Giriş

Hamd o Allah'a mahsustur ki kumlar, O'nu tesbih eder, gölgeler O'na secde ederler. O'nun heybetinden dağlar paramparça olur. İnsanı yapışkan çamur ile kuvvetli balçıktan yarattı. Şeklini en güzel sûrette süslendirdi. Boyunu posunu güzel biçimde yaptı. Kalbini hidayet nûruyla dalâletin bataklıklarından korudu. Sabah akşam hizmet kapısını çalmaya kendisine izin verdi. Sonra hizmetinde muhlis olanın basiretini ibret nûruyla sürmeledi ki ziyasıyla celâlin huzurunu görsün.

Dolayısıyla doğduğu andan itibaren her güzeli çirkin bırakan kemâl ve güzellik ona göründü. O'nu müşahedesinden ve kapısından uzaklaştıran herşey ona ağır geldi. Dünyanın görünür tarafı ona, kırıtan kendisini beğenen bir kadının sûretinde göründü. İç tarafı ise, ona beli kamburlaşmış ve yüzü buruşmuş, zillet çamurunda yoğrulmuş, azabın kalıbına dökülmüş bir acûze kadın gibi göründü. Hile ve sihrin incelikleriyle sır ve çirkinliklerini gizlemek için elbiselerine ağlarını kurmuştur. Onları hilenin çeşitleriyle avlar. Sonra visal va'dine sadece muhalefet etmekle kalmaz, onları zincir ve halkalarla bağlar. Belâ ve azap çeşitlerini onlara tattırır. Arif kişilere, onun çirkin sır ve fiilleri göründüğünde onu sevmeyen bir kimenin zühdüyle onda zâhid oldular. Servetlerle böbürlenmeyi terkettiler. Bütün gayretleriyle celâlin huzuruna yönelip o huzurun kesilmez visaline bel bağladılar. Fena ve zevâle mâruz kalmayan ebedî bir müşâhedeye güvendiler!

Salât ve (selâm) peygamberlerin seyyidi Efendimiz Muhammed'in (aleyhisselâm) ve hayırlı olan âlinin üzerine olsun!

Muhakkak ki dünya Allah'ın düşmanıdır. Sapıtanlar onun sapıtmasıyla, kayanlar onun hilesiyle kaymışlardır. Onun sevgisi bütün hataların başıdır. Ondan nefret etmek ibâdetlerin esası ve Allah'a yaklaştırıcı hareketlerin temelidir. Onun vasfıyla ilgili olan hususları sonuna kadar izah ettik.

Mühlikât bölümünün Dünyanın Zemmi bahsinde onu sevmenin kötülüğünü belirtmiştik. Şimdi de ondan nefret etmenin faziletini, onun hakkında zâhidliğin faziletini zikredeceğiz. Çünkü bu durum, Münciyât'ın başıdır. Öyle ise kurtuluş ancak dünyadan uzaklaşmaya bağlıdır. Fakat dünyayı bırakmak, ya dünyanın kuldan uzaklaşmasıyla olur; bu duruma fakirlik denir veya kulun dünyadan uzaklaşmasıyla olur; bu duruma da zühd denir. Bunların her birinin saadete ulaşmakta tesiri, kurtuluşta nasibi vardır. Şimdi fakirlik ve zühd'ün hakîkatini, derecelerini, kısımlarını, şart ve hükümlerini zikredelim. Bu bölümün birinci kısmında fakr'ı, ikinci kısmında zühd'ü zikredeceğiz.

34-1

Fakirlik şahsın muhtaç olduğu şeyin yokluğundan ibarettir. İhtiyaç olmayan şeyin yokluğuna ise fakirlik denilmez. Eğer ihtiyaç olan şey var ve gücü yettiği şekilde ise, ona muhtaç olan kişi fakir sayılmaz. Bu hakikati anladığın zaman, Allah'tan başka her varlığın fakir olduğunda şüphen kalmaz, çünkü her varlık, ikinci durumda, varlığının devamına muhtaçtır. Varlığının devamı ise, Allah'ın faziletinden kaynaklanır. Eğer varlık âleminde varlığı başkasından istifade edilmiyen bir var varsa işte o mutlak mânâda zengindir. Böyle bir varın varlığı ancak bir zat için düşünülebilir. Bu bakımdan varlık âleminde bir zenginden başkası yoktur. O'ndan başka olan herkes O'na muhtaçtır. Devamlı olarak O'nun cömertliğinden imdat beklerler. Bu hasr'a (ancak ile ifade edilen kaide ve cümle) şu âyet-i celîle ile işaret edilmiştir:

Allah zengindir, sizler fakirsiniz. (Muhammed/38)

Bu mânâ, mutlak fakirliğin mânâsıdır. Fakat biz burada mutlak fakirliğin beyanını kasdetmiyoruz. Özel olarak mal fakirliğinden bahsediyoruz. Aksi takdirde kulun, ihtiyaçlarının sınıflarına göre fakirliği, kaide altına alınmayacak kadar çoktur. Çünkü kulun ihtiyaçları sayılamayacak kadar çoktur. Mal ile vardığı hedefler onun ihtiyaçlarının bir kısmıdır. İşte biz şimdilik, sadece bu son ihtiyacın beyanını yapmak istiyoruz. Bu bakımdan her mal kaybedene kaybettiği mala göre eğer kaybedilen mal, onun için bir ihtiyaç ise- 'Fakir' adı veriyoruz. Sonra fakirlik anında onda beş halin olması gerekir. Biz bu halleri ayırır ve her hale bir isim tahsis ederiz ki bu ayırım sayesinde onların hükümlerini belirtebilelim:

Birinci Hâl

Hâllerin en yücesi olan bu hâl, kişinin malı olduğunda maldan hoşlanmayıp eziyet çekecek durumda olmasıdır. Malı almaktan kaçacak, ondan nefret edecek, onun şerrinden ve meşguliyetinden sakınacak durumda olmasıdır. Bu durum zühd, bu durumda olanın ismi de zahid'dir.

İkinci Hâl

Kişi öyle bir durumdadır ki malın varlığıyla sevinecek şekilde malı istemediği gibi, eziyet çekecek şekilde maldan nefret de etmez. Eğer mal kendisine gelirse, zâhidlik de göstermez. Bu halin sahibine razı denir.

Üçüncü Hâl

Malın varlığının yokluğundan daha fazla hoşuna gitmesidir. Mala rağbeti vardır. Fakat kalkıp da malı talep edecek kadar rağbeti kabarmamıştır. Eğer mal saf ve helâl olarak kendisine gelirse, alır ve onunla sevinir. Eğer kazanmak için yorulmaya muhtaç olursa, onunla meşgul olmaz. Bu halin sahibine kanî (kanaatkâr) adı verilir; zira bu kimse malı talep etmeyi terkedecek kadar, var olanla nefsini ikna etmiştir. Buna rağmen kendisinde zayıf bir rağbet de vardır.

Dördüncü Hâl

Malı talep etmeyi terketmesinin acizliğinden kaynaklanmasıdır. Eğer acizliği olmasaydı malı edinmeye rağbet gösterirdi. Öyle bir rağbet ki yorgunlukla olsa dahi, malın talebine yol bulduğu takdirde, çekinmeden talep eder veya talep etmekle meşgul olurdu. Bu halin sahibine harıs adını veriyoruz.

Beşinci Hâl

Kaybettiği mala, ekmeği kaybeden aç, elbiseyi kaybeden çıplak gibi muhtaç oluşudur. Bu halin sahibine muztar adı verilir. Artık bunun mal talebindeki rağbeti nasıl olursa olsun, ister zayıf, ister kuvvetli bulunsun vardır. Çünkü böyle bir halin rağbetten uzak bulunması az görülür. İşte bunlar beş haldir. En yüceleri zahidliktir. Izdırara zahidlik de eklenirse ileride de bahsi geleceği gibi zâhidlik derecelerinin en yücesidir. Bu beş halin ötesinde zâhidlikten daha yüce olan bir hâl vardır ki o da kişinin nezdinde malın varlığı ile yokluğunun bir olmasıdır. Eğer malı bulursa, onunla sevinmez ve eziyet duymaz. Eğer bulmazsa yine böyledir. Bunun hali, Hazret-i Âişe'nin hali gibidir; zira Hazret-i Âişe'ye Beytülmal'daki hakkından yüzbin dirhem geldi. Onu aldı, aynı günde fakirlere dağıttı. Cariyesinin 'Sen bugün dağıttığın paralardan bir dirhemle bize et aldırıp etle iftar etmemizi sağlayamaz miydin?' demesi üzerine Hazret-i Âişe 'Eğer daha önce hatırlatsaydın yapardım!' demiştir.

Hali bu olan bir kimse, eğer bütün dünya elinde ve dünya hazineleri onun olsa, ona zarar vermez; zira o, malları kendisinin değil, Allah'ın hazinesinden görür. Kendi elinde veya başkasının elinde olması arasında fark görmez. Bu halin sahibine müstağni demek uygundur. Çünkü o hem malın yokluğundan, hem de varlığından müstağnidir. Bu isimden öyle bir mânâ anlaşılmalı ki hem Allah'a verilen mutlak ganî, hem de malı çok olan kullara verilen zengin adından ayrılsın; zira malı çok olan kul, malıyla sevindiği takdirde o malın elinde olmasına muhtaç bir fakirdir. O, ancak malın eline geçmesinden dolayı zengindir. Elinde durmasından dolayı değil! Bu bakımdan o, bir de kalacağından ve elinden çıkacağından ötürü müstağnidir; zira bu şahıs, malın bulunmasıyla eziyet duymaz ki onun elinden çıkmasına muhtaç olsun. Onunla sevinmez ki onun devamlılığına ihtiyacı olsun. Onu kaybetmemiş ki eline geçmesine ihtiyaç duysun. Bu bakımdan bunun zenginliği mutlak zenginliğe daha yatkındır. O halde o, Allahü teâlâ'nın vasfı olan müstağniliğe öbüründen daha yakındır. Ancak kulun Allah'a yakınlığı, mekân yakınlığı değil, sıfatların yakınlığıdır. Fakat biz bu halin sahibine ganî (zengin) demeyiz, müstağni deriz ki zenginlik, mutlak zengin ve her şeyden müstağni olan Allah'a isim olarak kalsın. Bu kul ise varlıkla yokluk yönünden, her ne kadar, maldan müstağni ise de maldan başka olan birçok şeyden müstağni değildir. Kalbini süsleyen zenginliğinin bâki kalması için Allah'ın tevfîkini talep etmekten müstağni değildir; zira mal sevgisiyle bağlı bulunan kalp köledir. Maldan müstağni olan kalp ise hürdür. O kalbi kölelikten âzâd eden Allahü teâlâ'dır. Bu bakımdan o şahıs, bu âzadlılığın devamına muhtaçtır. Kalpler, sık sık hürriyet ile kölelik arasında evrilip çevrilmektedir. Çünkü kalpler, Rahman'ın kudret parmaklarından ikisi arasındadır. Bu sırra binaen 'Mutlak zenginlik' ismi, bu kemâlle beraber kişiye ancak mecazen verilir.

Zâhidlik bir derecedir. O da Ebrar'ın kemâlidir. Bu halin sahibi Mukarrebîn'dendir. Şüphe yoktur ki zâhidlik bunun hakkında eksikliktir; zira ebrarın iyilikleri mukarrebler için kötülük sayılır. Bunun hikmeti de şudur: Dünyadan nefret eden, tıpkı dünyaya rağbet gösterenin dünya ile meşgul olduğu gibi dünya ile meşguldür. Allah'tan başkasıyla meşgul olmak Allah'tan perdelenmektir; zira seninle Allah arasında uzaklık yoktur ki perde olsun. Çünkü Allah sana şah damarından daha yakındır! Allah bir mekânda değildir ki gökler ve yer seninle O'nun arasında perde olsun. Bu bakımdan seninle O'nun arasında perde, ancak Allah'tan başkasıyla meşgul olmandır. Kendi nefsin ve şehvetlerinle meşgul olman, Allah'tan başkasıyla meşgul olmaktır. Oysa sen durmadan nefsinle ve onun şehvetleriyle meşgulsün.

Bu bakımdan devamlı Allah'tan perdelisin. Öyleyse nefsinin sevgisiyle meşgul olan bir kimse, Allahü teâlâ'dan yüz çevirmiştir. Nefsinin buğzuyla meşgul olan da Allah'tan uzaktır.

Allah'tan başka herşeyin misâli, aşık ile mâşuku bir araya getiren bir mecliste hazır olan râkibin misâlidir. Eğer âşıkın kalbi râkibe iltifat ederse, onun nefretiyle onu sakil telâkki edip oradaki huzurunun kerahetiyle meşgul olursa aşık, kalbini onun buğzuyla meşgul ettiği halde mâşukun müşahedesiyle alması gereken lezzetten kalbini çevirmiş demektir.

Eğer aşk onun bütün vaktini almış olsaydı o, mâşukun hazır bulunduğu bir yerde, aşkta mâşuka şirk koşmazdı ve bu sevgide bir eksiklik ise, tıpkı onun gibi sevgiliden başkasına buğzettiğinden dolayı bakmak da bir tür aşkta şirk ve eksikliktir. Fakat biri diğerinden biraz daha hafiftir. Kemâl, kalbin ne buğz, ne de sevgi yönünden sevgiliden başkasına iltifat etmemesidir; zira nasıl ki kalpte bir halde iki sevgi bir araya gelmiyorsa, aynen onun gibi, bir halde sevgi ile buğz da bir araya gelemez. Dünyadan nefret etmekle meşgul olan, sevgisiyle meşgul olan gibi, Allah'tan gafildir. Ancak sevgisiyle meşgul olan gafildir ve gafleti içerisinde uzaklaşma yolunda yürümektedir. Nefretle meşgul olan ise gafildir. Fakat gafleti içerisinde Allah'a yakınlaşma yolunu tâkip etmektedir; zira bu kimse için sonunda bu gafletin kalkması, yerini şuhûda bırakması umulur. Bu bakımdan bu şahıs için kemal derecesi beklenilir. Çünkü dünyanın nefreti, Allah'a götüren bir binektir.

O halde seven ile buğzeden, iki yoldan hacca giden iki yolcu gibidir. Bu yolcuların ikisi de deveye binmek devenin yemiyle, deveyi yürütmek ile meşguldürler. Fakat biri, Kâbe'ye yönelip de Kâbe'nin tam ters istikametinde gidiyor. Bu iki gâfil, bu hale nisbeten eşittirler. Her ikisi de Kâbe'den perdeli olmak ve onu unutmak durumunda eşittirler. Fakat Kâbe'ye yönelip gidenin hali, sırtını çevirip gidenin haline nisbeten daha övülür bir haldir. Zira bu kimsenin Kâbe'ye varması umulur. Fakat Kâbe'nin içinde itikâfta bulunan bir kimsenin haline nisbeten övülmez. Bu bakımdan dünyadan nefret etmenin, esasında hedef ve maksut olduğunu sanman uygun değildir. Dünya, insanı Allah'tan alıkoyar. Allah'a varmak ancak engeli geçmekle olur.

Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Dünya hakkında zâhidlik edip sadece zâhidlik vasfıyla iktifa eden, onunla meşgul olan bir kimse gibi acele istirahat istemektedir. Oysa âhireti temin etmekle meşgul olması gerekir'. Bu bakımdan âhiret yolunun sülûku zâhidlik vasfının ötesindedir. Nitekim hac yolunun sülûkunun, hacca mâni olan alacaklının hakkını vermenin ötesinde olduğu gibi. . .

Madem ki durum budur, dünyada zâhidlik, eğer dünyanın varlık ve yokluğundaki rağbeti hedef ediniyorsa kemâlin zirvesidir. Eğer onunla dünyanın yokluğundaki rağbet kastediliyorsa, bu takdirde, razı, kanî ve haris'in derecelerine göre kemâl sayılır. Müstağni'nin derecesine göre eksikliktir. Mal hakkındaki kemâl derecesi, mal ile suyun senin nezdinde eşit olmasıdır. Denizin kenarında olan suyun ne bolluğunun ne de azlığının zarurî miktar hariç sana sıkıntı vermediği gibi, sıkıntı vermemesidir. Bununla beraber mal, insanın muhtaç olduğu bir şeydir.

Nitekim suya da ihtiyacı vardır! Oysa kalbin bol sudan kaçmak veya bol suya buğzetmekle meşgul olmaz. Aksine 'İhtiyaç kadar ondan içer ve ihtiyaç kadar ondan Allah'ın kullarına içiririm. Hiç kimseyi ondan cimrilik yaparak mahrum etmem!' dersin. İşte mal da senin için aynen bunun gibi olmalıdır. Zira ekmek ile su, ihtiyaç ..... kuvvetli kimse zayıfların derecesine indiğini göstermek için maldan kaçtığını belirtmiş olur ki zayıflar da malı terketmek hususunda kendisine uysunlar; zira eğer zayıflar mal edinmekte ona uyarlarsa helâk olurlar! Nitekim afsunlu bir kimse, çocuklarının yanında yılandan korkuyormuş gibi yapar. Oysa bu kaçışı, yılanı tutmaktan korktuğu için değildir.

Fakat çocukların yanında yılanı tutarsa, çocukların da ona bakarak yılanı gördüklerinde tutmaya çalışarak helâk olacaklarını bildiği için böyle davranır Zayıfların adımlarına adımlarını uydurmak, peygamberler, velîler ve âlimler için zarurîdir. Bu bakımdan mertebelerin altı olduğu ve o mertebelerin en yücesinin de müstağnî'nin, sonra zâhid'in, sonra râzî, sonra kanî, sonra haris ve sonra muztarr'ın mertebesi olduğu anlaşıldı.

Muztarr hakkında zühd, rıza ve kanaat tasavvur edilebilir. Onun derecesi, hallerin değişmesi nisbetinde değişir. Fakir ismi bu beş mertebeye ıtlak olunur.

Müstağnî'ye fakir demeye gelince, bu mânâyla fakir denmez. Eğer fakir denirse başka bir mânâ ile denir. O mânâ da kendisinin bütün işlerde, hassaten mal hususunda Allah'a muhtaç olduğunu bilmesidir. Bu bakımdan müstağnî 'ye fakir ismini vermek, tıpkı nefsini kul olarak bilen ve kulluğunu ikrar eden bir kimseye 'el-Abd' ismini vermek gibidir; zira böyle bir kimseye 'el-Abd' ismini vermek, gâfillere vermekten daha evlâdır. Her ne kadar 'el-Abd' ismi, bütün halka ıtlak olunan umumî bir isim ise de durum yine de böyledir.

İşte bunun gibi fakir ismi de umumî bir isimdir. Kim nefsini Allah'a muhtaç kabul ederse, ona fakir ismini vermek, başkasına vermekten daha haklı olur. Bu bakımdan fakir ismi bu iki mânâ arasında müşterek bir isimdir.

Bu iştirâk ve ortaklığı bildiğin zaman, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Fakirlikten sana sığınıyorum',2 'Fakirlik neredeyse küfür olacaktı!'3 hadîsleriyle 'Beni miskin (fakir) olarak yaşat! Beni miskin olarak öldür'4 hadîs-i şerîfi arasında çelişki olmadığını anlarsın. Zira Hazret-i Peygamber, yukarıdaki hadîs-i şeriflerde, muztarr ve muhtacın fakirliğinden

Allah'a sığınmış, Allah'a karşı meskenet (fakirlik) ve zilleti ikrar etmek ve Allah'a muhtaç olmaktan ibaret olan fakirliği de duasında Allah'tan talep etmiştir. Allah'ın salât ve selâmı hem onun, hem de yerin ve göğün ehlinden seçilmiş kulların üzerine olsun!

2) Taberânî

3) Beyhâkî ve İbn Adiyy

4) Abd b. Humeyd, İbn Mâce, (Ebû Said'den)

34-2

Âyet-i Kerîmeler

(Bir de o mallar) şu muhacir fakirlere aittir ki (onlar) yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah'a ve peygamberine (mal ve canlarıyla) yardım ederler. İşte bunlar doğru olanlardır. (Haşr/8)

(Sadakalar) şu fakirlere mahsustur ki onlar Allah yolunda kapanıp kalmışlardır. Yeryüzünde gezip dolaşamazlar. . Bilmeyen, utangaçlıklarından dolayı onları zengin zanneder. (Bakara/273)

Allahü teâlâ onları över mahiyette kelâmını sevketti. Sonra onların fakirlik vasfını hicret etmek ve Allah yolunda mahsur kalmak vasıflarına takdim etti. Bu takdim edişte fakirliğin faziletine dair bir delil vardır.

Hadîsler

Fakirliğin faziletine delâlet eden hadîsler sayılmayacak kadar çoktur. Abdullah b. Ömer'den şöyle rivâyet ediliyor. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ashâbına insanların hangisinin daha hayırlı olduğunu sorunca

cevap olarak şöyle dendi:

-O zengin ki nefsinde ve malında olan Allah'ın hakkını verir!

- Bu kişi pek güzel kişidir. Fakat insanların en hayırlısıdeğildir.

- Ey Allah'ın Rasûlü! O halde insanların en hayırlısı kimdir?

Öyle bir fakirdir ki gücü yettiği kadar Allah yolunda verir. 5

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Bilâl'e hitaben şöyle buyurmuştur:

Allah'ın huzuruna fakir olarak var, Allah'ın huzuruna zengin olarak varma!6

Muhakkak ki Allah, çocuk babası olan ve dilenmekten sakınan fakiri sever. 7

Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce cennete girecektir. 8

Başka bir hadîste 'Kırk sene' diye vârid olmuştur. 9

Bu hadîsten gaye, bu ikinci rivâyete göre, haris olan fakirin haris olan zengine tekaddüm etmesinin takdiridir. Beşyüz sene ile takdîr ise, zâhid fakirin âhirete tâlip olan zengin üzerindeki tekaddüm takdiridir. Fakirliğin derecelerinin değişikliğinden zikrettiğimiz, zarurî olarak sana fakirler arasında da derecelerinde farklılık olduğunu bildirir. Haris olan fakir zâhid olan fakirin yirmibeş derece altındadır. Zira kırkın beşyüze nisbeti yirmibeştir. Zannetme ki Hazret-i Peygamber'in takdîr etmesi rastgeledir. Hazret-i Peygamber haktan başkasıyla konuşmaz. Çünkü onun konuşması, kendisine gelen vahiydir. Onun bu sözü tıpkı şu sözü gibidir:

Salih rüya (doğru rüya) , peygamberliğin kırkaltı cüzünden bir cüzdür. 10

Hazret-i Peygamber'in bu takdiri, şüphesiz ki bir hakîkat takdiridir. Fakat Hazret-i Peygamber'den başka hiç kimse bu nisbetin illetini hakkıyla bilemez. Ancak tahmin edebilir; zira bilir ki peygamberlik, peygambere mahsus olan vasıftan ibarettir. Peygamber'in dışındaki insanlarda yoktur. Peygamber hususiyetlerin birçok çeşitleriyle tahsis olunur:

Birincisi, Allah, Allah'ın sıfatları, melekler ve âhiretle ilgili şeylerin hakîkatini bilir. Onun bildiği, başkasının bildiği gibi değildir. Onun bilgisi malûmatın çokluğu, yakîn, tahkik ve keşfin fazlalığı ile, başkasının bilgisine muhaliftir.

İkincisi, peygamberin nefsinde öyle bir sıfatı vardır ki âdetleri paramparça eden fiiller onunla kendisi için tamamlanır. Nitekim bizim sıfatımızın irade ve ihtiyarımızla beraber olan hareketlerimizin onunla tamamlandığı gibi. . . O sıfat kudrettir. Her ne kadar kudret ile kudretin meydana getirdiği şeyin ikisi birden, Allah'ın fiili ise de. . .

Üçüncüsü, peygamber için öyle bir sıfat vardır ki onunla melekleri görür. Nitekim gözü olan bir insan öyle bir sıfat vasıtasıyla görünen şeyleri idrâk eder.

Dördüncüsü, peygamber için öyle bir sıfat vardır ki o sıfat vasıtasıyla gayb âleminde, gelecekte olan şeyi ya uyanıklık veya uyku halinde idrâk eder. Çünkü o sıfatla Levh-i Mahfuzu idrâk eder, oradaki gaybı görür. İşte bunlar birtakım kemalât ve sıfatlardır. Peygamberler için sabit oldukları bilinir ve her birinin bir kaç kısma ayrıldığı da bilinir. Bazı kere kırka, elliye, altmışa kadar bölme imkânına sahibiz, hatta kırk altıya kadar da bölmeye kendimizi zorlayabiliriz. Sıhhatli rüyanın kırk altı parçasından bir parça olabilecek şekilde zorlayabiliriz. Fakat mümkün olan taksi mat yollarından bir yolu tayin etmek ancak zan ve tahminle olur. Biz tahkikî olarak Hazret-i Peygamber'in o yolu kasdettiğini veya etmediğini bilmiyoruz. Bizce malûm olan ancak peygamberliğin taksimatının esası kendileriyle tamam olan sıfatların derleyicileridir. O da bizi takdirin illetini bilmeye irşâd etmez ve yine böylece biliriz ki daha önce geçtiği gibi fakirlerin çeşitli dereceleri vardır. Fakat mesela şu haris fakir neden zâhid fakirin derecesinin altıda birinin yarısı üzerindedir ki kırk sene önce cennete girmesine hükmedilmedi. Öbürü beşyüz senelik bir tekaddümü iktiza etti ki peygamberlerin dışındaki insanların kuvvetinde bu sırra varmak ancak bir tür tahminle olur. Oysa tahmine güvenilmez. Bütün bu konuşmalardan gaye; bu işlerin benzerlerinde takdir yoluna dikkati çekmektir; zira zayıf imanlı bazen zanneder ki bu söz Hazret-i Peygamber'in dilinden tesadüfî olarak çıkmıştır. Oysa peygamberlik mertebesi böyle olmaktan yücedir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bu ümmetin en hayırlısı fakirleridir. Cennette ilk yatanları zayıflarıdır. 11

Benim iki sanatım vardır. Kim onların ikisini severse beni de sevmiş olur. Kim onlardan nefret ederse benden de nefret etmiş olur. (Onlar) fakirlik ile cihaddır. 12

Rivâyet ediliyor ki Cebrâîl (aleyhisselâm) Hazret-i Peygamber'e inerek dedi ki: Ey Muhammed! Allahü teâlâ sana selâm ediyor ve şöyle diyor: 'Şu dağları altın etmemi ve seninle beraber gezdirmemi ister misin? Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , başını eğerek bir an düşündü ve sonra şöyle dedi:

Ey Cebrâîl! Muhakkak dünya, evi olmayanın evidir. Malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan dünya için toplar.

Bu cevap karşısında Cebrâîl 'Yâ Muhammed! Allah seni sabit söz ile korudu!' dedi. 13

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) seyahatinde, abasına bürünmüş, uyuyan bir insanın yanından geçti. Onu uyandırarak şöyle haykırdı: 'Ey uyuyan! Kalk! Allah'ı an!' Adam, Hazret-i Îsa'ya 'Benden ne istiyorsun? Ben dünyayı ve dünya ehlini terketmişim!' dedi. Bu cevap üzerine Îsa (aleyhisselâm) ona 'Ey dostum! Öyleyse uyu!' dedi.

Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) toprak üzerinde yatan bir kişinin yanından geçti. Onu, başının altında bir kerpiçi yastık yapmış, yüz ve sakalı toprak içerisinde kalmış olduğu halde abasına bürünmüş olarak gördü, Bu manzara karşısında şöyle haykırdı: 'Yarab! Senin şu kulun, dünyada zâyi olmuştur!' Bunun üzerine Allahü teâlâ ona vahiy göndererek 'Ey Musa! Sen bilmez misin, ben cemâlimin tamamıyle kuluma nazar ettiğim zaman bütün dünyayı ondan dürer alırım' dedi. 14

Ebû Râfi'den rivâyet ediliyor ki: Hazret-i Peygamber'e bir misafir geldi. O misafiri ağırlamak için Hazret-i Peygamber'in yanında birşey olmadığından beni (Hayber) yahudilerinden birine gönderdi ve dedi ki: 'Git yahûdîye söyle! Muhammed sana der ki: 'Receb ayına kadar bana biraz un borç olarak veya satarak versin'. Ebû Râfi der ki: Yahûdîye varıp istedim. Yahûdî Hayır! Allah'a yemin ederim. Ancak yanımda rehin bırakması şartıyla veririm' dedi. Bunun üzerine, hâdiseyi Hazret-i Peygamber'e haber verdim. Şöyle buyurdu:

Allah'a yemin olsun. Ben gök ehli arasında eminim. Yer ehli arasında eminim. Eğer yahûdî bana satsaydı veya borç verseydi, muhakkak ona hakkını öderdim. Benim şu kürkümü yahûdîye götür. Yanına rehin bırak!

Hazret-i Peygamber'in yanından çıkarken şu âyet nazil oldu:

Onlardan bazı zümrelere kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır. (Tâhâ/133)

Bu âyet-i celîle, dünya hususunda Hazret-i Peygamber için bir tâziye (ve teselli) olarak inmiştir. 15

Fakirlik, Mü'min için, atın yanakları üzerine inen güzel kâkülünden daha süslüdür. 16

Sizden bir kimse sağlıklı, cemaati içerisinde emîn olduğu ve günlük nafakası yanında bulunduğu durumda sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıklarıyla onun için toplanmış ve ona verilmiştir. 17

Ka'b'ul-Ahbâr dedi ki: Allahü teâlâ Hazret-i Mûsa'ya 'Ey Musa! Fakirliğin sana yönelip geldiğini gördüğünde de ki: Salihlerin alâmet-i fârikasına merhaba!'

Atâ el-Horasanî der ki: Peygamberlerden biri bir deniz sahilinden geçerken baktı ki balık tutan biri besmele çekip ağını balık tutmak için suya atıyor. Fakat hiçbir şey ağa girmiyor. Sonra başka birinin yanından geçti. O da 'şeytanın ismiyle' deyip ağını denize attı. Ağ o kadar balıkla doldu ki neredeyse çekip çıkarmaktan aciz kaldı! Bunun üzerine Peygamber (aleyhisselâm) şu münâcatta bulundu: 'Yarab! Bu ne acaipliktir? Oysa bütün bunların elinde olduğunu biliyorum'. Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklere dedi ki: 'O iki kişinin nezdimdeki derecelerini peygamberime gösterin!' O peygamber fakir için Allah katındaki kerameti, o şerir için de rezaleti görünce 'Yarab! Razı oldum!' dedi.

Cennete baktım ve gördüm ki ehlinin çoğu fakirlerdir. Cehenneme baktım ve gördüm ki ehlinin çoğu zenginler ve kadınlardır.

Başka bir lâfızda: 'Zenginler nerededir?' diye sorulunca 'Çok çalışmak onları geride bırakmıştır' denilmiştir. 18

'Ateş ehlinin çoğunu kadınlar olarak gördüm'. Bunun üzerine 'Kadınlara ne oluyor?' denildi. Denildi ki: 'Onları altın ile zaferan meşgul etmiştir'. 19

Mü'minin dünyada hediyesi fakirliktir. 20

Peygamberlerin en son cennete gireni Süleyman b. Dâvud'dur. Çünkü dünya mülkü vardı. Ashâbımın en son cennete gireni Abdurrahman b. Avf'tır. Çünkü zengindi. 21

Onun sürünerek cennete girdiğini gördüm. 22

Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Zengin şiddetle (zorla) cennete girer'.

Ehl-i Beyt'ten gelen bir haberde, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Allah bir kulu sevdiği zaman, ona belâ verir. Onu çok sevdiği zaman, kendi nefsi için edinir.

Denildi ki: 'Ya Rasûlallah! Bundan maksad nedir?' Şöyle buyurdu: 'Ona ne aile efradı, ne de dünya malı bırakır'. 23

Fakirliğin yönelip geldiğini gördüğünde 'salih kimselerin alâmet-i fârikasına merhaba!' de. Zenginliğin yönelip geldiğini gördüğünde de ki: 'Bir günah ki cezası peşin verildi'. 24

Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) Allah'a şöyle seslendi: 'Yarab! Halkından sevdiklerin kimlerdir ki senin için onları seveyim?' Allah şöyle cevap verdi: 'Her fakir, her fakir'.

Hadîs-i kudsî'de, ikinci defa söylenilen fakir kelimesinin diğerinin tekidi olması mümkündür ve yine ondan, şiddetli fakirliğin kastedilme ihtimali de vardır.

Mesih (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'muhakkak ben fakirliği sever, nimetler içerisinde yüzmekten nefret ederim'. Mesih'in nezdinde isimlerin en sevimlisi kendisine 'Ey miskin!' denmesiydi.

Arapların zenginleri Hazret-i Peygamber'e 'Bize bir gün, fakirlere de bir gün tayin et! Onların geldiği gün biz gelmeyelim. Bizim sana geldiğimiz gün de onlar gelmesinler! dediler. 'Onlar' ile Bilâl, Selman, Süheyb, Ebû Zer, Habbab b. Eret, Ammâr b. Yâsir, Ebû Hüreyre ve ashâb-ı suffe'den olan fakirleri kastediyorlardı. Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onların dediğini kabullendi. Çünkü onlar fakirlerin kokularından eziyet duyduklarından şikayet etmişlerdir.

Fakirlerin giydikleri yün elbiseydi. Terledikleri zaman elbiselerinden ter kokusu geliyordu ve bu durum zenginlere gayet ağır geliyordu. Akra b. Habis et-Temimî, Uyeyne b. Hısn el Fezzarî, Abbas b. Mirdas es-Sülemî ve benzerleri zenginlerden idiler. Hazret-i Peygamber onlarla fakirlerin bir mecliste bir araya gelmemesine razı oldu. Bunun üzerine şu âyet-i celîle nâzil oldu:

Nefsini sabah ve akşam rızasını dileyerek rablerine dua eden kimselerle beraber tut! Gözlerin dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın. Kalbini bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme. De ki: Kur'ân, rabbinizden gelen bir haktır. Artık dileyen îman etsin, dileyen inkâr etsin!' (Kehf/28-29)

İbn Ümmi Mektûm, Hazret-i Peygamber'in yanında, Kureyş'in eşrafından bir kişi varken, Hazret-i Peygamber'in huzuruna girmek için izin istedi. Bu durum Hazret-i Peygamber'e ağır geldi.

Bunun üzerine Allahü teâlâ şu ayetleri gönderdi:

Surat astı ve döndü, âma geldi diye. . . Ne bilirsin belki o arınacak? Yahut öğüt alacak da öğüt kendisine fayda verecek? Kendisini müstağni görüp tenezzül etmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. (Abese/1-6)

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kıyâmet gününde kul getirilir. Allahü teâlâ, dünyada birinin başka birinden özür dilediği gibi kuluna arz-ı mazeret ederek şöyle der: 'İzzet ve celâlim hakkı için, senin katımda kıymetsiz olduğundan dolayı senden dünyayı esirgemiş değilim. Fakat ben, senin için hazırladığım nimetlerden dolayı dünyayı senden esirgedim! Ey kulum! Şu saflara çık. Kim benim için sana yedirmişse veya seni giydirmişse, yedirdiği ve giydirdiğiyle sadece benim rızamı kasdetmişse, onun elinden tut. Onu sana bağışladım'. Oysa o gün ter insanları gemlemiştir. O kişi Allahü teâlâ'nın emriyle safların arasına girer. Dünyada kendisine yardım edeni gözetler. Onun elinden tutar ve cennete götürür. 25

- Fakirleri iyi tanıyın. Onlara iyilik yapın. Onların bir devleti vardır.

- Ya Rasûlallah! Onların devleti ne demektir?

- Kıyâmet günü olduğu zaman onlara şöyle denilir: 'Size bir parça ekmek yedirene veya bir yudum su içirene veya bir elbise giydirene bakın! Onun elinden tutun! Sonra onu cennete götürün!'26

Cennete girdim. Önümde bir tıkırtı işittim. Baktım Bilâl'i gördüm. Cennetin en yüksek tabakasına baktım. Ümmetimin fakirleriyle evlatlarını gördüm. Cennetin alt tabakasına baktım ve gördüm ki orada, pek az zengin ve kadın vardır. Dedim ki: 'Yarab! Bunların durumu nedir?' Şöyle buyurdu: Kadınlara iki kırmızı; altın ile ipekli zarar verdi. Zenginler mal ile meşgul oldular'. Bu arada ashâbımı kontrol ettim. Abdurrahman b. Avf'ı göremedim. Sonra ağladığı halde bana geldi. Kendisine şöyle sordum:

- Seni benden geri bıraktıran nedir?

- Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin ederim, ihtiyarlatıcı birçok musibetlerle mülâki olmazdan önce sana varamazdım. Zannettim ki ben seni göremeyeceğim!

- Neden böyle oldu?

- Malımdan ötürü hesaba tutuldum!27

Şu duruma bak! Abdurrahman ki Allah'ın Rasûlüyle beraber büyük şerefe nail olmaya sahip olduğu ve cennet ehlinden olan on kişiden biri bulunduğu ve 'ancak malıyla şöyle hükmeden müstesnadır' hadîsine mazhar olan zenginlerden biri olduğu halde durumu böyledir. Buna rağmen zenginlik onu bu kadar zarara uğratmıştır.

Hazret-i Peygamber fakir bir kişinin yanına girdi. Hiçbir şeyini görmedi. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

Eğer bu kişinin nûru yeryüzündeki bütün insanlara taksim olunsa hepsini zengin ederdi. 28

Size cennet ehlinin padişahlarından haber vereyim mi?

- Evet, ey Allah'ın Rasûlü!

- Onlar, her zayıf ve başkası tarafından zulme uğrayan saçı sakalı tozlu topraklı bulunan ve iki eskimiş elbise sahibi olan bir kimse gibidir ki ona kıymet verilmez. Eğer o, Allah

Teâlâ'nın üzerine (ondan birşey istemek sûretiyle) yemin ederse, muhakkak Allah onu yemininde doğrular.

İmrân b. Husayn (radıyallahü anh) dedi ki: Hazret-i Peygamber'in katında benim bir değerim vardı, bana şöyle buyurdu:

- Ey İmrân! Muhakkak katımızda bir derece ve kıymetin vardır. Acaba kızım Fâtıma'yı hastalığından dolayı ziyaret etmek ister misin?

- Evet! Anam-babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü! Bunun üzerine Hazret-i Peygamber kalktı. Ben de onunla beraber kalktım. Fâtıma'nın kapısına geldi. Kapıyı çaldı ve 'Selâm üzerinize olsun! Gireyim mi?' diye izin istedi.

- Ey Allah'ın Rasûlü gir!

- Yanımdaki insanlarla beraber mi girelim?

- Ey Allah'ın Rasûlü! Beraberinde kim var?

- İmrân vardır!

- Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin olsun, sırtımda bir abadan başka birşey yoktur.

Hazret-i Peygamber 'Abayı şöyle yap' diyerek eliyle abayı bedenine sarmasını işaret etti. Fâtıma 'Abayı bedenime sardım. Başımı ne yapacağım!' deyince, Hazret-i Peygamber üzerinde bulunan eskimiş bir ageli Fâtıma'ya attı ve 'Bununla da başını ört!' dedi. Sonra Fâtıma,

Hazret-i Peygamber'e izin verdi. Hazret-i Peygamber içeri girdi ve şöyle buyurdu:

- Ey kızım! Selâm üzerine olsun. Sen nasıl sabahladın?

- Allah'a yemin ederim. Hasta bir vaziyette sabahladım! Birşey yemeyişim hastalığımı daha da artırdı. Açlık bana zarar verdi.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber ağlayıp şöyle buyurdu:

Ey kızım! Üzülme! Allah'a yemin olsun, ben de üç günden beri bir yemek tatmış değilim. Oysa ben Allah katında senden daha şerefliyimdir. Eğer rabbimden isteseydim mutlaka bana yedirirdi. Fakat ben âhireti dünyaya tercih ettim.

Sonra Hazret-i Peygamber eliyle Fâtıma'nın omuzunu okşayarak ona şöyle dedi:

- Müjde sana! Allah'a yemin olsun! Muhakkak sen cennetkadınlarının hatunusun.

- Ya Firavun'un hanımı Asiye, İmrân'nın kızı Meryem nerede?

- Asiye kendi âlemindeki kadınların hatunu, Meryem de kendi âlemindeki hanımların hatunudur. Sen ise, kendi âlemindeki kadınların hatunusun. Muhakkak hepiniz (cennette) kamıştan yapılmış köşklerde oturacaksınız. Orada ne eziyet var, ne kalabalık ve ne de yorgunluk!

Sonra Hazret-i Peygamber Fâtıma'ya dedi ki: 'Amcamın oğluyla kanaat et! Allah'a yemin olsun, seni dünyada efendi olan, âhirette efendi olan biriyle evlendirdim!'29

Hazret-i Ali'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Halk, fakirlerini kızdırdıkları, dünyanın imarına fazla önem verdikleri ve dirhemlerin istifine daldıkları zaman,

Allah onlara dört belâ verir: Zamandan kıtlık. . . Sultandan zulüm. . . Hükümlerin infazcılarından hiyanet. . . Düşmandan da üstünlük. . .

4) Abd b. Humeyd, İbn Mâce, (Ebû Said'den)

5) Deylemî

6) Hâkim

7) İbn Mâce

8) Tirmizî

9) Müslim

10) Buhârî

11) Irâkî bu hadisîn aslına rastlamadığını söylemektedir.

12)

13) Irâkî'ye göre bu hadîs iki hadîsten meydana gelmiştir. (Birincisini Tirmizî, ikincisini Şirâzî ve Beyhakî rivâyet etmiştir) .

14) Kût'ul-Kulûb

15) Taberânı, İbn Ebî Şeybe, İbn Rahuveyh, Bezzâr, Ebû Yâ'lâ, İbn Münzir

16) Taberânî

17) Taberânî

18) İmâm-ı Ahmed

19) Nikâh bahsinde geçmişti.

20) Muhammed b. Hafif eş Şirazî, Deylemî

21) Daha önce geçmişti.

22) İmâm-ı Ahmed, Taberânî

23) Taberânî

24) Deylemî

25) İbn Hıbbân

26) Ebû Nuaym

27) Taberânî

28) Müslim, Buhârî

29) Cimriliğin Zemmi bölümünde geçmişti. İmâm-ı Ahmed, (Ma'kel b. Yesâr'dan)

34-3

Ebu'd Derda (radıyallahü anh) dedi ki: 'İki dirhem sahibi, hapis veya hesap bakımından bir dirhem sahibinden daha fazla zorluk çeker'.

Hazret-i Ömer, Said b. Âmir'e bin dinar gönderdi. Said b. Âmir mahzun olarak eve geldi. Hanımı kendisine İslâm'da bir hâdise mi oldu?' diye sordu. Said 'Ondan daha şiddetlisi oldu!' deyip şöyle devam etti: 'Eskimiş entarini bana getir!' Bunun üzerine hanım eskimiş entarisini parçaladı. Onu keseler haline getirdi. Dinar ve altınları parça parça yaptı ve (harbe gidenlere) dağıttı. Sonra sabaha kadar ağlayıp namaz kıldı. Sonra dedi ki: Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini duydum:

Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beş yüz sene önce cennete gireceklerdir. Hatta zenginlerden bir kişi onların kalabalığı arasında cennete girer. Onun elinden tutulup cennetten çıkarılır. 30

Üç sınıf, hesapsız cennete girecektir:

1. Elbisesini yıkamak isteyip başka bir elbisesi olmayankimse.

2. Aynı ateşin üzerine iki çanağı koyamayan kimse.

3. İçecek istediğinde kendisine hangi içeceği istediği sorulmayan kimse. 31

Bir fakir Süfyân es-Sevrî'nin meclisine vardı. Süfyân ona 'Yaklaş! Eğer zengin olsaydın seni yaklaştırmazdım!' dedi. Süfyân es-Sevrî'nin zengin arkadaşları, fakir olmayı temenni ederlerdi. Çünkü Süfyân, fakirleri kendine yaklaştırır, zenginlere de pek yüz vermezdi!

el-Müemmil32 dedi ki: 'Süfyân es-Sevrî'nin meclisinde zenginden daha zelil fakirden daha azizini görmedim'.

Hukemadan biri şöyle demiştir: 'Fakir olan Âdem oğlu, fakirlikten korktuğu kadar ateşten korksaydı ikisinden birden kurtulurdu. Eğer zenginliğe rağbet ettiği gibi cennete rağbet etseydi ikisini birden elde ederdi. Eğer zâhirde Allah'ın mahlûklarından korktuğu kadar bâtında Allah'tan korksaydı dünya ve âhiret saadetine ererdi'

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Lokmân (aleyhisselâm) oğluna 'Hiç kimseyi elbisesinin eskiliğinden ötürü tahkir etme! Muhakkak ki seninle onun rabbi birdir' dedi.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Fakirleri sevmek, peygamberlerin ahlâkındandır. Onların meclisinde oturmayı tercih etmek, salihlerin alâmetindendir. Onların sohbetinden kaçmak münafıkların alâmetindendir!'

Haberlerde, daha önce indirilen kitablardan alındığına göre, Allahü teâlâ peygamberlerinden birine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:

Senden nefret edip seni gözümden düşürmemden sakın! Bu takdirde dünyayı oluk halinde üzerine akıtırım.

Hazret-i Âişe, bir günde yüzbin dirhem dağıtıyordu. Bu parayı Muaviye, İbn Amr ve başka idareciler kendisine gönderirlerdi. Oysa sırtındaki entarisi yamalıydı. Cariyesi 'Keşke bize bu paradan bir dirhemlik et alıp da o Ebu Derdâ (radıyallahü anh) dedi ki: 'İki dirhem sahibi, hapis veya hesap bakımından bir dirhem sahibinden daha fazla zorluk çeker'.

Hazret-i Ömer, Said b. Âmir'e bin dinar gönderdi. Said b. Âmir mahzun olarak eve geldi. Hanımı kendisine İslâm'da bir hâdise mi oldu?' diye sordu. Said 'Ondan daha şiddetlisi oldu!' deyip şöyle devam etti: 'Eskimiş entarini bana getir!' Bunun üzerine hanım eskimiş entarisini parçaladı. Onu keseler haline getirdi. Dinar ve altınları parça parça yaptı ve (harbe gidenlere) dağıttı. Sonra sabaha kadar ağlayıp namaz kıldı. Sonra dedi ki: Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini duydum:

Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beş yüz sene önce cennete gireceklerdir. Hatta zenginlerden bir kişi onların kalabalığı arasında cennete girer. Onun elinden tutulup cennetten çıkarılır. 30

Üç sınıf, hesapsız cennete girecektir:

1. Elbisesini yıkamak isteyip başka bir elbisesi olmayankimse.

2. Aynı ateşin üzerine iki çanağı koyamayan kimse.

3. İçecek istediğinde kendisine hangi içeceği istediği sorulmayan kimse. 31

Bir fakir Süfyân es-Sevrî'nin meclisine vardı. Süfyân ona 'Yaklaş! Eğer zengin olsaydın seni yaklaştırmazdım!' dedi.

Süfyânı es-Sevrî'nin zengin arkadaşları, fakir olmayı temenni ederlerdi. Çünkü Süfyân, fakirleri kendine yaklaştırır, zenginlere de pek yüz vermezdi!

el-Müemmil32 dedi ki: 'Süfyân es-Sevrî'nin meclisinde zenginden daha zelil fakirden daha azizini görmedim'.

Hukemadan biri şöyle demiştirnunla iftar etmiş olsaydık' deyince, oruçlu bulunan Hazret-i Aişe de şöyle dedi: 'Eğer daha önce hatırlatsaydın yapardım'.

Hazret-i Peygamber, Âişe'ye nasihat ederek şöyle buyurmuştur:

Eğer bana iltihak etmeyi istiyorsan fakirlerin hayatından ayrılma! Zenginlerle beraber oturmaktan kaçın. Sırtındaki entariyi yamalamadıkça çıkarma!33

Bir kişi İbrahim b. Edhem'e onbin dirhem getirdi. İbrahim kabul etmedi, kişi ısrar etti. İbrahim ona 'Sen ister misin ki onbin dirhemle ismimi fakirlerin defterinden sildirteyim. Hiçbir zaman o parayı kabul etmem' dedi,

30) İmâm-ı Ahmed

31) Ebû Şeyh, Sevab, (Ebû Said'den)

32) Adı el-Müemmil b. İsmail el-Basrî, künyesi Ebû Abdurrahman'dır.

34-4

Fakir Sınıfların Özellikleri

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Yetecek kadar nafakaya kanaat edip İslâm dinine hidayet edilmiş kişiye cennet vardır. 34

Ey fakirler kitlesi! Kalplerinizden Allah'a (hükmüne) razı olunuz. (Bu takdirde) fakirliğinizin sevabını elde edersiniz! Aksi takdirde mahrum kalırsınız! 35

Birinci hadîste bahsi geçen kişi, kanaat eden kişidir. Bu son hadîste bahsi geçen ise, Allah'ın hükmüne razı olan kişidir. Sanki bu hadîsin mefhumu şunu sezdiriyor: 'Harîs bir kimse, fakirliğinden ötürü hiçbir sevap kazanmaz!'

Oysa fakirliğin fazileti hakkındaki umumî hükümler delâlet eder ki fakir, harîs ise de sevabı vardır. Nitekim bunun tahkiki ileride de gelecektir. Bu bakımdan buradaki 'razı olmak'tan gaye; Allah'ın dünyayı kendisinin esirgemesini kerih görmesidir. Nice mal isteyen vardır ki onun kalbinde ne Allah'a karşı bir inkâr ve ne de fiiline karşı bir nâhoşluk vâki olur! İşte fakirliğin sevabını yakıp yok eden nâhoşluk bu demektir.

Hazret-i Ömer'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Herşeyin bir anahtarı vardır. Cennetin anahtarı ise, fakir ve miskinlerin sevgisidir. Bu sevgi de sabırlarından ötürüdür. (Zira) onlar kıyâmet gününde Allah ile sohbet edeceklerin ta kendileridir. 36

Hazret-i Ali'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Allah katında kulların en sevimlisi, rızkına kanaat eden ve Allah'ın hükmüne razı olan fakirdir. 37

Ey Allah'ım! Muhammed'in (aleyhisselâm) âlinin rızkını yetecek kadar kıl. 38

İster fakir, ister zengin olsun, hiç kimse yoktur ki kıyâmet gününde, 'keşke dünyada bana yetecek kadar mal verilseydi' temennisinde bulunmasın!39

Allahü teâlâ Hazret-i İsmail'e vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:

- Beni kalpleri kırılmışların yanında ara!

- Onlar kimlerdir?

- Doğru olan fakirlerdir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Fakir razı olduğu zaman ondan daha faziletlisi yoktur. 40

Allahü teâlâ kıyâmet gününde şöyle der: 'ınahlûklarımdan seçtiğim kullarım nerede?' Melekler 'Ey rabbimiz! Onlar kimlerdir?' diye sorarlar. Allahü teâlâ 'Onlar müslümanların, benim verdiğime kanaat eden, kaderime razı olan fakirleridir. Onları cennete sokun!' der. Bu emir üzerine, melekler fakirleri cennete sokarlar. Fakirler yerler, içerler. Oysa halk, hesap içerisinde hâlâ kıvranmaktadır. 41

Bu hüküm, kanaat eden ve kadere razı olan fakir hakkındadır. Zahidin faziletini, eğer Allah dilerse, kitabın ikinci şıkkında zikredeceğiz. Rıza ve kanaat hakkındaki eserler ise pek çoktur. Tamahkârlığın kanaata zıd düştüğü açıktır.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Tamahkârlık fakirliktir. Halkın servetinden ümidi kesmek zenginliktir. Halkın elindeki servetten ümidini kesen, rızkına kanaat eden bir kimse onlardan müstağni olur'.

Ebû Mes'ud (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Hergün bir melek arşın altından şöyle çağırır: 'Ey Âdem oğlu! Sana kifayet edecek az mal, azdıracak çok maldan daha hayırlıdır'.

Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Aklında eksiklik olmayan hiç kimse yoktur. Sebebi de dünya fazlasıyla kişiye geldiği zaman sevinir. Oysa gece ve gündüz, onun ömrünü tüketmek için durmadan çalışırlar. O da buna hiç üzülmez! Âdem oğluna yazıklar olsun! Artan mal, eksilen ömür fayda vermez!'

Hükemadan birine şöyle denildi: 'Zenginlik ne demektir?' Cevap olarak 'Senin az temennin ve sana yetene razı olmandır!' dedi.

İbrahim b. Edhem, Horasan'ın zenginlerindendi. Babası Belh emîrlerindendi. Bir gün köşkünden çıkarken köşkün bahçesinde duran bir kişiye baktı, kişinin elinde ısırdığı bir ekmek vardı, kişi ekmeği yediği zaman bulunduğu yerde uyudu. İbrahim hizmetkârlarından birine 'Bu kişiyi, uyandığı zaman bana getir!' emrini verdi. Adam uyandığı zaman hizmetkâr onu İbrahim'in huzuruna çıkardı.

- Ey kişi! Aç olduğun için mi ekmeği yedin?

- Evet! . .

- Doydun mu?

- Evet!

- Sonra güzel uyudun mu?

- Evet!

Bunun üzerine İbrahim içinden şöyle dedi: 'ınadem ki nefis bu kadarla kanaat eder, artık ben dünyayı neyleyim!'

Amr b. Abdikays, tuz ile yeşillik yiyen bir kişinin yanından geçti. Bunun üzerine Amr ona 'Ey Allah'ın kulu! Sen dünyanın bu kadarcığına razı oldun mu?' dedi. Kişi Amr'a 'Bundan daha kötüsüne razı olan birini sana göstereyim mi?" dedi. Amr 'Evet, göster' dedi. Kişi 'Kim âhiret yerine dünyaya razı olursa, işte o bundan daha kötüsüne razı olmuş demektir' dedi.

Muhammed b. Vâsi' kuru bir ekmeği çıkarır, su ile ıslatır ve tuz ile yiyerek şöyle derdi: 'Kim dünyanın bu kadarcığına razı olursa, o hiç kimseye muhtaç olmaz'.

Hasan-ı Basrî şöyle derdi: Allahü teâlâ bazı kavimlere lânet etmiştir (etsin) . Allah onlar için yemin etmiş, onlar Allah'a inanmamışlardı'. Bunu söyledikten sonra şu âyeti okudu:

Gökte rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var! Semanın ve yerin rabbine yemin olsun ki bu iş, sizin konuşmanız gibi gerçektir. (Zâriyât/22-23)

Ebû Zer (radıyallahü anh) bir gün halk arasında oturuyordu. Bu sırada hanımı gelerek şöyle haykırdı: 'Evde kepek bile yokken hâlâ bunların arasında oturuyorsun?' Ebû Zer 'Ey kadıncağız! Önümüzde geçilmez bir gedik vardır. O gedikten ancak yükü hafif olan kurtulur' dedi. Bunun üzerine hanımı, durumuna razı olarak dönüp gitti.

Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: 'İnsanların küfre en yakını sabırsız fakirdir'.

Hakîmlerden birine şöyle denildi: 'Senin malın nedir?' Hakîm şöyle dedi: 'Zâhirde süslenmek, bâtında normal hareket etmek ve halkın elindeki servetten ümitsiz olmaktır'.

Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ geçmiş peygamberlere gönderdiği semavî kitabların birinde şöyle buyurmuştur: 'Ey Âdem oğlu! Eğer dünyanın tamamı senin olsa ondan ancak yiyeceğin senindir. Bu bakımdan sana dünyanın tamamından yiyeceğini verdiğimde ve onun hesabını da başkasına yüklediğimde muhakkak (bilmelisin ki) sana iyilik yapmışımdır'.

Kanaat hususunda ise şöyle demiştir:

İnsanlara değil Allah'a yalvar! Başkasının malından ümidini kes, kanaat et. Muhakkak ki azizlik ümitsizliktedir. Her akraba ve yakınından müstağni ol! Muhakkak ki zengin, halktan müstağni olan kimsedir.

Yine aynı mânâda şair şöyle demiştir:

Ey cem'eden ve cem'ettiğini de başkasından meneden! Oysa zaman, kapılarından hangisini yüzüne kapatacağını takdir ettiği halde kendisini gözetir. Düşünür ki ölümü kendisine nasıl gelecektir? Sabah mı gelecek veya ölümle geceleyip ölüm kapısını mı vuracaktır? Sen mal topladın! Ey mal toplayıcı! Bana söyle! O mal için o malı dağıtacak günleri de topladın mı? Mal senin yanında varislerin için depolanmıştır. Mal ancak onu infak ettiğin gün senin malındır! Allah'a güvenerek sabahtan işine giden bir gencin kalbi ne kadar da müreffehtir. Muhakkak ki rızıkları taksim eden Allah ona rızık verecektir. O gencin namusu korunmuştur. Onu kirletmez. Yüzü yepyenidir, onu eskitmez! Kanaatin sahasına inen bir kimsenin, kanaatin gölgesinde kendisini uykusuz bırakan bir üzüntüsü kalmaz!

33) Tirmizî, (garib olarak) ; Hâkim, (sahih olarak)

34) Müslim

35) Ebû Mansur ed-Deylemî

36) Dârekutnî

37) İbn Mâce, (bir benzerini)

38) Müslim

39) İbn Mâce

40) Irâkî bu hadîsi bu ibare ile görmediğini söylemektedir.

41) Deylemî

34-5

Fakirliğin Zenginliğe Üstünlüğü

Halk bu hususta ihtilâfa düşmüştür: Cüneyd-i Bağdâdî, el-Havvâs ve bir çokları, fakirliğin üstünlüğüne kaildirler. İbn Atâ 'Şükreden ve zenginliğin hakkını yerine getiren zengin, sabreden fakirden daha üstündür' demiştir.

Deniliyor ki: Bu hususta kendisine muhalefet ettiğinden dolayı, Cüneyd, İbn Atâ'ya bedduada bulundu. Bunun üzerine, İbn Atâ'nın başına bir musibet geldi.

Biz bu meseleyi Sabır Kitabı'nda, sabır ile şükür arasındaki farkı anlatırken zikretmiştik. Amellerde ve hallerde faziletin talebinin yolunu da belirtmiştik. Bu ise ancak tafsilât ile mümkündür. Fakirlik ve zenginlik, mutlak olarak ele alındıkları takdirde, haber ve eserleri okuyan bir kimse fakirliğin fazileti hakkında şüpheye düşmez. Fakat burada tafsilât lâzımdır. Şüphe ancak iki makamda tasavvur edilir.

Birinci Makam: Bu sabreden ve talep üzerinde ihtirası olmayan fakirdir. Bu fakir kanaat eden veya malını hayırlara sarfeden zengine nisbeten daha fazla razı olmuştur.

İkinci Makam: Haris bir zenginle haris bir fakirdir; zira kanaat eden fakirin mal biriktiren ve harislik yapan zenginden üstün olduğunda şüphe yoktur. Malını infak eden zenginin haris fakirden daha üstün olduğu da muhakkaktır.

Birincisine gelince, çoğu zaman zannedilir ki zengin, fakirden üstündür. Çünkü ikisi, mala karşı harisliğin zâfiyetinde eşittirler. Fakat zengin, sadaka ve hayırlar yapmakla Allah'a yaklaşır. Fakir ise bundan acizdir. İşte İbn Ata böyle zannetmiştir. Mal ile nimetlenen zengine gelince, her ne kadar bu mübah ise de bu zenginin kanaat eden fakirden daha üstün olduğu düşünülemez. Haberde vârid olan da buna şehâdet eder. Fakirler Hazret-i Peygamber'e zenginlerin hayır, sadakalar, hac ve cihadla kendilerini geçtiklerinden şikayet ettiler.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, tesbih hususunda onlara birkaç kelime öğretti ve onlara bu kelimelerle zenginlerin vardıkları derecelerin daha üstüne varacaklarını söyledi. Bunun üzerine zenginler o kelimeleri öğrendiler ve onu söylemeye başladılar. Fakirler Hazret-i Peygamber'e gelip haber verdiler. Hazret-i Peygamber 'O Allah'ın faziletidir. Dilediği kuluna ihsân eder!' dedi.

İbn Atâ, bu mesele kendisine sorulduğu zaman, bu hadîsle istişhâd ederek şöyle dedi: 'Zengin üstündür. Çünkü zenginlik, hakkın sıfatıdır!'

Birincisinin delilinde düşünmek gerekir; zira haber bunun hilâfına delâlet eden bir tafsilâtla varid olmuştur. Şöyle ki: 'Fakirin tesbihteki sevabı, zenginin sevabından fazla olur. Fakirlerin o sevabı elde etmeleri ise, Allah'ın faziletidir. Allah, faziletini dilediği kuluna verir'.

Zeyd b. Eslem, Enes b. Mâlik'ten şöyle rivâyet etti: Fakirler Hazret-i Peygamber'e bir elçi gönderdiler. O elçi 'Ben fakirlerin sana gönderilen elçisiyim!' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Sana ve yanlarından geldiğin kimselere merhaba! Onlar öyle bir kavimdir ki ben onları severim' dedi. Elçi 'Ey Allah'ın Rasûlü! Zenginler hayrı tamamen bizden aldılar. Hacca giderler. Bizim buna gücümüz yetmiyor. Umre yaparlar, bizim ise buna tâkatimiz yok! Hasta oldukları zaman, mallarının fazlasını kendilerine zahire edinirler' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

Benden fakirlere tebliğ et! Muhakkak sizden sabreden ve ecrini Allah'tan isteyen bir kimse için zenginlerde olmayan üç nimet vardır. Birincisi; cennette birtakım köşkler vardır. Yeryüzündeki insanların, gökteki yıldızlara baktıkları gibi, cennet ehli onlara bakarlar. Oraya ancak fakir bir peygamber, fakir bir şehid veya fakir bir Mü'min girer. İkincisi; fakirler zenginlerden yarım gün önce cennete girerler. O yarım gün de beş yüz senelik bir zamandır. Üçüncüsü; zengin 'Sübhânallahi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahü vallahü ekber' (Allah'ı tenzih ederim. Hamd Allah'a mahsustur. O'ndan başka mâbud yoktur ve Allah herşeyden yücedir) dediğinde fakir de onun gibi derse, zengin bu hususta fakire yetişemez, velev ki bu hususta onbin dirhem harcasın. İyiliklerin hepsi de böyledir.

Bunun üzerine, fakirlerin elçisi yanlarına dönüp Hazret-i Peygamber'in söylediklerini kendilerine haber verdi. Onlar da 'Biz razı olduk, razı olduk' dediler. 42

Bu hadîs Hazret-i Peygamber'in 'O, Allah'ın fazlıdır. Dilediği kuluna verir' sözünün, zikirlerinden ötürü fakirlere fazladan verilen sevapların Allah'ın fazlı mânâsına olduğuna delâlet eder.

Hazret-i Peygamber'in 'muhakkak ki zenginler hakkın sıfatıdır' sözüne gelince, meşâyihten biri şöyle demiştir: 'Allah'ın sebeplerle ve geçici servetlerle zengin olduğunu mu sanıyorsun?' Bunun üzerine itiraz eden susup konuşmadı. Başkaları da bu hadîs hakkında şöyle dediler: 'Kibir Allah'ın sıfatlarındandır. O halde tevazudan daha üstün olması uygun olur!'

Sonra şöyle dediler: 'Bu cümle fakirliğin daha üstün olduğuna delâlet eder. Çünkü kulluğun sıfatları kul için daha üstündür. Korku ve ümit gibi. . .

Rubûbiyet sıfatlarında ise, hiçbir kulun Allah ile münâzaa etmesi uygun değildir'.

Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:

Büyüklük benim ridamdır. Azamet benim izarımdır. Kim bu hususta benimle cedelleşirse onun belini kırarım.

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: İzzetin ve bekanın sevgisi, rubûbiyette ortaklıktır ve bu hususta Allah ile cedelleşmektir. Çünkü bunların ikisi de Allahü teâlâ'nın sıfatlarındandır'.

Zenginlik ve fakirliğin fazileti hakkında bu tür şeyler söylediler. Sözün kısası, te'vil kabul eden umumî hükümlere, biri diğerini nakzetmesi uzak olmayan kusurlu kelimelere bağlıdır; zira nasıl ki zenginliği Hakkın sıfatı olmak hasebiyle üstün gören bir kimsenin sözü tekebbürle tenkid ediliyorsa, aynen onun gibi zenginliği kulun vasfı olduğu için kötüleyen bir kimsenin sözü de ilim ve marifetle tenkid ediliyor. Çünkü ilim ve marifet Allah'ın sıfatıdır.

Cehalet ve gaflet ise, kulun sıfatıdır. Oysa hiçbir kimsenin gafleti ilimden üstün tutmaya yetkisi yoktur. Bu bakımdan burada Sabır Kitabı'nda zikrettiğimiz için değil, başka şeyler için kastolunan şey, maksuduna izafe edilmeye lâyıktır; zira onunla fazileti belirir. Dünyanın bizzat kendisi mahzurlu değildir. Fakat Allah'a varmaktan alıkoyduğu için mahzurludur! Fakirlik de bizzat kendisi için matlûb değildir. Fakat onun içinde Allah'tan alıkoyan birşey olmadığı için kastolunur. Nice zengin vardır ki zenginlik kendisini Allah'tan meşgul etmiştir. Mesela Süleyman (aleyhisselâm) , Hazret-i Osman ve Abdurrahman b. Avf gibiler. . .

Nice fakir vardır ki fakirlik onu meşgul edip hedeften uzaklaştırmıştır. Dünyada maksadın en yücesi, Allah'ın sevgisi ve O'nunla ünsiyet kurmaktır. Bu da ancak Allah'ı bildikten sonra olur. Oysa meşgul edenlerle beraber Allah'ın yolunu öğrenmek mümkün değildir. Fakirlik de bazen insanı Allah'tan meşgul eder. Tıpkı zenginliğin bazen meşgul ettiği gibi. . . Ancak hakîkatte meşgul eden dünya sevgisidir; zira dünya ile beraber Allah'ın sevgisi bir kalpte toplanmaz. Birşeyi seven onunla meşguldür; ister ayrılığında, ister kavuşmasında olsun! Bazen ayrılıktaki meşguliyet daha fazla olur ve bazen de kavuşmadaki meşguliyet daha fazla olur.

Dünya ise, gâfillerin mâşukasıdır. Ondan mahrum olan onun talebiyle meşguldür. Ona gücü yeten onu korumak ve lezzet almakla meşguldür. Bu bakımdan durum böyle iken mal sevgisinden kalbi uzak olan iki kişi olsa, ikisinin yanında da mal su gibi olur. Yanında mal bulunan ile bulunmayan eşittir; zira ikisi de ancak ihtiyacı kadar ondan lezzetlenir. İhtiyaç kadarının varlığı, yokluğundan daha üstündür; zira aç bir kimse mârifet yolunu değil, ölüm yolunu izler. Eğer işi en büyüğü itibariyle ele alırsan fakir tehlikeden daha uzaktır; zira zenginliğin fitnesi, fakirliğin fitnesinden daha şiddetlidir. Gücün yetmemesi de ismet (korunma) sıfatındandır. Bu sırra binaen ashâb-ı kiram şöyle demiştir: 'Biz fakirlik fitnesiyle belâlandırıldık, sabrettik. Zenginlik fitnesiyle belâlandırıldık, sabredemedik'. Bu durum, bütün insanların tabiatıdır. Ancak birçok asırda bile pek nadir bulunan kimse müstesnadır. Şeriatın hitabı, o nadir kimseye değil, bütün insanlara olduğu için, fakirlik de o nadir kimse hariç, bütün insanlar için daha elverişli olduğundan, şeriat aşırı zenginlikten sakındırıp onu kötülemiş, fakirliği de üstün kılıp övmüştür. Hatta Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ehl-i dünyanın mallarına bakmayın; zira onların mallarının parlaklığı, imanınızın nûrunu götürür'.

Âlimlerden biri şöyle demiştir: 'ınalların evrilip çevrilmesi îmanın tadını emer'.

Her ümmetin tapmak için bir buzağısı vardır. Bu ümmetin buzağısı ise, altın ile gümüştür. 43

Hazret-i Mûsa'nın kavminin buzağısının esası da altın ve gümüşten yapılmıştı. Mal ile suyun, altın ile taşın eşit olması, ancak peygamberler (aleyhisselâm) ve velî kullar için düşünülebilir. Sonra bunu müteakip, onlar için, uzun mücâhedenin yüzü suyu hürmetine Allah'ın fazileti tamamlanır; zira Allah'ın yüce peygamberi (sallâllahü aleyhi ve sellem) dünyaya şöyle hitab etmektedir:

Benden uzaklaş, benden uzaklaş!44 Zira dünya Hazret-i Peygamber'e süslerine bürünerek görünürdü.

Hazret-i Ali şöyle derdi: 'Ey altın! Benden başkasını kandır! Ey gümüş! Benden başkasını kandır'. 45

Bu sözü, nefsinde paraya kanma emaresinin belirdiğini hissettiğinden dolayı söyledi. Eğer rabbinin delilini görmeseydi onunla aldanabilirdi. Rabbinin delili de mutlak zenginliktir; zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Zenginlik fazla maldan ileri gelmez. Zenginlik ancak gönül zenginliğidir. 46

Bu durumun tahakkuku uzak olduğu için bütün insanlar için en yararlısı sadaka verseler, hayırlara sarfetseler bile fazla malın olmamasıdır. Çünkü halk, mala kudretleri olduğu zaman dünya ile yakınlık kurmaktan ve zevk almaktan ayrılamazlar. Onu vermekteki rahatı hissetmekten ayrılamazlar. Bütün bunlar beraberinde dünyaya bağlanmayı getirir. Kul dünyaya ne kadar bağlanırsa, o nisbette âhiretten ürker. Allah'ın mârifeti olan sıfatın dışındaki diğer sıfatlarından herhangi birine ne kadar ünsiyet verirse, o nisbette Allah'tan ve sevgisinden uzaklaşır! Dünyaya bağlanmanın sebepleri kesildiği zaman, kalp dünyadan ve onun süsünden uzaklaşır. Kalp Allah'ın gayrısından uzaklaştığı zaman, Allah'a îman ettiği için, şüphesiz ki Allah'a yönelir; zira boş olan bir kalp düşünülemez. Varlıkta da Allah ve gayrısından başkası yoktur. Bu bakımdan başkasına yönelen Allah'tan, Allah'a yönelen de başkasından uzaklaşır. Kişinin ikisinden birine yönelmesi, diğerinden uzaklaşması nisbetindedir. Birine yaklaşması diğerinden uzaklaşması oranındadır.

İkisinin misali, doğu ile batının misali gibidir. Zira onlar iki cihettirler. Onların arasında gezen bir insan birine yaklaştığı nisbette ötekinden uzaklaşır. Birine yaklaşmak diğerinden uzaklaşmanın ta kendisidir. Bu bakımdan dünya sevgisinin aynısı, Allah'ın buğzunun aynısıdır. O halde arif kimsenin, dünyadan uzaklaşması veya dünyaya bağlanması hususunda dikkat edeceği yer kalbi olmalıdır.

Durum böyle olunca fakir ve zenginin fazileti sadece kalplerinin mal ile ilgilenmesi nisbetindedir. Eğer bu hususta eşit olurlarsa dereceleri de eşit olur. Ancak bu nokta gurur ve ayağın kaydığı yerdir. Çünkü zengin kimse çok zaman kalbinin maldan ayrıldığını zanneder. Oysa farkında olmadan kalbi mal sevgisiyle doludur. Ancak bunu, malı kaybettiği zaman hisseder. İşte bu nedenle malı dağıtmak sûretiyle veya malı çalındığında nefsini denemelidir. Eğer nefsinin mala iltifat ettiğini görürse, aldandığını bilmelidir.

Birçok kişi kalbinin cariyesinden ayrıldığını zannettiğinden ötürü cariyesini satmıştır. Fakat daha sonra kalbinde gizlenmiş olan ateş alevlenmiştir. Böylece mağrurluğu açığa çıkar. Ateş külün altında gizli olduğu gibi, aşk da kalpte gizlidir. Bu durum, peygamberler ve velîler hariç bütün zenginlerin durumudur.

Madem ki bu durum muhal ve uzak bir ihtimaldir, öyleyse fakirliğin bütün insanlar için daha elverişli ve üstün olduğunu mutlak bir şekilde hükme bağlayalım. Çünkü fakirin dünya ile ilgisi daha zayıftır. İlgisinin azlığı nisbetinde ibadetlerinin sevabı artar. Çünkü gaye olan dilin hareketi değil, daha önce sözü edilen ünsiyetin perçinleşmesidir. Dilin, anılanın dışında boş olan bir kalpteki ünsiyeti artırmaktaki tesiri, anılanın dışındaki şeylerle meşgul olan bir kalpteki tesiri gibi olmaz. İşte bundan ötürü seleften biri şöyle demiştir: 'Kim dünyayı talep ettiği halde kulluk yaparsa o, çabuk tutuşan sopa ile ateşi söndürmeye çalışan bir kimse gibidir. Elinin kokusunu balıkla gidermeye çalışan bir kimse gibidir'.

Ebû Süleyman ed-Daranî şöyle demiştir: 'Bir fakirin gücünün yetmediği bir nimetin önünde durup derinden bir nefes alması, zenginin bin yıllık ibadetinden daha değerlidir'.

Dahhâk'tan47 şöyle rivâyet ediliyor: 'Kim çarşıya girip iştahı çektiği bir şeyi görürse ve sabredip ecrini Allah'tan isterse bu durum, Allah yolunda infak ettiği bin dinardan daha hayırlıdır'.

Bir kişi Bişr b. Haris'e 'Benim için Allah'a dua et! Çoluk çocuk beni pek sıkıntıya düşürdüler' deyince, Bişr şöyle dedi: "Ailen sana 'Evde ne un var, ne ekmek' dedikleri zaman sen bana dua et. Çünkü o zaman senin duan benim duamdan daha makbul olur".

Bişr şöyle diyordu: 'İbâdet eden zenginin misali, mezbelelik üzerindeki bahçenin misali gibidir. İbâdet eden fakirin misali ise, güzel bir kadının boynundaki gerdanlığın misali gibidir'.

Selef, zenginlerinden mârifet ilmini dinlemeyi kerih görürlerdi. Nitekim Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) 'Ey Allahım! Senden nefsimden gelen adaletin yanında yumuşaklığı, kolaylığı ve zarurî ihtiyacı geçen malın miktarında da zâhidliği talep ediyorum'.

Hazret-i Ebû Bekir gibi biri, halinin kemâline rağmen, dünyadan ve dünyanın varlığından bu kadar sakınırsa, acaba 'ınalın fazlasının olmaması, olmasından daha elverişlidir' hükmünde şüpheye düşen bir kimse nasıl olur? Bu durumla beraber, zenginin en güzel hali, helâlinden kazanmak, candan infak etmektir. Buna rağmen kıyâmet arasatında onun hesabı uzar ve bekler. Oysa hesapta münakaşaya tutulan azap görür.

Bu sırra binaen Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh) cennetten gecikmiştir; zirâ Hazret-i Peygamber'in gördüğü gibi hesapla meşgul olmuştur.

Ebu'd Derda (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Mescidin kapısında beni namazdan, zikirden alıkoymayan ve hergün elli altın kâr edip Allah yolunda harcayacağım bir dükkânım olmasını istemezdim'.

'Sen neden böyle bir dükkânın olmasından kaçınıyorsun?' denildiğinde, şöyle demiştir Hesabın zorluğundan ötürü istemiyorum'.

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Fakirler üç şeyi tercih ettiler, zenginler de üç şeyi tercih ettiler. Fakirler nefsin rahatını, kalbin boşalmasını ve hesabın hafifliğini tercih ettiler. Zenginler nefsin zorluk çekmesini, kalbin meşguliyetini ve azabın şiddetini tercih ettiler!'

İbn Atâ'nın 'Zenginlik Allah'ın vasfıdır ve dolayısıyla fakirlikten daha üstündür' sözüne gelince, bu hüküm yerinde bir hükümdür. Fakat kul malın hem varlığından, hem de yokluğundan müstağni olduğu zaman, durum böyledir; yani malın varlığı ve yokluğu kişi için eşit ise, İbn Atâ’nın hükmü doğru olur. Ama malın varlığıyla zengin ve devam etmesine muhtaç olursa, bu tür zenginlik Allah'ın zenginliğine benzemez. Çünkü Allahü teâlâ bizâtihî zengindir. Gitmesi düşünülen şeylerle zengin değildir. Malın ise, çalınmak sûretiyle gitmesi düşünülebilir. İbn Atâ'nın aleyhinde ileri sürülen delil şudur ki Allahü teâlâ'nın zenginliği geçici şeyler ve sebeplerle değildir. Bu delil de malın daimî kalmasını isteyen bir zenginin aleyhinde sıhhatli bir delildir. Allahü teâlâ'nın sıfatları kula lâyık değildir' diyen hükme gelince bu hüküm, sıhhatli bir hüküm değildir. Aksine ilim Allah'ın sıfatlarındandır. Kul için en üstün bir sıfattır. Kulun en son varacağı nokta Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmasıdır.

Şeyhin biri şöyle diyordu: 'Allah'a giden yolun yolcusu, yolu kat'etmeden önce, Allah'ın doksan dokuz ismi onun için sıfatlar olur; yani o isimlerin her birinden payı olur'.

Kibirlenmeye gelince, bu kula lâyık değildir; zira kendisine karşı kibirlenmeye müstehak olmayana karşı kibirlenmek Allah'ın sıfatlarından değildir. Müstehak olana karşı böbürlenmek ise, Mü'minin kâfire karşı, âlimin cahile, itaat edenin âsiye karşı kibirlenmesi gibi, bu O'na lâyıktır. Evet! Bazen tekebbürden ahmaklık, katılık ve başkasına eziyet vermek kastolunur. Bu ise, Allahü teâlâ'nın vasfı değildir. Allahü teâlâ'nın vasfı her şeyden daha büyük olması ve bunun böyle olduğunu bilmesidir. Kul ise, eğer gücü yetiyorsa, mertebelerin en yücesini aramakla mükellef kılınmıştır. Fakat hakkı olduğu gibi istihkakla ancak bu mertebeye varır. Bâtıl ve kandırıcı yollarla değil! Bu bakımdan Mü'minin kâfirden, itaat edenin âsiden, âlimin cahilden, insanın hayvan, cemad ve bitkiden daha yüce ve Allah'a daha yakın olduğunu bilmek kulun vazifesidir. Eğer kul nefsini şüphesiz bir şekilde bu sıfatla muttasıf olarak görürse, tekebbür sıfatı kul için hâsıl olmuştur ve bu sıfat kula uygundur. Aynı zamanda da hakkında faziletlidir.

Ancak bunun mârifetine kulun yolu yoktur; zira bu, son nefesi îman ile kapatmaya mütevakkıf bir hükümdür. Kul ise, son nefesinin nasıl kapanacağını bilmemektedir. İşte bunu bilmediği için nefsine kâfirin rütbesinden daha üstün bir rütbe vermemelidir; zira kâfirin son nefesini imanla ve kendisinin de küfürle vermesi mümkündür. Bu bakımdan, neticeyi bilmediği için, kibirlenmek kulun şanına yakışmaz. Şeyin olduğu gibi bilinmesi düşünüldüğü için, ilim, kişinin hakkında kemâldir. Çünkü Allah'ın sıfatlarındandır. Bazı şeylerin bilinmesi, bazen zarar verdiği için, bu bilgi de kişide bulunması düşünülen sıfatlarındandır. Madem durum budur, şüphe yok ki bu, faziletin en son noktasıdır ve bununla enbiya, evliya ve ulema üstünlük elde etmişlerdir. Madem ki durum budur, eğer kişinin nezdinde malın varlığı ile yokluğu eşitse, işte bu eşitlik, bir yönden, Allahü teâlâ'nın sıfatı olan zenginliğe benzeyen zenginliktendir. Bu bakımdan fazilettir. Malın varlığı ile zenginliğe gelince, bunda bir fazilet düşünülemez. İşte buraya kadar bahsettiğimiz, kanaat eden fakirin şükreden zenginin haline göre durumunu beyan etmektir.

Kanaatkâr Fakir ve Şükreden Zengin Olmak

İkinci makam, haris olan fakirin halini, haris zenginin haline nisbet etmek hakkındadır. Farzedelim ki bir şahıs mal talep ediyor. Elde etmek için yoğun çaba sarfediyor ve malı kaybediyor. Sonra buluyor. Onun için malın kayıp olma hali de, var olma hali de vardır. Acaba bu kişinin bu iki halinden hangisi daha üstündür? Bu durumda şuna dikkat etmek gerekir: Eğer gayesi, yaşamak için yemek, din yolunda yürümek ve o maldan bu hususta faydalanmak ise, bu kişi için mal sahibi olması daha faziletlidir. Çünkü fakirlik, kendisini mal kazanmakla meşgul eder! Geçim sıkıntısı çeken bir kimsenin tefekkür etmeye, zikretmeye gücü yetmez. Ancak meşguliyete rağmen yeterli malı bunlara güç yetiren başka! Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ey Allahım! Muhammed'in (aleyhisselâm) âlinin nafakasını yetecek kadar kıl!

Fakirlik neredeyse küfür olacaktı! Yani zarurî ihtiyaçla beraber olan fakirlik. . .

Eğer istenilen, ihtiyaçtan fazla veyahut ihtiyaç miktarı ise, fakat gaye onunla din yolunda yürümeye yardım etmek değilse, bu durumda fakirlik hali daha üstün ve daha elverişlidir. Çünkü harislik ve mal sevgisinde eşit oldukları gibi, din yoluna yardım etmek hususunda, fakirlik ve zenginlik sebebiyle herhangi bir mâsiyete teşebbüs etmemek hususunda da eşittirler. Fakat şu hususta ayrılırlar: Mal bulan, edindiği mala ünsiyet eder, o malın sevgisi kalbinde yerleşir, dünyaya bel bağlar! Muhtaç olan fakir ise, kalbi dünyadan uzaklaşır, dünya onun yanında kendisinden kurtulmak istenilen bir hapishane gibi olur. Bütün haller müsavi olup da dünyadan iki kişi ayrıldığı takdirde onların hali şüphesiz daha korku vericidir; zira onun kalbi dünyaya iltifat eder, âhiretten ürker. Tabiîdir ki bu ürkme, dünyaya olan sevgisi nisbetindedir. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Rûh'ul-Kudüs (Cebrâîl) kalbime şöyle ilham etti: 'Sev sevebildiğini! Muhakkak ondan ayrılacaksın!'

Hazret-i Peygamber'in bu hadîsi, sevgiliden ayrılmanın çok zor olduğuna dikkati çekmektedir. Bu bakımdan senin için en uygunu senden ayrılmayacak olanı sevmendir. O da Allahü teâlâ'dır. Senden ayrılacak olan dünyayı sevmemendir. Sen dünyayı sevdiğin zaman, Allah ile mülâki olmaktan ikrah edersin. Dolayısıyla ölümle Allah'ın huzuruna varışın, istemediğin bir yere varmak ve sevdiğinden ayrılmak olur. Kim sevdiğinden ayrılırsa, ayrılıktaki eziyeti, onu sevdiği ve ona bağlandığı nisbette olur. Dünyayı elde eden ve dünyaya güç yetirenin dünya ile bağlantısı, dünyayı kaybedenin dünya ile bağlantısından daha fazladır. İsterse fakir insan dünya hakkında harîs olsun yine de zengin kadar dünyaya bağlı olmaz. Bu tedkik ve tahkik neticesinde anlaşıldı ki fakirlik daha şerefli, daha üstün ve iki yer müstesna bütün insanlar için daha elverişlidir.

O istisna edilen yerlerin biri, Hazret-i Âişe'nin zenginliği gibi bir zenginliktir. Böyle bir zenginin yanında varlık ile yokluk eşittir. Hatta varlık böylelerinin derecelerini artırır; zira varlıktan ötürü fakir ve miskinlerin duasını kazanır. Onların bozuk durumlarının düzelmesine vesile olur.

İkincisi ise, zaruret miktarından daha fakir olmaktır; zira bu şekildeki fakirlik, neredeyse küfre sebep olacak kadar tehlikeli bir fakirliktir. Böyle bir fakirlikte hiçbir şekilde hayır yoktur. Ancak onun varlığı hayatını idame ettirip sonra mal ve hayatıyla küfür ve masiyete yardım ediyorsa durum değişir. Eğer aç olarak ölürse, günahları daha az olur. Bu bakımdan bu durumda, onun için en iyisi, aç olarak ölmesi ve muhtaç olduğu nafakayı bile elde edememesidir. İşte buraya kadar söylediğimiz, zenginlik ve fakirlik hakkındaki hükmün tafsilâtıydı. Şimdilik haris, mal talebine alabildiğine dalmış, maldan başka bir hedefi olmayan bir fakir ile malı korumak hususunda o fakirden daha az haris olan ve malın yokluğu ile eğer malı kaybederse fakirin fakirliğinden ötürü duyduğu üzüntü kadar bir üzüntü duymayan bir zengin hakkındaki hükmü tedkik etmek meselesi kaldı.

İşte burada dikkatli olmak gerekir. En açık fetva bu iki şahsiyetin de Allah'tan uzaklığı, malın yokluğundan dolayı duydukları üzüntüleri nisbetindedir. Allah'a yakınlıkları ise, malı kaybetmekten dolayı duydukları üzüntünün zâfiyeti nisbetindedir. Bu husustaki ilim Allah'ın katındadır.

42) Irâkî, bu siyak ile görmediğini, fakat bu mânâda İbn Mâce'nin İbn Ömer'den bir hadîs rivâyet ettiğini söylemiştir.

43) Deylemî, Müsned'ül Firdevs

44) Hâkim

45) İmâm-ı Ahmed, Zühd

46) Müslim, Buhârî

47) Dahhâk b, Müzahim el-Hilalî, meşhur müfessirlerdendir, Hicretin 100, senesinden sonra vefat etmiştir

Fakirliğin Hakîkati, Fakir'in Çeşitli Halleri ve İsimleri

Fakirin, bâtınında, zâhirinde, ihtilât ve fiillerinde uyması gereken birtakım edepleri vardır. Onları gözetmesi gerekir. Bâtın edeplerine gelince, kalbinde Allahü teâlâ'nın kendisine bir deneme olarak vermiş olduğu fakirliği hor görmemesidir; yani Allah'ın fiilini, Allah'ın fiili olmak hasebiyle her ne kadar fakirliği hor görse de hor görmemesidir. Tıpkı kan aldıran bir kimse gibi. . .

Kan aldırmaktan ötürü eziyet çektiğinden onu hor görür. Fakat kan alıcıya ve kan alma aletine hor bakmaz. Aksine kan alıcıya karşı minnet duyar. İşte derecelerinin en azı budur ve böyle yapmak farzdır. Bunun zıddı ise haram ve fakirlik sevabını yakıcıdır.

Ey fakirler cemaati! Allah'ın fiiline razı olun! (Bu takdirde) fakirliğinizin sevabını elde etmiş olursunuz. Aksi takdirde mahrum kalırsınız.

Hazret-i Peygamber'in bu hadîs-i şerîfinin mânâsı şudur. Bu derecelerin daha yücesi, fakirliği de hor görmeyip, aksine fakirliğe razı olmasıdır. Fakirliği talep etmek, zenginliğin tehlikelerini bildiğinden dolayı, fakirliğe sevinmek, bâtınında Allah'a tevekkül edip zaruret miktarını kendisine vereceğine güvenmek ve ihtiyaç miktarından fazlasını hor görmek daha yüce bir derecedir.

Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'muhakkak ki Allahü teâlâ'nın, fakirlikten ötürü birtakım azapları ve yine fakirlikten ötürü birtakım sevapları vardır'.

Bu bakımdan fakirlik, sevabı kazandırdığı zaman onun alâmetlerinden biri, onunla ahlâkını güzelleştirmek, rabbine itaat etmek, halinden şikayet etmemek ve kulluğundan dolayı teşekkür etmektir. Cezayı gerektirmesinin alâmetlerinden biri fakirlikte ahlâkını kötüleştirmek, ibadetini bırakmak sûretiyle rabbinden şikayet etmek, kaza ve kaderine küsmektir! Bu her fakirin durumunun övülmediğine delâlet eder. Allah'ın kaderine kızmayıp, razı olan veya fakirliğe sevinen ve meyvesinin ne olduğunu bildiğinden dolayı razı olan fakir övülür; zirâ şöyle denilmiştir: Herhangi bir kula dünyadan birşey verildiği takdirde ona 'Bunu üç şey üzerine al' denir:

1. Meşguliyet

2. Üzüntü

3. Âhirette uzun hesap.

Zâhirinin edebine gelince, iffet ve güzelliğini belirtip, fakirlik ve şikayetini belirtmemelidir. Hatta fakirliğini örtbas etmelidir. Örtbas ettiğini de örtbas etmelidir.

Allahü teâlâ çoluk çocuk babası olduğu halde iffetli olan fakiri ve Mü'min kulunu sever. 48 Bilmeyen, utangaçlıklarından ötürü onları zengin zanneder. (Bakara/273)

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Amellerin en faziletlisi, meşakkat anında tahammül göstermektir'.

Bir başka zat da şöyle demiştir: 'Fakirliği örtmek, sevabın hazinelerindendir!' Amellerdeki edebi, hiçbir zengine zenginliğinden dolayı tevazu göstermemesidir. Aksine zengine karşı gururlanmalıdır.

Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Allah'ın sevabına rağbet etmek bakımından zenginin fakire tevazuu ne güzeldir!'

Bundan daha güzeli, Allah'a güvenmek bakımından, fakirin zengine karşı gururlanmasıdır! Bu bakımdan bu bir rütbedir. Bu rütbeden daha azı, zenginlerle oturmaya rağbet göstermemesidir. Çünkü böyle yapmak tamahkârlığın başlangıçlarındandır.

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: Fakiri, zenginlerle oturup kalktığı zaman görürsen onun riyakâr olduğunu bil! Sultanla oturup-kalktığı zaman görürsen hırsız olduğunu bil!'

Ariflerden biri şöyle demiştir: 'Fakir zenginlerle oturup kalktığı zaman kulpu kopar, ismeti kalkar. Onlara gönül verdiği zaman sapıtır!' Zenginlere yağcılık yapmak ve vereceklerine ta mah etmek bakımından, hakkın zikrinden sükût etmesi uygun değildir.

Fiillerindeki edebine gelince, fakirlikten ötürü ibâdetten gevşememeli, kendisinde fazla olanın birazını vermekten imtina etmemeli; zira bunu vermek, yoksulun takati nisbetinde çaba sa fetmesidir. Bunun fazileti çok ve zenginlikten dolayı verilen birçok mallardan daha fazladır.

Zeyd b. Eslem'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

- Sadakanın bir dirhemi, Allah katında, yüz bin dirhemden daha üstündür.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Bu nasıl olur?

- Bir kişi malının fazlalığından yüz bin dirhem çıkarıp, sadaka verirse, bir kişi de iki dirheminden birini gönül rızasıyla çıkarıp, sadaka olarak verirse, işte bir dirhemin sahibi yüz bin dirhemin sahibinden (bu takdirde) daha üstün olur. 49

Hiçbir malı istif etmemesi uygundur. İhtiyaç miktarını alıp gerisini çıkarıp vermelidir. Malı istif etmekte üç derece vardır:

Biricisi: Sadece bir gün, bir gece için istif etmesidir. Bu derece, sıddîkların derecesidir.

İkincisi: Kırk gün için azık edinmelidir; zira kırk günden fazla olanı uzun emel beslemeye dahildir. Kırk günlük müddeti ise, âlimler Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) tayin edilen miaddan anlamışlardır.

Bu bakımdan o miaddan kırk gün yaşamayı ümit etmenin ruhsatlı olduğu anlaşılmaktadır. Bu derece, muttakîlerin derecesidir.

Üçüncüsü: Bir sene için istif etmesidir. Bu ise, ruhsatta mertebelerin en uzağıdır ve salihlerin mertebesidir.

Kim azık edinmekte bu son mertebeyi geçerse o, halk tabakasının bilgisizlik ve sarhoşluğuna girer. Tamamen hususîliğin hudutları dışına çıkar! Bu bakımdan zayıf olan bir salihin zenginliği, kalbinin bir senelik azığı bulunması sebebiyle itminana kavuşmasıdır. Havass'tan olan bir kimsenin zenginliği, kırk günlük bir azıktadır. Havass'ül-Havass'ın zenginliği, bir gün bir gecelik azıktadır. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu kısımların benzeri üzerinde kadınlarına taksimat yapmıştır. Mal olduğu zaman bazılarına bir senelik azık verir, bazılarına kırk günlük, bazılarına da bir gün ve bir gecelik. . . Bir gün ve bir gecelik verilenlerden biri de Hazret-i Âişe ile Hazret-i Hafsa'dır.

48) İbn Mâce, Taberânî, İbn Adiyy ve Beyhakî

49) Nesaî, (Ebû Hüreyre'den muttasıl olarak)

34-6

Fakirin Âdâbı

Kendisine gelen bir şey hususunda, fakirin üç şeyi mülâhaza etmesi uygundur.

1. Malın kendisini,

2. Verenin hedefini,

3. Kendisinin almaktaki gayesini.

Malın kendisine gelince, malın helâl ve bütün şüphelerden uzak olması gerekir. Eğer malda şüphe varsa, onu almaktan sakınmalıdır. Biz helâl ve haram bahsinde şüphenin derecelerini, nelerden sakınmanın farz olduğunu ve neden sakınmanın müstehab olduğunu zikretmiştik.

Verenin gayesine gelince, ya fakirin kalbini hoş edip, muhabbetini talep etmektir bu takdirde bu hediyedir veya sevaptır ya da Allah için ona yardım etmektir bu takdirde sadaka ve zekât olur veya anmak, riyakârlık ve gösteriştir. Bu da ya mücerred olarak kastolunur veya diğer gayelerle karışık olarak kastolunur.

Birincisi

Hediyeyi kabul etmekten ibaret olan birinci kısma gelince, hediye kabul etmekte sakınca yoktur. Çünkü hediyeyi kabul etmek Hazret-i Peygamber'in sünnetidir. Fakat hediyede minnetin olmaması gerekir. Eğer hediyede minnet varsa, en iyisi terkedilmesidir. Eğer onun bir kısmı hakkında minnetin büyük olduğunu bilirse, o kısmı geri vermeli, diğer kısmı kabul etmelidir. Çünkü Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) yağ, peynir ve bir koç hediye edildi. Hazret-i Peygamber yağ ile peyniri kabul edip koçu geri verdi. 50

Aynı zamanda, bazı insanların hediyesini kabul eder, bazılarınkini geri çevirirdi:

Ben Kureyşî, Sakafî, Ensarî ve Devs kabilelerinden başkasından hediye kabul etmemeye azmettim. 51

Tabiînden bir cemaat da böyle yapmıştır. Feth b. Şahref el-Mevsilî'ye içinde elli dirhem bulunan bir kese gönderilince, Atâ'nın Hazret-i Peygamber'den rivâyet ettiği şu hadisi nakletti:

Kim istemeden kendisine bir rızık gelir, o rızkı geri çevirirse, onu Allah'a geri çevirip veriyor demektir. (Bu da Allah'ın ikramını kabul etmemek olur!) 52

el-Mevsilî, bu keseyi açtı, bir dirhemini aldı ve diğerini geri verdi.

Hasan-ı Basrî de bahsi geçen hadîsi rivâyet ediyordu. Fakat bir kişi kendisine bir kese ve bir bohça dolusu da Horasan'ın ince elbisesinden getirdi. Bunu geri çevirdi ve şöyle dedi: 'Kim benim bu meclisimde oturup insanlardan gelen bu gibi hediyeleri kabul ederse, o kıyâmet gününde nasibi olmadığı halde Allah'ın huzuruna varır'.

Hasan-ı Basrî'nin bu sözü delâlet eder ki âlim veya vâiz verileni kabul ederse, durumu daha şiddetlidir. Oysa Hasan, arkadaşlarından hediye kabul ederdi.

İbrahim et-Teymî, arkadaşlarından bir veya iki dirhem gibi bir miktarı ister, fakat arkadaşı olmayan bir kimse ona yüzlerce dirhem teklif etse almazdı.

Seleften biri, dostu kendisine mal verdiği zaman, dostuna 'Onu yanında bırak! Dikkat et! Eğer onu kabul ettikten sonra senin kalbinde sevgim, kabul etmeden önceki sevgimden daha üstün ise bana haber ver onu alayım. Aksi takdirde almayacağım' derdi.

Bunun alâmeti, eğer hediyeyi geri çevirirse, geri çevirmenin kendisine zor gelmemesi, kabul etmekle sevinmesi, dostu hediyesini kabul etti diye onu canına minnet saymasıdır. Eğer hediyeyi kabul eden ona bir minnet karıştığını bilirse, buna rağmen onu kabul etmek mübahtır. Fakat sadık fakirlerin nezdinde mekruhtur.

Bişr el-Hafî dedi ki: 'Sırrî es-Sakatî hariç, hiç kimseden birşey istemedim. Çünkü nezdimde Sırrî es-Sakatî'nin dünya hakkındaki zâhidliği takarrur etmiştir. O, birşeyin elinden çıkmasıyla sevinir, kalmasıyla üzülür. Öyle ise istemekle onun sevdiğinde ona yardımcı olmuş olurum'.

Bir Horasanlı, Cüneyd-i Bağdâdî'ye hediye olarak bir mal getirdi. O maldan yemesini istedi. Cüneyd dedi ki:

- Onu alıp fakirlere dağıtacağım.

- Böyle yapmanı istemiyorum.

- Ben ne zamana kadar yaşayacağım ki bunu yiyeyim?

- Onu tatlı ve güzel yemeklere sarfetmeni istiyorum.

Bunun üzerine Cüneyd o malı kabul etti. Horasanlı dedi ki:

- Bağdad'da senden daha fazla bana minnet yükleten birini tanımıyorum.

- Ancak senin gibilerden hediye almak uygun olur!

İkincisi

İkincisi, sadece sevap için olmasıdır. Bu da ya sadaka veya zekâttır. Bu bakımdan sadakayı (zekâtı) alan, nefsinin sıfatlarını tedkik etmeli, zekâta müstehak olup olmadığını araştırmalıdır. Eğer şüpheye düşerse alması şüpheli olur. Bunun tafsilâtını 'Zekâtın Sırları' bahsinde zikretmiştik. Eğer aldığı sadaka ise, sadaka veren dindar olduğu için ona veriyorsa, içine bakmalıdır. Eğer gizli olarak bir günah işleyen bir kimse ise ve sadakayı veren eğer o günahı bilirse, kendisinden kaçacağını ve kendisine sadaka vermek sûretiyle Allah'a yaklaşmayı ummuyorsa böyle bir sadakayı alması haramdır. Nasıl ki sadaka veren, sadaka verdiği kimseyi âlim veya Ehl-i Beyt'den sanıp sadaka verirse ve haddi zatında sadaka alan da böyle değilse, aldığı sadaka katıksız haram ise, aynen onun gibi bu da haramdır!

Üçüncüsü

Verenin gayesi gösteriş, riya ve şöhret sahibi olmaktır. Bu bakımdan bu kimsenin bozuk maksadını yüzüne çarpmak ve sadakasını kabul etmemek daha uygundur; zira böyle bir kimseden sadaka almak, onun yanlış hedefine yardımcı olmak demektir. Süfyân es-Sevrî, kendisine verilen sadakayı geri çevirip şöyle derdi: 'Eğer onların böbürlenerek bu sadakayı zikretmeyeceğini bilmiş olsaydım kabul ederdim!'

Âlimlerden biri kendisine gelen hediyeleri reddetmekten dolayı kınandı. Buna

cevap olarak şöyle dedi: 'Ben onların hediyelerini ancak onlara şefkat ve nasihat olsun diye reddediyorum. Çünkü onlar hediyelerini zikrederler ve onun bilinmesini isterler. Bu bakımdan hem malları gider, hem de ecirleri yanıp kül olur!'

Almaktaki gayesine gelince, verilen sadakaya muhtaç olup olmadığını, nafakasına sarfedip sarfetmediğini araştırması gerekir. Eğer verilene muhtaç olduğu halde, verilen sadaka ve veren kimse hakkında zikrettiğimiz şüphe ve âfetten selâmet kalmışsa, bu takdirde en faziletlisi almaktır.

Zenginliğinden veren bir kimse, ecir bakımından, muhtaç olduğu zaman alan bir kimseden daha büyük değildir. 53

Kim dilenmek ve gözetmeksizin kendisine birşey gelirse, o gelen Allah tarafından kendisine sevkedilen bir rızıktır. O geleni geri çevirmesin. 54

Âlimlerin biri şöyle demiştir: 'Kim kendisine verildiği halde almazsa, istemiş de kendisine verilmemiş kimse gibidir!'

Sırrî es-Sakatî? İmâm-ı Ahmed b. Hanbel'e birşeyler gönderirdi. Bir defasında İmâm-ı Ahmed hediyeyi geri çevirdi. Bunun üzerine Sırrî es-Sakatî kendisine 'Ey Ahmed! Hediyeyi geri çevirmenin âfetinden sakın. Çünkü geri çevirmenin âfeti, almanın âfetinden daha şiddetlidir' dedi. Bunun üzerine İmâm-ı Ahmed ona 'Söylediğini bana tekrar et!' dedi. Sırrî söylediğini tekrar etti ve İmâm-ı Ahmed 'Ben o hediyeyi yanımda bir aylık nafakam olduğundan dolayı geri çevirdim. Bu bakımdan onu benim için yanında sakla! Bir aydan sonra bana gönder' dedi.

Âlimlerden biri şöyle demiştir: 'İhtiyacına rağmen verileni geri çevirmenin, tamahkârlık belâsına, şüphe veya benzerine girmeye sevketmesinden korkulur'.

Kişiye gelen mal, ihtiyacından fazla ise durumuna bakılır: Durumu ya nefsiyle meşgul olmaktır veya fakirlerin işlerini tekeffül etmek ve onlara tabiatındaki şefkat ve cömertlikten dolayı infak etmektir. Eğer nefsiyle meşgul ve âhiret yolunun yolcusu ise almasının hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü bu durumda almak, sadece hevâ-i nefse tâbi olmaktır. Oysa Allah için olmayan amel sadece şeytanın yoluna dâvet eder. Kim korunun etrafında dolaşırsa (bilmediği halde) koruya girmesi pek yakın bir ihtimaldir! Sonra o kişinin iki makamı vardır. Onların biri açıkta sadakayı almak, gizlice sahibine geri vermektedir veya açıkta almak, gizlice fakirlere dağıtmaktır. Bu makam sıddîkların makamıdır. Nefse gayet ağır gelir. Ancak riyazet ile nefsi itminana kavuşan bir kimsenin gücü buna yeter! İkincisi, sahibi onu daha muhtaç bir kimseye sarfetsin diye almaması veyahut alıp daha muhtaç bir kimseye vermesidir. Bu iki durumu da gizlice veya açıkça yapabilir. Biz daha önce fakirliğin bazı hükümleriyle beraber, zekâtın esrarı bahsinde açıkça almanın mı, gizli almanın mı daha iyi olduğunu zikretmiştik.

İmâm Hanbel'in Sırrî es-Sekatî'nin hediyesini almamasına gelince, bu ancak İmâm'ın o sadakaya muhtaç olmamasından ötürüdür; zira o zaman imamın yanında bir aylık azığı vardı. Onu alıp da başkasına sarfetmek sûretiyle nefsini meşgul etmeye de razı olmadı. Çünkü bu tür meşguliyette âfetler ve tehlikeler vardır. Muttakî bir kimse ise, âfetlerin bulunduğu yerden kaçar. Çünkü şeytanın nefsini aldatmasından emin değildir!

Mekke-i Mükerreme'de mücavir olanlardan biri şöyle anlatıyor: 'Yanımda biraz para vardı. Onları Allah yolunda infak etmek için hazırlamıştım. Kâbe'yi tavaf etmiş, bitirmiştim. Gizli birsesle şöyle diyen bir fakiri dinledim:

- (Yârab) Gördüğün gibi açım! Gördüğün gibi çıplağım! Acaba gördüğün hakkında ne diyorsun ey gören ve görülmeyen Allah!?

O fakire baktım. Sırtında iki tane eskimiş elbise vardı. Bedenini örtecek gibi değildiler. İçimden dedim ki: 'Buna sarfetmekten daha iyi bir yer göremiyorum!' Hemen paraları ona getirdim. Paralara bakıp onlardan beş dirhem aldı ve 'Dört dirhem iki tane peştamalın sermayesidir. Bir dirhemi de üçe ayırıp infak edeceğim. Gerisine ise benim ihtiyacım yoktur' deyip gerisini bana iade etti.

Onu ikinci gece gördüm. Sırtında iki tane yeni peştemal vardı. Bu manzara karşısında içimde ona karşı birşey doğdu. Bana baktı, elimden tuttu. Beni beraberinde yedi tur tavaf ettirdi. Her turu yer madenlerinden bir cevher üzerinde oluyordu ki o cevherler ayaklarımızın altından topuklarımıza kadar çıkıyor ve ses veriyordu. Onlardan bir kısmı altın, gümüş, yakut, inci ve mücevher idi. Bu manzara, Kâbeyi ziyaret edenlere görünmüyordu. Bunun üzerine bana dedi ki:

Bütün bunları Allah bana verdi ve ben bunlara karşı zâhidlik gösterdim. Halkın elinden geleni alıyorum. Çünkü bu cevherler ağır bir yük ve fitnedir. Halktan gelende ise, halk için rahmet ve minnet vardır!

Bunları zikretmekten gayem, ihtiyaçtan fazla olan malın, sana imtihan ve fitne olarak verildiğini bildirmektir. Çünkü Allah kula onu o malla ne yapacağına bakmak için vermiştir.

İhtiyaç miktarı ise, sana şefkat olarak gelir. Öyleyse şefkat ile imtihan arasındaki farktan gâfil olma!

Biz yeryüzünde olan şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki onların hangisinin daha güzel amelde bulunacağını imtihan edelim! (Kehf/7)

Âdem oğlunun ancak üç şeyde hakkı vardır:

1. Belini doğrultan yemekte,

2. Avret mahallini örten elbisede,

3. Kendisini koruyan evde. Bundan fazla olan hesaptır!

Madem ki durum budur, sen bu üç şeyden ihtiyaç miktarı almakla sevap kazanırsın. Fazlasından eğer Allah'a isyan etmemişsen hesaba mâruz kalırsın. Eğer isyan etmişsen Allah'ın azabına da mâruz kalırsın. Allahü teâlâ'ya yaklaşmak için ve nefsin sıfatını kırmaktan dolayı lezzetlerden birini terketmeye azmetmen de imtihandır. Mal ise, onunla aklının kuvvetini denemiş olasın diye sana dupduru gelir. Öyle ise en iyisi ondan imtina etmendir. Çünkü nefse azmini bozmak hususunda ruhsat verildi mi ahdini nakzetmeye meyleder ve eski âdetine döner. Artık onu kahretmek mümkün olmaz. Bu bakımdan onu reddetmek mühimdir. O da zühddür. Eğer alıp bir muhtaca sarfederse, bu da zühdün en son zirvesidir. Bu zirveye ancak sıddîk olanlar varabilirler! Halin cömertlik, mal vermek, fakirlerin hukukunu korumak, sulehâdan bir cemaati idare etmek olduğu zaman, ihtiyacından fazlasını al! Çünkü o, fakirlerin ihtiyacından fazla değildir. Onu hemen onlara sarfetmeye bak. Onu azık yapma! Çünkü bir gece dahi onu elde tutmakta büyük fitne ve imtihan vardır. Bu bakımdan o, çoğu zaman kalbine tatlı gelir. Sen onu tutarsan senin için büyük bir fitne olabilir. Bir topluluk kendisim fakirlerin hizmetine verip bunu servet edinmek, yemek ve içmekte israfa kaçmak hususuna vesile kılmışsa bu, helâk olmanın ta kendisidir. Oysa gayesi şefkat ve şefkatten dolayı sevabı talep etmek olan bir kimse ise, Allah'a hüsn-i zan etmek temeli üzerine borç etmeli, zâlim sultanlara güvenerek borç etmemelidir. Eğer Allah helâlinden ona verirse borcunu öder. Eğer ödeyemeden önce ölürse Allah onun yerine öder ve onun alacaklılarını razı eder. O da borç aldığı kişilerin yanında durumunun belli olması şartına bağlıdır. Bu nedenle borç veren kimseyi aldatmamalı, yalancı va'dlerle kandırmamalıdır. Aksine halini açıklamalı ki o da basiretli bir şekilde bile bile borç versin. Böyle bir kimsenin borcunun beytülmâl'den ve zekâttan ödenmesi farzdır.

Rızkı dar olan da Allah'ın ona verdiğinden harcasın. (Talâk/7)

Bu ayetin mânâsının 'İki elbisesinden birisini satsın' veya 'Nüfuzunu kullanmak sûretiyle borçlansın' demek olduğu söylenmiştir; zira nüfuz da Allah'ın kişiye vermiş olduğu nimettendir.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Allah'ın birtakım kulları vardır, ellerindeki servet nisbetinde infak ederler. Allah'ın birtakım kulları da vardır ki Allah'a yapmış oldukları hüsn-i zan nisbetinde infak ederler'.

Seleften biri ölürken malını üç gruba vasiyet etti: Kuvvetlilere, cömertlere ve zenginlere. . . Kendisine 'bunların kimler olduğu' sorulunca cevap olarak 'Kuvvetliler Allah'a tevekkül eden kimselerdir. Cömertler Allah'a hüsn-i zan besleyen kimselerdir. Zenginler de, kendilerini tamamen Allah'ın ibâdetine veren kimselerdir' dedi.

O halde ne zaman kendisinde, malda ve verende bu şartları görürse onu almalıdır. Aldığının verenden değil de Allah'tan geldiğini telâkki etmelidir. Çünkü veren, vermeye âmâde kılınmış bir vasıtadır. Kendisini vermeye dâvet eden kuvvetler, irade ve inançlar onu vermeye mecbur etmiştir.

Hikâye olunuyor ki halktan biri Şakîk el-Belhî'yi elli arkadaşıyla beraber dâvet etti. Mükellef bir sofra hazırladı. Şakîk oturduğu zaman arkadaşlarına "Bu kişi 'Kim bu yemeği hazırladığımı ve getirdiğimi görüp kabul etmezse, benim yemeğim ona haram olsun' diyor" dedi. Şakîk'in bu sözü üzerine bütün arkadaşları kalkıp çıktılar. Ancak derecede onlardan eksik olan bir genç sofrada kaldı. Bunun üzerine, konak sahibi Şakîk'e 'Ben bunu kasdetmedim!' dedi. Şakîk 'Ben de arkadaşlarımın Tevhîd'ini denemek istedim!' diye karşılık verdi.

Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Yarab! Gördüğün gibi rızkımı, İsrailoğulları'nın eliyle veriyorsun. Şu adam bir gün sabah yemeğini, öbür adam akşam yemeğini bana yediriyor'. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Musa'ya 'Veli kullarım hakkında böyle yaparım. Onların rızıklarını tembel kullarımın elleriyle veririm ki o tembelleri ecir sahibi kılayım' diye vahyetti. Bu bakımdan vereni, ancak musahhar ve Allah tarafından me'cûr (ecir sahibi) olarak görmelidir.

Allahü teâlâ'dan hüsn-ü tevfîkini talep ederiz!

50) İmâm-ı Ahmed

51) Ebû Dâvud, Tirmizî

52) Irâkî bu şekilde mürsel olarak görmediğini söylemektedir, ancak bundan sonra gelen hadîs bu hadîsin mânâsını doğrulamaktadır.

53) Taberânî

54) Daha önce geçmişti.

34-7

Dilenciliği Haram Kılan Zenginlik

Dilenmek hakkında birçok yasaklar ve tehdidler ve yine dilenmenin ruhsatı hakkında da hüküm vârid olmuştur. Zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Dilenci atın sırtında binici olarak gelse bile hakkı vardır. 55

Yanmış bir tırnakla olsa dahi dilenciyi sevindirerek geri gönderin. 56

Eğer dilencilik mutlaka haram olsaydı saldırgan bir kimseye saldırganlığından dolayı yardım edilmesi caiz olmazdı. Oysa dilenciye vermek ona yardım etmek demektir. Bu bakımdan burada perdeyi kaldıran (hüküm) şudur: Dilencilik esasında haramdır. Ancak zaruretten veya zarurete yakın mühim bir ihtiyaçtan dolayı mübah olur. Eğer dilencilik mecburî değilse, haramdır. Biz 'dilencilik esasında haramdır' sözünü dilencilik haram olan üç şeyden ayrılmadığı için söyledik.

1. Allahü teâlâ'dan şikayet etmek; zira dilencilik fakirliği belirtmek ve Allah'ın nimetinin kendisine eksik verildiğini zikretmektir. Bu ise, şikayettir. Nasıl ki başkasının mülkü olan köle, dilendiği takdirde, dilenmesi efendisini horlamak olursa, aynen bunun gibi kulların dilenmesi de Allahü teâlâ'yı kınamaktır. Bunun haram olması uygundur. Dilenmek, murdar hayvanın etinin zaruretten dolayı helâl olduğu gibi ancak zaruretten dolayı helâl olabilir.

2. Dilencilikte şahsın Allah'ın gayrisine karşı nefsini zelil etmesi vardır. Oysa Mü'min bir kimse Allah'tan başkasına karşı nefsini zelil etmez. Aksine nefsini ancak mevlâsına karşı zelil edebilir. Çünkü böyle bir zillette izzet vardır. Diğer halk da onun gibi kullardır. Zaruret olmaksızın onlara karşı zillet göstermemelidir.

Dilencilikte verene nisbeten isteyenin zilleti vardır.

3. Dilenci, verenin eziyetinden çoğu zaman kurtulamaz. Çünkü veren çoğu zaman can ü gönülden vermez. Eğer dilenciden utanarak veya riyakârlık yaparak verirse bu, verene de haramdır.

Eğer vermezse çoğu zaman utanır ve vermediğinden dolayı nefsinde eziyet duyar; zira nefsini cimriler sûretinde görür. Bu bakımdan vermekte malın eksikliği, vermemekte manevî mertebenin eksikliği vardır. Bunların ikisi de eziyet vericidirler. Bu eziyetin sebebi de dilencidir. Oysa zaruret olmaksızın eziyet vermek de haramdır. Sen bu üç mahzuru anladığın takdirde,

Hazret-i Peygamber'in şu hadîsini anlamış olursun:

Dilenmek fâhiş haraketlerdendir. Fâhiş hareketlerden de dilenmekten başkası helâl kılınmamıştır!57

Dikkat edersen Hazret-i Peygamber, dilenciliği fâhişlerden saymıştır! Oysa fâhişin ancak zaruretten dolayı mübah olacağı gizli değildir. Nitekim boğazına lokma tıkanmış ve yanında şaraptan başka içecek bir madde mevcut olamayan bir kimse için şarabın (lokmayı indirecek kadarının) mübah olması gibi. . .

Kim zengin olduğu halde dilenirse o ancak cehennem közlerini toplamış olur. Kim kendisini zengin eden bir serveti olduğu halde dilenirse, kıyâmet gününde, yüzü takırdayan bir kemik olduğu halde Allah'ın huzuruna gelir. Yüzünde et diye birşey olmaz. 58

Başka bir lâfızda 'Onun dilenmesi onun yüzünde yara ve bere olur' şeklinde gelmiştir.

Bu lafızlar dilenmenin haramlığı ve şiddetli azabı gerektirdiği hakkında açıkça vârid olan lâfızlardır. Hazret-i Peygamber, bir kavimle İslâm üzerine biat etti. Onlara İslâm'ı dinlemelerini ve itaat etmelerini şart koştu. Sonra onlara hafif bir kelime söyledi: 'Halktan hiçbir şey dilenmeyin'. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) çok zaman dilenmekten sakınmayı emrederek şöyle derdi:

Bizden isteyene veririz. Fakat kim kendisini zengin sayarsa Allah onu zengin eder. Kim bizden istemezse bizim nezdimizde daha sevimlidir. 59

- Halktan müstağni olunuz! Az isteyen daha hayırlıdır.

- Senden istemekten de mi?

- Benden istemekten de. . . 60

Hazret-i Ömer, akşam namazından sonra bir dilencinin sesini işitti. Kavminden birine 'Bu kişiyi götür, akşam yemeğini yedir!' dedi. Kişi dilenciyi götürüp akşam yemeğini yedirdi. Sonra Hazret-i Ömer ikinci bir defa onun sesini işitti, o kişiye 'Ben sana bunu götürüp akşam yemeğini yedir demedim mi? dedi. Adam 'Ben ona akşam yemeği yedirdim' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer dikkat etti. Dilencinin eli altında ekmekle dolu bir sepet gördü ve şöyle dedi: 'Sen dilenci değil tüccarsın!' Sonra sepeti alıp zekât develerinin önüne serdi ve dilenciyi kamçı ile dövüp 'İkinci bir defa dilenme!' diye emir verdi.

Eğer dilenmek haram olmasaydı, Hazret-i Ömer dilenciyi dövmez, sepetini elinden almazdı. Belki himmeti zayıf ve kursağı dar olan fakîh, Hazret-i Ömer'in bu yaptığını uzak görür ve der ki: 'Hazret-i Ömer'in dilenciyi dövmesi, dilenciyi terbiye etmektir. Şeriatta ta'zir cezası vardır. Hazret-i Ömer'in ondan malı alması ise, müsadere etmektir. Oysa şeriat, malı almak sûretiyle ceza verme hakkında bir hüküm getirmemiştir. Acaba Hazret-i Ömer nasıl bunu caiz görmüştür?' Fakîhin Hazret-i Ömer'in bu hareketini uzak görmesinin sebebi, fıkıh ilmindeki eksikliğindendir. Acaba bütün fakîhlerin fıkhı, Hazret-i Ömer'in fıkhı yanında nedir? Onun Allah'ın dininin sırlarına muttali olması ve kullarının maslahatlarını bilmesi yanında bütün fakîhlerin fıkhı nerede kalır? Acaba Hazret-i Ömer'in malı müsadere etmesinin caiz olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun veya bildiği halde öfkesinden dolayı Allah'a karşı bu mâsiyeti işlediğini mi sanıyorsun? Biz, Hazret-i Ömer'i bundan tenzih ederiz. Veya maslahat gereği Hazret-i Peygamber'in teşrî buyurduğu yolun gayrisiyle, sakındırmak istediğini mi sanıyorsun? Bunlar Hazret-i Ömer'den ne uzak şeyler; zira bu sonuncusu mâsiyettir. Bu meselede Hazret-i Ömer'in o dilenciyi dilenmekten müstağni gördüğünü ve kendisine birşey verenin ancak muhtaç olduğuna inanarak verdiğini, kendisinin yalancı olduğunu, hile yapmakla beraber aldığı malın mülkiyetine girmediğini ve o malı ayırdedip sahiplerine geri vermesinin de zor olduğunu iyi düşün; zira o malın sahiplerinin kimler olduğu bilinmemektedir. Bu bakımdan ortada sahipsiz bir mal vardır. Öyleyse o malı maslahata sarfetmenin farz olduğunu, zekat develeri ve yemlerinin de maslahattan olduğunu gören fakîh kâmil bir fakîhtir. Yalancı olduğu halde, ihtiyacını belirtmekle beraber dilenenin alması, Hazret-i Ali'nin soyundan olduğunu iddia edip bu vasıfla alanın yalancı olduğa halde alması gibidir. Zira böyle bir kimse aldığını mülk edinmez. Yine salih olduğundan dolayı kendisine sadaka verilen sûfinin oysa iç âleminde öyle bir günah işliyor ki şayet sadaka sahibi, onun o günahı işlediğini bilse kendisine birşey vermeyecek aldığı gibidir. Biz bu kitabın birçok yerinde, bu vechile, aldıklarını mülk edinmediklerini ve kendilerine haram olduğunu ve sahibine geri verilmesinin farz olduğunu zikrettik. Bu bakımdan birçok fakîhin gâfil oldukları bu mânânın doğruluğuna Hazret-i Ömer'in yaptığıyla delil getir!

Nitekim biz, birçok yerde bunu takrir eyledik. Bu fıkıhtan gâfil olarak Hazret-i Ömer'in yaptığının bâtıl olduğuna delil getirme! Dilenmenin zaruretten dolayı mübah olduğunu bildiğin zaman anla ki insan, bir şeye ya mecbur, ya şiddetli bir şekilde veya az muhtaçtır veyahut da kendisine muhtaç değildir. İşte bunlar dört haldir: Mecbur olmaya gelince o, ölümünden veya hastalığından korktuğu zaman aç veya bedenini örtecek bir elbisesi olmayan çıplak bir kimsenin dilenmesidir. İstenilen malın mübah olması hususunda ve kendisinden istenilenin de iç âleminde razı olması ve isteyenin de çalışmaktan aciz olması hususunda zikredilen diğer şartlar mevcut olduğu takdirde, bu dilenme mübah olur. Çünkü çalışmaya kudreti olup, tembellik yapan bir kimse dilenmez. Ancak ilmî araştırma onun bütün vaktini alırsa durum değişir.

Kimin yazısı varsa o, yazıcılık yapmak sûretiyle çalışmaya muktedirdir. Müstağni'ye gelince, müstağni o kimsedir ki yanında bir veya birkaç misli olduğu halde, birşeyi başkasından ister. Böyle bir kimsenin dilenmesi kesinlikle haramdır. Zikredilen bu iki taraf apaçıktır.

Şiddetli bir şekilde muhtaç olana gelince, ilaca muhtaç olan hasta gibidir. İlacı kullanmazsa korkusu belirmez. Fakat buna rağmen korkudan da uzak değildir ve cübbesi olup kış mevsiminde o cübbenin altında hiç gömleği olmayan, soğuktan, zaruret hududuna varmayan bir şekilde eziyet çeken bir kimse gibidir. Zahmetle yürümeye muktedir olduğu halde binek kiralamak için dilenen kimsenin hükmü de böyledir. Dilenmenin mübahlığı, böyle bir kimsenin üzerine de tahmil olunmaya uygundur. Çünkü bu da kesin bir ihtiyaçtır. Fakat bu takdirde dilenmesine 'Mekruh' denilmez. 'Benim cübbemin altında iç gömlek yoktur. Soğuğa katlanıyorum, fakat bana çok zor geliyor!' derse, eğer bu sözünde doğru ise, doğruluğu dilenciliğine eğer Allah dilerse kefaret olur.

Hafif ihtiyaca gelince, evden çıkarken elbisenin üstüne giyip yırtıklarını örtmek için bir elbise dilenen ve elinde ekmek olduğu halde katık dilenen kimse gibi. . . Merkebin kirasına gücü yettiği halde atın kirası için dilenen gibi. . . Devenin sırtında durabilecek haldeyken hevdec kiralamak için dilenmek gibi. . . Bu ve benzeri olanlar eğer bunlardan gayrisini belirtmek sûretiyle halini örtbas etmeye çalışırsa- haramdır. Eğer yoksa ve kendisinde şikayet, zillet ve karşıdaki insana eziyet vermekten ibaret olan üç mahzurlu şeyden biri varsa, yine dilenmek haramdır. Çünkü böyle bir ihtiyaçla bu mahzurlar mübah olmazlar. Eğer dilenmesinde bu mahzurlardan herhangi biri yoksa, bu şartlar dahilinde kerahetle beraber dilenmesi mübahtır.

Soru: Dilenmenin bu üç mahzurdan uzak olması nasıl mümkün olur?

Cevap: Şikayet, Allah'a şükretmeyi ve halktan müstağni olmayı belirtmek ve muhtaç olan bir kimsenin dilenmesi gibi dilenmemekle defolur. Fakat şöyle demelidir: 'Ben elimdeki malla zenginim. Fakat serkeş nefis elbisenin üzerinden giymek için bir elbise daha istiyor'. Bu ise, ihtiyaçtan fazla ve nefisten gelen bir fazlalıktır. Bu bakımdan böyle demekle, şikayet hududundan çıkmış olur. Zillete gelince, babasına, yakınına veya dilenmekten ötürü gözünden düşmeyeceği ve alaya mâruz kalmayacağı dostundan ve yahut da malını böyle durumlar için âmâde kılan bir kimseden istemesidir. Bu durumdan ötürü zillet, kendisinden sakıt olur; zira zillet, şüphesiz minnetin gereğidir! Eziyet vermeye gelince, bundan kurtulmanın çaresi, dilenirken özellikle bir şahsı kastetmemesidir. Sözü ortaya atmalı ki ancak gönülden teberruda bulunan bir kimse buna yanaşır. Eğer topluluğun içinde belli bir kişi varsa dilenciye vermediği zaman kınanacaksa onun bulunduğu mecliste, umumî şekilde dilenmek de ona eziyyettir; zira o çoğu zaman kınanmaktan korktuğu için istemeyerek verir. Oysa onun hoşuna giden eğer kınanmaksızın kurtulursa vermemektir. Belli bir şahıstan istediği zaman, açıkça istememelidir. Kişinin eğer vermemek istiyorsa duymamazlıktan gelebileceği bir şekilde istemelidir. Eğer kişi duymamazlıktan gelmeye muktedir olmakla beraber, duymamazlıktan gelmeyip verirse, vermeye rağbeti vardır demektir. İşte bu vermekle eziyet görmüş olmuyor demektir. Öyle bir kimseden dilenmesi gerekir ki eğer kendisini reddeder veyahut da duymamazlıktan gelirse, kendisinden utanmamalıdır. Çünkü dilenciden utanmak, kendisinden dilenene eziyet verir. Nitekim dilencinin gayrisiyle beraber olan riyanın eziyet verdiği gibi. . .

Soru: Vereni teşvik eden şeyin, ya dilenen veya hazır olanlardan utanması olduğunu bildiği halde verileni alırsa, acaba bu helâl midir veya şüpheli midir?

Cevap: Katıksız bir haramdır. Haramlığında ümmet arasında ihtilâf yoktur. Hükmü, başkasının malını, dövmek veya müsadere etmek sûretiyle almanın hükmüdür; zira sopayla bedenin zâhirini dövmek ile hayâ ve kınanma korkusunun kamçısıyla kalbi dövmenin arasında fark yoktur. Hatta kalbi dövmek, akıllılara daha şiddetle tesir eder. Bu adam sadece zâhirde razı olmuştur.

Ben ancak zâhirle hükmederim. Gizlilere ise, Allah hükmeder!

Hazret-i Peygamber'in bu sözünü öne sürmek de caiz değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber'in bu hadîsle kasdettiği husûmet ve davaları halletmekte kadıların mecburiyeti ve zarurî durumlarıdır; zira husûmetleri bâtına ve hallerin karinelerine dönüştürmek onlar için mümkün değildir! Bu bakımdan kadılar, dil ile olan sözün zâhiriyle hükmetmeye mecbur kaldılar. Oysa dil, birçok yalanın tercümanıdır. Fakat zaruret bunu gerektirdi. Bu, Allah ile kul arasındaki şeyden sual etmektir. Buradaki 'Hâkim', 'Ahkem'ül Hâkimîn'dir. Onun nezdinde kalpler, diğer hâkimlerin nezdindeki diller gibidir. Her ne kadar sana fetva verseler de sen bu hususta kalbine bak; zira fetva veren, kadıların ve sultanın muallimidir. Dünyada hükmetsinler diye onlara öğretmiştir. Kalplerin müftüsü ise, âhiret âlimleridir. Onların fetvasıyla âhiret sultanının satvetinden kurtulur.

Fakîhin fetvasıyla dünya sultanının satvetinden kurtulduğu gibi. . . Madem ki durum budur, sahibinin gönül rızasıyla vermediği şey Allah katında kendi mülkü olmaz! Onu sahibine geri vermek mecburiyetindedir. Eğer geri çevirmekten utanır da geri çevirmezse, o, dilenilen malın kıymetini hediye şeklinde sahibine vermelidir ki mesuliyetten kurtulsun. Eğer mal sahibi hediyesini kabul etmezse onu mal sahibinin varislerine geri vermelidir. Dilenip kazandığı mal eğer elinde zâyi olursa, Allah katında o malı ödemeye mecbur olur. O malda tasarruf ettiği için âsîdir. Eziyete vesile olan dilenmekle de âsî olmuştur.

Soru: Bu bâtın bir iştir. Buna muttali olmak çok zordur. Bundan kurtuluş yolu nedir? Çoğu zaman dilenci mal sahibinin, malını rızasıyla verdiğim zanneder. Oysa mal sahibi malını vermeye çoğu kez hiç de razı değildir.

Cevap: Bu sebeple muttakîler dilenmeyi tamamen terketmişler, hiç kimseden birşey almamışlardır. Bişr el-Hafî, Sırrî es-Sakatî'den başka kimseden birşey almazdı. 'Biliyorum ki Sırrî, elinden malın çıkmasıyla sevinir. Ben de sevdiği bir hususta ona yardımcı oluyorum' derdi.

Dilencilik hakkında tehdid ve iffete sarılma hakkındaki emirlerin tekidi bu hikmetten ileri gelse gerek; zira eziyet ancak zaruretten dolayı helâl olur. O da şu demektir: Dilenci tehlike ile karşı karşıyadır. Kurtuluş yolu kalmamıştır. Kendisine isteyerek ve eziyetsiz kimse yardımda bulunmaz. Bu takdirde kendisine dilenmek mübah olur. Nitekim zaruret halinde (ölmeyecek kadar) domuz ve murdar eti yemenin mübah olması gibi. . .

Bu bakımdan dilenmemek müttakîlerin yoludur. Kalp erbabı içinde hallerin karinelerine muttali olmakta basirete güvenenler vardı. Onlar sadece bazı kimselerden alırlardı. Onlardan sadece dostlarından alan da vardı. Bir kısmı da verilenin bir kısmını alır bir kısmını geri çevirirdi. Hazret-i Peygamber'in koç, yağ ve peynir hususunda yaptığı gibi yaparlardı. Bunların bu durumları, istemeksizin kendilerine verilen hediye hususunda cariydi. Çünkü kendiliğinden verilen bir hediye, şüphesiz ki verenin rağbetinden ileri gelir. Fakat verenin rağbeti bazen mertebe elde etmek, riya veya iştihardır. İşte böyle olduğu zaman o muttakî yoksullar onu almaktan sakınırlardı. Dilenmeye gelince iki yer hariç, ondan tamamen imtina ederlerdi.

Birincisi zarurettir. Zaruret halinde, peygamberlerden üç kişi istemiştir: Hazret-i Süleymân, Hazret-i Mûsa ve Hızır!61

Şüphe yoktur ki bu zatlar, ancak kendilerine vermeyi isteyen bir kimseden istemişlerdir. İkincisi, dostlardan istemektir. Selef, dostlarının malını, izin almaksızın ve istemeksizin alırdı. Çünkü kalp sahipleri maksadın kalbin rızası olduğunu, dilin konuşması olmadığını bilirler. Onlar arkadaşlarına güvenirlerdi. Arkadaşlarının kendilerine vermekle sevineceklerini bilirlerdi. Arkadaşlarının isteklerini vermekte şüphe ettikleri zaman sadece isterlerdi. Aksi takdirde dilleriyle istemekten müstağni idiler; yani istemeksizin alırlardı. Dilenmenin mübah olmasının hududu; verenin, eğer sende bulunan ihtiyacı bilirse, dilenmeksizin sana yetecek kadarını vereceğini bilinendir. Bu takdirde istemenin, ihtiyacı belirtmekten başka hiçbir tesiri yoktur. Onu hayâ ile harekete getirmek, hilelerle onun vicdanını kabartmak değildir. Bazen dilenciye öyle bir hâl olur ki bu halde kendisinden mal talep edilen adamın kalben razı olmasından şüphe etmez. Bu da hallerin karinesiyle bilinir. Bu bakımdan birinci halde almak, katıksız helâldir.

İkinci halde almak ise katmerli haramdır. Bu iki halin arasında, hakkında şüphe edilen birçok haller vardır, kişi o hallerde kalbinden fetva istemelidir. Kalbini rahatsız eden hali bırakmalıdır. Çünkü bu günahtır. Bu bakımdan kendisini şüpheye düşüreni bırakıp, şüphesiz olanı almalıdır. Hallerin karineleriyle bunu idrâk etmek, zekâsı kuvvet bulmuş, hırsı ve şehveti zayıflamış bir kimse için pek kolaydır. Eğer harisliği kuvvet bulmuş, zekâsı zâfiyete uğramış ise bu durumda işine gelen kendisine görünür. Bu bakımdan kerahete delâlet eden karineleri sezemez.

Bu inceliklerle Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfinin sırrına muttali olunur:

Kişinin kazancından yemesi, yiyeceğinin en helâlidir.

Hazret-i Peygamber'e, kelimeleri toplayıcı ifade tarzı ihsan edilmiştir. Çünkü çalışması olmayan ve babasının veya yakınlarından birinin çalışmasından kendisine miras olarak kalan bir mala sahip bulunmayan kimse, insanların elinden dilenmeksizin yese bile, ancak dindarlığından ötürü yemiş olur. O halde, eğer iç âlemi keşfolunduğunda dindarlığından dolayı kendisine birşey verilmeyecek durumda ise aldığı haram olur. Eğer dilenmekten dolayı kendisine verilirse, acaba kendisinden mal istediğinde kalbi vermeye razı olan var mıdır? Acaba sadece zarurî ihtiyacı kadar dilenen var mıdır? Halkın elinden yiyen bir kimsenin hallerini tedkik ettiğinde anlarsın ki yediğinin hepsi veya çoğu haramdır ve yine anlarsın ki helâl, senin veya sana miras bırakanın helâlinden çalışıp kazandığı kazançtır. Bu bakımdan halkın elinden yemek ile takvanın bir arada bulunması uzak bir ihtimaldir. Öyleyse Allah'tan dileğimiz; başkasından tamahımızı kesmesi, helâliyle bizi haramından müstağni etmesi, faziletiyle kendisinden başkasından bizi müstağni kılması, minnet ve cömertliğinin genişliğiyle bunları bize yapmasıdır. Çünkü O, dilediğinin üzerinde kudret sahibidir.

55) Ebû Dâvud, (Hüseyin b. Ali'den)

56) Ebû Dâvud, Tirmizî

57)

58) Ebû Dâvud ve İbn Hıbbân

59) İbn Eb'id-Dünya

60) Bezzâr, Taberânî.

61) Hızır'ın peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır. Âlimlerin çoğu velî olduğu fikri üzerinde ittifak etmişlerdir. Müellif ise peygamberliğine kaildir.

34-8

Dilenmede Ölçü

Kim zengin olmasına rağmen dilenirse, o ancak ateş korunu ister. Öyleyse ister bunu azaltsın, ister çoğaltsın!

Bu hadîs dilenciliğin haram oluşuna açık bir delildir. Fakat buradaki zenginliğin sınırını tâyin etmek çok zordur. Bunun sınırını tâyin etmek bizim vazifemiz değildir. Bunlar ancak şeriat sahibinden dinlemekle öğrenilebilir.

Allah'ın zenginliği ile Allah'tan başka şeylerden müstağni olun!62

Allah'ın zenginliği nedir?' denince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Bir günlük sabah kahvaltısı ve akşam yemeğidir!'

Elli dirhemi veya onun değeri kadar altını olduğu halde dilenen bir kimse ısrarla dilenmiş olur!63

Başka bir lâfızda 'Kırk dirhem' diye vârid olmuştur. Ne zaman takdirler değişik, haberler de sıhhatli olursa o zaman o haberleri değişik durumlara hamletmek gerekir; zirâ hak bir tanedir. Tam olarak takdir etmek ise mümkün değildir. Burada mümkün olan en son şey, yaklaşık olarak tahmin ve takdir etmektir. Bu ise ancak muhtaçların hallerini kapsayıcı bir taksimle tamamlanır.

Bu bakımdan Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Âdem oğlunun ancak üç şeyde hakkı vardır: Belini doğrultan bir yemek, avretini örten bir elbise, ayıbını gizleyen bir ev. . . Bundan fazlası hesaptır!64

Bu bakımdan bu üçü, ihtiyaçlarda, cinsleri açıklamada, miktarda, vakitlere bakmak hususunda esas kabul edilmelidir. Cinsler, hadîste bahsi geçen o üç şeydir. Onların durumunda olanlar da onlara dahildir. Hatta misafir yürümeye muktedir olmadığı zaman binek kirası da buna dahildir. Bunun gibi olan diğer mühim işler de böyledir. Kişinin nefsi, ailesi, çocuğu ve hayvanları gibi kefaleti altında bulunan herşey buna dahil olur.

Miktarlara gelince, elbisede, dindarlara uygun olanı gözetmelidir. O da bir elbise, bir iç gömleği, bir mendil, bir don ve bir ayakkabıdır.

Her cinsten iki tane edinmeye ihtiyaç yoktur. Buna evin bütün eşyası kıyas edilmelidir. Elbisenin ince, kapların bakırdan olmasını istemek uygun değildir. Çünkü onların göreceği vazifeyi, çamurdan yapılmış kap kacak da görür. Böylece insan onlardan müstağni olur. Bu bakımdan bir tane ve en düşüğü ile eğer âdetten pek fazla uzak değilse yetinmelidir. Yemeğe gelince, onun günlük miktarı bir avuçtur. O da şeriatın takdir ettiği miktardır. Onun çeşidi ise arpadan olsa dahi gıda olan şeydir. Katık ise, zarurî olan gıdadan fazla bir şeydir. Katığı tamamen kesmek zarar verir. Bu bakımdan bazı durumlarda katık için dilenmeye ruhsat vardır.

Meskene gelince, onun en azı, yeteri kadar olmasıdır Bu da, ancak ziynet olmaksızın böyledir. Meskeni süslemek ve genişletmek için dilenmekse, zengin olduğu halde dilenmek gibidir! Vakitlere izafeten olmasına gelince, hal-i hazırda muhtaç olduğu bir günlük yemeğe, giyeceği bir elbiseye, sığınacağı bir meskene muhtaç olduğunda şüphe yoktur. Gelecek zaman için dilenmesine gelince, bunun üç derecesi vardır:

Birincisi, yarın muhtaç olacağı miktardır.

İkincisi, kırk veya elli gün sonra muhtaç olacağı miktardır.

Üçüncüsü, bir senede muhtaç olacağı miktardır.

Kendisine ve eğer ailesi varsa ailesine beraberinde bir sene yetecek kadar yiyecek bulunan bir kimsenin dilenmesi haramdır. Çünkü bu zenginliğin en son haddidir. Hadîs-i şerifteki 'Elli dirhem'le takdir, bu mânâ üzerine hamledilir; zira tutumlu hareket ederse, bir kişiye beş dinar kâfi gelir. Çocuk sahibi bir kimseye ise, çoğu zaman bu miktar kâfi gelmez. Eğer bir seneden önce buna muhtaç olursa, (bu takdirde durumuna bakılır) : Eğer o zaman dilenmeye kudreti olacak ve fırsat elinden kaçmayacaksa şimdiden dilenmek kendisi için helâl değildir. Çünkü şimdilik muhtaç değildir. Çoğu kez de yarına kadar yaşayamaz. Bu bakımdan muhtaç olmadığı bir şeyi dilenmiş olur. O halde, sabah kahvaltısı ile akşam yemeği kendisine kâfi gelir. Bu miktar ile takdir etmek hakkında vârid olan hadîs de buna hamledilir. Eğer dilenme fırsatı gelecekte elinden çıkacak ve şimdi dilenmezse muhtaç olduğu anda kendisine yardım edecek bir kimseyi bulamayacaksa şimdiden dilenmek kendisine mübah olur; zira bir sene yaşayacağını ummak uzak bir ihtimal değildir. Oysa o, dilenmeyi tehir etmekle, zarûri gıdasını temin etmekten aciz olup zarara uğramış olur. Eğer gelecekte dilenmekten aciz kalma korkusu zayıf ve kendisi için dilendiği şey de zarurî değilse, bu şartlar altında dilenmesi mahzurludur. Kerahiyet mecburiyetin, zayıflığın ve fırsatın elden gitme korkusunun ve dilenmeye muhtaç olacağı zamanın gecikmesinin nisbetinde olur!

Bütün bunlar kontrol altına girmeyen şeylerdir. Bu durum, ancak kulun iştihadına, Allah ile olan haline bakmasına bağlıdır. Bu bakımdan bu hususta kalbinden fetva isteyip onunla amel etmelidir. Eğer âhiret yolunun yolcusu ise böyle yapması gerekir. Kimin yakîni daha kuvvetli, gelecek zamanda rızkının gelmesine güveni daha tam ise, bu kimsenin Allah katındaki derecesi daha yücedir. Bu bakımdan bu durumda gelecek korkusu olmaz. Oysa Allahü teâlâ sana ve ailene, günlük nafakanı vermiştir. Gelecek endişesi, yakînin zâfiyetinden ve şeytan korkusuna kulak vermekten ileri gelir.

O şeytan sizi kendi dostlarından korkutur, eğer inanmış iseniz onlardan korkmayın benden korkun. (Âl-i İmrân/175)

Şeytan sizi fakirlikle korkutur. Size çirkin şeyleri yapmayı emreder. Allah ise, size kendi tarafından bağışlama ve lütuf va'dediyor. (Bakara/268)

Dilenmek, zaruretten dolayı mübah kılınan bir çirkinliktir. Gelecek bir zamanın ihtiyacı için dilenen bir kimsenin hali velev ki dilendiği şeye sene içerisinde muhtaç olsa bile miras olarak edindiği bir malı, ikinci seneye saklayan bir kimsenin halinden daha kötüdür. Fakat bu iki durum da fetvanın zâhirine göre mübahtır. Ancak bunların ikisi de dünya sevgisinden, uzun emelden ve Allah'ın fazlına güvenmemekten kaynaklanır. Bu haslet helâk edici hasletlerin temelidir. Allah'tan güzel tevfîkini, lütûf ve keremiyle talep ederiz.

62) Ebû Dâvud ve İbn Hıbbân

63) İbn Adiyy

64) Tirmizî

34-9

Fakirin Fakirlikteki Âdâbı

İstemeksizin Kendisine Verileni Kabul Etmekte Fakir'in Riayet Edeceği Âdâb

Bişr el-Hafî derdi ki: 'Fakirler üç kısımdır. Bir fakir vardır ki ne dilenir, ne de kendisine verildiği zaman alır. Bu fakir, ruhânilerle İlliyyin'dedir.

Bir fakir vardır ki dilenmez, kendisine verildiğinde alır. Bu fakir, Firdevs cennetlerinde mukarrebîn'le beraberdir. Bir fakir vardır ki ihtiyaç anında dilenir. Bu fakir de ashâb-ı yemîn' den olan sıddîklarla beraberdir. Öyleyse bütün âlimler dilenmenin kötü olduğunda, ihtiyaca rağmen mertebe ve dereceyi düşürdüğünde ittifak etmişlerdir.

Şakîk el-Belhî, İbrahim b. Edhem Horasan'dan yanına geldiğinde ona şöyle dedi:

- Horasan'daki arkadaşlarını ne şekilde bıraktın?

- Onları şöyle bir durumda bıraktım: Eğer kendilerine verilirse şükrederler, verilmezse sabrederler.

İbrahim onları, dilenmeyi terketmekle. vasıflandırdığı zaman kendilerini övdüğünü zannetti.

- Ben de aynen senin dediğin gibi, Belh'teki köpekleri o şekilde bırakıp geldim.

- Ey Ebû İshak! O halde, sence fakir nasıl olmalı?

- Fakirler verilmezse şükreder, verilirlerse infak ederler.

Bunun üzerine İbrahim, Şakîk'in başını öpüp 'Doğru söyledin hocam!' dedi.

Madem ki durum budur, öyle ise dilenmek, şükür, sabır ve rıza hakkında hâl sahiplerinin dereceleri pek çoktur. Bu bakımdan âhiret yolunun yolcusuna bu dereceleri, bu derecelerin kısımlarını ve değişik durumlarını bilmek gerekir; zira bunları bilmediği takdirde, derecelerin düşüklerinden yücelerine çıkamaz.

Esfel-i sâfilîn'den a'lâ-yı illiyyîn'e yükselemez. Oysa insan 'ahseni takvîm' üzere yaratılmıştır. Sonra esfel-i safilîn'e gönderilmiştir. Sonra a'lâ-yı illiyyîn'e çıkmakla emrolunmuştur. Kim alçaklık ile yükseklik arasını ayırdetmeye güç yetiremiyorsa, asla terakkiye gücü yetmez.

Şüphe esasında bunu bilen hakkındadır; zira o bile bazen terakki edemez. Hallerin sahiplerine ise, sülûk esnasında bazen bir hâl galebe çalar ki o hâl, dilenmenin onların derecelerinde yükseltici bir rol oynamasını gerektirir. Fakat bu da ancak onların hallerine nisbeten böyledir; zira bu gibi ameller niyetlere bağlıdır.

Biri dedi ki: Ebû İshak Ahmed b. Muhammed en-Nûri'yi65 gördüm. Elini uzatır, bazı yerlerde halktan dilenirdi. Ben onun bu hareketini büyük bir hata sayıp kınadım. Cüneyd'e gelip onun bu durumunu söyledim. Cüneyd 'Bu sana tuhaf görünmesin! Zira en-Nûrî, halktan alıp halka vermek için dilenmiştir. Halkı sevap sahibi kılmak için dilenmiştir. Onlar, ona zararı dokunmadan ecir sahibi olurlar' dedi.

Sanki Cüneyd-i Bağdadî, bu sözüyle Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfine işaret etmiştir:

Verenin eli, yüce elin ta kendisidir. 66

Seleften biri şöyle demiştir: 'Veren el, malı alan eldir. Çünkü sevabı veren odur. Takdir onun içindir, onun aldığı mal için değildir'.

Sonra Cüneyd şöyle buyurmuştur: 'Teraziyi getir' dedi ve yüz dirhemi tarttı. Sonra bir avuç alıp o yüz dirhemin üzerine atarak dedi ki: 'Bunları al, en-Nûrî'ye götür!' Ben içimden dedim ki: 'Birşey, miktarı bilinsin diye tartılır. Cüneyd, hakîm bir kişi olduğu halde nasıl miktarı belli olmayan bir malı tartılan malakattı?' Utandığım için Cüneyd'e bu durumu sormadım. Keseyi alıp en-Nûrî'ye götürdüm. 'Teraziyi getir!' dedi. Yüz dirhemi tartıp aldı. "Bu fazlalıkları Cüneyd'e götür ve ona 'Ben senden artık hiçbir şey kabul etmem!' de" dedi. Böylece Cüneyd yüz dirhemden fazlasını geri aldı. Hayretim gittikçe arttı. Bu durumu en-Nûrî'ye sordum. Dedi ki: 'Cüneyd hakîm bir kişidir. İstiyor ki ipin iki tarafını da elde etsin. Yüz dirhemi nefsi için tarttı. Sonra tartısız olarak sadece Allah için bir avucu tartılanın üzerine attı. Ben ise Allah için olanı aldım. Cüneyd'in kendi nefsi için verdiğini geri çevirdim!' O parayı Cüneyd'e verdiğim zaman ağlayarak şöyle dedi: 'ınalını aldı, malımızı geri çevirdi. Yardım eden Allah'tır!'

Onların kalplerinin ve hallerinin nasıl saflaştığına dikkat ediyor musun? Allah için olan amelleri nasıl riyadan kurtulmuştur? Hatta onların her biri, konuşmadan arkadaşının kalbini müşahede eder. Fakat onlar kalplerin görüşmesi, sırların münâcatı ile konuşurlar. Bu da helâl yemenin, kalbi dünya sevgisinden boşaltıp bütün gayretiyle Allah'a yönelmenin neticesidir. Kim bunu, yolunu denemeden önce inkâr ederse, o kimse cahildir. Tıpkı müshil'in ilaç olduğunu içmeden inkâr eden bir kimse gibi. . .

Kim çok çalıştıktan sonra da vasıl olmayıp bu durumu inkâr ederse başkası da varamaz derse bu kimse tıpkı müshile benzeyen ilacı içen ve müsbet tesirini görmeyen bir kimse gibidir. Bu kimse, müshilin ilaç oluşunu inkâr eder. Bu kimsenin, cahilliği birincisinden daha hafifse de cehaletten doldurulmuş bir yükten uzak değildir. Belki basîret sahibi, iki kişiden biridir: Ya âhiret yoluna devam etmiş, başkalarına belirdiği gibi ona da belirmiştir. Bu kimse zevk ve mârifet sahibidir ve Ayn'el-yakîn derecesine vâsıl olmuştur, veya âhiret yolunda yürüyememiş veya yürümüş de hedefe varamamıştır. Fakat ona îman etmiş onu doğrulamıştır.

Bu kimse de 'ilm'el-yakîn' sahibidir. Bu kimse her ne kadar 'ayn'el-yakîn' derecesine varmamışsa da 'ilm'el-yakîn'de bir rütbesi vardır. Bu rütbe 'ayn'el-yakîn' rütbesinden aşağı olsa bile yine de bir rütbedir. Kim 'ilm'el-yakîn' ve ayn'el-yakîn'den uzak ise, o kimse, Mü'minler zümresinin haricindedir. Kıyâmet gününde inkâr edici ve mütekebbir olanlarla beraber haşredilir. Onlar öyle inkâr ediciler ki zayıf kalpleri ölü ve şeytanın tâbileridir. Bu bakımdan Allahü teâlâ'dan dileğimiz, bizi ilimde rasih olup 'Ona îman ettik, hepsi rabbimizden gelmiştir. Ancak akıl sahipleri bunu anlarlar' diyenlerden eylemesidir.

65) Bağdad'da doğdu ve büyüdü. Aslen Begavîlidir. Cüneyd'in çağdaşlarındandı. H. 295'de vefat etmiştir .

66) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

34-10

Zühd'ün Hakikati

Zühd'ün Hakîkati, Fazileti, Dereceleri, Kısımları; Yemek, Elbise, Mesken, Ev Eşyası Hususunda Zühd'ün Tafsilâta, Geçim Çeşitleri ve Zühd'ün Alâmeti

Zühd, dünyada, sâlihlerin şerefli makamlarından birisidir. Diğer makamlar gibi bu makam da ilim, hal ve amel'den oluşur; zira îmanın bütün kapıları selefin dediği gibi akd, söz ve amel'e açılır; yani bunlar etrafında dönüp dolaşır. Şöyle ki; burada adeta söz, hâl'in ortaya çıkması için, onun yerine geçmiştir; zira onunla bâtın (gizli) bir hal ortaya çıkar. Yoksa burada bizzat söz'ün kendisi kastedilmemiştir. Bir hal'den sâdır olmayan (çıkmayan) söz'e 'îman' değil 'islâm' adı verilir. İlim, hal hakkında 'sebeb'in ta kendisi olup meyve veren (ağaç) gibidir. Hal'in amel kısmı ise, meyve yerine geçer. Bu bakımdan biz hal'i, ilim ve amel 'den ibaret olan iki tarafıyla birlikte ele alalım.

Hâl'den gayemiz; zühd diye adlandırılan şeydir. Bu da bir şeyden yüz çevirip onu kendisinden daha hayırlı olan bir başka şeye döndürmekten ibarettir. Bu bakımdan bir bedel, alış veriş veya başka şeyler karşılığında herhangi bir şeyden dönüp daha başka bir şeye yönelen kimse, ancak birincisinden vazgeçtiğinden dolayı dönmüş olur. İkincisine ancak rağbeti olduğundan dolayı yönelmiştir. Bu bakımdan kendisinden vazgeçilen şey açısından bakılan hale zühd adı verilir. Kendisine yönelinen şey açısından da rağbet ve hubb adını alır. Zühd hali, bir şeyden yüz çevirerek ondan daha hayırlı bir şeye yönelmektir. Ancak kendisinden yüz çevirilerek vazgeçilen şey'in de rağbet edilen bir yanının bulunması şarttır. Yoksa zaten rağbet edilmeyen bir şeyden yüz çeviren kimseye zâhid denilmez; meselâ taş, toprak ve benzerlerini terkeden kimseye zâhid adı verilmez. Ancak dirhem ve dinarları (paraları) terkeden kimseye zâhid denir.

Çünkü toprak ve taş, rağbet edilen şeyler değildir. Kendisine yönelinen şey'in şartı ise, kişinin nezdinde, terkedilen şey'den daha hayırlı olmasıdır ki bu rağbet galebe çalsın! Bu bakımdan bir satıcı, satışa ancak alınan mal, satılan maldan daha hayırlı ise yönelir. Bu durumda satıcının hali, satılan mal açısından zühddür. O malın bedeli, yani alınan açısındansa rağbet etmek ve sevmektir.

Onu değersiz bir fiyat ile birkaç paraya sattılar. Onlar ona karşı isteksiz (zâhid) idiler. (Yûsuf/20)

Ayetin mânâsı, 'onu sattılar' demektir; zira 'şirâ' tabiri satış mânâsını ifade eder. Hazret-i Yûsuf'un kardeşlerinin, onun hakkında zâhidlikle vasıflandırılmaları şu sebepten ileri gelmektedir: Onlar babalarının sevgisinin sadece kendilerine kalmasını istiyorlardı. Bu durum, onların katında Yûsuf'tan daha sevimli idi! Bu bakımdan karşılığında alacakları şeye tamah ederek kendisini sattılar. Kim âhiret karşılığında dünyayı satarsa o, dünya hakkında zâhiddir. Kim de dünya karşılığında âhireti satarsa, o da âhiret hakkında zâhiddir. Fakat, 'zühd' isminin yalnızca dünya hakkında zâhidlik yapanlar için kullanılması âdet olmuştur. Tıpkı dilde mutlak meyletme mânâsına gelen 'ilhad' tabirinin, sadece bâtıla meyledenler hakkında kullanılması gibi.

Zühd, sevilen bir şeyden yüz çevirme olduğuna göre bu durum ancak ondan daha sevimli birşeye yönelme şeklinde düşünülebilir. Aksi takdirde, sevilen bir şeyi, daha sevimli olmayandan ötürü bırakmak imkansızdır. Allah'tan başka her şeyden, hatta cennetlerden bile yüz çevirerek, O'ndan başkasını sevmeyen kimse, mutlak mânâda zâhiddir. Dünya zevklerinden yüz çevirip de âhiretin bunlara benzer zevklerinden yüz çevirmeyen, bilakis hûrilere, köşklere, nehirlere ve meyvelere rağbet eden kimse de zâhiddir; fakat derece bakımından birincisinden eksiktir. Böyle bir kimse dünya nasiblerinden bir kısmını terkeden; meselâ mevkî hırsını bırakmayıp da malı bırakan veya çok yemeyi terkedip de süsü terketmeyen kimse gibidir. Bu gibi kimseler zahd-i mutlak ismine müstehak olamaz. Böyle bir kimsenin derecesi, günahlarının bir kısmına tevbe eden kimsenin tevbekârlar arasındaki derecesi gibidir. Bu zühd, sıhhatli (sahih) bir zühddür; tıpkı günahlardan bazılarına tevbe etmenin sahih oluşu gibi; zira tevbe mahzurluları, zühd ise, nefsin payı olan mübahları terketmekten ibarettir.

Mübahların bir kısmını terketmeye güç yetirip bir kısmına güç yetirememek, uzak bir ihtimal değildir. Bu durum mahzurlular hakkında da aynen geçerlidir. Her ne kadar mahzurlular hakkında zühd göstermiş ve onlardan yüz çevirmişse de yalnızca mahzurluları terkeden kimseye zâhid denilmez. Fakat bu ismin, mübahları terketme hususunda kullanılması âdet olmuştur. Bu duruma göre zâhidlik, âhirete yönelmek için dünyadan yüz çevirmekten veya Allah'a yönelmek için O'nun gayrisinden yüz çevirmekten ibarettir. Bu, en yüce derecedir. Yapılmak istenilen şeyin, yapmak isteyen nezdinde daha hayırlı olması şart olduğu gibi, kendisinden yüz çevrilen şeyin yapılabilir (güç yetirilebilir) olması da şarttır. Çünkü yapılamayan bir şeyi terketmek mümkün değildir. Rağbetin kesilmesi ise ancak terketme sayesinde ortaya çıkar.

İbn-i Mübârek, kendisine 'Ey zâhid!' diye seslenen birisine şunları söylemiştir: 'Zâhid, Ömer b. Abdülazîz'dir; zira dünya ister istemez kendisine geldiği halde o dünyayı terketti. Ben ise hangi şey hakkında zâhidlik yapabilirim? (Benim birşeyim yok ki onu terkedebileyim) '

Bu hali doğuran ilme gelince, bu, terkedilen şeyin alınan şey'e oranla daha değersiz olduğunu bilmektir. Tıpkı bir tüccarın, aldığı paranın, sattığı maldan daha hayırlı olduğunu bilmesi ve bu satışa rağbet etmesi gibi.

Bunu bilmedikçe tüccarın, elindeki maldan vazgeçerek onu satması düşünülemez. Allahü teâlâ nezdindeki nimetlerin ebedî, âhiret zevklerinin de daha değerli ve daimî olduğunu bilen kimsenin hali de böyledir. Bu durum, tıpkı mücevherlerin buzdan daha hayırlı ve bâki olduğunu bilen kimsenin durumuna benzer. Bu durumda, elindeki buzları, mücevher ve inciler karşılığında satması kişiye zor gelmez. İşte dünya ve âhiret de bunun gibidir. Dünya güneşe konulan bir buzdur. Durmadan erir ve nihayet yok olur. Âhiretse yok olmayan mücevher gibidir. Bu bakımdan kişi, dünyayı âhiretle değiştirme alışverişinde yakîni ve dünya ile âhiret arasındaki büyük farkı bilmesi nisbetinde, sahip olduğu herşeyden vazgeçebilir.

Allah, kendi yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen Mü'minlerden canlarını ve mallarını, cennet onların olmak üzere satın almıştır. (Tevbe/111)

Sonra Allahü teâlâ, onların bu alışverişlerinin çok kârlı olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur:

O halde, yaptığınız bu hayırlı alışverişten dolayı sevinin. Gerçekten bu çok büyük bir başarıdır. (Tevbe/111)

Zühd konusunda ahire tin daha hayırlı ve devamlı olduğunun bilinmesi kâfidir. Bu durumu, dünyayı terketmeye güç yetiremeyen kimse de bilir! Böyle kimselerin dünyayı terketmeyişi ya ilminin ve yakîninin zayıflığından veya şehvetin kendisini istilâ edip şeytana mağlup olmasından veya onun nasıl olsa önünde daha çok zaman var şeklindeki yalancı va'dlerine aldanmaktan ileri gelir. Böylece ölüm gelip çatar; fırsatı kaçırdıktan sonra, elinde, pişmanlıktan başka birşey kalmaz! Dünyanın değersizliğine şu ayetle işaret edilmektedir:

De ki: "Dünya geçimi azdır'. (Nisâ/77) Âhiretin daha hayırlı olduğuna ise şu ayetle işaret edilmiştir:

Kendilerine ilim verilenler, ' (Ey Karûn gibi dünyayı isteyenler!) Yazıklar olsun size! Îman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır' dediler. (Kasas/80)

Bu şekilde Allahü teâlâ, mücevherin daha hayırlı oluşunu bilmenin, karşılığında verilen şeyden yüz çevirmenin biricik sebebi olduğuna dikkat çekmektedir. Zühd ancak sevileni, ondan daha sevimli birşey karşılığında bırakmak olarak düşünüldüğü içindir ki bir zât duasında şunları söylemiştir: 'Yarab! Dünyayı bana, sen nasıl görüyorsan öyle göster!' Bunu duyan Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona şöyle buyurmuştur:

Böyle deme! Bunun yerine 'Yarab! Dünyayı bana, sâlih kullarına gösterdiğin gibi göster!' de!67

Bunun hikmeti şudur:

Allahü teâlâ dünyayı olduğu gibi hakir görür. Aynı zamanda Allah'ın celâline nisbetle her mahluk da hakirdir. Kul ise dünyayı, ancak kendi nefsi açısından daha hayırlı olan şeylere nisbetle hakir görür. Atını satan bir kimsenin, atından ne kadar bıkmış olursa olsun onu meselâ haşereler derecesinde görmesi düşünülemez. Çünkü kişi böceklere hiçbir zaman muhtaç olmaz. At'a ise zaman zaman muhtaçtır. Allahü teâlâ, zâtıyla, kendi dışındaki şeylerin (mâsivâ) hiç birine muhtaç değildir; onlardan müstağnidir. Bu bakımdan onların hepsini, celâline nisbetle bir derecede görür. Değişik görmesi, ancak başkasına nisbetledir. Zâhid ise değişikliği başkasına nisbetle değil, nefsine nisbetle görür. Zühd halinden doğan amel'e gelince bu, almak ile vermektir. Çünkü zühd, bir alışveriş ve muamele olup kıymet bakımından aşağı olanı verip daha hayırlısını almaktır. Nasıl ki alış veriş akdinden doğan amel, satılan malı terketmek, elden çıkarmak ve karşılığını almaksa, zühd de aynı şekilde hakkında zühd yapılan şeyin tamamen terkedilmesini gerektirir. Bu da sebepleri, mukaddimeleri ve bağlantılarıyla birlikte dünyanın tamamıdır.

Bu bakımdan zâhid, kalbinden dünya sevgisini çıkarır, oraya ibâdet sevgisini sokar. Kalbinden çıkardığını göz, el ve sair azalarından da çıkarır. Bu âzalar üzerine ibâdet vazifelerini yükler. Aksi takdirde malını, selef yoluyla verip bahasını almayan kimse gibi olur. Böyle bir kişi, yapmış olduğu alışverişe, ancak her iki tarafın şartı yerine gelirse sevinebilir; zira karşı taraf (satıcı) , ancak bu şartla sözünü yerine getirmiş demektir. Bu bakımdan elindeki malı, ortada olmayan bir mal için selef38 akdiyle veren ve elde bulunanı satıcıya teslim edip elde bulunmayanın arkasına düşen kimse, bu alacağını ancak satıcı, doğruluğuna, kudretine ve sözüne güvenilir bir kimse ise alabilir. Dünyayı elinde tuttuğu sürece kişinin zâhidliği asla doğru olamaz.

Bunun içindir ki Allahü teâlâ, her ne kadar 'muhakkak Yûsuf ve bir kardeşi Bünyamin, babamızın yanında bizden daha sevimlidir' demişler ve Yûsuf'u uzaklaştırdıkları gibi Bünyamin'i de uzaklaştırmaya azmetmişler ise de, Yûsuf'un kardeşlerini, Bünyamin hakkında zâhidlikle vasıflandırmamıştır. Öyle ki içlerinden biri, ricacı olduğu için Bünyamin uzaklaştırılmamıştı. Yine Allahü teâlâ onları, Hazret-i Yûsuf'u kuyudan çıkarmaya azmettikleri zaman da zühd ile vasıflandırmamıştır. Bilakis onu teslim ettikleri ve sattıkları anda kendilerini Yûsuf hakkında zâhidlikle nitelendirmiştir.

Bu bakımdan rağbetin alâmeti elde tutmak, zühdün alâmeti ise elden çıkarmaktır. Dünyanın bir kısmını elden çıkaran kimse, sadece onun hakkında zâhid olur; mutlak zâhid olmaz. Eğer malın yok ve dünya da sana yardım etmiyorsa, sende zühd diye birşey tasavvur olunamaz; zira insanın sahip olmadığı bir şeyi terketmesi düşünülemez. Çoğu zaman şeytan seni aldatır ve sana 'Her ne kadar eline geçmemiş ise de sen dünya hakkında zâhidsin!' vehmini verir. O halde Allah'tan kuvvetli bir söz ve yardım elde etmedikçe, şeytanın aldatma ipiyle sarkmaman gerekir. Terketmeye gücün yettiği sıradaki halini denemedikçe malı terketme kudretine güvenme; zira nice kimse vardır ki günah işleyemediği zaman nefsinin günahtan nefret ettiğini zanneder. Ancak halktan korkusu olmaksızın ve bir mâni bulunmaksızın günah yolları kolaylaşıp günaha dalar.

Nefsin, mahzurlular hakkındaki aldatması bu olduğuna göre mübahlar hakkındaki sözüne güvenmekten de sakın! Nefsinin doğru olup olmadığına, kudretli olduğu sırada kendisini defalarca denedikten sonra karar ver. Bu durumda daima sözünü yerine getiriyorsa günahtan çevirecek gizli açık mâniler ve özürler de yoksa, ona (nefse) azıcık güvenmekte bir beis yoktur. Bununla birlikte yine de onun aldatmasından sakınmalısın! Çünkü o sözünden çabucak cayan ve tabiatının isteklerine hemen dönen bir mahlûktur. Kısacası insan, nefisten ancak gücü yettiği sırada terkettiğine nisbetle ve yalnızca terk anında emin olabilir.

İbn Ebî Leylâ, İbn Şübrüme'ye69 İbn Hâik'e (Ebû Hanîfe'ye) ne dersin? Biz hangi meselede fetva versek mutlaka bizim fetvamızı yüzümüze çarpıyor' dedi. Bunun üzerine İbn Şübrüme 'O İbn Hâik midir değil midir, bilmiyorum; fakat bildiğim birşey vardır: Dünya onun üzerine akın ettiği halde o dünyadan kaçtı. Oysa biz, bizden kaçtığı halde dünyanın peşine düştük' karşılığını verdi.

Hazret-i Peygamber'in devr-i saadetinde bütün müslümanlar 'Biz rabbimizi seviyoruz. Şayet O'nun sevgisini ne ile elde edeceğimizi bilmiş olsaydık, onu yapardık' dediler. Bunun üzerine şu âyet-i celîle nâzil oldu:

Eğer onların üzerine 'Nefislerinizi (cihad için) öldürün!' yahut 'Yurtlarınızdan çıkın!' diye yazmış olsaydık (böyle bir farziyet yükleseydik) , içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. (Nisâ/66)

İbn Mes'ûd şöyle diyor: "Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir keresinde bana ' Sen o azlardansın!' buyurdu. Şu âyet nâzil oluncaya kadar, içimizde dünyayı seven birinin bulunduğunu bilmezdim:

Kiminiz dünyayı, kiminiz de âhireti istiyordu. (Âl-i İmrân/152)

Maldan vazgeçmek, cömert bir şekilde dağıtmak, onu kalpleri kazanmak için veya başka bir şeye tamahla vermek zâhidlikten değildir. Çünkü bütün bunlar iyi âdetlerden olmakla birlikte hiç birinin ibadetlerde bir dahli yoktur. Zühd ancak âhiretin güzelliğine nisbetle hakîrliğini bildiği dünyayı terketmektir. Terkin her çeşidi, âhirete îman etmeyen kimselerde de görülebilir. Malı terketmek bazan mürüvvet, erkeklik, cömertlik ve güzel ahlâk olur.

Fakat zâhidlik olmaz; zira güzel bir nam bırakmak ve kalpleri kazanmak geçici zevklerdendir. Bu, maldan daha zevkli ve daha tatlıdır. Malı, karşılığına tamah ederek, selem yoluyla terketmek zâhidlik olmadığı gibi, anılmaya, övülmeye, cömerdlikle tanınmaya tamah ederek veya korunmasında meşakkat ve sultanlara zillet göstermek olduğundan yani malı bir ağırlık olarak gördüğünden dolayı terketmek de asla zâhidlik değildir. Zâhid, dünya, ister istemez kendisine geldiği, mertebesi eksilmeksizin, adı kötüye çıkmaksızın ve nefsin hiçbir nasibi elden kaçmaksızın dünyadan faydalanmaya kâdir olduğu halde, dünyayı sadece ona alışma, Allah'tan başkasıyla yakınlık kurma korkusu ile dünyayı terkeden kimsedir.

Allah'tan başkasına sevgi duymamak, Allah'ın sevgisine hiç kimseyi ortak etmemek için veya âhirette Allah'ın vereceği sevap karşılığında terkeden kimsedir. Bu bakımdan bu kimse, cennet içkilerine karşılık dünya içkilerinden faydalanmayı, elâ gözlü cennet kadınlarına karşılık cariye ve kadınlarla zevk ü safa sürmeyi, cennetin bostan ve ağaçları karşılığında dünyanın bahçe ve mesire yerlerinde gezmeyi, cennetin süsleri karşılığında dünya süsleriyle süslenmeyi, cennetin meyvelerine karşılık dünyanın lezzetli yiyeceklerini terketmiştir.

Dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi zâyi ettiniz ve bunlarla safa sürüp bunları tükettiniz. (Ahkaf/20)

Zâhid, dünyayı, âhirette kendisine böyle denilmesinden korktuğu için terketmiştir. Bu bakımdan zâhid bütün bunlarda, cennette kendisine va'dedilen nimetleri dünyada peşin olarak verilene tercih etmiştir. Çünkü o âhiret nimetlerinin daha hayırlı ve geçerli olduğunu; bunun dışındakilerin dünyevî işler olup âhirette asla fayda vermeyeceklerini bilir.

67) Deylemî

68) Selem veya selef alış verişi, parayı peşin verip piyasaya üç ay sonra çıkacak bir malı, tarafların anlaştıkları bir fiyatla almak demektir.

Selem'in hangi durumlarda caiz olmadığı hususunda bkz. el-Fıkhu ale'l-Mezâhib'il-Erbaa, Alış-verişler bölümü.

69) Birincisinin adı Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dır. Kûfe kadısıydı. H. 48'de vefat etmiştir, İbn Şübrüme'nin tam adı ise Abdullah b. Şübrüme b. et-Tufeylî b. Hassan ed-Dübbî'dir. O da Kûfe kadısıydı ve güvenilir bir fakih idi. H. 44'te vefat etmiştir.

34-11

Zühd'ün Fazîleti

Âyet-i Kerîmeler

(Kârun) zînet ve ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler 'Keşke Kârun'a verilenin bir benzeri de bize verilseydi. Gerçekten onun büyük şansı var' dediler. Kendilerine ilim verilenler ' (Ey Kârun gibi dünyayı isteyenler!) Yazıklar olsun size! Îman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır' dediler. (Kasas/79-80)

Burada görüldüğü gibi, Allahü teâlâ zühdü âlimlere nisbet etmiş ve zâhid kimseleri ilimle vasıflandırmıştır. Bu, medhin en yüksek derecesidir.

İşte onlara sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilecektir. (Kasas/54)

Bu âyet 'Dünyada, zâhidlik üzerinde sabrettiler' diye tefsir edilmiştir.

Biz yeryüzündeki şeyleri kendisine bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim. (Kehf/7)

Bu ayetin mânâsı hakkında şöyle denilmiştir: 'İnsanların hangisinin dünyada daha zâhid olduğunu imtihan edelim' demektir. Bu bakımdan Allahü teâlâ, bu tefsire göre zâhidliği 'en güzel amellerden' olmakla tavsif etmiştir.

Kim âhiret sevabını isterse onun sevabını artırırız, kim de dünya menfaatini isterse, ona da ondan veririz. Fakat âhirette ona hiçbir nasip yoktur. (Şûra/20)

Onlardan bir kısmına, kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır. (Tâhâ/131)

Onlar dünya hayatını âhirete tercih ederler. Allah yolundan alıkoyarlar ve onun eğrilmesini isterler. İşte onlar uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir. (İbrahim/3)

İşte Allahü teâlâ kâfirleri bunlarla vasıflandırmıştır. Bu ayetlerin mefhumu; bunların zıddıyla sıfatlanıp âhireti dünya hayatına tercih edenlerin Mü'min olduklarıdır.

Hadîsler

Dünyanın kötülüğü hakkında vârid olan haberler çoktur. Biz bir kısmını Mühlikât bölümünün 'Dünyanın Zemmi' kısmında zikretmiştik; zira dünya sevgisi mühlikâttandır. Biz şimdilik sadece dünyadan nefret etmenin faziletini belirteceğiz. Çünkü dünyadan nefret etmek 'münciyât'dandır. Zâhidlikten de zaten bu kastedilir.

Kim gayesi dünya olduğu halde sabahlarsa, Allah onun işini dağıtır. Onun derli toplu olan işini paramparça eder ve fakirliğini iki gözünün arasına koyar! Ona dünyadan ancak, Allah tarafından kendisi için yazılan gelir. Kim gayesi; âhiret olduğu halde sabahlarsa, Allahü teâlâ onun himmetini bir araya toplar. Onun derli toplu işini parçalanmaktan korur. Zenginliğini kalbinde kılar. Dünya mecbur olduğu halde, kendisine gelir (ya da gelsin!) 70

Kula dünyada, zühd ve susmak verilmişse ona yaklaşın. Çünkü o, hikmeti telkin eder.

Allah dilediğine hikmeti ihsân eder. Kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir. (Bakara/269) 71

Bu sırra binaen denildi ki: 'Kim kırk gün dünyada zâhidlik yaparsa, Allahü teâlâ, hikmet pınarlarını onun kalbine akıtır ve dilini onlarla konuşturur'.

Ashâb-ı kirâmın birinden şöyle rivâyet edilmiştir: Biz Allah'ın Rasûlü'ne şöyle sorduk:

- Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların hangisi daha hayırlıdır?

- Kalbi mahmum ve dili doğru olan Mü'mindir.

- Ya Rasûlüllah! 'Kalbi mahmum'un mânâsı nedir?

- O muttakî ve tertemiz olan insandır. O'nun kalbinde ne hile, ne dalavere, ne zulüm ve ne de hased bulunur.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Böyle bir kimsenin kim izinde gider?

- Dünyaya buğzedip, âhireti seven kimse!72

Hadîsin mefhumu 'İnsanların en şeriri o kimsedir ki dünyayı sever' demektir.

Allah'ın Rasûlü yine şöyle buyurmuştur:

Eğer Allah'ın seni sevmesini istersen dünya hakkında zâhid ol!73

Görüldüğü gibi; dünya zühdünü, Allah'ın sevgisine sebep kılmıştır. Bu bakımdan Allah kimi severse o, derecelerin en yücesindedir. O halde dünyadaki zühdün, makamların en üstününden olması gerekir. Bu hadîsin mefhumu da 'Dünyayı seven bir kimse Allah'ın buğzuna mâruzdur' demektir.

Ehl-i Beyt yoluyla gelen bir haber şöyledir:

Zahidlik ile takva her gece İnsan oğlunun kalbini gezip kontrol eder. Eğer içinde îman ve haya bulunan bir kalbe tesadüf ederse, orada ikamet ederler. Aksi takdirde giderler!74

Hârise b. Mâlik el-Ensârî 'Ben hakîkaten Mü'minim!' dediğinde Hazret-i Peygamber ona 'Peki îmanın hakîkati nedir?' diye sordu. Hârise 'Ben nefsimi dünyadan kopardım. Öyle ki benim nezdimde dünyanın taşları ile altınları eşittir! Sanki ben cennet ve cehennemi, rabbimin arşını bariz bir şekilde görüyorum' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

Sen tanımışsın öyle ise yapış! (O) öyle bir kuldur ki Allah onun kalbini îman ile nûrlandırmıştır. 75

Îman hakîkatini belirtmeye, nefsin dünyadan ayrılmasıyla başladığına, onu yakînle eşit tuttuğuna ve 'O bir kuldur ki Allah onun kalbini imanla nûrlandırmıştır' demek sûretiyle onu nasıl tezkiye ettiğine dikkat et!

Allah kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm'a açar. (En'âm/125)

'Âyet-i kerîmedeki şerh kelimesinin mânâsı nedir?' diye sorulunca,

cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Nûr bir kalbe girdiği zaman, göğüs onun için açılıp genişler!' Dediler ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunun bir alâmeti var mıdır?'

Evet! Aldatma evinden uzaklaşmak, ebediyyet evine dönüş yapmak, gelmeden önce ölüme hazır olmaktır. 76

Hazret-i Peygamber'in 'aldatma evinden uzaklaşmaktan' ibaret olan zâhidliği 'İslâm'ın hakîkatinin şartı' olarak göstermesine dikkat et!

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Gereği gibi Allah'tan haya ediniz! Haya etmek öyle değildir. Siz, içinde (daima) oturmayacağınız evleri yapıyor, yemeyeceğiniz yemekleri topluyorsunuz. 77

Hazret-i Peygamber, böyle yapmanın Allah'tan haya etmeye zıd olduğunu beyan etti. Hazret-i Peygamber'in huzuruna bazı elçiler geldiler. 'Siz necisiniz?' diye sorduğunda dediler ki: 'Biz Mü'minleriz!' Hazret-i Peygamber 'İmanınızın alâmeti nedir?' diye sordu. Onlar 'Belâ anında sabretmek, genişlikte şükretmek, kaza oklarına rıza göstermek, düşmanlara musibet geldiğinde sevinmeyi terketmek' dediler.

Hazret-i Peygamber şöyle dedi:

Eğer öyleyseniz yemeyeceğiniz şeyleri toplamayın. İçinde durmayacağınız binayı inşa etmeyin. Kendisinden göç edip bırakacağınız şey hakkında dalaşmayın. 78

Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber zühdü, îmanın tamamlayıcısı kılmıştır.

Câbir (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in hutbesinde şöyle dediğini naklediyor: 'Kim içine hiçbir şey katmaksızın 'Lâ ilâhe illâllah' ile Allah'ın huzuruna gelirse, ona cennet vâcib olur'. Bunun üzerine Hazret-i Ali ayağa kalkıp dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Annem ve babam sana fedâ olsun! Katmaksızın 'Lâ ilâhe illâllah' demenin mânâsı nedir? Bunun bize vasıflandırıp tefsir et!' Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu:

O, dünyayı talep etmek ve peşine düşmek cihetinden dünya sevgisidir. Bir kavim vardır ki peygamberlerin dediğini söyler, fakat zâlimlerin amelini işler. Bu bakımdan kim içinde hiç birşey olmadığı halde, 'Lâ ilâhe illâllah' ile (Allah'ın huzuruna) gelirse, ona cennet vâcib olur. 79

Cömertlik yakîndendir. Yakîni olan bir kimse ateşe girmez. Cimrilik şektendir. Şekke düşen bir kimse cennete girmez. 80

Cömert, Allah'a, insana ve cennete yakındır. Cimri Allah'tan, insandan uzak ve ateşe yakındır. 81

Cimrilik, dünyaya rağbet etmenin, cömertlik de zâhidliğin meyvesidir. Meyveyi övmek, meyve veren ağacı övmek demektir.

İbn Müsayyib, Ebû Zer-i Gıfârî'den, Hazret-i Peygamber'in şu hadîsini rivâyet etmektedir:

Kim dünya hakkında zâhidlik gösterirse, Allah onun kalbine hikmeti sokar. Onun dilini o hikmetle konuşturur. Ona dünyanın hastalığını ve ilacını tanıtır. Onu saf ve selîm olarak dünyadan çıkarır. Selîm olarak cennete gönderir. 82

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , ashâbının arasında bulunduğu halde, yüklü develerin yanından geçti. Bu develer, Arapların nezdinde en sevimli ve en nefis mallardı. Çünkü bu develere hem binilir, hem etleri yenir, hem sütleri içilir, hem de tüylerinden istifade edilirdi. Bu develer, onların kalbinde, çok büyük mal olduğundan dolayı Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

On aylık gebe develer terkedildiği zaman. . . (Tevkî/4)

Hazret-i Peygamber, yüzünü develerden çevirip gözlerini kapattı. Kendisine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu, bizim mallarımızın en nefisleridir. Neden bunlara bakmadın!' diye sorulunca

cevap olarak şöyle dedi: Allahü teâlâ beni onlara bakmaktan nehyetmiştir!' Sonra şu âyeti okudu:

Onlardan bir kısmına kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! (Tâhâ/131)

Mesrûk, Hazret-i Âişe'den şöyle rivâyet ediyor: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Neden Allah'tan yemek istemiyorsun ki sana yedirsin?' dedim ve Hazret-i Peygamber'de gördüğüm açlıktan dolayı ağladım. Bana dedi ki:

Ey Âişe! Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun! Eğer rabbimden dünyanın dağlarını beraberimde altın olarak akıtmasını istesem, muhakkak onları altın yapıp istediğim yere akıtır. Fakat ben, dünyanın açlığını doymaya, fakirliğini zenginliğine, üzüntüsünü sevgisine tercih ettim.

Ey Âişe! Muhakkak ki dünya ne Muhammed için, ne de Muhammed'in (aleyhisselâm) ailesi için uygun değildir. Muhakkak ki Allahü teâlâ, peygamberlerin ulu'l-azm olanları için, dünyanın sıkıntısına sabır göstermeye, dünyanın sevilen şeylerinin elden çıkmasına karşı sabır göstermelerine razı olmuştur. Allahü teâlâ benim için de onlara yüklediğini yüklemek isteyerek şöyle buyurmuştur:

O halde azim sahibi elçilerin sabrettikleri gibi sabret ve onlar hakkında (azap için) acele etme! (Ahkaf/35)

Allah'a yemin olsun! Allah'a itaat etmekten başka çıkar yol yoktur. Muhakkak ki ben, yemin ediyorum, ulu'l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi var kuvvetimle sabredeceğim. Kuvvet ancak Allah'tandır. 83

Hazret-i Ömer'den şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Ömer zamanında düşman memleketleri feth olunduğunda, kızı Hafsa kendisine 'Memleketlerin elçileri huzuruna geldiklerinde elbiselerin en yumuşağını giy! Hem kendin, hem de gelenlerin yemesi için nefis yemekler yapılmasını emret' dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi: "Ey Hafsa! Kişinin halini herkesten daha iyi ailesinin bildiğini bilmez misin?' Hafsa 'Evet böyle olduğunu bilirim' dedi. Hazret-i Ömer 'O halde sen Hazret-i Peygamber'in şu kadar sene peygamber olarak durduğu halde gerek kendisinin, gerek aile efradının sabah yediklerinde akşam, akşam yediklerinde sabah aç kaldıklarını bilmez misin? Yine sen bilmez misin Hazret-i Peygamber, şu kadar sene peygamber olarak durduğu halde ne kendisi, ne de ehli, hurmadan bile doyasıya yemediler. Ta ki Hayber fetholuncaya kadar! Bilmez misin, Hazret-i Peygamber'e bir gün biraz yüksek bir tahta üzerinde yemek takdim ettiniz. Bu bile Hazret-i Peygamber'e ağır geldi. Hazret-i Peygamber'in beti benzi uçtu. Sonra emredip tahtayı kaldırttı. Yemeği daha alçak bir şeyin veya toprağın üzerine koyup yedi. Hazret-i Peygamber'in katlanmış bir aba üzerinde yattığını bilmez misin? Bir gece sen abayı dörde katladın o da üzerinde uyudu. Sabahladığı zaman 'Bu abadan ötürü beni gece ibâdetinden menettiniz. Onu daha önce ikiye katladığınız gibi ikiye katlayın' dediğini bilmez misin? Hazret-i Peygamber'in yıkansın diye elbisesini çıkardığını, Bilâl gelip namaz vaktini haber verdiği zaman, elbisesi kuruyuncaya kadar beklediğini, sonra giyip öylece namaza çıktığını bilmez misin? Bilmez misin, Hazret-i Peygamber için, Benî Züfer'den olan bir kadın, biri önlük, diğeri abâ olarak iki elbise yaptı. İkincisi daha bitmeden önce, birini Hazret-i Peygamber'e gönderdi. Hazret-i Peygamber, gelen elbiseye sarılarak namaza çıktı. Hazret-i Peygamber'in ondan başka elbisesi yoktu. İki tarafını boynuna bağlamış ve böylece namaz kılmıştı". Hazret-i Ömer, böylece kızı Hafsa'yı ve kendisini de sesli hıçkırıklarla ağlatıncaya kadar Hazret-i Peygamber'in menkıbelerini nakletti. Canının çıkacağını zannettiren bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağladı.

Bazı rivâyetlerde, Hazret-i Ömer'in sözünde bir fazlalık vardır. O da şudur: İki arkadaşım da aynı yolda gittiler. Eğer ben onların yolundan başka bir yola gidersem, onlardan ayrılmış olurum. Allah'a yemin ederim, onların şiddetli maişeti üzerinde sabredeceğim. Bu takdirde onlarla beraber onların lezzetli maişetine nail olmayı ümit edebilirim!

Ebû Saîd el-Hudrî Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:

Benden önce geçmiş peygamberlerden biri fakirliğe mübtelâ olduğunda bir abadan başkasını giymezdi. Normal birini öldürecek derecede bîtâb (ve hasta) düşerdi. Bu durumla mübtelâ olmak ve kadere razı olmak onun için, size verilenin hoşunuza gitmesinden daha sevimli idi. 84

İbn-i Abbâs Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:

Musa (aleyhisselâm) Medyen suyuna vardığı zaman zayıflığından dolayı (nerdeyse) yediği sebzelerin yeşilliği karnında görünürdü.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

- Dünya helâk olsun! Altın ve gümüşler helâk olsun!

- Ey Allah'ın Rasûlü! Allahü teâlâ bizi altın ve gümüşü istif etmekten menetti. O halde biz neyi azık edinelim!

Sizden biriniz zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve âhiret işinde yardımcı olan salih bir eş edinsin. 85

Huzeyfe Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:

Kim dünyayı âhirete tercih ederse, Allah onu üç şey ile belalandırır: Ebediyyen kalbinden sıyrılmayan bir üzüntü! Hiçbir zaman kendisinden kurtulamayacağı bir fakirlik! Ve hiçbir zaman doymayan bir hırs!86

Kulun nezdinde bilmemek, bilmekten daha sevimli olmadıkça, îmanın kemâline eremez. Bir şeyin azlığı çokluğundan kendisine daha sevimli gelmedikçe de eremez. 87

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Dünya bir köprüdür. Üzerinden geçin, tamiriyle uğraşmayın!'

Hazret-i Îsa'ya denildi ki:

- Ey Allah'ın elçisi! Eğer bize, içinde Allah'a ibadet etmek için, bir mâbed yapmamızı emretsen ne güzel olur!

- Gidiniz! Su üzerine bir evin temelini atınız!

- Su üzerinde temel durur mu?

- O halde dünya sevgisiyle beraber ibâdet nasıl mümkün olur?

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Rabbim Mekke'nin Batha vadisini benim için altın yapmayı teklif etti. Ben 'Hayır! Ey rabbim! Ben bir gün aç, birgün tok yaşamak istiyorum. Aç olduğum günde sana yalvarır, iltica ederim, tok olduğum günde ise, seni överim' dedim. 88

İbn-i Abbâs'tan şöyle rivâyet edilmiştir: Hazret-i Peygamber birgün, beraberinde Cebrâîl olduğu halde, yürüyerek Safâ tepesine çıktı. Cebrâîl'e 'Ey Cebrâîl! Seni hak elçi olarak bana gönderen Allah'a yemîn olsun. Muhammed'in (aleyhisselâm) âli bir avuç kavut ve bir parça unları olmadığı halde akşamlıyorlar' dedi. Hazret-i Peygamber'in sözü daha bitmeden gökten korkunç bir gürültü işitti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Allah kıyâmetin kopmasını mı emretti?' diye Cebrâîl'e sordu. Cebrâîl 'Hayır! Bu, İsrafil'dir. Konuşmanı duyduğu zaman (göklerden yanına indi!' dedi. Böylece İsrafil, Hazret-i Peygamber'in yanına indi ve şöyle dedi: 'Senin söylediğini Allah işitti. Bana yeryüzünün anahtarlarını vererek gönderdi. O anahtarları sana vermemi emretti. Eğer Tihame dağlarını zümrüt, yakut, altın ve gümüş yapmamı istiyorsan bunu yaparım. Dilersen padişah bir peygamber veya kul bir peygamber olarak yaşayabilirsin' dedi. Cebrâîl bu esnada Hazret-i Peygamber'e 'Rabbine tevazu et!' işaretinde bulundu. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber üç defa 'Kul bir peygamber olarak yaşamak istiyorum!' dedi.) 89

Allahü teâlâ, bir kula hayır irâde ettiğinde, onu dünya hakkında zâhid, âhiret hakkında istekçi kılar ve kendisine nefsinin ayıplarını gösterir. 90

Dünya hakkında zühde yapış! Bu takdirde Allah seni sever. Halkın elindeki servet hakkında zahid olursan halk seni sever. 91

Kim öğrenmeksizin ilim ve hidayet verilmesini Allah'tan dilerse o, dünya hakkında zâhid olsun!92

Cennete müstehak olan bir kimse hayırlara koşar. Ateşten korkan bir kimse şehvetlerden uzaklaşır. Ölümü bekleyen bir kimse lezzetleri terkeder. Kim dünya hakkında zâhid olursa musibetler kendisine kolay gelir!93

Hazret-i Peygamber'den ve Hazret-i Îsa'dan (Allah'ın selâmı ikisinin de üzerine olsun) şöyle rivâyet ediliyor:

Dört haslet vardır. İnsan ancak yorgunlukla onlara yetişebilir:

1. Sükut. Bu, ibâdetin başlangıcıdır.

2. Tevazû.

3. Fazla zikir.

4. Az mal!94

Dünyadan nefret etmenin güzelliği ve dünyayı sevmenin kötülüğü hakkında vârid olan bütün haberleri burada zikretmek mümkün değildir; zira peygamberler ancak insanları dünyadan çevirip âhirete yöneltmek için gelmişlerdir. Halka söyledikleri sözlerin çoğu bu husustadır. Bizim buraya kadar zikrettiklerimiz yeterlidir. Yardım eden Allahü teâlâ'dır!

70) İbn Mâce

71) İbn Mâce

72) İbn Mâce

73) İbn Mâce

74) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir, Fakat Zebidî hadîs'te haya ile îman' diye vârid olduğunu ve bu şekliyle Kut'ul-Kulûb'da bulunduğunu kaydetmektedir. (İthâfu's-Saâde, IX/336)

75) Bezzâr ve Taberânî

76) İbn-i Mübârek, Zühd

77) Bezzâr, Taberânî

78) Hâkim

79) Taberânî

80) Deylemî, (Ebu'd Derda'dan)

81) Tirmizî

82) İbn Eb'id-Dünya

83) Deylemî, Müsned'ul-Firdevs

84) İbn Mâce

85) Tirmizî

86) Taberânî, (İbn Mes'ûd'dan)

87) Ali b. Ma'bed'den

88) İmâm-ı Ahmed, Tirmizî, İbn Sa'd, Taberânî ve Beyhakî

89) Daha önce geçmişti.

90) Deylemî

91) Daha önce geçmişti.

92) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir

93) İbn Hıbbân

34-12

Zühdün Mertebe ve Dereceleri

Zühd kuvvetine göre üç mertebeye ayrılır:

Birinci Mertebe

En aşağı olan birinci derece, dünyayı istediği, kalbi ona meyyal olduğu ve nefsi dünyaya iltifat ettiği halde mücâhede ile dünyadan kaçınması ve zâhidlik yapmasıdır. Her ne kadar nefsi dünyaya meyyal ise de onunla cihad eder, onu alıkoyar, işte zâhidlik buna denir. Çalışma ve gayreti sayesinde zühd derecesine varan bir kimseye göre bu atılan ilk adımdır. Zühde meyyal bir kimse önce nefsini eritir, sonra kesesini. . .

Zâhid bir kimse ise, önce kesesini, sonra ibâdetle nefsini eritir. Evet zâhid, ayrıldığına karşı sabretmekle değil ibadetle nefsini eritir. Zâhidliğe kendisini zorlayan bir kimse ise tehlike ile karşı karşıyadır. Çünkü nefsi bazen galebe çalar, şehvet kendisini çeker, dünyaya ve istirahat etmeye ister az, ister çok olsun meyleder.

İkinci Mertebe

Dünyayı, istediği hedefe nisbetle hakir saydığından ötürü terkeden bir kimse, bir dirhemi iki dirhem için terkeden bir kimse gibidir. Böyle yapana, beklemek zorunda olsa bile bir dirhemi iki dirhem için bırakmak zor gelmez. Bu zâhid zühdünü görür, ona iltifat eder. Tıpkı mal satan bir tüccarın malı görüp bakması gibi. . . Öyle ki nefsini beğenip zühdüne hayran kalabilir. Zanneder ki kıymetli bir şeyi kıymetli birşey için terketmiştir! Bu durum da eksikliktir.

Üçüncü Mertebe

Bu, derecelerin en yücesidir. İsteyerek hem dünya, hem de zâhidliği hakkındaki şeylerden kaçınmasıdır. Böylece zâhidliğini görmez, bir şeyi terkettiğini de sanmaz. Çünkü dünyanın bir hiç olduğunu bilmiştir. Bu bakımdan çamurdan yapılmış çakılı terkedip cevheri alan kimse gibi olur. O cevheri hiçbir zaman çamurun karşılığı olarak görmez ve nefsinin birşeyi terkettiğini dedüşünmez. Allah'a ve âhiret nimetlerine nisbetle dünya, çamur parçasının mücevhere nisbetinden daha aşağıdır. İşte bu durum, zühdde kemâlin ta kendisidir. Bunun sebebi de mârifetin kemâlidir. Bu zâhid gibisi, dünyaya iltifat etmek tehlikesinden emindir. Tıpkı çamur parçasını mücevher karşılığı terkeden bir kimsenin bu alışverişten vazgeçmeyeceği gibi. . .

Ebû Yezid, Ebû Musa Abdurrahim'e96 'Hangi şey hakkında konuşursun?' diye sorunca cevap olarak 'Zühd hakkında!' dedi. 'Hangi şey hakkında zühd?' deyince de cevap olarak 'Dünya hakkında' dedi. Bunun üzerine Ebû Yezid elini sallayarak şöyle dedi: 'Zannettim ki o, birşey'in hakkında konuşuyor. Dünya ise birşey değildir. Onun nesi hakkında zühd yapılacaktır?'97

Dünyayı âhiret için terkedenin misâli mârifet ehli, kalbi mükâşefe ve müşahedelerle mamur olan kimselere göre padişahın kapısında bulunan ve kendisini kapıdan meneden bir köpekle karşı karşıya kalanın misâli gibidir. O kimse köpeğe bir lokma ekmek atar. Köpek o ekmekle meşgul olur. O da içeri girip padişaha yaklaşma şerefine nail olur. Öyle ki işini padişahın bütün memleketinde geçerli kılar. Acaba böyle bir kimsenin padişahın köpeğine atmış olduğu bir lokma ekmek karşılığında, padişah katında bu dereceye erdiği düşünebilir mi?

Bu bakımdan şeytanda Allah'ın kapısında bir köpektir. Halkı içeri girmekten meneder. Oysa kapı açık, perde aralıdır. Dünya da bir ekmek lokması gibidir. Eğer yersen, onun lezzeti sadece çiğnerkendir. Yutmakla sona erer. Tortusu midede kalır. Sonra tortu pisliğe dönüşür. Sonra da o tortuyu çıkarmaya mecbur olur. O halde padişahlık izzetine nail olmak için onu terkeden bir kimse, ona nasıl bir daha iltifat eder? Bütün dünya, yüz sene bile yaşasa bir şahsın dünyadan elde ettiği şey âhiret nimetine göre bir Lokmânın dünya padişahlığına nisbetinden daha azdır. Zira sonlu olan bir şeyi sonsuz olana nisbet etmek olmaz. Dünya yakında sona erer, hatta kaygusuz bir insan için bir milyon sene devam etse bile. . . Yine ebedî nimete nisbet edilemez. Yaşamanın müddeti kısa, dünya lezzetleri karmakarışık olduğu halde, nasıl ebedî nimete nisbet edilebilir? Öyleyse, zâhid zühdüne iltifat etmez. Eğer hakkında zâhidlik yaptığı şeye iltifat ederse onu kıymetli birşey olarak gördüğü için iltifat eder. Onu kıymetli birşey olarak görmesi de mârifetinin kusurluluğundan ileri gelir. Bu bakımdan zühdün eksikliğinin sebebi mârifet eksikliğidir. Buraya kadar söylediklerimiz, zühd derecelerinin değişik olmasıdır.

Bunların her birinde de çeşitli dereceler vardır; zira zühde kendisini zorlayan bir kimsenin sabrın zorluğuna dayanması ve sabırdaki meşakkati nisbetinde çeşitlidir. Zühdüne hayranlıkla bakanın derecesi de zühde iltifat etmesi nisbetindedir.

Rağbet edilen şeye nisbetle zühdün bölünmesine gelince, bu da üç derecedir.

Birinci Derece

Bu en alt derecedir. İstenilen şey; ateş, kabir azabı, hesap münakaşası, sırat tehlikesi ve kulun önünde bulunan diğer korkular gibi elemlerden kurtulmaktır. Nitekim bu hususlar hakkında haberler varid olmuştur; kişi, hesap için durdurulduğunda susamış yüz deveye yetecek kadar ter akar. İşte zühdün bu derecesi, bu gibi dehşetlerden korkanların zühdüdür. Sanki bunlar acıdan kurtulmak için, yokluğa razı olmuşlardır, zira elemden kurtulmak mAhz â yoklukla mümkün olur.

İkinci Derece

İkinci derece Allah'ın sevabına, nimetine, cennette va'dedilen hûriler, köşkler ve benzeri lezzetlere rağbet ederek zâhidlik yapmaktır. Bu tür zâhidlik, ümit edenlerin zühdüdür. Zira bunlar yokluğa kanaat ederek, elemden kurtulmak için dünyayı terketmemişlerdir. Aksine daimî bir varlığa, sonsuz bir nimete tamah ederek terketmişlerdir.

Üçüncü Derece

Derecelerin en yücesi olan bu derece, kişinin Allah'a mülâki olmaktan başka bir hedefinin olmamasıdır. Bu bakımdan kalbi elemlere bakmaz ki onlardan kurtulmayı istesin, lezzetlere iltifat etmez ki onları elde etmeyi kasdetsin. Aksine emeli Allah ile olmaktır. O, öyle bir kimsedir ki hedefi bir noktaya yöneldiği halde sabahlamıştır. O, Allah'tan başkasını istemeyen gerçek bir muvahiddir. Çünkü Allah'tan başkasını isteyen bir kimse, başkasına ibâdet etmiştir! Her istenilen mâbuddur. Her isteyen de, isteğine nisbetle âbiddir. Allah'tan başkasını talep etmek gizli şirktir. Bu zühd, muhiblerin zühdüdür. Onlar âriflerin ta kendisidir. Çünkü ârif kişi, Allah'tan başkasını sevmez.

Ancak tanıdığını sever. Dinar ile dirhemi tanıyıp ikisini bir araya getirmeye gücü olmadığını bilen bir kişi nasıl ki bu takdirde dinardan başkasını almazsa, Allah'ı bilenin durumu da böyledir. Allah'ın cemâline bakmak lezzetini bilen, o lezzet ile hûrilerin, köşklerin ve ağaçların lezzetini bir araya getirmenin mümkün olmadığını da bilir. Bu kimse Allah'ın cemâlinden gayrisini sevmez ve başkasını O'na tercih etmez.

Zannetme ki cennet ehli, Allah'ın cemâline baktıklarında hûrilerin ve sarayların lezzetleri kalplerinde kalır! Aksine o lezzetler, Allah'ın cemâline bakmaya nisbeten dünya mülküne sahip olup yeryüzünün her tarafını istilâ etmenin ve halkı köle edinmenin lezzetine, bir kuşu yakalayıp onunla oynamanın lezzetine nisbeti gibidir. Cennet nimetlerini talep edenler, kalp sahiplerinin yanında, kuşla oynamak isteyip padişahlık lezzetini bırakan çocuk gibidir. Bu terkediş, padişahlığın lezzetini idrâk etmekten aciz olduğundan ileri gelir. Yoksa kuş ile oynamak, bütün halka padişah olmaktan daha yüce ve lezzetli değildir. Kendisinden yüz çevirilen şeye izafeten zühdün bölünmesine gelince, bu hususta birçok fikirler ileri sürülmüştür. Bu fikirlerin yüzden fazla olduğu tahmin edilir.

Fakat biz, çeşitli sözleri nakletmekle meşgul olmayacağız. Ancak bütün tafsilâtı kapsayıcı bir konuşmaya işaret edeceğiz ki bu hasusta ileri sürülen fikirlerin çoğunun bütün konuyu kapsamaktan aciz olduğu meydana çıksın. Bu bakımdan deriz ki: Zâhidlik sûretiyle kendisinden yüz çevrilen şeyin icmâl ve tafsilâtı vardır. Tafsilâtının da mertebeleri vardır. O mertebelerin bazısı, kısımları daha fazla izah eder, bazısı da cümleleri izah etmek için daha elverişlidir.

Birinci derecedeki icmale gelince, kendisinden yüz çevrilen, Allah'tan başka her şeydir. Bu bakımdan (şahsın) , Allah'tan başka herşey hakkında, hatta kendi nefsi hakkında bile zâhidlik yapması gerekir. İkinci derece hakkındaki icmâl, nefsin, içinde lezzet bulunan her sıfata zâhidlik yapmasıdır. Bu tür zühd, insanın şehvet, öfke, kibir, baş olma, mal, mertebe ve benzerlerinden ibaret olan bütün isteklerini kapsar. Üçüncü derecedeki icmal, mal, mertebe ve sebeplerinde zühd göstermesidir; çünkü nefsin bütün lezzetleri bunlara dönüşür.

Dördüncü derecedeki icmal; ilim, kudret, dinar, dirhem ve mertebe hakkında zühd etmesidir; zira malların çeşitleri ne kadar çoğalırsa çoğalsın dinar, dirhem ve mertebe onları kapsar. Sebepleri ne kadar çoğalsa da ilim ve kudrete dönüşür! İlimden gaye; hedefi kalpleri elde etmek olan ilim ve kudrettir. Yukarıda geçtiği gibi mertebenin mânâsı; kalpleri elde etmek ve onlara hâkim olmak demektir. Nasıl malın mânâsı; maddeleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmekse. . . Eğer bu tafsilâtı daha genişletmek isterseniz, hakkında zühd yapılan şeylerin sayılamayacak kadar çok olduğu görülür. Oysa Allahü teâlâ, bir ayette onlardan yedi tanesini zikrederek şöyle buyurmuştur:

İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü gösterildi. Bunlar, sâdece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır. (Âl-i İmrân/14)

Sonra Allahü teâlâ, bunları başka bir ayette beşe düşürerek şöyle buyurmuştur:

Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır. (Hadîd/20)

Sonra başka bir yerde Allahü teâlâ, bu durumu ikiye düşürerek şöyle buyurmuştur:

Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden ibarettir. (Muhammed/36)

Sonra hepsini, başka bir ayette, bire düşürerek şöyle buyurmuştur:

Ama kim rabbinin divanından durup hesap vermekten korkmuş ve nefsi'ni kötü heveslerden menetmişse, onun barınağı da cennettir. (Nâziât/40-41)

Ayette bahsi geçen 'heva' terimi, nefsin dünyada ne kadar lezzetleri varsa hepsini kapsar. O halde, bütün bunlarda zühd yapmak uygundur. İcmal ve tafsîlin yolunu anladığında bilirsin ki bunun bir kısmı diğerine muhalefet etmez. Ancak bazen tafsilât, bazen de icmal bakımından ayrılırlar.

Kısacası zühd, nefsin bütün istek ve lezzetlerinden yüz çevirmektir. Kişi nefsin isteklerinden yüz çevirirse, dünyada kalmaktan da yüz çevirir. Dolayısıyla, dünyadaki emeli kısalır. Çünkü dünyada lezzetlenmek için kalmak ister. Kalmak isteğiyle de daimî bir lezzetlenmeyi irade eder. Çünkü bir şeyi isteyen onun devamını da ister. Hayatın sevgisi, mümkün ve mevcud olan bir şeyin devam etmesinin sevgisi demektir. Ne zaman, halktan yüz çevirirse, artık onu istemiyor demektir. Bunun için Allahü teâlâ onlara savaşı farz kıldığında 'Ey rabbimiz! Üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi, yakın bir zamana kadar erteleseydin?' dediler.

Onlara şöyle de: Dünyanın geçimi azdır. (Nisâ/77)

Yani siz dünya zevki için dünyada kalmayı istiyorsunuz. Madem ki durum budur, zâhidler ve münafıkların hali belli oldu. Allahü teâlâ'yı seven zâhidlere gelince, onlar birbirine geçirilmiş kubbe taşları gibi Allah yolunda savaştılar. İki güzelden (şehidlik ve gazilikten) birini beklediler. Onlar harbe davet edildiklerinde, cennet kokusunu koklar, susamış bir kimsenin soğuk suya hücum etmesi gibi ona hücum ederlerdi. Bunu da Allah'ın dinine yardım etmek veya şehidlik rütbesine nail olmak için yaparlardı. Onlardan yatağında ölenler, şehidlik elden gittiği için üzüntü çekerlerdi. Hatta Hâlid b. Velîd (radıyallahü anh) yatağında ölüm sekeratına girdiği zaman şöyle demiştir:

Şehitlik "mertebesine nail olayını diye kaç defa canımı tehlikeye atıp düşman saflarına hücum ettim. Buna rağmen kocakarıların öldüğü gibi ölüyorum.

Hâlid b. Velîd vefat ettiği zaman, bedeninde sekiz yüz yara izi saydılar. İmanda sadık olanların halleri böyleydi. Allah onlardan razı olsun! Münâfıklar ise, ölümden korkarak savaştan kaçtılar. Onlara denildi ki:

De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra hem gizliyi, hem âşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz de O size neler yaptığınızı haber verecektir. (Cum'a/8)

Bu bakımdan dünyada kalmayı şehidliğe tercih etmeleri, en hayırlıyı verip, en alçağı almak ve değiştirmek demektir. İşte hidayeti verip dalâleti satın alanlar onlardır. Onların ticaretleri kâr etmedi. Onlar hidayet yolunu da kaybettiler. Muhlislere gelince, Allah onlardan nefislerini ve mallarını, cennet karşılığı satın almıştır. Onlar yirmi veya otuz senelik lezzeti, ebedî bir lezzetle değiştirdiklerini gördüklerinde, yapmış oldukları alışverişten dolayı sevindiler. İşte bu da hakkında zühd edilen şeyin beyanıdır. Bunu bildiğinde, kelâmcıların 'Zühdün tarifi' hakkında söyledikleriyle ancak zühdün bazı kısımlarına işaret ettikleri anlaşılır. Bu bakımdan her biri, kendine veya muhatabına galebe çalan kısma değinmiştir.

Bişr el-Hafî 'Dünya hakkındaki zühd, insanlar hakkındaki zühddür!' demiştir.

Onun bu sözü, özellikle dünya mertebesi hakkındaki zühde işarettir.

Kasım el-Cûî 98 dedi ki: 'Dünya hakkındaki zühd, işkembe hakkındaki zühddür, mideden ne kadarını elde edersen, zühdden de o kadarını elde etmiş olursun'.

Onun bu sözü, sadece bir husus hakkındaki zühde işarettir. Yemin ederim o tek şehvet, çoğu zaman şehvetlerin en galibidir ve şehvetleri en çok kabartan da odur.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Dünya hakkındaki zühd, kanaat demektir'.

Onun bu sözü sadece mala işarettir. Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Zühd, emelin kısaltılmasıdır'. Bu tarif, şehvetlerin hepsini toplamaktadır; zira şehvetlere meyleden bir kimse, nefsine daimî kalacağını fısıldıyor demektir. Dolayısıyle emeli uzar. Emeli kısalan bir kimse ise bütün şehvetlerden rağbetini kesmiştir.

Üveys b. Âmir el-Karanî şöyle demiştir: 'Zâhid çıkıp da birşey ararsa, zâhidlik vasfı kendisinden gider!'

O bu sözüyle, zühdün tarifini kasdetmemiştir. Fakat Allah'a tevekkül etmeyi, zühd hakkında şart koşmuştur.

Yine Üveys şöyle demiştir: 'Zühd, Allah tarafından va'dedilen tazminat için talebi terketmektir'.

Bu söz, rızka işarettir.

Hadîs alimleri dedi ki: 'Dünya, rey ve mâkul ile amel etmektir. Zühd ise ilme tâbi olmak ve Sünnet'e yapışmaktır'.

Hadîs alimlerinin bu sözünden 'fâsid rey', dünyada mertebeyi talep etmek için bazı sebeplere veya fuzûli şehvetlere işarettir; zira bir kısım ilimler vardır ki âhirette onun hiçbir faydası yoktur. Onu oldukça uzatmışlar. Hatta İnsan oğlunun hayatı onların biriyle meşgul olmakla sona ermiştir. Bu bakımdan zâhidliğin şartı, fuzulî olan şeyleri terketmektir.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "Zâhid o kimsedir ki bir kimseyi gördüğünde 'Bu benden daha üstündür' der".

Bu sözüyle zühdün tevazudan ibaret olduğuna kail olmuştur. Buda mertebenin ve nefsi beğenmenin yokluğuna işarettir. Bu ise zühdün kısımlarındandır.

Bazıları da, 'Zühd, helâli talep etmektir' demiştir. Bu târif, 'Zühd, talebi terketmektir' diyenin târifine benzemez. Nitekim bu sözü Üveys söylemiştir. . . Şüphe yok ki Üveys bu sözüyle helâlin talebini terketmeyi kasdetmiştir.

Yûsuf b. Esbat derdi ki: 'Kim eziyete sabredip, şehvetleri terkeder ve helâlinden yerse o, zâhidliğin köküne yapışmıştır'.

Zâhidlik hakkında bizim naklettiğimizin ötesinde birçok fikirler vardır. Biz, onların naklinde hiçbir fayda görmüyoruz. Kim eşyanın hakîkatlerini keşfetmeyi halkın sözlerinden öğrenmek isterse, o kimse sözlerin değişik olduğunu görecektir ve o sözlerden şaşkınlıktan başka birşey eline geçmeyecektir. Fakat kendisine hakîkat keşfolunan ve onu kalbinden gelen bir müşahede ile idrâk eden ve kulaktan işitmeyen bir kimse ise hakka güvenmiş, basîretinin kusurundan ötürü hakkı târif etmekte kusur edenin kusurunu görmüş, ihtiyacının kısalığı için mârifetin kemâline rağmen ihtiyaç nisbetinde isteyenin kısa kesmesine de muttalî olmuştur.

Bütün bunlar 'basiretlerinde kusur vardır' diye değildir aksine onlar ihtiyaç anında söylediklerinden dolayı kısa kestiler ve şüphe yok ki onlar, ihtiyaç nisbetinde zikrettiler. İhtiyaçlar ise, değişiktir. Şüphesiz kelimeler de değişik olacaktır. Bazen de kısa kesmenin sebebi, kulun makamından haber vermek içindir. Haller ise değişiktir. Öyleyse, o halleri haber veren sözler de değişiktir. Aslında hak bir tanedir. Hakkın değişik olması düşünülemez.

Bu sözlerden birleştirici ve kâmil olanı her ne kadar içinde tafsilât yoksa da Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin söylediğidir; o şöyle demiştir: 'Zühd hakkında birçok konuşmalar dinledik. Oysa bizim nazarımızda zühd, Allah'tan uzaklaştıran herşeyi terketmektir'.

Başka bir defasında tafsilât vererek şöyle demiştir: 'Kim evlenirse, maişetini temin etmek için sefere çıkarsa veya hadîs yazarsa, o dünyaya meyletmiştir'.

Bu sözün ardından o bütün bunları zühde zıt görerek şu âyeti okumuştur:

Ancak Allah'a sağlam ve pak kalp getiren (fayda görür) . (Şuarâ/89)

Sonra şöyle demiştir: 'O öyle bir kalptir ki orada Allah'tan başkası yoktur!'

Yine şöyle demiştir: 'Bu kalp sahipleri, kalpleri dünyanın üzüntülerinden boşalıp âhirete yöneldiği için zâhidlik ettiler'.

İşte buraya kadar saydıklarımız, kendisinden yüz çevrilen şeylerin çeşitlerine göre olan zühdün kısımlarının beyanıdır.

34-13

Onun hükümlerine göre kısımlarının beyanına gelince, İbrahim b. Edhem'in söylediği gibi zühd; farz, nafile ve selâmet kısımlarına bölünür.

Bu bakımdan farz olan zühd; haram ve nafile olan zühd, helâl ve selâmet olan zühd ve şüpheliler hakkındaki zühddür. Biz 'Helâl ve Haram' bahsinde Takva dereceleri'nin tafsilâtını da zikretmiştik. O da zühddendir.

Mâlik b. Enes'e 'Zühd ne demektir?' diye sorulduğunda 'takvadır' cevabını verdi. Terkedilen şeylerin gizliliklerine göre zühdün bölünmesine gelince, bu hususta zühdün sonu yoktur; zira nefsin düşünce, mülâhaza ve diğer hallerde lezzetlendiği şeylerin de sonu yoktur. Özellikle de riyanın gizlilikleri. . . Çünkü buna ancak araştıran âlimler muttali olabilir. Ayrıca zâhirî mallarda da zühdün sonsuz dereceleri vardır.

Hazret-i Îsa'nın zühdü onun en yüce derecelerindendir; zira uyuyacağı zaman bir taşı yastık yaptı. Şeytan ona dedi ki:

- Sen dünyayı terketmemiş miydin? Şimdi sana ne oldu?

- Ne yaptım ki?

- Taşı yastık yaptın ya?

Bunun üzerine Îsa (aleyhisselâm) taşı atarak şöyle demiştir: 'Senin için bıraktığım dünya ile beraber bunu da al!'

Yahya b. Zekeriyya yumuşaklığından ve verdiği rahattan kaçmak için bedeni delik deşik oluncaya kadar kıldan bir elbise giydi. Annesi onun yerine yünden yapılmış bir cübbe giymesini istedi. O da annesinin dediğini yaptı. Bunun üzerine Allahü teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Ey Yahya! Dünyayı bana tercih mi ettin?' Bu hitaba karşı ağladı ve yün cübbeyi çıkardı. Eski âdetine döndü.

Ahmed b. Hanbel der ki: 'Zühd, Üveys'in zühdüdür. Çıplaklıktan öyle bir raddeye geldi ki kamıştan yapılmış bir sepette oturarak avretini örterdi'.

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) bir kimsenin duvarının gölgesine oturdu. Duvar sahibi onu gölgeden kaldırınca şöyle dedi: 'Beni kaldıran sen değilsin! Ancak duvarın gölgesiyle rahatlamama razı olmayan beni kaldırmıştır'.

Madem ki durum budur, zâhidliğin zâhir ve bâtındaki derecelerinin haddi hesabı yoktur. Derecelerinin en küçüğü, her şüpheli ve mahzurlu şey hakkında zühd göstermektir.

Bir grup dedi ki: "Zühd, şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd değil, aksine helâl hakkındaki zühddür. Bu bakımdan şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd, hiçbir cihetle zühdün derecelerinden değildir'. Sonra bu grup, dünya mallarında helâlin kalmadığını savunarak şu anda zühdün tasavvur olunamayacağını söylemiştir.

Soru: Sıhhatli bir zühd; yemek, içmek, giymek, halka karışmak ve halkla konuşmakla nasıl düşünülebilir? Oysa bütün bunlar insanı masiva ile meşgul etmektir.

Cevap: Dünyadan yüz çevirip Allah'a yönelmenin mânâsı; kalbin zikren ve fikren Allah'a yönelmesi demektir. Bu ise ancak yaşamakla beraber düşünülebilir. Yaşamak da ancak nefsin zarurî isteklerini karşılamakla olur. Bu bakımdan zararlı şeyleri bedenden uzaklaştırıp zorunlu miktarla iktifa ettiğin halde gayen de bedenden ibâdet hususunda istifade etmekse, 'Allah'tan gayrisiyle meşgul değilsin'; çünkü onun vasıtasıyla hedefe varılan bir şey de o hedeften sayılır.

Bu bakımdan hac yolunda devesinin yemi ve suyuyla meşgul olan bir kimse, hacdan yüz çevirmiş sayılmaz. Allah yolunda da bedenin, hac yolundaki deve gibi olmalıdır; zira o yolda deveye yedirmek ve içirmekteki gaye, deveyi lezzetlere kavuşturmak değildir. Aksine zararlı sebepleri deveden uzaklaştırmaktır ki deve seni maksat ve hedefine ulaştırsın! İşte bedenini de yok edici açlık ve susuzluktan yemek ve içmekle, hararet ve soğuktan dolayı giymekle ve meskenle korumaktaki maksadın da böyle olması gerekir. Bu bakımdan zarurî miktarla iktifa ederek yemekten, içmekten, giymekten ve meskenden lezzetlenmeyi değil, aksine Allah'a ibâdeti için gereken kuvvetin teminini kasdetmelisin. Bu ise zühde zıd değildir.

Belki zühdün şartıdır. Eğer 'Acıktığım anda yemekten lezzet almak zarurîdir' dersen, bil ki: Lezzetlenmeyi kasdetmezsen, bu tabiî olan lezzet sana zarar vermez; zira soğuk su içen bir kimse bazen bunu lezzetli görür. Bunun neticesi susuzluğun elemini gidermeye dönüşür. Kim ihtiyacını yerine getirirse, bazen onunla müsterih olur. Fakat bu istirahat, onun maksadı değildir. Bu bakımdan kalp buna yönelmez. İnsan bazen gece ibadetine kalkarken seher havasını teneffüs etmek ve kuşları dinlemekle lezzetlenir. Maksat gece ibadeti olduğundan, bu zevk ona zarar vermez. İstirahat için de bir yeri kasdetmedikçe, kendiliğinden gelen bu istirahatler ona zarar vermez. Bu mevzuda Allah'tan korkanların bir kısmı seher rüzgârlarının isabet etmediği bir yeri ibâdet için seçer. Bunu da kalbin meşgul olmaması ve ona ünsiyet vermesi korkusundan yapar. Bu bakımdan kalpte böyle bir ünsiyet meydana gelirse, dünyâya gönül vermiş olur. Dünyaya vermiş olduğu ünsiyet nisbetinde de Allahile olan yakınlığı azalır!

Dâvud-i Tâî'nin üstü açık bir kabı vardı. Kullandığı su onun içindeydi. Onu hiçbir zaman güneşin önünden kaldırmazdı. Sıcak su içer ve şöyle derdi: Kim soğuk suyun lezzetine alışırsa, dünyadan ayrılmak kendisine güç gelir'.

İşte buraya kadar saydıklarımız ihtiyatlı kimselerin korkularıdır. Bütün bunlarda ihtiyatlı davranmak en akıllıca harekettir; zira böyle bir davranışın her ne kadar zor ise de müddeti pek azdır. Ebediyyen nimetlenmek için az bir müddet (zahmet çekmek) marifet ehline hiç de ağır gelmez.

Öyle bir mârifet ehli ki şeriat siyasetiyle nefislerini yenmişler, dünya ve din arasındaki zıddiyetin tanınmasında yakînin kulpuna sarılmışlardır. Allah onlardan razı olsun!

96) Adı Hârûn b. Süleyman el-Kûfîdir.

97) Kût'ul-Kulûb

98) Adı Kasım b. Osman el-Cûî ed-Dimeşkî'dir. Bazılarına göre kendisini çokça aç bıraktığından dolayı bu lâkabı almıştır.

34-14

Zarûrî Hayat Karşısında Zühd

İnsanların yapmış olduğu şeyler fuzulî ve zârurî diye iki kısma ayrılır. Fuzulî olanı beslenmiş veya alınmış atlar gibidir; zira insanların çoğu, yaya yürümeye muktedir oldukları halde bu atları süs için edinirler. Zârurî olanı da yemek ve içmek gibidir. Biz burada fuzulî olanın çeşitlerini tafsilâtlı bir şekilde sayacak değiliz. Çünkü bunlar bir şekilde zabt u rabt altına alınabilir. Zarurî olanın da bazen miktarında, cinsinde ve vakitlerinde fuzûlîlik olur. Bu bakımdan zârurî olan şeylerin zühd yönünü beyan etmek gerekir. Zârurî olanlar yemek, elbise, mesken, ev eşyası, kadın ve mal olmak üzere altı tanedir.

Dünya mertebesi, birtakım gayeler için talep edilir ki bu altı şey de o gayelerdendir. Daha önce mertebenin mânâsı, halkın mertebeyi niçin sevdiği ve mertebeden nasıl kaçınılacağı 'Rîya' bahsinde zikredilmişti. Şimdilik bu altı zârurî şeyin beyanını zikredeceğiz. .

I. Yiyecek

İnsan için belini doğrultacak bir azık lâzımdır. Fakat bunun bir sınırı vardır. Bu bakımdan sınırını ayarlamak lâzım ki onunla zühdü tamam olsun. Bu sınır ömüre nisbetledir. Çünkü yaşadığı günün azığını elde eden bir kimse onunla kanaat etmez. Genişliğine gelince bu da yemeğin miktarı, cinsi ve vaktidir.

Bunun uzunluğu ancak emelin kısalmasıyla kısalır. Bu husustaki zühd derecelerinin en yücesi, ölüm ve hastalık korkusu anında acıkmayı bertaraf edecek miktarla kifayet etmektir. Hali bu olan bir kimse sabah yemeğinden sonra akşamı düşünerek geriye birşey bırakmaz. İşte bu derece, en yüce derecedir.

İkinci derece bir aylık veya kırk günlük azık edinmektir. Üçüncü derece ise bir senelik azık edinmektir. Bu ise zayıfların halidir Kim bir seneden fazlası için azık edinirse, ona zâhid demek yersizdir; zira bir seneden fazla yaşamayı ümit eden uzun emel peşindedir! Bu bakımdan böyle bir kimsede zühdün olması düşünülemez. Ancak başka bir kazancı olmadığı halde nefsi için dilenmeye razı olmaması hali müstesna.

Tıpkı Dâvud-i Tâî gibi; o miras olarak yirmi dinar elde etti. Onu elinde tutup yirmi sene kendisine nafaka yaptı! İşte bu durum zâhidliğin temeline ters düşmez. Ancak 'tevekkül zühdün şartıdır' diyene göre ters düşer! Onun genişliğine gelince, o da miktar nisbetindedir. Yirmi dört saatte en az derecesi yarım batman nafakadır. Normali bir batman, en üstün derecesi bir avuçtur. Bu da kefaret ve fakirlere yedirmek hususunda Allahü teâlâ'nın takdir ettiği miktardır. Bunun ötesinde olan, midenin genişliğinden olup onunla meşgul olmak demektir. Kimin bir avuçla iktifa etmeye gücü yetmiyorsa, mide hakkındaki zâhidlikte onun nasibi yok demektir. Cinse nisbetle genişliğine gelince, onun en azı kepekten bir ekmek olsa dahi gıda olacak her şeydir. Normali arpadan ve darıdan yapılan ekmektir. En üstünü elenmemiş buğday ekmeğidir. Elenip yumuşacık olduktan sonra lezzetlenme kısmına geçmiş olur ki bu da zühdün en üst derecesi değil sonuncusu bile olamaz.

Katığa gelince, onun en azı tuz, sebze veya sirkedir. Ortancası zeytinyağından veya herhangi bir yağdan azıcık bir şeydir. Onun en yüksek derecesi ise et yemektir. Bu da haftada bir veya iki kere olursa böyledir. Eğer bu et yeme daimî bir âdet olursa veya haftada iki defadan fazla olursa zühd kapılarının en sonuncusu olmaktan da çıkar. Bu yemeğin sahibine midesi hususunda zâhiddir denilemez. Vakte nisbetle onun genişliğine gelince, en azı yirmi dört saatte bir defadır. O da kişinin oruçlu olmasıdır. Normali, oruç tutup da geceleyin su içmek, yemek yememektir. Öbür gecede yemek yeyip su içmemektir. En yüksek derecesi ise üç gün veya bir hafta veya daha fazla bir zaman, yemeden, içmeden durmaktır. Yemeği azaltmanın, oburluğu önlemenin yolunu 'mühlikât' bölümünde zikrettik. Hazret-i Peygamber'in ve ashâb-ı kirâmın yemeklerdeki zühdlerine ve katığı terkedişlerine dikkat edilmelidir.

Nitekim Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) demiştir ki: 'Bazen kırk gün geçerdi de Allah Rasûlü'nün evinde ne bir çıra yanar, ne de bir ateş yakılırdı!'

Bu söz üzerine Hazret-i Âişe'ye denildi ki: 'O halde siz nasıl yaşıyordunuz?' Şöyle demiştir: İki siyahla yaşıyorduk; yani su ile hurma. . ' Onların iki siyahla yaşaması eti, tiridi veya katığı terketmek demektir. 99

Hasan-ı Basrî der ki: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem. ) merkebe biner, yünlü elbise giyer, ayakkabısını yamalardı. Yemek yerken parmaklarını yalar, yemeğini masaya değil toprak üzerine koyup yer ve şöyle buyururdu:

Ben ancak kulum. Kulların yediği gibi yer, kulların oturduğu gibi otururum.

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ciddî olarak size diyorum: Firdevs'i talep eden bir kimse için arpa ekmeği yemek ve mezbeleliklerde köpeklerle beraber uyumak bile çoktur!'

Fudayl b. İyaz diyor ki: 'Allah'ın Rasûlü, Medine'de üç gün üst üste buğday ekmeğini doyasıya yemedi'. 100

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle derdi: 'Ey İsrailoğulları! Berrak su, çöl sebzesi ve arpa ekmeği yeyiniz! Buğday ekmeğinden kaçınınız; zira onun şükrünü edâ etmekten acizsiniz'.

Mühlikât bölümünde yeme ve içme hakkında peygamberlerin ve selefin hallerini zikretmiştik. Onun için bir daha tekrarlamayacağız.

Hazret-i Peygamber, Kuba'ya geldiğinde, kendisine bal ile karışık süt getirdiler. Kadehi elinden bırakıp şöyle dedi: "İyi bilin ki ben bal yemeyi ve süt içmeyi haram kılmıyorum. Fakat Allah'a tevazu olsun diye terkediyorum'.

Hazret-i Ömer'e bir yaz günü, bal ve soğuk sudan yapılmış bir şerbet getirildiğinde şöyle demiştir: 'Onun hesabını benden uzaklaştırınız!'

Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: 'Doğru bir zâhidin nafakası, elbisesi avretini örtendir. Meskeni, nerede bulunursa orasıdır. Dünya onun hapishanesi, kabir yatakhanesi, halvethane meclisi, ibret almak düşüncesi, Kur'ân konuşması, Allahü teâlâ onun dostu, zikir onun arkadaşı, zühd yoldaşı, üzüntü şanı, hayâ onun alâmet-i fârikası, açlık katığı, hikmet kelâmı, toprak yatağı, takva azığı, sükût etmek ganimeti, sabır yastığı, tevekkül güvenci, akıl delili, ibâdet sanatı ve cennet varacağı yerdir, eğer Allah dilerse. . . '

II. Giyecek

İkinci zarûret elbisedir. Onun en az derecesi, hararet ile soğuğu defeden ve avreti örtenidir. Bu da kendisiyle örtülen bir abadır. Normali bir iç gömlek, bir fes ve bir çift pabuçtur. Fazlası ise, onun beraberinde mendil ve donun bulunmasıdır. Miktar bakımından bunu geçen ise, zâhidlik hududunu geçmiş demektir. Zâhidliğin şartı, elbisesini yıkadığı zaman giymek için ikinci bir elbisenin olmamasıdır. Elbisesi kuruyuncaya kadar evinde oturup bekler. Ne zaman iki iç gömleğe, iki dona, iki mendile sahip olursa, miktar bakımından zühdün bütün kapılarından dışarı çıkmış olur! Cinse gelince, onun on azı sert bir cübbedir. Normali sert yünden yapılmış elbise, fazlası ise kalın pamuktan yapılmış elbisedir. Zaman bakımından ise, onun en uzağı bir sene avretini örtendir. En azı ise bir gün sırtında kalabilendir. Hatta zâhidlerden bazısı, elbisesini ağaç yapraklarıyla yamalamıştır. Her ne kadar bu yapraklar tezden kuruyup dökülse de. . .

Ortancası, bir ay veya ona yakın bir zaman sırtında kalabilecek bir elbisedir. Bu bakımdan bir seneden fazla dayanan elbiseyi talep etmesi uzun emele girer! Bu durum ise zühde ters düşer. Ancak gaye onun sertliği olursa durum değişir. Sonra bunu kuvvetliliği ve devamlılığı tâkip eder. Bu bakımdan söylediğimizden fazlasına sahip olan bir kimse için fazlasını sadaka vermek daha uygundur. Eğer sadaka vermeyip elde tutarsa zâhid olamaz. Aksine dünyanın talibi olur. Bu hususta peygamberlerin ve sahabîlerin halleri dikkate alınmalıdır. Onların elbiseleri nasıl terkettikleri iyi öğrenilmelidir.

Ebû Bürde der ki: "Hazret-i Âişe keçeleşmiş bir aba ve kalınca bir izar çıkarıp bize gösterdi ve 'İşte Allah'ın Rasûlü bu iki elbisenin içinde ruhunu teslim etti!' dedi". 101

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ, hangi elbiseyi giydiğine aldırmayan ve üstü başı yırtık olan bir kimseyi sever. 102

Amr b. Esved el Ansî103 der ki: 'Hiçbir zaman kaliteli elbise giymem. Hiçbir zaman geceleyin döşek üzerinde yatmam. Hiçbir zaman seçilmiş bir bineğe binmem. Hiçbir zaman hiçbir yemekten karnımı doyasıya doldurmam'.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'in tarz-ı hayatını görmek kimi sevindirirse Amr b. Esved'e baksın!'

Allah katında sevimli olsa bile kul şöhret elbisesini giyince onu sırtından çakarıncaya kadar Allah ondan yüz çevirir. 104

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir elbiseyi dört dirheme satın almıştır. 105 Hazret-i Peygamber'in iki elbisesinin kıymeti on dirhemdi. 106

Hazret-i Peygamber'in izarı dört buçuk zira uzunluğunda idi. 107 Bir iç gömleği üç dirheme satın aldı. 108

Hazret-i Peygamber yünden yapılmış iki beyaz şemle (bir tür elbise) giyerdi. Buna hülle denirdi. Bunlar aynı cinsten olan iki elbise idi. Bazen de Hazret-i Peygamber Yemen veya Sahulîyye mamûlü kalınca elbiselerden iki bürde giyerdi.

Hazret-i Peygamber'in gömleği (başına ve sakalına sürdüğü yağların lekelerinden dolayı) yağ satanın gömleği gibi idi. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir tek gün sündüsten (atlastan) yapılmış bir alaca elbise giydi ki o elbisenin kıymeti iki yüz dirhemdi. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm, bu elbiseye dokundular ve şöyle dediler: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu elbise sana cennetten mi gönderildi?' Bu şekilde hayranlıklarını izhar etmişlerdi. Bu elbiseyi İskenderiye meliki Mukavkıs hediye etmişti.

Hazret-i Peygamber bu elbiseyi giymek sûretiyle Mukavkıs'a (elçileri gözünde) ikram etmek istedi. Sonra Hazret-i Peygamber elbiseyi çıkarıp müşriklerden bir kişiye sıla-yı rahim olarak gönderdi. Bundan sonra ipekli giyinmeyi haram etti. Sanki Hazret-i Peygamber ipekli hakkındaki haram hükmünün perçinleşmesi için bu elbiseyi giymiştir.

Nitekim altından yapılmış bir yüzüğü de bir iki gün kullanmış, sonra da çıkarıp erkeklere haram etmiştir.

Hazret-i Âişe'ye de 'Bureyre'109 (Hazret-i Âişe'nin cariyesi) hakkında 'Onun ehline velâyı şart kıl!'110 dediği gibi. . . Hazret-i Âişe, Bureyre'yi velâsı olmak şartıyle satın aldıktan sonra Hazret-i Peygamber minbere çıkıp bu durumu haram kıldı. Yine nikâh emrinin perçinleşmesi için önce mut'a nikahını üç gün mübah kılıp sonra haram kılması da böyledir. 111

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) işlemeli ve siyah bir kürkün içinde namaz kıldı. Selâm verdiği zaman şöyle dedi:

Bu kürke bakmak beni meşgul etti. Onu Ebû Cehl'e112 götürün. Bana onun enbîcaniyesini (abasını) getirin. 113

Hazret-i Peygamber aba giymeyi yumuşak elbise giymeye tercih etti. Hazret-i Peygamber'in ayakkabısının bağı eskimişti. Onu ipekli ile karışık bir sırımla değiştirdi. Yenisiyle namaz kıldı. Selâm verdiği zaman şöyle dedi:

Bana eski bağı getiriniz. Şu yeni bağı çözünüz. Çünkü ben namazda buna baktım ve dolayısıyla meşgul oldum!

Hazret-i Peygamber altından bir yüzük taktı. Minber üzerinde iken gözü ona ilişti. Sonra çıkarıp attı ve şöyle buyurdu:

Bu beni meşgul etti. Ona bir bakış size bir bakış, (işte bu olmaz) . 114

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir ara bir çift yeni pabuç giydi. Güzelliği hoşuna gitmişti. Bunun üzerine derhal secdeye yapandı. Kalkarken şöyle buyurdu:

Onların güzelliği hoşuma gitti ve bana buğzetmesinden korkarak rabbime tevazu gösterdim. 115

Sonra onları çıkarıp ilk gördüğü fakire verdi.

Sehl b. Sa'd'den rivâyet şöyle ediliyor: Hazret-i Peygamber'e 'ınar' yününden bir cübbe ördüm. Etrafını siyah yaptım. Hazret-i Peygamber onu giydiği zaman şöyle dedi: 'Bakın ne güzel, ne yumuşak!' Sinan der ki: Bir bedevî ayağa kalkarak şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu bana hediye et!' Hazret-i Peygamber kendisinden istenilen şeyi verirdi. Bu nedenle cübbeyi bedevîye verip şöyle dedi:

Bana başka bir cübbe örün! O cübbe örülürken Hazret-i Peygamber vefat etti. 116

Cabir'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, sırtında deve tüyünden yapılmış bir cübbe olduğu halde un öğüten Fâtıma'nın yanına girdi. Fâtıma'nın bu durumunu görünce ağlayarak şöyle dedi: 'Ey Fâtıma! Dünyanın acısını, ebedî nimet için tat!' Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın!117 (Duhâ/5)

En yüce cemaatin bana haber verdiğine göre ümmetimin hayırlılarından bir kavim vardır. Allah'ın rahmetinin genişliğinden dolayı açıkça gülüp sevinirler. Fakat azabının korkusundan gizlice ağlarlar. Onların nafakası halk üzerinde hafif, kendi nefisleri üzerinde ağırdır. Onlar eskimiş elbise giyerler. Abidlere tâbi olurlar. Onların bedenleri yerde, kalpleri arştadır. 118

İşte buraya kadar söylediklerimiz, Hazret-i Peygamber'in elbiseler hususundaki halidir. Ümmetine kendisine tâbi olmayı tavsiye ederek şöyle buyurmuştur:

Beni seven, benim ahlâkımla ahlâklansın!119

Benim sünnetime ve benden sonraki râşid halifelerin sünnetine yapışın ve onlara bütün gücünüzle tutunun!120

De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın'. (Âl-i İmrân/31)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Âişe'ye şöyle buyurmuştur:

Eğer bana ulaşmayı istiyorsan zenginlerle oturmaktan kaçın! Yamalamadıkça bir elbiseyi sırtından çıkarma!121

Hazret-i Ömer'in gömleği üzerinde oniki yama sayıldı. Bu yamaların bazısı deriden idi.

Ali b. Ebî Tâlib, üç dirhemle bir elbise aldı. Halife olduğu halde onu giydi. Onun iki yenini el bileklerinden itibaren kesti ve şöyle dedi: 'Yarattığı hayvanın tüyünden bunu bana giydiren Allah'a hamd olsun!'

Süfyân es-Sevrî ve başkaları dedi ki: 'Seni âlimlerin yanında meşhur etmeyen, cahillerin yanında hakir düşürmeyen elbise giy!'

Yine Süfyân es-Sevri şöyle derdi: 'Namaz kılarken bir fakir önümden geçmek isterse ona karışmazdım. Parlak kumaştan elbise giymiş dünya ehlinden birine ise buğzeder ve geçmesine izin vermezdim'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Süfyân es-Sevrî'nin elbiselerinin ve pabucunun kıymeti bir dirhem, dört danik kadardı'.

İbn Şübrüme dedi ki: 'Elbisemin en hayırlısı bana hizmet edenidir. En şerlisi de benim kendisine hizmet ettiğimdir'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Öyle bir elbise giy ki seni halk ile karıştırsın. Seni onların gözünde meşhur kılıp da sana bakmayı temin eden elbiseyi giyme!'

Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Elbise üç kısımdır. Biri Allah içindir. O senin avret mahallini örten elbisedir. İkincisi nefis içindir. O da yumuşaklığından ötürü giyilen elbisedir. Üçüncüsü ise insanlar içindir. O da kalitesi ve güzelliği için giyilen elbisedir'.

Seleften bazısı şöyle demiştir: 'Elbisesi ince olan bir kimsenin dini de ince olur!'

Tâbiînden olan bütün âlimlerin elbisesinin kıymeti yirmi dirhemden otuz dirheme kadardı. 'Havvâs' ise iki parçadan fazlasını giymezdi. Giydiği gömlek ve bir izardan ibaretti. Bazen de gömleğinin eteğini başına sarardı. Seleften biri şöyle demiştir: 'İbâdetin evveli elbisedir'.

Süslü olmayan elbiseyi giymek imandandır!122

Kim kudreti olduğu halde, Allah'a tevazu göstermek için süslü elbise giymeyi terkederse, yakut, sandıklar içerisinde cennetin en güzel elbiselerini ona saklamak Allahü teâlâ'ya. (bir lütuf olarak) vâcip olur'. 123

Allahü teâlâ bazı peygamberlerine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: . "Dostlarıma de ki: 'Düşmanlarımın giydiği elbiseleri giymesinler. Düşmanlarımın girdikleri yerlere girmesinler!' Yoksa onların düşman oldukları gibi, onlar da düşman olurlar!"

Râfî b. Hadîc,124 Bişr b. Mervan b. Hakem Kûfe minberinin üzerinde va'z ederken başını kaldırıp ona baktı ve şöyle dedi: 'Emîrinize bakınız! Sırtında fâsıkların elbisesi olduğu halde halka va'zediyor!' O anda, emîrin sırtında ince elbiseler vardı.

Abdullah b. Amir b. Rebia yeni bir elbiseyle, Ebû Zer'in yanına geldi. Başladı zühd hakkında konuşmaya. . . Bunun üzerine Ebû Zer, eliyle onun ağzını öyle kapattı ki nefesi aşağıdan çıktı. Bu yaptığından İbn Amir öfkelendi ve Ebû Zer'i Hazret-i Ömer'e şikayet etti. Hazret-i Ömer İbn Amir'e 'Başına bu durumu getiren sensin! Bu şık elbiselerde Ebû Zer'in yanında zâhidlik hakkında nasıl konuşuyorsun?' dedi.

Hazret-i Ali şöyle demiştir: Allahü teâlâ, hidayet önderlerinden en aşağıdaki insanların seviyelerine inmeleri için söz almıştır ki zenginler onlara uysun ve fakir fakirliğinden dolayı tahkir edilmesin!'

Hazret-i Ali elbisesinin kabalığı hakkında kınandığı zaman şöyle demiştir: 'Bu elbise tevazûya daha yakın ve müslümana daha lâyıktır'.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) fazlasıyla nimete dalmaktan nehyederek şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ'nın birtakım kulları vardır ki onlar alabildiğine nimete dalmazlar. 125

Fudale b. Ubeyd, Mısır valisi iken, üstü başı topraklı olup yalınayak gezdiği görüldü. Kendisine 'Sen emîrsin. Bunu nasıl yaparsın?' diye sorulunca şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber bizi, fazla refaha kaçmaktan sakındırdı, bazen yalınayak gezmeyi tavsiye etti'.

Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer'e (radıyallahü anh) hitâben şöyle dedi: 'Eğer iki arkadaşına (Hazret-i Peygamber ve Ebû Bekir'e) iltihak etmek istiyorsan, gömleğini yamalat! İzarını alçalt! Ayakkabına yama vur! Doymayacak kadar ye!'

Mü'min bir kimsenin izarı, bacaklarının yarısına kadar ise, o izar ile topuklar arasındaki mesafenin açık kalmasında sakınca yoktur. Ondan daha aşağı sarkan ise ateştedir. Allahü teâlâ kıyâmet gününde, gururdan dolayı izarını yerlerde sürüyen bir kimseye şefkatle bakmaz. 128

Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: 'Benim ümmetimden, riyakâr ve ahmak hariç hiç kimse kıldan yapılmış kumaşı giymez!'

Evzâî şöyle demiştir: 'Sefer halinde yünlü giymek sünnettir. Hazerde yünlü giymek ise bid'at!'

Basralı bir âbid olan Muhammed b. Vasi!', Kuteybe b. Müslim'in huzuruna, sırtında yünlü cübbe olduğu halde girdi. Kuteybe ona 'Bu kaba yünlü abayı giymeye seni zorlayan nedir?' diye sordu. Muhammed sükût etti. Kuteybe 'Ben seninle konuşuyorum, sen cevap vermiyorsun ha!' dedi. Muhammed cevap olarak dedi ki: 'Nefsimi tezkiye ederek zühdden dolayı giymiş olduğumu söylemekten çekindiğim gibi, fakirlikten dolayı giyiyorum diyerek rabbimi şikayet etmekten de çekiniyorum'.

Ebû Süleyman şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'i dost edindiği zaman ona 'Avretini yerden setret' diye vahyetti".

Hazret-i İbrahim'in (aleyhisselâm) elbisesi bir tane olur, fakat donu iki tane olurdu. Birini yıkadığı zaman diğerini giyerdi ki başına bir hâl geldiğinde avret yeri örtülü bulunsun.

Selman-ı Fârisî'ye (radıyallahü anh) şöyle denildi: 'Sen neden güzel elbise giymiyorsun?' Şöyle dedi: 'Kul nerede, güzel elbise nerede! Kul âzâd edildiği zaman, Allah'a yemin ederim, onun ebediyyen çürümeyecek bir elbisesi var demektir'.

Ömer b. Abdülaziz'in kıldan yapılmış bir cübbe ve abâsı vardı. Geceleyin ibâdet ederken onları giyerdi.

Hasan, Ferkad b. Yakub es-Sebhî'ye129 dedi ki: 'Sen cübbenden ötürü halktan daha üstün olduğunu mu sanıyorsun? Kulağıma geldiğine göre, cehennemin arkadaşlarının çoğu, münafıklıklarından dolayı sırtlarına cübbe giyenlerdir'.

Yahya b. Maîn şöyle demiştir: Ebû Muaviye el-Esvedî'nin mezbeleliklerden paçavra toplayıp yıkadığını, yamalayıp giydiğini gördüm. Bunun üzerine kendisine 'Sen bundan daha iyisini giyebilirsin' dedim. Buna karşılık şöyle dedi: 'Onlara dünyada isabet eden musibetler zarar vermez. Allahü teâlâ cennet ile onlar için her musibeti cebreylemiştir!' Yahya b. Maîn, bu sözü tekrarlayıp ağlardı.

III. Mesken

Zarûri olan üçüncü şey meskendir. Mesken hakkındaki zühdün üç derecesi vardır: En yükseği, kendine mahsus bir yer talep etmemesidir. Cami köşelerine, ashâb-ı suffe gibi kanaat etmesidir. Normali, kendine mahsus bir yer talep etmesidir. Hurma dallarından, kamıştan veya onlara benzer şeylerden yapılmış bir ev gibi. . . En düşük derecesi, yapılmış bir hücreyi ya satın almak veya kiralamak sûretiyle talep etmesidir. Eğer meskenin genişliği, ihtiyacı kadarsa ve içinde süs yoksa, bu miktar onu zühd derecelerinin sonuncusundan çıkarmaz. Eğer sağlam yapmak, sıvamak, genişletmek ve dört zira'dan daha fazla yükseltmek talebinde bulunursa, mesken hususunda zühdün hududunu tamamen aşmış demektir. Kireçten, kamıştan, çamurdan ve tuğladan olan binanın değişik cinsi, genişlik ve darlık hususundaki miktarının değişikliği, mülkü olmak veya kiralamak veya emanet almak sûretiyle olan değişikliğinde zaruretin müdahalesi vardır. Kısacası; zaruret için istenilen her şeyin, zaruretin hududunu aşmaması gerekir. Dünyadan zaruret miktarı, dinin alet ve vesilesidir. Bunu geçen miktar ise dine ters düşer.

Meskenden gaye; yağmur, soğuk ve yabancıların bakışını ve eziyetlerini defetmektir. Buradaki derecelerin en azı malûmdur. Fazla olan fuzulîdir. Bütün fuzulî şeyler de ateştedir. Fuzulî şeyleri isteyen ve fuzulî şeyler için koşan zâhidlikten uzaktır.

Hazret-i Peygamber'den sonra ilk ortaya çıkan şeyin uzun emel, tedriz ve teşdid olduğu söylenmiştir. Tedriz elbiseleri güzel bir şekilde dikmektir. Elbiseler Hazret-i Peygamber'in zamanında, birbirlerine tutuşturulan parçalar halindeydi. Teşdid ise kireç ve tuğladan yapılan binalardır. Oysa Asr-ı Saadet'te hurma dalları ve ağaçlarıyla bina yapılırdı.

Haberde şöyle vârid olmuştur: 'Halk üzerine bir zaman gelecektir ki Yemen mamülü kürklerin nakışlandığı gibi, halk, elbiselerini nakışlayacaktır!'

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) amcası Abbas'a yüksek yaptığı bir evi yıkmasını emretti. 130

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yüksek bir kubbenin yanından geçerken 'Bu kimindir?' diye sordu. 'Filân adamındır' dediler. Ev sahibi Hazret-i Peygamber'e geldiğinde ondan yüzünü çevirdi. Eskiden olduğu gibi ona yönelmez oldu. Bunun üzerine kişi, ashâba, Hazret-i Peygamber'in neden değiştiğini sordu. Durum kendisine anlatılınca gidip o kubbeyi yıktı.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber oradan geçerken kubbeyi görmeyince ona ne olduğunu sordu ashâb Hazret-i Peygamber'e hâdiseyi anlattılar. Hazret-i Peygamber o adama hayır duada bulundu. 131

Hasan der ki: 'Hazret-i Peygamber bir kerpiçi kerpiç üzerine, kamışı kamış üzerine koymadan dünyadan göç edip gitti. 132

Allah bir kuluna şer irade ettiğinde onun malını su ile çamurda helâk eder. 133

Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) der ki: Kamıştan bir ev yapıyorduk. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yanımızdan geçerken 'Bu nedir?' diye sordu. Bizde 'Bizim çürümeye yüz tutan kamıştan evimizdir. Tamir ediyoruz!' dedik. Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Ben âhiret işini bundan daha acele görüyorum'. 134

Nûh (aleyhisselâm) kamıştan bir ev yaptı. Kendisine 'Keşke çamurdan iyi bir ev yapsaydın!' denildiğinde, şöyle demiştir: 'Ölecek bir insan için bu da çoktur'.

Hasan-ı Basrî şöyle anlatıyor: Safvan b. Muhayrız135 yıkılmaya yüz tutan kamıştan yapılan bir evde otururken yanına girdim. Kendisine 'Keşke bunu tamir etseydin!' deyince, şöyle dedi: 'Nice kişiler öldü de bu hâlâ bu haliyle ayakta duruyor'.

Kim ihtiyaçtan fazla bina yaparsa kıyâmet gününde o binayı sırtlaması istenir. 136

Kulun bütün nafakalarından dolayı kendisine ecir yazılır. Ancak su ve çamura harcadığı hariç!

İşte âhiret yurdu: Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (Güzel) sonuç, sakınanlarındır. (Kasas/83)

Ayette kötülenen sıfatın, riyaset davası gütmek ve yüksek binalar yapmak olduğu söylenmiştir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Her bina kıyâmet gününde sahibinin boynuna bir vebâldir. Ancak sıcak ve soğuktan koruyan bina müstesnadır. 137

Hazret-i Peygamber kendisine evinin darlığından şikayet eden bir kişiye 'Göktekini (cennette) genişlet' buyurmuştur. 138

Hazret-i Ömer, Şam yolunda, kireç ve kerpiçten yapılı, oldukça yüksek bir bina gördü. Allahu Ekber diyerek şöyle dedi: 'Bu ümmette, Hâman'ın Firavun'a yapmış olduğu binayı yapanların bulunacağını zannetmiyordum'. Hazret-i Ömer bu sözüyle Firavun'un şu sözünü kastediyor:

Haydi benim için çamurun üzerinde ateş yakarak tuğla imal et de bana bir kule yap. (Kasas/38)

Çamurdan pişirilen kerpiçten maksad, binalarda kullanılan tuğladır. Deniliyor ki: Kendisi için kireç ve kerpiçten ilk bina yapan Firavun'dur. Bunu ilk kullanan da Hâman'dır. . . Sonra zâlimler onların izini takib ettiler. İşte 'Zuhruf' budur.

Seleften biri bir şehirde bir cami gördü. Dedi ki: 'Ben bu mescidin hurma ağacından ve yapraklarından yapılı olduğu zamana yetiştim. Duvarlarının çok alçak olduğu zamanı gördüm. Şu anda da tuğla ile yapıldığını görüyorum. Hurma yapraklarıyla yapanlar, duvarlarını alçak yapanlardan daha hayırlıydılar. Onlar da tuğla ile yapanlardan daha hayırlıdır'. Seleften öyleleri vardı ki çürük yaptığı, emeli kısa olduğu ve binaları kuvvetli yapmak hususunda zâhid olduğu için hayatında, binasını birkaç defa yeniden yapmaya mecbur kalırdı. Onlardan öyleleri vardı ki hacca gittiğinde veya gazaya çıktığında evini elden çıkarır veya komşularına hibe ederdi. Döndüğü zaman kendisine geri verilirdi. Selefin evleri ot ve deridendi. Bu tip evler şu anda da Yemen'de Arapların âdetidir. Tavan yüksekliği ayakta durup ellerini kaldırdığında değecek kadar idi.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'in odalarına girdiğimde elimi tavana vururdum'.

Amr b. Dinar139 der ki: Kul altı ziradan daha fazla binayı yükselttiğinde bir melek ona şöyle haykırır: 'Ey fâsıkların en fâsığı nereye?'

Süfyân es-Sevrî, mükemmel yapılan bir binaya bakmayı yasaklayarak şöyle demiştir: 'Eğer o binalara hayran hayran bakılmasaydı sahipleri onları öyle yapmazdı. Bu bakımdan o binalara bakmak onları o şekilde yapmaya yardım etmek demektir'.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Ben yapıp da terkedene hayret etmiyorum. Fakat bakıp da ibret almayana hayret ediyorum!'

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Bir kavim gelecek ve çamuru yükseltecek, dini alçaltacaktır! (Rum) atlarına binecekler, kıblenize durup namaz kılacaklar, fakat dininizin gayrisi üzerinde öleceklerdir!'

IV. Ev Eşyaları

Dördüncüsü ev eşyalarıdır. Bu hususta da zühd'ün birçok dereceleri vardır. O derecelerin en yükseği Hazret-i Îsa'nın halidir; zira Hazret-i Îsa beraberinde ne tarak, ne testi taşımazdı. Sakalını parmaklarıyla tarayan birini gördü. Yanındaki tarağı attı. Nehirden elleriyle su içen birini gördü. Yanındaki testiyi attı. İşte bu, bütün ev eşyaları hakkındaki hükümdür. Çünkü o ancak bir hedef için istenilir, kişi ondan müstağni oldu mu, o hem dünya hem de âhiret için kişinin boynuna vebâl olur. İnsan müstağni olmadığı şeyin de en azıyla yetinmelidir. Çamurdan yapılmış kaplar kifayet ettiği yerde çamur kap, o kabın bir tarafı kırık ise ona aldırış edilmez; zira maksat onunla hâsıl olur.

Mertebelerin normali ise, ihtiyaç miktarı ev eşyasının olmasıdır. Fakat (bu takdirde) bir tek alet birçok maksat için kullanılır. Tıpkı beraberinde bulunan bir çanaktan yemek yiyen, su içen ve içine bazı nevalelerini koyan kimse gibi. . .

Selef âlimleri azaltmak için birçok yerde bir aleti kullanmayı severlerdi. Mertebelerin en düşüğü, her ihtiyaç için düşük cinsten bir âletin olmasıdır. Eğer sayı veya kaliteyi artırırsa, zühdün bütün kapılarından dışarı çıkmış ve fuzulîye meyletmiş olur. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) ve ashâb-ı kirâmın (radıyallahü anh) yaşantısına bakmalıdır!

Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) der ki: 'Hazret-i Peygamber'in üzerinde yaslanıp yattığı döşek, tabaklanmış deriden yapılmış ve içi hurma lifiyle dolu bir yastıktı'. 140

Fudayl b. Iyâz der ki: 'Hazret-i Peygamber'in yaygısı iki katlı bir aba, içi hurma lifiyle dolu ve tabaklanmış deriden yapılmış bir yastıktan fazla birşey değildi'. 141

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in huzuruna geldi. Hazret-i Peygamber de bir hasır üzerine yatıyordu. Hazret-i Ömer hasırın Hazret-i Peygamber'in yanlarında iz bıraktığını görünce gözlerinden yaşlar aktı. Hazret-i Peygamber 'Seni ağlatan nedir ey Ömer?!' buyurunca, Ömer 'Kisrâ ile Kayser'i ve içinde yüzdükleri zevk ve sefayı hatırladım. Sen Allah'ın habîbi, seçilmiş kulu ve rasûlü olduğun halde hasır üzerinde yatıyorsun' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Ey Ömer! Onlar için dünyanın bizler için de âhiretin rahatlığına razı değil misin?' Ömer 'Evet, ey Allah'ın Rasûlü! Razıyım' deyince şöyle dedi: 'İşte o durum öyledir!'142

Bir kişi, Ebû Zer-i Gifârî'nin yanına girdi. Gözünü Ebû Zer'in evine gezdirdi ve dedi ki: 'Ey Ebû Zer! Senin evinde bir meta görmüyorum ve bir ev eşyası da gözüme çarpmıyor!' Ebû Zer 'Bizim bir evimiz vardır. Güzel eşyalarımızı oraya gönderiyoruz' dedi. Adam 'Sen burada durduğun müddetçe sana mutlaka bir meta lâzımdır' dedi. Ebû Zer 'Bu evin sahibi bizi burada bırakmaz' dedi.

Umeyr b. Sa'd143 Humus valisi iken Hazret-i Ömer'in huzuruna vardı. Hazret-i Ömer valiye 'Beraberinde dünyadan ne var?' diye sordu. Vali 'Beraberimde âsam vardır. Ona yaslanarak gidiyorum. Rastlarsam onunla yılan öldürüyorum. Dağarcığım vardır. Onunla içecek ve namaz için abdest suyumu taşıyorum. Bunlardan geri kalanı benim beraberimde olanlarındır!' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer 'Allah senden razı olsun! Doğru söyledin' dedi. 144

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir seferden gelip Fâtıma'nın evine girdi. Kapısında sarkıtılmış bir perde, ellerinde gümüşten yapılmış bir bilezik gördü. Geri döndü. Sonra Ebû Râfi, Hazret-i Fâtıma'nın evine girdi. Baktı ki Fâtıma ağlıyor. Fâtıma, ağlayışının sebebini Hazret-i Peygamber'in dönüp içeri girmeyişinden ileri geldiğini söyleyince, Ebû Râfi Hazret-i Peygamber'e, bu dönüşün sebebini sordu. Hazret-i Peygamber 'O perde ile iki bilezik için geri dönüp geldim' dedi. Bunun üzerine Fâtıma (radıyallahü anh) o iki bileziği Bilâl'in eline verip Hazret-i Peygamber'e göndererek şöyle dedi: 'Bunların ikisini de sadaka verdim. İstediğin yerde harcayabilirsin!' Hazret-i Peygamber Bilâl'e 'O halde git, bu bilezikleri sat. Parasını ashâb-ı suffe'ye ver!' dedi. Bilâl, bilezikleri iki buçuk dirheme satıp parayı ashâb-ı suffe'ye verdi. Bu hâdiseden sonra Hazret-i Peygamber Fâtıma'nın evine gidip şöyle dedi: 'Ey Fâtıma! Anam babam sana fedâ olsun. Güzel olanı yaptın, sen bendensin!'145

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Âişe'nin kapısında bir perde gördüğünde yırtıp şöyle buyurmuştur:

Bu perdeyi her gördüğümde dünyayı hatırlıyorum. Bu perdeyi filanın ailesine gönder. 146

Hazret-i Âişe bir gece Hazret-i Peygamber'e yeni bir döşek serdi. Hazret-i Peygamber o zamana kadar katlanmış abanın üzerinde yatıyordu. Bütün gece durmadan yan değiştirdi. Sabahladığı zaman, Âişe'ye dedi ki: O yırtık abayı geri getir. Bu döşeği benden uzaklaştır. O beni bu gece uykusuz bıraktı. 147

Hazret-i Peygamber'e geceleyin beş veya altı dinar geldi. Onları o gece evde bıraktı. Fakat uyuyamadı, onları gece dağıttı.

Hazret-i Âişe diyor ki: 'Onları çıkarıp verdikten sonra uyudu. Hatta uykuda horladığını bile işittim'. Sonra şöyle demiştir: 'Acaba bu para yanında olduğu halde rabbine kavuşursa, Muhammed rabbine ne cevap verecek?'148

Hasan der ki: 'Güzidelerden yetmiş kişiye yetiştim. Onların hiç birinin bir elbiseden fazla elbisesi yoktu. Hiç biri bedeniyle toprak arasında sergi bile yaymazdı. Biri uyumak istediği zaman bedenini toprak üzerine bırakırdı. Elbisesini üstüne atar, öylece uyurdu'.

V. Kadın

Beşincisi hanımdır. Birçok kimseler 'Nikâhın (evlenmenin) esasında ve çokluğunda zühd yapmak mânâsızdır' demişlerdir.

Sehl b. Abdillah da bu fikirdedir ve şöyle demiştir: 'Zâhidlerin efendisine (Hazret-i Muhammed'e) kadınlar sevdirilmiştir. O halde biz kadınlar hakkında nasıl zâhidlik yaparız?'

İbn Uyeyne de bu fikirdedir ve bununla beraber şöyle demiştir: 'Ashâb-ı kirâmın en zâhidi Hazret-i Ali idi. Oysa Hazret-i Ali'nin de dört karısı, on küsür cariyesi vardı'.

En sıhhatli fetva, Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin şu sözüdür: 'Kadın, mal, evlat, ne olursa olsun, seni Allah'tan uzaklaştıran herşey senin için uğursuzdur'.

Kadın da bazen insanı Allah'tan uzaklaştırıcı olur. Buradaki hakîkatin keşfi şöyledir: Nikâh bahsinde geçtiği gibi bazı hallerde, bekârlık evlilikten daha üstündür. İşte bu halde evlenmeyi terketmek zâhidliktir. Evlenmenin galebe çalan şehveti defetmek için daha üstün olduğu yerde ise evlenmek vâcib olur. Vâcib olduktan sonra onu bırakmak nasıl zâhidlik olabilir? Eğer kişinin ne evlenmemekte, ne de evlenmekte herhangi bir âfeti yoksa, kalbinin kadınlara meyletmesi için ve Allah'tan uzaklaştırıcı bir şekilde onları düşünmemesi için evlenmek tercih edilir. Bu durumda evlenmeyi terketmek ise zâhidlik olur. Eğer kadının kendisini Allah'ın zikrinden meşgul etmeyeceğini bilir ve fakat cima lezzetinden sakınmak için terkederse bu zâhidlik değildir.

Çünkü kişinin neslinin devam etmesi için çocuk edinmek ve Ümmet-i Muhammed'i çoğaltmak Allah'a yaklaştırcı ibâdetlerdendir. Hayatın zarurî icaplarından olup bu hedefin tahakkukunda insanda beliren lezzet ise zarar vermez; zira maksat ve hedef o lezzet değildir. Bu tıpkı yemek ve içmek lezzetinden sakınmak için ekmek yemeyi ve su içmeyi terkeden bir kimse gibidir (!) Böyle yapmanın zühdle alâkası yoktur. Çünkü bunları terketmekle bedenin yok olması sözkonusudur. Aynen bunun gibi evlenmeyi terketmekte de zürriyetin kesilmesi sözkonusudur. Bu bakımdan başka bir âfet korkusu olmaksızın sadece lezzet hakkında zühd göstermekten dolayı evlenmeyi terketmek caiz değildir. Şüphesiz ki Sehl de bunu kastediyordu. Bunun için Hazret-i Peygamber evlendi. Bu durum sabit olduğu zaman kimi kadınların çokluğu Allah'tan meşgul etmezse, onların ıslahı ile kalbi meşgul olmazsa, onlara nafaka vermek kendisini ibâdetten alıkoymazsa sadece cinsî münasebetin ve kadınlara bakışın lezzetinden sakınarak kadınlar hakkında zâhidlik yapması mânâsızdır. Fakat peygamberlerin ve velî olan kulların haricinde olan bir kimse için, bu ne zaman düşünülebilir? Birçok kimseyi kadınların çoğu meşgul eder. O halde kendisini meşgul ederse, evlenmeyi temelinden bile bırakması uygundur. Eğer kendisini meşgul etmezse ve kadınların çok olmasının kendisini meşgul etmesinden veya kadının güzelliğiyle kendisini meşgul etmesinden korkarsa, güzel olmayan bir kadını nikâh edip bu hususta kalbini gözetmelidir.

Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Kadınlar hakkında zühd, güzellik bakımından düşük veya öksüz kadını, güzel ve soylu kadına tercih etmesi demektir'.

Cüneyd şöyle demiştir: Yeni başlayan mürîd için üç şeyle kalbini meşgul etmemesi güzeldir. Aksi takdirde hali değişir.

1. Kazanç,

2. Hadîs talep etmek,

3. Evlenmek.

Yine şöyle demiştir: 'Sûfî için yazmaması ve okumaması güzeldir. Çünkü bu durum, sûfînin himmetinin derli toplu kalmasına daha elverişlidir'.

Bu bakımdan evlenmenin lezzetinin, yemenin lezzeti gibi olduğu tebellür ettiğinde insanı Allah'tan meşgul eden herşey bu iki hususta da mahzurludur.

VI. Mal-Mertebe

Altıncısı vesiledir. Zarûri olan altıncı şey, bu sayılan beş şeye vesile olan şeydir. O da mal ve mertebedir. Mertebe'nin mânâsı; kalplerde yer edinmek için kalpleri elde etmektir. Böylece hedeflerinde ve işlerinde o kalplerden yardım görmeyi düşünür. Kim bütün ihtiyaçlarını tek başına gidermeye muktedir değilse, kendisine hizmet eden birine muhtaçsa, hiç kuşkusuz hizmetçinin kalbinde bir mertebe edinmeye mecbur olur. Çünkü hizmetçi onu saymazsa hizmetini yapmaz. Kalplerde kıymetinin olması mertebe demektir. Bunun yakın bir başlangıcı vardır. Fakat bu, insanı derinliğinin dibi olmayan bir çukura doğru sürükleyip götürür. Çünkü korunun etrafında dolaşırsa koruya girmesi pek yakın olur! Evet, insan ya bir fayda için veya zararı defedip zulümden kurtulmak için kalplerde mevkî edinmeye muhtaç olur. Faydaya gelince, mal insanı ondan mütağni kılar. Çünkü ücretle hizmetçi çalıştıranın hizmeti yapılır isterse çalışanın nezdinde onun hiçbir değeri olmasın. Ancak ücretsiz çalıştırdığının kalbinde mevkî edinmeye muhtaçtır. Zararın define gelince, Bunun için de adaletin tam kemâle ermediği bir memlekette veya kendisine zulmeden komşular arasında mertebeyi elde etmek için ona muhtaç olur. Çünkü içinde bulunduğu insanların şerrini ancak kalplerini elde etmek veya sultanın yanında büyük bir nüfuza sahip olmak sûretiyle defedebilir. Bu husustaki ihtiyacın miktarı sınırlandırılamaz. Hele buna korku ve neticeleri kötü olan düşünceler de eklenirse mevkîye olan ihtiyaç daha da artar! Mevkî ve mertebe talebine dalan bir kimse tehlikeli yolun yolcusudur. Halbuki zahidliğin gereği kalplerde takdir kazanmak için çalışmamaktır. Çünkü zâhidin din ve ibâdetle iştigal etmesi, kalplerde kâfirler arasında olsa dahi kendisinden eziyeti uzaklaştıran bir mevkî sağlar.

Acaba müslümanlar arasında olursa nasıl olur? Çalışmaksızın elde edilen şey üzerine bina edilen mertebeyi daha fazla elde etmek için muhtaç olunan takdirlere, faraziye ve vehimlere gelince, onlar yalan vehimlerden ibaret şeylerdir; zira mertebe ve mevkî isteyen de bazı hallerde eziyetten kurtulamaz. Bunun tedavisi tahammül etmektir. Bu sıkıntıyı sabretmekle tedavi etmek, mertebeyle tedavi etmekten daha evlâdır. Durum bu iken kalplerde mevkî talep etmek, asla ruhsatlı değildir. Çünkü azı, insanı çoğuna götürür. Bunun zararı içkinin zararından daha korkunçtur. Bu bakımdan hem azından, hem de çoğundan sakınmak gerekir. Mala gelince, geçim için mal zarurîdir; elbette yeterli malı kastediyorum. Eğer kişi çalışan bir kimse ise, çalışıp günlük nafakasını temin edince, derhal çalışmayı terketmesi uygundur. Seleften biri iki habbe kazandığı zaman sergisini toplayıp giderdi. Bu, zühdün şartıdır. Eğer günlük nafakasını geçip bir senelik yiyeceğini kazanıncaya kadar çalışırsa, zâhidliğin en düşük derecesinden bile çıkmış olur. Eğer gayri menkulü varsa tevekkül hususunda yakîne sahip değilse, bir sene yetecek kadar kârını yanında bırakırsa, böyle yapmakla zühdden ayrılmış olmaz. Fakat şu şartla ki bir senelik nafakasından fazla olanı sadaka vermesi gerekir. Ancak böyle yaptığında zâhidlerin zayıflarından sayılır. Eğer Üveys-i Karanî'nin (radıyallahü anh) şart koştuğu gibi tevekkül, zühd'de şart koşulursa bu kişi zâhidlerden olamaz.

Bizim daha önce 'zâhidlerin hududunu aşmış olur' demekteki gayemiz, âhirette zâhidler için va'dedilen güzel makamlara varamaz demektir. Yoksa fuzulî ve çokluktan ibaret olan birtakım şeyler hakkında zühde yapışmış ise onlara nisbeten kendisine zâhid de denir. Tek başına olan bir insanın bütün bunlardaki durumu, aile sahibi olan bir kimsenin işinden daha hafiftir.

Ebû Süleyman demiştir ki: 'Kişinin aile efradını zâhidliğe zorlaması uygun değildir. Onları zâhidliğe davet eder. Eğer icabet ederlerse ne âlâ! Aksi takdirde, onların yakasını bırakıp kendisi dilediği şekilde hareket eder'.

Bu sözün mânâsı, şart koşulan sıkıntının sadece zâhide mahsus oluşudur. Zâhid bunu bütün aile efradına teşmil edemez. Evet! Normalin hududunu aşan hususlarda onlara uymaması uygundur. Bu hususu, Hazret-i Peygamber'den öğrenmelidir; zira Hazret-i Peygamber Fâtıma'nın kapısına perde asıldığını, elinde bilezik olduğunu görünce geri dönmüştür. Çünkü bunlar zarurî ihtiyaç değil süstür. Fakat Fâtıma'yı bunları terketmeye zorlamamıştır.

Madem durum budur, insanın kendisine mecbur olduğu mevkî ve malı edinmesi mahzurlu değildir. Fakat ihtiyaçtan fazlası öldürücü zehirdir. Sadece zarurî miktarla yetinmek faydalı ilaç gibidir. Bu ikisinin arasında, biri diğerine benzeyen çok dereceler vardır. O derecelerden, zaruretten fazla olanları her ne kadar öldürücü zehir değilse de zarar vericidir. Zarurete yakın olan ise, her ne kadar faydalı ilaç gibi değilse de yine de faydalıdır. Zehirin içilmesi mahzurludur. İlacın ise alınması farzdır. Bu ikisinin arasında bulunanların durumu şüphelidir. Bu bakımdan ihtiyatlı davranan bir kimse nefsi için yapmıştır. Gevşeklik gösteren bir kimse ise yine nefsinin aleyhinde gevşeklik göstermiştir.

Çünkü bir kimse dini için ihtiyatlı davranır, şüpheliyi bırakıp şüphesize giderse, nefsini zarurî olanın darlığına gönderirse, o, en kuvvetli kulpa yapışmış bir kimsedir. Şüphesiz kurtuluşa eren zümredendir. Zarurî miktarla iktifa eden bir kimsenin dünyaya nisbet edilmesi caiz değildir. Aksine dünyanın bu miktarı dinin ta kendisidir. Çünkü bu miktar dinin şartıdır. Şart ise meşrûtun cümlesindendir.

Buna Hazret-i İbrahim'den gelen şu rivâyet delalet eder: İbrahim'in (aleyhisselâm) bir ihtiyacı başgösterdi. Bir dostuna gidip borç istedi. Dostu ona borç vermeyince üzüntülü olarak geri döndü. Bunun üzerine Allahü teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle dedi: 'Eğer dostundan (Allah'tan) isteseydin muhakkak verirdi'. Hazret-i İbrahim 'Yarab! Senin dünyadan nefret ettiğini biliyordum. Bunun için dünyanın bir şeyini senden istemekten korktum' dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'İhtiyaç dünyadan değildir ki!'

Madem ki durum budur, ihtiyaç miktarı dindendir. Onun dışında kalan ise günahtır. Dünyada da günah ve sıkıntı vericidir.

Zenginlerin hallerini ve mal derlemek ve korumak hususundaki zilleti kabul etmelerindeki durumlarını gören bir kimse bunu bilir. Zenginin malla saadetinin son haddi, malı vârislerine terkedip onların malı yemesini sağlamaktır ve o zaman da vârisler kendisine düşman olurlar. Bazen de onun bıraktığı mal ile günah işlerler. İşte bu takdirde o da o günahları işlemekte onlara ortak olur. Bu sırra binaen dünya malını toplayıp şehvetlerin arkasına takılan bir kimse ipek böceğine benzetilmiştir. Bu böcek durmadan, kendisi için ipek örer. Sonra ördüğü kozadan çıkmak ister. Fakat yol bulamaz. Kendi yaptığı yüzünden helâk olup gider! Bu bakımdan dünya şehvetlerine tâbi olan herkes de böyledir. O da kalbini meylettiği zincirleriyle sağlamca bağlar. Öyle ki kendisini bağlayan zincirler birbirini takviye etmektedir. Bu bakımdan mal, mevkî, aile efradı, evlat, düşmanların sevinmesi, dostların aynası ve diğer dünya lezzetleri onu bağlar. Eğer bu hususlarda yanıldığını sezip, dünyadan çıkmak isterse çıkamaz. Kalbinin, kırılması mümkün olmayan zincir ve bukağılarla bağlı bulunduğunu görür. Eğer kendi iradesiyle sevdiklerinden birini terkederse, nefsini öldürmeye yaklaşır. Bu durum ölüm meleği gelip de kendisini bütün dostlarından ayırıncaya kadar devam eder. O zaman onun kalbinde zincirler elden çıkan ve geride bırakılan dünya ile bağlı kalır! O zincirler onu dünyaya, ölüm meleğinin pençeleri de onun kalbinin damarlarına geçmiş olarak onu âhirete çeker. Bu bakımdan ölüm çağında onun en kolay durumu testere ile biçilen, parçalarının biri çekilmek sûretiyle diğerinden ayrılan bir şahsın durumu gibi olur! Testere ile ikiye bölünen bir kimsenin bedenine o elem verici alet dokunur. Fakat eseri bakımından sirayet yoluyla kalbi bundan elem duyar. Acaba önce kalbin derinliğine sirayet yoluyla değil de direkt bir şekilde yerleşen elem hakkında ne düşünürsün? İşte a'lâ-yı illiyyine inip âlemlerin rabbinin komşuluğunda bulunmanın elden kaçmasının hasretini çekmeden önce ilk rastladığı azap budur. Bu bakımdan dünyaya dalan kişi Allah'ın mülâkatından perdelenir. Perdelenme anında cehennem ateşi ona musallat olur; zira ateş, ancak perdelenmiş bir kimse üzerine musallat olur.

Hayır, onların işleyip kazandığı şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır! Doğrusu o gün onlar, rablerinden perdelenmiştir. Sonra onlar elbette cehenneme gireceklerdir. (Mutaffîfîn/14-16)

Görüldüğü gibi Allahü teâlâ, ateşle yapılan azabı perdelenmenin elemine bağlamıştır. Perdelenmenin elemi, ateş olmasa da ceza bakımından insana yeter de artar! Ona bir de ateş ilave edilirse acaba durum nasıl olur! Allah'tan, Hazret-i Peygamber'in ruhuna üflenen şeyi kulaklarımıza yerleştirmesini dileriz; zira Hazret-i Peygamber'e şöyle denilmiştir:

Sev sevdiğini! Muhakkak onlardan ayrılacaksın!149

Zikrettiğimiz misâlin mânâsı hakkında şair şöyle söylemiştir: 'İpek böceği gibi çok çalışır. Durmadan örer, fakat ördüğünün arasında üzüntülü bir şekilde can verir!'

Allah'ın velî kulları, insanın kendini, nefsinin hevasının arkasına takılmak sûretiyle ipek böceğinin nefsini helâk ettiği gibi helâk ettiğini müşahede ettiklerinde dünyayı tamamen bıraktılar.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Bedir savaşına iştirak eden yetmiş kişiyi gördüm. Sizin haram kılınan şeyler hakkındaki zâhidliğinizden daha fazla kendilerine helâl kılınan şeyler hakkında zâhidlik yaparlardı'. Başka bir lâfızda "Sizin bolluk ve genişlikten sevindiğinizden daha fazla belâya sevinirlerdi. Eğer onları görseydiniz. 'Bunlar delidir!' derdiniz. Onlar da sizin hayırlılarınızı görseydiler 'Bunların Allah katında hiçbir nasibi yoktur' derlerdi. Eğer sizin şerlilerinizi görseydiler 'Bunlar hesap gününe îman etmemişlerdir' derlerdi", şeklinde vârid olmuştur.

Onlardan birine helâl mal gelir, onu almaz ve 'Kalbimi ifsâd edeceğinden korkuyorum' derdi. Bu bakımdan kalp erbabı olan bir kimse, şüphesiz ki kalbinin fesada gitmesinden korkar. Kalpleri dünya sevgisiyle ölen kimselere gelince, Allah onlardan haber vererek şöyle buyurmuştur:

Bizimle buluşmayı ummayanlar dünya hayatına razı olup onunla bizim ayetlerimizden gaflet edenler. . . (Yunus/7)

Kalbini bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme! (Kehf/28)

(149) Daha önce geçmişti.

Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların ilimden erişebildikleri (sınır) budur. (Necm/29-30)

Allahü teâlâ bütün bunları gaflet ve ilimsizliğe hamletmiştir.

Bir kişi Hazret-i Îsa'ya 'Seyahatında beni de beraberinde götür' deyince şöyle demiştir: 'ınalını elden çıkar! Bana yetiş!' Kişi 'Buna gücüm yetmez' dedi. Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle dedi: 'Zengin hayretle veya şiddetle cennete girer!'

Bazıları şöyle demiştir: "Ziyası yayılan hiçbir gün yoktur ki o günde dört melek göklerin âfakında bağırmasın. Onların ikisi doğuda, ikisi de batıda bağırır. Doğuda olanların biri der ki: 'Ey hayrı talep eden! Gel! Ey şerri talep eden! Talebini kısalt!' Diğeri der ki: 'Yarab! Malını infak edene, infak edilenin yerini dolduracak miktarı ver! Malını sımsıkı tutanın malını telef eyle!' Batıda olanların biri 'Ölmek için çoğalıp üreyiniz! Harap olması için inşa ediniz!' der. Diğeri de 'Hesabın uzunluğu için yeyiniz, lezzetleniniz! der".

99) İbn Mâce

100) Daha önce geçmişti.

101) Daha önce geçmişti.

102) Deylemî

103) el-Hamedânî, kendisine Umeyr de denir. Güvenilir bir âlim olan bu zat Muaviye döneminde vefat etmiştir.

104) İmâm-ı Ahmed

105) İbn Mâce

106) Ebû Yâ'lâ

107)

108) Ebû Şeyh

109) Bureyre, Ensar'dan bir kavmin cariyesi idi. Hazret-i Âişe'ye hizmet ederdi,

110) Müslim, Buhârî

111) Müslim, (Seleme b. Ekva'dan)

112) Adl Ebû Cehm b. Huzeyfe b. Gânem el-Kureşî'dir. Fetih günü müslüman olmuştur. Kureyş'in en yaşlısı ve sözü dinlenir kimselerindendi.

113) Müslim, Buhârî

114) Daha önce geçmişti.

115) Daha önce geçmişti.

116) Ebû Dâvud et-Tayalisi, Taberânî

117) Ebû Bekir b. Lâl

118) İyad b. Gânem'den

119) Ebû Ya'lâ

120) Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce

121) Tirmizî

122) İmâm-ı Ahmed, İbn Mâce

123) Tirmizî

124) Ensar'ın Evs kabilesindendir. Önce Uhud'a, sonra Hendek savaşına katılmış ve H. 73'de vefat etmiştir.

125) İmâm-ı Ahmed

126) İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud ve Taberânî, (hadîs-i merfû olarak bir benzeri) ; 'Kim kendisini bir kavme benzetirse, o onlardandır!'

127) Taberânî

128) Mâlik, Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Hıbbân

129) Basralı bir âbiddir ve H. 31'de vefat etmiştir.

130) Taberânî, (Ebû Aliyye'den)

131) Ebû Dâvud, (Enes'ten)

132) İbn Hıbbân

133) Ebû Dâvud

134) Ebû Dâvud, Tirmizî

135) Doğrusu Saffan b. Muharriz'dir. Mâzinî kabilesinden olan bu zat, Basralı bir âbiddir. H. 74'de Abdülmelik'in hilafeti döneminde vefat etmiştir.

136) Taberânî

137) Ebû Dâvud

138) Ebû Dâvud

139) Adı Ebû Muhammed el-Asrem el-Mekkî'dir. Güvenilir bir âlimdir. H. 126'da vefat etmiştir.

140) Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce

141) Tirmizî, Şemâil

142) Müslim ve Buhârî

143) Ensar'ın Evs kabilesindendir. Hazret-i Ömer kendisini takdîr ettiği için 'biricik şahıs' mânâsına gelen 'Nesîcu vahdehu' derdi. Ölünceye kadar Hazret-i Ömer tarafından Hıms valiliğine tayin olundu. Kendisi zâhidlerdendir.

144) Ebû Nuaym, Hilye

145) Irâkî hadîsi bu ibare ile görmediğini söylemektedir.

146) Tirmizî

147) İbn Hıbbân

148) İbn Hıbbân

34-15

Zühd'ün Alâmetleri

Bazen her malı terkeden zâhiddir zannedilir. Oysa hiç de öyle değildir; zira zâhidlikle övünmeyi seven bir kimse için malı terketmek, sıkıntılı yaşayışı belirtmek pek kolaydır. Ruhbanlardan niceleri vardır ki hergün nefislerini az bir yemeğe mecbur edip kapısız bir kiliseye kapanmışlardır. Onların sevinci, halkın hallerini bilmesidir. Halkın kendilerine takdirle bakıp övmesidir. Böyle yapmaları, kesinlikle zühd'e delâlet etmez. Hem mala hem de mertebeye zâhidlik yapmak gerekir. Hatta nefsin dünyadan lezzetleri varken zühd kemâle ermez. Oysa güzel yün elbiseler giymelerine rağmen bir cemaat zâhidlik iddia etmişlerdir.

Nitekim Havvâs, bu iddiacıları vasfetmek maksadıyla demiştir ki: "Bir kavim vardır ki zühdü iddia ettiler. Elbisenin en iyisini giydiler. Bununla halkın gözünü boyamak istediler ki elbiselerinin nisbetinde kendilerine hediyeler verilsin ve fakirlere bakılan gözle kendilerine bakılıp da tahkir edilmesinler. Fakirlere verildiği gibi kendilerine verilmesin. Zâhid olduklarına, ilme ve sünnete tâbi oldukları halde malların kendilerine geldiği, fakat kendilerinin ondan sıyrıldıkları ile delil getirmişlerdir. 'Biz ancak eşyayı başkasının ihtiyacı için alıyoruz' derler. Onlardan hakikatler istenildiğinde ve darlıklara zorlandıklarında böyle söylerler. Oysa bütün bunlar din vasıtasıyla dünyayı isteyen kimselerdir. Ne kalplerini tasfiye etmeye, ne de ahlâklarını temizlemeye hiçbir zaman önem vermemişlerdir. Onların sıfatları üzerlerinde belirmiş, kendilerini mağlûp etmiş ve bunu da kendileri için bir 'hâl' olarak iddia etmişlerdir. Oysa onlar dünyaya meyyal, hevâ-i nefse tâliptirler". Madem ki durum budur, öyleyse zühdün bilinmesi zor bir meseledir. Hatta zühd hali zâhide bile müşkil gelir. Bu bakımdan zâhid, iç âleminde, üç alâmete dayanmalıdır:

Bir

Birinci alâmet, mevcutla sevinmemesi ve yok olandan dolayı üzülmemesidir.

(Başınıza gelen olayları, önceden bir kitaba yazdık ki) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (Allah'ın) size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez. (Hadîd/23)

Belki tam bunun zıddı olmalıdır; yani var olana üzülmek, yokluğa sevinmek.

İki

İkinci alâmet kendisini öven ile kötüleyenin, yanında bir olmasıdır. Birinci alâmet, mal hakkındaki zühdün alâmetidir. İkinci alâmet ise, mertebe hakkındaki zühdün alâmetidir.

üç

Üçüncü alâmet Allah'a olan ünsiyeti olmalı, kalbine ibâdetin sevgisi galip gelmelidir; zira kalp, sevginin tadından uzak değildir: ya dünya veya Allah sevgisi. . . Bunların ikisi kalpte, fincandaki su ile hava gibidir. Su fincana girince hava çıkar. İkisi bir arada olmaz. O halde, kim Allah'a ünsiyet vermişse, ancak Allah ile meşgul olur, O'ndan başkasıyla meşgul olmaz.

Bu sırra binaen bir zâta birileri hakkında şöyle denildi: 'Zâhidlik onları nereye kadar götürdü?' Cevap olarak dedi ki: 'Allah'a ünsiyet etmeye kadar götürdü. Dünya ile Allah'a ünsiyet bir arada olmazlar'.

Marifet ehli demişlerdir ki: 'Îman kalbin zâhirine yapıştığında, kalp hem dünyayı, hem de âhireti birden sever ve ikisine de çalışır. Îman kalbin derinliklerine dalıp nüfuz edince, kalp dünyadan nefret etmeye başlar ve dünyaya bir defacık dahi dönüp bakmaz ve dünya için çalışmaz'.

Bu sırra binaen Hazret-i Âdem'in duasında şöyle vârid olmuştur: 'Ey Allah'ım! Kalbimin derinliklerine nüfuz eden bir îman istiyorum!'

Ebû Süleyman şöyle demiştir: 'Nefsiyle meşgul olan bir kimse, halktan yüz çevirir. Bu ise, amel edenlerin makamıdır. Rabbiyle meşgul olan bir kimse ise, nefsinden yüz çevirir. Bu ise, âriflerin makamıdır. Zâhid bir kimse ise, bu iki makamdan birinde bulunmalıdır. Zâhidin birinci makamı nefsini nefsi ile meşgul etmesidir. Bu durumda övgü ile yergi, varlık ile yokluk, zâhidin nazarında birdir. Elinde biraz malı olduğu için zâhidliği yoktur denilemez'.

İbn Ebî Havarî der ki: Ebû Süleyman'a sordum:

- Dâvud et-Tâî zâhid miydi?

- Evet!

- Oysa kulağıma geldiğine göre, babasından yirmi dinar almış ve o yirmi dinarı yirmi sene kendi nefsine harcamış. Yirmi sene bunu elinde tutan bir kimse nasıl zâhid olur?'.

- Sen ondan zühdün hakîkatine varmayı mı kasdettin?

Ebû Süleyman hakîkatten gayeyi kasdetmiştir. Çünkü nefis sıfatlarının çokluğundan, zühdün varılabilecek bir sonu yoktur. Zühd ancak bütün sıfatlarda zâhid olmak sûretiyle tamamlanır! Bu bakımdan dünyada herhangi birşeye kudreti olduğu halde, bunu kalbinin ve dininin korkusundan bırakan bir kimse, o şeyi bıraktığı nisbette zâhiddir. Zühdün en son noktası, Allah'tan başka herşeyi bırakmaktır. Hatta bir taşı bile Îsa (aleyhisselâm) gibi yastık yapmamaktır.

Allahü teâlâ'dan dileğimiz, zühdden az da olsa, bize bir nasip vermesidir. Çünkü bizim gibiler, zühdün son noktasını ummaya cesaret edemez. Her ne kadar Allah'ın fazlından ümidi kesmek ruhsatlı değilse de. . . Biz Allah'ın bize vermiş olduğu nimetlerin büyüklüklerini düşündüğümüzde, biliriz ki Allahü teâlâ'ya hiçbir şey büyük gelmez. Bu bakımdan her kemâli, cömertliğine yaslanarak Allah'tan istemekte bir mahzur yoktur. Madem ki durum budur, zühdün alâmeti, fakirlik, zenginlik, izzet, zillet, övgü ve yerginin eşit olmasıdır. Bu da Allah'a olan ünsiyetin galebe çalmasından doğar. Bu alâmetten birçok alâmetler doğar. Dünyayı terketmek ve ona sahip olana aldırmamak gibi. . .

Denildi ki: 'Zühdün alâmeti, dünyayı olduğu gibi terketmektir'. Bu bakımdan 'Ben tekke yapacağım veya cami imar edeceğim' dememelidir.

Yahya b. Muaz dedi ki: 'Zühdün alâmeti, var olanla cömertlik yapmaktır!'

İbn Hafif şöyle demiştir: 'Zühdün alâmeti, mülkten sıyrılmakla rahat bulmaktır'. Yine şöyle dedi: 'Zühd, tekellüfsüz bir şekilde dünyadan nefsi uzaklaştırmaktır!'

Ebû Süleyman şöyle demiştir: 'Yün giymek, zühdün alâmetlerinden biridir'.

Bu bakımdan, kalbinde beş dirhemin rağbeti olduğu halde üç dirhem kıymetinde bir yün elbiseden daha pahalısını giymemelidir.

Ahmed b. Hanbel ve Süfyân es-Sevrî şöyle demişlerdir: 'Zühdün alâmeti emeli kısaltmaktır'.

Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Zâhid kişi, nefsinden başka şeyle meşgul olduğunda hayatı bulanır. Arif kişi de nefsi ile meşgul olduğunda hayatı bulanır!'

Nasr el-Abazî150 dedi ki: 'Zâhid, dünyada gariptir (azdır) , ârif ise âhirette gariptir'.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: "Zühdün alâmeti üçtür: İlletsiz (nedensiz ve niçinsiz) bir amel, tamahsız bir söz ve riyasetsiz bir izzettir'. Yine şöyle demiştir: 'Allah için zâhid olan bir kimse, (kalbi dünyanın zilleti ile dolu olduğundan) sana sirke ile hardal danesini koklatır. Arif ise misk ve anberi. . . (Çünkü kalbi mârifetullah ile doludur) '.

Bir kişi Yahya'ya 'Ben ne zaman tevekkül dükkânına girip zühd'ün abasını giyip zâhidlerle beraber oturacağım?' diye sorunca, cevap olarak dedi ki: 'Gizlice nefsine verdiğin riyazet hususunda, Allah senden üç gün rızkı kestiğinde, nefsinde zayıf düşmeyecek raddeye vardığında. . . Bu dereceye yükselmediğin takdirde, zâhidlerin sergisi üzerinde oturman cehalettir. Bununla beraber rezil olmayacağından da emin değilim!'

Yine şöyle demiştir: 'Dünya gelin gibidir. Kim onu arzularsa onu süsler. Dünya hakkında zâhid olan kişi ise, onun yüzünü karartır, tüylerini yolar, elbiselerini yırtar. Arif kişi ise Allah ile meşgul olur. Dünyaya iltifat bile etmez'.

Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Zühd'ün bütün gereklerini yaptım. İstediğime vardım. Ancak insanlar hakkındaki zühd'e varamadım ve buna gücüm de yetmedi'.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: Allahü teâlâ şerrin tamamını bir eve tıktı. Ona dünya sevgisini anahtar yaptı. Hayrın tamamını bir eve bırakıp zühd'ü de ona anahtar yaptı!'

İşte zühd'ün hakîkat ve hükümlerinden zikretmek istediğimiz şeyler bu kadardır. Madem ki zühd ancak tevekkül ile tamamlanır, o halde Allah'ın izniyle biz de Tevekkül bölümüne geçelim!

150) Adı Ebû Kasım İbrahim b. Muhammed'dir. Horasan'ın şeyhi idi. Şiblî'nin sohbetinde bulunmuştur. Muhaddis ve sûfî bir imamdı. Mekke'de H. 376'da vefat etmiştir.