yücesi, ismi İsrafil53 olan melektir. Meleklerin derecesinin yüceliği şu noktadan gelir: Onlar haddi zatında keremli ve hayırlıdırlar. Allah, onlar vasıtasıyla peygamberlerini ıslah etmiştir. Oysa peygamberler yeryüzünde en şerefli mahlukturlar.
Meleklerin derecesini peygamberlerin derecesi takip eder. 54 Çünkü peygamberler haddizatında hayırlı insanlardır. Allah diğer insanları onların vasıtasıyla hidayete getirmiştir. Onlarla Allah'ın hikmeti tamam olmuştur. Rütbe bakımından peygamberlerin en yücesi bizim peygamberimizdir. Zira Allah onunla dini ikmal ederek peygamberlik zincirini kapatmıştır. Peygamberleri, varisleri olan âlimler takip etmektedir. Çünkü âlimler de haddi zatında salihtirler; zira Allah onlarla diğer insanları ıslah etmiştir. Âlimlerin derecesi, nefislerin takvası ve başkasına yararlı olması nisbetindedir. Sonra âlimleri adaletli sultanlar takip eder. Çünkü âlimler halkın dinini ıslah ettikleri gibi, sultanlar da milletin dünyasını ıslah etmişlerdir. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'e din, mülk ve saltanat bir arada verildiği için o diğer peygamberlerden üstündür. Çünkü Allah onunla insanların hem din, hem dünyalarını ıslah etmiştir. Kılıç55 ve mülk diğer peygamberlere verilmemiştir.
Sonra âlimler ve sultanların derecesini, din ve nefislerini ıslah eden, salih kulların derecesi takip eder. Bu sayılan sınıfların dışında kalanlar ise, basit insanlardır. Bil ki din sultanla ayakta durur. Bu bakımdan zâlim ve fâsık da olsa sultanın tahkir edilmesi uygun değildir. Amr demiştir ki: 'Zâlim bir İmâm (sultan) , devam eden bir fitneden daha hayırlıdır'.
Gelecekte sizin başınıza birtakım emirler geçecektir. Onlardan sâdır olanın bir kısmı hoşunuza gider, bir kısmı hoşunuza gitmez. Onlar ifsad ederler. Fakat onlar vasıtasıyla Allah'ın ıslah edeceği daha fazladır. Eğer onlar iyilik yaparlarsa, onlar için ecir vardır. Size de teşekkür etmek düşer. Eğer kötülük yaparlarsa, onlar mesuldür. Size de sabır düşer. 56
Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Sultanın imametini (önderliğini) inkâr eden bir kimse zındıktır. Sultanın çağrısına icabet etmeyen kimse bid'atçıdır. Kim davetsiz olarak sultana gelirse o cahildir'.
Sehl'e şöyle soruldu:
- İnsanların hangisi daha hayırlıdır?
- Sultan daha hayırlıdır!
- Biz sultanları insanların en şerlisi olarak görüyoruz.
- Acele etme! (Hemen hüküm verme!) muhakkak ki Allah
Teâlâ iki şeye bakar: Onlardan biri müslümanların mallarının selâmetine bakmasıdır. Allah bu vazifeleri yapanın sahifesinebakar. Bütün günahını bağışlar.
Yine Sehl şöyle demiştir: 'Sultanların kapılarına asılı bulunan siyah ağaçlar, kıssalar nakleden yetmiş kıssacıdan daha hayırlıdır?'
51) 'muhtekir (karaborsacı/istifçi) mel'undur!' Hâkim, (İbn Ömer'den) Bkz. İthaf us-Saade, IX/67"
52) Taberânî, Ebû Nuaym ve İbn Bekri, (İbn Mescid ve İbn Ömer'den)
53) Bkz. İthaf 'us-Saade, IX/77
54) Her halukârda peygamberlerin mertebesi fazilet bakımından meleklerin mertebesini takip etmez. Çünkü Akaid'de 'Peygamberler meleklerden daha üstündürler' kaidesi vardır. Buradaki tâbiiyet başka yönden olsa gerek. Dikkat edilirse metine 'Onların rütbesi peygamberlerin rütbesinden sonra gelir' mânâsını vermek de ihtimal dahilindedir.
55) 'Kıyâmetin öncüsü olarak kılıçla gönderildim ki kendisine şirk koşulmaksızın Allah'a ibadet edilsin. Rızkım mızrağımın gölgesinde kılındı. Emrime muhalefet edene zillet ve meskenet kılındı'. (İmâm-ı Ahmed) Hâkim, Ebû Ya'la, Taberânî ve Beyhâkî, (İbn Ömer'den)
56) Müslim, (Ümmü Seleme'den) , Tirmizî
Her hayır, lezzet ve saadet, her matlup ve müessir, nimet diye adlandırılır. Fakat hakikatte nimet, uhrevî saadettir. Onun dışındakilere nimet ve saadet demek, ya yanlıştır veya mecazdır. Âhirete yardım etmeyen dünyevî saadete nimet ismi vermek gibi. . .
Zira dünyevî saadete nimet demek, katıksız bir hatadır. Bazen nimet ismini birşeye vermek doğru olur. Fakat onu âhiret saadetine ıtlak etmek daha doğrudur. Bu bakımdan insanı âhiret saadetine götüren ve ona bir veya birkaç vasıta ile yardım eden her sebebe nimet ismini vermek doğrudur. Çünkü bu sebep, hakîki nimete götürür. Yardımcı sebepler ve nimet diye adlandırılan lezzetleri kısım kısım açıklayacağız.
Birinci Kısım
Herşey bize nisbetle şu kısımlara ayrılır. Hem dünyada, hem âhirette faydalı olan ilim ve güzel ahlâk, yine her iki yerde de zararlı olan cehalet ve kötü ahlâk, sadece dünyada faydası olup âhirette zararı olan şehvet peşinde koşup lezzet almak ve dünyada zarar, fakat âhirette fayda verecek olan şehvetleri dizginlemek gibi. . .
Bu bakımdan ilim ve güzel ahlâk gibi hem hali hazırda, hem gelecekte fayda veren şeyler, hakîkat açısından nimetin ta kendisidir. İkisine de zarar veren, kesinlikle belâdır. Bu da ilim ve güzel ahlâkın zıddıdır. Hal-i hazırda fayda, gelecekte zarar veren ise, basiret sahipleri nezdinde katıksız bir beladır. (Fakat cahiller onu nimet sanırlar) .
Onun misali şudur: Acıkmış bir insan, içinde zehir olan balı gördüğü zaman, eğer durumu bilmiyorsa, bu balı nimet sayar. Durumu bildiği zaman onun kendisine verilen bir belâ olduğunu anlar. Hal-i hazırda zarar veren, gelecekte faydalı olan ise, akıl sahipleri nezdinde nimet, cahiller nezdinde beladır. Bunun misali, hal-i hazırda tadı hoş olmayan, ancak hastalıkta şifa verici devadır. Cahil çocuğa bu ilacı içmesi teklif edildiği zaman, bunu belâ zanneder. Akıllı bir kimse ise, onu nimet sayar. Kendisine o ilâcı tavsiye edene minnet duyar. Onu kendisine yaklaştırır, ona sebepleri hazırlar. Bu nedenle anne çocuğunu hacamattan meneder. Fakat baba çocuğun (sıhhati için) hacamat olmaya davet eder; zira baba, aklı kâmil olduğu için neticeyi görür. Anne de çocuğu fazla sevdiğinden ve eksik akıllı olduğundan ötürü sadece hal-i hazırı düşünür. Çocuk da, cahil olduğundan dolayı, babasına karşı değil, annesine karşı minnet duyar. Annesine daha fazla yakınlık gösterir. Babasını kendisine düşman telâkki eder. Eğer çocuğun aklı olsaydı, muhakkak annenin dost sûretinde gözüken gizli bir düşman olduğunu bilirdi. Çünkü annenin onu hacamat olmaktan menetmesi, onu hacamat olmaktan daha şiddetli elem ve hastalıklara sürükler. Cahil dost, akıllı düşmandan daha zararlıdır. Her insan nefsinin dostudur ve fakat cahil dostu. . . . Bu nedenle düşmanın yapmadığını kendisi kendi başına getirir.
İkinci Kısım
Dünyevî sebepler değişiktir. Bazen hayırlıları şerlilerine karışır. Hayırlıları çok az zaman saf kalır. Mal, aile, çocuk, akrabalar, mertebe ve diğer sebepler gibi. . . Fakat bu sebepler, faydası zararından daha fazla olan yeterli mal, mertebe ve diğer sebepler gibi kısımlara ayrılır. Geniş mertebe, bol mal gibi, şahısların çoğunun hakkında zararı faydasından daha fazla olan kısımla ve zararı faydasına denk olan kısımlara ayrılır. Bunlar şahıslara göre değişen şeylerdir. Çok salih insan vardır ki ne kadar çok olursa olsun salih maldan fayda görür. Onu Allah yolunda sarfeder, hayırlarda kullanır. O mal, bu muvaffakiyetle beraber o kişi hakkında nimettir. Çok insan da vardır ki az mal ile de zarar görür; zira durmadan o malı azımsar, rabbinden şikayet ve daha fazlasını talep eder. Bu bakımdan o mal bu mahrumiyetle beraber o kişi hakkında belâ olur.
Üçüncü Kısım
Başka bir itibarla, hayırlar; sadece zatı için tesir eden, sadece başkası için tesir eden, hem zatı hem de başkası için tesir eden kısımlara bölünür. Zatı için tesir eden, başkası için tesir etmeyen birinci kısım, Allah'ın cemâline bakmanın zevki, onunla ona kavuşmanın saadeti gibidir. Kısaca sonu olmayan uhrevî saadet de böyledir. Çünkü bu saadet, kendisinden başka bir gayeye alet olsun diye aranmaz, Aksine zatı için aranır.
İkincisi, başkası için aranandır. Onun zatında bir gaye yoktur. Dirhem ve dinarlar (paralar) gibi; zira paralarla ihtiyaç yerine getirilmezse, para ile taşlar aynı seviyede olurlar. Fakat paralar lezzetlerin vesilesi ve görünüşte lezzetlere kavuşturucu olduklarından dolayı cahiller nezdinde sevimli görünürler ki cahiller onları derleyip istifade etsinler. Faizli bir şekilde onlarda muamele ve tasarruf etsinler. Cahiller zannederler ki onlar bizzat maksuddurlar. Bu kimselerin misali, bir şahsı seven, sevdiği şahıstan ötürü kendisiyle o şahsın arasında arabulucu olan elçiyi de sever. Sonra elçinin sevgisi ona, o çalısın sevgisini unutturur. Böylece asıldan yüz çevirir. Durmadan elçiyi karşılamak, gözetmek, halini sormakla meşgul olur. Bu ise, cehalet ve dalâletin son derekesidir.
Üçüncüsü, sıhhat ve selamet gibi, hem zatı ve hem de başka şeyler için istenendir; zira sıhhat, onun vasıtasıyla Allah'ın huzuruna götüren zikir ve tefekkür için veya onun vasıstasıyla dünya lezzetlerine kavuşmak için istenir. Sıhhat kendi zatı için de istenir; zira insan, her ne kadar selâmeti kendisi için istenen şeyden müstağni ise de yine de kişinin selâmeti, selâmet olmak hasebiyle arzu edilir. Madem durum budur, o halde sadece zatı için etkili olan, hakîkat açısından hayır ve nimettir. Hem zatı, hem de başkası için etkili olan da nimettir. Fakat birincisinden daha eksiktir. Ancak altın ve gümüş gibi başkası için olanlar, haddi zatında cevher oldukları için nimet olarak vasıflandırılmazlar. Aksine vesile olduklarından ötürü nimet sayılırlar. Bu bakımdan onların ikisi, ancak onlar vasıtasıyla ulaşılması mümkün olan bir şeyi isteyen bir şahıs hakkında nimettirler. Eğer o şahsın maksadı ilim ve ibâdet ise, beraberinde de yeterli azığı varsa, o kimsenin yanında altın ile toprak eşittir. Bu bakımdan onların varlığı ve yokluğu onun yanında aynı seviyededir. Hatta çoğu zaman onların varlığı onu düşünce ve ibâdetten alıkoyar. Bu bakımdan onlar böyle bir kimse hakkında nimet değil büyük bir cezadır.
Dördüncü Kısım
Başka bir itibarla hayırlar, faydalı, lezzetli ve güzel kısımlara taksim olunurlar. Rahatlığı hemen anlaşılana lezzetli denir. Gelecekte fayda verene faydalı denir. Güzel ise her durumda benimsenendir. Şerler de zararlı, çirkin ve elem verici kısımlara taksim olunurlar. Bu kısımların herbiri de mutlak ve mukayyed olmak üzere iki türdür. Kendisinde üç vasfın bir araya geldiği türe mutlak şer denir. Hayırdan misali, ilim ve hikmet gibidir.
Çünkü o, ilim ve hikmet erbabı yanında, faydalı, güzel ve lezzetlidir. Şerdeki misali ise cehalettir; zira cehalet, zarar verici, çirkin ve elem vericidir. Cahil bir kimse, cahilliğini bildiği zaman, cehaletin elemini duyar. Cehaletinin acısını duyunca başkasını âlim görür, nefsini cahil ve dolayısıyla eksikliğin elemini hisseder. İlmin lezzeti içinde kabarır. Sonra hased, kibir ve bedenî şehvetler bazen kendisini öğrenmekten alıkoyarlar. Dolayısıyla iki zıt çarpışırlar. Elemi daha da büyür. Eğer öğrenmeyi terkederse, cehalet ve eksikliğinden dolayı müteellim olur. Eğer öğrenmekle meşgul olursa, şehvetleri terketmekle müteellim olur veya kibri terketmek ve öğrenmenin zilletine katlanmakla müteessir olur. Böyle bir insan durmadan daimî bir azap içerisinde kıvranır.
İkinci türü mukayyed olandır. Mukayyed odur ki bu sıfatların bir kısmını derlemiş, bir kısmını derlememiştir. Bu bakımdan bir çok fayda verici vardır ki acıtır. Kangren olmuş parmağın ve hastalıktan ötürü dışarı çıkan şeylerin kesilmesi gibi. . .
Birçok fayda verici vardır ki çirkindir, ahmaklık gibi; zira ahmaklık, bazı hallere nisbeten faydalıdır Nitekim şöyle denilmiştir: Aklı olmayan rahata kavuşmuştur; zira akılsız kişi neticeye önem vermez. Helâk olmasının vakti gelinceye kadar rahat eder!
Nice şey vardır ki bir yönden faydalı, başka bir yönden de zarar vericidir. Boğulmak korkusu sözkonusu olduğu anda, malı denize atmak gibi. . . Çünkü bu, mal için zararlıdır. Kurtulması hususunda nefis için faydalıdır.
Faydalı da iki kısımdır. Bir kısmı zarurîdir: Îman ve güzel ahlâk gibi. . . Âhiret saadetine ulaştırmak hususunda bunların ikisi zarurîdir. Bunlardan ilim ile ameli kastediyorum; zira ilim ile amelin yerine başkası kâim olamaz. İkinci kısım zarurî olmayan kısımdır. Safrayı teskin etmek hususunda sekencebin ilâcı kullanmak gibi; zira safranın teskin edilmesi, bazen sekencebinin yerine kullanılan başka bir ilaçla da mümkündür.
Beşinci Kısım
Her lezzetin ifade edildiği nimet. Lezzetler insana nisbeten, insanın özelliği olmak veya insanla başkası arasında ortak bulunmak hasebiyle üç çeşittir: a) Aklî, b) Bir kısım hayvanlarla müşterek olan c) Bütün hayvanlarla müşterek olan bedenî lezzetler.
Aklî lezzet, ilim ve hikmet lezzeti gibidir; zira ilim ve hikmet ne kulak, ne göz, ne burun, ne tatma organına, ne mide, ne de tenasül uzvuna göre lezzettir. Ancak kalp onu lezzet telâkki eder. Çünkü kalp, akıl diye tabir ve ifade edilen özel bir sıfata sahiptir. Bu, varlık bakımından, lezzetlerin en azı ise de hakikatte en şereflisidir.
Azlığına gelince, çünkü ilmi ancak âlim zevkli sayar, hikmeti ancak hakîm zevkli bulur. İlim ve hikmetin ehli de pek azdır. Her ne kadar onların ismiyle isimlenen, onların kılık kıyafetine giren pek çoksa da. . . O sıfatın şerefliliğine gelince, o sıfat ebediyyen zail olmayan, ne dünyada, ne âhirette ayrılmayan ve hiç usandırmayan bir sıfattır. İnsan yemek yer doyar ve usanır. Cinsî münasebetin şehveti bittikten sonra insana ağır gelir. İlim ve hikmetin ise, usandırması ve ağır gelmesi asla tasavvur edilemez. Kim ebediyyen kalacak olan şerefliyi elde etmeye gücü yettiği halde, en yakın zamanda fâni olan çirkine razı olursa, o kimse akıl hastasıdır. Hakikate sırt çevirdiği ve şekaveti için mahrumdur. Bu sıfatın hakkında en az şöyle bir hüküm vardır:
İlim ve akıl, yardımcı ve koruyuculara muhtaç değildir. Mal ise bunun tam aksinedir; zira ilim seni korur. Oysa malı sen korursun. İlim infak edilince artar. Mal ise infakla eksilir. Mal çalınır, hükümdarlık insanın elinden alınır. İlme ise hırsızların eli uzanmaz. Sultanların güçleri ilmi sahibinden azletmeye yetmez. Bu bakımdan ilim sahibi, ebediyyen emniyet içindedir. Mal ve mertebe sahibi, daima korku içindedir. Sonra ilim, devamlı ve her durumda faydalı, lezzetli ve güzeldir. Mal ise bazen insanı helâk olmaya, bazen de kurtuluşa çeker! Bunun için Allahü teâlâ Kur'ân'ın birçok yerde mala hayr adını vermişse de çok yerde de malı zemmetmiştir.
Halkın çoğunun ilmin zevkini idrâk etmekten yoksun oluşuna gelince, bu ya zevksizliktendir.
Çünkü tatmayan bilmez ve müştakda olmaz;zira müştak olmak tatmaya tâbidir veya mizaclarının bozukluğundan ve şehvetlere tâbi olmaktan dolayı kalplerinin hastalığındandır. .
Tıpkı balın tadını idrâk etmeyen ve acı gören hasta gibi veyahut da zekalarında bir kusur var da ondan ilmin lezzetini idrâk etmezler; zira onlarda ilmin zevkini hissedecek sıfat daha yaratılmamıştır. Tıpkı balın ve semiz kuş etlerinin lezzetini idrak etmeyen, sütten başka hiçbir şeyi lezzetli görmeyen emzikteki çocuk gibi. . . Bu durum, bu şeylerin lezzetli olmadığına delâlet etmez. Çocuğun sütü benimsemesi de sütün herşeyden daha lezzetli olduğuna delâlet etmez. Bu bakımdan ilim ve hikmetin lezzetini idrâk etmekten kusurlu olanlar üç sınıftır:
a) Çocuk gibi bâtını dirilmeyen kimse.
b) Şehvetlere tabi olmaktan dolayı hayattan sonra ölen kimse.
c) Şehvete tabi olduğu için hastalanan kimse.
Onların kalplerinde hastalık vardır. (Bakara/10)
Bu âyet akılların hastalığına işarettir.
(Bu Kur'ân Muhammed'e verildi) ki diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azap) sözü hak olsun! (Yâsin/70)
Bu âyet içi (kalbi) bir hayatla dirilmeyen kimseye işarettir.
Bedenen diri, kalben ölü olan kimse Allah'ın nezdinde ölüler dendir. Her ne kadar cahiller katında dirilerden ise de. . . Bunun için şehidler rablerinin katında diridirler, sevindikleri halde rızıklanırlar her ne kadar bedenleriyle ölü iseler de. . .
İkincisi, bir lezzettir ki insan o lezzet hususunda birtakım hayvanlarla ortaktır: Baş olmak, galebe çalmak, istilâ etmek lezzeti gibi. . . Bu aslan, kaplan ve bazı hayvanlarda da mevcuttur.
Üçüncü, öyle bir lezzettir ki insan orada bütün hayvanlarla ortaktır, mide ve tenesül uzvunun şehveti gibi. . . Bu şehvet, varlık bakımından şehvetlerin en fazlasıdır. Oysa zevklerin en düşüğüdür. Bunun için bir lezzette insana, bütün hayvanlar, hatta kurtlar ve haşarat bile ortaktırlar. Bu durumdan kurtulana galebe çalmak musallat olur. Bu his gâfil olanlara musallat olan şeylerin en şiddetlisidir. Eğer kişi bu mertebeyi geçerse, üçüncü mertebeye terâkki eder.
Dolayısıyla ilim ve hikmet lezzeti onun için lezzetlerin en büyüğü olur. Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin marifetinin zevkini duymak, zevklerin en büyüğüdür. Bu rütbe, sıddîkların rütbesidir. Bu rütbenin tamamı ancak baş olmak sevgisinin istilasını kalpten çıkarmakla tamamlanır. Sıddîkların gönlünden en son çıkan şey, riyaset sevgisidir. Midenin ve tenasül uzvunun oburluğunu kırmak, salih kulların da güç yetirdiği bir şeydir.
Baş olmanın şehvetine gelince, onu ancak sıddıklar kırabilir.
O şehveti tamamen söküp bir daha onu hissetmemek ve değişik durumlarda onu sezmemek ise beşerin kudreti dışında görünmektedir.
Evet, Allah marifetinin lezzeti, bazı hallerde öyle galebe çalar ki bu durumda, riyaset ve galebe çalmanın lezzeti hissedilmez. fakat bu, ömür boyu devam etmez. Bazı durumlarda kişiye beşeri sıfatları geri gelir. Dolayısıyla o da mevcut olur. Fakat nefis, adaletten ayrılmaya zorlama gücü olmayacak bir şekilde kahredilmiş olur. Bu anda kalpler dört kısma ayrılır:
1. Allah'tan başkasını sevmeyen kalp! Ancak Allah'ın fazla marifetiyle ve Allah hakkındaki düşünce ile rahat bulur.
2- Marifetin lezzetini, Allah ile ünsiyetin mânâsını bilmeyen kalp! Onun lezzeti rütbe sahib ve reis olmaktadır. Mal ve bedenin diğer şehvetlerini elde etmek asıl zevkidir.
3. Genellikle Allah ile ünsiyet eden kalp! Allah'ın marifetinden lezzet duymak ve Allah hakkında düşünmektedir. Fakat bu kalpte bazı hallerde, beşerî sıfatlara dönüş meydana gelir!
4. Bir kalptir ki hallerinin çoğu, beşerî sıfatlardan lezzet duymaktır. Fakat bazı hallerde ilim ve marifetten zevk almak kapısını çalar.
Birincisine gelince, eğer varlık âleminde mümkün ise, uzaklığın en son mertebesindedir.
İkincisine gelince, dünya onu püskürtmektedir. Üçüncü ve dördüncüsüne gelince, onlar da vardır, fakat gayet nadirdir, olması tasavvur edilmez. Ancak nadir ve şâz olarak bulunur. Nadir olmasına rağmen azlık ve çoklukta çeşitli durumlar arzeder. Onun çokluğu ancak peygamberlerin (aleyhisselâm) asırlarına yakın bulunan asırlarda olur. Zaman uzadıkça, bu kalpler de azalır. Ta kıyâmet yaklaşıncaya ve kanunlaşmış bir emri Allahü teâlâ yerine getirinceye kadar bu azalma devam eder.
Bu tür kalbin azalması, ancak şu hikmetten ileri gelir: Çünkü bu âhiret mülkünün başlangıcıdır. Mülk ise kıymetlidir. Padişahlar azdır, çoğalmazlar. Nasıl ki mülk ve güzellikte emsalsiz olan az, onun dışındaki insanlar çok iseler, aynen âhiret için de durum budur; zira dünya âhiretin aynasıdır. Çünkü dünya, şehâdet âleminden ibarettir. Âhiret ise, gayb âleminden. . . Şehâdet âlemi gayb âlemine tâbidir. Aynadaki sûretin, aynaya bakanın sûretine tâbi olduğu gibi. . . Aynadaki sûret, her ne kadar varlık rütbesinde ikinci ise de, o sûret senin görmen açısından birincidir; zira sen nefsini görmüyorsun. Önce aynada sûretini görüyorsun. Onun vasıtasıyla seninle kâim olan suretin, hikâye etme kabilinden ikinci derecede gelir. Bu bakımdan mârifet hakkında varlık âlemine tâbi olan, bu sefer metbû olmaya dönüşür. Önde olan sona düşer. Bu bir nevi tepetaklak olmaktır. Fakat aksülamel Ve tepetaklak oluş bu âlemin zarurî bir gereğidir! Tıpkı bunun gibi mülk ve şehâdet âlemi de gayb ve melekût âleminin mihenk taşıdır. insanlardan bazılarına ibret bakışı müyesser olur. Mülk âleminin birşeyine baktığında onunla melekût âlemine geçer. Bu geçişine idrâk adı verilir.
Ey basiret sahipleri! İbret alınız! (Haşr/2)
Bazıları da basireti körleştiği için ibret almaz. Mülk ve şehâdet âleminde hapsedilmiştir. .
Gelecekte ona cehennemden birçok kapılar açılacaktır. Bu dünya kalpleri yakan ateş ile doludur. ' Ancak kişi ile o ateşin elemini idrâk arasında perde vardır. Ölümle o perde kaldırıldığı zaman, kişi elemi idrâk eder. Bundan ötürü Allahü teâlâ, hakîkat ile konuşan bir grubun diliyle hakkı izhar etmiştir ve onlar 'cennet ile cehennem yaratılmıştır' dediler. Fakat cehennem bazen, ilm'el-yakîn diye adlandırılan bir idrak ile idrak olunur. Bazen de ayn'el-yakîn diye adlandırılan başka bir idrâkla. . .
Ayn'el-yakîn ancak âhirette olur. İlm'el-yakîn ise bazen dünyada olur, fakat nûr'ul yakîn'den nasiblerini alanlara verilir.
Hayır ilme'l-yakîn (kesin bir bilgi) ile bilseydiniz! mutlaka cehennemi görürdünüz. Sonra ayne'l-yakîn (açıkça) göreceksiniz. (Tekâsür/5-7)
Madem durum budur, anlaşıldı ki âhiret mülküne elverişli olan kalp, dünya mülküne elverişli olan şahıs gibi pek nadir bulunur.
Altıncı Kısım
Bu kısım bütün nimetleri derleyicidir. Bil ki nimetler gayeye götürdüğü için istenen ve başkası için istenen kısımlara ayrılır. Gaye ise âhiret saadetidir. Bunlar kısaca dört başlık altında toplanabilir:
a) Yokluğu olmayan bekâ
b) Üzüntüsü olmayan sevgi
c) Beraberinde cehalet olmayan ilim
d) Arkasında fakirlik olmayan zenginlik. Hakikî nimet ancak budur.
Bu nedenle Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Hayat ancak âhiret hayatıdır.
Bu sözü şiddet içerisinde bulunduğu bir zamanda, nefse teselli vermek için söylemiştir. Bu şiddetli durum, Medine'nin etrafına hendek kazıldığı zaman vâki olmuştur. Başka bir defa da sevinç içerisinde iken nefsim dünya sevgisine meyletmekten menetmek için veda haccında halkın etrafında halka tuttuğunu gördüğü zaman söylemiştir.
Zatın biri 'Ey Allahım, ben senden nimetin tamamını talep ediyorum' deyince Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?' diye sordu. Kişi hayır cevabını verdi. Hazret-i Peygamber şöyle dedi: Nimetin tamamı cennete girmektir.
Vesilelere gelince, onlar dört kısma ayrılır. Birincisi, nefsin faziletleri gibi en yakın ve en özel olanlar. İkincisi, bedenin faziletleri gibi yakınlıkta birinciyi takib eden kısımdır. Üçüncüsü, bedeni ziyaret eden mal, aile ve aşiretten oluşan sebepler gibi bedenin dışına da taşan kısımdır. Dördüncüsü, nefisten çıkan ve nefis için hâsıl olan bu sebeplerin arasını telif eden tevfîk ve hidayet kısmıdır. O halde bunlar dört çeşittirler.
En özel olan birinci nevi nefse ait faziletlerdir. Etraflarının dal budak salmasına rağmen bu faziletlerin sonu, îman ve güzel ahlâka dönüşür. Îman da Allah'ın, Allah'ın sıfatlarının, meleklerinin ve peygamberlerinin ilminden ibaret olan mükaşefe ilmi ile muamele ilimlerine taksim olunur.
Güzel ahlâk iki kısma ayrılır.
A) Şehvetlerin ve öfkenin isteğini terketmektir. Bu kısmın ismine iffet denir.
B) Şehvetler hususunda adaleti gözetmektir ki ne tamamen şehvetin isteğinden imtina etsin, ne de dilediği gibi o isteğe dalsın.
Aksine dalışı ve çekilişi, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Peygamber'in dili üzerine indirdiği âdil terazi ile tartılan malı gibidir.
Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın. Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın. (Rahman/8-9)
Kim erkeklik şehvetini gidermek için kendisini hadım yaparsa veya âfetlerden emin oluduğu ve kudreti bulunduğu halde evlenmeyi veya ibâdetten, zikir ve fikirden zayıf düşecek kadar yemeyi terkederse, o kimse terazide eksiklik yapmıştır. Kim midesinin ve tenasül uzvunun şehvetine dalarsa, o da ölçüyü kaçırmıştır. Adalet , ölçüsünü ifrat ve tefritten uzak tutmaktır. Böylece terazinin iki kefesi eşit bir vaziyete gelir.
Öyleyse nefse mahsus ve Allah'a yaklaştırıcı faziletler dört kısımdır:
a) Mükâşefe ilmi
b) Muamele ilmi
c) İffet
d) Adalet
Bu çoğu zaman bedenin faziletinden ibaret olan ikinci bir tür ile tamamlanır.
Bedenin faziletleri de dört kısımdır:
a) Sıhhat
b) Kuvvet
c) Güzellik
d) Uzun ömür
Bu dört şey de bedeni ziyaret eden haricî nimetlerden oluşan üçüncü bir tür ile hazırlanır. O haricî nimetler dört kısımdır:
a) Mal
b) Aile efradı
c) Mertebe
d) Aşiretinin ve soyunun şerefi
Kişi bu haricî ve bedenî sebeplerin hiçbiri ile faydalanmaz. Ancak bunlar ile nefsin dahili faziletlerine uygun düşen sebepleri telif eden şeylerden dördüncü birşey vasıtasıyla olursa durum değişir.
Telif eden sebepler de dört çeşittir:
a) Allah'ın hidayeti
b) Allah'ın irşâdî
c) Allah'ın doğrultması
d) Allah'ın teyididir.
Bu bakımdan bu nimetlerin toplamı on altıdır; zira bu nimetleri dörde ve onların herbirini de dörde böldük (dolayısıyla onaltı oldular) .
Bu cümlenin bir kısmı diğer kısmına muhtaçtır. Bu ihtiyaç ya zarurî bir ihtiyaçtır veya faydalıdır. Zarurî ihtiyaç âhiret saadetinin îman ve güzel ahlâka muhtaç olduğu gibidir; zira ancak îman ve güzel ahlâkla âhiret saadetine varılabilir. Öyle ise, İnsan oğlu dünyada çalıştığının mahsulünden başkasına sahip değildir. Hiç kimse için âhirette, dünyada edindiği azıktan başkası yoktur. Böylece ilimleri ve ahlâkların tasfiyesini elde ettiren nefsî faziletler zarurî olarak bedenin sıhhat ve kuvvetine muhtaçtır.
Özet olarak faydalı ihtiyaç, nefsî ve bedenî nimetlerin mal, azizlik ve aile efradı gibi haricî nimetlere ihtiyacı gibidir; zira eğer bu haricî nimetler yok olursa, çoğu zaman fâsıklık dahilî nimetlerin bir kısmına da sirayet eder!
Soru: Âhiret yolunun mal, aile efradı, mertebe ve aşiretten oluşan haricî nimetlere ne ihtiyacı vardır?
Cevap: Bu sebepler hedefe götüren kanat ve kolaylaştıran âlet gibidirler. Mala gelince, yetecek kadar nafakası olmayan bir fakirin ilim ve kemâl peşinde koşması, savaşa silahsız gitmek gibidir. Kanatsız olduğu halde av peşine düşen doğan gibidir.
Sâlih mal, salih kişi için ne güzeldir. 57
Takvâ ile beraber mal ne güzel bir yardımdır. 58
Durum nasıl böyle olmasın?! Malı olmayan bir kimse bütün vakitlerini nafakasını kazanmak, elbise ve mesken hazırlamak ve hayatın zarurî olan yönlerine harcamak mecburiyetinde kalır. Sonra kendisini zikir ve fikirden meşgul eden ve ancak mal silahı ile bertaraf edilen birçok eziyetlere maruz kalır. Sonra haccın, zekâtın, sadakalar ve hayırların faziletinden de mahrum olur.
Hûkemadan birine 'Nimet nedir?' diye sorulunca,
cevap olarak şöyle demiştir: 'Nimet zenginliktir. Çünkü fakirin hayatı yoktur'. 'Bize daha fazla izah et' denilince, dedi ki: 'Nimet gençliktir. Çünkü ihtiyarın hayatı yoktur!' Sanki bu hakimin söylediği, dünya nimetine işarettir. Fakat o nimet, âhirete yardımcı olması hasebiyle nimettir. Bunun için Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim sıhhatli, emin ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıkları ile onun için musahhar kılınmış gibidir.
Ehline ve salih evladına gelince, insanın bunlara neden muhtaç olduğu hiç de gizli değildir; zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Din hususunda saliha kadın ne güzel yardımcıdır. Bu, evlat hakkında da böyledir. Kul öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak üç şeyden ameli kesilmez. Onlardan biri kendisine dua eden salih evlattır.
Biz Nikâh bahsinde, evlat ile ailenin faydalarını zikretmiştik. Akrabalara gelince, kişinin evlatları ve akrabaları ne kadar çoğalırsa onlar kişi için gözler ve eller gibi olurlar. Onlar sebebiyle dini hususunda dünyanın önemli işleri onun için kolaylaşır. Eğer tek başına olsaydı, o işlerle uğraşması oldukça uzun sürerdi. O halde senin kalbini dünyanın zaruretlerinden kurtaran her şey din hususunda sana yardımcıdır. Mademki böyledir, öyle ise o bir nimettir.
İzzet ve mertebeye gelince, insan bunun sayesinde nefsinden zillet ve zulmü defeder. Hiçbir müslüman bundan müstağni değildir; zira düşmanı olmayan hiçbir müslüman yoktur. İlmini, amelini, boş vaktini karıştıran ve sermayesi olan kalbini meşgul eden bir zâlimden hiçbir müslüman kurtulamaz. Bu meşguliyetler, ancak izzet ve mertebe ile defedilebilir. Bunun için şöyle denilmiştir: 'Din ve sultan ikizdirler'. Allahü teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile defetmeseydi yeryüzü fesad ve küfür karanlığına bürünürdü. (Bakara/251)
Rütbenin ve mevkînin mânâsı, kalpleri mülk edinmektir. Nasıl ki zenginliğin mânâsı, paraları mülk edinmekten başka birşey değilse. . . Kim paraları mülk edinirse, kendisinden eziyeti uzaklaştırmak için kalp gözünün sahipleri kendisine müsahhar olurlar. Nasıl ki İnsan oğlu kendisini yağmurdan koruyan bir dama, kendisini soğuktan muhafaza eden bir cübbeye, koyunla zindan kurdu uzaklaştıran bir köpeğe muhtaç ise, aynen bunun gibi nefsinden de şerri defeden bir yardımcıya muhtaçtır.
Mülkleri ve saltanatları olmayan peygamberler (aleyhisselâm) bu maksat için saltanat sahiplerini gözetip onların katında mevkî talep ederlerdi. Din âlimleri de böyledirler. Onların saltanat sahiplerine yaklaşmaları, hazinelerinden istifade etmek ve dünyada kendilerine tâbi olanların çokluğu ile imtiyaz sahibi olmak değildir. Aksine Allahü teâlâ'nın dinini kemâle erdirmek, bütün düşmanlarına karşı kendisini muzaffer kılmak, izzeti ve mertebesi genişlemiş bir şekilde kalplerde sevgisini yerleştirmek bakımından rasûlüne vermiş olduğu nimetten, eziyet edildiği, hicrete mecbur kalacak derecede sıkıştırıldığı zaman ona verdiği nimetten daha azdır.
Soru: Aşiretin keremi ile aile efradının şerefi nimet midir, değil midir?
Cevap: Evet nimettir.
Bunun için de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
İmamlar Kureyştendir. 59
Âdem (aleyhisselâm) nesebinde insanların en şereflisi idi. 60 Suyunuz (meniniz) için denk olan kadınlar seçin!61 Hadrae'd-demen denilen kadınlarla evlenmekten sakının.
Bunun üzerine şöyle denildi: 'Hadrae'd-demen hangi kadındır?'
Cevap olarak şöyle buyurmuştur: Kötü bir kökten biten güzel kadın demektir. 62
Bu bakımdan aşiretin şerefli olması da nimettir. Ben bundan zâlimlere ve dünya erbabına varan nesebi kasdetmiyorum. Aksine Hazret-i Peygamber'in nesebine, âlim imamlara, ilim ve amel ile temayüz eden salihlere varan nesebi kastediyorum. Eğer 'Bedenî faziletin mânâsı nedir? diye sorarsan, derim ki: 'Sıhhate, kuvvete ve uzun ömre İnsan oğlunun muhtaç olduğu gizli değildir; zira ilim ve amel ancak bunlarla elde edilir'.
Saadetlerin en üstünü Allah'a ibâdet etmekle geçen uzun ömürdür.
Ancak bunlardan güzellik önemsenmemiştir: 'Bedenin, hayırları aramaktan meşgul eden hastalıktan uzak olması kâfidir'.
Hayatımla yemin ederim; güzellik zenginliğin birazıdır. Fakat o da hayırlardandır. Dünyada ise, onun faydalı olduğu gizli değildir. Ahirette ise, iki yönden menfaati vardır.
Birinci Nevi
Onlardan biri; çirkinlik kötüdür. Tabiatlar ondan kaçar. Güzelin ihtiyaçları yapılmaya daha yakındır. Kalplerdeki mevkîsi daha geniştir. Sanki güzellik bu yönden mal ve mertebe gibi, hedefe götüren bir kanattır; zira o da bir nevi kudrettir. Çünkü çirkin bir kimsenin yaptırmaya gücünün yetmediği şeyleri güzel yüzlü yaptırabilir. Dünya ihtiyaçlarını yaptırmaya yardımcı olan herşey âhirete de yardımcı olur.
İkinci Nevi
O vecihlerin ikisincisi şudur ki güzellik çoğu zaman nefsin faziletli olduğuna delâlet eder; zira nefsin nûru tamam olduğu zaman bedene sirayet eder. Bu bakımdan kendisinden haber verilen merkez ile görülen merkez çoğu zaman birbirlerinden ayrılmazlar. Bu nedenle feraset sahipleri nefislerin şerefinin bilinmesinde bedenin görünüşüne itimat ederek şöyle demişlerdir: 'Yüz ile göz, bâtının aynasıdır. Bu nedenle onda öfke, sevinç ve üzüntünün eseri belirir' ve yine bunun için şöyle denilmiştir: 'Güler yüzlülük nefistekinin ünvanıdır'. Denildi ki: 'Yeryüzünde hiçbir çirkin yoktur ki onun yüzü azalarının en güzeli olmasın'.
Halife Me'mun bir orduyu teftiş ederken gözüne çirkin yüzlü bir asker ilişti. O askeri konuşturdu, onun peltek olduğunu müşahede etti ve onun ismini askerlik defterinden sildirterek şöyle dedi: 'Ruh dışa vurduğu zaman, güzel yüzlülüktür. Bâtına doğduğunda fesahattir'. Bu askerin ise ne zâhiri güzeldir, ne de bâtını. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Hayrı güzel yüzlüler yanında arayın!
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de 'Bir yere bir elçi gönderdiğiniz zaman, güzel yüzlü, güzel isimli birini gönderiniz' demiştir: Fakîhler namaz kılanların dereceleri eşit olduğu zaman 'Yüz bakımından en güzeli İmâm olmaya en uygunudur' demişlerdir.
Allahü teâlâ da kullarına güzellikle minnet ederek şöyle buyurmuştur:
Allah onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı. (Bakara/247)
Biz güzellikten, şehveti tahrik eden güzelliği kasdetmiyoruz; zira bu kadınlıktır. Biz güzellikten, istikamet üzere etin normalliğini, azaların mütenasip, yüzün tabiatlar kendisine bakmaktan nefret etmeyecek derecede normal olmasını ve bedenin mütenasip olmasını kasdediyoruz.
Soru: Sen mal ve mertebeyi, soy, aile ve evladı nimetler kapsamına dahil ettin. Oysa Allahü teâlâ mal ve mertebeyi kötülemiştir. Hazret-i Peygamber ve âlimler de kötülemişlerdir.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ey îman edenler, eşlerinizle evlatlarınızdan bir kısmı size düşmandır, onlardan sakının. (Teğabün/14)
Mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir (imtihandır) . (Teğabün/15)
Hazret-i Ali soy sopu kötüleme hususunda İnsanlar iyi bildiklerinin evlatlarıdırlar. Her kişinin kıymeti iyi bildiği sanatıdır' demiştir.
Yine denildi ki: 'Kişi babası ile değil şahsı ile (takdir edilir) '. Madem şer'an mal ve evlat kötülenmiştir. O halde nimet olmasının mânâsı nedir?
Cevap: İlimleri, hususileştirilmiş umumî (genel) hükümlerden ve tevil edilen menkul lâfızlardan alan bir kimse için, eğer bu kimse Allah'ın nuru ile ilimlerin hakikatini idrâk etmeye hidayet olunup sonra nakli, bir defasında tevil, başka zaman da tahsis ederek o ilimlerden kendisine belirene uygun yorumlamazsa böyle bir kimsenin sapıklığı herşeyden daha fazladır. İşte bunlar âhiret işlerine inkâr edilmeyecek derecede yardım eden nimetlerdir. Ancak bu nimetlerde birtakım fitneler ve korkular sözkonusudur. Bu bakımdan malın misali, kendisinde faydalı panzehir ile öldürücü zehir bulunan bir yılan gibidir.
Eğer o yılanı, onun zehirinden sakınma yolunu bilen biri yakalarsa, ondan faydalı olan pan zehiri çıkarma yolunu bilen bu kimse için o bir nimettir. Eğer cahil köylü o yılanı tutarsa, köylü için o yılan belâ ve helâktir. Mal, dibinde cevher ve incilerin çeşitleri bulunan deniz gibidir. Bu bakımdan denize dalan şahıs, eğer yüzmeyi bilen bir dalgıç ve denizdeki zararlı şeylerden korunma yollarını bilen bir kimse ise, o denizdeki nimetleri elde eder. Eğer bunları bilmediği halde denize dalarsa muhakkak helâk olur. Bu nedenle Allahü teâlâ malı övmüş ve mala hayır adını takmıştır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) malı övmüş ve şöyle demiştir:
Takvâ hususunda mal, en güzel yardımcıdır.
Hazret-i Peygamber mertebeyi ve şerefi de övmüştür; zira Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'e dinini bütün dinlere galip kılmak ve bütün insanların kalbine sevgisini sokmak bakımından minnet etmiştir. Zaten mertebeden kastedilen de budur. Fakat mal ile mertebenin medhi hakkında vârid olan eserler azdır. Mal ile mertebenin kötülenmesi hakkında vârid olan eserler ise çoktur. Nerede riyakarlık kötülenmişse, bu aynı zamanda mertebenin kötülenmesidir; zira riyakârlıktan maksat, kalpleri celbetmektir. Mertebenin mânâsı ise, kalpleri mülk edinmektir. Mertebe ve malın kötülenmesinin çok, övülmesinin de az olması şu noktadan ileri gelmektedir.
İnsanların çoğu mal yılanının efsunlayıcı yolunun cahilidirler. Mertebe denizine dalmayı bilmezler. Bu bakımdan onları sakındırmak farzdır. Çünkü onlar panzehirini elde etmeden önce malın zehiri ile helâk olurlar. Onlar mücevherleri ve incileri bulmadan önce mertebe denizinin timsahı tarafından yutulurlar. Eğer mal ile mertebe herkes için ve esasında kötü olsaydılar, asla peygamberlik mertebesine ancak mal ve rütbe ile tamamlanan saltanat mertebesinin inzimamı düşünülemezdi. Oysa bu iki mertebe de bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed'e verilmiştir. Yine Risalet mertebesine, Hazret-i Süleymân'a verildiği gibi servet inzimam edilmezdi.
İnsanlar çocuk gibidirler. Mal ise yılanlar gibidir. Peygamber ve ârifler ise azimet ve afsun sahibi zatlardır. Bu bakımdan bazen azimet sahibine zarar vermeyen şey, çocuğa zarar verir. Evet azimet sahibi, eğer yaşamasını ve iyiliğini istediği bir çocuğa sahip ise bir yılan gördüğünde o yılanı panzehirini çıkarmak için tutarsa, çocuğun da ona uyarak yılanı tutacağını, yılanı gördüğü zaman, onunla oynamak için kucaklayacağını ve helâk olacağını bilir. Bu bakımdan kişinin panzehire ihtiyacı olduğu gibi, çocuğu korumaya da ihtiyacı vardır. Öyleyse panzehirle çocuk arasında mukayese yapmalı, eğer panzehire sahip olmadığı için büyük bir zarar görmeyecekse, çocuğun göreceği zarar daha büyükse bu takdirde yılanı gördüğü zaman kaçması ve çocuğa da kaçmasını söylemesi ve yılanı çocuğun gözünde çirkin göstermesi, yılanda hiç kimsenin kurtulamayacağı öldürücü bir zehirin olduğunu söylemesi ve hiçbir şekilde yılanda bulunan faydalı panzehirden çocuğa bahsetmemesi farzdır. Çünkü çocuğa yılandaki faydalı panzehirden bahsettiği takdirde bu durum, çocuğu çoğu zaman aldatıp yılan avlamayı öğrenmeden yılanı tutmaya götürebilir.
Dalgıçın durumu da böyledir. Çocuğunun gözü önünde denize daldığı takdirde çocuğun da arkasından helâk olacağını bildiği zaman, çocuğu denizin ve nehrin kıyısından sakındırmak ona bir vecibe olur. Eğer çocuk babasının kıyıda gezdiğini gördüğünden ötürü buralarda gezmekten vazgeçmezse, bu takdirde çocukla beraber sahilden uzaklaşması ve çocuğu gördüğü zamanlarda sahile yaklaşmaması vacibdir. Ümmet de tıpkı akılsız çocuklar gibi peygamberlerin himayesindedirler.
Ben size karşı babanın evladına olduğu gibiyim. 63
Siz çekirgelerin ateşe düştüğü gibi ateşe düşersiniz. Ben ise kemerinizden sizi yakalarım. 64
Peygamberlerin en büyük zevki evlatlarını (ümmetlerini) tehlikelerden korumaktır. Çünkü onlar bunun için gönderilmişlerdir. Onlar maldan ancak zarurî gıdalarını edinirler. Şüphe yoktur ki onlar doyacak kadarıyla iktifa etmişlerdir. Fazlasını istif etmeyerek infak etmişlerdir; zira infak etmek panzehir, istif etmek ise zehirdir. Eğer halk için malı edinme kapısı açılır, halk oraya teşvik edilirse, muhakkak istifin zehirine meylederlerdi. İnfakın panzehirinden kaçarlardı. Bu nedenle mallar çirkin gösterildi. Bundan gaye; malların istif edilmesinin çirkinliğidir. . .
Yeteri kadar mal edinmeye, fazlasını hayırlara sarfetmeye gelince, bu kötü bir hareket değildir. Her misafirin ancak seferde lâzım olacak kadar azık edinme hakkı vardır. Bu da edindiği azığı sadece kendi nefsine sarfedeceği zaman böyledir. Nefsi azığını yedirmeye, arkadaşlarına bolca infak etmeye müsamaha ettiği takdirde, fazla azık edinmekte sakınca yoktur.
Sizin herhangi birinizin dünyadan nasibi, yolcunun azığı gibi olsun!
Bu hadîs-i şerifin mânâsı; sadece 'nefisleriniz için olduğu takdirde böyle olsun' demektir. Aksi halde, bu hadîsi rivâyet edip onunla amel edenlerin arasında, bir tek yerde yüzbin dirhem edinip aynı yerde o yüzbin dirhemi dağıtan ve onlardan bir habbeyi (para birimidir) dahi istif etmeyenler vardır.
Hazret-i Peygamber, zenginlerin şiddet ve zahmetle cennete gireceklerini söylediği zaman, Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'den, bütün servetini Allah yolunda infak etmek hususunda izin istedi. Hazret-i Peygamber de bu hususta Abdurrahman'a izin verdi. Fakat derhal Cebrâil (aleyhisselâm) Hazret-i Peygamber'e gelip 'Abdurrahman'a emret! Fakire yedirsin. Çıplağa giydirsin. Misafiri ağırlasın!' dedi. O halde, dünya nimetleri karışıktır. Onların hastalıkları şifalılarına, ümitlileri korkulularına, faydalıları zararlılarına karışmıştır. O halde kim basiretine ve marifetinin kemâline güveniyorsa, o dünyanın hastalığından korunarak, bu nimetlere yaklaşabilir. İlâçlarını çıkarıyorsa bunları kullanabilir. Basiretine ve mârifetinin kemâline güvenmeyen bir kimsenin ise durumu çok tehlikelidir. Onun için tehlike yerlerinden kaçması gerektir. Böyle kimseler için selâmete, hiçbir şey eşit olamaz. Bütün halk tabakası böyledir. Ancak Allahü teâlâ tarafından korunmuş ve yoluna hidayet olunmuş kimse bundan müstesnadır.
Soru Hidayet, irşad, teyid ve doğrulamaya dönüşen tevfikî nimetlerin mânâsı nedir?
Cevap: Tevfike herkes muhtaçtır. Tevfik, Allah'ın kaza ve kaderi ile kulun iradesinin arasını telif ve telfik etmekten ibarettir. Bu, hayır ve şerre, saadet ve şekavete şamildir. Fakat âdet, Allahü teâlâ'dan gelen tevfîki, kaza ve kaderinin saadete uygun olan kısmına tahsis etmek hususuna cari olmuştur. Nitekim ilhad, meyletmekten ibarettir. Fakat haktan bâtıla meyleden bir kimseye tahsis edilmiştir. . . . İrtidad da böyledir. Tevfîke ihtiyacın olduğu gizli değildir ve bunun için şair şöyle demiştir: 'Kula Allah'tan yardım olmadığı zaman onun Allah'a karşı işlediği suçların çoğu ictihadının hatasındandır'.
Hidayete gelince, hiç kimse hidayetsiz saadeti talep edemez. Çünkü insanın çağırıcısı, bazen âhiretinin salâhına elverişli olana meyleder. Fakat âhiretinin salâhının nerede olduğunu bilip fesadı salâh zannetmekten kurtulmadığı takdirde, sadece irade ona nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan irade, kudret ve sebeplerde, ancak hidayetten sonra fayda vardır.
(Musa) 'Rabbimiz herşeye sûret ve şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir!' dedi. (Tâhâ/50)
Eğer size Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı hiçbirinizi asla temizlemezdi. Fakat Allah dilediğini temizler. Allah işitendir, bilendir. (Nûr/21)
Allah'ın rahmeti olmadan hiç kimse cennete giremez.
'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen de mi bu hükme dahilsin?' diye sorulunca,
cevap olarak şöyle dedi: 'Ben de ancak Allah'ın . rahmetiyle girebilirim'.
Hidayetin üç mertebesi vardır:
Birincisi 'Bir de ona iki yol gösterdik!' (Beled/10) ayetiyle işaret edilen hayır ve şerrin yolunu bilmektir.
Allahü teâlâ hidayeti bütün kullarına nimet olarak vermiştir. Bazısına akıllar vermiş, bazısına da peygamberlerin diliyle şöyle buyurmuştur:
Semûd, kavmine gelince onlara doğru yolu gösterdik de onlar körlüğü hidayete tercih ettiler. (Fussilet/17)
Bu bakımdan hidayetin sebepleri, sadece semavî kitablar, peygamberler ve akılların basiretleridir. Bunlar da insanlara verilmiştir. Bunlardan ancak hased, kibir, dünya sevgisi, kalpleri körelten fakat gözleri köreltmeyen sebepler insanı menederler. Bu sebeplerin zâhirî gözleri değil de sadece kalp gözlerini kör ettiğini bildirmek için Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Zira gözler kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/46)
Ülfiyet, âdet ve onları taşımanın sevgisi, kalp gözlerini kör eden sebeplerdendir. Şu âyet ile buna işaret edilmiştir:
Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerinden gidiyoruz (Zuhruf/22)
Kabir ve hasede de şu âyet ile işaret etmiştir:
'Bu Kur'ân iki kentten bir büyük adama indirilmeli değil miydi?' dediler, (Zuhruf/31)
Şöyle dediler: İçimizden bir insana mı tâbi olacağız?' (Kamer/24)
İşte bu kör eden sebeplerdir ki insanı hidayete gelmekten ve hidayetten alıkoyarlar.
İkincisi umumî hidayetin ötesinde bir mertebedir. O mertebe, Allahü teâlâ'nın zaman zaman, kuluna ihsan ettiği hallerdir. Bu haller mücahedenin meyvesidir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bize itaat uğrunda mücahede edenleri biz elbette yollarımıza iletiriz. (Ankebût/69)
Hidayet bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırmış ve kendilerine takvâlarını vermiştir. (Muhammed/17)
Üçüncü hidayet, ikinci hidayetin ötesindedir. O da mücahedenin kemâlinden sonra velîlik ve peygamberlik âleminde doğan nûrdur. Kişi o hidayetten öyle bir şeye hidayet olunur ki teklifin medarı olan ve ilim öğrenmenin imkânını sağlayan akılla ona ulaşılmaz. O mutlak hidayettir. Onun dışında kalanlar, onun mukaddimeleridir. Bu üçüncü kısım hidayeti, Allahü teâlâ kendi nefsine izafe ve tahsis etmek sûretiyle şereflendirmiştir. Her ne kadar hidayetin tümü Allah tarafından geliyorsa da. . .
Onlara de ki: 'Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur'. (Bakara/120) Hayat diye adlandırılan hidayet, şu ayette bildirilen hidayettir:
Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu? (En'âm/122)
Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzerinde değil mi? (Zümer/22)
Doğru yolu bulma yeteneğine gelince, biz bununla İnsan oğlunun hedeflerine yöneldiği anda imdadına yetişen, kendisine faydalı olan şeylere yönelten, kendisine elverişli olmayan şeylerden uzaklaştıran ilâhî inayeti kastediyoruz. Bu da bâtından olur.
Andolsun biz daha önceden İbrahim'e de doğru yolu bulma yeteneği vermiştik ve biz onun (olgun bir insan) olduğunu biliyorduk. (Enbiyâ/51)
Bu bakımdan rüşd, insanı saadete teşvik eden ve harekete geçiren bir hidayetten ibarettir. Öyle ise, bir çocuk malın korunmasını, ticaretin ve artırmanın yollarını bildiği halde bülûğa ererse, buna rağmen malının çoğalmasını istemezse ona reşid denilmez. Fakat reşid denilmemesi, hidayetin yokluğundan değil, hidayetinin çağırıcı özelliğini harekete geçirmekte kusurlu olduğundan dolayıdır. Nice şahıs vardır ki kendisine zararlı olan şeyi yapar. Bu şahsa hidayet verilmiş ve bu şahıs kendisine verilen hidayet sayesinde o fiilin zararlı olduğunu bilmeyen cahilden temayüz etmiştir. Ancak bu şahsa rüşd verilmemiştir. Bu bakımdan bu rüşd, ameller açısından mücerred hidayetten daha kâmildir. O büyük bir nimettir.
Tasdik'e (doğrulamaya) gelince, o kişinin hareketlerini matlûbun tarafına yöneltmek ve en kısa zamanda doğru tarafa gitmesi artsın diye o hareketleri ona kolaylaştırmaktır. Çünkü sadece hidayet kâfi değildir. Ayrıca çağırıcı kuvveti harekete geçiren hidayet de lâzımdır. O da rüşddür. Rüşd de kâfi değildir, azalar ve aletler yardımıyla hareketlerin kolaylaşması lâzımdır ki teşvik edicinin insanı itelediği maksat tamamlansın. Bu bakımdan hidayet katıksız tariftir. Rüşd ise uyansın ve harekete geçsin diye iteleyici kuvveti uyandırmaktır. Tasdik ise, doğruluk tarafına, azaları harekete geçirmek vasıtasıyla yardım etmektir. Te'yid'e gelince sanki o, bütün bunları derleyicidir. O, dahilde işin basiretle takviyesinden, hariçte de sebeplerin yardımı ve hareketin takviyesinden ibarettir.
Hani seni Rûh'ul-Kudüs (Cebrâîl) ile desteklemiştim. . . (Mâide/110)
İsmet de te'yide yaklaşır. İsmet, iç âlemde beliren, insanı hayra teşvik edip şerden sakındıran ilâhî bir yardımdır. Bu ilâhî yardım, insanı şerden sakındıran görünmez bir engel olur. Şu âyeti celîle ile bu ilâhî yardım kastedilmiştir:
Andolsun kadın onu arzu etmişti, eğer rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi o da onu arzu etmişti. (Yûsuf/24)
İşte bu zikredilenler, nimetlerin ana kısımlarıdır. Bunlar, ancak Allah'ın verdiği saf ve delici zeka, dinleyici kulak, basiretli gözetici, mütevazi ve gören kalp, nasihatçi muallim, azlığından dolayı mühim yerlere sarfetmeye bile yetmeyen miktardan fazla, fakat çok olduğundan ötürü dinî vazifelerden insanı meşgul eden servetten de az olan mal ve insanı ahmakların saldırısından ve düşmanların zulmünden koruyan izzetten ibaret olan ilâhî nimetleri elde ettirirler!
Bu on altı sebebin her biri de birçok sebepler ister. O sebepler de başka sebepler ister sonunda şaşkınların diline ve mecbur kalanların sığınağına varıncaya kadar devam eder. O, rablerin rabbi ve sebeplerin müsebbibidir. Madem o sebepler uzun ve böyle bir kitab onların tafsilatını anlatmaya yetmez. Bu bakımdan biz onlardan şu ayetin mânâsını bilmeye vesile olan bir nümûne zikredelim:
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışsanız, sayamazsınız. (İbrahim/34) Tevfîk Allah'tandır!
57) İmâm-ı Ahmed, Ebû Yâ'lâ, Taberânî
58) Deylemî
59) Nesâî, Hâkim, (Enes'ten sahih bir senedle)
60) Müslim aynı mânâyı ifade eden başka bir hadîs nakletmiştir.
61) İbn Mâce
62) Dârekutnî, İfrâd; Ramahürmüzî; Ebû Hilal el-Askerî, Emsal; İbn Adiyy;Kuddâî ve Kâtib
63) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
64) Müslim ve Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
Biz nimetleri on altı çeşitte topladık. Beden sıhhatini son mertebeye ait bir nimet saydık. Bu biricik nimetin tamamlanmasında rol oynayan sebepleri saymaya kalkışsak bunu saymaya bile gücümüz yetmez. Fakat yemek sıhhatin sebeplerinden biridir. Bu bakımdan biz yemek nimetinin tamamlanmasında rol oynayan sebeplerden biraz bahsedelim.
Yemeğin fiil olduğu açıktır. Bu çeşitten olan her fiil harekettir.
Her hareket için, hareketin aleti olan bir hareket ettirici cisim lâzımdır.
O aletin de hareket etmesi için kudret lâzımdır.
Kastolunanın bilinmesi ve idrâk olunması lâzımdır.
Yemek için yiyecek olması lâzımdır.
Yenilen yiyecek için bir asıl lâzımdır.
O asıl için onu ıslah edici bir sanatkâr lâzımdır.
Bu bakımdan biz önce idrâkin sebeplerini, sonra iradelerin sebeplerini, sonra kudretin sebeplerini, daha sonra yenilen yiyeceğin sebeplerini kısaca zikredelim:
Biz burada nimetin hakikatini kısımlarını, derece ve sınıflarını, hususî ve umumî olan derleyici yerlerini zikredeceğiz. Çünkü Allahü teâlâ kullarına olan nimetlerinin hepsini saymak, beşerin gücü dahilinde değildir.
Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. (Nahl/18)
Bu bakımdan biz, nimetlerin marifetinde kanunların yerine geçen küllî emirleri zikredip sonra fer'î hususların zikriyle meşgul olalım. Doğruya muvaffak kılan Allah'tır.
Bir
Allahü teâlâ bitkileri yarattı. Bitki, varlık bakımından taş, toprak, demir, bakır ve diğer madenlerden daha mükemmeldir; zira bitkide bir kuvvet yaratılmıştır. O kuvvetle bitki, kökü vasıtasıyla gıda alır. O kuvvetin içinde birtakım aletler vardır. Onlar gıdayı çekerler. O aletler bitkinin her yaprağında görülen incecik damarlardır. Sonra onlar kalınlaşır, dal budak salar. Durmadan incelir. Yaprağın bütün parçalarına yayılan kılcal damarlar haline gelir. Hatta görünmeyecek kadar incelir. Ancak bitki bu kemâlle beraber eksiktir; zira bitkiye kökü vasıtasıyla gelen gıda kesildiği zaman solar, kurur. Artık başka bir yerden gıda almak imkânından mahrum olur; zira gıda almak ancak matlûbu bilmekle olur. Ona intikal etmekle meydana gelir. Bitki ise, bundan acizdir. Bu bakımdan Allah'ın senin için hissedici ve gıdanın talebinde harekete geçirci aletler yaratması, sana verdiği nimetlerdendir.
Allah'ın beş duyuyu yaratmaktaki hikmetini dikkatle izle! O beş duyu idrâk aletidir. Onların birincisi dokunma duyusu'dur. Bu ancak şu hikmetten dolayı yaratılmıştır:
Yakıcı bir ateşe veya kesici bir kılıca dokunduğun zaman hisseder, derhal ondan sakınırsın. Bu, canlı için yaratılmış ilk histir. Bu hisse sahip olmayan hiçbir canlı düşünülemez; zira bunu hissetmeyen bir şey hayat sahibi değildir. Hiss derecelerinin en eksiği kendisine temas edeni hissetmektir; zira kendisinden uzak olanı hissetmek, şüphesiz daha mükemmel bir histir. Bu his, çamurdaki kurt dahil olmak üzere, her canlıda mevcuttur; zira çamurdaki kurda iğneyi batırdığın zaman kaçmak için toparlanır. Bitkiler gibi değildir. Çünkü bitki kesildiği halde toparlanmaz; zira kesmeyi hissedemez. Ancak, eğer insan için bu histen başkası yaratılmamış olsaydı, insan da böcek gibi eksik olurdu.
Senden uzak olduğu zaman gıdayı talep edemez, sadece bedenine temas edeni hisseder, onu çekerdin. Bu bakımdan uzak olanı hissetmek için başka bir hisse ihtiyaç vardır. İşte bunun için koku hissi (duyusu) yaratıldı. Ancak bununla koku idrâk edilebilir. Fakat hangi taraftan geldiğini anlaşılmaz. Böylece birçok tarafı aramak mecburiyetinde kalırsın. Bazen kokusunu aldığın gıdayı bulur, bazen de bulmazsın. Eğer bu koku hissinden başkası yaratılmamış olsaydı sen eksikliğin en aşağı seviyesinde olurdun. Bu bakımdan görme duyusu yaratıldı ki onunla uzağı görüp cihetini tesbit edesin ve dolayısıyla o cihete gitme imkânına ulaşabilesin. Ancak bundan başkası yaratılmamış olsaydı, yine eksik olurdun; zira sadece görme hissi ile duvarların ötesinde, perdelerin arkasında olanı hissetmezdin. Ancak arada perde bulunmayan düşmanı görürdün, seninle arasında perde olanı göremezdin. Perde ancak düşmanın sana yaklaştığı ve senin kaçmak imkânından aciz kaldığın bir zamanda kalkardı. Bu yüzden işitme hissi yaratıldı ki onun vasıtasıyla duvar ve perdelerin arkasındaki hareketlerin seslerini duyabilesin; zira gözle, ancak hazır olan bir şeyi görebilirsin. Gözle görülmeyeni ise, harf ve seslerden oluşan bir konuşma ile tanıman mümkündür. Bu da kulak sayesinde mümkün olur. Bu bakımdan işitme hissi yaratıldı.
Konuşmak ve anlamak sayesinde diğer hayvanlardan ayrıldın. Eğer sana zevk (tatma hissi) verilmeseydi bütün bunlar yine de seni müstağni etmezdi; zira gıda eline geçtiği halde onun sana uygun olup olmadığını idrâk edemezsin ve onu yiyip helâk olurdun. Tıpkı ağaç gibi. . . Onun köküne her zaman sıvı madde dökülür. Zevki olmadığı için bu dökülen maddeyi çeker. Çoğu zaman bu onun kurumasına sebep olur. Eğer dimağında hiss-i müşterek denilen başka bir idrâk yaratılmamış olsaydı bütün bunlar yine de yeterli olmazdı. Bu beş duyu ile idrâk olunanlar o hiss-i müşterek'e teslim edilir ve orada bir araya gelirler. Eğer o hiss-i müşterek olmasaydı senin için durum oldukça zorlaşırdı; zira sen, sarı bir madde yediğin zaman, onu acı ve tabiatına muhalif gördüğünde terkederdin. Onu başka bir zaman gördüğünde, eğer hiss-i müşterek olmasa, ikinci bir defa tatmadan zararlı ve acı olduğunu bilemezdin; zira göz, sarılığı görür fakat acılığı müşahede etmez. Bu bakımdan hiss-i müşterek olmasaydı ondan kaçınmak mümkün olmazdı, zevk acılığı idrâk eder, fakat sarılığı idrâk etmez. Bu bakımdan bir hâkim lâzımdır ki onun yanında acılık ile sarılık bir arada toplansınlar ki rengi idrâk ettiğin zaman o maddenin acı olduğuna hükmedesin ve ikinci bir defa onu tatmaya muhtaç olmayasın!
Bütün bu durumlarda hayvanlar da seninle ortaktırlar; zira bütün bu duyular koyuna da verilmiştir. Bu bakımdan eğer bu duyulardan başkası yoksa, eksik olursun. Çünkü kurt koyunu yakaladığında koyun kendini nasıl müdafaa edeceğini ve bağlandığı takdirde nasıl kurtulacağını bilemez. Bazen kendini bir kuyuya atar, bunun kendisini helâk edeceğini idrâk edemez. Bu nedenle hayvan, hal-i hazırda lezzetli gördüğünü ikinci durumda kendisine zarar verse bile yer, hastalanır ve ölür, zira o ancak hazırdakini hissedebilir. Neticeleri idrâk edemez. Bu bakımdan Allahü teâlâ bütün bu sıfatlardan daha yüce olan başka bir sıfatla seni şereflendirdi ve hayvanlardan ayırdı. O da akıl sıfatıdır. Öyleyse akılla hâl-i hazırda ve gelecekte yemeklerin zararlısını, ve faydalısını idrâk edersin.
Yemeklerin nasıl pişirileceğini, hangi maddeyi hangisiyle karıştıracağını bilir ve sebeplerin hazırlanmasını idrâk edersin. Bu bakımdan sıhhatinin sebebi olan yemeklerden akıl vasıtasıyla faydalanırsın. Gıda aklî faydaların en hasisi, hikmetlerin en azıdır. Akıldaki en büyük hikmet, Allah'ın fiillerini ve âlemdeki hikmetini anlamak marifetidir. Aklın bu en büyük hikmeti tahakkuk ettiğinde beş duyunun faydaları senin için değişir. Bu bakımdan bu beş duyu casuslar ve memleketin her tarafını tarassud etmekle vazifeli haberciler gibidirler. Sen onların her birine bir işi havale edersin. Onlardan biri renklerin haberlerini getirir. Diğeri seslerin haberlerini, öbürü kokuların haberlerini, bir başkası yemeklerin, diğeri sıcak, soğuk, sertlik, temas, yumuşaklık, katılık ve başka şeylerin haberlerini getirir. Bu postacılar ve casuslar memleketin çeşitli bölgelerindeki haberleri toplar, hiss-i müşterek 'e teslim ederler. Hiss-i müşterek de dimağın başına oturmuş, tıpkı padişahın kapısında oturup haberleri ve çeşitli bölgelerden gelen mektupları mühürlü olarak teslim alan postacıbaşı gibidir; zira onun vazifesi, gelen mektupları almak, toplamak ve korumaktır. Mektupların içerisindeki hakikatlerin marifeti onun vazifesi değildir. Fakat kalp, emir ve padişah olan akla rastladığı zaman, o sonuçları ona teslim eder. Çünkü onlar mühürlü olarak kendisine gelmiştir. Padişah onları teftiş eder, onlar vasıtasıyla memleketin sırlarına muttali olur. Onlarla memlekete hükmeder. Burada bütün o hükümleri saymak mümkün değildir. Kendisine uygun görünen hüküm ve maslahatlara göre askerler gönderir. Askerler azalardır. Bazen onları aramaya, bazen kaçmaya, bazen de kendisine göre tedbirleri tamamlamaya gönderir.
İşte bunlar, idrâkler hususunda Allah'ın sana olan nimetlerinin bir kısmıdır. Sanma ki biz bütün o nimetleri saydık. Çünkü zâhir olan havaslar (beş duyu) idrâklerin bir parçasıdırlar. Görme duyusu, o havaslardan biridir. Göz de bir tek alettir. Oysa göz, değişik olan on tabakadan meydana gelir: O tabakaların bazıları rutubetlerdir. Bazıları da perdeler. . .
Perdelerin bazısı, örümcek ağı gibidir. Bazısı da yeni doğan çocukla beraber dışarı çıkan yufka deri gibidir. O rutubetlerin bazısı yumurtanın beyazı gibidir. Bazısı da buz gibidir. Bu on tabakanın her birinin bir sıfatı, şekli, görünüşü, eni, yuvarlaklığı ve terkibi vardır. Eğer bu on tabakadan biri veya herhangi bir tabakanın sıfatlarından biri değişirse, görme duyusu zedelenir. Doktorlar ve sürme sürenler onu düzeltmekten aciz kılarlar.
İşte bu izah, bir duyu hakkındadır. O duyuya dinleme duyusunu ve diğer duyuları kıyas et. Allahü teâlâ'nın gözün cismindeki ve tabakalarındaki bütün hikmetlerini ve nimetlerinin çeşitlerini ciltlerce kitaba bile sığdırmak mümkün değildir. Oysa gözün tamamı küçücük bir cevizden bile büyük değildir. Acaba bütün bedenin, azalarının ve acaipliklerinin hakkında ne zannedersin? İşte bunlar, idrâkleri yaratmak sûretiyle Allah'ın nimetlerine işaretlerdir.
İki
Eğer uzaktaki gıdayı, idrâk etmen için sadece göz yaratılmış olsaydı, tabiatında gıdaya karşı bir meyil, bir şevk ve harekete geçirici bir şehvet yaratılmasaydı, göz muattal olurdu, zira nice hasta vardır ki yemeği görür, yemekte onun için eşyanın en faydalısı olduğu halde iştahı çekmediğinden dolayı yemeği almaz. Böylece göz ve idrâk bu kimse hakkında muattal olur. Bu bakımdan sen, sana uygun gelene meyleder ve şehvet diye adlandırılan bir şey ile sana uygun gelmeyenden nefret eden ve kerahet diye adlandırılan diğer bir şeye muhtaçsın. Şehvet ile tabiatına uygunu aramak, kerahet ile de tabiatına aykırı olandan kaçmak için bunlar yaratılmıştır.
Öyle ise Allah sende yemek şehvetini yaratmış şehveti sana musallat kılmış ve tıpkı seni yemek almaya mecbur eden hâkim gibi onu sana koruyucu yapmıştır ki bu sayede yemeği yiyebilesin ve gıda sayesinde ayakta durabilesin. Bu vasıf, bitkiler hariç hayvanların seninle ortak olduğu bir vasıftır. Sonra ihtiyaç miktarı aldığın zaman, eğer bu şehvet sükünete kavuşmazsa, israf eder ve nefsini helâk etmiş olursun. Böyce Allahü teâlâ tokluk anında senin için kerahati yarattı ki onun sayesinde yemeği bırakabilesin. Sen bitki gibi değilsin. Çünkü bitki bozuluncaya kadar köküne akan suyu çeker. Bu bakımdan bitki, gıdasını ihtiyaç miktarı takdir edip bazen ona su veren, bazen de ondan suyu kesen bir insana muhtaçtır. Nasıl ki yeyip bedeninin ayakta durması için sana bu şehvet yaratılmıştır. Eğer ana rahminin, hayız kanının, ceninin, meni ve hayız kanından oluşmasının erkek yumurtaları ve meninin merkezi olan omur iliğinden onlara inen damarların ve kadının göğüs kemikleri arasındaki damarlar vasıtasıyla suyunun (menisinin) sönüşünün keyfiyeti, rahmin derinliğinin birçok kalıplara taksim olunmasının, meninin o kalıbların bazılarına dökülüp erkeklerin oluşunun bazılarına da dökülüp kadın olmasının ve bu meniyi birçok istihalelerden geçirmenin keyfiyetini, önce kan pıhtısı et parçası, sonra kemik, et ve kan olarak yaratılmasını, azalarının baş, el, ayak, karın, sırt ve diğerlerine nasıl taksim olunduğunu söylersek, muhakkak Allahü teâlâ'nın seni yaratmasının başlangıcında, sana verdiği çeşitli nimetlerinden dehşetli bir şekilde sarsılıp hayrete kapılırsın! Şu anlattıklarımız da az değildir. Fakat bütün bunlara girmek istemiyoruz. Ancak yemekteki ilâhî nimetleri açıklamaya çalışacağız ki konuşma uzamasın.
Öyle yemek şehveti, irade çeşiterinden biridir. Fakat senin için o kâfi gelmez; zira helâk ediciler dört taraftan sana hücum etmektedir. Eğer sende, sana zıt düşenlerin hepsini bertaraf etmekte kullandığın öfke yaratılmamış olsaydı, sen âfetlere maruz kalırdın. Elde etmiş olduğun gıdanın tamamı da senden alınırdı; zira senin elindeki gıdaya tamah ederlerdi.
Bu bakımdan iştahı çekeni defetmek ve onunla mücadele etmeye sevkeden bir kuvvete muhtaçsın. O kuvvet, sana uygun olmayıp zıt düşen her şeyi defetmekte kullandığın öfke kuvvetidir. Bu da sana kifayet etmez; zira şehvet ve öfke ancak insanı hal-i hazırdaki zarar ve fayda veren şeye davet ederler. Gelecekte ise, bu irade onlar hakkında kâfi değildir. Bu bakımdan Allah senin için başka bir irade halketti. O irade, neticeleri bildiren aklın işaretine müsahhardır. Nitekim hal-i hazırı idrâk eden hissin idrâkine müsahhar olduğu halde şehvet ve gazabı yarattığı gibi. . .
Böylece o irade ile akıldan faydalanman tamamlandı; zira sadece şehvetin sana zarar verdiğini bilmen bildiğinin gereğiyle amel etmeye yönelten bir meyil olmadıkça ondan korunmak hususunda sana kâfi değildir.
Sen bu irade vasıtasıyla ademoğullarına verilen bir ikram ve şeref olarak hayvanlardan ayrılmış oldun. Nitekim (aklın özelliği olan) neticelerin marifetiyle ayrıldığın gibi. . . Biz bu iradeye dinî teşvikçi diye isim verdik. Bu hususta Sabır bahsinde buradakinden daha fazla izah verdik.
Üç
Hiss, ancak idrâki ifade eder. İradenin ise istemeye ve kaçmaya olan meylinden başka bir mânâsı yoktur. Sende istemek ve kaçmak aleti olmadıkça irade yeterli olmaz. Nice kötürüm kimseler vardır ki kendisinden uzak ve idrâk olunan bir şeye iştiyak duyar, fakat ayağı veya eli olmadığından dolayı veya ayak ve el felcinden dolayı yürüyemez ve onu alamaz. Bu bakımdan hareket için aletler lâzımdır. Harekete geçmek için o aletlerde bir kuvvet lâzımdır ki onları hareketlerin isteğiyle arayabilsin, kerahet hissiyle de onlardan kaçabilsin. Bu nedenle Allahü teâlâ senin için, zâhirlerine bakıp sırlarını bilmediğin azaları yaratmıştır. O azalardan kimisi aramak, kimisi de kaçmak içindir. İnsanların ayağı, kuşların kanadı ve hayvanların dört bacağı gibi. . . Onlardan kimisi de müdafaa içindir. İnsanların silahı, hayvanların boynuzları gibi. . .
Bu hususta hayvanlar birçok yönden değişiktirler. Hayvanların kimisi vardır ki düşmanları çoktur, gıdası uzaktır. Bu bakımdan bu hayvan süratli harekete muhtaçtır. Süratle gitsin diye kendisi için kanat yaratılmıştır.
Başka bir kısmı da vardır ki kendisine dört bacak yaratılmıştır. Diğer bir kısmının insanlar gibi iki ayağı vardır. Başka bir kısmı da karnının üzerinde sürünür. Bunun izahı oldukça uzar. Bu bakımdan biz sadece yemeği tamamlamakta kullanılan azaları zikredelim ki başkası onlara kıyas edilsin. Uzaktan yemeği görmen, onu almak için hareket etmen, onu almak imkânından mahrum olduğun müddetçe kâfi değildir. Bu bakımdan sen alıcı bir alete muhtaçsın. Böylece Allahü teâlâ, iki elin yaratılması ile sana minnet etti. O eller eşyaya uzanırlar. Her cihete kıvrılsınlar diye Allah onlarda birçok kıvrım ve boğumlar yaratmıştır. Bu bakımdan el dimdik bir odun gibi değildir. Bilakis uzanır ve katlanır. Elin ayalarını sûretiyle yassı yaratmıştır. Sonra ayaları parmaklardan ibaret olan beş kısma taksim etti. Onları da iki safa ayırdı.
Baş parmak diğer dört parmakla birleşerek iş görürler. Eğer o parmaklar bir arada olsaydı veya biri diğerinin üzerinde olsaydı, onlarla iş yapılmazdı. Bu bakımdan Allah onları öyle bir şekilde vazetmiştir ki onları açarsan senin için yaba (ve dirgen) olur. Onları birleştirirsen kepçe olur. Onları yumarsan senin için vuruş aleti olur. Aynı zamanda tutma aleti olur. Sonra Allahü teâlâ onların başlarında tırnaklar yaratmış, o tırnaklara parmakların uçlarını dayatmış ki parmak uçları dağılmasın ve parmakların alamadığı ince şeyleri tırnakların başlarıyla tutabilsin.
Sonra iki elin o yemek mideye varmadan sana nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan bir dehliz lâzımdır ki yemek oradan girebilsin. Böylece Allahü teâlâ, ağızın yaratılışındaki birçok hikmetlerle beraber ağzı mideye giden bir kapı olarak yarattı.
Sonra yemeği ağzına koysan bile onu yutmak mümkün olmaz. Bunun için yemekleri öğütecek bir değirmen gerekir. Onun için Allahü teâlâ, sana iki kemikten oluşan çeneleri yarattı ve o çenelere dişleri taktı. Üst dişleri alt dişlerin üzerine gelecek şekilde yarattı ki onlarla yemekleri öğütebilsin. Sonra yemek bazen kırmaya muhtaçtır, bazen kesmeye. . Bütün bunlardan sona da öğütmeye. . . Onun için Allahü teâlâ, dişleri, azı dişleri gibi öğütücü, keskin ve kesici ve kırmaya elverişli olan köpek dişlerine taksim etti. Sonra Allahü teâlâ, iki çenenin mafsalını birbirine geçmiş bir şekilde yarattı ki alt çene öne ve gidip arkaya dağru gelebilsin. Hatta değirmenin dönmesi gibi, üst çene üzerinde döner. Eğer bu durum olmasaydı, ellerin birini diğerine çarpmak gibi, ancak bir çeneyi diğerine çarpmak sûretiyle bu öğütme vazifesi mümkün olabilirdi. Oysa bununla da öğütmek tam olmazdı. Bu bakımdan Allahü teâlâ alt çeneyi müdevver bir hareketle hareketlendirdi. Üst çeneyi de hareketsiz ve sabit yarattı.
Allah'ın sanatının acaipliğine dikkat ediyor musun? Zira insanların yaptığı değirmenin alt taşı durur, üst taşı döner. Ancak Allah'ın yapmış olduğu bu değirmen tam aksinedir. Çünkü bunun alt taşı, üst taşının üzerinde döner. Bu bakımdan Allah ortaktan münezzehtir. Onun şânı yüce, saltanatı aziz, burhanı tam ve minneti geniştir.
Sonra yemeği ağzın içine koyduğunu farzet! Acaba yemek ne şekilde dişlerin altına geçecek veya dişler onu nasıl çekecek veya iki el ile ağzın içinde yemek nasıl dönecek? Allah'ın dili yaratmak sûretiyle sana ne büyük nimet verdiğine dikkat et! Zira dil, ağzın her tarafında gezer, yemeği ortadan dişlere doğru getirir. Tıpkı öğütülen maddeleri, değirmenin taşına doğru getiren oluk gibi. Dilin bu vazifesinden başka, lisandaki zevkin fazileti, konuşma kuvvetinin acaiplikleri ve zikredilmesiyle kitabı uzatmak istemediğimiz daha nice hikmetleri vardır.
Sonra yemeği parçalayıp öğüttüğünü farzet! Fakat yemek kuru olduğu için onu yutmaya gücün yetmez. Ancak bir nevi rutubetle boğaza kaymasıyla bu iş olabilir. Bu bakımdan Allah'ın dilinin altında nasıl bir pınar yarattığına ve o pınardan tükrük kaynattığına dikkat et! O pınardan ihtiyaca göre su kaynar ve yemeği hamur haline getirir. Dikkat et ki Allah, o pınarı nasıl bu işe teshîr etmiştir; zira sen yemeği uzaktan görürsün. Çeneler hizmet için harekete geçer, tükrük akmaya başlar. Öyle ki avurtların, yemek senden uzak olduğu halde ıslaklık vermeye başlar!
Sonra bu öğütülmüş ve hamurlaşmış yemeği ağızdan midene vardıran kim? Onu elinle midene götüremezsin. Midende de bir el yoktur ki uzanıp onu çeksin. Bu bakımdan dikkat et ki Allahü teâlâ yemek borusunu ve hançereyi nasıl hazırlamış! Onun başında yemeği almak için açılan birçok tabak yaratmıştır. Sonra o tabakalar kapanır, sıkışır ki onun sıkışmasıyla yemek dönsün.
Dolayısıyla yemek borusunun dehlizinden mideye doğru yuvarlanıp, parçalanmış yemek, ekmek ve meyveler olarak mideye vardığı zaman, derhal et, kemik ve kan olmaya elverişli değildir.
Parçaları birbirine benzeyecek kadar tam mânâsıyla pişirilmesi lâzımdır. Böylece Allahü teâlâ mideyi bir çanak biçiminde yaratmıştır. Yemek oraya girdiğinde yemeği içine alır, kapıları tamamen yemek üzerine kapanır. Midenin etrafındaki organların hararetiyle hazım ve oluşma ameliyesi tamam oluncaya kadar midenin kapıları kilitli kalır; zira sağ tarafında ciğer, sol tarafında dalak vardır. Göğüs kemiklerinin önünde ve arkasında sırt eti vardır. Bu bakımdan her taraftan bu azaların ısısıyla hararet mideye varır ki yemek pişip parçaları birbirine benzer bir mayi haline gelsin. Böylece damarların deliklerinden geçmeye elverişli olur.
Yemek, o anda parçalarının birbirine benzemesinde ve inceliğinde arpa suyuna benzer. Bu haldeyken daha gıda olmaya elverişlideğildir.
Böylece Allahü teâlâ onunla ciğer arasında damarlardan mecralar (isale boruları) yaratmıştır. Yemek o isale borularından aksın ve dolayısıyla ciğere varsın diye onlara birçok geniş ağızlar var etmiştir. Ciğer ise kan çamurundan yoğrulmuş bir cisimdir. Hatta sanki kandır. Onda birçok damarlar vardır ve her tarafa dağılmışlardır, incelmiş olan ve onlardan geçen yemek, onların cüzlerine dağılır ki ciğer kuvveti onları istila edip onları kan rengiyle boyasın. Bu bakımdan ciğerde ikinci bir pişirme oluncaya kadar kalır. Azalara elverişli saf kan hâlini alır. Ancak bu kanı oluşturan, ciğerin hareketidir. Bu bakımdan pişirilenlerin hepsinde olduğu gibi bu kanda da iki fuzulî madde oluşur. Onların biri yağın altında kalan tortu bulanıklığa benzer. O da sevdavî kimûs karışımdır. Diğeri kaymağa benzer. O da safradır. Eğer onların ikisinden bu iki fuzulî madde ayrılmasaydı, azaların mizacını bozardı. Bu bakımdan Allahü teâlâ, Ödü ve Dalağı yarattı ve onların her birine ciğere uzanan ve ciğerin isale borularına dahil olan bir hortum kılmıştır. Öd, safravî fazlalığı, dalak da sevdavî tortuları çeker. Böylece kan, saf olarak kalır. Onda fazla incelme ve sıvılıktan başka birşey yoktur. Çünkü onda sulu madde vardır. Eğer sulu maddesi olmasaydı, o kan kılcal damarlara yayılmazdı. O damarlardan azalara çıkıp da yükselmezdi. Bu bakımdan Allahü teâlâ, iki böbreği yarattı. Onların herbirinde ciğere doğru uzanan bir hortum çıkardı. Allahü teâlâ'nın, hikmetinin acaipliklerindendir ki böbreklerin hortumları ciğerin borularına girmez. Ciğerin kavisliğinden çıkan damarlara bitişiktir ki ciğerdeki ince damarlardan çıktıktan sonra mâyî maddeyi emmiş olsunlar; zira ciğerden çıkmadan önce o maddeleri emerlerse kalınlaşır ve damarlardan çıkmaz. Mâyî madde ondan ayrıldığı zaman kan, üç fuzulî maddeden tasfiye olunmuş tertemiz ve gıdayı ifsad eden bütün maddelerden korunmuş bir kan hâline gelir. Sonra Allahü teâlâ ciğerden birçok damar çıkarmış, sonra onları birkaç kısma taksim, etmiş, o kısımların her birini de birçok şubeye ayırmış, onlar tepeden tırnağa kadar dışta ve içte bütün bedene yayılmıştır. Bu bakımdan saf kan o damarlardan akıp, diğer azalara varır ki o kılcal damarlar, yaprak ve ağaçların damarları gibi olup gözle görülmez hale gelsinler. Onlardan gıda, ter vasıtasıyla diğer azalara ulaşır.
Eğer öd'ün başına bir âfet gelirse, kan bozulur. Sarılık, sivilce, kabarcık ve kızıllık gibi safravî hastalıklar meydana gelir! Eğer dalakta bir hastalık olup daha önce bahsi geçen sevdavî karışımları çekemezse, mâlihülya, cüzzam ve behak denilen hastalıklar gibi sevdavî hastalıklar başgösterir. Eğer mâyî maddeler böbreklere doğru yürümezse, bundan istiska ve başka hastalıklar meydana gelir. Bütün bunlardan sonra hikmet sahibi olan yaratıcının hikmetine bak ki nasıl üç hassa (safravî, sevdavî ve balgamî) maddenin üzerine birçok faydalar tertip etmiştir.
Safranın zarfı öde gelince borularının biriyle çeker, diğeriyle barsaklara boşaltır. Böylece, yemeğin ağırlığında kaydırıcı bir rutubet meydana gelir. Barsaklarda da itelemek için harekete geçirici bir yankı oluşur. Böylece bir sıkışma meydana gelip onunla yemeğin posası itilip kaydırılır. Öd kesesindeki safra bu vazife için yaratılmıştır.
Dalak, fazla yemekten ötürü ekşime ve kabızı meydana getiren bir istihale yapar. Sonra hergün midenin ağzına ondan birşey gönderir. Ekşiliği ile şehveti harekete geçirip uyandırır. Geri kalanı ise posa ile beraber çıkar.
Böbrek, mâyî maddedeki kan ile gıdalanır. Diğerini mesaneye gönderir. Biz yemek için hazırlanan sebeplerdeki ilâhî nimetlerin bu kadarcık izahıyla iktifa edelim. Eğer biz ciğerin kalbe ve dimağa, bu azaların herbirinin diğerine nasıl muhtaç olduğunu, kalpten bedenin diğer yerlerine yayılan damarların nasıl şubelere ayrıldığını, onlar vasıtasıyla hissin nasıl oluştuğunu, ciğerden bedenin diğer kısımlarına yayılan durgun damarların keyfiyetini, onlar vasıtasıyla gıdanın uzuvlara nasıl ulaştığını zikredersek, sonra azaların terkip keyfiyetini, kemiklerin sayısını, mafsal ve damarlarını, azaları birbirine tutturan telleri, ipleri, kıkırdak ve rutubetlerini zikredersek söz oldukça uzar. Hem yemek için ve hem de yemekten başka birçok şeyler için bütün bunlara ihtiyaç vardır. İnsan oğlunda binlerce adale, damar vardır. Onlar da küçüklük, büyüklük, incelik, kalınlık, fazlalık ve kısımlara ayrılmak olmak sûretiyle çeşitlidirler. Bunlardan hiçbir şey yoktur ki onda bir, iki, üç, dört veya ona kadar veya daha fazla hikmetler bulunmasın.
Bütün bunlar senin için Allah'ın nimetleridir. Eğer bunlardan, hareket eden bir damar durursa veya durgun bir damar harekete geçerse ey miskin insan, sen helâk olursun! O halde önce Allah'ın sana verdiği nimete bak ki ondan sonra Allah'a şükretmeye daha gayretli bir şekilde başlamış olasın; zira sen Allah'ın nimetlerinden ancak yemeği bilirsin. Oysa yemek o nimetlerin en düşüğüdür. Sen yemeği de ancak acıktığında bilirsin. Oysa merkeb de acıktığında yemeyi, yorulduğunda uyumayı, iştahı çektiğinde cinsî münasebette bulunmayı bilir. Kalkması istendiğinde kalkar ve çifte atar. Bu bakımdan sen merkebin bildiğinden fazlasını bilmezsen o vakit sana verilen nimetin şükrünü nasıl yerine getirebilirsin?
Biz bunlara kısaca işaret ettik. Bu ilâhî nimetlerin denizlerinden sadece bir damladır. Bu bakımdan bizim uzatmaktan korkarak söylemediklerimizi, bu söylediğimize kıyas et. Bizim ve bütün halkın bildikleri, ilâhî nimetlerden bilmediklerimize nisbet edilirse, denizin bir damlasından daha az olduğu anlaşılır. Ancak bunlardan birşey bilen şu ayetten bir korku idrâk eder.
Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. (Nahl/18)
Sonra dikkat et ki Allahü teâlâ bu azaların direkleri ile faydalarının, idrâklerinin ve kuvvetlerinin direğini nasıl ince ve dört karışımdan yükselen, merkezi kalp olan, yaygın damarlar vasıtasıyla bütün bedene sirayet eden, bedenin herhangi bir cüzüne vardığında insanın muhtaç olduğu his, idrâk ve hareket kudreti ve benzeri şeyleri derhal oluşan bir buhar ile bağamıştır. Tıpkı evin etrafından gezdirilen bir çıra gibi ki o çıra bir yere vardığında onun varışı sebebiyle evin diğer yerleri de aydınanır. Bu ışık Allahü teâlâ'nın halk ve icadındandır. Fakat hikmetinden ötürü buna çırayı sebep kılmıştır. Bu ince buhar ki doktorlar ona ruh derler, onun merkezi kalptir. Onun misali, çıra ateşinin cürmü gibidir.
Kalp de onun için çıra gibidir. Kabin içinde bulunan siyah kan ile fitin gibidir. Gıda ise yağ gibidir. Onun vasıtasıyla bedenin diğer azalarında bulunan zâhiri hayat ise evin içine yayılan çıranın ışığı gibidir. Nasıl ki çıranın yağı bittiği zaman söner, ruh çırası da gıdası bittiği zaman söner. Nasıl ki fitil bazen yanıp kül olur, artık yağı kabut etmez ve yağın çokluğuna rağmen çıra söner, işte tıpkı bunun gibi kendisiyle kalpteki buharın tutuştuğu kan, bazen kalbin hararetinin çokluğundan dolayı yanar, gıdanın varlığına rağmen söner ve ruhun bekasına temin eden gıdayı kabul etmez. Nitekim kül olan fitilin ateşin yanmasına elverişli olacak derecede yağı kabul etmediği gibi. . .
Nasıl ki daha önce zikrettiğimiz gibi' bazen içten bir sebeple, bazen de dıştan bir rüzgâr ile çıra sönerse aynen onun gibi, ruh bazen dahilî bir sebep, bazen. de öldürmek gibi haricî sebepten dolayı söner. Nasıl ki çıranın sönmesi, yağın yok olmasıyla veya fitilin bozulmasıyla veya şiddetli bir rüzgârın ezmesiyle veya herhangi bir insanın söndürmesiyle ancak Allah'ın indine mukadder sebeplerle ve takdirle- oluyorsa, ruhun sönmesi de böyledir. Nasıl ki çıranın sönmesi, varlığının sona ermesi ve Ümmül Kitab (levh-i mahfuz) da kendisi için takdir edilen eceli ise, ruhun sönmesi de aynen böyledir.
Nasıl ki çıra söndüğü zaman evin içi kapkaranlık kesiliyorsa ruh da söndüğü zaman bütün bedeni karanlığıa gömülür. Bedenin daha önce ruhtan istifade etitği nûrlar bedenden ayrılır. O nûrlar sezişlerin, takdirlerin, iradelerin ve hayatın altında toplanan diğer şeylerin sırlarıdır.
İşte bu da ilâhî nimetlerin âlemlerinden diğer bir âleme sanat ve hikmetinin acaipliklerinden diğer bir acaibe veciz bir işarettir. Eğer deniz, rabbinin kelimelerini yazmak için mürekkeb olsa, rabbinin kelimeleri bitmeden önce deniz tükenir. Bu bakımdan Allah'ı inkâr eden helâk olsun, helâk! Nimetini inkâr edene azap olsun, azap!
İtiraz: Sen ruhu vasfedip onun misalini söyledin. Oysa Hazret-i Peygamber'e ruh sorulmuş, şu ayetin dediğinden başkasını söylememiştir:
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: 'Ruh rabbimin emrindendir. ' (İsrâ/81)
Görüldüğü üzere Hazret-i Peygamber onlara, senin belirttiğin gibi ruhu vasıflandırmamıştır?
Cevap: Bu ruh lâfzında olan mânâların ortak oluşundan gaflet etmektir; zira ruh birçok mânâya gelir. Biz onları zikretmek sûretiyle meseleyi uzatmadık. Oysa biz o mânâlardan lâtif bir cismi vasıflandırdık ki doktorlar o cisme ruh derler. Doktorlar onun sıfatını, varlığını, azalarda nasıl gezdiğini, azalarda onun vasıtasıyla hisler ve kuvvetlerin nasıl meydana geldiğini söylemişlerdir. Hatta azalardan bazısı gevşediği zaman, bu gevşemenin ruhun yoluna çıkan bir engelden meydana geldiğini bilirler. Onlar gevşeyen yeri değil de damarların köklerini ve onlardaki engelin yerlerini tedavi ederler. O engeli aşacak ilâçlarla tedavi yaparlar; zira bu cisim lâtif olması hasebiyle damarlara nüfuz eder. Onun vasıtasıyla kalpten diğer azalara sirayet eder. O ruh doktorların ihtisas sahasına girer. Onun işi kolaydır ve o beşerin seviyesine iner.
Asıl olan ruha gelince, o öyle bir ruhtur ki fesada gittiği zaman bütün beden fesada gider. O ruh, Allahü teâlâ'nın sırlarından bir sırdır. Biz onu vasıflandırmadık. Onu vasıflandırmaya ruhsat da yoktur. Ancak şöyle denilebilir: 'O rabbanî bir emirdir'.
De ki: 'Ruh, rabbimin emrindendir. ' (İsrâ/81)
Rabbanî olan emirleri akıllar vasıflandıramaz. Hatta halkın çoğunun aklı, o emirlerden hayrete kapılır. Vehim ve hayaller ise o emirlerden zarurî olarak eksiktir. Tıpkı gözün sesleri idrâk etmekten yoksun olduğu gibi. . . O rabbanî emirlerin vasfının başlangıcını zikretmekte cevher ve arazla bağlı bulunan onun varlığında hapis olan akılların düğümleri bile sarsılır. Onun vasfından akılla hiçbir şey idrâk edilmez. Ancak akıldan daha şerefli ve daha yüce bir nûrla idrâk olunur. O nûr peygamberlik ve velîlik âleminde doğar. O nûrun akla nisbeti, aklın vehim ve hayale nisbeti gibidir. Allahü teâlâ birçok devirler yaratmıştır. Nasıl ki çocuk, mahsusatı (duyularla hissedilenleri) idrâk eder de mâkulâtı (akıl ile bilinenleri) idrâk edemezse. . .
Çünkü bu öyle bir şeydir ki çocuğun aklı ona yetişmez, aynen onun gibi baliğ olan bir kimse makulatı idrâk edip onun ötesini idrâk edemez. Çünkü o daha ulaşamadığı bir haldir. Muhakkak bu şerefli bir makam, tatlı bir meşreb, yüce bir mertebedir. Burada Allahü teâlâ îman ve yakîn nûruyla mülâhaza edilir. Bu meşreb, herkesin yolu olmaktan yücedir. Ona ancak bir fertten sonra diğer bir fert muttali olabilir. Allahü teâlâ'nın (keyfiyetsiz) bir eşiği vardır. O eşiğin girişinde geniş bir meydan vardır. Meydanın başlangıcının üzerinde bir eşik vardır. O eşik o rabbânî emrin merkezidir. Kim bu eşikten geçmeye yetkili olanı ve eşiği koruyanı görmezse o meydana varması muhaldir. Onun ötesindeki yüce müşahedelere nasıl varabilir? Bu nedenle denildi ki: 'Nefsini bilmeyen rabbini bilmez!'
Acaba doktorların bildiklerinde bunlara nerede tesadüf edilir? Doktor nerede bunları mülâhaza edebilir? Doktorun yanında ruh diye adlandırılan mânâ, bu rabbanî mânâya nisbeten padişahın bastonu ile hareket ettirilen topun padişaha nisbeti gibidir. Bu bakımdan tıbbî ruhu bilen bir kimse, rabbani emri (ruhu) bildiğini zanneden, padişahın bastonuyla hareket ettirilen topu görüp padişahı gördüğünü zanneden bir kimse gibidir. Bu kimsenin büyük bir yanılgıya düştüğünde şüphe yok! Bu hata böyle bir kimsenin hatasından daha fâhiştir.
Teklifin medârı olan ve kendileriyle dünyanın maslahatları idrâk olunan akıllar, bu emrin hakikatini mülâhaza etmekten yoksun oldukları için, Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'e bu ilâhî ruhtan bahsetmeye izin vermemiştir. İnsanlarla akıllarının alabileceği şekilde konuşmasını emretmiştir. Allahü teâlâ kitabında bu ruh 'un hakikatinden birşey zikretmemiştir. Ancak onun nisbet ve fiilini zikretmiş, zatını zikretmemiştir. Onun nisbeti şu ayette zikredilmiştir: Ruh rabbimin emrindendir. (İsrâ/85)
Onun fiili de şu ayette zikredilmiştir:
Ey huzura eren nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak rabbine dön! (Salih) kullarımın içine gir. Cennetime gir! (Fecr/27-30)
Bu bakımdan biz şimdi gayeye dönelim. Çünkü gayemiz yemek hakkındaki ilâhî nimetleri zikretmekti. Biz ise yemeğin aletleri hakkındaki ilâhî nimetlerin bazısını zikrettik.
Dört
Yiyecekler çoktur, Allahü teâlâ'nın onları yaratmakta sayılamayacak kadar hikmetleri, ardı arkası kesilmeyecek kadar birbirini takip eden harikuladelikleri vardır. Her yiyecek için bunları zikretmek oldukça uzar; zira yiyecekler ya devalar veya meyveler veya gıdalardır.
Şu halde biz önce gıdalardan işe başlayalım. Çünkü gıdalar temeldir. Biz onların arasından buğday tanesini ele alıp diğer gıdaları bırakalım.
Bir buğday tanesini veya birkaç daneyi bulduğun zaman eğer onları yersen onları yoketmiş olursun ve kendin de aç kalırsın, O halde tanenin artıp, fazlalaşması zaruri bir durumdur ki senin bütün ihtiyacını karşılasın. Bu bakımdan Allahü teâlâ sende yarattığı kuvvet gibi, buğday tanesinde de bir kuvvet yaratmıştır, buğdayın kendisi o kuvvetle gıdalanır; zira bitkiler ancak his ve hareket hususunda senden ayrılır. Gıdalanmakta ancak sana muhalefet eder. Çünkü bitki su ile gıdalanır. Kökleri vasıtasıyla suyu içine çeker. Aynen senin gıdaları içine çektiğin gibi. . . Biz, gıdayı içine çekmek hususunda bitkinin aletlerinin açıklamasına uzun uzadıya girişecek değiliz. Ancak bitkinin gıdasına işaret ederek şöyle deriz:
Odun ve toprağın sana gıda olmadığı gibi bir buğday tanesi de herşeyden gıda almaz. Aksine özel bir şeye muhtaçtır. Eğer buğday tanesini evde bırakırsan artmaz. Çünkü bu durumda sadece hava ile münaspbeti olur. Sadece hava ise onun gıdasına elverişli değildir. Eğer su içerisinde bırakırsan artmaz. Eğer susuz bir arazide bırakırsan artmaz. Aksine sulu bir arazi lâzımdır. O arazinin suyu toprağına karışır, çamur haline gelir.
İnsan yiyeceğine bir baksın. (Nasıl) biz suyu döktükçe döktük, sonra toprağı güzelce yardık, böylece bitirdik onda taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar. . . (Abese/24-29)
Sonra su ile toprak da kâfi gelmez; zira eğer buğday nemli, sert ve üst üste yığılmış bir araziye bırakılırsa, hava olmadığı için bitmez. Bu bakımdan gevşek ve içine hava girebilecek bir araziye bırakılması gerekir. Sonra hava bizzat ona ulaşmaz, havayı kıpırdatan, zorla sürükleyen ve yerin içine nüfuz etmesini sağlayan bir rüzgâra muhtaçtır.
Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten bir su indirip sizi onunla suladık. (Hicr/22)
Rüzgârların telkihi hava, su ve toprak arasında kaynaşma meydana getirmesi demektir. Sonra şiddetli bir soğuk olursa bütün bunlar sana fayda vermez. Bu bakımdan yazın hararetine muhtaç olursun. Böylece insanın gıdasının bu dört şeye muhtaç olduğu anlaşıldı. Bunların her birinin de neye muhtaç olduğuna dikkat et! Zira su, ziraat arazisine deniz, pınar, nehir ve barajlardan dökülmeye muhtaçtır. O halde Allahü teâlâ'nın denizleri yarattığına, pınarları nasıl fışkırttığına, onlardan nehirleri nasıl akıttığına dikkat et!
Sonra toprak bazen yüksek olur, su ona varmaz. Bu bakımdan Allahü teâlâ'nın bulutları yarattığına, rüzgârları bulutlara nasıl musallat kıldığına, rüzgârın o bulutları yeryüzünün her tarafına nasıl sürdüğüne dikkat et ki o bulutlar su ile yüklü olan ağır bulutlardır. Sonra dikkat et ki Allah o yağmuru yaz ve güz mevsimlerinde ihtiyaca göre nasıl araziler üzerine hayırlarla dolu olarak gönderiyor? Allahü teâlâ'nın dağları suvarıp korumak için nasıl yarattığına, o dağlardan tedricî olarak pınarları nasıl fışkırttığına dikkat et! Eğer o dağlardan su birden çıkmış olsaydı muhakkak memleket batar, ziraat ve hayvanlar helâk olurdu. Allah'ın dağlar, bulutlar, denizler ve yağmurlardaki nimetlerinin sayılması mümkün değildir.
Hararete gelince, o su ile toprak arasında hasıl olmaz. Çünkü bunların ikisi de soğukturlar. Bu bakımdan Allah'nın güneşi nasıl müsahhar kıldığına, yerden uzak olmasına rağmen bazen yeri ısıttığına, başka bir zamanda ısıtmadığına dikkat et! Böylece serinliğe ihtiyaç olduğu zaman serinlik hasıl olur. Hararete ihtiyaç olduğu zaman hararet olur. Bu, güneşteki nimetlerden bir tanesidir. Güneşte o kadar hikmetler vardır ki saymakla bitmez.
Sonra bitki yerden yükseldiği zaman, meyvelerde bir bağlanma ve katılık hasıl olur. Bu bakımdan onlar, kendilerini oluşturan bir neme muhtaçtırlar. O halde Allahü teâlâ'nın ay'ı yaratmasına dikkat et! Allah ısıtmayı güneşin özelliği olarak yarattığı gibi nemlendirmeyi de ayın özelliği olarak yarattı. Bu bakımdan ay meyveleri olgunlaştırır. Hakîm ve yaratıcı olan Allah'ın takdiri onları renklendirir. Bu nedenle eğer güneş, ay ve diğer yıldızların ışığının ağaçların üzerine düşmesini engelleyen bir gölgelik olursa ağaçlar cılız ve eksik olurlar. Hatta küçücük bir ağaç büyük ağacın gölgesinde kaldığı zaman bile cılızlaşır.
Ay'ın nemlendirmesini, şu tecrübeyi yapmak sûretiyle sen de anlayabilirsin: Geceleyin başını açtığında zükkâm denilen rutubet başının üzerinde çoğalır. O halde senin başını ıslattığı gibi, meyveyi de ıslatır. Öyleyse sayıp dökülmesinde (burada) bir ihtiyaç olmayan bir şeyi uzatmayalım.
Gökte olan her yıldız bir çeşit fayda için yaratılmış ve teshir edilmiştir. Nasıl ki güneş ısıtmaya, ay nemlendirmeye teshir edilmişse. . . Bu bakımdan yıldızlardan hiçbiri yoktur ki beşerin bilmediği birçok hikmetlerden uzak olsun. Eğer böyle olmasaydı zaten onların yaratılması fuzulî ve mânâsız olurdu ve bir de hâşâşu ayetler doğru olmazdı:
Ey rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın! (Âl-i İmrân/191) ,
Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık. (Duhân/38)
Nasıl ki senin azalarında faydasız hiçbir organ yoksa, aynen onun gibi âlemdeki şeylerin hiçbiri de faydasız değildir. Âlemin tamamı bir şahıs gibidir. Onun cisminin cüzleri onun azaları gibidir. Onlar yardımlaşırlar. Tıpkı bedenindeki azaların yardımlaştıkları gibi,. . Bunun izahı oldukça uzun sürer.
Yıldızların, güneş ve ayın Allah'ın emriyle birtakım eşyada musahhar kılınmalarına ve o eşyanın hikmetin hükmüyle onlara sebep olmalarına îman etmenin şeriata aykırı olduğunu ve şeriatta yıldız ilmiyle meşgul olmayı yasaklayan hüküm bulunduğunu zannetmen uygun değildir.
Yıldızlar hususunda yasaklanan şu iki şeydir:
Birincisi: Yıldızların meydana getirdiği tesirleri kendi başlarına yaptığına ve onların kendilerini yaratan ve kahrının altına alan bir tedbirin emrinde olmadığına inanmandır ki bu inanç küfrün ta kendisidir!
İkincisi: Müneccimleri (yıldız ilmiyle meşgul olanları) haber verdikleri hususların tafsilâtında tasdik etmektir! Onların haber verdikleri şeylerde halk tabakası, onları idrâk etmek hususunda onlarla müşterek değildirler. Çünkü müneccimler cehaletten konuşurlar.
Muhakkak ki yıldızların ilmi, bazı peygamberlerin mucizesi idi. Sonra o ilim kalktı. O ilimden dünyada ancak karışık bir kalıntı kaldı. İşte orada doğru yanlıştan ayırdedilemez. Bu bakımdan yıldızların Allahü teâlâ'nın izniyle bitki ve hayvanlarda hâsıl olan birtakım tesirlerin sebepleri olduğuna inanmak, dinde herhangi bir zarar vermez. Aksine bu hakikattir. Fakat cehaletle tafsilâtlı bir şekilde, bu tesirleri bildiğini iddia etmek dine zarar verir. Bu nedenle beraberinde bir elbise varsa onu yıkayıp kurutmak istediğinde başkası sana 'Elbiseyi çıkar, yay. Çünkü güneş doğdu, hava ısındı' diyen kimseyi yalanlamak gerekmez. Havanın ısınmasını, güneşin doğuşuna bağladığından dolayı onun sözünü inkâr etmek de gerekmez. Yine bir insanın yüzünün bozulmasının sebebini sorduğunda o insan sana 'Güneş beni çarptı ve yüzümü simsiyah etti' dese, onu bu sözünden dolayı yalanlaman gerekmez.
Diğer tesirleri de buna kıyas et! Ancak tesirlerin bazısı malûm ve bazısı meçhuldür. Meçhul olanda ilim iddia etmek caiz değildir. Malûm olanın da bazısı, güneşin doğuşu ile hararet ve ışığın meydana gelmesi gibi, bütün insanlar için malûmdur. Bazısı da ay'ın doğuşu ile zükkâmın hâsıl oluşu gibi bir kısım insanların malûmudur. Madem durum budur, yıldızlar boşuna yaratılmamışlardır. Onlarda sayılmayacak kadar hikmet vardır.
Bunun için Hazret-i Peygamber göğe bakarak şu âyeti okumuştur:
Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen yücesin, bizi cehennem ateşinden koru! (Âl-i îmran/191)
Sonra Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bu âyeti okuduğu halde tefekkür etmeyen kimseye yazıklar olsun!65
Yani 'Şu kimse ki âyeti okuyup bu âyet hususunda düşünmeyi terkeder, göklerin melekûtundan sadece göğün rengini anlar ve yıldızların ışığını bilmekle iktifa eder, başka hikmetlerinden gâfil kalır', işte ona yazılar olsun!
Bu durumu hayvanlar da bilir. Bu bakımdan göklerden sadece bu kadar anlayışla iktifa eden bir kimse bu âyet-i celîle ile bıyığını büken bir kimsedir.
Allahü teâlâ için göklerin melekûtunda, âfaklarda, nefislerde, hayvanlarda birçok acaiplikler vardır. Allah'ı sevenler o acaipliklerin marifetini talep ederler; zira bir âlimi seven bir kimse, durmadan o âlimin yazdığı kitabları aramakla meşgul olur ki onun ilminin acaipliklerine daha fazla vâkıf olup daha fazla sevsin! Allah'ın sanatının acaipliklerindeki durum da böyledir; zira âlemin tamamı Allah'ın tasnif buyurduğu bir kitabdır. Hatta yazarların yazdıkları da kullarının kalpleri vasıtasıyla telif ettiği kitabının cümlesindendir. Eğer sen herhangi bir tasnife hayret edersen, o kitabın yazarına değil, musannifi, o vermiş olduğu hidayet, doğruluk ve tarif vasıtasıyla c kitabı yazmaya muvaffak edene hayret et!
Teşbihte hata olmasın, kuklacının oyuncaklarının oynadığını, gülünç harekette bulunduklarını gördüğün zaman, oyuncaklara hayret etmezsin. Çünkü onlar oynatılan paçavralardır, oynayan değildirler. Fakat onları gözlerden gizli ince iplerle hareket ettiren oyuncunun maharetine hayret edersin.
65) Salebi, (İbn-i Abbâs'tan)
Bitkinin gıdası ancak su, hava, güneş, ay ve yıldızlarla ve ancak merkezleri bulunan feleklerle tamamlanırlar. Felekler de an cak hareketleriyle tamamlanırlar. Feleklerin hareketi de ancak felekleri harekete geçiren semavî meleklerle tamamlanır.
Böylece bu durum, uzak sebeplere kadar uzanır. Biz o sebeplerin zikrini, söylediğimiz ile söylemediğimize dikkati çekmek için bıraktık. O halde bitkilerin gıdasının sebeplerinden bu kadarla iktifa edelim.
Beş
Bütün bu yiyecekler bir yerde bulunmazlar, onların özel şartları vardır. Bu şartlardan dolayı bazı yerlerde bulunur, bazı yerlerde bulunmazlar. Halk yeryüzüne dağılmıştır. Bazen yiyecekler onlardan uzak olur. Onlarla yiyecekler arasına denizler ve kara parçaları girerler. Bu bakımdan tüccararın müsahhar edip, onlara mal sevgisini ve kâr servetini nasıl musallat kıldığına dikkat et! Oysa çoğu zaman onlar olmaz, onlar ancak toplar; onların derlediklerini de ya gemiler batırır veyahut da yol kesiciler yağma ederler veya onlar bazı memleketlerde ölürer. Oranın idarecileri de o malları alır. Tüccarların en güzel durumları; mallarının varislere kalmasıdır. Oysa eğer bilirlerse, varisler onların en şiddetli düşmanıdırlar. Allahü teâlâ'nın cehalet ve gafleti tüccarlara nasıl musallat kıldığına, kâr talebinde şiddetlere göğüs gerdiklerine, tehlikelere dalıp kârların hülyasıyla denizde sefere çıkmalarına ve yiyecekleri ve ihtiyaçları doğu ve batının en uzak memleketlerinden alıp getirmelerine dikkat et!
Allahü teâlâ'nın onlara gemi sanatını ve gemiye nasıl binileceğim öğretmesine dikkat et! Allahü teâlâ'nın hayvanları nasıl yarattığına, onları karada binmek ve yüklemek için nasıl musahhar kıldığına bir bak! Devenin nasıl yartıldığına bir bak! At'ın nasıl yaratıldığına, nasıl hızlı gittiğine bir bak! Merkebe bak! Yorgunluğa karşı nasıl sabırlı davranıyor. Develere bak! Uzun çöl yollarını nasıl kat ediyor? Susuz ve aç olduğu halde ağır yüklerin altında merhaleleri nasıl aşıyor?
Allahü teâlâ'nın tüccarları gemileri ve hayvanları vasıtasıyla kara ve denizde nasıl gezdirip ve diğer ihtiyaçları yükleyip getirttiğine dikkat et! Hayvanların muhtaç olduğu gemileri düşün!
Gemilerin muhtaç olduğu maddeleri düşün! Allahü teâlâ, ihtiyaç hududuna kadar bütün bunları yaratmıştır. İhtiyaçtan fazla da yaratmıştır. Fakat bunları saymak mümkün değildir. Bu, sayıların dışına çıkan harici şeylere sirayet eder. Biz kitabı uzatmamak için sözü kısa kesmek istiyoruz.
Altı
Bitkilerin ve hayvanların, olduğu gibi parçalanıp yenilmesi mümkün değildir. Her birinde ıslah etmek, pişirmek, bazısını bazısının içerisine atmak suretiyle terkib ve tasnif yapmak ve daha sayılmayacak kadar birçok işler lazımdır. Her yemek için bunu saymak uzar. Bu bakımdan biz her ekmeği ele alalım: O tek ekmeğin, tohumu yere ekilip yenecek dereceye gelinceye kadar nelere muhtaç olduğuna bakalım.
Bu bakımdan o ekmek, ekilmek için önce çiftçiye muhtaçtır, çiftçi önce toprağı ıslah etmelidir. Sonra çift sürecek öküz ve saban ile diğer şeylere ihtiyaç vardır. Bundan sonra bir müddet sulamaya ihtiyaç vardır. Sonra yeri yabani bitkilerden temizlemek, sonra biçmek, sonra dövmek, sonra samandan temizlemeye ihtiyaç vardır. Sonra öğütmek, sonra hamur yapmak, sonra ekmek yapmaya ihtiyaç vardır.
Bizim zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz, bu fiillerin sayılarını düşün.
Bu hususta insanın muhtaç olduğu demir, ağaç, taş ve benzeri aletlerin sayısını düşün.
Sanatkârların saban, öğütme ve ekmek aletlerini ıslah etmekte muhtaç oldukları şeyleri düşün!
Marangoz, demirci ve benzeri kimseleri düşün!
Demircilerin demire, bakıra, kalaya olan ihtiyacını düşün!
Allahü teâlâ'nın dağları, taşları ve madenleri nasıl yarattığını, yeryüzünü nasıl komşu kıtalara böldüğünü düşün!
Ey miskin! Eğer incelersen bilirsin ki bir tek ekmeğin yemeye elverişli hâle gelinceye kadar en azından bin sanatkârın elindeng eçmesi gerekir. Bu bakımdan suyu indirmek için bulutları sevkeden melekten tut da melekler cihetinden yapılan amellerin en sonuncusuna kadar, ta ki sıra insanın ameline varıncaya kadar gel! Göreceksin ki bir ekmek binlerce kişiye muhtaçtır. Her sanatçı, halkın maslahat vasıtasıyla tamamlanan sanatların köklerinden bir köktür. Sonra o aletlerdeki insan emeğinin çokluğunu düşün!
Hatta küçücük bir alet olan iğnenin faydası senden soğuğu uzaklaştıran elbiseyi dikmektir. Onun sûreti iğne olmaya elverişli bir demirden oluşmaz. Ancak iğnecinin elinden yirmi beş defa geçtikten ve her defasında başka bir ameliyeye tâbi tuttuktan sonra olur. Eğer Allahü teâlâ memleketleri bir araya getirmeseydi, kulları müsahhar kılmasaydı, otları biçmek için orağa ihtiyacın olduğunda ömrün tükenirdi, yine de orağı edinmekten aciz kalırdın. Dikkat etmez misin, Allahü teâlâ, necis bir meniden yaratmış olduğu kulunu, bu acaip işleri yapmaya nasıl şevketmiş?! Bu garip sanatları yapmayı ona nasıl ihsan etmiştir? Mesela makasa bak. Onun iki tarafı, birbirine uygun iki makas ağzıdırlar. Biri diğerinin üzerine kapanır. Bir şeyi beraberce ve çabukça keserler. Eğer Allahü teâlâ fazilet ve keremiyle makası edinme yolunu bizden öncekilere keşfettirmeseydi biz makası kendi fikrimizle edinmeye muhtaç olsaydık, sonra demiri taştan çıkarmaya, makasın çalıştığı aletleri yapmaya muhtaç olsaydık ve bizim her birimiz de Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) kadar yaşayıp, dünyanın en mükemmel aklına sahip olsaydık yine de sadece bu makas aletini ıslah etmekteki yolu çıkaramazdık. Bırak diğer âletleri yapmak şöyle dursun! O halde göz sahiplerini kör olanlara bu hususta ilhak eden, peygamberleri bu hususu açıklamaktan meneden Allah ortaktan münezzehtir.
Eğer memleket değirmenciden veya demirciden veya işlerin en düşüğü olan hacamat yapandan veya örücüden veya diğer sanatların birinden boş olursa, sana isabet eden sıkıntıyı ve işlerinin nasıl sarsılacağını düşün! Bu bakımdan kulların bazısını diğerine müsahhar kılan Allah ortaktan münezzehtir. Bununla meşiyeti yerini buldu ve hikmeti tamamlandı.
Biz bu husus hakkında da sözü kısa keselim. Çünkü gaye sonuna kadar saymak değil de nimetlere dikkati çekmektir.
Yedi
Yiyecekler ve başka şeyleri ıslah eden sanatkârların fikirleri ayrılırsa, vahşi hayvanlar gibi birbirlerinden nefret ederlerse, muhakkak dağılır ve birbirlerinden uzaklaşırlardı. Bazısı bazısından istifade etmezdi. Vahşi hayvanlar gibi olurlar, bir yere sığmazlar, onları bir hedef bir araya getirmezdi.
Bu bakımdan Allahü teâlâ'nın onların kalplerini nasıl birleştirdiğine ve kaynaştırdığına, onlara muhabbeti nasıl musallat kıldığına dikkat et!
Ve onların kalplerinin arasını birleştirdi. Sen yeryüzünde bulunan herşeyi herşeydin yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını birleştirdi. (Enfâl/63)
Tanışmak ve yakınlaşmak için onlar bir araya geldiler ve muhabbet kurdular. Şehirler ve memleketler bina ettiler, birbirlerine komşu olarak evler ve meskenler yaptılar, çarşılar, hanlar ve meskenler gibi sayılması uzun sürecek diğer şeyleri tertip ettiler. Sonra bu sevgiyi, sürtüştükleri birtakım hedefler ortadan kaldırır. İnsanın tabiatında kabalık, hased ve başkası ile münakaşa etmek vardır. Bu da vuruşmaya, nefret etmeye sirayet eder. Bu yüzden Allahü teâlâ'nın onların üzerine saltanat sahiplerini nasıl musallat kıldığına, onlara kuvvet, silah ve sebeplerle nasıl yardım ettiğine, onların korkusunu kendilerine ister istemez itaat etsinler diye halkın kalbine nasıl attığına, sultanları memleketin ıslah yoluna nasıl hidayet ettiğine dikkat et! Öyle ki onlar, bir şahsın parçaları imiş gibi memleketin parçalarını tertip ettiler. Bir hedef için yardımlaştılar ki onların bazısı bazısından faydalanır. Mesela reisler, kadılar, hapishane ve çarşıları idare eden kimseler tertip ettiler. Halkı kanunlara uymaya mecbur ettiler. Halka müsaade etmeyi ve yardımlaşmayı gerekli kıldılar. Öyle ki demirci kasaptan, kuyumcudan ve diğerlerinden faydalanır. Onların hepsi demirciden faydalanır. Haccam çiftçiden, çiftçi haccamdan faydalanır. Herbiri diğerinden faydalanır. Bu da tertiplerinin bir arada olmalarını ve bir sultanın tertibi ve derlemesi atında inzibata bağlanmalarının sebebi ile olur. Tıpkı aynı bedenin azaları birbirinden faydalandığı gibi. . .
Dikkat et! Allahü teâlâ peygamberi (aleyhisselâm) gönderdi ki onlar halkı idare eden sultanların halini ıslah etsinler. Sultanlara halk arasındaki adalaeti korumak ve halkı zaptetmek hususundaki siyaset kanunlarının teşriini, imamlık (padişahlık) , saltanat ve fıkıh ahkâmını onlara öğretsinler. Onlar bu ahkâm ile dünyanın ıslahına hidayet olundular. Onlara dinin ıslahından fazla olarak bunları da öğrettiler.
Allahü teâlâ, peygamberleri melekler vasıtasıyla ıslah etti. Me-leklerin bazısını da diğerleriyle ıslah etti ki bu zincirleme kendisiyle Allah arasında vasıta bulunmayan mukarreb meleğe varıncaya kadar devam eder.
Bu bakımdan fırıncı hamuru pişirir. Değirmenci öğütmekle, çiftçi biçmekle taneyi ıslah eder. Demirci çift aletlerini ıslah eder. Marangoz demircilik aletini ıslah eder ve böylece yemek aletlerini ıslah eden bütün sanat sahipleri de mütalaa edilmelidir. Sultanlar sanatkârları, peygamberler varisleri bulunan âlimleri, âlimler sultanları, melekler peygamberleri ıslah ederler. Bu iş her nizamın kaynağı, her güzelliğin, her tertip ve telifin menşei olan rubûbiyet huzuruna varıncaya kadar devam eder. Bütün bunlar rablerin rabbinin, sebeplerin müsebbibinin nimetleridir.
Biz bizim (uğrumuz) da mücahede edenleri elbette yollarımızı gösteririz. (Ankebût/69)
Eğer O'nun fazilet ve keremi olmasaydı muhakkak biz bu nimetlerin marifetine kendiliğimizden varamazdık. Eğer O'nun nimetlerinin künhünü ihâta etmek tamahkârlıktan bizi korumasaydı, muhakkak biz o nimetleri ihâta edip sonuna kadar saymaya heves ederdik. Fakat Allahü teâlâ, kudret hükmüyle bizi böyle yapmaktan uzaklaştırdı ve şöyle buyurdu:
Allah'ın nimetini saymaya kalkışsanız sayamazsınız! (Nah/18)
Eğer biz konuşursak onun izniyle konuşmaya dalarız. Eğer susarsak onun kahrıyla susarız. Zira onun menettiğini hiç kimse veremez. Onun verdiğini de hiç kimse menedemez; zira biz ölümden önce hayatımızın dakikalarının herbirinde kalplerin kulağı ile cebbâr olan padişahın çağrısını dinliyoruz: Allah şöyle buyurmaktadır: 'mülk bugün kimindir?' hiç kimse buna cevap veremez. Allahü teâlâ şöyle der:
Kahhar (her şeye galip ve) tek olan Allah'ındır. (Gâfir/16)
Bu bakımdan bizi kâfirlerden ayıran, hayatlar sona ermeden önce bize bu çağrıyı dinleten Allah'a hamd olsun!
Sekiz
Daha önce, peygamberleri ıslah edip, hidayet etmek ve onlara vahyi tebliğ etmek ile meleklerin yaratılışındaki ilâhî nimetten anlattığımız şeyler senin malûmundur. Meleklerin sadece bunları yaptıklarını zannetme! Çokluğu ve mertebelerinin tertibi ile meleklerin tabakaları kısaca üç tabakaya inhisar eder:
A) Arzî (yeri idare eden) melekler,
B) Semâvî (gökleri idare eden) melekler,
C) Hamelet'ül-Arş (Arşı yüklenen) melekler.
Allahü teâlâ'nın melekleri sana hidayet, irşad ve başka vazifelerde değil yemeğe ve daha önce bahsettiğimiz gıdaya dönüşen hususlarda vekil kıldığına dikkat et!
Fakat bunların herbir parçasını, bitki parçalarından her birini en az yedi melek, bazen on, bazen yüz, bazen de yüzden daha fazla melek, gıdalandırmakta vekil kılınmışlardır.
İzahı şudur: Gıdanın mânâsı, yok olan gıda parçasının yerine başka bir parçanın geçmesidir. Bu gıda, sonunda kan olur, sonra et ve kemik olur. Et ve kemik olduğu zaman, gıdalanma tamamlanır.
Kan ile et, marifet, kudret ve ihtiyarı olmayan cisimlerdir. Onlar kendiliğinden harekete geçmez. Kendi kendisine durup dururken bozulmaz, sadece tabiat da bunları değişik kalıplara sokmaya kâfi değildir. Nasıl ki buğday kendiliğinden un, hamur, ekmek olmazsa, ancak bir sanatkâr vasıtasıyla olursa, işte öyle!
Tıpkı bunun gibi kan kendiliğinden, et, kemik, sinir ve damar olmaz. Ancak bir sanatkâr vasıtasıyla olur. İç âlemdeki sanatkârlar meleklerin ta kendisidir. Nasıl ki zâhirdeki sanatkârlar memleketin ahâlisinin ta kendisi ise. . .
Allahü teâlâ zâhir ve bâtında nimetlerini senin üzerine dökmüştür. Bu bakımdan onun bâtınî nimetlerinden gâfil olman uygun değildir.
Öyleyse derim ki gıdayı et ve kemiğe dönüştüren bir melek lâzımdır; zira gıda kendiliğinden hareket etmez.
Başka bir melek lâzımdır ki onun komşuluğunda gıdayı tutsun.
Üçüncü bir melek lâzımdır ki ondan kan yapsın.
Dördüncü bir melek lâzımdır ki ona kan, sinir veya kemik şeklini versin.
Beşinci bir melek lâzımdır ki gıdanın ihtiyacından fazla olan fuzulî maddeyi uzaklaştırsın.
Altıncı bir melek lâzımdır ki kemik sıfatını kazananı kemikle, kan sıfatını kazananı da kanla birleştirsin. Böylece ayrı bir parça olması
Yedinci bir melek lâzımdır ki yapıştırmada miktar ve hassas ölçüleri gözetsin. Yuvarlaklığını, enliğini, boşluğunu yapıştırsın ve her birini ihtiyaç miktarı kadar korusun, çünkü melek, mesela gıdadan, çocuğun burnu üzerine konması gereken parçayı baldırına koyarsa baldır oldukça büyür. Burun delikleri iptal olunur. Sûret ve yaratılış oldukça çirkinleşir.
İnceliğine rağmen göz kapaklarına, berraklığına rağmen gözbebeğine, kalınlığına rağmen baldırlara, katılığa rağmen kemiğe, miktar, şekil bakımından bunların herbirine uygun olanı sevketmesi gerekir, aksi takdirde sûret iptal olunur. Azaların bazısı büyük, bazısı zayıf ve küçük olur. Kısmet ve taksitte adil olan melek, eğer buna riayet etmezse, çocuğun başına ve bedeninin diğer yerlerine gıdadan ayaklarından birinin büyümesine vesile olan birşey sevkederse o ayak, olduğu gibi kalır, bütün beden büyür. Şişman ve tek ayaklı bir şahsın ayağı çocuk ayağı gibi olursa bu kimse asla o ayaktan istifade etmez. Bu bakımdan taksimdeki bu ince hesabı gözetmek meleklerden birine havale edilmiştir. Zannetme ki kan, kendi tabiatıyla şeklini tayin ediyor; zira bu işleri tabiata havale eden kimse ne dediğini bilmeyen bir cahildir.
İşte bu vazifeleri yapan arzî meleklerdir. Onlar sen uykuda istirahat edip, gaflet içerisinde dönerken seninle meşguldüler. Onlar senin içindeki gıdayı ıslah ettikleri halde sen onlardan haberdar olamazsın. Bu durum, parçalanmayan kısımlarının her birinde vardır. Hatta göz ve kalp gibi bazı parçalar yüz melekten daha fazlasına muhtaçtır. Biz kısa kesmek için bunun tafsilatını bıraktık.
Arzî meleklerin imdadı, hakikati ancak Allah tarafından bilinen malûm bir tertip üzere semavî meleklerden gelir.
Semavî melekler de hamlelet'ül-arş meleklerinden imdad alırlar. Teyid, hidayet ve tasdîd ile hepsine nimet eden Müheymin, Kuddüs, mülk ve melekûtun biricik sahibi, izzet ve ceberrûtun mâliki, gökler ve yerin cebbârı, mülkün, celâl ve ikramın sahibi olan Allah'tır!
Gökler, yer, bitkiler ve hayvanların parçalarını, hatta yağmur tanelerini, bir taraftan diğer bir tarafa kayan bulutların her birini idare eden melekler hakkında vârid olan haberler sayılmayacak kadar çoktur. Bu nedenle hadislerle delil göstermeyi terkettik.
Soru: Neden bu fiillerin tümü bir meleğe teslim edilmedi de yedi meleğe ihtiyaç duyuldu? Oysa buğday da önce öğütene, sonra eleyene, su katana, hamur yapana, ekmek yapana, inceltene, tandıra yapıştırana muhtaçtır. Fakat bütün bu vazifeleri tek başına bir kişi yapar. Neden meleklerin batınî amelleri, insanların zâhirî amelleri gibi olmadı?
Cevap: Meleklerin yaratılışı insanın yaratılışına muhaliftir. Onlardan hiçbir melek yoktur ki sıfatı müstakil bir şekilde olmasın. Asla onlarda terkib ve karışma bulunmaz, Bu bakımdan her melek için bir tek fiil vardır.
Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır. (Sâffât/164)
Bu nedenle melekler arasında mücadele ve kavga yoktur. Her' birini bir mertebeye tayin etmenin, kendisine bir fiili havale etmenin misali, beş duyunun misâli gibidir; zira göz, sesleri idrâk etmekte kulakla sürtüşmez. Koku duyusu onlarla mücadele etmez. Onların ikisi de koku duyusu ile mücadele etmezler. El, ayak gibi değildir; zira sen ayağın parmaklarıyla ancak küçük birşey yapabilirsin. Böylece ayak elle sürtüşür. Bazen de başkasına başınla vurursun. Böylece baş, vurma aleti olan elle mücadele etmiş olur. Melekler, tek başına öğütmeyi, hamur yapmayı ve ekmek yapmayı yürüten bir insan gibi de değildir; zira bu, bir nevi eğrilmektir ve adaletten bir nevi kaymadır. Bunun sebebi de insanın sıfatlarının ve isteklerinin değişikliğidir; zira insanın sıfatı bir örnek değildir. Bu bakımdan fiili de bir olmaz.
Bu nedenle insanı, bazen Allah'a isyan eder, başka bir zaman da itaat eder görürsün. Çünkü insanda istekler ve sıfatlar değişiktir. Bu durum meleklerin tabiatında mümkün değildir. Melekler, itaat üzere yaratılmışlardır. Onlarda isyan imkânı yoktur. Şüphesiz ki onlar Allah'a, emrettiği hususta isyan etmezler. Kendilerine ne emredilmişse onu yaparlar. Gevşemeden gece gündüz tesbih ederler. O meleklerden rükûa varan daima rükûdadır. Secdeye varan daima secdededir. Kıyamda olan melek de devamlı kıyamdadır. Onların fiillerinde ne değişiklik, ne de gevşeklik vardır. Herbirisinin malûm bir makamı vardır, onu geçemez. Onların Allah için taatları öyle bir durumdadır ki orada muhalefet edemezler. Onların itaati senin azalarının sana itaat etmelerine benzer; zira sen gözlerini açmayı kesinlikle irade ettiğin zaman, sıhhatli olan bir göz için bazen itaat etmede tereddüt etmesi, bazen etmemesi diye birşey yoktur. Aksine senin göz kapakların emrine veya yasağına hazır bir durumda bekler. Senin işaretinle hemen açılır ve kapanır. İşte bu, bir yönden meleklerin itaatına benzer. Fakat bir yönden de meleklere benzemez; zira göz kapağı gerek açmak, gerek kapatmak hususunda kendisinden sadır olan hareketi bilmez. Melekler ise, diridirler ve ne yaptıklarını bilirler. Madem durum budur, bu arzî ve semavî melekler hususunda ve sadece yemek hakkındaki senin onlara olan ihtiyacın Allah'ın senin üzerindeki bir nimetidir. Diğer hareketler ve ihtiyaçlar da başka. . . Biz onları zikretmekle kitabı uzatmadık.
İşte bu tabaka, nimet tabakalarından başka bir tabakadır. O tabakaların tümünü saymak mümkün değildir. Acaba bu tabakaların altına giren fertler nasıl sayılabilir? Allahü teâlâ, zâhir ve bâtında senin üzerine nimetlerini akıtarak şöyle buyurmuştur:
Günahın gizlisini de açığını da bırakın! (En'âm/120)
Günahın gizlisini bırakmak, halkın bilmediği hased, kötü zan, bid'at, halk için kötü şeyler düşünmek ve kalplerin diğer günahlarından ibaret olanları terketmektir. Bu günahları bırakmak gizli nimetlerin şükrüdür. Azalarla yapılan açık günahı bırakmak da açık nimetin şükrüdür. Göz açıp kapamak kadar olsa dahi Allah'a isyan eden bir kimse mesela gözün kapatılması gereken bir yerde açılması gibi göklerde, yerde ve bunların arasındaki kendisine verilen Allah'ın her nimetini inkâr etmiş olur; zira melekler, gökler, yer, hayvanlar, bitkiler ve Allahü teâlâ'nın yarattığı herşey bütünüyle kulların her biri için nimettir. Onunla kulun faydalanması tamamlanmıştır. Her ne kadar başkası da ondan fayda görse bile; zira göz kapağı her açıldığında Allahü teâlâ'nın o kapakta iki nimeti vardır.
Bir de Allahü teâlâ her kapakta birçok adaleler yaratmıştır. Onların telleri ve dimağa bağlı ipleri vardır. O iplerle kapağın aşağı inmesi tamamlanır. Aşağı kapağın yükselmesi sağlanır. Her kapağın üzerinde siyah kıllar (kirpikler) vardır. Onların siyahlığındaki ilâhî nimet ise, onun gözün . ışığını toplamasıdır; zira beyazlık ışığı dağıtır. Siyahlık ise toplar. Onu bir saf halinde tertip etmekte ilâhî bir nimet vardır. Küçük böcekleri gözün içine girmekten menetmek ve havadaki pislikleri (mikropları) Allahü teâlâ'nın o tüylerin her birinde kökünün yumuşaklığı, yumuşaklıkla beraber dik bir şekilde konması bakımından iki nimeti vardır ve kirpiklerin birbirine geçmesinde hepsinden daha büyük bir nimet vardır. O da havanın tozu bazen gözü açmaktan meneder. Eğer kapatılırsa, göz görmez. Bu bakımdan alt ve üst kirpikleri birbirine girecek kadar sık bir şekilde bir araya getirmiştir. Dolayısıyla o kıllar harici bir kirin göze girmesine mâni olur. Ama görmeye mâni olmaz. Sonra göz bebeğine bir toz girerse kirpiklerin kenarları aynayı örten gibi, göz bebeğinin üzerine kapanıp koruyacak halde yaratılmıştır.
İnsan gözünü birkaç defa açıp kapadığında kirpikler sayesinde göz bebeği tozdan temizlenir. Pislikler gözün dışına ve kirpiklerin arasına çıkmış olur. Sivrisineğin göz kapağında kirpik yaratılmadığı için, sineğe iki el verildi. Onun o ellerle göz bebeklerini temizlediğini ve sildiğini görürsün!
Bu kitabın esasından daha fazla uzaklaşmamak için nimetlerin tafsilâtını saymayı terkettik. Eğer zaman mühlet verir, tevfîk de yardım ederse onun için müstakil bir kitap yazmayı düşünüyoruz. O kitapta nimetlerin tafsilatını beyan edeceğiz. Biz o kitaba Acaib-i Sun'illah (Allah'ın Sanatının Acaiplikleri) adını vereceğiz. Bu bakımdan biz şimdi hedefimize dönelim.
Nâmahrem bir kimseye bakan, Allah'ın, kirpiklerdeki nimeti olan gözü inkâr etmiş olur; zira kirpikler ancak göz ile kâim olur. Göz, ancak baş ile kâimdir. Baş, ancak bütün beden ile, beden de ancak gıda ile kâimdir. Gıda su, yer, hava, yağmur, bulut, güneş ve ay'a muhtaçtır.
Bunların hiçbir şeyi gözsüz olmaz. Gökler de meleksiz olmaz; zira hepsi birşey gibidir. Bazısı diğerine bağlıdır. Bedenin azalarının birbirine bağlı oluşu gibi. . . .
Bu bakımdan bu kişi varlıktaki bütün nimetleri, yerden Süreyya yıldızına kadar inkâr etmiş olur, hiçbir felek kalmaz. Hiçbir melek, hiçbir hayvan, hiçbir bitki ve hiçbir cemaat yoktur ki ona lanet okumasın. Bu sırra bianen haberlerde şöyle varid olmuştur: 'İnsanların toplandığı yer, dağıldıkları zaman ya onlara lanet eder veya onlara af talebinde bulunur'. Yine şöyle varid olmuştur: Âlim için herşey istiğfar eder. Hatta denizdeki balıklar bile'. Melekler sayılması mümkün olmayan birçok lâfızlarla âsilere lanet okurlar. Bütün bunlar işaret eder ki bir göz açıp kapatıncaya kadar isyan etmek, mülk ve melekûtta her ne varsa hepsine karşı suç işlemektir. Böyle bir kimse nefsini helâk etmiştir. Meğer ki günahın arkasından onu silecek bir sevab işlemiş olsun. Bu takdirde lanet, istiğfar ile değiştirilir. Umulur ki Allah bunun tevbesini kabul eder ve günahından vazgeçer.
Nitekim bir rivâyette şöyle buyurulmuştur;
Ey Eyyûb! İnsanlardan hiçbir kulum yoktur ki onun beraberinde iki melek bulunmasın. O kulum nimetlerime karşı şükrettiği zaman yanındaki iki melek 'Ey Allahım! Onun nimetini artır. Çünkü sen hamd ve şükür ehlisin' derler. Bu bakımdan sen şükredenlere yakın ol! Benim nezdimde yüksek derece bakımından şükredenler kâfidir. Ben onların şükrüne teşekkür ederim. Meleklerim onlara dua eder. Üzerinde yaşadıkları yer onları sever. Ardında bıraktıkları onlar için ağlarlar!
Her göz açıp kapamakta birçok nimetin olduğunu anladınsa, bil ki verilen ve alınan her nefeste de iki nimet vardır; zira nefes verilmekle kalpten yakıcı duman çıkar. Eğer o duman içten çıkmazsa, insan helâk olur. Nefes almakla hava kalbe varır. Eğer nefes borusu tıkanırsa, hava kesildiğinden dolayı kalp yanar ve o havanın getirdiği serinlik olmadığından insan helâk olur. Gece ve gündüz yirmi dört saattir. Her saatte bin nefese yakın nefes vardır. Her nefes on lâhzaya yakındır. Bu bakımdan her lâhzada bedeninin her parçasında bir milyon nimet vardır. Âlemin parçalarının herbirinde milyonlarca nimet vardır. Acaba bunun sayılması düşünülebilir mi?
Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) 'Allah'ın nimetini saymaya kalkışsanız sayamazsınız' (Nahl/18) ayetinin hakîkati keşfolunduğu zaman şöyle dedi: İlâhî! Sana nasıl şükredeyim? Bedenimdeki her tüyde senin iki nimetin vardır. Onun kökünü yumuşatmış, ucunu batmaz bir vaziyette yaratmışsın!'
Bir rivâyette 'Yemek içmekten başka hususlarda Allah'ın nimetlerini bilmeyenlerin ilmi az, azapları hazırdır' denilmiştir. Zira basiret sahibi bir kimse gözü neye ilişir, kalbine her ne gelirse, kesinlikle bilir ki orada onun için Allah'ın bir nimeti vardır. Bu bakımdan biz saymayı ve tafsilâtı bırakalım; zira bu mümkün olmayan birşeyi yapmaya çalışmaktır.
İnsanları nimetin şükründen cehalet ve gaflet alıkoymuştur; zira halk cehalet ve gafletten ötürü nimetin marifetinden menedilmişlerdir. Nimetin şükrü ancak marifetinden sonra tasavvur olunabilir. Sonra halk bir. nimeti bilirse ona şükretmenin dil ile elhamdülillâh (Hamd Allah'a mahsustur) , eşşükrü lillah (Şükür Allah'a mahsustur) demek olduğunu zannederler.
Bilmezler ki şükrün mânâsı; nimeti, nimetten kastedilen hikmetin tamamlanmasında kullanmak demektir. Bu da ibadettir. Bu iki marifet hâsıl olduktan sonra, insanı şükretmekten ancak şehvetin galebe çalması ve şeytanın istilası meneder.
Nimetlerden gâfil olmanın birçok sebepleri vardır. Sebeplerin biri odur ki insanlar cehaletlerinden dolayı halka verilen nimeti önemsemeyip bütün hallerinde onlara musahhar olanı nimet saymazlar! Bu nedenle bizim söylediğimiz nimetlere şükretmezler, çünkü o bütün mahlukâta verilmiştir. Bu bakımdan onların her biri bunu özel olarak kendi nefsine verilmiş görmez ve nimet saymaz. Onların hava nimetinden ötürü Allah'a şükrettiklerini görmezsin.
Eğer bir kişi onların gırtlaklarına bir dakika yapışıp, hava kesilinceye kadar sıkarsa derhal ölürler. Eğer sıcak bir hamamda veya havası ağır ve rutubetli bir kuyuda hapsedilirlerse, üzüntüden ölürler. Eğer onlardan biri bu şeylerin biriyle müptelâ olur, sonra kurtulursa, çoğu zaman bunu nimet olarak takdir eder ve Allah'a bundan dolayı şükreder. Bu ise cehaletin koyusudur; zira onların şükretmeleri nimeti kendilerinden aldıktan sonra kendilerine geri vermeye bağlıdır. Oysa bütün hallerde nimete karşı şükretmek sadece bazı hallerde şükretmekten daha evlâdır. Gözü gören bir insanı gözünün sıhhatinden dolayı Allah'a şükreder görmezsin. Ancak gözü kör olduktan sonra eğer kendisine geri verilirse şükreder ve nimet sayar. Allah rahmetinin geniş olmasından ötürü bütün halka bunu vermiştir. Her durumda halk için bol bol ihsanda bulunmuştur. Fakat cahil bunu nimet saymaz. Bu cahil kötü köle gibidir. Daima dövülmeyi hakeder, bir saat dövülmedi mi onu canına minnet sayar. Eğer daima dövülmezse rahatlık batar, şükrü terkeder. İnsanlar çok veya az kendisine özel olarak verilen mala karşı şükrederler, Allah'ın bütün insanlara ortak olarak vermiş olduğu bütün nimetleri unuturlar.
Nitekim bir kişi fakirliğini basiret sahiplerinden birine şikayet etti ve bundan çok üzüldüğünü belirtti. O basiret sahibi ona dedi ki: 'Senin iki gözünün kör olup onbin dirhemin olması seni sevindirir mi?' Adam 'Hayır!' dedi. Basiret sahibi 'Dilsiz olup onbin dirhemin olmasını ister misin?' dedi. Adam 'Hayır!' dedi. Basiret sahibi 'O halde Mevlânın senin yanında ellibin dirhem değerinde nimetleri olduğu halde şikayet etmeye utanmıyor musun?' dedi.
Hikâye olunuyor ki kurrâdan biri çok fakir düştü. Hatta dünya kendisine daraldı. Rüyasında biri kendisine şöyle dedi: 'İster misin, biz sana Kur'ân'ın En'âm sûresini unutturalım da bin dinar verelim?' Kurra 'Hayır!' dedi. O zat 'Hûd sûresini?' dedi. Kurra 'Hayır!' dedi. O zat 'Yûsuf sûresini?' dedi. Kurra 'Hayır!' dedi. Bunun üzerine o zat birkaç sûre daha saydı sonra şöyle dedi: 'Senin yanında yüzbin dinar kıymetinde birşey (Kur'ân) olduğu halde şikayet ediyorsun!' Kurra kendisinden o üzüntü uzaklaştığı halde sabahladı.
İbn Semmak, elinde içtiği bir testi su olduğu halde halifelerden birinin huzura girdi. Halife 'Bana nasihat et' dedi. İbn Semmak, halifeye 'Susuz kaldığında şu su bütün servetin karşılığında sana verilse acaba bütün servetini verip bu suyu alır mısın? Halife 'Evet! Alırım!' dedi. İbn Semmak 'Bütün servetini vermek sûretiyle ancak bu suyu alabilirsin denirse, acaba mülkünden vazgeçebilecek misin?' Halife 'Evet, vazgeçerim' dedi. İbn Semmak 'O halde bir yudum suya değmeyen mülke aldanma!' dedi.
Böylece anlaşıldı ki Allah'ın kul üzerinde susadığı zaman bir yudum sudaki nimeti yeryüzünün bütün mülkünden daha büyüktür. Tabiatlar umumî nimeti değil de hususî nimeti nimet saymaya meyilli olduğu için biz umumî nimetleri zikrettik. Bu bakımdan özel nimetlere kısaca işaret edelim. Hiçbir kul yoktur ki durumlarını dikkatle izleyip engin bir bakışla tedkik ettiğinde, Allah'tan kendisine özel olarak verilen bir veya birçok nimetleri görmesin!
O nimette bütün insanlar değil, az kimseler kendisiyle ortaktırlar. Bazen de hiç kimse onunla ortak değildir. Bunu, her kul üç şeyde ikrar eder: Akılda, yaratılışta ve ilimde. . .
Akıl
Akla gelince, Allah için kulluk yapan hiç kimse yoktur ki aklı hususunda Allah'tan razı olmasın. İnsanların en akıllısı olduğuna inanır. Allah'tan akıl talep eden çok az kimse vardır. Akıllı bir kimse akılla sevindiği gibi, akıldan mahrum olanın da akılla sevinmesi, aklın şerefli oluşundandır. Bu bakımdan insanların en akıllısı olduğuna inandığı zaman, Allah'a şükretmesi kendisine vâcib olur. Eğer öyle değil de kendisini öyle sanıyorsa, bu da onun hakkında bir nimettir. Bu bakımdan toprağa gömdüğü bir hazineden ötürü kişi sevinir ve ona karşılık şükreder. Eğer onun haberi olmadan hazine çıkarılırsa, onun sevinci ve şükrü devam eder. Çünkü o hazine kendisi için daha yerde gömülü duruyor gibidir.
Halk/Yaratılış
Yaratılışa gelince, hiçbir kul yoktur ki sevmediği birtakım ayıpları başkasında görmemiş olsun. Zemmettiği birtakım ahlâkları müşahede etmesin. Kendisinin o kötü ahlâklardan uzak olduğunu sandığı için zemmeder. Halkın zemmi ile meşgul olmadığı zaman Allah'ın şükrüyle meşgul olması en uygunudur; zira Allah onun ahlâkını güzelleştirmiş, başkasına da kötü ahlâkı mübtelâ kılmıştır.
İlim
İlme gelince, nefsinin iç âlemini, fikirlerinin gizliliklerini bilmeyen hiç kimse yoktur. Onun bildiklerini ondan başkası bilmez. Eğer halktan biri o işe muttali olacak şekilde perde ortadan kalksa, rezil olur. Acaba bütün insanlar o ayıba muttali olursa, durum nasıl olur? Bu bakımdan her kulun özel bir şeyi vardır ki Allah'ın kullarından hiç kimse onu bilmekte kendisine ortak değildir. Öyleyse kötülüklerin yüzüne gerilen Allah'ın o güzelim örtüsüne karşı neden şükretmez? Allah onun güzel tarafını insanlara göstermiş, çirkin tarafını da örtmüş, insanların gözünden kaybetmiştir. Başkası mutlali olmasın diye onun bilgisini sadece kendisine vermiştir.
İşte bunlar özel üç nimettir. Her kul bunu itiraf eder.
Ya mutlak bir şekilde oraya bazı şeylerde. . . Bu bakımdan biz bu tabakadan da genel olan bir tabakaya inelim.
Allahü teâlâ'nın, sûretinde, şahsında, ahlâklarında, sıfatlarında, ailesinde, evladında, meskeninde, memleketinde, arkadaşında, akrabalarında, izzetinde, mertebesinde veya sevdiği diğer şeylerde birtakım şeyleri rızık olarak vermediği hiçbir kul yoktur. Eğer o rızıklar kendisinden alınıp başkasına verilirse buna razı olmaz. Bunlar dâ onun kâfir değil de Mü'min, cansız değil de canlı, hayvan değil de insan, dişi değil de erkek, hasta değil de sıhhatli, ayıplı değil de sağlam yaratılması gibi şeylerdir. Muhakkak bütün bu özellikler her ne kadar bunlarda umumîlik varsa da bu durumlar eğer zıdlarıyal değitirilmiş olurlarsa, kişi buna razı olmaz. Onun birtakım durumları da vardır ki onları insanların halleriyle değiştirmezler. Bu da ya halktan herhangi birisinin özel durumu ile değiştirmesi cihetinden veya halkın çoğunun özelliiyle değiştirmemesi cihetinden olur.
Bu bakımdan nefsinin durumunu başkasının durumuyla değiştirmediği zaman, onun hali başkasının halinden daha iyidir demektir. Çünkü Allahü teâlâ'nın o şahıs üzerinde birçok nimetleri vardır ki o şahıstan başka bir kuluna o nimetler verilmemiştir.
Kişi nefsinin durumunu sadece bazılarının durumu ile değiştirmeye razı olursa, bu takdirde onun katında gıbta edilenlerin sayısına bakılmalıdır. Şüphe yoktur ki başkalarına nisbeten onları az görür. Öyleyse bu halde onun altında olan, onun üstünde olanlardan pek fazladır. Peki neden hâli bakımından kendisinden üstün olana bakıp Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetleri hor görüyor? Kendisinden aşağı olana bakıp da Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetleri büyütmüyor? Neden dünyasını dinine eşit tutmuyor? Acaba nefsi, yapmış olduğu bir günahtan dolayı kendisini kınadığı zaman, fâsıkların çok olduğunu ileri sürerek nefsinden özür dilemez mi? Din hususunda daima (rütbece) altında olanı bakıp üstünde olanlara bakmaz. O halde dünya hususunda bakışı neden böyle değildir? Halkın çoğunun hali din hususunda ondan daha hayırlıysa, öbür dünya hususundaki hali, halkın çoğunun halinden daha hayırlıdır, öyleyse ona şükretmek nasıl gerekli olmaz?
Kim dünya hususunda kendisinden düşük olana, din hususunda da kendisinden üstün olana bakarsa, Allah bu kimseyi sabredici ve şükredici olarak yazar. Kim dünyada kendisinden üstün olana, dinde de kendisinden düşük olana bakarsa, Allah onu ne sabredici, ne de şükredici yazar!66
Madem durum budur, kim nefsini ve özelliklerini tedkik ederse, Allah'ın kendisine vermiş olduğu birçok nimetleri görür. Hassaten sünnet, îman, ilim, Kur'ân, sonra boş vakit, sıhhat emniyet ve başka nimetlerin kendisine verildiği bir insan ise çok daha açık bir şekilde görür. Bunun için 'Kim din ve dünyasında rahat ve huzur içinde olmak istiyorsa takvâca kendisinden üstün olana, malca kendisinden düşük olana baksın!' buyurulmuştur.
Allah'ın âyetleriyle zengin olmayan bir kimseyi Allah zengin etmez (veya etmesin) . 67
Bu söz ilim nimetine işarettir.
Kur'ân öyle bir zenginliktir ki ondan üstün zenginlik ve onunla beraber fakirlik yoktur. 68
Allah kime Kur'ân'ı vermişse, o da herhangi bir kimsenin kendisinden daha zengin olduğunu düşünürse, o kimse Allah'ın ayetleriyle istihza etmiş olur. 69
Kur'ân'la zenginleşmeyen bir kimse bizden değildir. 70 Zenginlik bakımından yakîn kâfidir. 71
Seleften bir zat şöyle demiştir: Allahü teâlâ indirdiği kitabların bir kısmında buyurmaktadır ki:
Kulu üç şeyden müstağni kılarsam ona nimetimi tamamlamış olurum:
1. Sultanın adamlarının kapısını çalmasından,
2. Tedavi için doktordan,
3. Başkasının elindeki servete göz dikmekten!
Şair bu durumu ifade ederek şöyle demiştir:
Gıda, sıhhat ve emniyet sana gelmesine rağmen, üzüntülü olarak sabahlarsan, üzüntü hiçbir zaman senden ayrılmasın!
Bu husustaki ifadelerin en açığı ve en güzeli, dad harfiyle konuşanların en beliği olan Hazret-i Peygamber'in şu sözüdür: 'Kim cemaatinden emin, bedeni de âfiyetli ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa sanki dünya bütün varlıklarıyla onun emrine sevkedilmiştir'.
Bütün insanları şikayet eder görürsün, bu üç işin ötesinde birtakım işlerden hoşnutsuzdurlar. Oysa o işler onlar için günahtır. Bu üç şeyde Allah'ın nimetlerine şükretmezler. Basiret sahibinin ancak marifet, yakîn ve imanla sevinmesi uygundur. Biz âlimlerden öylelerini biliyoruz ki eğer şarktan garba kadar yeryüzündeki padişahların bütün varlıkları kendisine teslim edilse, ona 'Bunları ilminin bedeli olarak al' dense veya 'Bunları ilminin yüzde birinin bedeli olarak al' dense yine tenezzül edip almaz. Çünkü o, ilim nimetinin kendisini âhirette Allah'ın yakınlığına vardıracağını ümit eder. Bilakis ona 'Âhirette umduğunun hepsi sana verilecektir. Bu bakımdan sadece bu dünya mülkünü dünyada ilminden almış olduğun zevk ve sevgi yerine al!' dense, yine almaz.
Çünkü ilmin lezzetinin daimî olduğunu, orada mücadele, münakaşa ve bulanıklık bulunmadığını, dünya lezzetlerinin hepsinin eksik, bulanık, karışık olduğunu bilir. Dünya lezzetlerinin ümitlisi korkulusuna, lezzeti elemine, sevgisi üzüntüsüne karşılık olmaz. Nitekim şimdiye kadar böyle oldu. Dünya kaldıkça da böyle olacaktır; zira dünya lezzetleri ancak eksik akılları celbeder, aldandiği zaman da dünya onlardan uzaklaşıp isyan eder. Tıpkı dış görünüşü güzel olan, zengin ve serkeş bir gence süslü püslü görünen bir kadın gibi. . .
Ne zaman ki genç ona vurulursa gençte uzaklaşır, ondan gizlenir. Genç artık, daimî bir sıkıntı, daimî bir meşakkat içerisinde olur. Bütün bu felâketler bir anlık o kadına bakmanın lezzetinden kaynaklanır. Eğer gencin aklı olup gözünü yumsaydı, o lezzete önem vermeseydi, hayatı boyunca sıkıntı çekmezdi.
İşte dünya ehli böylece dünyanın ağlarına girdiler. Dünyadan yüz çevirip dünyaya sabrettiğinden elem çektiğini söylemek uygun değildir; zira dünyaya dalan da sabretmekte, korunmakta, kazanmakta, hırsızları kendisinden uzaklaştırmakta elem çeker. Kaldı ki dünyadan yüz çevirenin elemi âhirette lezzete dönüşür. Dünyaya dalanır. elemi ise âhirette başka bir eleme götürür. Dünyadan yüz çeviren insan nefsine şu âyeti okusun!
O topluluğu takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin çektiğiniz acı gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız. (Nisâ/104)
Öyleyse şükür yolu ancak zâhir bâtın, özel ve genel nimetlerin cahili oldukları için halka kapatılmıştır.
Soru: Bu gâfil kalplerin ilâcı nedir ki Allah'ın nimetlerini sezip o nimetlerin şükrünü yapsınlar?
Cevap: Basiret sahibi kalplerin ilâcı, işaret ettiğimiz ilâhî nimetlerin sınıfları hakkında düşünmektir. Ahmak olan ve nimeti ancak özel olduğu takdirde nimet sayan veya nimetlerle beraber belayı hisseden kalplere gelince, bunların tedavi yolu daima kendisinden aşağı olana bakmaktır. Bazı sûfîlerin yaptığını yapmaktır; zira sûfîlerden bazıları hergün hastalara ve mezarlara gider. Cezaların tatbik edildiği yerlere, hastanelere, Allahü teâlâ'nın kullarına vermiş olduğu belaların çeşitlerini görmek için gider, sonra sıhhat ve selâmetini düşünür. Böylece kalbi hastaların belasını sezdiği zaman sıhhat nimetini sezer ve Allah'a şükreder. Öldürülen canileri, azaları kesilen suçluları, tâzib edilen âsîleri görür, cinayetlerden ve cezalardan korunduğundan dolayı Allah'a emniyet nimetine karşı şükreder
Mezarlara gider, ölülerin nezdinde eşyaların en sevimlisinin bir gün dahi olsa dünyaya geri gelmek olduğunu anlar. Dünyaya geldikten sonra Allah'a isyan eden, isyanın telâfisine çalışmalıdır. İtaat eden de daha fazla ibâdete dalmalıdır. Çünkü kıyâmet günü zarar etme günüdür. İtaat eden bir kimse de zarar eder. Çünkü ibâdetinin mükafatını görür ve şöyle der: 'Ben bu ibâdetlerden daha fazlasını yapabilirdim. Bazı vakitlerimi mübah şeylerde geçirdiğim için zararım ne kadar da büyükmüş'.
Asiye gelince, onun zararı açıktır. Bu bakımdan mezarları gördüğü ve ölüler nezdinde eşyanın en sevimlisinin kendisinin hayatta olduğu gibi hayatta olmalarını temeni ettiklerini bildiği zaman, hayatının geri kalan kısmını ölülerin yapmak için dünyaya gelmeyi temenni ettikleri ibâdete sarfeder ki dolayısıyla hayatta kaldıkça Allah'ın nimetlerini tanımış olsun. Böylece kendisine mühlet verildikçe bu bilgiye önem verir. O nimeti bildiği zaman şükreder. Hayatını ne için yaratılmış ise ona sarfeder. O da dünyadan âhiret için azık edinmektir. İşte bu gâfil kalplerin ilacı, Allah'ın nimetlerini bilip ona şükretmektir.
Rebî b. Hayseme basireti tamam olmasına rağmen, marifetini perçinleştirmek için bu yola başvururdu. Evinde bir mezar kazmıştı. Boynuna zincir takar o mezara yatar, sonra şu âyeti okurdu:
Nihayet onlardan birine ölüm geldiği vakit 'Rabbim, der; 'beni dünyaya geri çevir ki ben terkettiğim îmanı yerine getirip salih bir amelde bulunayım'. (Mü'minûn/99-100)
Sonra kalkar ve derdi: 'Ey Rebî! Sana istediğin verildi. O halde isteyip de geri döndürülmezden önce ibâdette bulun'.
Şükürden uzak olan kalpleri tedavi etmekte kullanılması uygun olan formüllerden biri de nimetin şükrü yapılmadığı zaman kaçıp bir. daha geri gelmeyeceği hakikatini bilmektir.
Bu nedenle Fudayl b. Iyâz şöyle demiştir: 'Nimete karşı şükürden ayrılmayın! Bir kavimden alındığı takdirde geri gelen çok az nimet vardır!
Seleften biri şöyle demiştir: 'Nimetler ürkektir. Onları şükür ile bağlayın'. Haberde şöyle vârid olmuştur: 'Allah'ın kul üzerindeki nimetleri büyüdükçe insanların ihtiyacı onun yanına düşer. Bu bakımdan insanların ihtiyacında gevşeklik gösteren, nimetini yok olmaya mâruz bırakır'.
Bir kavmin kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez. (Ra'd/11)
İşte buraya kadar saydıklarınız bu rüknün tamamıdır.
66) Tirmizî
67) Irâkî hadîsi bu lâfızlarla görmediğini söylemiştir.
68) Ebû Ya'lâ, Taberânî
69) Buhârî, Tarih .
70) Tilâvet'ul'Kur'ân bölümünde geçmişti.
71) Taberânî
Soru: Nimetler hakkında söylediğin şeyler Allah'ın her varlıkta nimeti olduğuna işarettir. Bundan da anlaşılır ki belânın asla varlığı yoktur. O halde bu durumda sabretmenin mânâsı ne olabilir? Eğer belâ mevcut ise belaya şükretmenin mânâsı nedir? Oysa bazıları 'Biz nimete karşı şükretmekten fazla belaya karşı şükrediyoruz' iddiasında bulunmuşlardır. Bu bakımdan belaya karşı yükretmek nasıl tasavvur olunabilir? Kendisine sabretmek gereken bir şeyin şükrü nasıl yapılır? Oysa belaya karşı sabretmek elemi, şükür de sevinmeyi gerektirir. Elem ile sevinme zıddıdır. O halde sizin 'muhakkak Allah için her var ettiğinde kullarına bir nimeti vardır' sözünüzün mânâsı nedir?
Cevap: Nimet olduğu gibi belâ da vardır. Nimetin isbâtına dair hüküm, belânın ispatını da içerir. Çünkü nimet ile belâ zıddırlar. Bu bakımdan belânın yokluğu nimettir, nimetin yokluğu beladır. Fakat daha önce geçti ki nimet her yönden mutlak ve kayıtsız olan nimet ile ki bu nimet âhirette kulun Allah'ın komşuluğunda bulunmasının saadeti gibidir, dünyada ise îman, güzel ahlak ve yardımcıları gibidir bir yönden kayıtlı, diğer bir yönden kayıtlı olmayan nimete ayrılır. Bu son kısmın misali, bir yönden dini ıslah eden, bir yönden ifsad eden mal gibidir. Bu bakımdan belâ da mutlak ve mukayyed kısımlara ayrılır. Âhirette mutlak olan belâ, bir müddet için veya daima Allah'tan uzak olmaktır. Dünyada ise küfür, mâsiyet, kötü ahlaktır. Bunlar insanı mutlaka belaya sürükler. Mukayyed belâ ise fakirlik, hastalık, korku ve din hususunda değil, sadece dünya hususunda olan belânın diğer çeşitleri gibi belalardır,
Bu bakımdan mutlak şükür, mutlak nimetin karşılığıdır. Dünyadaki mutlak belaya gelince, bazen ona sabretmek emrolunmaz. Çünkü küfür beladır. Küfüre sabretmenin mânâsı yoktur. Mâsiyet de böyledir. Aksine kâfir bir kimsenin hakkı küfrünü terketmektir. Asinin hakkı da böyledir.
Evet! Kâfir bazen kâfir olduğunu bilmez. Bu bakımdan kendisinde bir hastalık olup baygınlıktan veya başka bir sebepten dolayı acı duymayan bir kimse gibi olur. O halde küfür üzerinde sabır yoktur. Günahkâr, günahkâr olduğunu bilirse, kendisine günahı terketmek düşer. İnsana defetmeye muktedir olduğu belaya sabretmek emredilmez,, aksine o elemin giderilmesi emredilir. Sabretmek ancak giderilmesi kulun gücü dahilinde olmayan bir eleme karşı olur. Bu bakımdan dünyadaki sabır, mutlak belâ olmayana değil, bir yönden nimet olması caiz olana dönüşür. Bu nedenle bu şeyde sabır ile şükür vazifesinin bir araya gelmesi düşünülür. Mesela zenginliğin, insanın helâk olmasının sebebi olması caizdir. Hatta malından ötürü kendisi ve evlatları öldürülür. Sıhhatli olmak da böyledir. Öyleyse bu dünya nimetlerinden hiçbirisi yoktur ki belaya dönüşmesi caiz olmasın! Fakat bu da ona izafeten böyledir ve böylece hiçbir belâ yoktur ki nimet olmaya dönüşmesi caiz olmasın. Fakat bu da ona izafeten böyledir ve bütün bunlar şahsın haline nisbetendir. Çok kul vardır ki onun için hayır fakirlikte ve hastalıktadır. Eğer onun bedeni sıhhatli, malı çok olsaydı haddini aşar, tuğyan ederdi.
Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı, yüryüzünde azar, taşkınlık ederlerdi. (Şûrâ/27)
Hayır insan azgınlık eder, kendini müstağni gördüğü için! (Alâk/6-7)
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Muhakkak Allah Mü'min kulunu sevdiği zaman dünyadan korur; herhangi birinizin hastasını koruduğu gibi. . . 72
Kadın, evlat ve yakınlar da böyledir.
On altı kısımda, îman ve güzel ahlâk hariç, söylediğimiz diğer nimetlerin hepsinin, bazı insanlar hakkında belâ olması mümkündür. Bu takdirde onların zıdları nimet olur; zira daha önce geçti ki marifet, kemâl ve nimettir. Çünkü Allah'ın sıfatlarından biridir. Fakat bazı durumlarda kul için belâ olur. Bu takdirde onun yokluğu nimettir. Bunun misali, insanın ecelini bilmemesidir. Bu bilgisizlik insan için nimettir; zira insan ecelini bilmiş olsaydı, çoğu zaman hayat onun için zehir olur, üzüntüsü çok olurdu, insanın dostları ve akrabaları tarafından aleyhinde tasarlanan şeyleri bilmemesi de insan için bir nimettir; zira eğer perde kalkar, buna muttali olursa, elemi, kini ve intikam duygusu artar. Böylece başkasının kötü sıfatlarını bilmemesi de bir nimettir; zira eğer bilseydi ona buğzeder, eziyet ederdi.
Bu da dünya ve âhirette kendisi için günah olurdu. Hatta başkasındaki güzel ahlâkları dahi bilmemesi bazen kendisi için nimettir; zira o insan Allah'ın veli kullarından olabilir. Oysa ona eziyet edip onu hafife almak durumunda kalabilir. Eğer Allah'ın velî kullarından olduğunu bildiği halde ona eziyet verseydi, şüphesiz ki bu takdirde günahı daha büyük olurdu. Çünkü bir peygambere veya bir velîye, bildiği halde, eziyet veren bir kimse, bilmeyip de eziyet veren bir kimse gibi değildir.
Bu nimetlerden biri de Allahü teâlâ'ınn kıyâmet saatini, kadir gecesini, cuma günündeki eşref saatini ve birtakım büyük günahları mübhem bırakmasıdır. Bütün bunlar nimettir. Çünkü bu bilgisizlik, bunlar: daha fazla aramayı ve çalışmayı gerektirir.
İşte bunlar Allahü teâlâ'nın ilimdeki nimetlerini buna kıyas et! Biz ne zaman nerede 'Allah'ın her mevcutta bir nimeti vardır' dersek bu söz haktır ve herkesin hakkında da geçerlidir ve bu umumî kaideden, ancak zan ile, bazı insanlarda yaratmış olduğu elemler istisna edilir. Bu elemler de bazen bunlardan sağlam olan bir kimse hakkında nimet olur. Eğer onun hakkında nimet olmazsa, günahtan hâsıl olan elem gibi, kendi elini kesmesi, bedenini dağlamas; gibi şeylerden kişi hem günahkâr olur, hem de elem duyar. Kâfirin ateşteki elemi gibi. . , Bu da nimettir. Fakat bunların hakkında değil, başka kullar hakkında nimettir; zira bir kavmin musibetleri başka bir kavmin yanında nimet olabilir. Eğer Allahü teâlâ azabı yaratmış olup onunla bir grubu azaba düçar etmeseydi, muhakkak nimetlerin içerisinde yüzenler, o nimetlerin kadrini takdir etmezler ve sevinmezlerdi. Bu bakımdan cennet ehlinin sevgisi, ancak cehennem ehlinin elemlerini düşündükleri sürece katmerleşir. Dünya ehlini görmez misin? Şiddetle güneşe muhtaç olmakla beraber çünkü güneş herkes için nimettirgüneşin ışığı ile sevinmezler. Göklerin zînetine bakmakla sevinçleri artmaz. Oysa gökyüzü, yeryüzünde uğraşıp çalıştıkları her bahçeden daha güzeldir.
Fakat göğün süsü umumî olduğu için bunu farketmez ve onunla sevinmez. Madem durum budur, o halde bizim 'Allah her ne yaratmış ise muhakkak onda bir nimeti vardır. Ya bütün kullarına veya bir kısım kullarına o nimetini verir' sözümüz doğrudur. Öyleyse Allah'ın yarattığı belada nimet de vardır. Ya mübtelâ olana veya başkasına. . . O halde, 'Mutlak belâ' ve 'Mutlak nimet' diye vasıflandırılmayan şeylerde kul üzerinde iki vazife bir araya gelir. O da sabır ile şükür vazifeleridir.
Soru: Sabır ile şükür zıddır. Nasıl bir araya gelirler? Çünkü sabır üzüntüye, şükür de sevinmeye karşı olur?'
Cevap: Birşey bir yönden üzüntü, bir yönden de sevinme vesilesi olur. Bu bakımdan sabır üzüntü cihetinden, şükür de sevgi cihetinden gelir. Fakirlik, hastalık, korku ve dünya belasında beş şey vardır. Akıllı bir kimse onlarla sevinmeli ve onlara karşı şükretmelidir.
Birincisi: Her musibet ve hastalığın, daha büyük olması düşünülebilir; zira Allahü teâlâ'nın kudreti dahilinde olanların sonu yoktur. Eğer Allah o musibeti kat kat verseydi kim onu reddeder, önüne perde olurdu? O halde kendisine daha büyüğü verilmediği için şükretmelidir.
İkincisi: Musibetin dininde olması mümkündü.
Bir kişi Sehl Tüsterî'ye şöyle dedi: 'Hırsız evime girip eşyamı götürdü'. Sehl 'Allah'a şükret' dedi; 'eğer şeytan kalbine girip Tevhîdi ifsad etseydi ne yapardın!' Bu nedenle Îsa (aleyhisselâm) duasında istiâze ederek şöyle demiştir: 'Ey Allahım! Benim musibetimi dinimde kılma!'
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) 'Ben herhangi bir belâ ile mübtelâ olduğumda mutlaka Allah'ın dört nimetine mazhar olmuşumdur: a) Dinimde olmadığı için, b) Ondan daha büyüğü olmadığı için, c) Onunla razı olmaktan mahrum olmadığım için, d) Ondan dolayı sevap umduğum için!'
Kalp erbabından birinin bir dostu vardı. Sultan onu hapsetti. Hapsedilen haber gönderip dostunu haberdar ederek şikayette bulundu. O kalp erbabı zat ona 'Allah'a şükret!' dedi. Hapsedilen adam dövüldü. Yine dostuna haber gönderip haberdar etti ve şikayette bulundu. Dostunun sözü 'Allah'a şükret!' oldu. Bir müddet sonra bir mecûsî getirildi, onun yanına hapse tıkıldı. Mecusî de ishal olmuştu. Mecusî'nin eli ayağı zincire vuruldu. O zincirin bir halkası o adamın ayağına, bir halkası da mecusî'nin ayağına takıldı. Hapsedilen, dostuna haber gönderdi. Dostu 'Allah'a şükret! diye karşılık verdi. Mecusî kalkmak mecburiyetinde kaldığında o da ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyordu, Mecusî'nin yanıbaşmda duruyor, mecusî def-i hâcet ediyordu, Bu durumu dostuna yazdı.
Dostundan 'Allah'a şükret' diye cevap geldi. Hapsedilen kızarak 'Bu ne zamana kadar devam edecek? Bu beladan daha büyük hangi belâ olabilir?!' dedi. Ârif kişi ona dedi ki: 'Eğer mecusî'nin beline bağlı bulunan zünnar seninkine bağlanmış olsaydı ne yapabilirdin?'
Madem durum budur, herhangi bir belâ ile karşılaşan bir insan zâhir ve bâtın kötülüğü hakkında düşündüğü zaman, gerek dünyada gerek âhirette mübtelâ olduğu beladan daha fazlasına müstehak olduğunu görür. Sana yüz sopa atmaya yetkili olan biri on sopa ile iktifa ederse teşekkür edilmeye müstehaktır. Senin iki elini kesmeyi haketmiş biri, birini sana bırakırsa teşekkür edilmeye müstehaktır.
Meşayihten biri bir çarşıdan geçti. Onun kafasına bir tencere kül döküldü. Derhal Allah'a şükür secdesine vardı. Kendisine denildi ki: 'Bu secde ne idi?' Dedi ki: 'Ben, üzerime ateş dökülmesini beklerken külün dökülmesi benim için nimettir'.
Birine şöyle denildi: 'Bizden yağmur kesilmiştir. Sen yağmur duasına çıkmaz mısın?' Cevap olarak dedi ki: 'Siz yağmurun geciktiğini, ben de taş yağmasının geciktiğini görüyorum.
Soru: Günahları benimkinden daha fazla olan insanlar görüyorum ki benim başıma gelen belâ onlarınkine gelmemiştir. Hatta kâfirlere bile gelmemiştir. Bu durumda ben nasıl sevineyim?'
Cevap: Kâfir için fazlası gizlenmiştir. Ona daha fazla günah işlesin, cezası uzasın diye mühlet verilmiştir.
Küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasın! Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz. (Âl-i İmrân/178)
Günahkâr kişi yeryüzünde kendisinden daha günahkâr kimseler olduğunu nereden biliyor? Oysa çoğu zaman Allah'ın ve sıfatlarının hakkında öyle bir su-i edebe girmiştir ki o su-i edeb, içki içmekten, zinadan ve azalarla yapılan diğer günahlardan daha büyük ve daha korkunçtur. Bu nedenle Allahü teâlâ, onun benzeri hakkında şöyle buyurmuştur:
Onu önemsiz bir iş sanıyorsunuz! Oysa o, Allah'ın katında büyük (bir günah) tır. (Nûr/15)
O halde sen nerden biliyorsun ki başkası senden daha günahkârdır? Sonra umulur ki onun azabını Allah âhirete tehir etmiş seninkini dünyada vermiştir. Bundan dolayı Allah'a neden şükretmiyorsun?
Üçüncüsü: Bu, şu demektir: Hiçbir ceza yoktur ki âhirete tehir edilmesi düşünülmesin. İnsan dünyanın musibetlerinden, başka sebeplerle teselli edilir, böylece musibet kolaylaşır ve elemi de azalır. Âhiretin musibeti devam eder. Eğer devam ederse teselli ile onu hafifletmeye imkân yoktur; zira âhirette teselli sebepleri tamamen azap görenlerin elinden çıkmıştır. Dünyada cezası verilen, ikinci bir defa ceza görmez.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir kul günah işlediği zaman ona dünyada bir belâ isabet etti mi ikinci bir defa onu azaba düçar etmekten Allah yücedir.
Dördüncüsü: Bu musibet ve belâ, o insanın üzerinde levh-i mahfuz'da yazılıdır. Mutlaka o musibet ona isabet edecekti ve etti. Onun bazısından veya hepsinden istirahata kavuştu. İşte bu da bir nimettir.
Beşincisi: O musibetin sevabı ondan daha fazladır; zira dünya musibetleri iki yönden, âhiretin yollarıdır.
1. Tiksindirici ilâç, hasta hakkında nimet olur. Oyundan menedilmek çocuk hakkında nimet olur; zira çocuk oyunla başbaşa bırakılırsa oyun onu ilim ve edepten engellediği için bütün hayatı mahvolur. Mal, aile efradı, akrabalar, âzalar, hatta varlıkların en azizi olan göz, bazı hallerde insanın helâkine sebep olur; zira mülhidler (inkârcılar) yarın, kıyâmette deli veya çocuk olmalarını temenni ederler. Akıllarıyla Allah'ın dininde tasarruf etmemelerini temenni ederler. Bu bakımdan bu sebeplerden herhangi biri kulda bulunduğu zaman onda kul için dinî bir hayır olması düşünülebilir. Öyleyse kul için Allah hakkında güzel zanda bulunmak gerekir. Başına gelen şeyde hayır görmesi ve ondan dolayı şükretmesi lâzımdır; zira Allah'ın rahmeti geniştir. O kuldan daha iyi bilir. Yarın kıyâmette kullar, belalara karşı olan sevapları gördükleri zaman çocuğun, âkil ve bâliğ olduktan sonra, dövmesinden ve terbiye vermesinden dolayı babasına ve hocasına, verilen terbiyeden istifade ettiğini idrâk ettiğinden dolayı teşekkür ettiği gibi, onlar da Allah'a teşekkür ederler. Allah'tan gelen belâ, kul için tedibdir. Allah'ın kulu hakkındaki inayeti, babaların evlatları hakkındaki inayetinden daha büyüktür. Rivâyet edildiğine göre bir kişi, Hazret-i Peygamber'e 'Bana vasiyet et' dediğinde, Hazret-i Peygamber ona şöyle buyurdu:
Allah'ı, senin için hükmettiği bir şeyde itham etme!
Hazret-i Peygamber bir ara göğe bakıp güldü. Bu gülümsemenin sebebi kendisine sorulunca şöyle buyurdu:
Allahü teâlâ’nın Mü'min bir kula hükmettiği şeye hayret ettim. Eğer Mü'min kul için genişliği hükmederse, Mü'min razı olur ve kendisi için hayırlı olur. Eğer onun için sıkıntıyı ve zararı hükmederse Mü'min de razı olursa kendisi için hayırlı olur!
2. Helâk edici hataların başı dünya sevgisidir. Kurtarıcı sebeplerin başı da kalben aldanış yuvasından uzaklaşmaktır. Nimetlerin belalar ve musibetlerle karışmaksızın istediği gibi akması kalbin dünyaya ve sebeplerine güvenmesini ve yakınlaşmasını gerektirir. Öyle ki dünya o kişi hakkında cennet gibi olur. O kişinin belâsı dünyadan ayrıldığı için oldukça büyür, kişinin üzerinde musibetler çoğaldığı zaman kalbi dünyadan ürker. Dünyaya itimat etmez, yakınlık kurmaz. Dünya onun için hapishane olur. Onun dünyadan kurtuluşu hapishaneden kurtuluş gibi, lezzetin en büyüğü olur. Bu nedenle Allah'ın peygamberi şöyle buyurmuştur: 'Dünya Mü'minin hapishanesi, kâfirin cennetidir'.
Kâfir, Allah'tan yüz çeviren, dünya hayatından başkasını istemeyen, dünyaya razı olup güvenen kimsedir. Mü'min ise kalbiyle dünyadan uzak duran, dünyadan göçmeye meyleden kimsedir. Küfrün bazısı açık, bazısı gizlidir. Kalpteki dünya sevgisinin miktarı kadar, kalbe gizli şirk girer. Mutlak muvahhid (Allah'ı birleyici) o kimsedir ki ancak hak olan Bir'i sever. Bu bakımdan belada bu yönden nimetler vardır. Öyleyse belâ ile sevinmek farzdır. Acı çekmek de kaçınılmaz bir şeydir. Bu, hacamata muhtaç olduğun anda seni parasız hacamat edene veya sana meccanen tiksindirici ve faydalı bir ilâcı içiren bir kimse ile sevinmene benzer; zira sen, hem bu kimse ile sevinir, hem de elem duyarsın. Eleme karşı sabreder, sevgi sebebinden dolayı da şükredersin. Bu bakımdan dünyevî işlerdeki belânın misali, hal-i hazırda sana acı gelen, gelecekte fayda veren ilâçtır. Padişahın sarayına güzelliği için giren ve oradan çıkacağını bilen bir kimse, beraberinde çıkmayıp orada kalan güzel bir yüzü görürse, bu onun için hem günah hem de belâ olur.
Çünkü o, öyle bir konağa ünsiyet veriyor ki orada devamlı kalma imkânından muhrumdur. Eğer orada kaldığında padişahın çıkıp gelmesi ve kendisine işkence etme tehlikesi varsa, onu o yerden kaçırtacak bir nahoş hâdise kendisine isabet ederse bu onun için bir nimettir. Dünya bir konaktır.
İnsanlar rahim kapısından oraya girmişlerdir, kabir kapısından da çıkacaklardır. Bu bakımdan onları o konağa ısındırıcı herşey beladır. O konaktan kalplerini soğutcu, ünsiyetlerini kesici herşey de nimettir. O halde bunu bilen bir kimsenin belalara şükretmesi düşünülebilir. Beladaki bu nimeti bilmeyen bir kimsenin ise şükretmesi düşünülemez. Çünkü şükür, zarurî olarak nimetin bilinmesine tâbidir. Kim musibetin sevabının musibetten daha büyük olduğuna inanmazsa, o kimsenin musibetten dolayı şükretmesi düşünülemez.
Hikâye olunuyor ki bir bedevî, İbn-i Abbâs'a, babası Hazret-i Abbas için taziyede bulunarak şu şiiri okudu:
Sabret! Biz de seninle sabredici oluruz! Ancak raiyenin sabrı, başın sabrından sonradır! Abbas'tan sonra senin sabrın Abbas'tan daha hayırlıdır. Allah da Abbas için senden daha hayırlıdır.
Bunun üzerine İbn-i Abbâs dedi ki: 'Hiç kimse bana bundan daha güzel taziyede bulunmadı!'
Musibetlere sabretmek hakkında vârid olan haberler çoktur. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah kim için hayrı irade ederse, ona musibet verir. 73
Allahü teâlâ (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:
Kullarımdan birine, bedeninde veya malında veya evladında bir musibet verdiğim zaman, musibeti güzel bir sabır ile karşılarsa, kıyâmet gününde onun için bir mizan kurmaktan veya onun için bir defter açmaktan hayâ ederim.
Herhangi bir kul, herhangi bir musibete giriftar olduğunda, Allah'ın buyurduğu gibi, 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz' (Bakara/156) ve '. Ey Allahım! Musibetimde beni me'cur kıl! O musibetle götürdüğünün daha hayırlısını bana ver!' derse, muhakkak Allahü teâlâ onun için isteneni yapar.
Allahü teâlâ (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:
Kimin iki gözünü alırsam onun karşılığı evimde (cennetimde) daimî durmak ve yüzüme bakmaktır. 74
Rivâyet ediliyor ki bir kişi 'Ey Allah'ın Rasûlü! Malım gitti, bedenim hastalıklı oldu!' diye şikayette bulununca, Hazret-i Peygamber
cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Malı gitmeyen ve bedeni hastalanmayan bir kulda hayır yoktur. Muhakkak ki Allah, herhangi bir kulunu sevdiği zaman ona belâ verir. Ona belâ verdiği zaman da kendisine sabır verir. 75
Kişi Allah katında büyük bir derece sahibi olabilir. O dereceye hiçbir amelle varamaz ancak bedenine isabet eden belâ ile o belâ vasıtasıyla o dereceye varır. 76
Habbab b. Eret'den şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Peygamber Kâbe'nin gölgesinde, abasına bürünmüş durumdayken biri geldi, ona şikayette bulundu ve dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Neden Allah'tan bizim için yardım dilemiyorsun?' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, rengi kıpkırmızı olduğu halde kalkıp oturdu, sonra şöyle buyurdu:
Sizden önce geçmiş müslümanlardan biri için yerde bir çukur kazılır, testereyle ikiye biçilirdi de yine de bu durum onu dininden döndürmezdi. 77
Hazret-i Ali'den şöyle rivâyet ediliyor: 'Sultan herhangi bir kişiyi zulmen hapseder veya dövdüğünde ölürse o şehiddir!'
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Senin elemini hiç kimseye şikayet etmemen ve musibetini söylememen, Allah'a olan tâziminden ve Allah'ın hakkını bilmendendir.
Ebu'd Derda (radıyallahü anh) şöyle derdi: 'Siz ölüm için doğuyorsunuz. Harap olmak için tamir ediliyorsunuz. Yok olacak olan karşılığında kalacak olanı bırakıyorsunuz. Üç şey ne güzeldir: Fakirlik, hastalık ve ölüm'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allah bir kula hayrı irade ederek onu günahlardan temizlemeyi dilediği zaman, onun üzerine şiddetli belâ yağdırır. Oluk halinde üzerine belâ akıtır. Kul, Allah'ı çağırdığı zaman, melekler derler ki: 'Bu ses belli bir sestir!' İkinci bir defa çağırıp 'Ya rabbî!' dediği zaman, Allahü teâlâ ona 'Ey kulum! İki defa sana cevap veriyor ve iki defa seni said kılıyorum. Benden istediğin birşey varsa veririm veya senden belayı defeder veya katında senin için ondan daha faziletli olanı sağlarım'. Kıyâmet günü geldiğinde amel ehli getirilir, namaz, oruç, sadaka, hac gibi amellerinin karşılıklarını alırlar. Sonra belâ ehli getirilir. Onlar için bir mizan kurulmaz, bir defter açılmaz. Dünyada belâ onların üzerine nasıl akıtılmış ise, ecirler de kendilerinin üzerine o şekilde akıtılır. Bu durum karşısında dünyada sıhhatli ve âfiyetli olanlar dünyada bedenlerinin makaslarla parçalanmış olmasını temenni ederler. Çünkü belaya mâruz kalanların nimetini görürler. İşte bu manzara şu ayetin mânâsıdır: 'Allah yolunda sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir'. (Zümer/10) 78
İbn-i Abbâs'tan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediliyor: Peygamberlerden biri rabbine şikayette bulunarak şöyle dedi:
Yarab! Mü'min kulun sana itaat ediyor günahlarından uzaklaşıyor. Sen ondan dünyayı alıyor, ona belayı veriyorsun. Kâfir kulun sana itaat etmiyor, sana karşı günahkâr oluyor. Sen ondan belayı uzaklaştırıyor, dünyayı onun için yayıyorsun. (Bu nasıl olur?)
Bunun üzerine Allahü teâlâ ona vahiy gönderek şöyle buyurmuştur:
Kul da benim, belâ da benimdir. Her biri benim hamdimle tesbih eder. Bu bakımdan Mü'minin üzerinde günah olduğunda ben dünyayı ondan alır, ona belâ veririm ki benim huzuruma gelinceye kadar günahlarının kefareti olur. O zaman da sevaplarının mükâfatını ona veririm.
Kâfirin de sevapları olur. Onun rızkını genişletir, belayı ondan uzaklaştırırım. Sevaplarının mükâfatını dünyada ona veririm ki benim huzuruma sevapsız gelsin. O zaman da günahlarıyla onu cezalandırırım!
Rivâyet ediliyor ki 'Kim bir kötü iş yaparsa onunla cezalanır' (Nisâ/123) âyeti nâzil olduğu zaman Hazret-i Ebû Bekir şöyle demiştir: 'Bu ayetten sonra artık sevinmek nasıl olur?' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey Ebû Bekir! Allah seni affetsin. Sen hasta olmaz mısın? Sana eziyet dokunmaz mı? Sen üzülmez misin? İşte bunlar karşılığını göreceğiniz şeylerdendir. 79
Ukbe b. Amir'in rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir insanı günahta ısrar ettiği halde Allah ona sevdiği şeyleri veriyor iken gördüğünüzde biliniz ki bu durum onun için aldatmadır.
Sonra Hazret-i Peygamber şu âyeti okumuştur:
Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilenle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık, birdenbire bütün umutlarını yitirdiler. (En'âm/44)
Hasan-ı Basrî'den şöyle rivâyet ediliyor: Ashâbdan bir kişi, cahiliyyet devrinden tanıdığı bir kadını gördü. Onunla biraz konuşup ayrıldı. Yürüdüğü halde arada sırada dönüp kadına bakıyordu. Bu esnada bir duvara çarptı ve yüzü yaralandı, Hazret-i Peygamber'i gelip hâdiseyi anlattı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Allah bir kuluna hayrı irade ettiği zaman günahının cezasını dünyada hemen verir. 80
Hazret-i Ali 'Size Kur'ân'daki en fazla ümit veren âyeti haber vereyim mi?' dediğinde, dinleyenler 'Evet!' dediler, o da şu âyeti okudu:
Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah yaptıklarınızın) bir çoğunu da affeder. (Şûra/30)
Bu bakımdan dünyadaki musibetler işlenen günahlar yüzünden meydana gelirler. Öyleyse Allahü teâlâ dünyada kulunu cezalandırdığı zaman ikinci bir defa onu azaba dûçar etmekten yücedir. Dünyada onu affettiği takdirde kıyâmette onu tâzib etmekten münezzehtir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah katında, hilim ile karşılanan öfkeden ve sabırla karşılanan musibetten daha sevimli hiçbir şey yoktur! Allah katında, Allah yolunda dökülen bir damla kan veya gecenin karanlığında Allah'tan başkasının görmediği ve secde halinde olduğu halde akıtılan bir damla göz yaşından daha sevimli birşey yoktur. Allah katında, farz namaza veya sıla-yı rahme doğru atılan bir adımdan daha sevimli iki adım atılmamıştır. 31
Ebu'd Derda'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Süleymân'ın oğlu vefat etti. Süleyman (aleyhisselâm) buna çok üzüldü. Bunun üzerine iki melek kendisine geldi. Onun huzurunda iki hasım gibi diz çöktüler. Biri dedi ki: 'Ben tohum ektim. Biçilecek duruma geldiği zaman bu adam yanından geçti; ekinimi mahvetti'.
Hazret-i Süleymân (aleyhisselâm) diğerine 'Sen ne diyorsun?' diye sordu. Dedi ki: 'Ben yolda yürüyordum. Birden önüme tarla çıktı. Sağa sola baktım yol yoktu; baktım ki yol ekinin içinden geçiyor'.
Hazret-i Süleymân (aleyhisselâm) tarla sahibine 'Neden yola ektin? Bilmez misin halk için yol gereklidir?' dedi. Ziraat sahibi 'Sen çocuğun için neden üzülüyorsun? Bilmez misin ölüm âhiret yoludur!' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Süleymân (aleyhisselâm) rabbine tevbe etti. O günden itibaren çocuğu için üzülmedi.
Ömer b. Abdülaziz hasta yatan bir çocuğunun yanına girip şöyle dedi: 'Ey oğul! Senin benim terazimde olman benim nezrimde benim senin terazinde olmamdan daha sevimlidir'. Çocuk 'Babacığım! Muhakkak senin sevdiğin, bence, benim sevdiğimden daha sevimlidir' dedi.
İbn-i Abbâs'a bir kız çocuğunun ölüm haberi getirildiğinde istirca' da bulunup İnna lillâhî ve innâ ileyhi râciûn ayetini okudu ve şöyle dedi: O bir avretti; Allah onu örttü! Bir nafaka idi; Allah onu tekeffül etti. Bir ecirdi; Allah onu gönderdi'. Sonra iki rek'at namaz kıldı ve şöyle dedi: Biz Allah'ın emrini yaptık. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır:
Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım isteyin. (Bakara/45)
İbn-i Mübârek'ten rivâyet edildiğine göre, bir oğlu öldü. Tanıdık bir mecusî kendisine taziyede bulunarak şöyle dedi: 'Akıllı bir insan için cahil bir kimsenin beş gün sonra yapacağını bugün yapmak gerekir!' Bunun üzerine İbn-i Mübârek talebelerine 'Mecusînin bu sözünü kaydedin!" dedi.
Âlimlerden biri şöyle demiştir: Allahü teâlâ kulu beladan sonra belâ ile belalandırır, kulun hiçbir günahı kalmayıncaya kadar bu durum devam eder'.
Fudayl b. Iyâz şöyle demiştir: 'Allah imanlı kulunu belâ ile yoklar. Tıpkı, aile efradını hayır ile yokladığı gibi!'
Hâtem el-Esemm şöyle demiştir: Allahü teâlâ kıyâmet gününde dört kişi ile dört sınıfa karşı delil getirir, zenginlere karşı Hazret-i Süleymân'ı (aleyhisselâm) delil getirir. Fakirlere karşı Mesih Îsa ile delil getirir. Kölelere karşı Hazret-i Yûsuf ile delil getirir. Hastalara karşı Hazret-i Eyyûb ile delil getirir. Allah'ın salât ve selâmı bütün peygamberlere olsun'.
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm) Benî İsrail kâfirlerinden kaçarken bir ağaca gizlendi. Kâfirler bunu öğrendiler, bıçkı getirildi, ağaç biçildi, bıçkı Hazret-i Zekeriyya'nın (aleyhisselâm) başına dayandı. Bu durumdayken ondan bir inleme çıktı. Allahü teâlâ derhal ona vahiy gönderdi: 'Ey Zekeriyya! Eğer senden ikinci bir inleme çıkarsa muhakkak seni peygamberlik defterinden silerim!' Bunun üzerine Zekeriyya (aleyhisselâm) ikiye biçilinceye kadar sabretti.
Ebû Mes'ud el-Belhî der ki: 'Herhangi bir musibete giriftar olan bir kimse elbisesini yırtar, göğsüne vurursa, -sanki bu kimse eline bir mızrak almış da Allah ile savaşmak istiyor gibidir'.
Lokmân Hakîm, oğluna şöyle dedi: 'Ey oğul! Altın ateşle denenir. Salih kul da belâ ile denenir. Bu bakımdan Allah bir kavmi sevdiği zaman onlara belâ verir. Kim belaya razı olursa ona rıza vardır. Kim kızarsa ona da öfke vardır'.
Ahmed b. Kays şöyle anlatıyor: Bir gün dişim ağrıdığı halde sabahladım. Amcama dedim ki: 'Bu gece diş ağrısından uyumadım!' Bu sözü üç defa tekrarladım. Amcam bana dedi ki: 'Bir gece dişinin ağrımasını fazlasıyla şikayet konusu yaptın. Benim otuz seneden beri şu gözüm görmediği halde kimseye söylemedim'.
Allahü teâlâ, Üzeyir'e (aleyhisselâm) vahiy gönderdi: 'Senin başına bir belâ geldiği zaman beni mahluklarıma şikayet etme. Bana şikayette bulun. Benim seni, kötülüklerin ve rezaletlerin huzuruma yükseldiği zaman meleklerime şikayet etmediğim gibi!'
Allahü teâlâ'nın büyük lütuf ve kereminden dünyada ve âhirette güzel örtüsünü talep ederiz!.
72) Tirmizî
73) Buhâri
74) Daha önce geçmişti.
75) İbn Eb'id-Dünya
76) Ebû Dâvud
77) Daha önce geçmişti.
78) İbn Eb'id-Dünya, (Enes'ten)
79) Tirmizî
80) İmâm-ı Ahmed, Taberânî
81) Ebûbekir b. Lâl, ( Enes'ten)
Şöyle diyebilirsin 'Bu hadîsler delâlet ederler ki dünyada belâ, nimetlerden daha hayırlıdır. Acaba bu durumda Allah'tan belâ isteyebilir miyiz?' Cevap olarak derim ki: Bunun böyle bir anlamı yoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber'den (sallâllahü aleyhi ve sellem) rivâyet edildiğine göre duasında, dünya ve âhiret belasından Allah'a sığınıyordu. 82
Hazret-i Peygamber ve diğer peygamberler şöyle dua ederlerdi: 'Ey rabbimiz! Bize dünyada iyi hâl ver ve âhirette merhamet ihsan et!' Peygamberler düşmanlarının ve başkalarının sevinmesinden de istiaze ederlerdi. 83
Hazret-i Ali 'Ey Allahım senden sabır istiyorum' diye dua edince, Hazret-i Peygamber buna karşılık şöyle buyurdu:
Ya Ali! Muhakkak ki sen Allah'tan belâ istedin! O halde ondan afiyet talep et!84
Allah'tan afiyet talep edin. Hiçbir kula afiyetten daha üstün birşey verilmemiştir. Ancak yakîn bundan müstesnadır. 85
Ebû Bekir Sıddîk, yakîn ile kalbin cehalet ve şüphe hastalığından korunduğuna işaret etmektedir. Bu bakımdan kalbin afiyeti bedenin afiyetinden daha yücedir.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: İçinde şer bulunmayan hayır, şükürle beraber olan afiyettir! Nice nimete mazhar olanlar vardır ki şükretmez'.
Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: 'Benim afiyet bulup şükretmem benim nezdimde, belaya uğrayıp sabretmenden daha sevimlidir'.
Hazret-i Peygamber bir duasında şöyle buyurmuştur: Senin afiyetin bence daha sevimlidir. 86
Bu durum bir delil ve şahid getirmeye muhtaç değildir. Çünkü belâ iki sebepten nimettir:
Birincisi: O beladan daha fazla olan belaya nisbeten o belâ nimettir. Bu da ya dünyada veya dinde olur.
İkincisi: Kendisinden daha fazla sevap umulana nisbeten belâ, nimet olur. Bu bakımdan kişi için dünyada nimetin tamamını ve ondan fazla olan belânın defini istemek uygundur. Nimete şükretmenin âhiretteki sevabını istemek uygundur; zira Allahü teâlâ, sabra karşılık olarak vermediği mükâfatı şükre karşılık vermeye kâdirdir.
Eğer bazıları şöyle diyor dersen: 'Ben isterim ki cehennem üzerinde bir köprü olayım. Bütün halk o köprüden geçip ateşten kurtulsun ve ben de cehennemde kalayım'.
Semnun87 da şiirinde şöyle demiştir:
Senden başka hiç kimsede benim bir payım yok. Bu bakımdan dilediğin şekilde beni dene!
İşte bu kimselerin durumu belayı istemek demektir.
Semnun el-Muhib bu şiirinden sonra bevledemez hâle geldi. Bu hastalıktan sona mekteblerin kapılarına gider, çocuklara 'Çokça yalan söyleyen bu amcanıza dua edin!' derdi.
İnsan oğlunun tek başına ateşte olup diğer insanların ateşten kurtulmasını istemesi mümkün değildir. Fakat bazen sevgi kalbe galebe çalar. Hatta aşık, kendisinde, böyle bir sevgi olduğunu zanneder. Bu bakımdan kim muhabbet kadehini içerse sarhoş olur. Sarhoş olursa rastgele konuşur. Eğer sarhoşluğundan ayrılırsa kendisine galebe çalan hâlin hakîkat olmadığını bilir. Bu bakımdan bu konuda her ne dinlemişsen o, sevgileri ifrat derecesine varan aşıkların sözlerindendir. Aşıkların sözünü dinlemek keyifli olur, fakat güvenilmez.
Şöyle hikâye ediliyor: Erkek serçe, dişisini istedi. Dişisi engel oldu. Bunun üzerine erkeği dedi ki: 'Seni benden meneden nedir? Eğer sen istersen Süleyman'ın mülküyle beraber dünya ve âhiretin altını üstüne getireyim. Senin için bunu yaparım'. Süleyman (aleyhisselâm) onun bu sözünü işitti. Bunun üzerine huzura davet edip kendisini kınadı. Serçe ona dedi ki: 'Ey Allah'ın peygamberi! Aşıkların kelâmı hikâye edilmez'. Hakîkat, kuşun dediği gibidir.
Şair şöyle demiştir:
Ben ona kavuşmayı, o ise beni terketmeyi istiyor.
Ben de bu yüzden kendi irademi onun iradesine feda ederek bırakıyorum.
Şairin bu sözü de muhaldir. Bunun mânâsı: Ben onun irade etmediğini irade ediyorum. Çünkü visâli irade eden terketmeyi irade etmemiş demektir. Bu bakımdan irade etmediği terki nasıl irade etmiş olur? Bu şiir ancak iki şekilde tevil edilirse doğru olur:
Birincisi: Bu durumun bazı hallerde olmasıdır ki onunla ilerde ulaşacağı muradına götüren rızayı elde etmiş olsun. Dolayısıyla hicran (terkediş) rızaya vesile olur. Rıza da sevgiliye ulaşmanın vesilesidir. Bu bakımdan bunun misali, malı sevenin misali gibidir. Malı seven iki dirhem için bir dirhem selem verdiği zaman, o iki dirhemin sevgisinden ötürü hal-i hazırdaki bir dirhemi terkeder.
İkincisi: Sevdiğini rızasının, onun yanında sadece mahbubun rızası olması hasebiyle güzel olmasıdır. Sevdiğinin kendisinden razı olacağını hissettiğinde bundan bir zevk duyar. Sevdiğinin istememesine rağmen müşahedesindeki lezzetine bu lezzet eklenir. Bu durumda içinde sevdiğinin rızası olanın irade edilmesi ve bunun için de bazı muhiblerin hali, Allah'ın rızasını sezmekle beraber, beladan lezzet buldukları raddeye varmıştır.
Rızayı sezmeksizin afiyetten almış oldukları, lezzetten daha fazladır. Bu bakımdan bu kimseler mahbubun rızasını belada gördükleri zaman belâ onlar için afiyetten daha sevimli olur. Bu öyle bir haldir ki aşkın galebe çaldığında vâki olması uzak değildir. Fakat bu hâl geçicidir, devamlı kalmaz. Bu hâl dursa dahi sıhhatli bir hal midir veya başka bir hâl tarafından istenilen bir hal midir ki kalp üzerine vârid olmuştur ve dolayısıyla kalbi normalden kaydırmıştır, işte bu hususta biraz düşünmek gerekir. Bunu tedkik etmek bizim konumuza uygun düşmez. Daha önce geçen hakikatlerden anlaşıldı ki afiyet beladan daha hayırlıdır.
Bütün mahlukatına faziletiyle minnet eden Allah'tan din, dünya ve âhiret hususunda, hem kendimize, hem de bütün müslümanlara af ve afiyet talep ederiz!
82) İmâm-ı Ahmed
83) Daha önce geçmişti.
84) Tirmizî
85) İbn Mâce, Nesâi
86) İbn Eb'id-Dünya
87) Bağdadlıdır. Sırrı es-Sakatî'nin sohbetinde bulunmuştur. Bu zatın konuşmasının çoğu muhabbet hakkında idi.
İnsanlar bu hususta ihtilafa düşmüştür.
Bazıları 'Sabır, şükürden daha üstündür' demiştir.
Başkaları da 'Şükür daha üstündür' demiştir.
Bir kısmı da 'ikisi eşittir' demiştir.
Dördüncü bir grup, 'Bunların hangisinin daha üstün olduğu hallere göre değişir' demiştir. Bu grupların her biri şiddetli tartışmalara sahne olan ve tahsil edilmekten uzak bulunan bir kelâmla delil getirmişdir ki o kelâmı nakletmekle sözü uzatmakta mânâ yoktur. Hakkı açıklamakta acele etmek daha evlâdır. Bunun beyanı hakkında iki makam vardır:
Birinci Makam
Birinci makam tesahül yoluyla beyan etmektir. Bu, işin zâhirine bakmak demektir. Bunda, teftiş ile onun hakikatini talep etmek yoktur. Halk tabakasının bu beyana muhatap olması uygundur. Çünkü halk tabakasının zihni engin hakikatleri anlamaya güç yetiremez. Kelâmın bu kısmı öyle bir şeydir ki vaizler ona itimat etmelidirler; zira vâizlerin halk tabakasına hitab etmekteki gayeleri onları ıslah etmektir. Şefkatli bir dadı için çocuğu semiz kuş etleriyle ve tatlı çeşitleriyle beslemek uygun değildir. Aksine onu temiz süt ile beslemelidir. Çocuklar tahammül edebilecek çağagelinceye ve bünyesindeki zafiyet kendisinden ayrılıncaya kadar onu güzel yemeklerden korumak dadının vazifesidir.
Beyan hakkındaki bu makam, araştırmayı, tafsilâtı meneder. Bu makamın isteği, şeriatın terimlerinin zâhirine bakmaktır. Bu ise sabrın üstün olduğunu gösterir. Her ne kadar şükrün fazileti hakkında birçok haberler vârid olmuş ise de sabrın fazileti hakkında vârid olanlarla karşılaştırıldığı zaman sabrın faziletlerinin daha çok olduğu görülür. Hatta onlarda içerisindeki fazileti açıkça belirten lâfızlar vardır.
Yakîn ve sabrın azîmeti size verilenlerin en üstünlerindendir. 88
Haberde şöyle vârid olmuştur: Yeryüzünün en fazla şükreden! getirilir. Allahü teâlâ ona şükrünün mükafatını verir. Yeryüzünün en sabırlısı getirilir. Ona denilir ki: 'Şükredene verdiğimiz gibi sana da mükafat versek razı olur musun?' O 'Evet ya rabbî! Razıyım' der. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurur:
Hayır! Ben ona nimet verdim, o şükretti. Seni belaya giriftar ettim, sen sabrettin. Muhakkak ki senin ecrini onun ecrinden kat kat fazla yapacağım. 89
Bu bakımdan sabredene, şükredenlerin mükafatının birkaç katı verilir.
Sabredenlere mükafatları hesapsız verilecektir. (Zümer/10)
Hazret-i Peygamber'in 'Yedirip şükreden, sabreden oruçlunun mertebesindedir' hadîsine gelince bu hadîs, faziletin sabırda olduğuna delildir; zira Hazret-i Peygamber bunu, şükrün derecesinin yüceliğindeki mübalağa için söylemiştir. Bu bakımdan şükrü sabra ilhak etmiştir. Bu ise şükrün derecesinin en son noktasıdır. Eğer şeriattan sabrın derecesinin yüceliği anlaşılmasaydı şükrü sabra ilhak etmek, şükür hakkında mübalağa olmazdı.
Bu hadîs-i şerîf, tıpkı Hazret-i Peygamber'in şu hadîsi gibidir:
Cuma, fakirlerin haccıdır. Kadının cihadı ise güzel kadınlık yapmasıdır. 90
İçki içen puta tapan gibidir. 91
Kendisine benzetme yapılanın rütbece daha yüksek olması uygundur. Sabır îmanın yarısıdır.
Hazret-i Peygamber'in bu hadîsi şükrün sabrın yarısı gibi olduğuna delalet etmez. Bu, şu hadîs gibidir:
Oruç sabrın yarısıdır.
Zira iki kısma ayrılan şeylerin her birine nısıf (yarım) denir. Her ne kadar iki parça arasında farklılık varsa da yine de böyle denir. Nitekim Îman, ilim ve ameldir' denildiği gibi. Bu duruma göre amel, îmanın yarısı olur. Bu amelin ilme eşit olduğuna delâlet etmez.
Cennete girmek bakımından peygamberlerin en sonuncusu Hazret-i Dâvud'la oğlu Hazret-i Süleymân'dır. Bu da hükümdar oldukları içindir. Ashâbımın cennete girmek bakımından sonuncusu ise Abdurrahman b. Avf tır. Çünkü zengindi. 92
Süleyman (aleyhisselâm) diğer peygamberlerden kırk sene sonra cennete girecektir. 93
Cennetin bütün kapıları iki kanatlıdır. Ancak sabır kapısı bu hükmün dışındadır. Çünkü o bir kanatlıdır. O kapıya ilk girecek belâ ehlidir. Onların önünde Eyyûb (aleyhisselâm) vardır. 94
Fakirliğin faziletleri hakkında her ne vârid olmuşsa, bunlar aynı zamanda sabrın faziletine de delâlet eder. Çünkü sabır fakirin, şükür de zenginin halidir. İşte halk tabakası bu makamla ikna olunur. Vaazda bu kadarı kâfidir. Dinlerinin salâhı için de bu miktar kâfidir.
İkinci Makam
İkinci makam ilim ve eşyanın hakikatini keşif ve izah yoluyla bilen basiret sahiplerinin anlayabileceği şeylerdir. İki mübhem arasında olan her işin hakikati keşfolunmadıkça, onların arasında denge kurmak mümkün değildir. Her keşfolunan şey birçok ismi kapsar ki cümle cümle onların arasında denge kurmak mümkün değildir. Aksine parçaların tartılması gerekir ki onunla rüchaniyet ve hangi tarafın ağır bastığı tebeyyün etsin. Sabır ile şükrün kısım ve şubeleri çoktur. Bu nedenle onların rüchaniyet ve eksiklikte, icmalle beraber hükümleri tebeyyün etmez.
Bu makamların ilim, hâl ve amel üçlüsünden tanzim edildiğini söyledik. Şükür, sabır ve diğer makamlar da böyledir. Bu üçün biri diğeriyle tartıldığında zâhirlere bakanlara ilimlerin haller için, hallerin de ameller için istendiği görünür. Ameller en üstünün ta kendisidir.
Basiret sahiplerine gelince onlar tam tersini görürler. Çünkü onlara göre ameller haller için, haller de ilimler için istenir. Bu bakımdan en üstünü ilimler, sonra haller, sonra amellerdir. Çünkü başkası için istenen şeyden, o başkası daha üstündür. Bu üçün fertlerine gelince, amellerin bazısı bazısına izafe edildiği zaman bazen eşit, bazen farklı olurlar.
Hallerin kısımlarının da biri diğerine nisbet edilirse durumları böyledir. Marifetlerin en üstün kısmı mükâşefe ilimleridir. Bu ilimler muamele ilimlerinden daha yücedirler. Hatta muamele ilimleri, muamelenin de altındadırlar. Çünkü o muamele için istenir. Onların faydası amelin ıslahıdır. Âlimin ilminden faydası umumî olduğundan dolayı ancak muameleyi bilen âlim, âbidden üstündür.
Bu bakımdan o hususî bir amele izafeten, âbidden üstün olur. Aksi takdirde eksik ilim, eksik amelden daha faziletli olmaz. Öyle ise deriz ki amelin ıslahının faydası kalbi ıslah etmektir. Kalbin ıslah olmasının faydası zatında, sıfatlarında ve fiillerinde Allah'ın celâlinin keşfolunmasıdır. Öyle ise mükâşefe ilminin en yücesi Allah'ın marifetidir.
Zatından ötürü istenen budur. Çünkü saadete bununla varılır. Hatta bu, saadetin ta kendisidir. Fakat kalp dünyada bazen onun saadetin ta kendisi olduğunu sezemez, ancak âhirette hisseder. O kayıtsız bir hürriyete sahip olan marifettir. Başkası ile bağlı değildir. Bu marifetin dışında kalan diğer marifetler ise buna nisbeten kölelerdir. Çünkü o marifetler bunun için istenir. Madem ki diğer marifetler Allah'ın marifeti için istenir, o halde Allah'ın marifetine ulaştırmadaki faydalarına göre ayarlanırlar. Çünkü marifetin bazısı bazısına ya bir vasıta veya birçok vasıta ile ulaştırır. O marifet ile Allah'ın marifeti arasında vasıtalar azsa, o daha üstün olur.
Hallere gelince bunlardan gayemiz, dünyanın karışıklıklarından, halkın meşguliyetlerinden kalbin temizlenmesidir ki hakkın hakikati kendisine görünsün. Madem durum budur, öyle ise hallerin faziletleri kalbin ıslahındaki tesirine göredir. Kalbi mükâşefe ilimlerine ulaşması için temizleme ve hazırlama hususundaki etkisine göredir. Aynayı parlatıp cilalamak için ciladan önce yapılması gereken bazı şeyler olduğu ve bunların bazısının daha önce, bazısının daha sonra olduğu gibi, kalbin halleri de öyledir. Öyle ise bazı haller kalbin temizlemesine daha yakın, bazıları da daha uzaktır. Öyleyse kalbi temizlemeye yakın olan elbette ki diğer halden üstündür. Amellerin tertibi de böyledir. Çünkü amellerin tesiri kalbin saflığını perçinleştirir ve halleri ona celbeder. Her amel kalbe ya mükâşefeye mâni olan, zulmetini gerektiren dünyanın süslerine çeken bir hali celbeder veya mükâşefeye hazır kalbin temizliğini ve dünya bağlantılarını kalpten sökmeyi gerektiren bir hali celbeder.
Birinci hale mâsiyet, ikincisine taat denir. Kalbin karanlığında ve katılığında tesir etmek bakımından günahlar değişiktirler. Kalbin tenvirinde ve tasvirinde taatlerin tesiri de böyledir. Bu bakımdan dereceler tesirlerine göre ayarlanır. Bu da hallerin değişmesi ile değişir.
Biz çoğu zaman mutlak olarak deriz ki nafile namaz her nafile ibâdetten daha faziletlidir. Hac, sadakadan daha üstündür. Gece ibâdeti başkasından daha faziletlidir. Fakat buradaki tahkik şöyledir: Servet sahibi olduğu halde cimri ve malı seven bir zengin için bir dirhem parayı elinden çıkarıp sadaka vermek birkaç gece üst üste ibâdet etmek ve birkaç gün oruç tutmaktan daha üstündür. Çünkü oruç, şehvetinin mağlûbu olan ve şehvetini kırmak isteyen veya tokluğun kendisini mükâşefe ilminin saf düşüncesinden engellediği açlıkla kalbini tasfiyeye çalışan bir kimsenin haline uygundur.
Eğer kişi mûtedil olup obur değilse midenin şehvetinden zarar görmez. O, herhangi bir fikirle de meşgul değildir ki tokluk kendisini alıkoysun! Bu bakımdan zenginin nafile oruç ile meşgul olması kendi halini bırakıp başkasının haliyle uğraşması demektir.
Bu tip bir zengin karnı ağrıdığı halde baş ağrısı ilâcı kullanıp da fayda görmeyen hasta gibidir. Bu zengin, içerisinde bulunduğu tehlikeli duruma bakmalı ve helak edici cimriliğe karşı çare aramalıdır. Yüz senelik nafile oruç, bin gecelik ibâdet bu cimriliğin bir zerresini dahi sökemez. Bu hastalığı ancak malın verilmesi söküp atar. Bu bakımdan böyle bir zenginin oruç tutup nafile ibâdetler yapması değil, servetini vermesi gerekir. Bunun tafsilâtı mühlikât bölümünde geçmişti.
Demek oluyor ki bu haller değişkendir ve basiret sahibi bir kimsenin bu konuda kesin bir cevap vermesi yanlıştır; zira 'Ekmek mi daha üstündür yoksa su mu?' sorusuna kesin bir cevap vermek mümkün değildir. Ancak aç bir kimse için ekmek, susamış bir kimse için de su daha üstündür. Eğer iki insanın durumu açlık ve susuzluk açısından eşit ise bunların yanında ekmek ile su da eşit olur.
Aynı şekilde 'Sekencebin mi yoksa linofer meşrubatı mı daha üstündür?' sorusuna da kesin bir şekilde cevap vermek mümkün değildir. Ancak bize 'Sekencebin mi daha iyidir, yoksa safranın yokluğu mu?' denilse şüphesiz 'Safranın yokluğu daha iyidir' deriz. Çünkü sekencebin 'Safrayı yok etmek için kullanılır. Herhangi birşey (gaye) kendisine ulaşılmak için kullanılan şeylerden (vasıta) daha üstündür. O halde mal vermede bir amel vardır ki bu infak etmektir. Bununla bir hal elde edilir ki bu da cimriliğin giderilmesi ve kalpten dünya sevgisinin çıkarılmasıdır. Bu sevginin çıkışı sebebiyle kalp Allah'ın marifetine ve sevgisine hazırlanır. Bu bakımdan en üstünü marifettir, hal'den sonra hal, ondan sonra da amel gelir.
İtiraz: Şeriat insanı amellere ne teşvik etmiş ve ne de amellerin faziletlerini mübalâğalı bir şekilde bildirmiştir. Hatta şu ayetlerle, insanların sadaka vermelerini istemiştir:
(Yalnız O'nun rızası için ve gönül hoşluğu ile) Allah'a güzel bir borç verecek olan kimdir? (Bakara/245)
(Kullarından) sadakaları alan Allah'tır! (Tevbe/104)
Bu bakımdan fiil ve infak nasıl oluyor da en üstün kabul edilmiyor?
Cevap: Doktor bir ilâcı övdüğünden dolayı onun bu övgüsü, ilâcın kendisiyle elde edilen şifa ve sıhhatten daha üstün olduğuna delâlet etmez. Ameller kalp hastalıklarının ilâcıdır. Kalp hastalıkları ise çoğu zaman sezilemez. Bunlar, aynası olmayan bir kişinin yüzündeki alacalık gibidir ki kişi bunu aynasız farkedemez. Kendisine haber verilse inanmaz. Bu durumda tek çıkar yol bu kişiye, yüzün gül suyu ile çokça ovmaktır ki yüzünü daima gül suyu ile yıkasın ve dolayısıyla hastalığı gitsin. Eğer ona yüzündeki alacalığın tedavisi gül suyuyla yıkamaktır denilse belki bunu yapmaz ve 'Benim yüzümde ayıp yoktur' der. Bunu daha açık bir örnekle açıklayalım:
Şüphesiz çocuğuna ilim ve Kur'ân öğreten herkes bu öğrettiği ilim ve Kur'ân'ın silinmeyecek derecede çocuğunun kafasına yerleşmesini ister. Diğer taraftan da çocuğa tekrar etmesini ve zaman zaman okumasını emrederse, çocuk 'Ben bunu hıfzetim, artık zaman zaman tekrar etmeye gerek yoktur' diye düşünecektir. Çünkü çocuk o anda ezberlediği şeyi hiç unutmayacağını zanneder. Şayet veli çocuğuna kölelerine ders vermesini emreder ve buna karşılık ona güzel va'dlerde bulunursa, bu suretle çocuk, öğrendiklerini tekrar etme hususunda daha istekli olur. Bazen de zavallı çocuk çoğu gayenin kölelere Kur'ân öğretilmesi olduğuna, ve kendisinin de kölelerin eğitiminde kullanıldığını zanneder. Böyle bir durumda kendisine ağır geleceğinden 'Bana ne oluyor ki kölelerden daha üstün ve babamın yanında daha değerli olduğum halde onların hizmetinde kullanılıyorum? Hem biliyorum ki babamın gayesi köleler öğretmek olsaydı bunu bensiz de yaptırabilirdi. Üstelik bu kölelerin hiç olmaması, hele Kur'ân'ı bilmemeleri babam için asla bir eksiklik değildir' der. Böylece çoğu zaman tembellik yapar, babasının zenginliğine veya kendisini affedeceğine güvenerek görevini yapmaz; dolayısıyla ilimi ve Kur'ân'ı unutur. Çıkar yolu bilmediğinden de mahrum ve şaşkın bir vaziyette kalır.
Bir grup insan buna benzer bir hayal ile aldanmış, ibaha yolunu tutarak şöyle demişlerdir: Allah kullarından müstağnidir ve borç almaktan münezzehtir, O halde şu ayetin mânâsı ne olabilir?
(Yalnız O'nun rızası için ve gönül hoşluğu ile) Allah'a güzel bir borç verecek olan kimdir? (Bakara/245)
Eğer Allah isteseydi fakirlere yedirirdi. Bu bakımdan mallarınızı fakirlere vermeye gerek yoktur. Nitekim Allah kâfirlerin sözlerini hikâye yoluyla şöyle buyurmuştur:
Onlara 'Allah'ın size rızık olarak verdiğinden (Allah yolunda) infak ediniz!' denildiği zaman, kâfir olanlar, îman edenlere derler ki: 'Allah'ın dilediği takdirde ona yedireceği kimseye biz mi yedirelim?' (Yâsin/47)
(Allah'a) ortak koşanlar diyecekler ki: 'Eğer Allah dileseydi ne bizler, ne de ecdadımız şirk koşmazdık'. (En'âm/148)
Kâfirlerin, bu sözleriyle görünüşte ne kadar doğru olduklarına ve doğruluklarında nasıl helâk olduklarına dikkat ediniz! Bu bakımdan dilediğinde, doğrulukla helâk eden ve dilediğinde de cehaletle saadet veren Allah, ortak ve şerikten münezzehtir. Bununla birçok insanı dalâlete düşürür ve bir çoğunu da hidayete erdirir.
İşte bu gibi kimseler, fakirler ve miskinler için veya Allah için çalıştırıldıklarını zannettiklerinden 'Bizim fakirlerde bir hazzımız (nasibimiz) yoktur. Allah'ın da ne bizde ve ne de mallarımızda herhangi bir nasibi vardır. Dolayısıyla ister infak edelim, ister etmeyelim Allah için birdir!' derler.
Çocuğun, babasının maksadının, kendisini kölelerin eğitimi için kullanmak' olduğunu zannedip asıl maksadın ilmi kendisinin kafasına yerleştirmek ve dünyadaki saadetini temin etmek olduğunu anlayamadığı ve bu durumun kendisi için bir lütuf olduğunu ve onu yavaşça saadete doğru götürdüğünü hissetmediği için helâk olduğu gibi, bu kâfirler de helâk olmuşlardır.
Bu anlattıklarımız âhiret yolundan sapanların dalâletini açıkça bildiren bir misaldir. Bu bakımdan malını alan fakir, aldığı bu mal vasıtasıyla cimrilik ve dünya sevgisini senin kalbinden söküp almış demektir; zira bu sevgi helâk edicidir. Kötü kanı alan hacamatçı bu kanı helâk edici hastalığın insanın içinden çıkması için almaktadır. Bu bakımdan hacamatçı senin hizmetçidir. Sen onun hizmetçisi değilsin. Hacamatçı eğer o kanla bir şeyler yapmak istese bile bu durum onu hizmetçi olmaktan çıkarmaz.
Sadakalar, kalpleri temizleyici ve kötü sıfatlardan paklayıcı olduğu için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) sadaka almaktan kaçınmıştır. Tıpkı hacamat yoluyla kazanmaktan sakındığı gibi sadaka almaktan da sakınmış95 ve sadakaya malların kirleri ismini vermişti. Ehl-i beytini sadakadan korunmakla şereflendirmiştir,96
Mühlikât bölümünde de geçtiği gibi ameller, kalplere tesir eder. Kalp de bu tesirlere göre hidayet ve marifet nurunu kabul etmeye hazırlanır. İşte genel hüküm ve temel kanun budur ki amellerin, hallerin ve marifetlerin faziletlerini bilmekte kendisine müracaat edilir. Bu bakımdan biz şimdi asıl konumuza dönerek sabrın ve şükrün özelliklerinden bahsedelim.
Bunların her ikisinde de marifet, hal ve amel vardır. Birindeki marifetle, öbüründeki hal veya amelin karşılaştırılması caiz değildir. Bilakis her biri kendi benzeri ile karşılaştırılır ki böylece uygunluk, uygunluktan sonra da fazilet belirsin!
Şükredenin marifeti, sabredenin marifeti ile karşılaştırıldığında, çoğu zaman bunların bir tek marifete dönüştüğü görülür; zira şükredenin marifeti mesela Allah'tan sahip olduğu iki gözün nimetini görmesi; sabredenin marifeti ise Allah'tan iki gözden âmâ olmayı görmesidir.
Bunlar de birbirleri için gerekli ve birbirlerine eşit iki marifettir. Belâ ve musibetler açısından ele alındığında durum böyledir. Oysa biz daha önce sabrın bazen ibâdetlere devam, bazen de günahtan kaçma hususunda olduğunu belirtmiştik. İşte bu iki durumda sabır ile şükür birleşir; zira ibâdet üzerindeki sabır ibâdetin şükrüdür. Şükür, Allah'ın nimetlerini, ilâhî hikmetin sarfedilmesini istediği yerlere sarfetmektir. Sabır ise, nefsin hevâları karşısında din duygusuna ve dinin isteklerine sebat göstermektir.
Bu bakımdan sabır ile şükür, iki değişik açıdan tek bir müsemmânın iki ismidir. Öyleyse din duygusunda ve dinin isteklerinde nefsin hevâsının mukavemetine karşı sebat gösterilmesine, nefsin hevâsı açısından sabır; din duygusu ve dinin istekleri açısından şükür adı verilir; zira din duygusu ancak bir hikmet için yaratılmıştır ki bu da onunla nefsin hevâsını yenmektir. Bunu yapan kişi o nimeti hikmetin maksadı doğrultusunda sarfetmiş demektir. Bu bakımdan sabır ile şükür tek bir mânâdan ibarettir. O halde birşey kendisinden nasıl üstün olabilir? Bu durumda sabrın mecraları üçtür: Tâat, mâsiyet ve belâ.
Sabır ile şükrün, tâat ve mâsiyetteki hükmü anlaşılmıştır. Belaya gelince, belâ nimetin yok olmasından ibarettir. Nimet de ya zarurîdir mesela göz gibi ya da hacet yerine geçen malın kifayet miktarından fazlası gibi.
İnsanın sahip olduğu iki göze gelince, âmânın sabrı, şikayet etmemesi ve Allah'ın kazasına razı olması demektir. Kördür diye bir kısım günahları işlemesine izin verilemez.
Kör olmayan kimse, sahip olduğu iki gözün şükrünü iki şekilde eda edebilir:
Birincisi: Onları günahta kullanmamasıdır.
İkincisi: Onları tâatte kullanmasıdır.
Her iki şekilde de sabır geçerlidir. Çünkü âmâ kimse görmediği için güzel sûretlere sabretme külfetinden kurtulur. Gözü sağlam olan kimse ise güzel bir sûreti görüp de sabrettiğinde sahip olduğu göz nimetinin şükrünü eda etmiş olur. Eğer sabretmeyip, bakacak olursa göz nimetlerini inkâr etmiş ve şükrünü edâ etmemiş sayılır.
Görüldüğü gibi sabır şükre girmektedir. Hatta insan ibâdete dalsa bu kez de ibâdet üzerinde sabretmesi gerekir. Sonra gözlerin şükrünü, Allah'ın yaratış inceliklerine ve sanatına bakarak öder ki bu bakışla Allah'ın marifetine varsın. Böyle bir şükür sabırdan daha üstündür. Eğer bu olmasaydı, (bir âmâ olan) Hazret-i Şuayb'ın rütbesi, (mesela) Hazret-i Mûsa'nın rütbesinden üstün olurdu; çünkü Şuayb (aleyhisselâm) gözsüzlüğe sabretti, Musa (aleyhisselâm) ise böyle birşey olmadığı için sabretmiş değildir. Yine insanın bütün azalarının kesilmesi ve ateş üzerinde bulunan bir et parçası kemâl olacaktı! Oysa bu cidden imkansızdır. Çünkü bu azaların her biri din için birer alettir. Yokluğu hâlinde dinin, kendiyle yapılan rüknü de yok olur. Azaların şükrü, dinin emretmiş olduğu yerlerde kullanılmalarıdır. Bu da ancak sabırla olur. Nafakadan fazla olan mal gibi ihtiyaç yerine geçen mala gelince; kişinin, ancak zaruret miktarı edindikten sonra, muhtaç olduğu halde daha ötesine sabretmesi mücahededir ki bu fakirlik cihadıdır. Fazlasının bulunması nimettir; şükrü ise onu hayırlara sarfetmek veya mâsiyette kullanmamaktır.
Eğer sabır, tâate sarfedilme mânâsında olan şükre izafe edilirse şükür ondan daha üstündür; çünkü bu tür şükürde sabır vardır. Dahası Allah'ın nimetine sevinmek, fakirlere sarfetme acısını göğüslemek ve mübahtan faydalanmayı terketmek de vardır.
Söylediklerimizden çıkarılacak sonuç, iki şeyin bir tek şeyden; bütünün de kendisini oluşturan parçalardan daha yüce oluşudur. Oysa bu hükümde bir bozukluk vardır; zira bütün ile parçalar arasındaki muvazene sıhhatli değildir.
Nimetin şükrü günaha sarfetmemekle de edâ edilebilir. Ancak mübah yerlere sarfetmekteki sabır, şükürden daha üstündür. Sabreden fakir, malını sıkı tutup ancak mübahlara sarfeden zenginden üstündür; fakat hayırlara sarfeden zenginden üstün değildir. Çünkü fakir nefsiyle mücadele etmiş, oburluğunu kırmış, Allah'ın verdiği bir musibete karşı güzel rıza göstermiştir. Şüphesiz bu durum, bir kuvvet ister. Zengin ise oburluğuna tâbi olup şehvetine itaat etmiş, ne var ki mübah ile yetinmiştir. Öyle ise mübahta haramdan kurtulma çaresi, vardır; fakat harama sabretme hususunda da kuvvet lâzımdır. Ancak fakirin sabır kaynağı olan kuvvet, zenginin sadece mübahla yetinmesinin kaynağı olan kuvvetten daha yüce ve daha tamdır. Şeref amelin delâlet ettiği kuvvete aittir; çünkü ameller ancak kalplerin hallerini gösterir. Kuvvet de kalbin halidir.
Yakîn de îman kuvveti hasebiyle değişir. Bu bakımdan imandaki kuvvetin fazlalığına delâlet eden, şüphesiz daha üstün olur.
Âyet ve hadîslerde sabır ecrinin şükür ecrinden daha üstün olduğunu gösteren bütün hükümlerden ancak özel olarak bu derece kastedilmiştir. Çünkü nimet denilince halkın aklına ilk gelen şey mallar ve zenginliktir; şükür denildiğindeyse elhamdülillâh denilmesi ve nimet ile günaha dalmamasıdır, yoksa halkın aklına nimeti ibâdetlere sarfetme mânâsı gelmez. Bu durumda sabır şükürden, yani halk tabakasının anladığı şükürden daha üstündür.
Özel olarak Cüneyd-i Bağdâdî'ye, 'sabır ve şükürden hangisinin daha üstün olduğu' sorulduğunda bu mânâya işaret ederek şöyle buyurmuştur: 'Zengin varlığı ile övülmediği gibi fakir de yoklukla övülmez. Övgü ancak ikisinin de üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmelerine bağlıdır'.
Bu bakımdan zenginin şartı, vazifelerinden sıfatına uygun ve kendisine lezzet veren birtakım şeylerden ayrılmamasıdır. Fakirinki ise vazifesi hususunda beraberinde sıfatına uygun ve kendisine eziyet veren birtakım şeylerin de bulunmasıdır. Madem her ikisi de üzerlerindeki şeyin şartı ile Allah için olmaktadır; o halde bunlardan hangisinin sıfatı daha elem ve eziyet verici ise o, hâl bakımından, sıfatı kolayca faydalanmak olandan daha tamdır. İş, Cüneyd'in dediği gibidir. Cüneyd'in sözü sabır ve şükür konusunda ancak zikrettiğimiz son kısım için sahihtir. Zaten Cüneyd de bundan başkasını kasdetmemiştir.
Denildiğine göre Ebû Abbas b. Atâ , bu hususta Cüneyd'e muhalefet ederek 'Şükreden zengin, sabreden fakirden daha üstündür' demiştir.
Bunu duyduğunda Cüneyd, ona beddua etmiştir. Bunun üzerine Ebû Abbas, çocuklarının ölmesi, mallarının yok olması ve on dört sene aklının gitmesi gibi bazı belâ ve musibetlere düçar oldu. Kendisi 'Bütün bunlara Cüneyd'in bedduası yol açtı' derdi. Sonunda 'sabreden fakir'in 'şükreden zengin'den daha üstün olduğu fikrine döndü.
Söylediklerimizin mânâları düşünüldüğü zaman her iki sözün de bazı durumlarda yeri olduğu anlaşılır; zira daha önce de geçtiği gibi nice sabreden vardır ki şükreden zenginden daha faziletlidir. Yine nice şükreden zengin vardır ki sabreden fakirden daha üstündür. Bu zengin, nefsini fakir gibi gören zengindir; zira nefsine ancak zaruret miktarı mal ayırır; geriye kalanı ise hayırlara sarfeder ya da ihtiyaç sahipleri veya fakirler için muhafaza edip saklar. İhtiyacı gözetir ki malını oraya sarfetsin. Malını nam ve şöhret için veya minnet yapmak için sarfetmez. Bilakis Allah'ın kullarının halini gözeterek O'nun hakkını eda etmek için sarfeder. İşte böyle bir zengin sebreden fakirden üstündür.
İtiraz: Zenginin böyle yapması nefsine ağır gelmez. Fakirlikse, fakirin nefsine ağır gelir. Çünkü zengin, muktedir olmanın lezzetini, fakir ise sabrın elemini hisseder. Eğer zengin, malının elinden çıkışından elem duyarsa, onun bu elemi infak etmeye muktedir olmanın lezzetiyle telâfi edilir.
Cevap: Bizim görüşümüze göre, malını isteyerek, cân u gönülden infak eden kimse, hal bakımından, mal hususunda cimrilik yaparak infak edenden daha kâmildir. Tevbe kitabında bunu tafsilatıyla söylemiştik.
Bu bakımdan nefse eziyet etmek, amaç değil bilakis nefsi terbiye etmek için bir araçtır. Bu tıpkı av köpeğini dövmeye benzer. Eğitilmiş köpek, her ne kadar dövülmeye sabretse de eğitimin tamamlanması için dövülmesi gereken köpekten daha üstündür. Bu nedenle âhiret yolunun başlangıcında nefse eziyet etmeye ve onunla mücahede etmeye ihtiyaç vardır. Fakat yolun sonunda bu ihtiyaç duyulmaz. Bilakis başlangıçta, kişiye elem veren şey artık ona zevk vermeye başlar; tıpkı öğrenmenin, akıllı bir çocuğun yanında zevke dönüşmesi gibi. . .
Oysa bu çocuk önceleri bundan elem duyardı. Az bir kısmı hâriç insanların çoğu, daha yolun başlangıcında, hatta başlangıçtan da çok uzakta bulundukları için tıpkı çocuklar gibi evet bunun içindir ki Cüneyd-i Bağdâdî, 'Sıfatı eziyet verici olan diğerinden daha üstündür' hükmünü mutlak bir şekilde vermiştir. Bu hüküm kendisinin de dediği gibi, halk tarafından kastedilen hususta doğrudur. O halde tafsilat istemeyip çoğunluğun iradesi açısından meseleyi ele aldığında sabrın şükürden daha üstün olduğuna mutlak olarak hükmedebilirsin. Çünkü bu hüküm, akla ilk gelen mânâ ile sahihtir. Tahkik (iyice öğrenmek) istediğin zaman tafsilata giriş.
Muhakkak sabrın birçok dereceleri vardır. Bu derecelerin en küçüğü, hoşa gitmemekle birlikte şikayeti terketmektir. Bunun arkasından rıza gelir. Rıza sabrın ötesinde bir makamdır. Onun arkasından belaya şükretmek gelir ki bu da rızanın ötesindedir; zira sabır elemlerle beraberdir. Rıza ise, içinde ne elem, ne de sevinç olmayan bir şeyle mümkün olur. Şükür ise ancak hoşa giden ve sevindirici şeyler için yapılır. Şükrün de birçok dereceleri vardır. Biz bu derecelerin en büyüğünü anlattık. Bunun altında birçok dereceler vardır:
Mesela kulun, Allahü teâlâ'nın kendisine arka arkaya verdiği nimetlerden hayâ etmesi şükürdür. Şükrünü eda hususunda kusurlu olduğunu bilmesi şükürdür. Şükrünün azlığından dolayı özür dilemesi şükürdür. Allah'ın hilminin büyüklüğünü ve günahlarını gizlediğini bilmesi şükürdür. Hak etmediği halde nimetlerin Allah'tan geldiğini itiraf etmesi şükürdür. Şükrün de Allah'ın nimetlerinden birisi olduğunu ve Allah tarafından hibe edildiğini bilmek de şükürdür. Nimetlere karşı tevazu göstermek de şükürdür. Vasıtaların şükrü de şükürdür; zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
İnsanlara teşekkür etmeyen kimse Allah'a şükretmemiştir.
Biz bunun hakikatini Zekât bahsinde anlatmıştık. Verilen nimetlere karşı itiraz etmemek ile nimet verenin huzurunda güzel edeb de şükürdür. Nimetleri güzelce kabul etmek, küçüklerini bile önemsemek şükürdür. Ameller ve hallerden, şükür ve sabır ismi altına giren şeyler kısıtlanamayacak kadar çoktur. Bunlar değişik derecelerdir. Bu bakımdan birinin diğerinden üstünlüğünü kısaca göstermek nasıl mümkün olur? Bu ancak haber ve eserlerde olduğu gibi, genel lafızla özel anlamı kastetme şeklinde yapılabilir.
Bir zât şöyle anlatıyor: Yolculuklarımın birinde bir ihtiyarla tanıştım. Yaşı oldukça ilerlemişti. Halini sordum. Bana şunları söyledi: "Gençliğimde amcamın kızına aşık olmuştum. O da bana aşıktı. Sonunda evlendik. Zifaf gecesinde ona 'Gel! Bizi birleştirdiğinden dolayı bu geceyi Allah'ın şükrüyle ihya edelim' dedim. O geceyi namazla geçirdik ve birbirimize dokunma fırsatı bulamadık. İkinci gece de böyle oldu. Bütün gece boyunca namaz kıldık.
Yetmiş veya seksen seneden beri her gece biz bu hal üzerinde devam ediyoruz". Sonra hanımına dönüp 'Ey kadın! Öyle değil mi?' dedi. Kadın da ihtiyarın dediği gibidir' karşılığını verdi. Şunların haline bakın! Eğer Allah onları biraraya getirmeseydi ayrılık belâsına nasıl sabredeceklerdi?
Bu duruma bakarak ayrılık sabrını varlık şükrüyle kıyaslayın! Burada şükrün daha faziletli olduğu açıktır. Bu bakımdan bu duruma göre hangisinin daha faziletli olduğu ancak tafsilâtla bilinebilir. Allah en doğrusunu bilir!
88) Daha önce geçmişti.
89) Irâkî aslına rastlamadığını kaydediyor.
90) İdris b. Ebî Usame, Müsned
91) İbn Mâce
92) Taberânî
93) Deylemî
94) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir.
95) İbn Mâce
96) Müslim 'Sadaka bize helâl değildir. Onlar ancak halkın mallarının kirleridir,O ne Muhammed'e ve nede ailesine helâldir' şeklinde rivâyetetmiştir.
97) Adı Ahmed b. Muhammed b. Selh'dir. Cüneyd-i Bağdâdî'nin çağdaşlarındandı. H. 309'da vefat etmiştir.