1. Giriş

Hamd; mülk ve melekûtu tedbîr eden, izzet ve ceberrût'un biricik sahibi olan, gökleri direksiz yükselten, kulların rızıklarını o göklerde kılan Allah'a mahsustur. O Allah ki kalp ve akıl sahiplerinin gözlerini vasıta ve sebeplerden sebeplerin müsebbibine çevirmiş, onların himmetlerini sebeplerin müsebbibinden başkasına iltifat etmekten müstağni kılmıştır.

Onları kendisinden başka bir müdebbir'e itimat etmekten uzaklaştırmıştır! Onlar O'ndan başkasına ibadet etmediler. Çünkü onlar O'nun Bir, Ferd, Samed ve İlâh olduğunu bildiler. Bütün halk sınıflarının kendileri gibi onun kulları olduğunu ve onlardan rızık talep edilmediğini tahkiken bildiler ve yine kainatta bir tek zerreciğin Allah'a döneceğini, ve her mahluğun rızkının Allah'a ait olduğunu bildiler. O'nun kullarının rızkına kefil olduğunu kesinlikle anladıkları zaman O'na tevekkül ettiler ve Hasbunallah ve ni'me'l-vekîl (Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!) dediler.

Salât ve selâm bâtılları yok eden, dosdoğru yola hidayet eden Hazret-i Peygamber'in, âlinin ve ashâbının üzerine olsun! Yârab! Onlara salât ve selâm et!

Tevekkül, din mertebelerinden bir mertebedir. Yakîn sahiplerinin makamlarından bir makamdır. Allah'a yakın olanların derecelerinin en yükseklerindendir. Tevekkül, ilim bakımından çözülmesi çok güç bir meseledir. Amel bakımından da pek zordur. Tevekkülü anlamanın zorluğu şudur: Sebeplerin mülâhazası ve sebeplere güvenmek, tevhîdde şirk koşmaktır. Sebeplerin mülâhazasından tamamen uzaklaşmak ise, sünnetullah'a (Allah'ın kanununa) ta'n etmek ve şeriatı kınamaktır! Hiçbir şey yapmaksızın sebeplere yaslanmak, aklın yüzünü bozmak ve cehalet hastalığına dalmak demektir. Şeriat, Nakil ve Tevhîd'in isteğine uygun bir şekilde tevekkülün mânâsını tahkik ve tedkik etmek ise gayet zordur! Gizliliğin şiddetine rağmen bu perdeyi açmaya ancak âlimlerin hassasları güç yetirebilir. Öyle âlimler ki Allah'ın lütfu olarak, hakîkat nûrlarıyla gözlerini sürmelemişlerdir. Oldukça derine dalmışlardır. Sonra Allah tarafından konuşturulduklarında müşahede ettiklerini ifade etmeye çalışmışlardır. Biz ise şimdilik bir mukaddime kabilinden, tevekkülün faziletini zikretmeye çalışacağız. Sonra kitabın birinci şıkkında buna Tevhîd bahsini ekleyeceğiz. Tevekkülün halini ve amelini kitabın ikinci bölümünde zikredeceğiz.

35-1

2. Tevekkül'ün Fazileti

Ayetler

Eğer Mü'min iseniz Allah'a tevekkül ediniz. (Mâide/23)

Tevekkül edenler, Allah'a dayansınlar. (İbrahim/12)

Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona kâfidir. (Talâk/3)

Çünkü Allah, kendine dayanıp güvenenleri sever. (Âl-i İmrân/159)

Allah o makam sahibini sever. Onun sahibi Allah'ın zimmetindedir. O ne büyük makamdır. Allah'ın kendisine kâfi olup, sevip koruduğu kimse, muhakkak büyük bir zaferi elde etmiştir; zira mahbub, azap vermez, uzaklaştırmaz ve mahrum bırakmaz. Allah, kuluna kâfi değil mi? (Zümer/36)

Bu bakımdan Allah'tan başkasına güvenen tevekkülü terkedendir. Böyle bir kimse bu âyeti yalanlayanın ta kendisidir. Çünkü bu âyet, hakkı söyletmek hususunda bir suâldir.

İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? (İnsan/l)

Kim Allah'a tevekkül ederse muhakkak Allah Aziz ve Hakîm Air, (Enfâl/49)

'Aziz'dir'; kendisine sığmanı zelîl ve cenâbına iltica edeni zayi etmez. 'Hakîm'dir'; tedbirine tevekkül eden bir kimsenin tedbirinde kusur etmez.

Allah'tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı Allah'ın yanında arayın, O'na ibadet edin! (Ankebût/17)

Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münâfıklar anlamazlar. (Münâfikûn/7)

Bütün işleri O idare eder. O'nun izni olmadan hiç kimse şafâat edemez. (Yunus/3)

Kur'ân'da Tevhîd'den her ne zikredilmişse o, Allah'tan başkasından ilgiyi kesip Vâhid ve Kahhâr olan Allah'a tevekkül etmeye çağırmaktadır.

Hadîsler

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) İbn Mes'ûd'un rivâyet ettiği bir haberde şöyle buyurmuştur:

Mahşerde bana bütün ümmetler gösterildi. Ümmetimi dağ ve ovaları doldurduğu halde gördüm. Onların çokluğu ve görünüşleri hayretimi çekti. Bana denildi ki:

- Razı oldun mu?

- Evet! Razı oldum.

- Bunlarla beraber yetmiş bin kişi vardır ki cennete hesapvermeden gireceklerdir.

Ashâb Hazret-i Peygamber'e şöyle sordu:

- Onlar kimlerdir ey Allah'ın Rasûlü!

- O kimseler dağlanmazlar, kuşları uçurmak suretiyle uğurtutmazlar ve başkasından muska istemezler. Ancak rablerine tevekkül ederler.

Hazret-i Peygamber bunları söyledikten sonra Ukkaşe b. Mıhsan el-Esedî ayağa kalkarak dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'tan beni onlardan kılmasını dile!' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: 'Ey Allahım! Ukkaşe'yi onlardan kıl!' Bu sözünden sonra başka bir sahabî ayağa kalktı ve 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'ın beni de onlardan kılmasını dile' dedi. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Ukkaşe bu hususta seni geçti'1 buyurdu.

Yine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Eğer sizler gereği gibi Allah'a tevekkül etseniz, muhakkak kuşların rızkını verdiği gibi, sizin rızkınızı da verir. Kuş sabahleyin aç çıkar, akşam tok olarak yuvasına döner!2

Kim her şeyden yüz çevirip Allahü teâlâ'ya yönelirse, Allahü teâlâ her sahada ona kâfi gelir ve ummadığı bir yerden onun rızkını verir. Kim dünyaya yönelirse Allahü teâlâ onu dünyaya havale eder. 3

İnsanların en zengini olmak kimin hoşuna giderse o, Allah'ın nezdindeki şeye elindekinden daha fazla güvenmelidir. 4

Hazret-i Peygamber aile efradının başına bir sıkıntı geldiğinde şöyle buyururdu:

Namaza kalkın! Çünkü rabbim bana bunu emretti: 'Ailene namazı emret, kendin de ona devam et! Biz senden rızık istemiyoruz. Seni biz besliyoruz. Güzel âkibet takvâ sahiplerinindir'. (Tâhâ/132)

Kim başkasından muska talep eder veya dağlanırsa o, tevekkül etmemiştir. 5

Rivâyet ediliyor ki: İbrahim (aleyhisselâm) mancınıkla ateşe atıldığı zaman Cebrâîl yaklaşıp 'Bir ihtiyacın var mı?' diye sorunca, İbrahim (aleyhisselâm) 'Sana hiçbir ihtiyacım yoktur' dedi. Bu sözünü daha önce Hasbinallahu ve ni'mel vekîl (Allah bana kâfidir ve O ne güzel vekildir) sözünü yerine getirmek için haykırdı; zira İbrahim (aleyhisselâm) ateşe atılmak üzere tutulduğunda böyle demişti. Bu nedenle Allahü teâlâ şu âyeti indirdi:

Ve çok vefâkâr İbrahim'in. . . (Necm/37)

Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvud'a (aleyhisselâm) vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! Herhangi bir kulum halktan yüz çevirip bana sığınırsa, o kuluma gökler ve yer ehli hile yapmak istese bile ona mutlaka bir çıkış yolu ihsan ederim!'

Ashâb'ın ve Alimlerin Sözleri

Tâbiînden Saîd b. Cübeyr şöyle anlatıyor: 'Bir defa beni akrep ısırdı. Bundan ötürü annem muska yapmam için bana yemin verdirdi. Bunun üzerine ben de ısırılmamış elimi muskacıya uzattım'.

Ve (hiçbir zaman) ölmeyen (Allah'a) tevekkül et ve O'nu överek tesbih et. Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter. (Furkan/58)

İbrahim b. Ahmed el-Havvâs bu âyeti sonuna kadar okuduktan sonra dedi ki: 'Bu ayetten sonra bir kul için, Allah'tan başka hiç kimseye sığınması uygun değildir'.

Uyku âleminde bir âlime denildi ki: 'Kim Allah'a güvenirse o, kuvvetini veya nafakasını korumuş olur!'

Bir âlim şöyle demiştir: 'Senin için Allah'ın zimmetinde bulunan rızık, sana farz kılınan amelden seni alıkoymasın ki o zaman âhiretin zayi olur. Dünyadan da ancak Allah'ın sana takdir ettiğini elde edersin'.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Talep etmeksizin kulun rızık elde etmesinde, rızkın kulu talep etmekle görevli olduğuna dair açık bir delil vardır!'

İbrahim b. Edhem dedi ki: "Bir rahibe şöyle sordum: 'Nereden yiyorsun?' Bana 'Bunun ilmi bende değildir. Fakat bana nereden yedirildiğini rabbimden sor' diye cevap verdi".

Harem b. Hayyam6 Veysel Karanî'ye şöyle sordu: 'Nerde olmamı emredersin?' Veysel Karanî, Şam'a işaret etti. Harem 'Orada geçim nasıldır?' deyince Veysel 'Şu kalplere yazıklar olsun! Onların içine şüphe düşmüştür. Nasihat olanlara fayda vermez' dedi.

Bazıları şöyle demiştir: 'Ne zaman ki Allah'a, vekil olmak yönünden razı olursan, her hayra giden yolu elde edersin'. .

Allahü teâlâ'dan güzel edep talep ederiz.

1) Müslim,Buhârî

2) Tirmizî,Hâkim

3) Taberânî

4) Hâkim, Beyhâkî

5) Taberânî, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce

6) İbn Abdilberr Ashâb 'ın küçüklerinden olduğunu söylemiş, İbn Ebî Hâtim ise bu zâtı Tabiîn'in sekiz zâhidi arasında saymıştır.

3. Tevekkül'ün Esası Olan Tevhîd'in Hakikati

Tevekkül, îmanın kapılarındandır. İmanın kapıları ancak ilim, hâl ve amelle düzene girer. Böylece tevekkül, esas olan ilim, meyve olan amel ve tevekkül ismiyle kastolunan bir hâl meydana getirir.

Bu bakımdan esas olan ilmin beyanıyla meseleye başlayalım. Bu ilim, lisanın esasında îman diye adlandırılan ilimdir; zira îman tasdik (doğrulama) demektir. Kalple olan her tasdik ilimdir. Kuvvet bulduğu zaman adı yakîn olur. Fakat yakînin kapıları çoktur. Biz, üzerine tevekkülü bina edeceğimiz yakîne muhtacız. O da La ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîkeleh (Allah'tan başka mabud yok! Allah birdir. O'nun ortağı yoktur) sözünün tercümesi olan Tevhîd'dir. Lehül Mülk (Mülk ancak O'nundur) sözünün tercümesi ve tefsiri nisbetinde kudrete imandır. O cömertlik ve hikmet ki ona velehül hamd (hamd ancak O'nadır) sözü delâlet eder. Bu bakımdan kim 'Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadir' (Allah'tan başka ilâh yoktur. O tek, bir Allah'tır. Ortağı yoktur. Mülk ancak O'nundur. Hamd ancak O'na mahsustur. O her şeye hakkıyla kâdirdir) dese, tevekkülün esası olan îman bu kimse için tamamlanır. Benim gayem; bu sözün mânâsının söyleyenin kalbinden ayrılmayan bir vasıf ve ona hâkim olan bir nitelik olduğunda, tevekkülün esası olan îmanın onun için tamamlanacağını anlatmaktır.

Tevhîd'e gelince, o esastır. Onun hakkında söz çok uzar. O, mükâşefe ilimlerdendir. Fakat mükâşefe ilimlerinin bir kısmı, haller vasıtasıyla amellere bağlıdır. Muamele ilmi de ancak onlarla tamamlanır, Bu bakımdan biz, ancak muameleye bağlı bulunan miktardan bahsedebiliriz. Tevhîd, sahili bulunmayan engin bir denizdir.

Tevhîd'in dört mertebesi vardır. Tevhîd öze, özün özüne, kabuğa, kabuğun kabuğuna bürünür. Kavramaktan zayıf olan zihinlere yaklaştırmak için, biz buna kabuğunda bulunan cevizden bir misal verelim: Cevizin iki kabuğu ve özü vardır. Özünün de yağı vardır ki o, özün özü olur.

Tevhîd'in birinci mertebesi, insanın diliyle Lâ ilâhe illâllah, kalbi gâfil veya inkâr edici olmadan demesidir. Münafıkların Tevhîd'i gibi. . .

Tevhîd'in ikinci mertebesi, lafzın mânâsını kalben tasdik etmektir. Nitekim bütün müslümanlar bunu tasdik ederler. Bu ise halk tabakasının inancıdır.

Tevhîd'in üçüncü mertebesi, hak nûrunun vasıtası ve keşif yoluyla, o mânâyı müşahede etmektir. Bu makam, Allah'ın dergâhına yaklaştırılan mukarreblerin makamıdır. Bunun mânâsı: Birçok şeyi müşahede ettiği halde onların çokluklarına rağmen, kahhâr ve bir olan Allah'tan sâdır olduklarını bilmek demektir.

Tevhîd'in dördüncü mertebesi, varlıkta birden başkasını görmemektir. Bu ise sıddîkların müşahedesidir. Sûfîler buna el-fenâ fıt-Tevhîd (Tevhîd'de fâni olmak) adını verirler. Çünkü şahıs, birden başkasını görmemek hasebiyle, nefsini dahi görmez. Tevhîd'le müstağrak olduğundan dolayı, nefsini görmediğinden, Tevhîd hususunda nefsinden de fâni olur. Yani hem nefsini görmekten, hem de halkın görmesinden yok olur.

Birincisi, sadece diliyle muvahhid'dir. Bu şekildeki Tevhîd, sadece dünyada sahibinin boynunu şeriatın kılıcından korur.

İkincisi, söylediğine kalben inanan ve söylediğim kalbi yalanlamayan bir muvahhiddir. Bu Tevhîd, kalp üzerine vurulan bir düğümdür. Bunda kalp genişliği yoktur. Fakat sahibi eğer bu inanç üzerinde ölmüş ve îmanı günahlarla zayıflamışsa âhirette onu azaptan korur. Bu düğümün birtakım hileleri vardır. Onların zayıflatılıp sökülmesi gerekir. O hilelere bid'at adı verilir ve bir takım hileleri vardır ki onlarla çözülmenin ondan uzaklaştırılması istenilir ve yine onlardan bu düğümün sağlamlaştırılması ve kalp üzerine iyice bağlanması kastolunuyr. Bu ikinci duruma da kelâm adı verilir. Kelâmı bilene de mütekellim adı verilir. Mütekellim, mübtedi'in (bid'atçı'nın) zıddıdır. Mütekellimîn gayesi, bid'atçıyı bu düğümü halk tabakasının kalplerinden çözmeyi istemekten uzaklaştırmaktır. Bazen mütekellime, muvahhid ismi de tahsis olunur. Çünkü kelâmıyla halk tabakasının Tevhîd'ini kalplerinden bu düğümün çözülmesi için korumak ister.

Üçüncüsü şu mânâ ile muvahhiddir: Hak, olduğu gibi kendisine keşfolunduğunda bir failden başkasını görmez. Hakîkat açısından ancak bir fail görür. Böyle gördüğü zaman hakîkat olduğu gibi kendisine keşfolunmuş demektir. Mânâsı; kalbini hakîkat lâfzının mefhumu üzerinde bağlamaya zorlamak değildir. Çünkü böyle bir mertebe, halk tabakasının ve kelâmcıların mertebesidir; zira kelâmcı, avâmdan inanç hususunda ayrılmaz. Yani ikisi de bu hususta eşittir. Kelâmcının avâm tabakasından üstünlüğü ancak bu düğümü çözmekte bid'atçının hilelerini defetmeye yararlı kelâm sanatını bilmesindendir.

Dördüncüsü şu mânâ ile muvahhiddir: Onun şuhudunda birden başkası hazır olmamıştır. Bu bakımdan çok olmak hasebiyle değil, bir olarak görür. İşte Tevhîd'de en yüce gaye budur.

Birinci derece, cevizin üst kabuğu, ikinci derece alt kabuğu, üçüncü derece özü, dördüncü derece de özden çıkarılan yağ gibidir. Cevizin üst kabuğu hayırsız, yenildiği zaman acıdır, içine bakıldığı zaman çirkin, odun olarak kullanıldığında ateşi söndürüp, dumanı çoğaltır, evde bırakıldığı zaman yeri daraltır. Ancak bir müddet cevizi korumak için üzerinde kalır, sonra atılır. İşte îmanın birinci derecesi de aynen onun gibi kalben tasdik edilmeksizin sadece dil ile söylenen Tevhîdin de faydası yok, zararı çok, zâhir ve bâtını çirkin olan bir tevhîd'dir. Fakat bu Tevhîd, bir müddet ölüm anına kadar alt kabuğu korumakta faydalı olur Alt kabuk, burada, kalp ile bedendir. Münâfığın tevhîdi, bedenini şeriatın kılıcından korur. Çünkü İslâm gazileri kalpleri yarıp içindekine bakmakla mükellef kılınmamışlardır. Kılıç ise, ancak bedene dokunur ki bu da alt kabuktur. Ancak ondan ölümle soyunur. Ölümden sonra münâfığın tevhîd'inin hiçbir faydası kalmaz. Nasıl ki alt kabuğu üst kabuğa nisbeten menfaati zâhir ise (tıpkı onun gibi) . . .

Çünkü alt kabuk özü korur. Zâhid onu edindiğinde, fesaddan korunur. Kabuk özün üzerinden soyulduğunda odun olarak kendisinden faydalanılabilir. Fakat öze nisbeten kıymeti pek düşüktür. İşte onun gibi, keşif olmaksızın sadece mücerred inanç, mücerred dil ile söylemeye nisbeten çok faydalıdır. Fakat göğsün genişlemesi ve hakkın nûrunun orada doğması ile elde edilen müşahede ve keşfe nisbeten kıymeti düşüktür. Çünkü şu ayetle ancak göğsün inşirahı kastolunmuştur.

Allah kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm'a açar. (En'âm/125)

Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzere değil mi? (Zümer/23)

Öz, kabuğa nisbeten daha güzeldir, fakat ikisi de gereklidir. Fakat kendisinden yağ çıkması için sıkılması gerekir, aynen onun gibi, fiil Tevhîd'i de sâlikler için gereklidir. Fakat başka şeylerin karışmasından uzak da değildir. Hak olan bir'den başkasını müşahede etmeyene nisbeten, çokluğa iltifat etmektir.

Soru: Kişi göğü, yeri ve çok olduğu halde hissedilen cisimleri gördüğünde, nasıl olur da birden başkasını müşahede etmemesi düşünülebilir? Nasıl çok, bir olur?

Cevap: Bu, mükâşefe ilimlerinin son noktasıdır. Bu ilmin sırlarını hiçbir kitapta yazmak caiz değildir. Arifler rubûbiyet sırrını ifşa etmenin küfür olduğunu söylemişlerdir. Sonra bunun muamele ilmiyle ilgisi yoktur. Bunu imkânsız görmeni bir misal ile anlatmak mümkündür. O misal şudur: Şey, bazen bir nevi müşahede ve ibretle çok olur. Müşahede ve ibretin diğer bir çeşidiyle bir olur. Bu tıpkı şunun gibidir: Ruhuna, bedenine, azalarına, damarlarına kemiklerine ve iç organlarına bakıldığı takdirde, insan çok olur ve aynı insan başka bir itibarla ve başka bir müşâhede ile bir'dir; o zaman 'O bir insandır' deriz. Bu bakımdan o, insaniyete nisbeten bir'dir ve nice şahıs vardır ki insanı gördüğü zaman, kalbine, insanın iç organlarının çokluğu, damarları, azaları, ruhunun tafsilâtı, bedeni hiç tesir etmez.

Bu iki durumun arasındaki fark şudur: Kişi istiğrak (dalış) halinde bir ile müstağraktır. Ona dalar. Onda tefrik etmek yoktur. Sanki o, cem'in (birleşmenin) kendisindendir. Çokluğa bakan ise, tefrika içindedir. İşte bunun gibi, varlık âleminde olan herşey Hâlık'tan tut, mahluk'a kadar, birçok değişik müşahedeleri vardır. Bu bakımdan o, itibarlardan biriyle birdir. Başka itibarlarla onun masivası çoktur. Bu itibarların bazısı, kesret bakımından, diğerinden daha şiddetlidir. Bunun misali insandır. Her ne kadar bu misal hedefe tam uygun olmasa da. . .

Fakat az da olsa bu misal, müşahede hükmünde çokluğun bir olmaya dönüştüğünün keyfiyetine dikkati çeker! Bu misalden anlaşıldı ki varmadığın bir makamı inkâr etmeyip onu tasdik ederek varlığına inanman ve bu Tevhîdle ona inandığından dolayı inandığın şey senin sıfatın değilse de ondan nasibin olur. Nasıl ki sen, peygamberliğe inandığında, her ne kadar peygamber değilsen de imanının kuvveti derecesinde, senin o makamdan nasibinin olduğu gibi. . . Bu müşahede ki onda, hak olan Bir'den başkası görünmez. Bazen devam eder. Bazen da çakan şimşek gibi gelirgeçer. Bu sonuncu durum daha galiptir. Devamlılığı pek nadirdir.

Hüseyin b. Mansur Hallac, Havvâs'ın seferden sefere koştuğunu gördüğünde 'Sen hangi halin içindesin?' diye sordu. O da 'Tevekkül hakkındaki hâlimi tashih etmek için dolaşıyorum' dedi. Oysa Havvâs tevekkül sahiplerindendi. Hallac-ı Mansur, ona 'Sen hayatını, iç âlemini tamir etmek hususunda tükettin. Acaba tevhîd hususunda fani olmak nerede kaldı?' demekle buna işaret etti. Sanki Havvâs, Tevhîd'in üçüncü makamını tashih etmek durumunda idi. Hallac ise, ondan dördüncü makamı istedi. İşte bunlar muvahhidlerin tevhîd'deki kısaca makamlarıdır.

Soru: Bu miktarın öyle bir şekilde açıklanması gerekir ki onun üzerinde tevekkülün nasıl bina edileceği anlaşılsın!

Cevap: Dördüncüsüne gelince, onun beyanına dalmak caiz değildir. Tevekkül de bu dördüncü dereceye bina edilmiş değildir. Tevekkül hali, tevhîd'in üçüncü derecesiyle hâsıl olur. Tevhîd'in birinci derecesinin ise nifak olduğu apaçıktır.

İkincisi ki inançtır müslümanların avâm tabakasında mevcuttur. Onun kelâm ilmiyle perçinleşmesi ve bid'atçıların hilelerinden korunmasının yolu, kelâm ilminde zikredilmiştir. Biz el-iktisad fi'l-itikad adlı kitabımızda onun önemli bir miktarını zikrettik.

Üçüncüsüne gelince, Tevekkülüm esasını o teşkil eder; zira itikadla hâsıl olan mücerred tevhîd, tevekkül halini kazandırmaz. Bu bakımdan biz tevekkülün bağlandığı miktarı kısa olarak zikredelim. Çünkü onun tafsilatını bu kitabın benzeri olan kitaplar kapsayamaz.

Kısacası şudur: Sana keşfolunur ki Allah'tan başka fâil yoktur. Her mevcut yaradılış, rızık vermek, almak, hayat, ölüm, zenginlik, fakirlik gibi isimlendirilen her şeyi tek başına yapan Allahü teâlâ'dır. Bunları yapmakta Allah'ın ortağı yoktur. Sana bu keşfolunduğu zaman Allah'tan başkasına nazar etmezsin. O'ndan korkar, O'nu umar, O'na güvenir ve O'na yaslanırsın. Çünkü tek başına yapan O'dur. Başkası değil! O'ndan başkası göklerin ve yerin bir zerresini bile kıpırdatmakta müstakil çalışmaya yetkili değildir, herşey O'nun emriyle hareket eder. Senin için mükâşefe kapıları açıldığında bu durum apaçık ve gözle müşahede etmekten daha mükemmel bir şekilde sana görünür. Şeytan, seni bu tevhîdden bir makamda geri bıraktırır ki bu geri bırakılışta iki sebepten dolayı kalbine şirk kokusu sokulmak istenir:

A) Birinci sebep, hayvanların yaptıklarını bizzat yaptığınızainanmak.

B) İkincisi cansız şeylere iltifat edip bakmaktır. Cemadâta iltifat etmeye gelince, bitkilerin yerden çıkışı, bitmesi ve gelişmesi hususunda yağmura, yağmurun yağışında buluta, bulutun teşekkülünde soğuğa, geminin seyrinde rüzgâra güvenmen gibi. . .

Bütün bunlar tevhîdde şirktir. İşin hakikatini bilmemektir.

Gemiye bindikleri zaman dini yalnız Allah'a has kılarak O'na dua ederler. Fakat (Allah) onları sâlimen karaya çıkarınca hemen (Allah'a) ortak koşarlar. (Ankebût/65)

Bu ayetin mânâsı hakkında 'Eğer rüzgârın düz esmesi olmasaydı, biz kurtulamazdık!' dedikleri söylenmiştir.

Âlemin işi kime olduğu gibi keşfolunursa o, rüzgârın hava olduğunu, havanın bir hareket ettiricisi olmaksızın kendiliğinden harekete geçmediğini bildiği gibi havayı harekete geçireni de bilir. Bu, tâ ilk hareketlendirene varıncaya kadar böyle devam eder. Öyle bir muharrik ki onu harekete geçiren bir kuvvet olmadığı gibi O, haddi zatında da müteharrik değildir. Çünkü hareket hadîstir. O, aziz ve celîldir. Bu bakımdan kulun, denizden kurtuluşta rüzgâra güvenmesi, tıpkı boynu kesilmek için getirilen bir kimsenin sultanın affedilmesi için yazdığı fermana değil de mürekkebe, kâğıda ve fermanın yazılışında kullanılan kaleme güvenip bakmasına benzer. Kurtuluşunu kalemi tutana değil de kaleme bağlar ve der ki: 'Kalem olmasaydı ben kurtulamazdım'. Bu ise, katıksız cehalettir. Kim esasında, kalemin hiçbir hükmü olmadığını, ancak kâtibin elinde oyuncak olduğunu bilirse, kaleme hiç iltifat etmez, kâtipten başka hiçbir şeye teşekkürde bulunmaz. Çoğu kez kurtuluşun sevinci, imzalayan sultana teşekkür etmesi onu öyle sevince sokar ki ne kalem, ne mürekkep, ne de divit kalbine gelmez.

Güneş, ay, yıldızlar, yağmur, bulutlar, yer, hayvanlar ve cemadât, kalemin, kâtibin elinde müsahhar olduğu gibi kudret kabzasında müsahhardırlar. İşte bu, senin için bir temsildir. Çünkü imza atan sultanın kâtibin kendisi olduğuna inanıyorsun. Hakîkat şudur ki Allahü teâlâ, kâtibin ta kendisidir.

(Ey Rasûlüm) attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı. (Enfâl/17)

Göklerde ve yerde olanların tümünün müsahhar olduğu sana keşfolunduğu zaman, şeytan senden ümitsiz olur ve şirkini tevhîd'ine katmaktan ümidini keserek gerisin geriye döner. Fakat ikinci tehlikeli yoldan ki ihtiyarî fiillerde canlıların fiillerini bizzat kendi iradeleriyle yaptığını sanmaktır hulûl ederek der ki: 'Bütün bunları nasıl Allah'tan görürsün? Oysa insan kendi ihtiyarıyla sana rızkını isterse verir, isterse keser. Senin boynunu kılıçla vuran şu şahıstır. O'nun gücü sana yeter. İsterse keser, isterse affeder. Bu bakımdan sen O'ndan nasıl korkmazsın! Nasıl O'ndan ümit etmezsin! Oysa herşey O'nun elindedir. Sen de bunu müşahede edip şüphe etmektesin'. Yine ona der ki: 'Kalem, kâtibin elinde müsahhar olduğu için onu görmeyebilirsin. Fakat kalemle yazan ve kalemi teshir eden kâtibi nasıl görmeyebilirsin?'

İşte bu noktada birçok kimsenin ayakları kaymıştır. Ancak Allah'ın hâlis kulları bundan müstesnadır. Öyle kullar ki şeytan onlara tasallut etmez. Onlar basiret nûruyla kâtibin, kudretin elinde müsahhar ve mecbur olduğunu müşahede etmişlerdir. Zayıfların, kalemin kâtibin elinde müsahhar olduğunu müşahede ettikleri gibi. . , O halis kullar, zayıfların buradaki yanılmasının, tıpkı karıncanın yanılması gibi olduğunu anlamışlardır. Karınca kâğıt üzerinde yürür ve kalemin kâğıda siyah şekiller yaptığını görür. Gözü kâtibin el ve parmaklarına bile uzanmayan karınca, el sahibini nasıl görecektir? İşte bu durumdan dolayı karınca yanılarak kağıda şekiller yapanın kalem olduğunu zanneder. Bu da onun görmesinin kalemin ucunu geçmeyecek kadar kısa olmasından ileri gelir! Aynen bunun gibi, göğsü Allah'ın nûruyla İslâm'a açılmayan bir kimsenin basireti, göklerin ve yerin cebbârı olan Allah'ı mülâhaza etmekten eksiktir. Hepsinin ötesinde kâhir oluşunu müşahede etmekten acizdir. Bu bakımdan zihni kâtibe takılır. Oysa bu, katıksız bir cehalettir. Kalp ve müşahede sahiplerinin hakkında Allahü teâlâ, yerde ve gökte olan bütün zerreleri konuşturan kudretiyle konuşturmuştur. Hatta onlar zerrelerin Allah'ı takdis ve tesbih ettiklerini işittiler. Keskin bir lisan ile harfsiz ve sessiz olarak nefislerinin aciziğine şahidlik ettiklerini dinlediler. Kalp kulağından mahrum olanlar bunu işitemezler. Bu kulaktan, seslerden başkasını işitmeyen kulağı kastetmiyorum.

Çünkü merkep de böyle bir kulakta insanın ortağıdır. Hayvanın insana ortak olduğu şeyin ne kıymeti olabilir? Ben kulaktan öyle bir kulak kastediyorum ki o kulakla, harf ve ses, Arabî ve Acemi olmayan bir konuşmayı dinlemeli!

Soru: Bu acaipliktir. Akıl bunu kabul etmez. Bu konuşmanın keyfiyetini bana vasıflandır! O nasıl konuştu, ne ile konuştu? Nasıl tesbih ve takdiste bulundu? Nefsinin azizliğine nasıl şahitlik ettiğini bana nitelendir!

Cevap: Yerde ve gökte bulunan her zerrenin, kalp sahipleriyle gizlice münacâtı vardır. Bu da inhisar altına girmeyen ve nihayeti olmayan bir durumdur. Bu zerreler nihayetsiz olan Allah kelâmının denizinden imdat isteyen kelimelerdir.

De ki: Rabbimin kelimelerini yazmak) için denizler mürekkeb olsa, rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. Bir o kadar daha getirsek bile! (Kehf/109)

Sonra onlar mülk ve melekûtun sırlarını fısıldarlar. Sırrın ifşası iyi değildir. Hür insanların göğüsleri sırların mezarlarıdır. Sen hiç bir kimsenin mülkün sırlarına emin sayılıp mülkün gizliliklerinin fısıldandığını onun da bunu halka ifşa ettiğini gördün mü? Eğer bizim için her sırrı ifşa etmek caiz olsaydı, Hazret-i Peygamber 'Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz az güler çok ağlardınız'7 der miydi? Belki Hazret-i Peygamber, onların gülmeyip ağlamaları için söylemiştir. Hem Hazret-i Peygamber, kader sırrının ifşasını yasaklamaz ve yine şu sözünü söylemezdi:

Yıldızlardan bahsedildiği zaman, duraklayın! (Bu bahse girişmeyin) . Kaderden bahsedildiği zaman, bu bahse dalmaktan sakının. Ashâbımın bahsi yapıldığı zaman dilinizi tutun. 8

Hem de Huzeyfe'yi (radıyallahü anh) bir kısım sırlara tahsis etmezdi. 9 Bu bakımdan mülk ve melekûtun zerrelerinin müşahede erbabının kalbiyle olan münacâtlarını hikâye etmeye iki engel vardır:

Birincisi, sırrı ifşa etmenin muhal oluşudur.

İkincisi, kelimesinin hasr ve nihayetinin dışına çıkmasıdır. Fakat biz, verdiğimiz misalde ki o da kalemin hareketidir zerrelerin münacâtını az miktar hikâye edeceğiz ki onunla mücmel olarak tevekkülün bunun üzerine bina edilmesinin keyfiyeti anlaşılsın. Biz o kelimeleri harfler ve seslerin kalıbına dökeceğiz. Her ne kadar o kelimeler esasında harf ve sesten ibaret değilse de. . . Fakat harf ve ses anlamanın zarurî unsurlarıdır.

Allah, nûrunun penceresinden kâğıda bakıp kâğıdın mürekkeple siyahlaştığını görünce ârif bir kişi kâğıda şöyle sordu: 'Senin yüzüne ne oldu? Bembeyazdın! Şimdi ise üzerinde siyahlık belirdi! Neden yüzün karardı? Bunun sebebi nedir?' Kâğıt 'Bu sözünle bana insaflı davranmadm. Ben kendiliğimden yüzümü siyahlatmadım. Fakat mürekkepten sor! O mürekkep, divitte toplanmıştı. Zulüm olarak yüzümün sahasına indi' dedi. Bunun üzerine, o zat kâğıda 'Doğru söyledin!' dedi.

Bu sefer, mürekkebe sordu. Mürekkep de 'Bana karşı insaflı davranmadm. Çünkü ben sakin bir şekilde divitte bulunuyordum. Oradan çıkmamaya niyetliydim. Kalem fâsit tamahkârlığıyla bana saldırdı. Beni vatanımdan kopardı. Memleketimden uzaklaştırdı. Gördüğün gibi, beni bembeyaz bir sahaya dökerek paramparça yaptı! Bu bakımdan mesuliyet kâleme aittir, bana değil!' dedi.

Kişi, mürekkebe 'Doğru söyledin!' diyerek kaleme, zulmünün ve mürekkebi vatanından çıkartmasının sebebini sordu. Kalem 'Elden ve parmaklardan sor! Çünkü ben, nehirler kıyısında biten bir kamıştım. Ağaçların yeşilliği arasında gezerken bir el, bir bıçak getirdi, üzerimden kabuğumu soydu, elbiselerimi yırttı. Beni kökümden kesti. Boğumlarımın arasını ayırdı. Sonra beni sivrileştirdi. Başımı ikiye ayırdı. Mürekkebin siyahına daldırdı. O beni çalıştırır, başımın üzerinde gezdirir. Bu suali sormakla benim yarama tuz ektin. Benden uzaklaş. Beni kahredenden sor' dedi.

Adam ona 'Doğru söyledin!' deyip kaleme yapmış olduğu zulmü el'e sordu: 'Neden kalemi çalıştırıyorsun?' dedi. El, cevap olarak dedi ki: 'Ben, et kemik ve kandan ibaretim. Zulmeden bir eti, kendiliğinden harekete geçen bir cismi hiç gördün mü? Ben ancak müsahhar olan bir merkebim. Kudret ve izzet adlı bir binici sırtıma binmiştir. Beni kıpırdatan, beni yeryüzünün etrafında gezdiren odur. Sen toprak, taş ve ağaçlara bakmaz mısın? Onlardan hiçbir şey yerinden kıpırdamıyor. Kendiliğinden harekete geçmiyor. Çünkü bana binen kuvvetli ve kahhar binici gibi, onların sırtında biri yoktur. Sen ölülerine yine bakmaz mısın? Et, kemik ve kan suretinde benimle eşittirler. Sonra onlarla kalem arasında hiçbir muamele yoktur. Benim de şahsen kalemle aramda hiçbir muamele yok. Benim durumumu kudretten sor! Çünkü ben bir merkebim. Bana binen beni sürer!'

Kişi ona da 'Doğru söyledin!3 deyip kudrete, eli neden çalıştırdığını, neden çokça gezdirdiğini ve kullandığını sordu. Kudret 'Beni kınamaktan vazgeç' Nice kimse vardır ki kınar. Oysa kendisi kınanmıştır ve nice kınanmış vardır ki günahı yoktur. Benim işim nasıl sana gizli kalır? Hele bilerek sana zulmettiğimi nasıl zannediyorsun? Oysa ben, hareket ettirmeden önce yine onun sırtındayım. Fakat onu hareketlendirmez ve çalıştırmazdım. Ben uyumuş, sakin bir vaziyetteydim. Öyle bir uyku ki beni ölü veya yok zannederlerdi.

Çünkü ne kıpırdar, ne de kıpırdatırdım. Bu esnada vekil kılınan biri geldi. Beni uyandırdı. Gördüğün hareketime beni zorladı. Onun dediğini yapmaya kuvvetim var. Fakat yapmamaya kuvvetim yoktur. Bu müvekkile irade adı verilir. Ben onu ancak ismiyle ve hücum etmesiyle, beni uykunun derinliğinden uyandırmasıyle ve eğer yakamı bırakıp beni kendi reyimle başbaşa bıraksaydı yapmayacağım harekete beni sevketmesiyle tanırım' dedi.

Kişi ona da 'Doğru söyledin!' deyip irade'ye 'Bu sakin kudreti hareketlendirmeye yöneltecek derecede onu kurtuluşu olmayan bir işi yapmaya mecbur edercesine harekete geçirmeye seni cesaretlendiren nedir?' diye sordu. İrade dedi ki: 'Benim hakkımda acele hüküm verme! Belki özrümüz vardır. Oysa sen kınıyorsun. Ben kendi başıma harekete geçmedim, fakat geçirildim. Uyanmadım, fakat kahredici bir hüküm ve kesin bir emirle uyandırıldım. O hüküm gelmeden önce sakindim. Fakat kalbin huzurundan, aklın lisanı üzerine ilmin elçisi bana geldi kudreti hazırla dedi. Ben de mecbur olarak onu hazırladım. Ben ilim ve aklın kahrı altında müsahhar bir miskinimdir. Bilmiyorum hangi cürümle bu işe teshir edildim? İlme itaat etmeye mecbur kılındım? Fakat ben bilirim ki daha önce bu kahredici elçi kapımı çalıncaya kadar sükûnet içerisindeydim. Bu adil veya zâlim hâkim gelinceye kadar. . .

O zaman bunun yanında durduruldum. Ona itaat etmek bana farz kılındı. Hatta artık ona muhalefet etmeye gücüm yoktu. Hayatımla yemin ederim tereddüt edip, hükmünde hayret gösterdikçe ben sakinimdir. Fakat onun hükmünü beklerken sakinim. Ne zaman ki hükmü kesinleşirse ben, ister istemez onun emri altında ürker, onun hükmünü yerine getirmek için kudreti hazırlarım. Bu bakımdan benim durumumu bana değil ilim'e sor. Beni kınamayı bırak! Zira ben şairin dediği gibiyim:

Ne zaman bir kavmin yanından göç ettirmeme kudretleri olduğu halde göç edersem, bu takdirde bil ki göç edenler onlardır!

Kişi 'doğru söyledin!' deyip ilim, akıl ve kalbe yönelip meseleyi onlardan talep etti. İradeyi uyandırdıklarından, kudreti hazırlamaya onu teshir ettiklerinden dolayı onları kınadı. Bunun üzerine akıl dedi ki: 'Bana gelince, ben bir lambayım. Kendiliğimden yanmadım, fakat yakıldım'. Kalp dedi ki: 'Ben bir levhayım. Kendiliğimden yayılmadım, yaydırıldım'. İlim dedi ki: 'Bana gelince, ben bir nakışım, akıl lambası üzerime doğduğunda kalp levhasının beyazlığına nakşedildim. Kendi irademle yazmadım Bu levha daha önce nice seneler boştu. Bu bakımdan benim durumumu kaleme sor; zira yazı ancak kalemle olur'.

O anda, soran yutkundu ve bu cevap onu ikna etmedi ve şöyle dedi: 'Bu yoldaki kınanmam oldukça uzadı. Mertebelerim oldukça çoğaldı. Bu işi kendisinden öğrenmek istediğim herkes beni başkasına havale ediyor. Fakat ben, kalpte makbul olan bir konuşmayı ve suali bertaraf eden bir mazereti dinlediğime gezdirilmeme rağmen seviniyordum. Fakat senin 'Ben bir hat ve nakışım, ancak beni kalem yazmıştır' demeni ben anlamıyorum; zira, kamıştan olmayan bir kalemi, demirden veya odundan olmayan bir levhayı, mürekkep ile yazılmayan bir yazıyı, ateşle yakılmayan bir lambayı bilmem. Oysa ben, bu evde, levha, lamba, yazı, kalem, konuşma dinliyorum. Bunlardan hiç birini görmüyorum. 'Değirmen gürültüsünü işitiyorum. Fakat un görmüyorum'.

Bunun üzerine, ilim kişiye dedi ki: Eğer söylediğinde doğruysan, o halde, senin sermayen azdır. Azığın az ve merkebin zayıftır. Bil ki girmiş olduğun yolda tehlikeli geçitler çoktur. O halde senin için sevap, geri gidip arkasına düşeni bırakmaktır; zira bu senin yuvan değildir. O halde sen ondan çık! Herkes ne için yaratılmış ise, onu yapmaya muvaffak olur. Eğer sen hedefe gitmek istiyorsan dinle!

Bil ki: Senin bu yolunda, âlemler üçtür:

Mülk ve şehadet âlemi ki bu ilkidir kâğıt, mürekkep, kalem ve el, ondandırlar. Oysa sen kolaylıkla o geçitleri geçtin.

İkincisi, melekût âlemidir. O da benim arkamdadır. Beni geçtiğin zaman onun konaklarına erişir, onda sahralar, buram buram kokan cehennem vâri dereler, upuzun dağlar, boğucu denizler mevcuttur. Bilmiyorum onlardan nasıl kurtulacaksın?

Üçüncüsü, ceberrût âlemidir. Bu âlem mülk ile melekût âlemleri arasındadır. Sen bu âlemin de baştan üç konağını kat etmiş bulunuyorsun. Kudret, irade ve ilim konakları. . . .

Bu âlem, mülk, şehadet ve melekût âlemi arasında vasıtadır. Çünkü yol bakımından mülk âlemi bundan daha kolay, melekût âlemi daha çetindir, ceberrût âlemi ise, mülk ile melekût âlemleri arasında, yer ile su arasında hareket halinde bulunan gemiye benzer. O gemi ne suyun üzerinde sallanır, ne de yerin üzerinde sâkin durur. Kim yeryüzünde yürürse, mülk ve şehadet âleminde yürür. Eğer onun kuvveti gemiye binmeye yetiyorsa o, ceberrût âleminde yürüyen bir kimse gibidir. Eğer gemisiz, su üzerinde yürüyecek dereceye varırsa o, zikzak yapmaksızın melekût âleminde yürür. Eğer sen su üzerinde yürümeye muktedir değilsen geri dön! Çünkü gemiyi geride bırakmışsın. Senin önünde saf sudan başka birşey yok! Melekût âleminin öncesi, vasıtasıyla kalp levhasında ilmin yazı yazdığı kalemin müşahedesi ve vasıtasıyla su üzerinde yürüyen yakînin elde edilmesidir. Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Îsa hakkında sözünü dinlemedin mi? 'Eğer o, yakîn bakımından daha yüksek olsaydı havada yürürdü'. Peygamber bu sözü, kendisine, Îsa (aleyhisselâm) su üzerinde yürüyordu' denildiği zaman söylemiştir. 10

Bunun üzerine, sual soran 'İşinde hayrete düştüm! İlmin bana vasıflandırdığı yolun tehlikesinden kalbimin korktuğunu hissettim. Bilmiyorum, bana söylenilen bu tehlikeli sahaları geçebilir miyim, geçemez miyim? Acaba bunun alâmeti var mıdır?' diye sorunca cevap olarak 'Evet vardır' dedi. Gözünü aç! Gözlerinin ışığını derle! Onu bana doğru tez bir şekilde yönelt! Eğer kalbin levhası üzerinde, kendisiyle yazı yazdığın kalem sana görünürse, o takdirde bu yolun ehli olanlara benzemiş olursun; zira kim ceberrût âlemini geçip melekût âleminin kapılarından birini çalarsa, önce kalemi görür. Görmez misin, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) işin başlangıcında kalemin keşfine mazhar oldu; zira onun üzerine şu âyet nazil oldu:

Yaratan rabbinin adıyla oku! O insanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Senin rabbin nihayetsiz kerem sahibidir ki O, kâlemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti. (Alak/1-5)

Bunun üzerine sâlik dedi ki: 'Gözümü açtım ve keskinleştirdim. Allah'a yemin ederim. Ben ne kamış, ne de odun görmüyorum. Ben onun gibi hiçbir kalemi bilmiyorum'. Bunun üzerine, ilim dedi ki: 'Talebi pek uzak gösterdim. Bilmiyor musun, evin eşyası ev sahibine benzer! Bilmez misin, Allahü teâlâ'nın zatı, diğer zatlara benzemez, o halde O'nun eli ellere, kalemi kalemlere, kelâmı kelâmlara, yazısı da diğer yazılara benzemez. Bunlar melekût âleminden olan birtakım ilâhî işlerdir.

Allahü teâlâ, cisim olmadığı gibi bir mekanda da değildir. Fakat Allah'tan başkası böyle değildir. O'nun eli et, kemik ve kandan değildir. Fakat diğer eller öyle değil. O'nun kalemi kamıştan, levhası ağaçtan, kelâmı ses ve harften değildir. O'nun hattı rakam ve resim değildir. O'nun mürekkebi boyadan ibaret değildir. Eğer bunu böyle görmüyorsan, seni tenzihin koçluğu ile teşbihin dişiliği arasında erkek elbisesine bürünmüş bir kadın ve bununla diğeri arasında şaşkın şaşkın gezen bir kimse olarak görürüm. Ne bunlardan, ne de onlardan. . . O halde sen, Allah'ın zat ve sıfatlarını cisim ve cismin sıfatlarından nasıl tenzih ettin? O'nun kelâmını harf ve seslerden nasıl tenzih ettin? Başladın, Onun eli, kâlemi, levhi ve yazısı hakkında tevakkuf etmeye. Eğer sen Hazret-i Peygamber'in 'muhakkak ki Allah Âdem'i (aleyhisselâm) kendi sureti üzerine yarattı' hadîsinden gözle görülen, zâhiri sureti anlamışsan, mutlaka sen Müşebbihe'den (Allah'ı insana benzetenlerden) olmuş olursun! Nitekim şöyle denilir:

Ya katıksız bir yahûdî ol! Ya da Tevrat'la oynama!

Eğer o hadîs-i şeriften, gözlerle değil basiretle idrâk edilen bâtınî sureti anlamışsan, o zaman katıksız bir tenzihci ve erkek bir takdisci ol! Mukaddes olan Tuva vâdisinde bulunuyorsun. O halde yolu acele geç. Kalbinin sırrıyla, vahyolunacak şeyi dinle! Umulur ki ateşin yanında bir hidayetçi bulursun ve yine umulur ki arşın çadırlarından Hazret-i Mûsa'ya haykırılan sesle sana da haykırılır!

Ey Musa! Haberin olsun! Ben senin rabbinim. (Tâhâ/12)

Sâlik bunları, ilim'den dinlediği zaman, nefsinin kusurlu olduğunu sezdi. Teşbih ve tenzih arasında bir muhannes olduğunu idrâk etti. Bunun üzerine nefsine, fazlasıyla kızdığından dolayı, kalbi alev alev yanmaya başladı. Bunu da nefsini eksiklik gözüyle gördüğü zaman yaptı. Onun kalbinin penceresinden olan yağı neredeyse ateşsiz ışık verecekti. İlim, hiddetle o yağa üflediği zaman yağ tutuştu. Nûr üzerine nûr oldu. İlim ona dedi ki: 'Şu anda bu fırsatı değerlendir. Gözünü aç! Umulur ki ateşin yanında bir yol gösterici bulursun!' Bunun üzerine sâlik gözünü açtı. Ona ilâhî kalem göründü. İlâhî kalemi, ilmin vasıflandırdığı gibi tenzih vasfında gördü. O kalem ağaç ve kamıştan değildi. Ne ucu, ne kuyruğu vardı. Durmadan bütün beşerin kalbinde ilmin çeşitlerini yazıyordu. Onun her kalpte ucu vardır, başı yoktur. Bunun üzerine ucub ve hayret kendisinden zâil olarak şöyle dedi: İlim ne güzel bir arkadaştır! Allah benden taraf ona hayırlı bir mükâfat versin; zira şimdi bana, kalemin vasıfları hakkında ilmin vermiş olduğu haberlerin doğruluğu belirdi; zira ben o kalemi, başka kalemlere benzemez bir kalem görüyorum'.

İşte bu sırada ilme veda ederek teşekkür etti ve dedi ki: 'Senin yanında uzun kaldım. Senden istediklerim gayet çok oldu. Oysa ben kaleme gitmek azmindeyim. Gidip kendisine şânını sorayım!' Bunun üzerine kaleme gitti ve ona dedi ki:

- Ey Kalem! Sen neden kalplere hükümler yazıyorsun, zira onunla iradeler kaderi hazırlamaya ve mukadderata yöneltmeye tahrik ediliyor?

- Sen mülk ve şehadet âleminde gördüğünü, zâhir kalemin orada vermiş olduğu cevabı ve seni ele havale etmesini unuttunmu?

- Hayır onu unutmadım!

- O halde, benim cevabım da o zâhir kalemin cevabı gibidir.

- Nasıl olur? Oysa sen o kaleme benzemiyorsun?

- Dinlemedin mi? Allahü teâlâ Âdem'i (aleyhisselâm) kendi sûreti üzerinde yarattı!

- Evet!

- O halde, benini durumumu, Yemin 'ül-Melik lakabıyla anılan zata sor. Çünkü ben onun kabzasmdayım. Beni getirip götüren odur. Ben onun emrindeyim. Teshir olmak mânâsında ilâhî kalem ile Âdem oğlunun kalemi arasında fark yoktur. Fark ancak suretin zâhirindedir!

- Yemin 'ül-Melik kimdir?

- Sen Allahü teâlâ'nın şu ayetini işitmedin mi?Gökler de sağ elinde dürülmüştür. (Zümer/67)

- Evet! Ben bu âyeti işittim.

- Kalemler de O'nun sağ elindedir. Kalemleri gezdiren O'dur!

Bu konuşmadan sonra sâlik, kalemin yanında Yemin'e doğru yol aldı ve yemini müşahede etti. Onun acaipliklerini kalemin acaipliklerinden daha fazla gördü! O acaipliklerin hiç birini vasf etmek ve şerh etmek caiz değildir. Hatta ciltlerce kitab o acaipliklerden birinin vasfının binde birini ihata etmekten bile acizdir. Onun hakkındaki kısa söz şudur: O, dirilere benzemeyen bir diri, ellere benzemeyen bir el, parmaklara benzemeyen bir parmaktır. Kişi baktı ki kalem, onun kabzasında, hareket halinedir. Böylece kalemin özrü, kişiye belirdi. Bunun üzerine kişi, Yemin 'den durumunu ve kalemi hareketlendirmesinin nedenini sordu. Yemin ona 'Benim cevabım şehadet âleminde gördüğün Yemin den dinlediğin cevabın benzeridir. O da kudrete havale etmektir; zira haddi zatında elin hükmü yoktur.

Şüphesiz ki eli hareketlendiren kudrettir' dedi. Bunun üzerine sâlik, kudret âlemine revan oldu. Orada öyle acaiplikler gördü ki bunların yanında, daha önce görülen acaiplikler küçük kalır. Kişi, kudret'e yemin'i hareketlendirmesinin sebebini sordu. Kudret 'Ben ancak bir sıfat ve niteliğim. Kâdir (kudret sahibinden sor! Zira sıfatlara değil, mevsuflara (sıfat sahiplerine) güvenilir!' dedi. Fakat yine de yanına yaklaştı ki kişi, haddini tecavüz edip sual lisanını cüretle açsın. Fakat sabit bir söz ile yerinde kalakaldı. Huzûr-i Rabbânî'nin çadırlarının perdelerinin ötesinden çağrıldı.

O (Allah) yaptığından sorulmaz, ama onlar sorulurlar (Enbiya/23)

Bunun üzerine huzurun heybeti, onu dört taraftan kapladı. O baygın olarak, heybet içerisinde yere düşüp tepindi, ayıldığında 'Sen ortaktan münezzehsin. Senin şanın ne büyüktür. Sana tevbe ettim. Sana tevekkül ettim. Senin Cebbâr, Vâhid, Kahhâr bir sultan olduğuna inandım. Bu bakımdan senden başkasından korkmam, senden başka hiç kimseden ummam. Ancak cezalandırmandan affınla sana sığınırım. Rızana bürünerek öfkenden sana sığınırım. Benim çıkar yolum ancak senden istemek, sana iltica etmek, senin huzurunda sızlayarak 'Göğsümü benim için genişlet ki seni tanıyayım. Dilimden düğümü çöz ki seni öveyim' dememdir.

Bunun üzerine, perdeler arkasından çağrıldı. Övgüye tamah etmekten ve peygamberlerin efendisinden fazlasını yapmaktan sakın ve ona dön. Emredileni yap, yasaklananı bırak. O sana ne demişse sen de onu söyle. Çünkü o bu huzurda şundan fazlasını söylemedi: 'Sen ortaktan münezzehsin. Senin kendini övdüğün gibi seni övmeye takatim yetmiyor'. Bunun üzerine kişi dedi ki: 'Yârab! Eğer dilin seni övmeye cüreti yoksa acaba kalbin seni tanımaya tamahı var mıdır? Yani kalp bu tamahı besleyebilir mi?' Bunun üzerine şöyle seslenildi: "Sakın sıddîkların boynuna basma! En büyük sıddîk'ın (Hazret-i Ebû Bekir'in) yanına dön. Ona uy! Zira peygamberlerin efendisinin ashâbı yıldızlar gibidirler. Hangisine uyarsan doğru yolu bulursun. Sen onun şöyle dediğini duymadın mı: İdrâkin terkinden aciz olmak da idrâktir! Bizim huzurumuzdan nasib olarak, huzurumuzdan mahrum olduğunu, cemâl ve celâlimizin mülâhazasından aciz olduğunu bilmen de sana kâfidir".

Bu noktadan sâlik döndü, daha önceki sual ve kınamalardan dolayı özür diledi. Yemine, kaleme, ilime, iradeye, kudrete ve onlardan sonra gelenlere 'Benim özrümü kabul ediniz. Çünkü ben garib bir kimseydim. Bu memlekete yeni gelmiştim. Her yeni gelenin bir şaşkınlığı olur. Sizi kınamam, kusur ve cehaletten geliyordu. Şimdi ise, mazeretinizin doğruluğu göründü. Bana göründü ki mülk ve melekût, izzet ve ceberrûtu tek başına edinen ancak Vâhid ve Kahhâr olandır. Sizler ancak O'nun kahir ve kudreti altında müsahhar, O'nun kabzasında gidip gelenlersiniz. Evvel, âhir, zâhir, bâtın ancak O'dur'.

Bunları şehadet âleminde söylediği zaman, inanılmadı ve kendisine denildi ki: 'O nasıl hem evvel, hem âhir olur? Oysa bunlar zıt olan iki vasıftır. O nasıl hem zâhir, hem bâtın olur? Oysa evvel âhir, zâhir de bâtın değildir'.

Cevap olarak dedi ki: 'O, mevcutlara nisbeten evveldir. Çünkü bütün mevcudât, tertip üzere O'ndan sâdır oldu. O, kendisine doğru yürüyenlerin yürüyüşüne nisbeten âhirdir; zira onlar, durmadan, bir dereceden bir dereceye yükselmektedir ki o huzura varıncaya kadar. . . Bu bakımdan O, seferin âhiridir. Öyleyse O, müşahedede âhir, vücudda evveldir: O, şehadet âleminde duran, beş duyu ile O'nu idrâk etmeyi talep edenlere nisbeten bâtındır. Melekût âleminde geçerli olan bâtınî basiretle kalpte yanan lambada O'nu talep edene nisbeten zâhirdir. İşte fiilde Tevhîd yolunun yolcularının Tevhîd'i böyledir. Benim bu tevhîdden gayem; kendisine fâilin bir olduğu keşfolunan bir kimsenin tevhîd'idir.

Soru: Bu Tevhîd, öyle bir hududa gelmiştir ki melekût âlemine olan îman onun üzerine bina edilir. O halde, bunu anlamayan veya inkâr edenin durumu ne olur?

Cevap: İnkâr edene gelince, onun tedavisi ancak ona şöyle demektir. Melekût âlemini inkâr etmen Semniye fırkasının ceberrût âlemini inkâr etmesi gibidir. Semniye fırkası ilimleri, beş duyuya hasretmişlerdir. Bu bakımdan beş duyu ile idrâk olunmadığı için ilim, irade ve kudreti inkâr etmişlerdir. Dolayısıyla beş duyudan ötürü şehadet âlemine yapışıp ötesine gitmemişlerdir.

Eğer 'Ben de onlardanım! Çünkü ben ancak beş duyu ile şehadet âlemine varırım. Onun ötesinde birşey bilmiyorum' dersen bu takdirde cevap olarak denilir ki: Beş duyunun ötesinde bulunan metafizik hâdiseleri biz basiretle müşahede etmişizdir. Onları inkâr etmen Sofistlerin beş duyuyu inkâr etmesi gibidir. Çünkü Sofistler 'Görmediğimize inanmayız. Belki biz onu rüyada görürüz' demişlerdir.

'Ben sofistlerdenim. Beş duyu ile idrâk olunduğundan da şüphedeyim!' derse, kendisine denilir ki: Bu şahsın mizacı fesada uğramıştır. Tedavisi mümkün değildir. Bu bakımdan birkaç gün o haliyle terkedilir. Çünkü her hastanın tedavisine doktorların gücü yetmez. İşte bu, inkârcının hükmüdür. İnkâr etmeyen, fakat anlamayan bir kimseye gelince, sâliklerin ona karşı takip edecekleri yol melekût âlemini müşahede ettiği gözüne bakmaktır. Eğer gözünün sağlam olduğunu, fakat göze siyah suyun indiğini, o suyun temizlenmesinin de mümkün olduğunu görürlerse, bu takdirde sürmecinin zâhirî gözle meşgul olduğu gibi, onun gözünü temizlemekle meşgul olmalıdır. Onun gözü, sıhhat bulduğunda yürümesi için yola irşad olunacaktır.

Nitekim Hazret-i Peygamber bunu ashâbının havassına uygulamıştır.

Eğer gözünün tedavi edilmesi mümkün değilse, Tevhîd hususunda zikrettiğimiz yolda onu yürütmek mümkün değildir. Mülk ve melekût'un tevhîd'i ilan edişlerini duyması mümkün değildir. Bu bakımdan onunla harf ve sesle konuşunuz. Tevhîd'in zirvesini onun anlayışına indirin. Çünkü şehadet âleminde de bir Tevhîd vardır; zira herkes bilir ki ev iki sahipli oldu mu düzeni bozulur. Şehirde iki vali oldu mu fesada gider. Bu bakımdan onun aklına göre kendisine denir ki: 'Âlemin ilâhı birdir. Alemi tedbir eden birdir; zira yer ve gökte Allah'tan başka ma'budlar olsaydı, muhakkak yer ile gök fesada uğrardı'. Bu bakımdan bu, onun şehadet âleminde gördüğüne uygun düşer. Böylece aklına uygun olan bu yollar sayesinde onun kalbinde Tevhîd inancı dikilmiş olur. Çünkü Allahü teâlâ, peygamberlere ve varislerine, insanların akıllarına göre konuşmalarını zorunlu kılmıştır. Bunun için Kur'ân, Arapların konuşmalarındaki âdetleri üzerine Arap diliyle inmiştir.

Soru: Bu itikadî tevhîd'in benzeri, tevekkül için esas olmaya elverişli midir?

Cevap: Evet, elverişlidir. Çünkü inanç kuvvet bulduğunda, keşfin halleri kabarttığı gibi halleri kabartır. Ancak çoğu zaman bu itikadî Tevhîd zayıf olup ona sallantı ve sarsıntılar hücum eder. Bunun için bu inancın sahibi, konuşmasıyla kendisini koruyan bir kelâmcıya muhtaçtır veya hocasından almış olduğu akideyi muhafaza etmek için o kelâmcıdan öğrenmeye muhtaçtır. Anne ve babasından ve memleketinin halkından aldığı akidesi için de buna ihtiyacı vardır. Yolu görüp bizzat yürüyen bir kimse ise, onun için bu şeylerin hiç birinden korkulmaz. Hatta perde kalksa bile onun yakîni her ne kadar vuzuh bakımından artsa bile (son raddede olduğundan) artmaz.

Sabah olduğu zaman bir insanı gören bir kimse, güneş doğduktan sonra onun insan oluşunda yakîn bakımından bir artış kaydetmez. Ancak onun yaratılışının tafsilatında, vuzuh bakımından yakîni artar. Keşif sahipleriyle inanç sahiplerinin misali Firavun'un sihirbazları ile Sâmirî'nin arkadaşları gibidir. Çünkü Firavun'un sihirbazları sihrin tesirininin sonucuna vâkıf olduklarından zira çok görmüş ve denemişlerdi Hazret-i Mûsa'dan sihrin hududunu geçen bir mu'cize gördüklerinde işin hakikatini anladılar.

Ben size izin vermeden ona inandınız ha! O size sihir öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. (Tâhâ/71) Onlar ise Firavun'un bu tehdidine aldırış etmeyip şöyle dediler:

Biz seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin. (Tâhâ/72)

Çünkü beyan ve keşif, tağyir ve ifsadı önler. Sâmirî'nin arkadaşlarına gelince, onların imanları ejderhanın zâhirine bakıştan geldiğinden dolayı Sâmirî'nin buzağısına bakıp onun böğürmesini dinlediklerinde, imanları bozuldu ve onun 'işte sizin de Musa'nın da ilâhı budur!' (Tâhâ/88) sözünü dinlediler ve onlardan bir zararı defedip onlara bir fayda sağlamayacağını unuttular. Bu bakımdan ejderhaya bakmakla îman eden herkes, şüphesiz ki buzağıya baktığında küfre saplanır. Çünkü ejderha da buzağı da şehadet âlemindendir. Şehadet âleminde ise ihtilaf ve tezatlar çoktur. Melekût âlemi Allah katından olduğundan onda asla ne bir ihtilâfa ne de bir tezada rastlamazsın.

Soru: Senin söylediğin Tevhîd vasıtaların ve sebeplerin müsahhar oldukları anlaşılırsa zâhirdir. Bütün bunlar da zâhirdir. Ancak insan fiillerinde böyle değildir. Çünkü insan isterse yapar, isterse yapmaz. Bu bakımdan insan nasıl müsahhar olabilir!

Cevap: Eğer, o buna rağmen dilemek istiyorsa diler, eğer dilemek istemiyorsa dilemez. İşte burası ayakların kaydığı ve yanlışlığın yapıldığı bir yerdir. Fakat şu anlaşılmıştır ki Allah dilediği zaman, o ister dilesin ister dilemesin, Allah'ın dilediğini yapmak mecburiyetindedir. O halde dilemek kulun elinde değildir; zira onun elinde olsaydı, onun dilemesi ikinci bir dilemeye muhtaç olurdu ve böylece sonsuza doğru zincirleme giderdi.

Dilemek kulun elinde olmadığı zaman, kudreti makdûra yönelten dilemek meydana geldikçe, kudret, kendisine tevdi edilen vazifeyi yapmak mecburiyetinde kalır. Muhalefet edemez. Bu bakımdan hareket, kudretle zarurîdir. Kudret de meşiyyetin kesinliği anında zarurî olarak harekete geçer. O halde meşiyet, kalpte bir zaruret meydana getirir. İşte bunlar birtakım zaruretlerdir. Bazısı bazısına bağlıdır. Kul meşiyetin varlığını bertaraf edemediği gibi, meşiyetten sonra kudretin makdura yönelmesini de bertaraf edemez. Meşiyet, kudreti harekete geçirdikten sonra hareketin varlığını da kaldıramaz. Bu bakımdan kul, bütün bunlarda mecburdur.

Soru: Senin bu söylediğin katıksız cebrdir. 11 Cebr ise ihtiyar mezhebine zıd düşer. Oysa sen ihtiyarın varlığını kabul ediyorsun. Bu bakımdan kişi hem mecbur, hem de muhtar nasıl olabilir?

Cevap: Eğer perde kalksaydı, anlardın ki kul bizzat ihtiyarda da mecburdur. O halde ihtiyar'ı anlamayan bunu nasıl anlar? Bu bakımdan biz, kelâmcıların lisanıyla ihtiyar'ı kısaca izah edelim ki daha önce zikrettiğimize bir sonuç olsun. Çünkü bu kitabda muamele ilminden başka bir hedef güdülmemiştir. Fiil lâfzı insanda üç vecihe hamledilir: Zira denir ki: İnsan parmaklarıyla yazar! Teneffüs borusu ve hançeresiyle nefes alır. Bedeniyle su üzerinde durursa suyu ikiye böler. Bu bakımdan insana suyu yarmak, nefes almak ve yazmak nisbet edilir. Bu üç sıfat mecburiyet ve cebr hakikatinde birdirler. Fakat bunun ötesinde birçok işlerde değişik manzaralar arzederler. Üç ibare ile bunu izah edelim: Yüzü koyun suya girdiğinde suyu yarmasına tabiî fiil adını veririz. Nefes almasına irâdî fiil, yazmasına ihtiyarî fiil adını veririz. Tabiî fiilde cebr zâhirdir; zira İnsan oğlu ne zaman suya girerse veyahut da duvardan boşluğa atılırsa, şüphesiz ki hava ikiye bölünür. Bu bakımdan atıldıktan sonra havanın ikiye bölünmesi zarurîdir.

Nefes almak da bu mânâdadır; zira hançerenin hareketini nefes alma iradesine nisbet etmek, tıpkı suyun bölünmesini bedenin ağırlığına nisbet etmek gibidir. Bu bakımdan ağırlık ne zaman mevcut olursa suyun bölünme hâdisesi meydana gelir. Oysa ağırlık da insanın fiili değildir. İşte irade de bunun gibi, insanın fiili değildir. Bir insanın gözüne iğne batırılmak istense mecburî olarak göz kapakları kapanır. Eğer gözlerini açık bırakmak istese buna gücü yetmez. Oysa mecburî olarak kapanan göz kapakları irade ile olan bir fiildir. Fakat iğnenin sureti, idrâk ile, gözün müşahedesinde görüldü mü, göz kapanması iradesi ve bu kapanmanın hareketi zarurî olarak meydana gelir. Eğer kapatmayı terketmek istese buna gücü yetmez. Oysa bu onun kudret ve iradesiyle yapılan bir fiildir. Bu bakımdan bu fiil, zarurî olmasında, tabii fiile iltihak eder.

Üçüncüye gelince, o da ihtiyarîdir. Yazı ve konuşma gibi. Burası karışıklığın ve şüphenin hâkim olduğu bir yerdir. Bu durumda 'Eğer dilerse yapar, eğer dilerse yapmaz. Bazen diler, bazen dilemez' denilir. Bu bakımdan bu ibareden işin kulun elinde olduğu zannedilir. Oysa böyle zannetmek ihtiyar'ın mânâsını bilmemektir.

Biz şimdi ihtiyar'ın mânâsının yüzüne gerilen perdeyi kaldıralım: İrade, şeyin sana uygun olmasını öğreten ilme tâbidir. Eşka ise, tereddütsüz, sana uygun olması zâhir ve bâtın müşahedenle kuvvet bulan kısımlar ile aklın hakkında tereddüt ettiği kısma ayrılır.

Bu bakımdan tereddütsüz kabul ettiğinin misali, gözüne iğne sokulmak istenildiğinde veya sana kılıç ile saldırıldığmda, bunun defedilmesinin senin için daha hayırlı ve uygun olduğunu bildiren ilimde zerre kadar tereddüt yoktur. Madem ki böyledir, şüphesiz ilim ile irade, irade ile de kudret harekete geçer. Defetmekle göz kapaklarının hareketi meydana gelir. Kılıcı uzaklaştırmak için el gayr-i ihtiyarî harekete geçer. Bu hareket, düşüncesiz meydana gelir, fakat yine de irade ile olur. Eşyadan öylesi vardır ki akıl orada kalakalır. Uygun olup olmadığını bilmez. Bu bakımdan yapmasının mı yapmamasının mı daha iyi olduğunu anlamak için düşünceye mecbur kalır. Düşünce ile birinin daha hayırlı olduğu anlaşılınca bu, tereddütsüz kabul edilene iltihak eder. Burada da irade kılıç ve mızrağı uzaklaştırmak için akla, hayırlı olmadığı beliren bir fiil için irade harekete geçtiğinde, o iradeye hayır masdarından (kökünden) gelen İrade-i ihtiyariye adı verilir. Yani o, akıl için daha hayırlı olduğu anlaşılan bir şeyi harekete geçirdiğinde iradedir. O bu iradenin aynısıdır.

Ancak şu var ki bu iradenin harekete geçmesi, kişinin yapılmasında hayırlı gördüğünü yapmasını sağlayan düşünce neticesinde olmamıştır. Ancak kılıcın uzaklaştırılmasındaki hayır, kendiliğinden belirmiş, ilk görüşte tebellür etmiştir. Bu ise, düşünceye muhtaç olmuştur. Bu bakımdan ihtiyar özel bir iradeden ibarettir. O öyle bir iradedir ki idrâkinde aklın duraksadığı şey hakkında, aklın işaretiyle harekete geçmiştir.

Bundan dolayı denilmiştir ki iki hayrın daha hayırlısını ve iki şerrin daha şerlisini seçmek için akla ihtiyaç vardır. İradenin ancak his, hayal veya akıldan gelen kesin bir hükümden ötürü meydana gelmesi düşünülür. Bunun için bir insan, kendi boynunu kesmek istese, bu çok zaman imkânsızdır. Fakat bu imkânın yokluğu 'elinde kudret yoktur' veya 'bıçak yoktur' demek değildir. Ancak 'kudreti yönelten ve davet eden irade yoktur' demektir. Bu iradenin yok olması da şu illettendir: İrade, aklın hükmüyle veya fiilin daha uygun olmasını hissetmesiyle meydana gelir. Kişinin kendi nefsini öldürmesi ise, kendisine uygun değildir. Bu bakımdan azaların kudretine rağmen kendisini öldürmesi imkân yoktur. Ancak tahammül edilmez bir ceza içinde ise (o zaman hüküm değişir) . Çünkü akıl burada duraklar; zira aklın buradaki tereddüdü, iki şerrin hangisinin daha şerli olduğunu seçmek içindir. Düşünceden sonra öldürmemenin kendisine daha az şerli olduğu görünürse, o vakit nefsini öldürmesi mümkün olmaz. Eğer öldürmenin daha az şerli olduğuna hükmederse ve hükmü de kesinse, engel de yoksa, irade ve kudreti harekete geçer ve kendini öldürür. Tıpkı kılıçla kovalandığında kendisini damdan atan bir kimse gibi. .

Her ne kadar damdan atlamak öldürücü ise de, kişi buna perva etmez. Çünkü kendini atmamaya gücü yetmez. Eğer sopa gibi bir şeyle kovalanıyorsa duvarın kenarına vardığında, aklı, yiyeceği sopanın, duvardan atlamaktan daha kolay olduğuna hükmeder, azalar durur. Kendini atma imkânına sahip olmaz ve hiçbir zaman kendini atmaya davet edici bir his de içinde bulunmaz. Çünkü iradeyi çağıran akıl ve hissin hükmüne boyun eğmiştir. Kudret de iradeyi çağırana boyun eğmiştir. Hareket de kudrete. . . Bu bakımdan bütün bunlar, zarurî olarak, İnsan oğlunun haberi olmaksızın onda takdir edilmiştir. O ancak bu işlerin uygulama merkezidir. Bunların ondan olmasına gelince, bu mümkün değildir. Madem ki durum budur, kişinin mecbur olmasının mânâsı şu demektir: Bütün bunlar kendisinden değil, başkası tarafından onda meydana getirilmiştir.

Kişinin muhtar olmasının mânâsı ise şudur: Aklın, fiilin kendisine uygun ve katıksız bir hayır olduğuna hükmetmesinden sonra, kendisinde bir cebr meydana getiren bir iradenin merkezidir. Hüküm de cebren meydana gelir. Bu bakımdan kişi ihtiyarında da mecburdur. Mesela ateşin yakması katıksız bir cebrdir. Allah'ın fiili katıksız bir ihtiyardır. İnsanın fiili ise bu ikisi arasında bir yerdedir; zira insana ihtiyarla cebredilmiştir. Bu bakımdan hak ehli, bunun için üçüncü bir ibare aradı. Çünkü bu üçüncü bir durumdur. Bunu da Allah'ın kitabına uyguladılar ve adına kesb dediler. Bu kesb ne cebre, ne de ihtiyara zıt değildir. İkisini bir araya getirir.

Allahü teâlâ'ınn fiiline ihtiyar adı verilir. Fakat bir şartla ki Allah'ın ihtiyarından, hayret ve tereddütten sonra, ihtiyar etmesi anlaşılmalıdır. Çünkü hayrete düşüp tereddüt etmek Allah hakkında muhaldir. Lûgatlerde zikredilen bütün lâfızların Allah hakkında kullanılması mümkün değildir. Ancak bir tür istiare ve mecaz yoluyla kullanılır ki onu zikretmek bu ilme uygun düşmediği gibi oldukça da uzun sürer.

Soru: Sen ilmin iradeyi, iradenin de kudreti, kudretin de hareketi doğurduğuna kaail misin? 'Her son gelen önce gelenden meydana gelmiştir' mi diyorsun? Eğer bunu söylersen, Allah'ın kudreti olmadığı halde bir şeyin meydana gelmesine hükmetmiş olursun! Eğer bunu söylemekten çekinirsen, bu söylediklerimizden bazısının diğeri üzerine terettüb etmesinin mânâsı nedir?

Cevap: 'Bunların bazısı bazısından meydana gelmiştir' demek katıksız cehalettir. İsterse, bu mânâ doğurmak ile, isterse başka tabirlerle ifade edilsin. Bütün bunlar ezelî kudret ile ifade edilen mânâya havale edilir! O ezelî kudret öyle bir esastır ki ilimde râsih olanlar hariç, insanlar onu çözmekten âcizdirler. İlimde râsih olanlar ise, onun mânâsının künhüne vâkıf olmuşlardır. Halk tabakası, bizim kudretimize bir tür benzetmekle beraber onun mücerred lâfzı üzerinde durmuşlardır. Oysa böyle sanmak hakikatten uzaktır. Bunun izahı oldukça uzar. Fakat meşrûtun tahakkuku, şartın tahakkukuna terettüp ettiği gibi, meydana gelmekte de makdûratın (kudretin dahilinde olanların) , bir kısmı diğer kısınma mütevakkıftır.

Bu bakımdan ezelî kudretten ilim olmadan önce irade, irade olmadan önce de hayat sudur etmez. Nasıl ki hayatın şartı olan cisimden hayatın meydana geldiğini söylemek caiz değilse, onun gibi tertip derecelerinin diğeri de düşünülmelidir. Fakat bazı şartlar bazen halk tabakasına görünür. Bazıları da ancak hakkın nûruyla keşfe mazhar olan havas tabakasına görünür. Aksi takdirde önde olanın öne geçmesi, geride olanın da geriye itilmesi, ancak hak ve lüzumla olur. Allah'ın bütün fiillerinde böyledir. Eğer bu olmasaydı takdim tehir, delilerin yaptığı gibi mânâsız bir hareket olurdu. Allahü teâlâ cahillerin sözünden yücedir. Buna şu ayetle işaret edilmiştir:

Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zâriyât/56)

Biz gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri, hak ile yarattık. (Hicr/85)

Bu bakımdan yer ve gök arasında her ne varsa bir tertip üzerine yaratılmıştır. Ancak bu var olan tertip üzerinde düşünülebilir. Bu bakımdan geciken ancak şartının beklemesi için gecikmiştir ve şarttan önce meşrûtun (şartlının) oluşu muhaldir. Muhale makdûr denilmez.

Bu bakımdan meni damlasından ilim, ancak hayat şartının olmayışından ötürü gecikir. İlimden sonra irade ancak ilim şartının olmamasından gecikir. Bütün bu vâcibin yolu, hakkın tertibidir. Bunun hiçbir şeyinde tesadüf yoktur. Bütün bunlar, belîğ bir hikmet, gizli bir tedbir iledir. Bunu anlatmak zordur. Fakat kudretin varlığına rağmen makdûrun şartın varlığı üzerinde durması için bir misal verelim ki hakkın başlangıçlarını zayıf zihinlere yaklaştırsın. Şöyle ki: Boğazına kadar suya dalmış, abdestsiz bir insan farzedelim. Abdestsizlik hükmü bu insanın su içinde bulunan azalarından kalkmaz. Her ne kadar su ile temas etmiş olsa da durum böyledir. Bu bakımdan ezelî kudretin hazır makdûrlarla temas etmesini, tıpkı suyun azalara temas etmesi gibi ve onlara yapışık olarak kabul et. Fakat şartı beklemek için su ile abdestsizliğin hükmünün kaldırılması meydana gelmediği gibi, o ezelî kudretle de makdûr meydana gelmez. Buradaki şart yüzün yıkanmasıdır. Bu bakımdan suda duran insan ne zaman yüzünü yıkarsa su diğer azalarına da tesir eder ve abdestsizliği ortadan kaldırır. (Bu izah tarzı Şâfiî'nin abdestteki görüşüne göredir; zira Şâfiî'ye göre abdestte tertip yani önce niyet, sonra yüz, sonra elleri dirseklere kadar yıkamak, sonra başı meshetmek, sonra ayakları topuklara kadar yıkamak farzdır) . Bu bakımdan cahil bir kimse, çoğu kez yüzden abdestsizlik hükmünün kalkmasıyla, ellerden de hükmün kalktığını zanneder. Çünkü o hükmün ellerden kalkması yüzden kalkmasından sonra meydana gelmiştir. Zira o cahil der ki: Su daha önce azalara temas etmişti.

Fakat abdestsizliği kaldırmadı. Su, daha önce olduğu gibi kaldı. O halde daha önce yapmadığı bir işi, yüzün yıkanmasından sonra neden yaptı? Kollarda abdestsizliğin hükmü, yüzün yıkanması anında hâsıl olduğuna göre, kollardan abdestsizliği kaldıran, yüzün yıkanmasıdır. Bu söz, hareketinin kudretle meydana geldiğini, kudretin irade, iradenin de ilimle meydana geldiğini zanneden bir kimsenin zannına benzer bir cehalettir. Bu zanların tamamı yanlıştır. Çünkü yüzden abdestsizliğin hükmü kalktığında, yüzün yıkanmasıyla değildir ve ellere ulaşan su ile ellerden de abdestsizlik kalkmıştır. Oysa su bozulmamıştır. Eller de olduğu gibi duruyor. Onlarda bir değişiklik yoktur. Fakat şartın varlığı meydana gelmiş ve böylece illetin eseri belirmiştir.

İşte mukadderatın ezelî kudretten sâdır oluşu böyle anlaşılmalı. Oysa kudret kadîm'dir. Mukadderat ise hadîs! Bu, keşif âleminden başka bir âlemin kapısını çalmaktır. Bu bakımdan biz bütün bunları terkedelim. Çünkü bizim maksadımız, fiildeki Tevhîd yoluna dikkati çekmektir; zira hakikatte fâil birdir. Kendisinden korkulan, ümit edilen o fâildir. Ona tevekkül edilir, O'na güvenilir. Biz Tevhîd denizlerinden ancak Tevhîd makamlarının üçüncü makamının denizinden bir katre zikrettik. Bunu tamamen anlatmak, Hazret-i Nûh'un uzun ömründe bile muhaldir. Bu tıpkı denizden damla almak suretiyle denizin suyunu boşaltmak gibidir. Bütün bunlar Lâ ilâhe illâllah kapısına dercolunur. Bunu söylemek dile ne kadar kolay! Bu lâfzın mânâsına inanmak kalbe kolay gelir. Bunun hakikatinin ve ilimde râsih olan âlimler nezdinde özünün bulunması ne kadar zor bir şeydir. Acaba râsih olmayanların yanında nasıl bulunabilir?

Soru: Tevhîd ile şeriatın arasını birleştirmek nasıl mümkün olur! Oysa Tevhîd'in mânâsı 'Allah'tan başka fâil yoktur' demektir. Şeriatın mânâsı 'fiilleri kullara isnad etmektir'. Eğer kul fâil ise, Allah nasıl fâil olur? İki fâil arasında bir mef'ûlün bulunması aklın almayacağı bir şeydir.

Cevap: Evet! Eğer fâilin bir tek mânâsı olursa bu anlaşılmaz. Eğer failin iki mânâsı olup da fâil terimi, bu iki mânâ arasında mücmel ise o vakit biri diğerine zıt düşmez. Nitekim şöyle denilir: 'Emir filanı öldürdü!' ve yine şöyle denilir: 'Cellât onu öldürdü!' Fakat, emîr, burada bir mânâ ile kâtildir. Cellât ise başka bir mânâ ile kâtildir.

İşte böylece kul bir mânâda fâil, Allahü teâlâ başka bir mânâda fâildir. Allahü teâlâ'nın fâil olmasının mânâsı, O'nun varedici ve mûcid olmasıdır. Kulun fâil olmasının mânâsı, kul kendisinde ilim, ilimden sonra irade yaratıldıktan sonra kudretin yaratılmış olduğu bir merkezdir. Bu bakımdan kudret, iradeye, hareket de kudrete, şartın meşrûta bağlı olması gibi bağlıdır. Malûl'un illete, yapılanın yapana bağlanması gibi, gelip Allah'ın kudretine bağlanır. O halde ne şekilde olursa olsun, kudretle bağlantısı olan herşey için 'kudretin merkezi onun fâilidir' denir. Nitekim hem cellâda, hem de emîre kâtil denildiği gibi. . . Çünkü katl (öldürmek) ikisinin kudretine bağlıdır. Fakat değişik yönlerden bağlıdır. İşte bunun için de ikisinin fiili olmakla isimlendirilir.

İşte makdûratın iki kudrete bağlanması da böyledir. Bunun tevafuk ve tetabuku için Allahü teâlâ, Kur'ân'da fiilleri bazen meleklere, bazen kullara nisbet etmiş, başka bir zamanda da aynı fiilleri kendi nefsine nisbet etmiştir. Ölüm hakkında şöyle buyurmuştur:

De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği canınızı alır. (Secde/11)

Allahü teâlâ nefisleri öldürür. Ölmekte olan canları alır. (Zümer/42)

Ektiğinizi gördünüz mü? (Vâkıa/63)

Allahü teâlâ, 'tohum ekmeyi' bize izafe etti. Sonra şöyle buyurdu:

Biz yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı güzelce yardık. Orada bitirdik taneler, üzümler, yoncalar. . . (Abese/25-28)

Nihayet ona ruhumuzu (Cebraili) gönderdik de kendisine düzgün bir insan şeklinde göründü. (Meryem/17)

Ona ruhumuzdan üfürdük. (Tahrîm/13) Oysa ona üfüren Cebrâîl'dir.

O halde sana Kur'ân'ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et! (Kıyâmet/18)

Bunun mânâsı 'Cebrâîl, Kur'ânı sana okuduğu zaman onun okuyuşunu takip et!' demektir.

Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin! (Tevbe/14)

Görüldüğü gibi Allah, katli onlara, azap vermeyi kendi nefsine izafe etti. Azap vermek katlin ta kendisidir. Allahü teâlâ açıkça belirterek şöyle buyurmuştur:

Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. (Enfal/17)

Bu âyet, zâhirde nefyi (olumsuz) ve isbatı cem'etmiştir. Allahü teâlâ'nın attığı mânâ ile sen atmadın; zira sen kulun atıcı olduğu mânâ ile attın demektir. Çünkü bunların ikisi değişik mânâlardır. Yine Allah şöyle buyurmuştur:

O kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti. (Alâk/4-5)

Rahman Kur'ân'ı öğretti. (Rahmân/1-2)

Sonra onu açıklamak bize düşer. (Kıyâmet/19)

Akıttığınız meniyi gördünüz mü? Onu (insan biçiminde) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz miyiz yaratan? (Vâkıa/58-59)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) rahimleri kontrol eden meleğin vasfı hakkında şöyle buyurmuştur:

O, ana rahmine girer, meni damlasını eline alır. Sonra onu beden hâline getirir ve şöyle der: 'Yârab! Bu erkek mi yoksa dişi mi olacak? Boyu düzgün mü olacak yoksa eğri mi?' Bunun üzerine Allahü teâlâ, dilediğini meleğe söyler, melek de yapar. 12

Başka bir lâfızda: 'Melek suretlendirir, sonra ona saadet veya şekavetle ruhu üfürür' demiştir.

Seleften bir âlim şöyle demiştir: 'Kendisine Ruh adı verilen büyük melek cesedlere ruhları üfürür! Onun her nefesi cesede giren birer Ruh olur ve ona Ruh ismi verilir. Bu melek ve sıfatı hakkında söylenenler hakikattir. Kalp erbabı, basiret gözüyle bunu görmüşlerdir. Bunun bundan ibaret olması cihetine gelince, bu ancak nakille anlaşılır. Nakilsiz hüküm vermek mücerred bir tahmin olur. Böylece Allahü teâlâ, Kur'ân'da yer ve gökler hakkında delil ve ayetlerden bir kısmını zikrederek şöyle buyurdu:

Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussılet/53)

Allah kendisinden başka ilâh bulunmadığına dair şahidlik etti. (Âl-i İmrân/13)

Kendi nefsi üzerinde delilin ta kendisi olduğunu beyan etmiştir. Bu ise, zıddiyet arzetmez. Delil getirme yolları değişiktir. Nice talip vardır ki Allah'ı mevcûdata bakarak tanımıştır. Nice talip vardır ki bütün mevcudatı Allah ile tanımıştır. Nitekim bazısının şöyle dediği gibi: Rabbimi rabbimle tanıdım. Eğer rabbim olmasaydı rabbimi tanımazdım.

Bu söz şu ayetin mânâsıdır:

Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussilet/53)

Allahü teâlâ nefsini, biricik diriltici ve öldürücü olmakla vasıflandırmıştır. Sonra ölüm ve hayatı iki meleğe havale etmiştir. Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur: ölümle hayat melekleri cedelleştiler. Ölüm meleği şöyle dedi:

- Ben dirileri öldürürüm!

- Ben ölüleri diriltirim!

Bunun üzerine Allahü teâlâ, ikisine vahiy göndererek şöyle buyurdu: İkiniz de işinize, sizi memur kıldığım sanata devam ediniz! Öldürücü ve diriltici benim. Benden başka öldüren dirilten yoktur'. 13

Madem ki durum budur, o halde fiil değişik yönlerde kullanılır. Böyle anlaşıldığında bu mânâların, biri diğerine zıt düşmez. Bu nedenle kendisine hurma verilen kimseye 'Al bu hurmayı! Eğer sen onun ayağına gelemeseydin o muhakkak sana gelecekti' denir. 14

Görüldüğü gibi, gelme fiilini, hem o hurmaya, hem de o adama izafe etmiştir. Oysa hurmanın insanın kendisine geldiği şekilde gelmediği malumdur. Tevbe eden bir kişi 'Ben Muhammed'e değil, Allah'a tevbe ediyorum' dediğinde, Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Hakkı, ehli için tanıdı (hakkı ehline verdi) . 15

Bu bakımdan kim bütün fiilleri Allah'a izafe ederse o, hak ve hakîkati bilen hakîkat sahibidir. Kim Allah'tan başkasına izafe ederse o, konuşmasında mecaz ve istiare kullanan bir kimsedir. Hakikatin bir yönü olduğu gibi, mecazın da bir yönü vardır. İsmi faili lugat ilmini tedvîn eden mucid için vaz'etmiştir. Fakat insanın da kudretiyle mûcid olduğu zannedilmiştir. Böylece hareketinden ötürü insana da fâil adı verilmiş ve bunun hakîkat olduğu zannedilmiştir. Aynı zamanda vehmetmiştir ki fiilin Allah'a nisbeti, katlin sultana nisbeti gibi mecaz yoluyladır.

Çünkü cellâda nisbet edilmesine bakılırsa katlin sultana nisbet edilmesi mecazdır. Ne zaman ki hakîkat ehline keşfolundu, emrin tam aksine olduğunu anladılar ve dediler ki: 'Ey lugatçi! Muhakkak ki fâil onu mucid için vazetmiştir. Bu bakımdan Allah'tan başka fâil yoktur. İsim hakîkaten O'nundur. Mecazen başkasına verilir'. Yani lugat ehlinin kastettiği mânâyı geçmek suretiyle başkasına bu isim verilir dediler. Nitekim ki mânânın hakîkat!, bilerek veya bilmeyerek bir bedevinin lisanı üzerine câri olduğunda Hazret-i Peygamber onu tasdik ederek şöyle buyurmuştur:

Şairin söylediği en doğru şiir, Lebid'in şu sözüdür: İyi bilin ki Allah'tan başka herşey bâtıldır.

Yani nefsi ile kaim olmayan, varlığı başkasına bağlı olan herşey nefsi itibarıyla bâtıldır. Onun hakikatı, kendi nefsiyle değil başkasıyladır. O halde, hakîkat açısında benzeri olmayan Hayy ve Kayyum'dan başkası nefsiyle kaim değildir! Çünkü zatıyla kaaim olan O. . . Onun masivası olan herşey O'nun kudretiyle kaaimdir. O halde O, hakkın ta kendisidir, O'ndan başkası ise bâtıldır.

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Ey miskin! Sen olmadığın halde O vardı! Olmayacağın zaman da O varolacaktır. Bugün olduğunda başladın Ben, Ben demeye. . . . Şimdi de olmadığın gibi ol! Zira O, bugün olduğu gibidir'.

Soru: Anlaşıldı ki herşey cebrdir. Öyleyse sevap, ıkab, öfke ve rıza'nın mânâsı nedir? O, kendi nefsinin fiilinden ötürü nasıl öfkelenir?

Cevap: Bunun mânâsına Şükür bahsinde işaret etmiştik. Tekrar etmekle kitabı uzatmak istemiyoruz. İşte tevekkül halini gerektiren tevhîd'den işaret etmek istediğimiz bu kadardır. Bu ancak rahmet ve hikmete îman etmekle tamam olur. Çünkü Tevhîd, sebeplerin müsebbibine bakmayı gerektirir. Rahmet ve sebeplerin müsebbibine güvenmeyi gerektiren îmanı gerektirir, ileride geleceği gibi, vekile güvenmekle tevekkül hali tamamlanır. Kefilin güzel bakışına kalbin mutmain olmasıyla tamama erer. Bu imanda îmanın kapılarından büyük bir kapıdır. Bu husustaki keşif ehlinin yolunu hikâye etmek oldukça uzun sürer. Bu bakımdan biz bunun özetini zikredelim ki tevekkül makamına talip olan bir kimse, kesin bir şekilde inansın. İçinde şüphe ve zâfiyet olmayan bir yakîn ile Allahü teâlâ bütün insanları akıllı ve âlim yaratsaydı, onlara nefislerinin taati yok edecek kadar ilim yaratıp vasfına nihayet olmayacak kadar hikmeti onların üzerine yağdırsaydı, sonra ilim, hikmet ve akıl yönünden tümünün sayısını fazlalaştırsaydı, sonra onlara işlerin neticelerini bildirseydi ve onları melekûtun sırlarına muttali kılsaydı, onlara lütfun inceliklerini ve neticelerin gizliliklerini bildirseydi, onun vasıtasıyla hayır ve şerre, fayda ve zarara muttali olsaydılar, sonra onlara mülk ve melekûtu, kendilerine verilen ilim ve hikmetle tedbir etmeyi emretseydi, tümü birleşip işleri düzene sokmaya çalışsaydı yine de Allahü teâlâ'nın dünya ve âhirette halkı tedbir ettiği gibi, bir sivrisinek kanadı kadar, ne artış, ne de düşüş kaydedemezlerdi. Bundan ne bir zerreyi kaldırabilirler, ne de bir zerreyi alçaltabilirlerdi. Ne bir hastalığı, ne bir ayıbı, ne bir eksikliği, ne bir fakirliği veya bir kimsenin derdini, sıhhatli olan bir kimsenin sıhhatini, kemâli, zenginliği, faydayı kaldırmaya da güçleri yetmezdi.

Allahü teâlâ'nın göklerde ve yerde yaratmış olduğu şeylere dikkatle bakarlarsa, uzun uzun düşünürlerse orada ne bir fazlalık ve eksiklik ve ne de sanatta bir gevşeklik göremezler. Allah'ın kulları arasında paylaştırdığı rızık, ecel, sevgi, üzüntü, âcizlik, kudret, îman, küfür, taat ve mâsiyetin hepsinin katıksız bir adalet olduğunu, içinde zerre kadar zulüm bulunmadığını görürler. O uygun olan bir şekilde meydana gelen hak bir tertiptir. İmkânda asla bundan daha güzeli, daha tamamı, daha mükemmeli yoktur. Eğer olsaydı, kudretiyle beraber bunu esirgeyip fiiliyle yaratıklara ihsan etmeseydi, o zaman bu sonsuz cömertliğine zıt düşen bir cimrilik, adaletine zıt düşen bir zulüm olurdu! Eğer kâdir olmasaydı ulûhiyyete zıt düşen acizlik olurdu. Dünyada olan her fakirlik ve zarar dünyada eksiklik olsa da âhirette artıştır. Âhirette olan her eksiklik, bir şahsa nisbeten eksiklik ise de başkasına nisbeten nimettir; zira gece olmasaydı gündüzün kıymeti bilinmezdi. Hastalık olmasaydı sıhhatliler sıhhatlerinden zevk almazdı. Ateş olmasaydı cennet ehli nimetin kıymetini takdir edemezdi. Nasıl ki hayvanlar insanlar için feda ediliyor ve insanlar onları kesiyor ve bu hareket zulüm sayılmıyorsa, kâmilin nakîse takdimi adaletin ta kendisi ise, aynen onun gibi, cennet sakinlerine nimetin kat kat verilmesi, cehennem sakinlerine cezanın kat kat tatbik edilmesinden doğar. Îman ehline, küfran ehlini feda etmek adaletin ta kendisidir. Eksik olmasaydı, mükemmel bilinmezdi. Hayvanlar yaratılmasaydı insanın şerefi ortaya çıkmazdı; zira kemâl ve eksiklik, nisbî olarak belirir. Bu bakımdan cömertlik ve hikmetin gereği, kâmili ve eksiği birlikte yaratmaktır.

Nasıl ki kangrenli elin, bedenin selameti için kesilmesi adaletse çünkü eksiği kâmile feda etmektir aynen onun gibi, dünya ve âhiret hususunda, halk arasında bulunan taksimdeki değişiklik de böyledir. Bütün bunlar adalettir, zulüm değildir. Haktır oyuncak değildir.

Bu konu, pek engin, etrafı geniş, dalgalı ve genişlikte Tevhîd denizine yakın bulunan başka bir denizdir. Bu denizde eksik olanlardan nice gruplar boğulmuştur. Bunun ancak âlimlerin aklıyla çözülen bir sır olduğunu bilememişlerdir. Bu denizin ötesinde birçok insanların hakkında şaşkına döndüğü kudret sırrı vardır. Öyle bir sır ki keşif ehli dahi onun sırrını ifşa etmekten menolunmuşlardır. Kısacası; hayr ve şer Allah'ın kaza ve kaderiyledir. Meşiyetin gereği olarak takdir edilen muhakkak olur. Onun hükmünü geri çevirecek yoktur. O'nun kaza ve emrini geri aldıran hiçbir şey mevcut değildir. Küçük ve büyük herşey yazılıdır. Onun meydana gelmesi malum ve beklenilen bir miktarladır. Sana isabet edecek şeyin, sana isabet etmemesi hiçbir zaman sözkonusu değildir. Sana isabet etmeyen bir belâ da hiçbir zaman sana isabet edecek değildir.

Biz tevekkül makamının esasları olan mükâşefe ilminin bu remizleriyle iktifa edip Allah dilerse muamele ilmine dönelim. Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!

7) İmâm İmâm-ı Ahmed, Dârimî, Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce, İbn Hıbbân

8) Taberânî ve İbn Hıbbân

9) Daha önce geçmişti.

10) Daha önce geçmişti.

11) Cebr kulun fiilini Allah'a isnad etmek, kula ne tesir edici, ne de kesbedici bir kudret vermemek demektir. Bu Cehm b. Safvan'ın mezhebidir. (İthaf 'us-Saade, IX/420)

12) Bezzâr ve İbn Adiyy

13) Kut'ul-Kulûb müellifi tarafından İsrailiyat'tan nakledilmiş, Irâkî ise aslına rastlamadığını söylemiştir. (İthaf 'us-Saade, IX/427)

14) İbn Hıbbân

15) İmâm İmâm-ı Ahmed, (Esved b. Serî'den merfû olarak)

4. Tevekkü'ün Halleri ve Amelleri

Bu bölümde tevekkül hali, meşâyihin tevekkül'ün tarifi hakkındaki söylediği sözler, tek başına veya çoluk çocuk sahibi olan kimsenin kesb hususundaki tevekkülü, azık edinmeyi terketmek hususundaki tevekkül, zarar vereni defetmekteki tevekkül, tedavi ve başka yollarla zararı izale etmekteki tevekkül gibi hususlar ele alınacaktır Rahmetiyle muvaffak kılan Allah'tır.

5. Tevekkül Hali

Daha önce tevekkül makamının ilim, hâl ve amelden mürekkeb olduğunu söylemiş, ilim'in ne olduğunu da beyan etmiştik.

Hale gelince, tevekkül, tahkik noktasında halden ibarettir. İlim ise, onun temelini teşkil eder. Meyvesi ise ameldir. Tevekkül'ün tarifinin beyanına dalanlar, oldukça değişik ve birçok ibareler ileri sürmüşlerdir. Herkes kendi nefsinin makamından ve kendi hali olan tevekkül'den bahsetmiştir. Nitekim sûfîlerin de bu şekilde, öteden beri gelen bir âdeti vardır. Bu sözleri nakletmek ve çoğaltmakta bir fayda yoktur.

Biz buradan doğrudan doğruya perdeyi kaldıralım. Tevekkül, vekâlet mastarından türemedir. Denir ki: 'Filan adam durumunu falana tevkil etmiştir'. Yani ona havale etmiş ve o hususta ona güvenmiştir. Kendisine durum havale edilen kişi ise vekildir. Durumunu kendisine havale eden onu acizlik ve kusur yapmakla itham etmedikçe ve kendisine güvendikçe, nefsi ona emniyet eder ve ona güvenir. Bu bakımdan tevekkül, kalbin sadece şekil üzerine itimat etmesinden ibarettir. Husumette vekil olana bir misal verelim: Kimin aleyhinde bâtıl ve zayıf delillerle bir dava ikame edilirse, o da bu çürük davayı meydana çıkarmak için, bir kimseye vekâletini verirse, o kimseye ancak onda şu dört vasfın bulunduğuna inandığından dolayı verir:

1. Hidayetin zirvesinde olması,

2. Kuvvetin zirvesinde olması,

3. Fesâhat ve belâgatın zirvesinde olması,

4. Şefkat ve merhametin zirvesinde olması.

Müvekkil, vekilinde bu dört vasfın bulunduğuna inanırsa ona güvenir.

Hidayet'e gelince, vekil onun vasıtasıyla davanın çürük noktalarını keşfetmesi ve davadaki gizli hilelerin hiç birinin kendisine kapalı kalmaması için lâzımdır. Kudret ve kuvvet ise, yağcılık yapmaması, korkmaması, utanıp çekinmemesi ve hakkı açıkça söylemesi için lâzımdır; zira kuvvet ve kudretten mahrum olan bir vekil, çoğu kez, hasmın hilelerine vâkıf olduğu halde, hasımdan korktuğu veya çekindiği veya utandığı için veyahut da hakkı haykırmaktan alıkoyan bir engelden dolayı o çürük noktayı belirtmez!

Fesâhat'a gelince, o da kudrettendir. Ancak fesâhat lisanında bulunan bir kudrettir ki vekil onun vasıtasıyla kalbin cesaretle ve işaret ettiği her hakîkati belirtir. Bu bakımdan hilenin merkezlerini teşhis eden her âlim, dilin keskinliğiyle o hilenin düğümünü çözmeye muktedir değildir.

Şefkat'in zirvesine varmasına gelince, bu vasıf olduğunda vekili müvekkili hakkında var kuvvetini sarfetmeye teşvik eder. Çünkü vekilde kudretin bulunup da müvekkilin işine gereği gibi sarfedilmezse kâfi gelmez.

Vekil hasmının mı yoksa müvekkilin mi davayı kazanacağına, hakkının bununla olup olmayacağına perva etmedikçe onun muktedir olması kâfi değildir. Eğer müvekkil, belirtilen bu dört vasıfta veya bunların birinde şüpheli ise, veya hasmının bu vasıflarda vekilinden daha kuvvetli olduğunu mümkün görürse, bu takdirde nefsi vekili hakkında mutmain olmaz, kalbi daima ürperir, vekilin kusurunu telafi etmek için hile ve tedbirleri aramakla uğraşır. Bu bakımdan müvekkilin fazla güvenmekteki durumlarının derecesi, bu dört hasletin vekilde bulunmasına inanmasının kuvveti derecesindedir. Kuvvet ve zaaf hakkındaki zanlar ve inançlar çok değişik manzaralar arzeder. O halde müvekkillerinin halleri de itminan ve güven hususunda sayılmayacak kadar değişiktir ki içinde zayıflıktan eser bile olmayan yakîn derecesine varıncaya kadar. . . Tıpkı vekilin müvekkili için helâl ve haram demeden mal toplamaya koşması gibi. . . Bu takdirde müvekkil için, vekilinde şefkatin ve gerekli dikkatin bulunduğuna yakîn hâsıl olur. Bu bakımdan vekilde bulunması güven veren dört hasletten biri, kesin olarak tahakkuk eder. Böylece diğer hasletlerin de kesin olarak vekilde bulunduğuna inanması düşünülebilir.

Bu da uzun deneme ve haberlerin tevatürü ile mümkündür. Yani mütevatiren vekilin, zamanındaki insanların hepsinden daha fasîh ve beliğ olduğunu belirtmek bakımından hepsinden daha kuvvetli bulunduğu, hakka yardım etmekte herkesten daha atılgan olduğu, bâtıl ile hakkı tasvir etmek hususunda insanların en kuvvetlisi olduğunun zikredilmesi gibi. . Bu misaldeki tevekkülü bildiğinde Allah'a olan tevekkülü de buna kıyas et! Eğer keşif vasıtasıyla veya kesin bir inançla kalbinde daha önce geçtiği gibi Allah'tan başka bir fâilin bulunmadığı takarrur edip bununla beraber Allah'ın tam ilme ve kullarına yetecek nisbette kudrete, sonra gerek ferde, gerek bütün cemiyete rahmete, inayete ve şefkatin tamamına sahip olduğuna inanırsa, O'nun kudretinin ötesinde bir kudretin, ilminin ötesinde bir ilmin, inayet ve rahmetinin ötesinde bir inayet ve rahmetin olmadığına inanırsan, bu takdirde şüphesiz ki kalbin sadece Allah'a tevekkül eder, hiçbir yönden Allah'tan başkasına iltifat etmez.

Kendine ve kuvvetine bile iltifat etmez. Çünkü Allah'tan başka kimseye dönüş ve Allah'tan başka ibadet edilecek yoktur. Nitekim hareket ve kuvveti zikrederken, Tevhîd bahsinde bu durum geçti. Çünkü günahtan dönmek, hareketten, kuvvet ve kudretten ibarettir. Eğer nefsinde bu hali hissetmezsen bunun sebebi iki şeyden biridir: Ya bu dört hasletten birinden ötürü yakîn zafiyete uğramıştır veya galebe çalan vehimlerden ötürü kalp ürkmüş, kalbi istila eden korkudan dolayı zayıf ve hasta olmuştur. Zira kalp bazen vehme tâbi olarak ürker. Yakînde bu eksiklik olmadığından dolayı vehme itaat eder. Çünkü bal yiyen bir kimsenin huzurunda balı, insan pisliğine benzetirsen ve bunun üzerine basa basa söylersen, çoğu kez kalbi bal yemekten nefret eder ve bir daha bal yemek kendisine güç gelir. Eğer akıllı bir kimse ölü ile beraber kabirde yatmaya zorlanırsa veya bir yatakta veya bir evde bulunmaya zorlanırsa, tabiatı bundan ürker. Her ne kadar onun öldüğüne kesinlikle inanıyorsa da hâl-i hazırda onunla taş arasında fark olmadığını idrâk edip, Allah'ın sünnetinin şu anda o ölüyü diriltmeyeceğini biliyorsa da durum yine de değişmez. . .

Nasıl ki Allahü teâlâ'nın kuvvet ve kudreti onun elindeki kalemi yılan yapmaya, kediyi aslana çevirmeye yetiyorsa da, Allah'ın sünnetinin böyle olmadığını bildiği gibi. . . Bu yakîn derecesinden şüphe etmediği halde, aynı yatakta ölü ile beraber yatmaktan veya aynı evde ölü ile bulunmaktan tabiatı ürker. Fakat diğer cansızlardan ürkmez. Bu ise kalpte bir korku ve bir tür zafiyettir. Az da olsa insan bundan uzak değildir. Bazen bu korku kuvvet bulur, hastalığa dönüşür. Hatta kapıları sağlamca kilitlediği halde, tek başına evde yatmaktan bile korkar! Bu bakımdan tevekkül ancak kalbin ve yakîninin kuvvetiyle birlikte tamamlanır; zira bu iki kuvvetle kalbin sakinleşmesi hâsıl olur. Bu bakımdan sükûn kalpte birşey, yakîn ise başka bir şeydir. Nice yakin vardır ki onunla beraber itminan yoktur. Nitekim Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'e şöyle buyurmuştur:

Allah 'inanmadın mı?' demişti. İbrahim 'Evet inandım. Fakat kalbim tam itminana kavuşsun diye sordum' dedi Kullarla aziz olmayı talep edeni Allah zelîl eder. 16

Tevekkülün mânâsı sana keşf olunduğunda ve tevekkül diye adlandırılan hali bildiğinde, bil ki bu halin kuvvet ve zâfiyet bakımından üç derecesi vardır:

Birinci Derece

Bu derece, bizim söylediğimizdir. O da kişinin, Allah hakkındaki halinin ve Allah'ın kefillik ve inayetine olan güveninin tıpkı vekile olan güvenindeki hali gibi olmasıdır.

İkinci Derece

Bu daha kuvvetlisidir. Allah ile olan hali çocuğun annesine karşı olan hali gibi olmasıdır. Çocuk annesinden başkasını tanımaz, ondan başkasına sığınmaz ve ondan başkasına güvenmez. Annesini gördüğünde her durumda onun eteğine yapışır, onu bırakmaz. Annesinin bulunmadığı yerde başından bir kaza geçerse, ilk önce anneciğim diye bağırır. Kalbine ilk gelen annesidir; zira annesi sığınağıdır; zira annesinin kefaletine, kifayet ve şefkatine güvenmiştir. Öyle bir güven ki çocukta bulunan ayırdetme kabiliyeti ile meydana gelen bir tür idrâkten farklı değildir. Zannedilir ki bu, çocukta bir tabiattır. Öyle ki çocuk bu hasletlerin tafsilatını anlatmakla mükellef kılınsa, lâfzını söylemeyi, mufassal bir şekilde zihninde bulundurmaya bile gücü yetmeyecektir. Fakat bütün bunlar idrâkin ötesindedir. Kimin kalbi, nazarı Allah'a olursa, çocuğun annesine bağlı oluşu gibi o da Allah'a bağlanır ve hakkıyla Allah'a tevekkül eder. Çünkü çocuk annesine tam anlamıyla güvenir. Bu derece ile birinci derece arasındaki fark, bu şahsın tevekkül sahibi oluşudur. Tevekkül hususunda, tevekkülünden fani olmuştur; zira kalbi ne tevekküle, ne de tevekkülün hakikatine iltifat etmez. Sadece kendisine tevekkül edilen Allah'a iltifat eder. Bu bakımdan kalbinde kendisine tevekkül edilenden başkasına yer kalmamıştır.

Birincisine gelince o, tekellüf ve çalışma ile tevekkül eder olmuştur. Tevekkülünden fani olmamıştır; zira tevekkülüne bakar, onu sezer. Bu ise, bir olduğu halde kendisine tevekkül edilenin mülâhazasından çeviren bir meşguliyettir.

Sehl et-Tüsterî'den, 'Tevekkülün en alt derecesi nedir?' diye sorulunca bu dereceye işaret ederek dedi ki: 'istekleri terketmektir!' 'Orta derecesi nedir?' diye sorulduğunda şöyle dedi: 'İhtiyar'ı terketmektir!'

Bu ise ikinci dereceye işarettir. En yüksek derecesinden sorulunca onu söylemeyerek şöyle demiştir: 'En yükseğini ancak orta dereceye varan tanır ve bilir!'

Üçüncü Derece

Derecelerin en yücesi olan üçüncü derecesi ise, hareketlerinde ve hareketsizliğinde ölü, yıkayıcısının elinde nasılsa, Allah'ın huzurunda öyle olmasıdır. Ölüden sadece şu bakımdan ayrılır: Nefsini ölmüş ve ezelî kudretin elinde, ölü yıkayıcısının ölüyü çevirdiği gibi evrilip çevriliyor görür. Bu, öyle bir kimsedir ki yakînî, kendisinin hareket, kudret, irade, ilim ve diğer sıfatların mecra ve merkezi olduğunu görecek şekilde kuvvet bulmuştur ve bütün bunların kendisinde cebren meydana geldiğini görecek raddeye gelmiştir. Bu bakımdan gelecekte üzerinde cereyan edecek şeyi bekleyenden ve çocuktan ayrılır. Çünkü çocuk annesine sığınır, bağırır, onun eteğine yapışır, arkasından koşar. . . Hatta çocuk ağlamasa dahi annesinin kendisini arayacağını, annesinin eteğine yapışmasa dahi annesinin kendisini kucaklayacağını, süt istemese dahi annesinin kendiliğinden halini sorup ona süt içireceğini bilen çocuk gibidir. Tevekkülün bu makamı duayı terketmek, Allah'ın kerem ve inayetine güvenerek dilekleri terketmek, Allah'ın kendisine isteyenden daha iyisini vereceği inancını imanından ötürü istemeyi terketmeyi doğurur.

Nice nimet vardır ki istenmeden, dua etmeden ve müstahak olunmadan önce ve kendiliğinden bahşedilir. İkinci makam duanın ve dileğin terkini gerektirmez. Ancak sadece Allah'tan başkasından istemeyi terketmeyi gerektirir.

Soru: Bu hâlin varlığı düşünülebilir mi?

Cevap: Bu ahvalin varlığı, muhal değildir. Fakat varlığı pek az ve zordur. İkinci ve üçüncü makam, makamların en azı ve en zorudur, birinci makama ulaşmak ise daha kolaydır. Sonra üçüncü makam, ikinci makamla beraber var olduğunda, onun devam etmesi, var olmasından daha uzak bir ihtimaldir.

Üçüncü makamın devamlı olması korkudan gelen sararma gibi gelip geçer; zira kuvvet ve sebeplerin mülâhazasına yayılması kalbin tabiatıdır. Bundan inkıbazının ise arızî olduğu gibi. . . Korku, kanın içe çekilmesinden ibarettir. Öyle ki cildin dışından cilt perdesinin inceliğinin ötesinde bulunan kırmızılık silinir; zira cild ince bir perdedir. Onun ötesinde kan kırmızılığı görünür. Kanın çekilmesi sararmayı gerektirir, Bu sararma ise fazla devam etmez. Kalbin de tamamen kuvvet ve diğer zâhirî sebeplerin mülâhazasından çekilmesi pek fazla devam etmez. İkinci makam ise sıtmalı bir kimsenin sararmasına benzer. Bu sararma bazen bir, bazen da iki gün devam eder. Birincisi, öyle bir hastanın sararmasına benzer ki hastalık kök salmıştır. Bunun devam etmesi veya zâil olması uzak bir ihtimal değildir.

Soru: Bu hallerde sebeplere yapışmak ve tedbire başvurmak kulun iradesi dahilinde olur mu?

Cevap: Üçüncü makam, o halin devamı boyunca, tedbiri temelinden siler. Hatta bu makamın sahibi şaşkın bir kimse gibidir. İkinci makam, dua ve yalvarmakla Allah'a sığınmak hariç her tedbiri ortadan kaldırır. Tıpkı sadece annesine asılmakla çocuğun tedbir alması gibi. . . Birinci makam ise, tedbir ve ihtiyarın esasını kaldırmaz. Ancak bazı tedbirleri kaldırır.

Tıpkı husumette vekiline güvenen bir kimse gibi. . . Bu kimse, vekilden gelmeyen her tedbiri terkeder. Fakat vekilinin işaret ettiği tedbiri terketmez, hatta açık işareti olmaksızın vekilin âdetinden olduğunu bildiği tedbiri bile terketmez. Onun işaretiyle bilinene gelince, mesela vekil der ki: 'Ben ancak senin huzurunda konuşurum!' Bu takdirde müvekkil, şüphesiz hazır olmak için tedbire başvurur. Bu ise, vekile olan güvenine zıt düşmez; zira müvekkil, vekilden kaçıp nefsinin kuvvet ve kudretinde delili izhar etmekte güvenmiş değildir. Başkasının kuvvetine de iltica etmiş değildir. Vekilin söylediğini yapması, vekile güvenmesindendir. Zira eğer vekile güvenip sözüne itimat etmeseydi, onun sözüyle hazır olmazdı. Vekilin âdetinden malum olana gelince, Vekilin âdetinin, sicillere bakarak hasmını susturmak olduğunu bilir. Bu bakımdan eğer bu durumda vekile güveniyorsa, onun âdetine güvenmeli, adetinin gereğini yerine getirmesi de güveninin tam olmasındandır. O da beraberinde hasımla karşılaştıklarında sicilleri göstermesidir.

Durum bu ise, ne huzurdaki tebdirden, ne de sicilleri ihzar etmekteki tedbirden müstağni değildir. Eğer bundan birşey bırakırsa tevekkülünde bir eksiklik olur. Öyle ise, burada fiilî bir eksiklik nasıl olabilir? Evet! Vekilin işaretini yerine getirmek için hazır olur. Adetim ifâ etmek için sicilleri ihzar ettikten ve cedelleşmesine bakmak suretiyle oturduktan sonra, ikinci ve huzurdaki üçüncü makama varmıştır. Hatta kuvvet ve kudretine başvurmayan ve durumun neticesini bekleyen bir hayrete düşmüş kimse gibi olur; zira ne kuvveti, ne de kudreti kalmıştır. Vekilin işareti ve âdeti üzerine bulunmuş ve sicilleri de hazır etmiş ve sonuna da varmıştır.

Bu bakımdan nefsin güveni, vekile güvenci ve cereyan eden hâdiseyi beklemesi kalmıştır. Bu durumu düşündüğün zaman tevekkül hakkındaki bütün müşkilât senden uzaklaşmış olur ve anlamış olursun ki her tedbir ve ameli terketmek tevekkülün şartından değildir ve yine tevekkülle beraber, her tedbir ve amel de caiz değildir. Bu çeşidi taksimleri gerektirir. Bunun tafsilatı ameller bahsinde gelecektir. Bu bakımdan müvekkil, vekilin kuvvetine hazır olmak ve hazır etmek hususunda iltica ederse, onun bu durumu, tevekkülle çelişmez. Çünkü eğer vekil olmazsa orada hazır bulunmasının da sicilleri oraya götürmesinin de faydasız bir yorgunluk ve boş bir hareket olduğunu bilir; zira kuvvet ve kudreti olması fayda vermez. Vekilin onun orada hazır bulunmasını veya sicilleri ihzar etmesini, konuşmasına dayanak tuttuğundan dolayı fayda verir ve işaretiyle ona da bu durumu bildirmiştir. Durum bu ise Vekilin kuvvet ve zaten kudreti vardır' demek olur. Şu kadar var ki bu kelimenin vekil hakkında mânâsı kemâle varmaz.

Çünkü vekil, kuvvet ve kudretinin yaratıcısı değildir. Vekil onları esasında faydalı kılar. Eğer vekilin fiili olmasaydı onlar faydalı olamazlardı. Bu ancak hak olan vekilin hakkında tam mânâsıyla doğrudur. O da Allahü teâlâ'dır; zira Tevhîd bahsinde de geçtiği gibi, havl ve kuvvetin yaratıcısı Allah'tır! Onları faydalı kılan da Allah'tır. Çünkü onların arkasında yaratacağı fayda ve maksatlara onları şart kılan da Allah'tır. . . Durum böyle olunca hakîkat ve doğruluk yönünden Allah'tan başka hiç kimsede kuvvet yoktur. Bu bakımdan bütün bunları gören bir kimse için haberlerde lâ havle ve lâ kuvvete diyen hakkında varid olan büyük sevap vardır.

Bu durum bazen uzak bir ihtimal olarak görünür ve denir ki: 'Dile bu kadar kolay geldiğine, kalbin bu kadar kolayca lâfzının mefhumuna inanmasına rağmen bu kelimeyi söylemekle bütün bu sevap nasıl bir insana verilir? Bu çok uzak bir ihtimaldir'. Oysa durum, bu itirazcının sandığı gibi değildir. Çünkü bu verilen mükafat, Tevhîd bölümünde zikrettiğimiz müşahedenin mükafatıdır. Bu kelime'nin (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) ve sevabının "Lâ ilâhe illâllah'ın sevabına nisbeti, tıpkı bu iki kelimenin mânâsının birbirine nisbet edilmesi gibidir; zira 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' kelimesinde sadece iki şey Allah'a mal edilmiştir. 'Lâ ilâhe illâllah' kelimesine gelince o, herşeyi Allah'a nisbet etmektir. Bu bakımdan herşey ile iki şeyin arasındaki farklılığa dikkat et ki 'Lâ ilâhe illâllah'ın 'Lâ havle ve lâ kuvvetle nisbeten sevabını anlayabilesin. Daha önce 'Tevhîd'in iki kabuğu ve iki özü vardır' dediğimiz gibi, bu kelimenin de ve diğer kelimelerin de bu durumları vardır. Oysa halkın çoğu iki kabuğa bağlanmışlardır ve Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfiyle kendisine işaret edilen iki öze inememişlerdir:

Kim kalbinden, doğru ve ihlaslı olarak, 'Lâ ilâhe illâllah' derse ona cennet vâcib olur. Altın ve cevahirle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Onların üzerinde karşı karşıya kurulmuşlardır. (Vâkıa/15-16)

Ashâb-ı yemîn'in bahsinde su, gölge, meyveler, ağaçlar ve elâ gözlü hurilerden fazlasını zikretmedi. Oysa bütün bunlar bakılan, içilen, yenen ve nikâh edilen şeylerin lezzetlerindendir. Bu, daimî olarak hayvanlar için de düşünülebilir. Hayvanların lezzetleri nerede, sultanlık ve âlemlerin rabbinin manevî komşuluğunda a'lâyı illiyyîn 'e inişin lezzeti nerede? Eğer bu lezzetlerin bir kıymeti olsaydı, hayvanlara bolca verilmez ve meleklerin derecesi bunların üstünde olmazdı.

Hayvanlar, bahçelere salıverildikleri, su, ağaç ve diğer gıdalardan nimetlendikleri, birbirlerinden lezzetlendikleri halde, hallerinin daha yüce, daha lezzetli ve daha şerefli olduğunu ve a'lâyı illiyyîn'de rabb'ülâlemîn'in manevî komşuluğunda lezzetlenen meleklerin halinden, kemâl erbabının nezdinde daha fazla gıpta edileceğini mi sanıyorsun? Heyhat! Heyhat! Eşek olmak ile Cebrâîl (aleyhisselâm) derecesinde olmak arasında muhayyer bırakılıp da eşşeklik derecesini Cebrâîl'in derecesine tercih eden bir zavallının tahsilden uzaklığı pek korkunçtur!

Her şeyin kendi benzerinin kendine câzip göründüğü gizli değildir!18

Eskicilerin sanatına, kâtiplerin sanatından daha fazla meyyal olan nefis, cevherinde, kâtiplerden daha fazla eskicilere benzer. Meleklerin lezzetinden daha fazla hayvanların lezzetlerini elde etmeye meyilli olan bir kimse de böyledir. Bu bakımdan bu kimse, şüphesiz ki meleklerden daha fazla hayvanlara benzer.

Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da şaşkın ve işte gâfiller onlardır. (A'raf/179)

Onların daha sapık ve şaşkın olmaları ancak şundan ileri gelir: Hayvanların, meleklerin derecesini talep etme imkânı yoktur. Bu bakımdan bu dereceyi talep etmeyi terk etmesi acizliğinden ileri gelir, insana gelince onun bu imkânı vardır. Kemâlin elde edilmesine kâdir olan bir kimse kemâlin talebinden geri kaldı mı, dalâlete nisbet edilerek kötülenmesi daha uygun ve daha doğrudur. Bu sözler, bahis arasında geçen sözler olduğundan biz maksada dönelim. Daha önce 'Lâ ilhahe illâllah' ve 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünün mânâsını beyan etmiş ve demiştik ki: 'müşahede ve mükâşefe olmaksızın bunları söyleyen bir insanda tevekkül halinin meydana gelmesi düşünülemez'.

Soru: Senin 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünden Allah'a iki şeyi nisbet etmekten başka birşey yok. Bu bakımdan eğer biri 'Gökle yer Allah'ın yaratığıdır' dese, böyle diyenin sevabı, öbür sözü diyenin sevabı gibi midir?

Cevap: Hayır! Çünkü sevap, sevaba sebep olan şeyin derecesi nisbetindedir. Oysa bu iki derecenin arasında eşitlik yoktur. Gök ve yerin büyüklüğüne, kuvvet'in de küçüklüğüne eğer küçüklükle tavsîfi caizse bakılmaz. Çünkü eşya, şahısların büyüklüğüne bağlı değildir. Halk tabakası da anlar ki yer ile gök insanlar tarafından değildirler. Bilakis halk tabakasından herkes anlar ki yer ile gök insanların değil, Allah'ın yaratıklarıdır. Kuvvet ise, mutezilîler felsefeciler ve bakışının keskinliği ile kılı kırk yararcasına makul ve fikir hakkında ince mütalaalarda bulunduğunu iddia eden bir çok gruplar tarafından bile çözülememiştir. Bu bakımdan bu kelime tehlikeli bir kelime ve büyük bir kayıştır.

Burada gâfiller helâk olmuşlardır! Zira gâfiller, nefisleri için birşey isbat etmişlerdir. Oysa bu isbatlama tevhîd'de şirk ve Allah'tan başka bir yaratıcı isbat etmektir. Kim Allah'ın kendisine bahşettiği tevfîki ile bu dar gediği geçerse, onun mertebesi yücelir ve 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünde doğru olur. Nitekim daha önce 'Tevhîd'de iki gedikten başkası yoktur' demiştik. Onlardan biri yer, gök, güneş, ay, yıldız, bulut, yağmur ve diğer cemadâta bakmaktır. İkincisi ise, hayvanların ihtiyarına bakmaktır ki bu ikincisi, gediklerin tehlike bakımından en büyüğü ve en korkuncudur. Bu iki aşılmaz engeli geçmekle Tevhîd sırrının kemâli tahakkuk eder ve bunun için de bu kelimenin sevabı büyümüştür. Bundan bu kelimenin tercümes: olan ve müşahede edilen mânânın sevabını kastediyoruz. O hald ( tevekkül hali, kuvvetten teberri etmek ile, hak ve bir olana tevekkü etmeye dönüşür. Eğer Allah dilerse biz tevekkül amellerinin tafsi latını zikrettiğimizde bunun hakikati anlaşılacaktır.

16) Ukaylî ve Ebû Nuaym

17) Taberânî, (Zeyd b. Erkam'dan) ; Ebû Yâ'lâ, (Ebû Hüreyre'den)

18) Bu söz meşhur bir darb-ı meseldir. Mânâsı 'Ruhlar hazırlanan askerlerdir. . . ' hadîsinden alınmıştır.

35-2

6. Tevekkül Halleri Hakkında Şeyhlerin Sözleri

Şeyhlerin bu sözlerinin hiç birinin daha önce zikrettiğimiz mânâ hududununun dışına çıkmadığı bilinmelidir. Fakat şeyhlerin her biri hallerin bazılarına işaret etmiştir.

Ebû Musa ed-Deybilî (veya Deybülî) dedi ki: Ebû Yezid el-Bistamî'ye 'tevekkülün ne olduğunu' sordum. Dedi ki: 'Sen tevekkül hakkında ne diyorsun?' Dedim ki: "Arkadaşlar, 'Eğer yırtıcı hayvanlar ve yılanlar sağından ve solundan seni sarsalar bile kalbin kıpırdamamalıdır' dediler". Ebû Yezid 'Evet! Bu tarif, tevekkülün hakîki tarifine yakındır. Fakat eğer cennet ehlinin cennette nimetlendiğini, ateş ehlinin de ateşte azap gördüğünü gördükten sonra nefsin için birini tercih edersen tevekkülün esasından çıkmış olursun. (Çünkü Allah'a tevekkül, herhangi bir fiili kendi nefsine nisbet etmene zıd düşer) '.

Ebû Musa'nın söylediği, tevekkül hallerinin en büyüğünden haber vermektir. O da üçüncü makamdır. Ebû Yezid'in söylediği ise, tevekkülün esaslarından olan ilmin çeşitlerinin en aziz ve en az bulunanınıdır. Bu da, hikmeti ve Allahü teâlâ'nın yaptığını vâcib olarak yapmış olduğunu bilmektir. Bu bakımdan cehennem ile cennet ehli arasında, adalet ve hikmetin esasına göre ayrım yoktur. Bu ilim çeşitlerinin en giriftidir. Bunun arkasında kader sırrı bulunur. Ebû Yezid ise, makamların en yücesinden, derecelerin en yükseğinden konuşur. Yılanlardan korunmayı terketmek tevekkülün birinci makamında şart değildir.

Çünkü Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) mağarada yılanların deliklerini kapatmak suretiyle onlardan korundu. Ancak Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) , bu delikleri ayağıyla veya eliyle kapattı. Bundan dolayı da onun sırrı bozulmadı, denilebilir! Veya şöyle de denilebilir: Ebû Bekir Sıddîk bunu nefsi için değil Hazret-i Peygamber'e olan şefkatinden dolayı yaptı. Oysa tevekkül ancak kişinin sırrını harekete geçirip, kendisine ait bir iş için bozulursa, ortadan kalkar. Bu hususa bakmak için bir fırsat vardır. Bunun emsalinin ve bundan daha fazlasının tevekküle zıt düşmediğinin beyanı ileride geleceği gibi yılanlardan ötürü kalbin harekete geçmesinin korku olduğunu, tevekkül sahiplerinin hakkının da yılanları kendisine musallat kılandan korkmak olduğunun beyanı da gelecektir; zira yılanların kuvveti yoktur. Bunlar ancak Allah'ın emriyle olur.

Eğer kişi yılandan korunursa, tedbirine ve korunma hususunda, kudretine yaslanmış olmaz. Tedbir, kuvvetin yaratanına yaslanmak demektir.

Zünnûn-i Mısrî'den tevekkülüm mânâsı sorulduğunda cevap olarak demiştir ki: 'Allah'tan başka bütün bâtıl rableri atmak ve sebepleri kesmektir!'

Bu bakımdan bâtıl rableri atmak, Tevhîd ilmine, sebepleri kesmek ise, amellere işarettir, Zünnûn-i Mısrî'nin sözünde, her ne kadar lâfzın zımnında varsa da açıkça hale dokunmak yoktur. Bunun üzerine ona denildi ki: 'Biraz daha izah eder misiniz?'

Cevap olarak şöyle dedi: 'Nefsi kulluğun ahkâmına atmak ve rubûbiyet davasından çıkartmaktır!' Bu ise, sadece kuvvetten teberri etmeye işarettir.

Hamdün (b, Ahmed b. Ammâre) el-Kassar'a tevekkül soruldu. Dedi ki: ' (Tevekkül şudur) eğer senin 10. 000 dirhemin varsa, aynı zamanda üzerinde bir danik de borç varsa ölüp de o borcun üzerinde kalacağından emin olmamandır. Eğer boynunda 10. 000 dirhem borç varsa ve ona karşılık birşey bırakmazsan, onu ödemek hususunda Allah'tan ümidini kesmemendir'. Onun bu sözü, sadece Allah'ın kudretinin genişliğine ve kudret dahilindeki şeylerde şu görünen sebeplerin haricinde daha nice gizli sebeplerin bulunduğuna inanmaya işarettir.

Ebû Abdullah (Muhammed b. Ahmed) el-Karaşî'ye tevekkül soruldu. Dedi ki: 'Tevekkül, her durumda Allahü teâlâ ile irtibat kurmaktır'. Soran 'Bana da izah eder misin?' deyince şöyle dedi: 'Başka bir sebebe vardıran sebebi terketmektir ki bunu sevk ve idare eden hakkın ta kendisi olsun!'

Birinci cevap, üç makamı da kapsamına almaktadır. İkinci cevap ve tarif ise, sadece en yücesi olan üçüncü makama işarettir. Bu tevekkül, Hazret-i İbrahim'in (aleyhisselâm) tevekkülü gibidir; zira Cebrâîl (aleyhisselâm) ona 'Bir şeye ihtiyacın var mı?' diye sorunca dedi ki: 'Sana ihtiyacım yoktur!' Zira Cebrâîl'in suali İbrahim'i korumak gibi, başka bir sebebe götürücü bir sebeptir. Bu bakımdan İbrahim (aleyhisselâm) bunu 'Eğer Allah dilerse Cebrâîl'i bu hususta musahhar eder. Öyleyse bunu bizat sevk ve idare eden Allah'tır' hakikatine güvenerek terketti. Bu hâl, Allah'ı gördüğünden dolayı nefsinden geçmiş, Allah'ın beraberinde başkasını görmemiş ve öylece kalakalmış bir kimsenin halidir. Bu hâl, esasında vukûu pek nadir bir haldir. Eğer olursa, devamlılığı, oluşundan daha uzak ve daha nadir bulunan bir durumdur.

Ebû Said (Ahmed b. Îsa) 'Tevekkül, sükûnetsiz sallantı ve sallantısız, sükûnettir!' demiştir.

Onun bu tarifiyle, ikinci makama işaret etmesi mümkündür. Bu bakımdan kişinin sallantısız sükûneti, kalbin vekile karşı sükûnete kavuşmasına ve güvenmesine işarettir. Sükûnetsiz sallantı ise, kalbin vekile sığınması, çocuğun annesinin önünde sallanması ve annesinin kendisi hakkında tam şefkate sahip olduğuna kalben inanması gibi vekilin huzurunda yalvarmasına işarettir.

Ebû Ali (Hasan b. Ali) ed-Dekak şöyle demiştir: Tevekkül üç derecedir:

A) Önce tevekkül,

B) Sonra teslim olmak,

C) Sonra tefvîzdir.

Tevekkül sahibi bir kimse Allah'ın va'dine güvenir. Teslim olan bir kimse ilmiyle iktifa eder. Tefviz sahibi ise, hükmüne razı olur.

Bu söz kendisine bakılana nisbeten kişinin bakış derecelerinin değişik olmasına işarettir; zira ilim esastır. Va'd ona tâbi olur. Hüküm ise, va'de tâbidir. Tevekkül sahibi bir kimsenin kalbine bunlardan birinin mülâhazasının hâkim olması, uzak bir ihtimal değildir. Bu söylediklerimizden başka, şeyhlerin tevekkül hususunda daha nice sözleri vardır. Biz onları nakletmekle kitabı uzatmayalım; zira keşif, düşünce ve nakilden daha faydalıdır. İşte buraya kadar söylediklerimiz, tevekkül haliyle ilgili olan şeylerdir. Rahmet ve lütfuyla muvaffak kılan Allah'tır.

7. Tevekkül Sahiplerinin Amelleri

İlim hali, hâl de ameli doğurur. Bazen tevekkül'ün mânâsının, bedenen çalışmayı, kalben tedbiri terketmeyi, atılan paçavra ve çengele takılan et parçası gibi yere serilmek olduğu zannedilir! Oysa böyle zannetmek, cahillerin işidir. Böyle zannetmek, şer'an haramdır.

Çünkü şeriat tevekkül, sahiplerini övmüştür. Acaba dince mahzurlu sayılan şeylerle dînî makamların birine nasıl varılır? Buradaki perdeyi kaldırmak için şöyle deriz. Tevekkül'ün tesiri, kulun hareketinde, ilmiyle hedeflerine doğru gidişatında belirir. Kulun kendi ihtiyarıyla çalışmasına gelince, bu çalışma, kesb gibi kulun yanında bulunmayan faydalı bir şeyi celbetmek veya azık gibi kulun yanında mevcut olan, faydalı bir şeyi korumak, yırtıcı hayvan, hırsız ve saldırganı defetmek gibi daha kulun başına gelmeyen bir zararı bertaraf etmek veyahut da hastalıktan tedavi olmak gibi kulun başına gelen bir zararı kaldırmak içindir. Bu bakımdan kulun hareketlerinin hedefi, şu dört durumun dışına çıkamaz: Fayda verenin celbi ve korunması, zarar verenin bertaraf edilmesi veya fenlerin her birinin derecelerini şer'î delillerle beraber zikredelim:

Birinci Durum

Fayda verenin celbi hakkındadır. Bunun hakkında deriz ki: Fayda verenin celbinde kullanılan sebepler üç derecedir:

Biri kesin, ikincisi güvenilir bir zan ile zannedilen, üçüncüsü nefsin tam güvenmediği ve mutmain olmadığı bir vehim ile vehmedilendir.

1. Derece

Kesin olan birinci derece, Allah'ın takdir ve meşiyetiyle, değişmez bir şekilde, müsebbeblerin bağlı oldukları sebepler gibidir. Tıpkı aç olduğunda veya yemeğe ihtiyacın olduğunda yemeğin önüne konması gibidir. Fakat ona el uzatmayıp 'Ben tevekkül sahibiyim. Tevekkül'ün şartı da çalışmayı terketmektir. Eli yemeğe uzatmak da bir çalışma ve harekettir. Onu dişlerle çiğnemek de böyledir. Yukarı çeneyi aşağı çene üzerine kapatmak ve yutmak da böyledir' demen gibi! Senin bu hareketin katıksız bir deliliktir. Tevekkülle hiçbir alâkası yoktur; zira eğer Allah, yemeksizin, sende doymayı veya ekmekte, kendiliğinden gelip ağzına girmek için bir hareketi veya senin için çiğneyip ve midene varması için ' bir meleği müsahhar kılmasını beklersen, Allah'ın sünnetini (kanununu) bilmiyorsun demektir. Böylece yere tohum serpmeden Allahü teâlâ tohumsuz ekin bitirmesini veya Hazret-i Meryem'in (aleyhisselâm) doğurduğu gibi, hanımından cinsî münasebette bulunmaksızın çocuk beklersen, bütün bunlar da deliliktir.

Bunun benzeri çoktur ve saymakla bitmez. Bu bakımdan bu makamda tevekkül, amelle değil, hâl ve ilimledir.

İlm'e gelince, Allahü teâlâ'nın yemeği, eli, dişleri, hareket kuvvetini yarattığını, sana yediren ve içirenin O olduğunu bilinendir.

Hal'e gelince, kalbinin sükûnete kavuşması ve itimadının Allah'ın fiili üzerine olmasıdır, el ve yemek üzerine değil! Sen, elinin sıhhatine nasıl güvenebilirsin? Oysa çoğu kez elin kuruyup felç olabilir. Sen kendi kudretine nasıl itimat edebilirsin? Oysa derhal aklını yerinden oynatan bir şey olup, hareket kuvvetini iptal edebilir. Yemeğin hazır olmasına nasıl güvenirsin? Oysa Allahü teâlâ senden o yemeği alan birini veya seni o yerden kaçırtan bir yılanı, seninle yemeğin arasına giren bir engeli musallat kılabilir. Böyle ihtimaller olduğundan ve Allah'ın fazlından başka bunların ilâcı da bulunmadığından ötürü ancak O'nunla sevin ve ancak O'na güven! Kişinin hali ve ilmi bu olduğunda elini yemeğe uzatsın, muhakkak o tevekkül sahiplerindendir.

2. Derece

İkinci derece, kesin olmayan fakat çoğu kez müsebbebin onlarsız meydana gelmediği ve onlarsız meydana gelme ihtimali uzak olan sebeplerdir. Tıpkı şehirlerden ve kafilelerden ayrılıp halkın çok az yolculuk yaptığı sahralara azıksız düşen bir kimse gibi. . . Böyle yapmak tevekkülde şart değildir. Aksine sahralarda beraberinde azık götürmek selef-i salihînin sünnetidir. Daha önce dediğimiz gibi, azığa değil de Allah'ın faziletine güvendikten sonra, tevekkül sahipleri tevekkülden çıkmış olmaz. Fakat azıksız sahralara dalmak da caizdir. Bu ise, tevekkül makamlarının en yücesidir ve İbrahim b. Ahmed el-Havvâs böyle yapardı.

Soru: Fakat azıksız sahraya dalmak, nefsi helâk etmek ve tehlikeye atmak hususunda adım atmak sayılmaz mı?

Cevap: Böyle yapmak iki şartla haram olmaktan çıkar.

Birinci şart; kişi nefsini alıştırmış, bir hafta ve bir haftaya yakın bir zaman yemeksiz sabretmeye nefsini tâlim ettirmiştir. Öyle ki bu müddet zarfında nefis kalp sıkışması ve gönlün teşevvüşü olmaksızın ve Allah'ın zikrinde bir zorluk çekmeden sabredebilir.

İkincisi, öyle bir durumdur ki bitkilerle gıdalanabilir. Basit olan her şeyden gıdasını alabilir. İşte bu iki şart mevcut olduktan sonra, kişi çoğu kez çöllerde ancak haftada bir insana rastlar veya bir obaya, bir köye veya kifayet edici bir bitkiye varır. Nefsiyle mücâhede ederek bununla hayatını idame ettirebilir. Mücâhede etmek tevekkülün direğidir.

Havvâs buna itimad eder, onun benzeri tevekkül sahipleri de buna güvenirdi. Havvâs'ın buna güvendiğinin delili şudur ki o iğne, makas, ip ve su testisini yanından ayırmazdı. Derdi ki: 'Bunları bulundurmak tevekküle zıt düşmez'.

Bunun sebebi şuydu: O, çöllerde suyun kumun yüzeyinde olmadığını bilirdi. Suyu testisiz ve ipsiz kuyulardan çıkarmak da Allah'ın sünnetine muhaliftir. İp ile testinin, bitki gibi çölde çokça bulunmadığı malumdur. Suya da günde birkaç defa, abdest için, ihtiyaç vardır. İçmek için de günde veya iki günde bir defa suya ihtiyaç vardır; zira yolcunun yolculuğun harareti sebebiyle yemek yemese dahi suya ihtiyacı olur. Kişinin bir tek elbisesi olur. O elbise çoğu kez yırtılır. Avret mahalli görünür. Çölde her namaz vaktinde iğne ve makasın bulunmaz. Kesmek ve dikmek hususunda da çöllerde bulunan şeyler iğne ile makas yerini tutmaz. Bu bakımdan bu dört şeyin mânâsında olan da ikinci dereceye iltihak eder. Çünkü oluşu, kesin olmayan bir zan ile zannedilir; zira elbisenin yırtılmaması veya başka bir insanın çıkıp ona elbise vermesi veya kuyu başında kendisine su veren birinin bulunması mümkündür. Fakat yemeğin çiğnenmiş bir vaziyette hareket ederek onunn ağzına girmesine ihtimal yoktur. O halde iki derece arasında fark vardır.

Kişi, dağların kuytularından birine su ve bitki olmadığı bir yere herhangi bir yolcunun uğramadığı bir mahalle çekilip Allah'a tevekkül ederek oturursa, bu kişi böyle yapmakla günahkâr olur, kendi nefsini helâk etmiş olur. Nitekim rivâyet ediliyor ki zahidlerden biri şehirlerden ayrıldı. Bir dağın tepesinde bir hafta durdu ve 'Rabbim'benim rızkımı getirinceye kadar hiç kimseden birşey istemeyeceğim!' dedi. Böylece bir hafta oturdu. Nerdeyse ölecek raddeye geldiği hâlde kendisine rızık gelmedi. Bunun üzerine ellerini kaldırarak şöyle dedi: 'Ey rabbim! Eğer beni diri bırakacaksan, bana ayırdığın rızkı gönder! Yoksa ruhumu al! Beni yanına götür!' Bunun üzerine Allahü teâlâ kendisine şöyle ilham etti:

İzzetim hakkı için sen şehirlere girip halk arasında oturmadıkça sana rızık vermeyeceğim!

Bunun üzerine, kişi şehre gidip oturdu. Bir kişi yemek, öbür kişi su getirdi. Yeyip içti ve nefsinde bundan korktu. Bunun üzerine Allahü teâlâ kendisine şöyle (ilham) etti:

Dünyadaki zühdünden ötürü hikmetimin berhava edilmesini istedin! Bilmez misin kuluma kullarımın eliyle rızık yedirmem, kendi kudret elimle yedirmekten daha sevimli gelir bana!

Madem durum budur, bütün sebeplerden uzaklaşmak, hikmeti zorlamak ve Allah'ın sünnetini bilmemektir. Allahü teâlâ'nın sünnetinin gereğini yapmakla beraber Allah'a, sebeplere başvurmak ve itimat etmek, daha önce husumetten ötürü vekil hususunda belirttiğimiz misalde olduğu gibi tevekküle zıt düşmez.

Fakat sebepler zâhir ve gizli diye iki kısma ayrılır. Tevekkülün mânâsı, gizli sebeplerle iktifa edip zâhirî sebeplere ihtiyaç duymamak, bununla beraber, sebebe değil, sebebin müsebbibine güvenmektir.

Soru: Çalışmaksızın şehirde oturmak haram mıdır, mübah veya mendub mudur?

Cevap: Böyle yapmak haram değildir. Çünkü çölde seyahat eden bir kimsenin nefsini helâk edecek derecede olmaksızın seyahati haram olmadığına göre, çalışmadan şehirde oturmak nasıl haram olur? Kişi burada nefsini helâk etmiyor ki onun fiili haram olsun! Rızkının ummadığı bir yerden kendisine gelmesi, uzak bir ihtimal değildir. Fakat bazen gecikir. Rızık gelinceye kadar sabretmek de mümkündür. Fakat kapıyı üzerine hiç kimsenin girmeyeceği bir şekilde kapatması haramdır. Eğer boş durup bir ibadetle meşgul olmadığı halde kapıyı açarsa, çalışmak ve buradan çıkmak onun için otarmaktan daha evlâdır. Fakat onun böyle yapması, ölüm emarelerinin görülmesi müstesna haram da değildir. Ne zaman ölüm emareleri görünürse, o zaman çıkmak, halktan istemek ve çalışmak gerekir. Eğer kalbi Allah ile meşgulse ve kapıdan gelip de kendisine azık getirene iltifat etmiyorsa, Allah'ın lütfunu bekleyip onunla meşgul ise, bu durumu çalışmaktan daha üstündür. Bu da tevekkülün makamlarından biridir. Bu makam, şahsın Allah ile meşgul olup, rızkına önem vermeme makamıdır. Çünkü rızık şüphesiz kendisine gelecektir! Âlimlerden bazılarının söylediği, bu makama göre doğru olur. Şöyle ki: Eğer kul rızkından kaçsa bile rızık onu arar. Ölümden kaçsa bile ölümün gelip yakasına sarılması gibi. . . Eğer kul, Allah'tan 'bana rızık verme' diye dilekte bulunsa, bu dileği kabul olunmayacağı gibi böyle söylemekle de âsi de olur! Allahü teâlâ lisan-ı ulûhiyetle ona 'Ey cahil kulum! Seni yaratıp da nasıl sana rızık vermeyeyim? diye haykırmaktadır.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'İnsanlar, her şeyde ihtilaf ettiler. Ancak rızık ile ecel bundan müstesnadır! Çünkü insanlar toplu olarak Allah'tan başka rızık veren ve öldüren olmadığına kanaat getirmişlerdir'.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Eğer sizler gereği gibi Allah'a tevekkül etmiş olsanız muhakkak ki kuşlara rızık verdiği gibi size de rızık verir. Kuş sabahleyin karnı aç olarak yuvadan ayrılır, akşam tok olarak döner, muhakkak sizin dualarınızla (tevekkül ettiğiniz takdirde) dağlar yerinden oynar' diye buyurmuştur.

Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ey insanlar! Kuşlara bakın! Ne tohum eker, ne ekin biçer ve ne de azık edinir! Allahü teâlâ gün be gün onun rızkını böyle olduğu halde verir! Eğer 'Bizim karnımız onunkinden daha büyüktür' derseniz, hayvanlara bakın! Allahü teâlâ, o hayvanlar için şu mahlukâtını rızık toplamaya nasıl sevketmiştir?'

Ebû Yakub es-Susî19 der ki: 'mütevekillerin rızkı, yorulmaksızın, başka kulların eli ile verilir. Oysa o vasıta olan kullar, meşgul ve yorgundular!'

Seleften bir zat şöyle demiştir: 'Bütün kullar Allah tarafından rızıklanırlar. Fakat bazıları dilenciler gibi zilletle rızkını alır, bazıları da tüccarlar gibi beklemek ve yorgunlukla. . . Bazıları da sanatkârlar gibi kir ve pasa katlanmakla. . . Bazıları da sûfiler gibi izzetle alırlar; zira sûfîler aziz olan Allah'ı müşahede ederler. Rızıklarını O'nun kudret elinden alırlar ve vasıtaları görmezler'.

3. Derece

Üçüncü derece, kesbetmenin tafsilatında ve değişik yönlerinde ince tedbirlere başvuran bir kimse gibi, müsebbibe götüren sebeplere zâhirde güvenmeksizin başvurmaktır. Bu ise, tevekkül derecelerinin hepsinden insanı çıkarır. Halk tabakasının tümü bu derecededir.

Bunlardan mübah bir serveti, mübah bir çalışma ile ticaretin ince yollarına başvurmak suretiyle edinen kimseleri kastediyorum. Şüpheli malı alan veya şüpheli bir yoldan kazanç temin edenin durumu ise, dünya hususunda harisliğin son derekesi ve sebeplere yaslanmak demektir. Gizli değildir ki bu durum tevekkül'ün mânâsını iptal eder. Bu durumun faydalıyı celbetmeye nisbeti, muskanın uğur ve uğursuzluğu ve dağlamanın zarar vericiyi gidermesine nisbeti gibi olan sebeplerdir; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) tevekkül sahiplerini muskaya, fala ve dağlanmaya itimad etmezler diye vasıflandırmıştır.

Çalışmazlar, şehirlerde durmazlar, hiç kimseden birşey almazlar' diye vasıflandırmamıştır. Onları bu sebeplere tevessül etmekle vasıflandırdı. Müsebebbiblerde kendisine güvenilen bu sebeplerin benzerleri pek çoktur, onları tamamen saymak mümkün değildir.

Sehl et-Tüsterî tevekkül hakkında 'Tedbirin terkidir9 demiştir. Yine şöyle demiştir: 'muhakkak Allah halkı yaratmış, onları nefsinden perdelememiştir. Onların perdeleri ancak tedbirlerdir'.

Umulur ki o bu sözüyle uzak sebeplerin düşünce ile elde edilmesini kasdetmiştir; zira açık sebepler değil de uzak sebepler tedbire muhtaçtırlar. Durum bu olduğunda anlaşıldı ki sebepler kendilerine bağlanılan, tevekküle dahil olan ile olmayan kısma bölünür. Hariç olan kısım da kesin olan ile zannedilene bölünür. Kesin olan tevekkül halinin ve ilminin varlığında tevekkülden çıkmaz. O, sebeplerin müsebbibine güvenmektir. Bu bakımdan buradaki tevekkül amelle değil, hâl ve ilimledir. Zannedilenlere gelince, bunlarda tevekkül hâl, ilim ve amel ile birlikte olur.

Bu sebeplere başvurmak bakımından, tevekkül sahipleri üç makam üzeindedirler:

Birinci Makam

Bu el-Havvâs ve benzerlerinin makamıdır, el-Havvâs azıksız, çöllerde gezen bir zattı. Bunda bir hafta veya daha fazla bir zaman sabır imkânını kendisine bahşeden veya bitkiyi veyahut herhangi bir azığı kendisine kolaylaştıranın fazlına güveniyordu veya kendisini eğer hiçbir şey elde edilmezse ölmeye razı olmakta sabit kılacağına inanıyordu. Çünkü azığı beraberinde götüren, bazen azığını kaybeder veya azığı sırtında taşıyan devesi kaybolur ve dolayısıyla açlıktan ölür. Demek ki açlıktan ölmek nasıl ki azığın yokluğu ile beraber mümkün ise azıkla beraber de mümkündür.

İkinci Makam

Bu makam, evinde veya mescidde otaran kişinin makamıdır. Fakat evi ve mescidi köy ve şehirlerdedir. Bu makam, birincisinden daha zayıftır. Fakat bu kimseler tevekkül sahipleridir. Çünkü hem kesbi, hem de zâhirî sebepleri terketmiştir. Gizli sebeplerle işini tedbir etmekte Allah'ın fazlına güvenmiştir. Fakat şehirlerde oturmakla rızkın sebeplerine açık kapı bırakmıştır. Çünkü şehirlerde oturmak, rızkı kolaylaştıran sebeplerdendir. Ancak şehirde oturması, şehirlilere değil de onları kendisine rızık vermeye zorlayan Allah'a güvendiği takdirde tevekkülünü bozmaz; zira bütün şehirlilerin şehirde olduğu halde ondan gâfil olmaları ve onu ihmal etmeleri düşünülebilir. Eğer Allahü teâlâ onu onlara tanıtmaz ve onları ona yardım etmeye teşvik etmezse, ondan gâfil olmaları düşünülebilir!

Üçüncü Makam

Bu kişinin çıkıp, kesb âdâbı bahsinin üçüncü ve dördüncü bablarında söylediğimiz şekilde kazanmasıdır. Bu kişi 'Kazancım bana kifayet eder, gıdam var. Mertebem ve sermayem var' diye bunlara güvenmedikçe, tevekkül makamlarından dışarı çıkmış sayılmaz; zira bunlara güvenmeye gelmez. Çünkü çoğu kez Allahü teâlâ bütün bunları bir anda yok eder. O bütün bunları koruyan, sebepleri kendisine kolaylaştıran Allah'a bakar. Kazancını, sermayesini, yetkisini Allah'ın kudretine nisbeten sultanın elindeki kalem gibi görür. Bu bakımdan kalemi bu durumda gören bir kimse kaleme değil, sultanın kalbine nazar eder. Acaba o kalp ne ile hareket edecek? Neye meyledecek ve neyle hükmedecek? Sonra bu çalışan, ya çocukları için veya fakirlere dağıtmak için çalışır. Bu bakımdan o, bedeniyle çalışır, fakat kalbiyle çalışandan ayrılır.

Öyleyse bunun hali, evinde oturanın halinden daha şereflidir. Çalışmanın eğer şartlar gözetilir ve daha önce geçtiği gibi, hâl ve marifet kendisine eklenirse tevekkül haline zıt düşmediğinin delili şudur:

Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) halife seçildiğinde, sabahleyin daha önce sattığı elbiselerin bir kısmını kucağına alıp bir kısmını da kolunun üzerine atıp çarşıya girdi. "Elbise! Elbise' diyerek elbiseyi tanıtmaya başladı. Öyle ki müslümanlar onun bu hareketini hoş karşılamadılar ve dediler ki: 'Sen bunu nasıl yapıyorsun? Oysa sen hilâfet makamına getirilmişsin?' Hazret-i Ebû Bekir itirazda bulunanlara 'Beni, çoluk çocuğumun nafakasını kazanmaktan alıkoymaymz. Çünkü ben çocuklarıma bakmazsam başkalarına nasıl bakarım?' dedi.

Bu durum ashâb-ı kirâm tarafından müslümanların bir ailesine yetecek kadar Hazret-i Ebû Bekir'e maaş tayin edilinceye kadar devam etti. Ashâb, Hazret-i Ebû Bekir'in bu maaşı hazineden almasına razı oldukları zaman, Hazret-i Ebû Bekir de onlara yardım etmeyi ve buna razı olmak suretiyle onların kalplerini hoş tutmayı ve bütün vaktini müslümanların maslahatına ve yararına sarfetmeyi daha uygun buldu. Böylece alışverişten vazgeçti.

Hazret-i Ebû Bekir'in 'tevekkül makamında olmadığını' söylemek muhaldir. Acaba ondan daha fazla bu makama lâyık olanı var mıdır? Onun bu hareketi, çalışmayı ve çabalamayı terketmek suretiyle değil, azığına ve çalışmaya itibar etmemek suretiyle tevekküldür. Allah'ın çalışmayı kolaylaştırıcı, sebepleri tedbir edici olduğunu bilmesiyle tevekkül sahibiydi. Onun tevekkül sahibi olması, çalışma yolunda gözettiği bazı şartlara bağlıydı. Meselâ ihtiyacı kadar çalışıyordu. Fazla mal edinmek, edinilen fazla mal ile böbürlenmek, malı biriktirmek gibi şeyler için çalışmıyordu. Onun nezdinde kendi parası başkasının parasından daha sevimli değildi. O halde parası nezdinde başkasının parasından daha sevimli olan bir kimse dünyanın harisi ve muhibbidir. Oysa tevekkül, ancak dünya hakkında zâhidlik yapmakla tahakkuk eder. Evet! Tevekkülsüz zühd doğru olabilir. Çünkü tevekkül, zühdün ötesinde bir makamdır.

Cüneyd-i Bağdâdî'nin şeyhi ve tevekkül sahiplerinden olan Ebû Cafer el-Haddad şöyle demiştir: Tevekkül hâlimi yirmi sene gizledim ve pazardan ayrılmadım. Hergün bir dinar kazanıyor, fakat bir danikle bile sabahlamıyordum. Hamam parası olarak bir kırat verdiğim zaman bile istirahat etmiyordum. Hepsini geceleyin fakirlere veriyordum'. Cüneyd, bu zatın huzurunda, tevekkül hususunda konuşamıyordu. Cüneyd şöyle derdi: 'Onun bulunduğu yerde, konuşmaktan utanıyorum!' Bil ki: Belli bir gelirle tekkelerde oturmak, tevekkülden uzaktır. Eğer o tekkelerin belli bir geliri ve vakfiyesi yoksa, tekke hizmetkârına çıkıp da orada ibadet edenler 'nafaka topla' diye emir verirlerse, bu durumda zayıf bir tevekkül vardır.

Fakat çalışan bir kimsenin tevekkülü gibi hâl ve ilimle kuvvet bulur. Eğer tekkehanelerde oturanlar, kimseden birşey dilenmeyip kendiliğinden gelene kanaat ederlerse bu, tevekkülleri için daha kuvvetli bir durumdur. Fakat orada oturanlar bu şekilde şöhret bulduktan sonra orası onlar için pazar yeri gibi olur. Bu bakımdan orası pazara girmek gibidir. Pazara giren bir kimse de ancak birçok şartları gözettiği takdirde tevekkül sahibi olabilir.

Soru: Evinde oturmak mı yoksa çıkıp çalışmak mı daha üstündür?

Cevap: Eğer kişi çalışmayı bırakmak suretiyle tefekkürü, zikri, ihlası ve vaktini ibadetle doldurmayı düşünüyorsa ve aynı zamanda çalışmak da onun bu hedeflerine engel oluyorsa, çalışmamasına rağmen, nefsi halkın eline engel oluyorsa ve biri gelsin de bana birşey getirsin diye beklemiyorsa, Allah'a tevekkül etmek ve sabır hususunda kalbi çok kuvvetli ise ve böyle şeylere bakmıyorsa, bu takdirde oturmak kendisi için daha evlâdır. Eğer evde kalbi muzdarip ve gözü halkın elinde ise, bu takdirde çalışmak daha evlâdır. Çünkü kalben halkı beklemek, kalbiyle dilenciliktir! Bu dilenciliği terketmek dinen, çalışmayı terketmekten daha mühimdir. Tevekkül sahipleri kalben bekledikleri şeyleri kabul etmezler.

Ahmed b. Hanbel, Ebû Bekir el-Maruzî'e tayin edilen ücretten daha fazla bir şeyin bir fakire verilmesini emretti. Fakat o fakir kendisine fazla verilmek istenen şeyi reddetti. Fakir hakkını alıp gidince, İmâm-ı Ahmed, Ebû Bekir'e 'Arkadan yetiş! Kendisine ver! Şimdi kabul edecektir! dedi. Ebû Bekir, fakire yetişip verdi ve fakir de kabul etti. Sonra Ebû Bekir, İmâm-ı Ahmed'e bunun hikmetini sordu ve şu cevabı aldı: 'Daha önce nefsi bu fazlayı istediği için reddetti. Çıkıp gidince tamahı bundan kesilip ümitsiz olunca kabul etti!'

Havvâs, vermesi için bir kula baktığında veyahut nefis bunu kendisine âdet edinir diye korktuğunda o kuldan hiçbir şeyi kabul etmezdi, Havvâs'tan 'Yapmış olduğun seyahatlerde en hayret verici olarak hangi hâdiseyi gördün?' diye sorulduğunda şu cevabı verdi: 'Hızır'ı gördüm. Arkadaşlığıma razı oldu. Fakat nefsim ona meyleder, dolayısıyla bu meyledişim tevekkülümde eksiklik meydana getirir korkusundan ondan ayrıldım'. Durum bu olduğu zaman, çalışan bir kimse, çalışma âdabını ve çalışma bahsinde geçtiği gibi niyetinin şartlarını ki çalışmasıyla fazla zengin olmayı kasdetmiyor, elindeki şeylere güvenmiyor ve çalışma kabiliyetine mağrur olmuyor demektir» riayet ettiği zaman tevekkül sahiplerinden olur.

Soru: Servete ve çalışma kabiliyetine güvenmemenin alâmeti nedir?

Cevap: Alâmeti şudur ki serveti çalınır veya ticarette zarar eder veya herhangi bir işi gecikirse buna razı olur. Güveni bozulmaz. Kalbi muzdarip olmaz. Hâdisenin başında ve sonunda kalbinin sükûnet durumu aynı olur. Çünkü bir şeye karşı sükûnete kavuşmayan bir kimse, onun yokluğundan dolayı muzdarip olmaz. Bir şeyin yokluğundan dolayı muzdarip olan bir kimse, o şeye gönül vermiş demektir.

Bişr, yün örmeleri yapıyordu. Fakat onları bilahere terk etti. Bunun sebebi de şuydu: el-Buadî, Bişr'e mektup yazarak şöyle dedi: 'Kulağıma geldiğine göre sen rızkını yün örmeler yaparak kazanıyormuşsun. Acaba Allah senin kulağını ve gözünü aldığı takdirde rızkı kimin üzerinde görürsün?' el-Buadî'nin bu sözü, Bişr'in kalbine tesir etti. Böylece Bişr, elinden eğirme aletini attı ve bu işi terketti. Deniliyor ki; 'Bişr bu aleti, ismi memlekete yayıldığı ve bu alet için dört taraftan kendisine insan seli aktığı için terketti', 'Çoluk çocuğu öldüğü zaman bunu terketti' de denilmiştir. Tıpkı Süfyân es-Sevrî'nin ticaret sermayesi olan elli altını, ailesi ölünce fakir fukaraya dağıttığı gibi. .

Soru: Nasıl olur da insanın bir malı olsun da kalben o malı sevmesin? Oysa insan, sermayesiz kazancın mümkün olmadığını bilir.

Cevap: Şunu bilmekle bu tasavvur olunabilir: İnsanlar arasında sermayesiz olanlar Allah tarafından kendisine rızık verilenler çoktur. Yine bol sermayeleri olan ve kendilerinden o sermaye çalınan, dolayısıyla helâk olanlar da çoktur. Bunu bildikten sonra şu hususta nefsini, sarsılmaz bir şekilde inandırmalıdır: Allah, kendisi için ancak kendisine yararlı olanı yapar! Eğer sermayesini helâk ederse, demek ki kendisi için sermayenin helâk olması hayırlıdır. Belki de sermayesi kalsaydı dinsizliğe yol açardı! Öyleyse bu takdirde sermayesini yok etmek, kendisi için ilâhî bir lütûftur. Bu durumun en fazla tehlikesi (dinsiz değil de) açlıktan ölmesidir. Bu bakımdan açlıktan ölmesinde, eğer kendi kusuru yoksa ve sadece Allahü teâlâ'nın bir hükmü olarak tahakkuk etmişse, bunun âhirette kendisi için daha hayırlı olduğuna inanması gerekir. Bütün bunlara inandığında malın varlığı ile yokluğu nezdinde eşit olur.

Kul, geceleri, ticaret yapmayı düşünür. Yapacağı şey öyle bir şeydir ki eğer onu işlerse, helâk olması sözkonusudur. Bu bakımdan Allahü teâlâ, arşının üstünden ona bakar. Onu o işi yapmaktan vazgeçirir. O, mahzun ve üzüntülü olarak, meymenetsizliği komşusundan ve amcasının oğlundan bilerek 'Kim bana önce bu işi yaptı? Kim buna bu felâketi getirdi?' diyerek sabahlar. Oysa bu, Allahü teâlâ'nın kendisine vermiş olduğu bir rahmetten başka birşey değildir. 20

Hazret-i Ömer 'İster zengin, ister fakir olarak sabahlayayım. Buna aldırmam! Çünkü zenginlikten veya fakirlikten hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmiyorum!' demiştir.

Bu şeyler hususunda yakîni tekâmül etmemiş bir kimseden tevekkül tasavvur olunamaz.

Ebû Süleyman ed-Dârânî, Ahmed b. Ebî Havariye 'Benim için her makamdan bir nasip vardır. Ancak şu mübarek tevekkülden yok! Ben ondan bir koku bile alamadım!' demiştir.

Evet, Ebû Süleyman'ın yüce kadrine rağmen durumu bu idi. O, tevekkül'ün mümkün olan makamlardan olduğunu inkâr etmemiştir. Fakat 'Ona yetişemedim!' demiştir. 'Tevekkül'ün en yüce noktasına varamadım' demek istemiş olması mümkündür. Allah'tan başka fâil olmadığına, O'ndan başka rızık verici bulamadığına, kul hakkında takdir buyurduğu fakirliğin, zenginliğin, ölümün ve hayatın kulun kendi kendine istediğinden daha hayırlı olduğuna dair îman kemâle ermedikçe, tevekkül hali kemâle eremez. Öyleyse tevekkülün binası daha önce de geçtiği gibi bu şeylere olan îmanın kuvveti üzerine kurulmuştur. Dinin sözler ve amellerden ibaret olan diğer makamları da îmandan olan temelleri üzerine bu şekilde bina edilirler.

Özet olarak tevekkül, anlaşılan bir makamdır. Fakat kalbin ve yakînin kuvvetini ister. İşte bu nedenle Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Kim kazanmayı hor görüp kınarsa, Sünnetullah'ı kınamıştır, kim kazanmayı terketmeyi kınarsa tevhîd'i kınamıştır'.

Soru: Zahirî sebeplere meyletmekten kalbi çevirmekte ve gizli sebepleri kolaylaştırmak hususunda Allah'a hüsn-i zan etmekte fayda verici deva var mıdır?

Cevap: Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder. Allah size kendi tarafından bağışlama ve lütuf va'dediyor. Şüphesiz Allah'ın lütfu geniştir, (O) bilendir. (Bakara/268)

İnsan, tabiatı sebebiyle şeytanın korkutmasını dinlemek durumundadır ve bunun için denilmiştir ki: 'Korkak kimse su-i zandan dolayı, şeytana aldanmıştır'. Ne zaman ki bu korkuya başka korku, kalp zâfiyeti ve zâhirî sebepler üzerinde konuşan ve araştırma yapan kelâmcıların görünmesi eklenir ve su-i zan, galebe çalarsa o zaman tevekkül tamamen iptal olunur. Rızkı gizli sebeplerden görmek de tevekkülü bozar. Hikâye ediliyor ki bir âbid, belli bir geliri olmadığı halde, bir mescidde itikafa girdi. Mescidin imamı ona dedi ki: 'Çalışıp kazanman senin için bu durumdan daha iyi değil midir'.

Âbid, İmâm bu suali üç defa tekrar edinceye kadar cevap vermedi. Bunun üzerine imama dedi ki: 'Caminin komşusu bir yahûdî vardır. Hergün bana iki ekmek vermeyi taahhüd etti'. Bunun üzerine İmâm 'Eğer yahûdî taahhüdünde doğru ise, camide itikaf etmen, çalışmandan senin için daha hayırlıdır' deyince, âbid şöyle haykırdı: 'Ey kişi! Eğer sen Tevhîd'deki bu eksikliğine rağmen Allah ile kullar arasına girmesen senin için daha hayırlıdır; zira sen bir yahudinin rızık va'dini Allah'ın taahhüdünden daha üstün tuttun!'

Bir mescidin imamı cemaattan birine 'Sen nerden yiyorsun?' diye sorunca, o kişi 'Ey şeyh! Sabret! Ben senin arkanda kılmış olduğum namazımı iade edeyim de ondan sonra senin bu sualini cevaplandırayım!' dedi. Gizli sebepler vasıtasıyla Allah'ın fazlından rızkın gelişine güzel zan beslemek hususunda Allahü teâlâ'nın rızkı sahibine ulaştırma sanatının acaiplikleri hakkında vârid olan hikâyeleri dinlemek fayda verir.

Bu hikâyelerde tüccarlar ve zenginlerin mallarını helâk edip ve onları acından öldürmesinde Allah'ın kahr-ı ilâhîsinin acaiplikleri de vardır.

Huzeyfe Mer'aşî'den şöyle rivâyet olunmuştur: Bu zat, İbrahim b. Edhem'e hizmet ediyordu. Kendisine 'İbrahim b. Edhem'den gördüğün en acaip hâdise nedir?' diye sorulduğunda dedi ki: 'Mekke yolunda birkaç gün yemeksiz kaldık. Sonra Kûfe'ye girdik. Harabe bir mescide vardık. İbrahim bana bakarak şöyle dedi: 'Ey Huzeyfe! Seni acıkmış görüyorum!' Ben 'O halde görüşünüz nedir?' diye sordum. İbrahim 'Bana divit ile kâğıt getir!' dedi. Ben, kendisine dediğini getirdim. Şunları yazdı:

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle başlarım!

Yârab! Her durumda kastedilen sensin! Her mânâ ile kendisine işaret edilen zatsın'.

Bunları yazdıktan sonra (şöyle) bir şiir yazdı:

Ben hamdedici, ben şükredici, ben zikrediciyim! Ben acıkmış, ben kaybolmuş, ben çıplak bir kimseyim. İşte bunlar altı vasıftır. Bunların yarısını yapmayı ben taahhüd ediyorum. Ey Bârî Hudâ! Diğer yarısını da sen taahhüd et! Senden başkasını övmem, ateşe dalmam gibidir. Bu bakımdan kulunu ateşe girmekten koru!

Bunları yazdıktan sonra, mektubu bana vererek şöyle dedi. 'Çık! Kalbini Allah'tan başkasına bağlama! İlk rastladığın insanın eline bu mektubu tutuştur!' Bana ilk rastlayan, bir katırın süvarisi oldu. Mektubu kendisine uzattım, aldı, okuyunca ağlayıp şöyle dedi: 'Şu mektubun sahibi ne yapıyor?' Dedim ki: 'O filan camide oturuyor'. Bunun üzerine kişi, koynundan içinde 600 dinar bulunan bir keseyi çıkarıp bana verdi ve gitti. O gittikten sonra başka bir kişi ile karşılaştım. Katır süvarisinin kim olduğunu kendisine sordum. Dedi ki: 'O bir hristiyandır!' Bunun üzerine İbrahim'in huzuruna varıp meseleyi anlattığımda şöyle dedi: 'Keseye el sürme! Zira kesenin sahibi birazdan gelecektir!' Bir saat sonra hristiyan içeri girip İbrahim'in boynuna sarıldı. Yanaklarından öpüp müslüman oldu.

Ebû Yakub Akta el-Basrî şöyle anlatıyor: Bir defasında Harem-i Şerîf'te on gün aç kaldım, bedenimde bir zâfiyet hissettim. Nefsim, bana çıkıp da bir şeyler aramamı söyledi. Dereye çıkıp bir şeyler bulup az da olsa açlığımı gidermek istedim. Orada atılmış bir şalgam gördüm, onu aldım. Fakat kalbimde ona karşı bir ürperti hissettim. Sanki biri bana şöyle diyordu: 'On gün aç durduktan sonra nasibin atılmış ve kokmuş bir şalgam mı olacaktı?' Bu yüzden şalgamı elimden attım. Camiye girip oturdum, Arap olmayan bir kişi çıkageldi. Önümde oturdu ve önüme bir bohça koydu. 'Bu senindir' dedi. Dedim ki: 'Beni nereden tanıyorsun ki bunu bana getirdin?' Dedi ki: 'Biz, on günden beri denizde muhasara edilmiştik. Gemi nerde ise batacaktı. Ben eğer Allah beni kurtarırsa, bu bohçayı mücavirlerden (Kâbe'nin komşuları demektir) ilk gördüğüme sadaka olarak vermeyi nezrettim. İşte ilk gördüğüm sensin'. 'Bohçayı aç!' dedim. Bohçayı açtı. Baktım ki bohçada Mısır mamûlü simit, badem içi ve şeker vardır. Her birinden bir avuç aldım ve dedim ki: 'Diğerini arkadaşlarına benden hediye olarak götür'. Sonra kendi kendime dedim ki: 'Senin rızkın on günden beri sana doğru çıkmış geliyor. Oysa sen nerede rızkını arıyorsun?'

Ebû Hasan ed-Dineverî "Bir ara borçluydum. Borçtan dolayı kalbim meşguldü. Rüya âleminde biri şöyle dedi: 'Ey cimri! Siz bu kadar borcu bize güvenerek ettiniz. Siz borç ediniz. Biz de onu verelim !' Bu rüyadan sonra ne bir bakkal, ne de bir kasap ve ne de başka bir esnaf ile hesaba girişmedim; her söylediklerini verdim".

Bennan el-Hammal'dan şöyle hikâye olunuyor: "Mısır'dan beraberimde azık olduğu halde Mekke yoluna devam ediyordum. Bir kadın bana gelip 'Ey Bennan! Sen hammalmışsın! Sırtında azık taşıyor, Allah'ın sana rızık vermeyeceğini mi zannediyorsun?' dedi. Bu söz üzerine azığı attım. Sonra üç gün geçmesine rağmen yiyecek birşey bulamadım. Yolda bir kadın halhali buldum. Kendi kendime dedim ki: 'Bunu sahibi gelinceye kadar alayım, sahibi gelirse bana birşey verir, ben de halhalini iade ederim'. O kadın karşıma çıktı ve bana dedi ki: 'Sen tüccar mısın ki 'Halhalin sahibi gelir, ondan birşey alırım' diyorsun?' Sonra kadın bana biraz para verdi. Ben Mekke'ye yaklaşıncaya kadar onunla geçindim".

Hikâye olunur ki Bennan, hizmetini görecek bir cariyeye muhtaç oldu. Arkadaşlarına başvurdu. Arkadaşları aralarında bir cariye parası topladılar. Dediler ki: 'Kervan gelince sana uygun bir cariye satın alacağız!' Kervan geldiğinde satın almak için bir cariye beğendiler ve dediler ki: 'Bu cariye Bennan'a uygundur!' Sonra cariye sahibine dediler ki: 'Bu cariyeyi kaça satarsın?' Gariye sahibi 'O satılık değildir!' dediyse de onlar ısrar ettiler. Sonra cariye sahibi 'O hammal Bennan'ın cariyesidir. Ona ta Semerkand'dan bir kadın hediye etti!' dedi. Böylece cariyeyi Bennan'a götürüp meseleyi anlattılar.

Şöyle anlatılır: Geçmiş zamanda sefere çıkmış ve beraberinde bir ekmek bulunan biri vardı. O kişi 'Eğer bu ekmeği yiyip bitirirsem sonra acımdan ölürüm!' dedi. Oysa Allahü teâlâ bir meleği ona göndererek meleğe şu emri verdi: 'Eğer o ekmeği yerse, kendisine rızık ver! Eğer yemezse hiçbir şey verme!' Böylece kişi, korkusundan ekmeği yemeyip açlıktan ölüp gitti. Ekmek de onun yanı başında kaldı!

Ahmed b. Îsa Ebû Said Harraz el-Bağdâdî şöyle anlatır: "Azıksız olarak çöle daldım. Çölde çok sıkıntı çektim. Sonra uzaktan bir köy gördüm ve sevindim. Sonra bu sevgimle Allah'tan başkasına güvenmiş ve tevekkül etmiş olduğumu düşündüm! Bunun üzerine oraya girmemeye, ancak takatten düşünce, başkası tarafından alınıp oraya götürülürsem oraya gireceğime dair yemin ettim. Böylece kumda kendim için bir mezar açtım. Göğsüme kadar kuma dalıp bekledim. Gece yarısı yüksek bir ses işittim ki şöyle bağırıyordu: 'Ey köyün sakinleri! Allah'ın bir velî kulu vardır. Kendini kumun içine gömmüştür. Kendisine yetişiniz!' Bunun üzerine bir cemaat gelip beni kumdan çıkardı ve köye götürdü".

Rivâyet ediliyor ki bir kişi, Hazret-i Ömer'in kapısında durdu. Baktı ki biri şöyle diyor: 'Ey kişi! sen Allah'a mı yoksa Ömer'e mi hicret ettin? Git Kur'ân öğren; zira Kur'ân seni Ömer'in kapısına varmaktan müstağni kılacaktır'. Bunun üzerine kişi gitti. Hazret-i Ömer onu aradı. Baktı ki bir köşeye çekilmiş, ibadetle meşgul. . . Hazret-i Ömer yanına yaklaşıp şöyle dedi: 'Neredesin? Seni özledim! Neden bana geliniyorsun?' Kişi 'Ben Kur'ân'ı okudum. O beni Ömer'den de, Ömer'in aile efradından da müstağni kıldı!' dedi. Ömer 'Allah sana rahmet etsin! Kur'ân'da ne gördün?' deyince, o kişi 'Kur'ân'da şunu gördüm: 'Sema'da rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var'. (Zâriyât/22) Bunun üzerine dedim ki: 'Benim rızkım gökte! Oysa ben onu yerde arıyorum'. Bu sözleri işiten Ömer (radıyallahü anh) ağladı ve 'Doğru söyledin' dedi. Bu hâdiseden sonra Ömer, onun karşısına gelir ve otururdu.

Ebû Hamza el-Horasanî şöyle anlatıyor: Bir sene hacca gittim. Yolda giderken bir kuyuya düştüm. Nefsim bana 'Bağır da seni gelip kurtarsınlar' dedi.

Ben ise 'Hayır! Allah'a yemin ederim, bağırmayacağını!' dedim. Bu söz daha bitmeden, kuyunun yanından iki kişi geçti, biri diğerine dedi ki: 'Gel de şu kuyunun ağzını kapatalım da kimse düşmesin!' Böylece kamış ve taş getirdiler. Kuyunun üstünü kapattılar. Onlar bunu yaparken ben bağırmak istedim. Sonra kendi kendime dedim ki: 'Kime bağırıyorum? Oysa Allah onlardan bana daha yakın değil midir?' Böylece sükûnete kavuştum. Bir saat kadar bu durumda kaldım, sonra baktım ki birşey gelip kuyunun üstündekileri attı. Ayağını kuyuya sarkıttı. Sanki bana, lisan-ı hâl ile 'ayağıma yapış' diyor ve bunu anladığım bir uğultu içerisinde bana haykırıyordu. Bunun üzerine ayağına tutundum. Beni çekip dışarı çıkardı. Bir de ne göreyim! Yırtıcı bir hayvan! Böylece beni bırakıp gitti. Sahibi görünmeyen gizli bir ses şöyle dedi: 'Ey Hamza! Bu daha güzel değil midir? Seni şu şiiri okuyarak canavar vasıtasıyla telef olmaktan kurtardık!' Ben şu şiiri okuyarak yürüdüm: 'Senden utanmam aşkımı izhar etmekten beni alıkoydu. Fakat sen anlayışınla beni izhar etmekten müstağni kıldın! Sen benim işimde bana lütfettin! Benim hazır hâlimi gaip hâlime ekleyerek izhar ettin. Zaten lütûf lütûfla idrâk olunur. Bana gaibde göründün. Hatta sanki gayb ile 'muhafaza altındasın' diye bana müjde verdin. Seni tazim ettiğimden ötürü, bende bir vahşet olduğu halde, senden gelen lütûf ve şefkatle bana ünsiyet verdiğini gördüm. Sevgide yok olan bir muhibbi sen dirilttin! Ölümle beraber hayatın oluşu ha! Doğrusu bu bir acaipliktir'.

Bunlar gibi birçok vâkalar vardır. Ne zaman ki Allah'a olan îman kuvvet bulur, buna göğsün daralması olmaksızın, bir haftalık açlığa tahammül etme kudreti de eklenirse ve eğer bir hafta zarfında sana rızkını göndermezse, mutlaka Allah'ın yanında ölüm senin için daha hayırlıdır. Bu husustaki îmanın kuvvet bulursa, bu hâl ve müşahedelerle tevekkül tamamlanır. Aksi takdirde asla tevekkül tamamlanmaz.

19) Sus Ahvaz'da bir yerin adıdır.

20) Ebû Nuaym, Hilye, (İbn-i Abbâs'tan)

8. Aile Sahibi Kimselerin Tevekkülü

Ailesi olan bir kimsenin hükmü, tek başına olandan ayrılır; zira tek başına olan bir kimsenin tevekkülü ancak iki şey ile doğru olabilir:

Birincisi, birşey beklemeksizin ve nefsi daralmaksızın bir hafta açlığa tahammül etmesidir.

İkincisi, daha önce zikrettiğimiz îman bablarındandır. Rızık kendisine verilmediği zaman ölümü seve seve karşılamaktır. Çünkü bu takdirde, rızkının ölüm ve açlık olduğunu bilir. Bu her ne kadar dünyada eksiklik ise de âhirette yüceliktir. Dolayısıyla kendisi için en hayırlı olanın, iki rızıktan, kendisine verilenin olduğunu görür ve kendisiyle öleceği hastalığın bu olduğunu ve buna razı bulunduğunu, kendisi için böyle takdir olunduğunu görmesi, bu îman kapılarının kısımlarındandır. Böylece tek başına yaşayan bir kimsenin tevekkülü tamamlanır. Aile sahibinin ailesini açlığa karşı sabretmeye zorlaması caiz değildir. Ailesinin Tevhîd'e olan îmanı ve eğer açlıkla ölüm olursa, bunun esasında güzel bir rızık olduğuna inanmak ve îmanın diğer kapılarına takarrür ettiğinin tesbiti mümkün değildir.

Madem ki durum budur o halde kişiye, aile fertleri hakkında ancak kazanan bir kimsenin tevekkülü gerekir. Bu da üçüncü makamdır. Tıpkı Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) tevekkülü gibi; zira kazanmak için çıktı. Çöllere dalmak, aile efradını haklarında tevekkül ederek bırakmak veya haklarında tevekküle kapılarak durumlarına ihtimam etmeden oturmak haramdır. Bazen bu durum onların helâk olmasına yol açar ve kişi bundan muâhaze edilir. En güzeli şudur: Kişi ile aile fertleri arasında fark yoktur. Çünkü eğer aile fertleri bir müddet açlığa karşı sabredip açlıktan öldüklerinde 'Bu ölümün esasında bir rızık ve âhirette bir ganimet olduğuna güvenmek' hususunda ona yardım ederlerse, bu takdirde onlar hakkında tevekkül edebilir; zira kendi de onların içindedir. Nefsini zayi etmesi de caiz değildir. Ancak nefis, bir müddet aç kalmaya razı olup kendisine yardım ederse durum değişir! Eğer buna gücü yetmiyorsa ve böyle yapmakla kalbi muzdarip olup ibadeti sekteye uğruyorsa bu hususta tevekkül etmek kendisine caiz değildir.

Rivâyet olunuyor ki Ebû Turab en-Nahşebî, üç gün aç kaldıktan sonra, yemek için elini bir kavun kabuğuna uzatan bir sûfîye dedi ki: 'Tasavvuf sana uygun değildir! Sen pazara git, ticaret yap!' Yani tasavvuf ancak tevekkülle beraber olur. Tevekkül de ancak üç günden fazla yemek yemeden sabredebilecek bir kimse için doğrudur.

Ebû Ali Ruzbarî dedi ki: Fakir, beş gün aç kaldıktan sonra 'ben acıktım' derse, onu ticaret yapması için pazara gönderiniz. Ona çalışmayı ve kazanmayı emrediniz. O zaman kişinin bedeni aile efradından sayılır. Bedenine zarar veren şey hususunda tevekküle kapılması, tıpkı aile fertleri hakkındaki tevekkülü gibidir. Ancak bir noktada ondan ayrılır. 'Nefsini açlığa karşı sabretmeye zorlayabilir, fakat ailesini zorlayamaz'.

Bu sözlerden anlaşıldı ki tevekkül, tamamen sebeplerden kopmak değildir. Mağdur olsa bile rızık gecikirse ölüme razı olmaktır. Şehir ve köylerden ayrılmamak veya gıda yerine geçen şeylerden uzak olmayan çöllerden ayrılmamaktır. İşte bütün bunlar diri kalmanın sebepleridir. Fakat bu faktörler, bir tür eziyetle beraber, diri kalmanın sebebi olabilirler. Çünkü bunlara devam etmek ancak sabırla mümkün olur. Şehirlerdeki tevekkül, çöllerdeki tevekkülden sebeplere daha yakındır. Bütün bunlar sebeplerdendir. Ancak insan bunlardan daha açık sebeplere kaydığından bunları sebep olarak saymamışlardır. Bu da imanlarının zafiyetinden, harîsliklerinin şiddetinden, âhiret için dünyada eziyet çekmek hususundaki sabırsızlıklarnıdan, az sabırlı oluşlarından, uzun emel besleyip kötü zanda bulunduklarından dolayı kalplerini istila eden korkudan ileri gelmektedir.

Kim göklerin ve yerin saltanatına derin derin bakarsa, iki kere ikinin dört ettiği gibi kendisine görünür ki Allahü teâlâ mülk ve melekûtu öyle bir şekilde tedbir etmiştir ki ızdırabı terketse bile kulun rızkı elinden kaçmaz. Çünkü ızdıraptan aciz olanın bile rızkı elinden gitmeyecektir. Görmez misin, annesinin rahmindeki cenin hareketten aciz olduğu için onun göbeği, annesinin göbeğine nasıl yapışmıştır ki o göbek vasıtasıyla annesinin gıda fazlalıkları ona ulaşmaktadır? Bu ise, ceninin tedbir almasından ileri gelmiş birşey değildir. Sonra cenin annesinden ayrılınca, anneye çocuk için şefkati musallat kılınmıştır ki ister istemez o cenini besler. Allahü teâlâ ona sevgi ateşinden, onun kalbini alev alev yakan bir ateşle ona bu şefkati göstermeye mecbur etmiştir. Sonra yeni doğan çocuğun, yemeği çiğnemek için, dişleri olmadığından çiğnenmesi gerekmeyen sütü ona gıda yapmıştır.

Çünkü çocuğun mizacı gevşek olduğundan dolayı, ağır olan gıdaya tahammül edemez. Böylece anne rahminden ayrıldığında annenin iki memesinden ihtiyacı nisbetinde ona ince sütü bolca ihsan eder. Acaba bu, çocuğun veya annesinin tedbiriyle mi meydana gelmiştir? Çocuğa diğer yiyecekler uygun geldiği anda, Allahü teâlâ onun öğütmek için kesici ve öğütücü dişlerini bitirdi. Büyüyüp kendi kendini idare edecek çağa gelince öğrenme sebeplerini, âhiret yoluna sülûkünü kendisine kolaylaştırır. Bu bakımdan bülûğdan sonraki korkaklığı katıksız bir cehalettir. Çünkü, bülûğdan sonra maişet sebepleri eksilmez, aksine artmaktadır. Çünkü daha evvelce çalışmaya gücü yokken şimdi gücü vardır. Öyleyse gücü gittikçe arttı. Evet! Daha önce annesi veya babası olmak üzere, onun hakkında bir şahıs şefkatli idi. Bu şahsın onun hakkındaki şefkati ifrat derecesindeydi. Kendisine bir veya iki defa yedirir, içirirlerdi. Ona yedirmeleri Allahü teâlâ'nın onların kalbine sevgi ve şefkati musallat kılmasıyladır. İşte böylece Allahü teâlâ sevgi, rikkat ve merhameti bütün müslümanların veya o memleketin hakinin kalbine musallat kılmıştır. Öyle ki onlardan herhangi biri, bir muhtaç bulunduğunu hissetti mi, kalbi elem duyar, rikkate gelir. O ihtiyaç sahibinin ihtiyacını bertaraf etmeye koşar. O halde, daha önce onun için şefkat sahibi bir iken şimdi bin veya daha fazladır. Bu insanlar onu anne ve babanın kefaletinde gördükleri için özel bir şefkatçisi olduğunu bilip kendisine şefkat göstermiyorlardı. Çünkü onu muhtaç görmüyorlardı. Eğer onu yetim görseydiler merhamete davet eden düşünce, fikir, müslümanların birine veya bir cemaatine Allah tarafından musallat kılınırdı ki onu alıp beslesinler! Şimdiye kadar kuraklık olmayan senelerde, çalışmaktan aciz olduğu ve koruyucusu olmadığı halde, açlıktan ölen hiçbir yetim görülmemiştir.

Allahü teâlâ kullarının kalbinde yaratmış olduğu şefkat vasıtasıyla yetimi korur. O halde, çocukluğunda meşgul olmadığı ve bakıcısı birken şimdi bin olduğu halde neden baliğ olduktan sonra kalbini, rızık dolayısyıla, meşgul eder? Evet! Anne şefkati daha kuvvetli ve daha haz vericidir. Fakat ne de olsa bir tanedir. İnsan fertlerinin şefkati, her ne kadar zayıf ise de onların tümünün şefkatinden hedefe götürücü bir durum meydana gelir. Nice yetim vardır ki babalı analı büyüyen kimselerin halinden daha güzel bir durumu Allah kendisine ihsan etmiştir. Bu bakımdan fertlerin zayıf olan şefkati, şefkati olanların çokluğu, fazlasıyla nimetlere dalmayı terketmekle ve zaruret miktarıyla iktifa etmekle cebrolunur. Şair çok güzel ifade etmiştir:

Bize yakın olduğunu iddia ediyor! Oysa biz, bize geleni zayi etmiyoruz. Yana yakıla fakirlikten ötürü bizden istiyor! Sanki ne biz onu, ne o bizi görüyor!

Anlaşıldı ki nefsi kırılan, kalbi kuvvet bulan, korku ile iç âlemi zayıf düşmeyen, Allah'ın tedbiriyle îmanı kavileşen bir kimsenin kalbi daima mutmain olur ve Allah'a güvenir; zira onun en kötü hali ölmesidir. Oysa ölüm, mutmain olmayana da gelir. O halde tevekkülün tamamlanması, bir taraftan kanaate, öbür taraftan da Allah'ın va'dettiğine güvenmeye bağlıdır. Lütfuyla tedbir ettiği sebeplere kanaat edenlerin rızkına kefil olan Allah va'dinde doğrudur. Bu bakımdan O'na kanaat et! Denediğin zaman, ummadığın, hesaplamadığın acaip rızıkların gelmesiyle kesinlikle va'din doğruluğuna kanaat getirirsin, sakın tevekkülünde sebeplere bakma! Aksine sebeplerin müsebbibine bak! Tıpkı kâtibin kalemine değil, kâtibin kalbine baktığın gibi! Çünkü kalemin hareketinin esas yeri orasıdır. İlk kıpırdatan birdir.

Bu bakımdan ondan başkasına bakmak uygun değildir. Azıksız çöllere dalan veya şöhretsiz şehirlerde oturan kişinin tevekkül şartı budur.

İbadet ve ilimde şöhret yapmış bir kimseye gelince, yirmi dört saatte bir defa -nasıl olursa olsun, fakat lezzetlilerden olmasınyemeğe ve dindarlara uygun olan sert bir elbiseye kanaat ettiğinde, hem umduğu, hem de ummadığı yerden daima ona gelir. Hatta bunun birkaç misli, ona gelir. Buna rağmen tevekkülü terkedip rızka ihtimam etmesi, zayıflık ve kusurluluğun en son derecesidir. Çünkü kişinin kendisine rızkı celbeden görünür bir sebeple meşhur olması, şöhreti olmayan bir kimsenin, çalışmakla beraber şehirlere girmesinden daha kuvvetlidir. Bu bakımdan dindarlar için rızka fazlasıyla ihtimam göstermek çirkindir! Hele âlimler için! Çünkü âlimlere yaraşan kanaattir. Kanaat eden bir âlime de eğer beraberinde varsa birçok kimseye de yetecek kadar rızık gelir. Ancak halkın elinden almak istemediği ve kendi el emeğinden yemek istediği zaman, bu isteği de sülûküne, ilim ve amelin zâhiriyle meşgul olup bâtınî seyri olmayan ve ilmiyle amel eden âlime bir yönden uygundur. Çünkü rızkı temin için çalışmak, fikren seyretmekten insanı alıkoyar. Bu bakımdan kişinin sülûkle meşgul olup sadaka vermekle Allah'a yaklaşmak isteyen bir kimsenin elinden nafakasını kabul etmesi, nafaka için çalışmasından daha evlâdır. Çünkü bu takdirde kişi sadece Allah'a ibadet etmeye hazır olur. Bir de nafakasını vermek suretiyle sevap elde etmeye çalışana yardımcı olur. Kim Allahü teâlâ'nın sünnet-i ilâhîsini izlerse rızkın sebeplere başvurma nisbetinde olmadığını bilir!

İran kisralarından biri, bir hâkime ahmak zengin ile akıllı fakirin durumunu sorduğunda, hâkim, cevap olarak 'Allah halkı zatına muttali kılmak istedi; zira eğer her akıllıya rızık verip her ahmağı mahrum etseydi, akıllıya rızık verenin akıl olduğu zannedilirdi!' demiştir. İnsanlar bunun hilafını gördükleri zaman dediler ki: 'Onlara rızık veren başkasıdır'. Onlar için zâhirî sebeplere güvenmek yoktur!

Şair demiştir ki: 'Eğer rızıklar akla göre verilseydi cehaletlerinden ötürü hayvanlar helâk olurdu'.

9. Sebeplere Sarılmak Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Hallerini İzah Eden Bir Misâl

Mahlukâtın Allah ile olan misali, bir dilenci grubunun misaline benzer ki sultan sarayının önünde bulunan bir meydanda durmuş ve yemeğe muhtaçtırlar. Sultan onlara birçok hizmetçi göndermiş, hizmetçilerin beraberinde ekmekler vardır. Bazısına ikişer bazısına da birer tane vermeleri ve hiç birini ihmal etmemeleri için çaba sarfetmelerini emretmiştir. Aynı zamanda bir dellâla da "Ey millet! Sakin olun! Hizmetçilerim size yemek dağıtmak hususunda çıktıklarında onların yakasına yapışmayın. Usluca bekleyin. Çünkü hizmetkârlar hepinize yemek vermeye memurdurlar. Buna rağmen hizmetkârların yakasına yapışan, onlara eziyet veren ve iki ekmek alanları cezalandıracağım. Açılınca çıkıp gideni hizmetkârlara eziyet vermeyen ve kendisine verilen bir ekmekle kanaat eden uslu bir kimse hakkında ise başkasını cezalandırdığım günde kendisine değerli hediyeler ihsan edeceğim. Kim yerinde durup, iki ekmeğini alırsa, onun için ne ceza vardır, ne de mükafat! Hizmetkârların yanılıp da birşey vermediği kimse de aç yatıp hizmetkârlara kızmazsa, 'Keşke bana ekmeğimi verseydi' de demezse, ben yarın onu vezir yapacağım.

Memleketimin idaresini onun eline vereceğim!" diye ilan ettirdi. Bu ilandan sonra, is tekçiler dört kısma ayrıldı: Bir kısmı işkembelerine mağlup olup va'dedilen cezaya iltifat etmedi. 'Yarma kadar çok zaman vardır. Biz ise şimdi açız' deyip hizmetçilere saldırdı, onlara eziyet vererek ikişer ekmek aldılar ve gereken cezaya çarptırıldılar. Kendilerine pişmanlık fayda vermediği halde pişman oldular! Bir kısmı da ceza korkusundan hizmetçilere sataşmadılar fakat çok acıktıklarından dolayı ikişer ekmek aldılar. Bunlar cezadan kurtuldular, ancak, mükafata nâil olamadılar. Bir kısmı da 'Biz hizmetçilerin görebileceği bir yerde oturalım. Bizi unutmasınlar. Fakat bize verirlerse bir ekmek alıp kanaat edelim. Umulur ki sultanın hilatına mazhar oluruz' dediler. Bunlar da hilata mazhar oldular. Dördüncü bir kısım ise, o meydanın köşelerine çekilip hizmetçilerin gözlerinden kaybolup şöyle dediler: 'Eğer bizi arayıp bize verirlerse bir ekmekle kanaat edelim. Eğer bizi yanlışlıkla ihmal ederlerse, bu gece açlığın şiddetine tahammül edelim. Umulur ki biz, hizmetçilere kızmayı terketmeye de güç yetiririz. Böylece vezirlik mertebesine, sultana yakınlık derecesine nâil oluruz!'

Fakat onların bu tedbiri kendilerine fayda vermedi; zira hizmetçiler her köşeyi araştırdılar. Onlara birer ekmek verdiler. Bu durum, birkaç gün devam etti. Hatta ender olarak üç kişinin bir köşede saklanması ve hizmetçilerin gözlerine görünmemesi, hizmetçileri uzun uzun teftiş etmekten alıkoyan bir meşguliyet başgösterdi. Bu bakımdan bu üç kişi şiddetli bir açlık içerisinde gecelediler. Onlardan ikisi 'Keşke biz hizmetçilere görünüp yemeğimizi alsaydık. Bizim sabrımız kalmadı!' dediler. Üçüncüsü ise sabaha kadar sustu. Yakınlık ve vezirlik derecesine nâil oldu. İşte bu, halkın misalidir. Meydan, dünyadaki hayattır. Meydanın kapısı ölümdür. O meçhul olan mîâd kıyâmet günüdür, vezirlik va'di kıyâmet mîâdma tehir edilmeksizin razı ve aç olarak öldüğünde tevekkül sahipleri bir kimsenin şehadet mertebesine varmasının va'didir. Çünkü şehidler, rablerinin katında diridirler ve rızıklanırlar. Hizmetçilerin yakasına yapışan ise sebeplerde pek ileri giden kimsedir. Sultanın emrindeki hizmetçiler ise sebeplerin ta kendisidir.

Hizmetçilerin gözüne görünecek şekilde meydanda oturanlar ise, sükûnetle camiler ve tekkelerde ve mamur yerlerde ikamet edenlerdir. Zaviyelerde gizlenenler ise, tevekkülle çöllerde seyahat edenlerdir. Sebepler onların arkasına düşüp müstesna haller hariç rızık kendilerinin ayağına gelir. Eğer onlardan biri Allah'ın hükmüne razı olarak ölürse, ona şehadet ve Allah'a yakınlık mertebesi vardır. Halk, bu dört kısma ayrılmıştır. Yüzde doksanı sebeplere sarılmış, geri kalan onda yedisi, sırf hazır bulunmak ve' şöhret kazanmak suretiyle sebeplere yapışarak meskûn yerlerde ikamet etmiştir. Onda üçü de çöllerde seyahat etmiş, onların ikisi bu durumuna küsmüş, Allah'a olan yakınlığı, sadece bir kişi elde etmiştir.

Geçmiş zamanlarda durum bu idi. Şimdi ise, sebepleri terkeden, onbinde bir kişi bile yoktur.

İkinci Durum

Azık edinmek suretiyle sebeplere başvurmak hakkındadır. Bu bakımdan kimin eline şer'î veraset veya kazanmak, dilenmek veya herhangi bir meşru sebeple bir servet geçerse, o serveti edinmekte üç hali vardır.

Birinci Hâl

Hâl-i hazırda ihtiyacı kadarını almasıdır. Bu bakımdan aç ise yemeli, çıplak ise giymelidir. Muhtaç ise, yetecek kadar bir mesken satın almalıdır. Gerisini derhal fakirlere dağıtmalıdır, istif etmemelidir. Ancak müstehak ve muhtaç olan bir kimseye yardım edecek miktarı bu niyetle bekletebilir. Böyle bir kimse, kesinlikle, tevekkülün gereğini yerine getiren bir kimsedir. Bu derece, en yüksek derecedir.

İkinci Hâl

Yukarıda bahsi geçen dereceye tam zıt ve insanı tevekkülün hududundan dışarı çıkaran haldir. O hâl, bir veya daha fazla seneler için istif yapmasıdır. Böyle yapan, asla tevekkül sahibi kimselerden olamaz. Bu hususta şöyle denilmiştir: Hayvanlardan ancak üç grup istif eder: a) Fare b) Karınca c) İnsan.

Üçüncü Hâl

Kırk veya daha az gün için zahîre edinmektir. Bu durumun âhirette tevekkül sahiplerin va'dedilen Makam-ı Mahmûd'dan mahrumiyeti gerektirip gerektirmeyeceği hakkında ihtilâf edilmiştir:

Sehl et-Tüsterî tevekkül hududundan dışarı çıktığına, Havvâs ise kırk günle çıkmadığına, fakat kırk günden fazlası için azık biriktirdiği takdirde tevekkül sınırından çıkacağına kail olmuşlardır. Ebû Talib el-Mekkî 'Kırk günden fazla azık edinirse yine tevekkül hududundan çıkmaz!' demiştir.

Bu ihtilâf, azık edinmenin esası caiz olduktan sonra mânâsızdır. Evet! Biri 'azık edinmenin kökü tevekkülün aslına zıddır' diye düşünülebilir. Bundan sonra 'Bu kadar gün için caiz, bu kadar gün için caiz değildir' diye ihtilâfa düşmenin mânâsı anlaşılmaz. Bir mertebeden ötürü va'dedilen her sevap o mertebe üzerine tevzi edilir. Oysa o mertebenin başlangıcı ve sonucu vardır. Sonucun sahiplerine Sâbıkûn başlangıçların sahiplerine ise Ashâb-ı Yemin denir. Sonra ashâb-ı yemin'in de çeşitli dereceleri vardır. Sabikûn da böyledir. Ashâb-ı yemin'in derecelerinin en yücesi, sâbikûnun en alt derecelerine yetişmesidir. Bu bakımdan zaman takdirine gerek yoktur. Aksine hakîkat şudur:

Zahireyi terketmek suretiyle tevekkül etmek, ancak emeli kısaltmakla tamamlanır. Yaşama emelinin yok olmasının ise tevekkülde bir an için olsa dahi şart koşulması uzak bir ihtimaldir; zira bu emellerin yokluğu, varlığı düşünülmez birşey gibidir. Yani bu emellerin yokluğunu düşünmek bile mümkün değildir. Halka gelince, onlar tûl-i emel, kasr-ı emel hakkında ihtilâf etmişlerdir. Emel derecelerinin en kısası, bir gün bir gece ve bundan daha az saatlerdir. En uzunu ise, İnsan oğlunun ömrü kadar düşünülen zamandır. Bu iki derece arasında sayılmayacak kadar dereceler vardır. Bu bakımdan bir aydan fazlasını istemeyen, bir seneyi isteyenden daha fazla hedefe yakındır. Zahîre edinmeyi Hazret-i Mûsa'nın miadı olduğu için kırk günle kayıtlandırmak uzak bir ihtimaldir; zira Hazret-i Mûsa'nın hâdisesi, ne kadar zaman için emel beslemeye ruhsat olduğunu beyan etmek için değildir. Fakat o, va'dolunanı elde etmek için Hazret-i Mûsa'nın (aleyhisselâm) müstehak olduğu bir zamandı ki o ancak kırk günden sonra tamam olurdu. Bu da eşyanın tedricî bir şekilde tahakkukunda bu ve buna benzer hâdiselerde Allah'ın sünnetinin cereyan ettiği bir sırdan ötürüdür. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ, Âdem'in (aleyhisselâm) çamurunu kırk sabah kudret eliyle yoğurdu. 21

Zira o çamurun kıvama gelmesi, kırk sabah beklemeye bağlı idi. Anlaşıldı ki bir seneden fazlası için ancak kalbin zâfiyeti ve sebeplerin zâhirine meyletmenin hükmüyle istif yapılır. Bu bakımdan böyle yapan kişi tevekkül makamının dışındadır. Hakîki vekilin gizli sebepleri elinde tutan tedbirine güvenmemektedir! Zira gelirin yükselme ve düşüş sebepleri çoğu kez senelerin tekrarıyla durmadan yenilenmektedir. Öyle ise bir seneden az bir zaman için tedbir alanın emelinin kısalığı nisbetinde derecesi vardır: Emeli iki ay olanın derecesi, bir aylık emele sahip olanın derecesi ile üç aylık emeli bulunanın derecesi bir olmaz. Onun derecesi, mertebe yönünden bu iki şahsın arasındadır. Zahîre edinmekten insanı ancak emelin kısalması alıkoyar. Bu bakımdan şahıs için hiç zahîre edinmemek daha faziletlidir. Eğer kalbi zayıf ise, bu takdirde zahîre edinmesi ne kadar azalırsa o nisbette fazileti artar,

Hazret-i Peygamber'in Hazret-i Ali ve Usame b. Zeyd'e 'Cenazesini yıkayın' diye emir verdiği fakir hakkında şöyle rivâyet ediliyor: O fakirin cenazesini yıkadılar ve abasıyla kefenlediler. Hazret-i Peygamber onu defnettiğinde ashâbına şöyle dedi: 'O kıyâmet günüde, yüzü dolunay gibi olduğu halde haşrolunacaktır. Eğer onda eksik bir haslet olmasaydı yüzü pırıl pırıl parlayan güneş gibi olduğu halde haşrolunurdu'.

(Râvî der ki) : Biz Hazret-i Peygamber'den 'O haslet nedir?' diye sorduk, şöyle buyurdu:

Bu kişi çok oruç tutar, çok namaz kılar, Allah'ı çokça anardı. Ancak kış mevsimi geldiğinde yaz elbisesini, yaz için saklardı. Yaz geldiğinde kış elbisesini ikinci bir kışa saklardı!

Sonra Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Size az verilen şey yakîn ile sabrın azimetidir. 22

Su testisi, bıçak ve daima muhtaç olduğu âletler böyle değildir. Çünkü bunları edinmek dereceyi eksiltmez. Kış elbisesi ise, insanın yazın muhtaç olmadığı şeydir. Bu durum ancak zahîre edinmeyi terketmekten kalbi ürkmeyen, halkın eline bakmayan, Allah'tan başkasına iltifat etmeyen bir kimse için sözkonusudur. Eğer böyle yaptığı takdirde nefsinin muzdarip olmasını, dolayısıyla kalbini ibadet, zikir ve düşünceden meşgul edeceğini seziyorsa, böyle bir kimse için zahîre edinmek, edinmemekten daha evlâdır. Eğer geliri ile idare edecek bir gayr-i menkul edinirse, kalbi de ancak bununla Allah'tan başka şeylerden boşalıyorsa, böyle bir gelir kaynağını edinmek, kendisi için edinmemekten daha iyidir. Çünkü maksat, Allah'ın zikri için kalbini tecerrüd edip ıslah etmesidir. Bazı şahısları malın varlığı, bazı şahısları da malın yokluğu meşgul eder. Mahzurlu olan şey, insanı Allah'tan uzaklaştıran şeydir. Yoksa esasında ne dünyanın varlığı, ne de yokluğu mahzurlu değildir! Bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Hazret-i Peygamber tüccarlara, çalışanlara ve sanatkârlara sanatını terketmesini emretmedi. Bunları terkedene de 'bunlarla meşgul ol!' demedi. Sadece, bütün insanları Allah'a davet etti.

Kurtuluşlarının kalplerini dünyadan kesip Allah'a bağlamaya bağlı olduğunu telkin etti. Allah ile meşgul olmanın temeli kalptir. Bu bakımdan zayıf bir kimsenin yapması gereken en doğru hareket, ihtiyacı kadar rızık edinmektir. Kuvvetli bir kimsenin yapması gereken en doğru hareketinin de azık edinmeyi terketmek olduğu gibi. . . Buraya kadar söylediklerimizin hepsi çoluk çocuk sahibi olmayan bir kimsenin hükmüdür. Aile sahibi bir kimse ise ailesi için bir senelik yetecek zahîre edinirse tevekkül hududunun dışına çıkmaz. Çünkü bunu onların zayıf hallerini dikkate alıp kalplerini sükûnete kavuşturmak için edinmektedir. Bir sene yetecek miktardan fazla edinmek ise, tevekkülü bozar. Çünkü sebepler, seneler tekerür ettikçe tekrarlanır. Bu bakımdan bir sene yetecek miktardan fazlasını edinmenin sebebi, kalbin zâfiyetidir. Kalbin zafiyeti ise, tevekküle zıt düşer. Bu bakımdan tevekkül sahibi demek, kalbi kuvvetli, nefsi Allah'ın faziletine itimat eden, zâhirî sebeplere değil Allah'ın tedbirine güvenen muvahhid kimse demektir.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) aile efradının bir senelik yiyeceğini zahîre olarak koymuştur. 23 Oysa dadısı Ümmü Eymen'e ve başkasına yarın için birşey saklamalarını yasaklamıştır,24

Hazret-i Bilâl'in, iftar etmek için sakladığı bir parça ekmeğini görünce onu böyle yapmaktan sakındırarak şöyle buyurmuştur:

Ey Bilâl! İnfak et! Arş sahibinin az vereceğinden korkma!25 Yine Hazret-i Peygamber Bilâl'e şöyle buyurmuştur: Senden birşey istenilirse vermemezlik etme! Sana birşey verilirse onu saklama!26

Bunu, tevekkül sahiplerinin efendisi Hazret-i Muhammed Mustafa'ya uymak bakımından böyle yapmalıdır. Hazret-i Peygamber'in emeli o derece kısaydı ki küçük taharetini yaparken su yakın olmasına rağmen teyemmüm eder ve şöyle derdi:

Bana, suya yetişeceğimi kim garanti edebilir? Belki de suya yetişemem!27

Hazret-i Peygamber eğer zahîre edinmiş olsaydı, onun bu hareketi tevekkülünde bir eksiklik olmazdı; zira o, zahîre edindiği şeye güvenmiyordu. Fakat Hazret-i Peygamber zahîre edinmeyi, ümmetinin kalben kuvvetli olanlarına ders vermek için terketti; zira ümmetinin kuvvetlileri, onun kuvvetine nisbeten zayıftır. Hazret-i Peygamber, ailesine bir senelik nafaka edindi. Fakat bunu kendisinin veya ailesinin kalplerinde zâfiyet olduğu için edinmedi. Ümmetinin zayıflarına bu durumu meşru kılmak için bunu yaptı.

Allahü teâlâ insanlara emrettiği ağır vazifeleri yapmalarını istediği gibi, vermiş olduğu ruhsatları da yapmalarını ister diye zayıfların kalbini hoşnut etmek için zayıflığın, onları ümitsizliğe sürüklememesi için haber vermiştir ki onlar zirveye çıkmaktan aciz oldukları için imkânları dahilinde olan hayrı yapmayı da bırakmasınlar. Çünkü Hazret-i Peygamber sınıf ve dereceleri ne olursa olsun, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bunu anladığında bilirsin ki zahîre edinmek, bazı insanlara zarar verir, bazı insanlara da zarar vermez. Buna Ebû Ümâme Bahîlî'nin rivâyet ettiği hadîs delâlet eder: Ashâb-ı suffeden biri vefat etti. Kefeni yoktu. Hazret-i Peygamber 'Onun elbisesini arayın' dedi. Onun izarının iç kısmında bağlı bulunan iki dinar buldular. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Bunlar iki dağdır!' buyurdu. 28 Yani bu zat, bunlarla dağlanacaktır. Oysa diğer müslümanlardan, ölüp de geride servet bırakanlar olduğu halde Hazret-i Peygamber onlar hakkında hiç de böyle demiyordu. Bu durumun iki yönü vardır. Çünkü bu şahsın hali, iki ihtimal taşır:

Birincisi: Hazret-i Peygamber'in 'Bunlar ateşten yapılmış iki dağdır' demesidir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Bu mal toplayanların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak. (Tevbe/35)

Bu durum, kişi, zühd, fakirlik ve tevekkül sahibi olduğunu söylediği halde bunlardan müflis ise tahakkuk eder. Öyle ise bu bir tür aldatmadır!

İkincisi: Bunu aldatmak için yapmamasıdır. Bu takdirde Hazret-i Peygamber'in bu sözü, onun kemâl derecesinin eksikliğine işaret olur. Nitekim iki dağın eserinin yüzün güzelliğini eksilttiği gibi. . . Bu, aldatmadan ötürü değildir; zira kişinin arkasında bıraktığı herşey, onun âhiret derecesinde bir eksikliktir. Çünkü bir kimseye dünyada birşey verildi mi onun nisbetinde âhireti eksilir.

Kalbin, zahîre edinenin sevgisinden uzak olmasıyla beraber, zahîre edinmenin, tevekkülü bozmasının mecburi olmadığının beyanına gelince, bu duruma Bişr'den rivâyet edilen haber şehadet eder. Râvi şöyle anlatır: Bişr'in yanında bulunuyordum. Sakalına ak düşmüş, esmer, hafif sakallı biri Bişr'in huzuruna girdi. Hiç kimsenin önünde ayağa kalktığını görmediğim Bişr, onun önünde ayağa kalktı. Bişr bana bir avuç dirhem verip 'En güzel yemeklerden ne bulursan bize onu satın al' dedi. Oysa hiçbir zaman bana böyle birşey söylememişti.

Hüseyin der ki: Yemeği getirdim, önlerine koydum. Bişr misafîriyle beraber yemek yedi. Oysa başkasıyla birlikte yemek yediğini görmemiştim. Muhtaç olduğumuz kadarını yedik. Yemekten birçok şey kaldı. Misafir kalanı alıp elbisesine sardı ve gitti. Onun bu durumuna hayret edip kınadım. Bişr bana O'nun bu yaptığını niçin kınadın?' dedi. Ben 'Evet! İzin almadan sofrada kalan yemeği alıp gitti! Bu nasıl olur? dedim. Bişr 'O kardeşimiz Feth el-Mevsılî'dir. Bugün Musul'dan ziyaretimize geldi. O bize zahîre edinip de zarar görmeyeceğimiz tevekkül'ü öğretmek istedi!' dedi.

Üçüncü Durum

Bu durum, korku arzeden zararı bertaraf eden sebeplere tevessül etmek hususundadır. Zarar, bazen nefiste veya malda insanı korku ile karşı karşıya getirir. Oysa korkuyu defedici sebepleri terketmek tevekkülün şartlarından değildir. Nefis hakkındaki korkuya gelince, yırtıcı hayvanın bulunduğu bir yerde, selin akıntı yerinde, yıkılmaya yüz tutan duvarın gölgesinde veya tavanı yıkılmış evin altında uyumak gibi. . . Bütün bunlar yasaklanmıştır. Böyle yapan bir kimse, faydasız bir şekilde, nefsini tehlikeye maruz bırakmıştır. Evet bu sebepler bazen kesin, bazen zannedilen, bazen da vehmedilen kısımlara ayrılır. Bunlardan vehmedileni terketmek tevekkülün şartıdır. O öyle bir sebeptir ki onun zararı defetmeye olan nisbeti, dağlanmak ile muska yaptırmaya nisbeti gibidir; zira dağlanmak ve muska, olacağı ümit edilen bir şeyi (sözde) defetmek için bazen mahzurlu bir hareketi insana yaptırtır. Bazen de mahzurlu şey tahakkuk ettikten sonra kaldırılması için kullanılır. Oysa Hazret-i Peygamber tevekkül sahiplerini dağlamayı, muskayı, fal açmayı bırakmakla vasıflandırmıştır. Onları 'soğuk bir yere çıkarken cübbe giymezler' diye vasıflandırmamıştır! Oysa cübbe de olabilecek soğuk algınlığını bertaraf etmek için giyilir.

Cübbe durumunda olan sebeplerin hepsi böyledir. Evet! İçten gelen hararetin kuvvetini artırmak için kış mevsiminde sefere çıktığında sarımsak yemekle kuvvet almayı düşünmek, çoğu kez sebepler hususunda derinliğine dalmak ve sebeplere fazlasıyla güvenmek olur. Nerdeyse dağlanmaya yaklaşacak bir duruma gelir. Ama cübbe giymek böyle değildir. Kesin iseler defedici sebepleri terketmek için bir yön vardır. Öyle ise kendisine bir insandan zarar dokunduğunda, sabretmek imkânı olduğu gibi zararı defetmek ve intikam almak imkânı da olursa, bu takdirde tevekkülün şartı zararı sineye çekmek ve sabretmektik.

Yalnız onu (Allah'ı) veli edin! Onların dediklerine sabret! (Müzzemmil/9-10)

Elbette bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız. Tevekkül edenler Allah'a tevekkül etsinler! (İbrahim/12)

Onların eziyetlerine aldırma, Allah'a dayan. (Ahzâb/48)

O halde, azim sahipleri olan peygambelerin sabrettiği gibi sabret! (Ahkâf/35)

Böyle salih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir! Onlar ki sabrederler ve rablerine tevekkül ederler. (Ankebût/58-59)

Bu hüküm, insanlara eziyet hakkındadır. Yılanlar, yırtıcı hayvanlar akreplerin eziyetine karşı sabretmeye gelince, onları defetmeyi terketmenin tevekkülle uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur! Çünkü hiçbir faydası yoktur; zira çalışma veya çalışmayı terketmek, ancak dine yardım etmesi açısından istenir. Bizzat kendisi için istenmez. Burada sebepleri sıralamak, tıpkı kesb ve faydayı celbetmek hususundaki sebepleri sıralamak gibidir. Bu bakımdan onları tekrar etmek suretiyle sözü uzatmayacağız. Maldan zararı defeden sebeplerde de durum böyledir. Evden çıkarken kapıyı kilitlemek, deveyi bağlamak tevekküle bir eksiklik getirmez; zira bu sebepler, ya kesin veya zanla Allah'ın sünnetiyle bilinmektedir.

Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir bedevî, devesini başıboş bırakıp 'Allah'a tevekkül ettim' dediğinde Hazret-i Peygamber bedevîye 'Deveni bağla da öyle tevekkül et!' demiştir. 29

Korunma tedbirinizi alın! (Nisâ/102)

Silahlarını da yanlarına alsınlar. (Nisâ/102)

Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanlarını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. (Enfâl/60)

O halde kullarımı geceleyin yürüt. Çünkü siz takip edileceksiniz! (Duhân/23)

İsrâ (geceleyin yürümek) düşmanın gözünden kaybolmak ve bir nefsin korunma sebeplerine başvurması demektir. Bir de Hazret-i Peygamber'in zararı defetmek için düşmanların gözünden, Sevr mağarasında gizlenmesi vardır. Korku namazında silah taşımak, yılan ve akrebi öldürmek gibi kesin bir müdafaa değildir; zira ikincisi kesinlikle tahakkuk etmiştir. Fakat silah taşımak, zannedilen bir şeyden dolayıdır, Daha önce zannedilenin kesin sebep gibi olmadığını, tevekkül'ün ancak mevhum bir sebebi bırakması olduğunu izah etmiştik.

Soru: Bir cemaattan hikâye olunduğuna göre, tevekkül sahiplerinden öyleleri varmış ki aslan pençesini onun iki omuzu arasına koyduğu halde tınmamış!?

Cevap: Onlardan bir cemaatten hikaye edildiğine göre, onlar aslana da binerlermiş!? Dolayısıyla bu makam, yani böyle yapma yetkisine sahip olmak, seni aldatmasın. Bu, her ne kadar esasında mümkün ise de, başkasından öğrenmek yoluyla böylelerine uymak uygun değildir. Bu makam kerametlerin yüksek bir makamıdır. Fakat tevekkülde şart değildir. Tevekkül'de öyle sırlar vardır ki o sırlara ancak vâsıl olanlar vakıf olurlar.

Soru: Bir alamet var mıdır ki ben onun vasıtasıyla bu sırlara vardığımı bilmiş olayım?

Cevap: Vâsıl olan, alâmetleri aramaya muhtaç değildir. Fakat bu makamdan daha önce belirtilen makamın alâmetlerinden biri, senin içinde bir köpek vardır, adına öfke denir. Onun sana boyun eğmesi bu makamın alâmetlerindendir. O köpek durmadan hem seni, hem başkasını ısırır. Bu köpek, kışkırtıldığında ancak senin işaretinle harekete geçebilecek şekilde sana boyun eğiyorsa, yırtıcı hayvanların sultanı olan aslanı sana boyun eğdirecek kadar derecen yücelir. O vakit, ev köpeğinin sana musahhar olması yaban köpeğinin boyun eğmesinden daha evlâ değil midir? Postunun içindeki köpek sana boyun eğdiği zaman, bu kapında bekleyen köpeğin boyun eğmesinden daha iyidir. Senin içindeki köpek (öfke) sana musahhar değilse, zahirî köpeğin sana boyun eğmesine aldanma!

Soru: Tevekkül sahibi bir kimse düşmandan sakınmak için silahına sarıldığında, hırsızdan korunmak için kapısını kilitlediğinde, çöllere düşmekten çekindiği için devesinin ayağını bağladığında acaba nasıl tevekkül sahibi olur?

Cevap: İlim ve hâl ile tevekkül sahibi olur!

İlm'e gelince, hırsızın kapıyı kilitlemesiyle değil, Allahü teâlâ'nın onu defetmesiyle hırsızın içeriye giremediğini bilmesidir. Çünkü nice kilitli kapı vardır ki fayda vermez. Nice deve vardır ki ayağı bağlanır, ya ölür veya ayağını çözer de kaybolur. Nice silahlı kişi vardır ki öldürülür veya mağlup olur. Bu bakımdan hiçbir zaman bu şeylere güvenme, husumet hususundaki vekil için belirttiğimiz gibi müsebbib'ul-esbab'a (Allah'a) güven; zira tevekkül sahipleri eğer mahkemede bulunup sicilleri getirirse, kendi nefsine ve getirdiği sicillere değil, vekilinin maharetine güvenir!

Hâl'e gelince, kişinin evinde ve nefsinde Allah'ın hükmüne razı olup şöyle demesidir:

Ey Allahım! Eğer evde bulunan şeylere, onları alacak birini musallat edersen, o senin yolundadır ve ben de senin hükmüne razıyım; zira bana verdiğin geriye alınmayacak bir hibe mi olduğunu veya geri istenilecek bir emanet mi olduğunu bilmiyorum ve yine bilmiyorum ki bu rızık benim midir veya ezelde meşiyetin o başkasının rızkıdır diye mi sebkat etmiştir? Sen nasıl hükmedersen ben o hükme razıyım. Senin hükmünden korunmak ve kaderine kızdığım için kapıyı kilitlemiş değilim. Sebeplere yapışmam, senin sünnetine göre hareket etmek içindir. Bu bakımdan ey sebeplerin müsebbibi, güven ancak sanadır!

Kişinin hali ve ilmi böyle olduğunda, devenin ayağını bağlamak, silah taşımak ve kapıyı kapatmak, onu tevekkül hududundan dışarı çıkarmaz. Kişi eve dönüp de eşyalarını evde bulunca, bu onun nezdinde Allah'tan gelen yepyeni bir nimet olmalı, böyle telâkki etmelidir. Eğer eşyayı çalınmış görürse, kalbine bakmalıdır: Eğer kalbinin buna razı olduğunu, bununla sevindiğini görür ve Allahü teâlâ bunu benden ancak âhirette rızkımı fazla vermek için almıştır' derse, onun tevekküldeki makamı sıhhatli ve doğru olur. Eğer kalbi bundan elem duyar, bununla beraber sabrının kuvvetliliğini görürse, tevekkül davasında doğru olmadığı anlaşılır.

Çünkü tevekkül zühdden sonra gelen bir makamdır. Zühd, kaybettiği dünyasından dolayı üzülmeyen ve elde ettiğiyle sevinmeyen bir kişinin işidir. Bu kişi ise bunun tam aksinedir. Madem ki zühd budur, o halde bu kişinin tevekkülü nasıl doğru olabilir? Evet! Eğer gizleyip şikayetini açığa vurmazsa, aramak ve tecessüste gayreti çoğalmazsa, sabır makamı kendisi için sıhhatli olur. Eğer buna gücü yetmeyip kalbi eziyet duyar, dili şikayet eder ve bedeniyle çalışırsa, böyle kimse için, malının çalınması günahını daha artırıcı olur! Çünkü kendisi, bütün makamlardan eksik ve bütün davalarda yalancıdır. Bundan sonra nefsini iddialarında doğrulamamaya var kuvvetiyle çalışması ve gururunun ipiyle hiçbir kuyuya inmemesi gerekir. Çünkü nefis kandırıcı, kötülüğü emredici ve hayrı iddia edicidir.

Soru: Tevekkül sahibi bir insanın malı olur mu ki malı çalınsın?

Cevap: Onun evi, yemek yediği kap kacak, su içtiği ve abdest aldığı testi, azığını muhafaza ettiği dağarcık, düşmanını uzaklaştırdığı gibi ev eşyalarından hâli değildir. Bunlardan başka hayatın zarurî gereklerinden olan ev eşyası da vardır. Bazen da bir muhtacı görüp kendisine vermek için eline geçen malı yanında bırakır. Bu niyetle yanında mal bırakmak onun tevekkülünü bozmaz. Su testisini, içinde azığı bulunan dağarcığı elden çıkarmak tevekkülün şartlarından değildir. O ancak yemek hususunda zaruret miktarından fazla olan mal hakkında geçerlidir. Çünkü Allah'ın sünneti, malı mescidlerin köşelerinde bulunan fakir tevekkül sahiplerine yetiştirmekle cari olmuştur. Testileri ve ev eşyalarını her gün veya her hafta dağıtması Allah'ın sünnetine uygun değildir. Allah'ın sünnetinden çıkmak tevekkülün şartı değildir. Bunun için Havvâs, sefere çıktığında beraberinde ip, kova, makas ve iğne götürürdü. Yiyecek maddesi götürmezdi. Fakat Allah'ın sünneti (âdeti) bu iki işin arasındaki farklılıkla cari olmuştur.

Soru: Kişinin muhtaç olduğu eşya çalınırsa üzülmemesi nasıl düşünülür? Zira eğer kişi, onu istemiyorsa neden onu edinmiş, neden onun üzerine kapıyı kilitlemiştir? Eğer ona ihtiyacı olduğu için istemişse, çalındığında kalbi nasıl ondan eziyet duymaz ve üzülmez? Oysa ihtiyacı ile bu hâdise arasında bir perde olmuştur.

Cevap: Kişi o eşyayı dini hususunda ondan yararlanmak için korur; zira eşyanın kendisi için hayırlı olduğunu düşünür. Eğer bu eşya kendisi için hayırlı olmasaydı Allah kendisine rızık olarak vermezdi. Böylece Allah'ın bu eşyayı edinmeyi kendisi için kolaylaştırmasıyla o eşyanın hayırlı olmasına delil getirdi. Bu eşyanın bulunmasının dinin sebepleri hususunda kendisine yardımcı olduğunu zannetmekle beraber, Allah hakkında hüsn-i zan etmesiyle delil getirdi. Bunun kesinlikle böyle olmasını bilmiyor; zira o eşyanın elinden alınmasıyla belalandırılmasmda hayır olması, hedefine varmak için yorulup yorgunluk sebebiyle sevabının daha fazla olma ihtimali vardır. Allahü teâlâ hırsızı musallat kılmak suretiyle o eşyayı ondan alınca bu zannı değişti. Çünkü bütün durumlarda Allah'a güvenir, Allah hakkında hüsn-i zan sahibidir. Bu takdirde der ki:

Eğer şu ana kadar olmasında benim için hayrın olduğunu ve şundan sonra da yokluğunda hayrın olduğunu Allah bilmeseydi bunu benden almazdı.

İşte bu gibi zan ile ondan üzüntünün uzaklaşması düşünülür; zira bu zannıyla sebeplere sevinir, fakat sebep olmalarından değil, sebeplerin müsebbibinin bir lütfu olması hasebiyle sevinir. Bu kişi tıpkı şefkatli ve her yaptığına razı olunan bir doktorun huzurunda bulunan hasta gibidir. Eğer doktor kendisine gıda verirse buna sevinir ve şöyle der: 'Eğer doktor gıdanın bana faydalı olduğunu ve gücümün bu gıdaya yeteceğini bilmeseydi bana vermezdi". Eğer doktor, bundan sonra, gıdayı kendisinden alsa yine sevinir ve der ki: 'Eğer gıda bana zararlı olup beni ölüme doğru sevketmeseydi, doktor gıdayı benden menetmezdi'.

Bu bakımdan kim Allah'ın ihsânı hakkında bu hastanın tıp ilminde mahir ve şefkat sahibi doktor hakkında inandığı gibi inanmazsa o kimsenin tevekkülü asla doğru değildir. Kim Allah'ı bilir, O'nun fillerini tanır, kullarının ıslahındaki sünnetini sezerse, onun sevinmesi sebeplerle değildir. Çünkü o, hangi sebeplerin kendisi için daha hayırlı olduğunu bilmez. Nitekim Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Zengin veya fakir olmama aldırmam. Çünkü hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmiyorum'.

İşte tevekkül sahibi bir kimse de eşyasının çalınmasına veya çalınmamasına böylece aldırmalıdır. Çünkü dünya ve âhirette hangisinin kendisi için daha hayırlı olduğunu bilemez. Nice eşya vardır ki dünyada İnsan oğlunun helâk olmasına sebep olur ve nice zengin vardır ki zenginliğinden dolayı bir belâya uğrar ve 'Keşke fakir olsaydım!' der.

21) Deylemî, Müsned'u1-Firdevs

22) Şehr b. Havşeb, (Ebû Umâme'den)

23) Müslim, Buhârî, (Daha önce de geçmişti) .

24) Daha önce geçmişti.

25) Bezzâr

26) Taberânî, Hâkim

27) İbn Eb'id-Dünya

28) İmâm-ı Ahmed

29) Tirmizî

35-3

10. Eşyaları Çalındığında Tevekkül Sahiplerinin Göstermesi Gereken Âdâb

Evinin eşyası elinden çıktığında tevekkül sahiplerinin yapmaları gereken birtakım âdâb vardır:

Birincisi: Kapıyı kilitlemesidir. Fakat kapının kilitlenmesine rağmen komşularına 'Siz de benim eşyamı koruyun' demesi ve birçok kilitler getirip üst üste takması gibi korunma sebeplerinde de pek derine dalmamasıdır. Mâlik b. Dinar, kapısını kilitlemezdi. Fakat bir şeritle bağlar ve şöyle derdi: 'Eğer köpekler olmasaydı kapımı bağlamazdım'.

İkincisi: Hırsızları evine girmeye teşvik edecek bir eşyayı evde bırakmamalıdır ki onların günah işlemesine sebep olmasın veya o tahrik edici eşyanın evde bulunması, hırsızların isteklerinin kabarmasına vesile olmasın!

Muğire, Mâlik b. Dinar'a bir ibrik hediye ettiğinde Mâlik ona 'ibriğini geri götür! Ona ihtiyacım yoktur!' dedi. Muğire 'Neden' dedi. Mâlik 'Çünkü düşman bana hırsız onu çalar diye vesvese veriyor' dedi. Sanki Mâlik, hırsızı günah işlemekten ve çalınmasından ötürü şeytanın vesvesesiyle kalbini meşguliyetten kurtarmak istemiştir.

Ebû Süleyman dedi ki: 'Bu, sûfîlerin kalplerinin zâfiyetindendir! Bu şahıs dünyada zühd gösterdi. Artık dünyalığı alıp götürenden ona ne zarar dokunur?'

Üçüncüsü: Evde bırakmaya mecbur olduğu eşyaya bir hırsızı musallat kılarsa bu ilâhî hükme razı olarak şöyle demelidir: 'Hırsız neyi alırsa, ona helâl olsun! Veya Allah yolunda olsun. Eğer hırsız fakirse ona sadaka olsun!' Fakat fakirliği şart koşmaması daha evlâdır. Bu bakımdan eğer zengin veya fakir onu çalarsa iki niyeti olmalıdır. O niyetlerden biri, malını çalan adamı günahtan menedici olmasıdır; zira hırsız çoğu kez o malla zengin olur. Ondan sonra artık hırsızlıktan gevşer. Böylece onu helâl etmekle haram yemenin günahından kurtarır.

İkincisi, başka bir müslümana zulmetmemesine niyet etmektir. Böylece malı başka bir müslümanın malına feda olur. Ne zaman ki malıyla başkasının malını korumayı niyet ederse veya hırsızdan günahını defetmeye veya günahını hafifletmeye niyet ederse müslümanlar için nasihatta bulunmuş olur ve Hazret-i Peygamber'in şu hadîsini nefsinde tatbik ve temsil eder:

Kardeşin ister zâlim, ister mazlum olsun ona yardımcı ol!30

Zâlime yardım etmek, onu zulümden menetmektir. Onun için yapmış olduğu zulmü affetmek, zulmü yoketmek ve onu menetmek olur. Kesinlikle bu niyetin hiçbir şekilde kendisine zarar vermediğine inanmalıdır. Zira bu niyette hırsızı herhangi bir mala saldırtınak ve ezelî kaderi bozmak diye birşey yoktur! Fakat zühdle niyeti tahakkuk eder. Eğer malı alınırsa, her dirhem karşılığı yediyüz dirhem kendisine verilir. Çünkü onu niyet ve kasd etmiştir. Eğer malı çalınmazsa yine ecri vardır.

Nitekim Hazret-i Peygamber'den azli terkedip nutfeyi (meniyi) merkezine yerleştiren bir kimse hakkında rivâyet olunmuş ki bu cimada, doğup yaşayan ve Allah yolunda şehid olan bir erkek evladının ecri vardır. Her ne kadar evladı olmamış ise de yine böyledir. Çünkü kişi çocuğun olmasında sadece cima ile katkıda bulunmuş olur. Yaratma, hayat, rızık ve yaşatmak onun elinde değildir. Eğer evlat yaratılmış olsaydı, fiilinden ötürü baba sevab sahibi olurdu. Çünkü babanın fiili vardır. İşte hırsızlık da böyledir.

Dördüncüsü: Malının çalınmış olduğunu gördüğünde, üzülmemesi gerekir. Hatta elinden gelirse, sevinip şöyle demelidir: Eğer malımda hayır olmasaydı Allah onu almazdı. Sonra o malı Allah yoluna adamamış ise artık arkasına pek fazla düşüp müs-lümanlar hakkında su-i zanda bulunmamalıdır. Eğer Allah yoluna adamış ise, arkasına düşmeyi tamamen bırakmalıdır. Çünkü onu nefsi için bir zahîre olarak âhirete göndermiştir. Eğer o geri gelse dahi, Allah yoluna adadıktan sonra, kabul etmemesi daha evlâdır. Eğer kabul ederse, ilmin zahirine göre o mal onun mülküdür. Çünkü şahsın mücerred niyetle mülkü zâil olmaz. Fakat bu mal tevekkül sahipleri nezdinde artık güzel değildir.

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Ömer'in devesi çalındı. Yoruluncaya kadar deveyi aradı. Sonra 'O Allah yoluna olsun!' dedi. Camiye girip iki rek'at namaz kılınca arkasından bir kişi gelip 'Ey Ebû Abdurrahman! Senin deven falan yerdedir!' dedi. Bunun üzerine ayakkabısını giyip kalktı. Sonra Estağfirullah deyip oturdu. Kendisine 'Gidip deveni getirmeyecek misin?' diye sorulunca 'Ben onu Allah yoluna adadım' dedi.

Meşâyihten biri şöyle demiştir: Öldükten sonra rüyada bir dostumu gördüm. 'Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' diye sorunca 'Beni affedip cennete dahil etti!' deyip cennetteki konaklarını bana arzetti, onları gözümle gördüm. Fakat buna rağmen o mahzundu. Kendisine 'Allah seni affedip cennete soktuğu halde sen hâlâ niçin mahzunsun?' diye sorunca, derinden bir iç çekerek dedi ki: 'Evet! Ben kıyâmete kadar böyle mahzun kalacağım'. Ben 'Neden mahzun kalacaksın?' diye sordum. O 'Ben cennetteki konaklarımı gördüğümde bana İlliyyîndeki makamlar gösterildi. Gördüklerimin içinde onlar gibisi yoktu. Onlara sevindim. Onlara girmek istediğimde biri onların üstünden 'Onu bu konaklardan geri çevirin. Bu konaklar ancak yolu geçenler içindir' diye seslendi. Ben 'Yolun geçilmesi de ne imiş?' diye sorunca denildi ki: 'Sen dünyada birşey için 'Bu Allah yolundadır' diyor, sonra vazgeçiyordun. Eğer o yola devam etseydin biz de bu gün seni yolu geçmiş sayacaktık'.

Mekke'de bulunan âbidlerin biri beline kemer bağlı bulunan birinin yanında yatıyordu. Kişi uyanıp kemerinin kaybolduğunu görünce âbidin yakasına yapışıp 'kemerimi sen götürdün!' dedi. Âbid, kişiye 'Senin kemerinde ne kadar para vardı?' dedi. Kişi de ona parasının miktarını söyledi. Bunun üzerine, âbid, kişiyi evine götürüp ona o miktarı verdi ve bu olaydan sonra kemer sahibinin arkadaşları şaka ile kemeri aldıklarını söylediler, kişi arkadaşlarıyla beraber gelip altınları geri vermek istedi. Âbid, altınları kabul etmeyip 'Onlar helâli hoş olsun! Al, zira Allah için verdiğim bir malı geri alamam' diyerek almamakta ısrar etti. Bunlar alması için ısrar ederken oğlunu çağırıp o paraları keselere taksim etti. Bir kuruşu kalmayıncaya kadar fakirlere dağıttı. İşte selefin ahlâkı böyleydi. Böylece bir fakire vermek için bir ekmek alan, o fakiri bulmadıkça ekmeği evine geri götürmeyi kerih gördüğünden, başka bir fakire verirdi. Dirhem, dinar ve diğer sadakalarda da böyle yapardı.

Beşincisi: Bu, derecelerin en düşüğüdür o da malını almak suretiyle kendisine zulmeden hırsıza beddua etmemesidir. Eğer beddua ederse, tevekkülü bozulur. Bu durum onun malının çalınmasına üzüldüğünü gösterir. Böylece zâhidliği de bozulur. Eğer bu hususta mübalağa yaparsa, musibetinden dolayı aldığı manevî ecri de yok olur; zira hadîste vârid olmuştur ki kendisine zulmedene beddua eden bir kimse ona yardım etmiş olur.

Hikâye olunuyor ki; Rebî b. Haysem'in yirmi dinar kıymetinde bir atı çalındı. At kaçırıldığı zaman ayakta namaz kılıyordu. Namazını yarıda bırakmadı ve onun arkasına düşmek için tınmadı. Bir grup insan gelerek kendisini teselli etmeye çalışınca onlara dedi ki: 'Ben atın yularını çözerken onu gördüm!' Kendisine 'O halde, onu menetmekten seni alıkoyan neydi?' denilince, cevap olarak 'Ben, attan bana daha sevimli gelen bir ibadet içindeydim!' dedi. Bu sefer gelenler hırsıza beddua etmeye başladılar. Rebî 'Hayır! Bunu yapmayın! Hayırlı şeyler söyleyin! Çünkü ben o atı kendisine sadaka kılmışımdır' dedi.

Çalınan bir eşyası hakkında seleften bir zata denildi ki;

- Neden sana zulmedene beddua etmiyorsun?

- Onu? aleyhinde şeytana yardımcı olmak istemiyorum.

- Acaba sana geri verirse ne yaparsın?

- Ne alır, ne de bakarım. Çünkü ben onu ona helâl ettim.

Bir başkasına denildi:

- Sana zulmedene beddua et!

- Bana hiç kimse zulmetmedi! Bana zulmeden ancak kendisine zulmetmiştir. O miskine nefsine zulmetmek yetmez mi? Bir de ona beddua edip de onun şerrine biraz daha mı ilave edeyim?

Bir kimse seleften birinin yanında, zulmettiğinden dolayı Haccâc-ı Zâlim'e fazlasıyla küfretti. O mazlum selef, küfürbaza dedi ki: 'Haccâc'a pek fazla küfretme! Haccâc kimin malını almış, kanını akıtmış ise, bundan dolayı Allah ondan nasıl intikam alacaksa, Haccâc'ın haysiyet ve şerefini pay ü mal edenlerden de Haccâc'ın hakkını alacaktır'.

Kul kendisine bir zulüm yapıldığında zulüm yapana küfrederse zulmünden fazla olan küfründen ötürü zâlim kendisinden hak talep eder ve zâlimin hakkı o mazlumdan alınır.

Altıncısı: Hırsızın azaba uğrayacağına üzülmesidir. Kendisini zâlim kılmayıp mazlum kıldığından dolayı Allah'a şükretmesidir. Dininde değil de dünyasında bir eksiklik yaptığından dolayı Allah'a hamdetmesidir.

Biri bir âlime, 'yolum kesildi, malım alındı' diye şikayette bulundu. Alim, cevap olarak dedi ki: 'Eğer müslümanların içerisinde bunu helâl görenlerin olmasından üzülmen, malının alınışından dolayı olan üzüntüden daha fazla değilse, sen müslümanlar için nasihat yapmış sayılmazsın.

Ali b. Fudayl b. İyaz'ın31 Kâbe'yi ziyaret ettiği bir anda altınları çalındı. Ağlayıp üzüldüğünü gören babası kendisine Tara için mi ağlıyorsun?' dedi. Ali 'Hayır! Allah'a kasem ederim ki para için ağlamıyorum. Fakat bu miskin hırsız için ağlıyorum ki kıyâmet gününde hesaba çekilecek fakat elinde hiçbir delil yok!' dedi

Bir zâta 'Sana zulmedene beddua et!' denildiğinde 'Ona beddua etmekten beni onun için üzülmek alıkoymaktadır!' dedi. İşte bunlar selefin ahlâkı idi. Allah onların hepsinden razı olsun!

Dördüncü Durum

Dördüncü durum, hastayı ve benzerlerini tedavi etmek gibi, zararın izalesine çalışmak hakkındadır.

Hastalığı izale eden sebepler de susuzluğun zararını ortadan kaldıran su, açlığın zararını izale eden ekmek gibi kesin, kan aldırmak, müshil ilacı içmek ve tıbbın zahirî sebepleri olan hararetle soğukluğu, soğuklukla da harareti tedavi etmek gibi kesin olmayan, dağlamak ve muska yapmak gibi mevhum kısımlara bölünür. Açlığı ve susuzluğu gideren ekmek ve su gibi kesin olana gelince, bunları terketmek tevekkülden değildir. Hatta ölüm korkusu varsa onları terketmek haramdır. Mevhum olanı terketmek tevekküldendir; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) tevekkül sahiplerini onu terketmekle vasıflandırmıştır. Mevhumun en kuvvetlisi dağlama yapmaktır. Mertebe bakımından bunu muska takip eder. Fal bakmak da o derecelerin en sonuncusudur. Mevhumlara güvenmek, sebeplerin mülâhazasında gayet derine inmektir. Ortanca dereceye gelince o, doktorlar nezdinde zahirî sebeplerle tedavi olmak gibi kesin olmayan şeylerdir. Bunu yapmak tevekküle zıt değildir. Fakat mevhum tevekküle zıttır. Kesin olmayan tedaviyi terketmek mahzurlu değildir, fakat kesin olan şeyleri terketmek mahzurludur. Bilakis maznunu terketmek bazı durumlarda ve bazı şahıslar hakkında, terketmemekten daha üstündür. Bu bakımdan bu, mevhum ile kesin olanların dereceleri arasında bir derecedir. Hazret-i Peygamber'in tedaviyi emretmesi, tedavi olmanın tevekküle zıt olmadığına delâlet eder.

Hazret-i Peygamberin bu husustaki hadîsleri şunlardır:

Hiçbir hastalık yoktur ki onun devası olmasın. Onu tanıyan tanımıştır, onu tanımayan tanımamıştır; ancak ölüm müstesna!32

Ey Allah'ın kulları! Tedavi olun! Muhakkak ki Allahü teâlâ hem hastalığı, hem de şifayı yaratmıştır. 33

Hazret-i Peygamber'den 'İlâç ile muska Allah'ın kaderinden birşeyi geri çevirebilir mi?' diye sorulunca şöyle buyurmuştur: 'O da Allah'ın kaderindendir'.

Ben meleklerden bir grubun yanından geçerken Ümmetine emret! Hacamatla tedavi olsunlar' dediler. 34

Ayın on yedisinde, on dokuzunda ve yirmi birinde hacamat yapın! Sakın kan sizi boğup da öldürmesin. 35

İşte görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber kanın yoğunlaşmasını pıhtılaşmasını ölüm sebebi olarak zikretmiştir ve Allah'ın izniyle kanın ölüm sebebi olduğunu şu sözüyle belirtmiştir: 'Kanın çıkarılması ölümden kurtulmaktır'. Zira öldürücü kanı derinin altından çıkarmak ile akrebi elbisenin altından ve yılanı evden çıkarmak arasında hiçbir fark yoktur, Pıhtılaşan kanı olduğu gibi bırakmak, tevekkülün şartı değildir. Böyle yapmak, ateşi söndürmek ve eve zararını defetmek için su serpmek gibidir. Vekilin sünnetinden (yolundan) çıkmanın tevekkülle alâkası yoktur. Maktu bir haberde şöyle vârid olmuştur: 'Kim ayın onyedinci ve salı günü hacamat olursa, bu hacamat onun için bir senelik hastalığın devası olur'. 36

Hazret-i Peygamber birçok sahabîye, tedaviyi ve hastalıklardan korunmayı emretmiştir. 37

Sa'd b. Muaz damarından kan aldırdı. 38 Sa'd b. Zürare yarasını dağlattı. Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh) gözleri ağrıdığı zaman Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Yaş hurmadan yeme! Bundan ye! Çünkü bu, senin için daha elverişlidir!39

Hadîsde bundan sözüyle kasdedilen şey, arpa unuyla pişirilmiş şekerpareydi.

Hazret-i Peygamber gözleri ağrıdığı halde hurma yiyen Suheyb'i görünce 'Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?' dedi. Bunun üzerine Suheyb 'Acımayan tarafla yiyorum!' deyince Hazret-i Peygamber tebessüm etti. 40

Hazret-i Peygamberin fiiline gelince, ehl-i beyt yoluyla gelen bir hadîste rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber 'Her gece gözüne sürme çeker ve her ay hacamat yaptırırdı. Her sene ilâç içerdi'. 41

İçtiği ilâcın sinameki olduğu söylenmiştir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) birçok defa akrebin ve başka hayvanların ısırmasından tedavi görmüştür. 42

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber'e her vahiy indiğinde başı ağrırdı. Bunun üzerine başını kınalardı. Bir haberde şöyle vârid olmuştu: 'Hazret-i Peygamber bedeninde bir çıban çıktığında ona kına sürerdi. Bir de bedeninde çıkan bir çıbana toprak sürdü'. 43

Hazret-i Peygamber'in tedavisi ve tedaviyi emretmesi hakkında rivâyet edilen hadîsler sayılmayacak kadar çoktur.

Bu hususta bir kitap telif edilmiş ve ona Tıbb-ı Nebî44adı verilmiştir.

Âlimlerin biri İsrailiyat'ta Hazret-i Mûsa'nın bir hastalığa giriftar olduğunu, İsrailoğulları'nın onun huzuruna gelerek hastalığını teşhis ettiklerini, ona 'Filan ilâcı kullansaydın şifa bulurdun' dediklerini, onun da 'O (Allah) beni ilâçsız şifaya kavuşturuncaya kadar tedavi olmayacağım' diye ısrar ettiğini, hastalığı uzayınca yine İsrailoğulları'nın Musa'ya 'Bu hastalığın ilâcı belli ve denenmiştir. Biz onunla tedavi olup şifa buluruz' dediklerini, onun da 'Ben tedavi olmam' diye ısrar ettiğini, hastalığın da devam ettiğini ve bunun üzerine Allahü teâlâ'nın kendisine 'İzzet ve celâlime yemin olsun! Sen onların sana söyledikleri ilâçla tedavi olmadıkça sana şifa vermeyeceğim' şeklinde vahiy gönderdiğini, bunun üzerine Musa'nın (aleyhisselâm) onlara 'Söylediklerinizle beni tedavi ediniz!' dediğini ve tedavi olup şifa bulduğunu, bundan dolayı nefsinde birşeyler hissettiğini, Allahü teâlâ’nın ona 'Bana tevekkül etmenle hikmetimi iptal etmek istedin! Acaba ilâçlar içerisine fayda koyan benden başka kimdir?' dediğim nakletmektedir.

Peygamberlerden biri bir hastalıktan şikayet etti. Allahü teâlâ ona vahiy göndererek 'Yumurta ye!' dedi. Başka bir peygamber de bünyesinin zâfiyetinden şikayette bulundu. Allahü teâlâ kendisine 'Süt ile et ye! Muhakkak onların ikisinde kuvvet vardır' diye vahiy gönderdi. Bu hadîsin tefsirinde 'Bu zâfiyet cinsî zafiyet idi!' diye kayıt düşülmüştür. Rivâyet edildi ki: Bir kavim, peygamberlerine, evlatlarının çirkin olduğundan şikayet ettiler. Allahü teâlâ o peygambere 'Gebe kadınlarına ayva yedirmelerini emret! Çünkü ayva çocuğu güzelleştirir' diye ilham etti. Kadın bunu gebeliğin üçüncü ve dördüncü aylarında yapar. Çünkü bu aylarda, Allahü teâlâ, çocuğu suretlendirir. Selef, gebe kadınlara ayva, lohusalara da yaş hurma yedirirdi.

Anlaşıldı ki sebeplerin müsebbibi, hikmetini belirtmek için müsebbebleri sebeplere bağlamak suretiyle sünnetini icra etmektedir. İlâçlar Allah'ın hükmüyle diğer sebepler gibi müsahhar sebeplerdir. Nitekim ekmeğin açlığın, suyun susuzluğun ilâcı olduğu gibi, Sekencebin safranın, Sakmuniye ise ishalin ilâcıdır. Bu özellik, ancak iki durumun birinde ilâçtan ayrılır: O durumlardan biri; açlığın ve susuzluğun, su ve ekmek ile tedavisi açık bir gerçektir. Bütün insanlar bunu idrâk ederler. Fakat safra hastalığının sekencebin denilen ilâçla tedavisi, ancak uzmanlar tarafından bilinir. Bu bakımdan onu, denemek suretiyle bilen bir kimse için ilaç, birincisine iltihak eder. O ikincisi, müshildir. Sekencebin ise, iç âlemde bulunan birtakım şartlara vakıf olmakla ve mizaçta bulunan birçok sebeplerle teskin eder. Çoğu kez o şartlardan bazısı olmaz. Böylece ilâç ishal etme özelliğini kaybeder. Susuzluğun giderilmesi ise sudan başka şartlar istemez. Bazı zamanlar suyu fazlasıyla içmesine rağmen susuzluğun devamını gerektiren birtakım durumlar meydana gelir. Fakat bu durum, pek nadirdir. Sebeplerin karışması daima bu iki şeye inhisar eder. Aksi takdirde eğer sebebin şartları tamamsa müsebbeb, şüphesiz, sebebin arkasından tahakkuk eder. Bütün bunlar da sebeplerin müsebbibi, teshircisi ve tertipçisi olan Allah'ın tedbiriyle, hikmeti. nin hükmü, kudretinin kemâliyle meydana gelir. Bu bakımdan doktora ve ilâca güvenmeksizin, sadece sebeplerin müsebbibine güvenerek bu ilâçları kullanmak, tevekkül sahibi bir kimseye zarar vermez.

Hazret-i Mûsa'nın şöyle dediği rivâyet ediliyor:

- Yârab! Hastalık ve deva kimdendir?

- Bendendir.

- O halde doktorlar ne yapabilirler?

- Rızıklarını yerler. Benim şifam veya hükmüm gelinceye kadar kullarımı hoşnut ederler.

Durum bu ise tedavi ile beraber tevekkülün mânâsı, faydalıyı celb, zararı defeden işlerde olduğu gibi, ilim ve hâl ile tevekküldür. Tedaviyi terketmek, tevekkülde şart değildir.

Soru: Dağlamak da faydası açık olan sebeplerdendir!

Cevap: Öyle değildir! Zira kan aldırmak, hacamat yapmak, müshil içmek, şeker hastası olan bir kimse için soğutucu ilâçları almak gibi sebepler ancak zahirî sebeplerdir. Dağlamak ise, eğer görünmek hususunda bunlar gibi olsaydı, birçok memleketlerde tatbik edilirdi. Oysa birçok memlekette dağlama âdeti pek azdır. Dağlama bir kısım bedevî Türkler ile bedevî Arapların âdetidir. Bu bakımdan dağlama da muska gibi mevhum sebeplerdendir. Ancak dağlama muskadan şu hususta ayrılır: O, hiç ihtiyaç olmadığı halde ateşle yakmaktır! Zira dağlama ile tedavi edilen hastalığın dağlamanın yerine geçecek bir devası vardır ki o tedavide yakmak yoktur. Bu bakımdan ateşle yakmak bünyeyi tahrip eden bir yaradır. Onun yerine geçecek bir ilâç varsa dağlamanın kötü tesiri mahzurludur. Ama kan aldırmak, hacamat yapmak böyle değildir. Onların kötü tesiri pek yoktur. Onların yerine başka bir tedavi yapmaya gerek yoktur.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ikisi de tevekkülden uzak olduğu halde, muskayı değil de dağlamayı yasaklamıştır. Rivâyet ediliyor ki İmrân b, Huseyn hasta olduğunda kendisine 'dağlan' dedilerse de bunu yapmadı. Etrafı durmadan ısrar etti. Öyle ki yakasını kurtaramadı ve acıyan yeri dağladı. O bilahare derdi ki: 'Ben bir nûr görüyor ve bir ses işitiyordum. Melekler bana selâm veriyordu. Dağlandığımdan bu yana bu durum benden kesildi. Yine şöyle demiştir: 'Biz birkaç dağı bedenimize vurduk. Allah'a yemin ederim iflâh olmadık, iyileşmedik'. Sonra tevbe edince Allah ona eski hâlini meleklerle olan münasebetini geri verdi.

Mutarrıf b. Abdillah dedi ki: Allahü teâlâ'nın daha önce, bana ikram olarak ihsan buyurduğu melekleri bana tekrar geri gönderdiğini görmez misin?'

Oysa o bu hâdiseden önce Mutarrıf a meleklerin kaybolduğunu haber vermişti. Durum bu olduğunda dağlamak ve onun yerine geçen başka ameliyeler tevekkül sahibi bir kimseye uygun olmayan ameliyelerdir; zira tevekkül sahibi bir kimse bunları yapmak için bir tedbire başvurmak mecburiyetinde kalır. Sonra bunun şifa vermesi de şüphelidir. Bu ise sebepleri fazla gözettiğine ve sebepler hususunda fazla derine daldığına delâlet eder! Allah daha iyisini bilir.

30) İmâm-ı Ahmed

31) Babası gibi zâhid bir zâttı.

32) İmâm İmâm-ı Ahmed, Taberânî

33) Tirmizî, İbn Mâce

34) Tirmizî, İbn Mâce

35) Tirmizî

36) Taberânî

37) Tirmizî, İbn Mâce

38) Müslim

39) Taberânî

40) Ebû Dâvud, Tirmizî

41) Daha önce geçmişti.

42) îbn Adiyy

43) Müslim ve Buhârî

44) Bu adla iki meşhur kitap vardır: Biri Hafız Ebû Bekr b. Semî'nin, diğeri ise Hafız Ebû Nuaym el-İsfehanî'nindir.

11. Bazı Hallerde Tedaviyi Terketmenin Makbul Olup Tevekkülün Kuvvetli Oluşuna Delâlet Etmesi

Seleften, tedaviye başvuranlar sayılmayacak kadar çoktur. Fakat büyük insanlardan bir kısmı da tedaviyi terketmiştir. Bu bakımdan onların bu hareketleri eksiklik zannedilir. Çünkü bu hareket güzel olsaydı, muhakkak Hazret-i Peygamber onu terkederdi; zira tevekkül hususunda başkasının hali Hazret-i Peygamber'in halinden daha mükemmel olamaz.

Hazret-i Ebû Bekir ölüm hastalığında iken kendisine şöyle denildi: 'Senin için bir doktor çağırırsak ne dersin?' Hazret-i Ebû Bekir ise şöyle cevap verdi: 'Doktor bana baktı ve dedi ki: 'Ben istediğimi en güzel bir şekilde yaparım!'

Ebu'd Derda'ya hasta iken şöyle denildi: Sen nerenden şikayet ediyorsun?

- Günahlarımdan.

- Canın ne istiyor?

- Rabbimin mağfiretini.

- Senin için doktor çağıralım mı?

- Doktor beni hasta düşürdü!

Ebû Zer'in gözleri ağrıdığında kendisine şöyle soruldu:

- Keşke gözlerini tedavi ettirseydin!

- Onlarla meşgul olacak vaktim yok!

- Keşke Allah'tan sana afiyet ihsan etmesini isteseydin!

- Bu iki gözden benim için daha mühim olan bir hususta

O'ndan âfiyet istiyorum!

Rebî b. Hayseme'ye felç isabet etti. Kendisine denildi ki: 'Keşke tedavi olsaydın!' Rebî 'Ben tedavi olmayı istedim. Sonra Ad, Semûd ve Ress kavmini hatırladım. Onların arasında gelip geçen birçok nesilleri hatırladım. Onların içinde doktorlar olduğu halde hem tedavi edilen, hem de tedavi eden helâk oldu. Afsun yapmak ve tedavi etmek onları kurtaramadı'.

Ahmed b. Hanbel derdi ki: 'Tevekküle inanıp bu yolun yolcusu olan bir kimsenin tedavi olmayı terketmesini, tedavi olmaktan daha iyi görürüm'.

Oysa Ahmed b. Hanbel'de de birçok hastalık vardı. O hastalıklardan tedavi olan bir kimse kendisine sorduğu zaman habervermezdi.

Sehl et-Tüsterî'ye şöyle denildi: 'Kul için tevekkül etmek ne zaman sıhhatli olur'. Sehl et-Tüsteri 'Bedeninde zarar, malında eksiklik olduğunda haliyle meşgul olup onlara iltifat etmediğinde ve Allah'ın kendisini murakâbe ettiğine dikkat ettiğinde' diye cevap verdi.

Durum bu olduğu halde, seleften bazıları tedavi olup bu usulü bir yol olarak bırakmıştır. Bazıları da tedavi olmayı çirkin görmüştür. Hazret-i Peygamber ile onların fiilini birleştirmenin yolu insanı tedaviden uzaklaştıran mânilerin kontrol altına alınmasıyla mümkündür. Bu bakımdan tedaviyi terketmenin birçok sebepleri vardır:

1. Hasta ehl-i keşiften olup keşif âleminde ecelinin geldiğini ve tedavinin fayda vermeyeceğini görmelidir. Bu da bazen salih rüyalarla, bazen de tahmin ve zan ile, bazen de kesin bir keşf ile malum olur.

Bu Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) tedavi olmayı terketmesine benziyor; zira o ehli keşiftendi. Çünkü Hazret-i Âişe'ye mirası hakkında 'Onlar senin iki kız kardeşindir!' dedi. Oysa o zaman Hazret-i Âişe'nin bir tek kızkardeşi vardı. Fakat Hazret-i Ebû Bekir'in hanımı o zaman gebeydi. Ölümünden sonra bir kız çocuğu doğurdu. Böylece anlaşıldı ki hanımının kız çocuğu doğuracağı Hazret-i Ebû Bekir'e keşfolunmuştu. Öyleyse ecelinin sona erdiğini de keşif yoluyla bilmesi uzak bir ihtimal değildir. Eğer böyle olmasa Hazret-i Peygamber'in tedavi olduğunu ve tedavi olmayı emrettiğini bildiği halde nasıl tedaviden kaçınırdı?

2. Hastanın kendi haliyle, sonucunun korkusuyla ve Allah'ın hâline muttali olduğunu bilmesiyle meşgul olmasıdır. Bu meşguliyet hastalık elemini ona unutturur. Bu bakımdan haliyle meşgul olduğundan dolayı kalbi tedaviyle meşgul olmaz.

Ebû Zer Gıfârî'nin konuşması da buna delâlet eder; zira şöyle demiştir: 'Ben iki gözümle ilgilenmekten meşgulüm'.

Ebu'd Derda'nın sözü de buna delâlet eder, zira o 'Ben ancak günahlarımdan şikayet ederim!' demiştir.

Bu bakımdan günah korkusundan dolayı kalben hissettiği elem, hastalıktan dolayı bedenen hissettiği elemden daha fazla görünür. O halde bu kimse azizlerinden birinin ölümüyle musibettar olan veya öldürülmek için sultanlardan birinin huzuruna götürülen korkak bir kimse gibidir. Kendisine 'Sen acıkmışsın, yemek yemiyor musun?' denildiğinde, cevap olarak 'Ben açlığın elemini duymaktan meşgulüm' demiştir.

Onun böyle söylemesi yemeğin açlığı gidermeye yaradığı' haikatini inkâr etmek ve yemek yiyene ta'netmek değildir.

Sehl'in meşguliyeti buna yakındır. Nitekim kendisine şöyle soruldu:

- Kut (gıda) nedir?

-Kut, Hayy ve Kayyûm olanın zikridir!

- Biz bedenin ayakta durmasını sağlayan gıdayı soruyoruz!

- O, ilmin ta kendisidir!

- Biz senden gıdayı sorduk!

- Gıda zikrin ta kendisidir!

-Biz senden bedenin yemeğini sorduk!

- Senin bedenle ne ilgin var? Başlangıçta bedeni koruyan, sonunda da onu korur. O halde bedenin yakasını bırak! Bedene bir illet geldiğinde onu yaratıcısına götür. Görmez misin, sanatkârın yaptığı şeyde bir kusur görüldüğünde, o düzeltilmek için ustasına geri götürülür.

3. İlletin müzmin olmasıdır. O illete nisbeten kullanılan ilâcın fayda vermesi mevhum ve dağlama ile efsun etmenin yerine geçmesidir. Bu bakımdan tevekkül sahibi bir kimse bu şekildeki bir tedaviyi terkeder.

Rebî b. Hayseme'nin sözü buna işaret eder; zira o şöyle demiştir: 'Ad ve Semûd kavmini hatırladım! Oysa onların içerisinde doktorlar vardı. Tedavi eden de edilen de helâk oldu!'

Yani tedaviye güven olmaz. Bu da bazen esasında, bazen de hastanın gözünde böyledir. Çünkü tıp ile olan ilgisi ve denemesi azdır. Bu bakımdan faydalı olacağı zannî galip gelmez. Şüphe yoktur ki ilaçları denemiş olan doktor, ilâçlar hakkında başkasından daha fazla inanç sahibidir. Öyleyse, güvenmek ve zannetmek inanç nisbetindedir. İnanç da deneme nisbetindedir. Âbid ve zâhidlerden tedaviyi terkedenlerin çoğunun dayanağı bu noktadır. Çünkü deva onun yanında asılsız ve mevhum birşey olarak kalmaktadır. Bu zan ise tıp ilmini bilen kimseler nezdinde bazı ilâçlar hakkında geçerli, bazısında da geçersizdir. Fakat' doktor olmayan bir kimse bütün ilâçlara aynı nazarla bakar. Tedavi olmayı, dağlamak ve efsunlamak gibi şeylere dalmak olarak kabul eder. Böylece tevekkül ederek tedaviyi terkeder.

4. Kul tedaviyi terketmekle hastalığın devamlılığını sağlamak ister. Böylece Allah'ın belâsına karşı sabretmekle hastalığın sevabını elde etmek veya sabır hususunda nefsini' denemek ister!

Zira hastalığa sabretmenin sevabı hakkında uzun uzadıya hükümler vârid olmuştur.

Biz peygamberler topluluğu, insanların en fazla belaya uğrayanıyız. Bizden sonra en kuvvetli olanlar, belaya uğrar. Kul, îmanı nisbetinde belaya maruz kalır. Eğer îmanı sarsılmaz ise, Allahü teâlâ ona şiddetli belâ gönderir. Eğer imanında zâfiyet varsa belâ hafifletilir. 45

Allah kulunu belâ ile dener. Tıpkı sizin altını ateşle denediğiniz gibi. . . Sizden o altından tortusuz ve paslanmaz halis altın çıkaranınız olduğu gibi, kalitesi düşük altın çıkaranınız da olur. Kimisi de yanmış, simsiyah bir taş çıkarır. 46

Muhakkak Allahü teâlâ herhangi bir kulunu sevdiği zaman, onu belaya maruz bırakır. Eğer sabrederse, onu kulluğuna kabul eder. Eğer razı olursa, onu seçer. 47

Siz kaybolmuş merkepler gibi olmayı istiyorsunuz. Ne hasta olmayı ne de şifa bulmayı istiyorsunuz!48

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'mü'mini kalp bakımından sıhhatli, beden bakımından da hasta görürsün! Münafığı ise bedenen sıhhatli, kalben hasta görürsün'.

Hastalığı ve belayı övme arttıkça, bir grup medh u senâ bakımından hasta olmayı sevdiler ve bunu ganimet saydılar ki hastalığa sabretmenin sevabına nail olsunlar! Onların kimi hastalığını gizler, doktora söylemezdi. Onun elemini çeker, Allah'ın hükmüne razı olurdu ve hakkın kalplerine hâkim olduğunu ve hastalığın kendisini haktan uzaklaştırmayacağını bilirdi. Hastalığın ancak azalarının çalışmasını engelleyeceğini ve Allah'ın hükmüne karşı sabrettikleri halde oturarak namaz kılmalarının, sıhhatle beraber ayakta kılınan namazdan daha üstün olduğunu bilirlerdi.

Haberde Allahü teâlâ'nın meleklerine şöyle ferman buyurduğu rivâyet edilmiştir:

Kulumun işlemiş olduğu salih ameli yazın! Zira kulum benim kudretimin ipine bağlı bulunur. Eğer onu bu hastalık ipinden bırakırsam, eski etinden daha hayırlı et, kanından daha hayırlı kan ihsan edeceğim. Eğer onu öldürürsem mutluluğa götüreceğim. 49

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Amellerin en üstünü nefislerin yapmaya zorlandıkları ameldir. 50

Bu hadîsin tefsiri hakkında 'Kendisine hastalık ve musibet karıştırılmış amellerdir' denilmiştir.

Bazen hoşlanmadığınız, birşey, hakkınızda hayırlı olabilir. (Bakara/216)

Sehl et-Tüsterî derdi ki: 'Kişi hastalıktan dolayı ibadetlerden gevşemiş, farzlarda kusur etmiş ise de, tedaviyi terketmek sadece ibadetler için tedavi olmaktan daha üstündür'.

Sehl'de ağır bir hastalık vardı. O hastalıktan tedavi olmuyordu. Fakat halkı aynı hastalıktan tedavi ederdi. Sehl, oturarak namaz kılan ve hastalıktan dolayı hayır işlerine koşmayan birini gördüğünde eğer bu kimse ayakta namaz kılmak ve ibadetlere zinde bir şekilde dalmak için tedavi olmak isterse onun haline hayret ederek şöyle diyordu: 'Haline rıza gösterip oturarak namaz kılması, ayakta namaz kılmak için tedavi olmaktan daha üstündür!'

Kendisine ilâç içilmesi hakkında sorulunca cevap olarak dedi ki: 'Tedavi olan kimse, zayıf kimseler için Allah'ın gösterdiği genişliğe girmiştir!'

Tedavinin herhangi bir şekline başvurmayan bir kimse daha üstündür; zira kişi, soğuk su olsa bile her tedaviden 'Neden tedavi oldun?' diye hesaba çekilir. Oysa tedavi olmayan bir kimse bu hususta hesaba çekilmez. Gerek Sehl'in, gerek Basralıların âdeti, nefsi aç bırakmak ve şehvetlerini kırmak sûretiyle zayıf düşürmekti. Çünkü bunlar sabır, rıza ve tevekkül gibi kalplerin amellerinden olan bir zerrenin, azaların amellerinin bir dağ kadarından daha üstün olduğunu bilirlerdi. Elemi çok dehşetli olmazsa, hastalık kalp amellerine mâni olmaz. Sehl şöyle demiştir: 'Bedenlerdeki hastalıklar rahmettir. Kalplerdeki hastalıklar ise cezadır!'

5. Beşinci sebep kulun daha önce olan birtakım günahları olup kulun onlardan korkmasıdır. Onların kefaretini vermekten âciz olmasıdır. Bu bakımdan hastalık uzarsa bu günahların kefareti olacağını düşünür. Böylece iyileşmemek için tedaviyi terkeder; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Sıtma ve harareti, kulun üzerinde bir günah ve hata kalmayıncaya kadar kulun yakasını bırakmaz. 51

Bir günlük sıtma bir senenin kefaretidir!52

Bu hadîsin illetini belirtenlerden kimisi 'Bir günlük sıtma, bir senelik kuvveti yokeder', kimisi de 'insanın üç yüz altmış mafsalı vardır. Sıtma hepsine girer ve İnsan oğlu onların herbirinden bir elem duyar ve her elem bir günün kefareti olur' demiştir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) sıtmanın günahlara kefaret olduğunu söyleyince Zeyd b. Sabit, Allahü teâlâ'dan daima sıtmalı olmasını talep etti. Ölünceye kadar sıtma, onun yakasını bırakmadı. Ensâr-ı kirâmdan bir cemaat aynı duayı ettiler ve sıtma onların da yakalarını bırakmadı.

Allah kimin iki gözünü alırsa onun için cennetten başka hiçbir mükâfata razı olmaz. 53

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle buyurduğunda ensâr-ı kirâmdan iki gözlerinin kör olmasını temenni edenler oldu.

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) 'ınalına ve bedenine musibet ve hastalık isabet etmesine sevinmeyen bir kimse, bunların günahlarına nasıl kefaret olacağını bilmez!' demiştir.

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) büyük bir belaya uğrayan bir kula baktı ve 'Yârab! Buna rahmet et!' dedi. Allahü teâlâ 'Kendisine varlığıyla rahmet ettiğim birşey hususunda ona nasıl rahmet edeceğim?' dedi.

6. Altıncı sebep kulun kendinde, uzun zaman sıhhatli kalmasından dolayı saldırganlık ve aşırılık hissetmesidir. Bu bakımdan hastalık kalkar da gaflet, aşırılık ve saldırganlık geri gelir diye korktuğu için tedaviyi terkeder veya emelinin uzunluğu, geçmişi telafi etmek hususundaki gecikmesinden ve ibadetlerin tehir edilmesinden korktuğu için tedaviyi terkeder. Çünkü sıhhat, sıfatların kuvvetinden ibarettir. Bununla nefsin hevası kabarır, şehvetler harekete geçer, insanı isyana teşvik eder. Bunun en az derecesinin insanı mübah olan şeylerden faydalanmaya davet etmesidir. Oysa bu da vakti boşuna geçirmektir. Nefse muhalefet etmek ve ibadetlere yapışmak hususundaki büyük kârı ihmal etmektir. Allahü teâlâ bir kuluna hayrı irade ettiğinde hastalık ve musibetlerle onu uyarmaktan boş bırakmaz.

Denildi ki: 'mü'min bir kimse, illet (hastalık) , kıllet (fakirlik) veya zilletten hali olmaz'.

Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ 'Fakirlik benim hapsim, hastalık kaydımdır. Kullarımdan sevdiğimi onunla hapsederim' buyurmuştur.

Madem ki hastalıkta saldırganlık ve günah işlemekten alıkoymak vardır, acaba hastalıktan daha üstün ne olabilir? Bu bakımdan nefsin aşırılığından korkan bir kimse için hastalığı tedavi etmekle meşgul olmak uygun değildir. Öyleyse afiyet günahları terketmektedir.

Ariflerden biri, bir kimseye şöyle sordu: 'Görüşmeyeli nasılsın?' O 'Afiyet içindeyim!' deyince, Ârif 'Eğer Allah'a isyan etmemişsen afiyettesin. Eğer O'na isyan etmişsen, isyandan daha korkunç bir hastalık var mıdır? Allah'a isyan eden bir kimse afiyet bulmamıştır!' dedi.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Irak'ta, bir bayram günü, Neptîler'in (bir kavimdir) süslendiğini görünce 'Şu süs nedir?' diye sordu. Dediler ki: 'Ey Mü'minlerin emiri! Bu, onların bayram günüdür'. Hazret-i Ali 'Allah'a isyan edilmeyen her gün bizim için bayramdır!' dedi.

Allah size sevdiğinizi gösterdikten sonra. . . (Âl-i İmrân/152)

Ayetteki 'sevdiğinizden' tâbirindeki gayenin, hastalıklardan şifa bulmak olduğu söylenmiştir.

Doğrusu insan kendini müstağni görmekle azar! (Alak/6-7)

İnsan oğlu kendisini sıhhatle de müstağni görürse tuğyan eder.

Bazıları şöyle demiştir: 'Firavun 'Ben sizin en yüce rabbinizim' sözünü ancak uzun zaman hastalık görmediğinden dolayı söylemiştir. Çünkü Firavun'un, dört yüz sene başı bile ağrımadı. Hiçbir gün onu sıtma tutmadı. Hiçbir damarı atmadı. Böylece rubûbiyyet iddiasında bulundu. Allah ona lanet etsin! Eğer başağrısı bir gün kendisini yakalasaydı mutlaka ona rubûbiyet davasını bıraktırıp fuzulî şeylerle meşgul olmaktan alıkoyardı'. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Lezzetleri paramparça eden ölümü çok yâd ediniz. 54

Sıtmanın ölümün elçisi olduğu, ölümü hatırlattığı ve uzun yaşamak emelini yok ettiği söylenmiştir'. 55

Kendilerinin her yıl bir iki kere sınandıklarını görmüyorlar mı? Yine de tevbe etmiyor, öğüt almıyorlar. (Tevbe/126)

Denildi ki: Bu 'Onlar çeşitli hastalıklarla deneniyorlar' demektir.

Kul iki defa hasta olup sonra tevbe etmezse ölüm meleği ona 'Ey gâfil! Benden sana elçi üstüne elçi geldi. Sen icabet etmedin!' diye çıkışır.

Bunun için selef, bir sene geçip de nefislerine, ve mallarına herhangi bir belâ gelmediği zaman ürkerek şöyle derlerdi: 'mü'min bir kimse kırk günde bir defa korkutulmak veya bir belâ ile mübtelâ olmaktan uzak olamaz! (Biz neden bir senedir hiçbir şey görmedik?) '

Rivâyet ediliyor ki Ammar b. Yâsir (radıyallahü anh) bir kadınla evlendi. Kadın hiç hasta olmuyordu. Bundan dolayı Ammar kadını boşadı. 56

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber'e bir kadınla evlenmesi teklif edildi. Kadının vasıfları Hazret-i Peygamber'i kendisiyle evlenmeye teşvik edecek şekilde anlatıldı. Sonra denildi ki: 'Kadın hayatında hiç hastalık görmemiştir!' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Böyle bir kadına ihtiyacım yoktur!' buyurdu. 57

Hazret-i Peygamber, başağrısı ve benzeri hastalıklar ve acılardan bahsetti. Bu esnada biri 'Başağrısı da neymiş? Ben onu hiç tanımadım!' deyince Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

Benden uzaklaş! Kim cehennem ehlinden bir kişiye bakmak istiyorsa şu kişiye baksın!58

Çünkü haberde şöyle vârid olmuştur: 'Sıtma her Mü'minin cehennemden olan nasibidir9. 59

Enes ve Hazret-i Âişe'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber'e şöyle sorulur: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyâmet gününde şehidlerle beraber olacak kimseler var mı?' Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

Evet! Kim her gün yirmi defa ölümü hatırlarsa o şehidlerle beraber olur!

Başka bir lâfızda 'Günahlarını hatırlayıp mahzun olanlar' şeklinde vârid olmuştur.

Şüphe yok ki hastanın ölümü hatırlaması daha fazladır. Hastalığın faydası çoğaldığında bir cemaat hastalığı bertaraf etmek için kullanılan tedaviyi terketmeye taraftar çıkmıştır; zira onlar manevî derecelerinin artışını hastalıkta görmüşlerdi. Yoksa onlar tedavi yöntemlerini yeterli görmedikleri için veya tedavi olmayı eksiklik kabul ettikleri için tedaviyi terketmemişlerdir. Tedavi olmak nasıl eksiklik olur? Oysa Hazret-i Peygamber tedavi olmuştur.

45) İmâm-ı Ahmed, Ebû Yâ'lâ ve Hâkim

46) Deylemî

47) Taberânî

48) Beğavî

49) Taberânî

50) Daha önce geçmişti.

51) Ebû Yâ'lâ, İbn Adiyy

52) Kuddaî

53) İmâm-ı Ahmed, Ebû Yâ'lâ

54) Nesâî, İbn Mâce

55) Ebû Nuaym, (merfû olarak da rivâyet edilmiştir) .

56) Kut'ul- Kulûb

57) İmâm-ı Ahmed, (Enes'ten)

35-4

12. Her Durumda Tedaviyi Terketmenin Daha Üstün Olduğunu Söyleyenlere Reddiye

İddia: Hazret-i Peygamber tedaviyi başkası için meşru kılmak için tedavi olmuştur. Aksi takdirde tedavi olmak zayıfların halidir! Kuvvetlilerin derecesi tedavi olmayı terketmek suretiyle tevekkül etmeyi gerektirir!

Cevap: O zaman kanın pıhtılaştığı zaman kan aldırmayı ter ketmenin de tevekkülün şartından olması gerekirdi.

İtiraz: Kan aldırmayı terketmek de tevekkülün şartıdır!

Cevap: Bu takdirde akrebin ve yılanın sokması da tevekkülün gereği olmalıdır. Bunları kendinden uzaklaştırmaması gerekir. Zira akreb bedenin dışını, pıhtılaşan kan bedenin içini tahrip eder. O halde aralarında fark yoktur. Eğer 'Bu da tevekkülün gereğidir' denirse, o zaman şöyle cevap verilir: Su ile susuzluğun, ekmek ile açlığın, elbise ile soğuğun giderilmemesi gerekir. Oysa hiç kimse bu görüşü müdafaa etmiş değildir ve bu dereceler arasında hiçbir fark da yoktur. Çünkü bütün bunlar, sebeplerdir. Sebeplerin müsebbibi olan Allahü teâlâ bunları bu şekilde tertib ve sünnetini de bu şekilde icra etmiştir.

Tedaviyi terketmenirı tevekkülün gereği olmadığına Hazret-i Ömer ve ashâb-ı kirâmdan tâun meselesinde nakledilen durum delâlet eder; zira ashâb-ı kirâm Şam'a girmek istedikleri zaman Cabiye'ye vardılar. Şam'da korkunç bir ölüm ve yaygın bir veba hastalığının olduğu kendilerine haber verildi. Burada iki fikri savunan iki gruba ayrıldılar. Bazıları da 'Biz kaçmayacağız ve Allahü teâlâ'nın, haklarında şu hükmü verdiği kimseler gibi olmayacağız'.

Şu binlerce kişi iken ölüm korkusu ile yurtlarından çıkanları görmedin mi? (Bakara/243)

Bunun üzerine Hazret-i Ömer'e dönüp onun görüşünü sordular. Hazret-i Ömer 'Biz geri gideceğiz, vebanın bulunduğu yere girmeyeceğiz!' dedi. Hazret-i Ömer'e muhalefet edenler dediler ki 'Biz Allah'ın kaderinden mi kaçacağız?' Hazret-i Ömer 'Evet! Allah'ın kaderinden kaçıp onun kaderine sığınacağız' diyerek onlara şöyle bir misal verdi: 'Bana söyler misiniz, eğer birinizin bir sürü koyunu olsa bir vâdiye gitse, o vâdinin bir tarafı otlu, diğer tarafı ise kupkuru olsa, bu koyun sahibi koyunlarını otlu yerde otlatsa Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mı? Eğer kuru yerde otlatsa yine Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mı?' Dediler ki 'Evet! Allah kaderiyledir!' Sonra Hazret-i Ömer, görüşünü sormak için mecliste bulunmayan Abdurrahman b. Avf'ı aradı, Abdurrahman ertesi gün geldiğinde Hazret-i Ömer, bu durumu ona sordu. O 'Ey Mü'minlerin emiri! Bu hususta yanımda Hazret-i Peygamber'den dinlemiş olduğum birşey vardır' dedi. Bunu duyan Hazret-i Ömer sevincinden Allahu Ekber diyerek tekbir getirdi. Bunun üzerine Abdurrahman Hazret-i Peygamber' den şu hadîsi nakletti:

Bir memlekette veba çıktığını işittiğinizde oraya girmeyin. Bulunduğunuz memlekette veba başgösterirse, vebadan kaçarak o memleketten çıkmayın!

Bu hadîsi dinleyen Hazret-i Ömer sevindi. Görüşüne uygun olan hadîsten dolayı Allah'a hamdetti ve Cabiye'den halkla beraber geri dönüp gitti.

Madem ki durum budur, öyleyse ashâb-ı kirâm tevekkülün terkinde nasıl ittifak ederler? Oysa tevekkül, makamların en yücesindendir. Eğer tedaviyi terketmek ve korunmak tevekkülün şartından kabul edilirse. . .

Soru: Neden Hazret-i Peygamber içinde veba bulunan memleketten çıkmayı yasak etmiştir? Oysa vebanın sebebi, tip ilminde havadır. Tedavinin de en açık yolu; zarar verenden kaçmaktır. Hava ise zarar vericidir. Neden Hazret-i Peygamber havadan kaçmaya ruhsat vermemiştir?

Cevap: Zarar verenden kaçmanın yasak olmadığında ihtilâf yoktur; zira kan aldırmak zarar verenden kaçmaktır. Oysa bu gibi yerlerde tevekkülü terketmek mübahtır. Fakat bu maksuda delâlet etmez. Ancak ilim Allah'ın katındadır-burada zarar veren şudur: Hava bedenin zahirine çarpması hasebiyle zarar vermez, aksine teneffüs edilmek suretiyle zarar verir; zira havada bir ufunet bulunursa ve hava, teneffüs borusu ile kalbe varırsa, uzun zaman teneffüs edilince orada tesir eder. Bu bakımdan veba, içe uzun zaman tesir ettikten sonra dışta belirtileri görülen bir hastalıktır. Öyleyse veba hastalığı görülen memleketten çıkmak, yüzde altmış oranında daha önce yerleşen ve kökleşen mikroptan kurtarmaz. Fakat kurtuluş vehmedilir. Bu bakımdan çıkıp kaçmak, efsun yapmak, fala bakmak ve benzeri gibi mevhum olan şeylerin cinsinden olur. Eğer bu mânâ tecerrüd ederse, o zaman tevekküle zıt düşer. Fakat yasak olmaz. (Çünkü kesin değildir) . Fakat bu mânâya başka birşey eklendiğinden dolayı veba olan yerden çıkmak yasaklanmıştır. O eklenen ikinci durum şudur: Eğer sıhhatli kimselere vebalı memleketten çıkıp kaçmak ruhsatı verilirse, o memlekette vebadan dolayı yatağa düşen hastalardan başka kimse kalmaz, Böylece hastaların kalbi kırılır. Bakıcılar yok olur. Hastalara su verecek, yemek yedirecek kimse kalmaz.

Hastalar da bunları bizzat yapamazlar. Böylece hastalar ölüme terkedilmiş olur. Oysa kaçıp memleketi terkedenlerin vebadan kurtulmalarının beklenildiği gibi hastaların da kurtulmaları ümit edilir. Bu bakımdan eğer sıhhatliler memlekette durup kaçmasalar, yüzde yüz ölecekleri kesin değildir. Çıkıp gitmekle de yüzde yüz ölümden kurtulmuş sayılmazlar.

Fakat çıkıp gitmeleri, geri kalan hastaların kesinlikle ölümüne sebep olur. Müslümanlar binalar gibidir. Bazısı diğerini kenetler. Müslümanlar bir tek beden gibidir. O bedenin bir azası acıdı mı diğer azalar da acıyı paylaşırlar. İşte yasağın illetinde zarar verici durum bizce budur. Memlekette bulunmayan bir kimse hakkında bu, tam tersine işler; zira memleketin hastalıklı havası daha onların içlerine tesir etmemiştir ve memleketteki hastaların da bakıcıları olduğu için onlara ihtiyacı yoktur. Eğer memlekette hastalığa tutulmuş kimselerden başkası kalmamışsa ve bakıcılara ihtiyaçları varsa, bir grup da karantinaya rağmen onlara bakmak için oraya varmışsa, bu takdirde yardım için oraya girmek müstehab olur veya diğer müslümanlardan (kesin) bir zararı defetmek ümidiyle bu mevhum olan bir zarara maruz kalmak olduğu için oraya girmeleri yasaklanamaz. İşte bu münasebetle tâundan (vebadan) kaçmak, bazı haberlerde düşmanla çarpışan saftan kaçmaya benzetilmiştir. Çünkü bakıcı bulunmadığı takdirde tâundan kaçılırsa, hasta olan diğer müslümanların kalbi kırılmış ve onların yok olmalarına sebep olunmuş olur! İşte bunlar ince işlerdir. Bunları mülahaza etmeyen, sadece haber ve eserlerin zâhirine bakan bir kimse nezdinde, duyduklarının çoğu birbirine çelişkili görünür. Bu hususta âbid ve zâhidlerin yanılmaları pek çoktur. İlmin şeref ve fazileti işte bu noktadan ötürüdür.

İtiraz: Tedaviyi terketmekte söylediğin gibi bir fazilet varsa, Hazret-i Peygamber bu fazileti elde etmek için neden tedaviyi terketmedi?

Cevap: Tedaviyi terketmek, günahları çok olup da onları kefaretlendirmek veya nefsinin sıhhatten gelen saldırganlığından ve şehvetlerin galebesinden korkan bir kimseye nisbetendir veya gafletin galebe etmesinden dolayı ölümü hatırlatan bir şeye muhtaç olur veya tevekkül sahipleriyle, razı olanların makamlarına varamadığından dolayı bari sabredenlerin sevabına nail olmaya muhtaç olan veya Allahü teâlâ'nın devalar içerisinde koyduğu faydaların inceliklerini kavrayamadığından dolayı, bu devaların onun hakkında efsun gibi mevhum olduğundan veyahut da hali kendisini tedaviden meşgul ettiğinden veya (iki meşguliyeti) cem'etmekle zayıf olduğundan dolayı tedavinin kendisini halinden uzaklaştırmasından korkan kimseye nisbeten tedaviyi terketmekte fazilet vardır.

Çünkü bu mânâlar tedaviyi terketmek hususundaki engelleri geri getirmişlerdir. Bunlar bazı mahlukata nisbeten kemâl dereceleridir. Fakat Hazret-i Peygamber'in derecesine nisbeten eksikliktir. Hazret-i Peygamber'in makamı bunların hepsinden daha yücedir; zira Hazret-i Peygamber'in hali sebeplerin var veya yok oluşu anlarındaki müşahedesinin aynı olmasını gerektirir; zira onun bütün hallerde sebeplerin müsebbibine yönelen nazarından başka bir nazarı yoktur. Makamı bu olan bir zata elbette sebepler zarar vermez. Nitekim mal hakkındaki rağbet eksikliktir. Eksiklik ve maldan uzaklaşma rağbeti de onun için kerahiyettir.

Her ne kadar bu kemâl ise de, bu da nezdinde malın varlığı ile yokluğu eşit olan bir kimseye nisbeten eksikliktir. Bu bakımdan taş ile altın eşit olsa bile taştan değil de altından kaçmak daha önemlidir. Hazret-i Peygamber'in hali toprak ile altının onun nezdinde eşit olmasıdır. Halka zühd makamını öğretmek için altın edinmezdi. Yoksa altına sahip olursa nefsinin azacağından korktuğu için altın edinmiyor değildi. Çünkü onun makamı, dünyanın kendisini aldatmasından müstağni idi. Çünkü yeryüzünün hazineleri kendilerine arzolunduğunda onları kabul etmekten imtina etti.

İşte böylece onun yanında sebepleri yerine getirmek veya terketmek, bu görüşten dolayı eşitti. O, tedavi olmayı şu sebepten dolayı terketmemiştir: Allah'ın âdet ve sünnetinin üzerinde yürümek ve ümmeti için muhtaç oldukları bir şeye ruhsat vermek. . . Zaten tedavi olmakta bir zarar da yoktur. Fakat malı zahîre edinmek bunun tam hilâfınadır. Çünkü onun zararı pek büyük olur! Evet! Tedavi zarar vermez. Ancak ilâcın yaratanını değil de ilacın fayda verdiğini düşünmek zararlıdır ve yasaklanmıştır. Bir de günahlarda yardımcı olması için tedavi olmak da yasaklanmıştır. Mü'minlerin hiçbiri ilâcın bizzat fayda verici olduğunu düşünmez. Sadece Allahü teâlâ onu fayda vermeye sebep kılmıştır' diyebilir.

Nitekim suyu susuzluğu giderici, ekmeği doyurucu görmediği gibi. . . Bu bakımdan Mü'minin maksudundaki tedavinin hükmü, çalışmanın hükmü gibidir. Mü'min ibadet veya günah hususunda sarfetmek için çalışıp kazanırsa bunun hükmü niyetine göredir. Eğer mübah niyetlerle çalışırsa mübahtır. Bu bakımdan zikrettiğimiz mânâlarla anlaşıldı ki tedaviyi terketmek bazı hallerde, tedavi olmak da bazı hallerde daha üstündür. Bu da haller, şahıslar ve niyetlere göre değişir. Yine anlaşıldı ki yapmak ve terketmekten herhangi biri tevekkülde şart değildir. Ancak mevhum olan dağlamak ve efsunlamak gibi durumların terki şarttır; zira bunlara başvurmak tevekkül sahiplerine lâyık olmayan şekilde tedbirlere dalmak demektir.

58) Ebû Dâvud

59) İmâm-ı Ahmed, Bezzâr

13. Hastalığı Açıklamak ve Gizlemek Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Halleri

Hastalığı, fakirliği ve başına gelen belâları gizlemek iyilik hazinelerinden ve makamların en yücesindendir. Çünkü Allah'ın hükmüne razı olmak ve O'nun belâsına karşı sabretmek kul ile Allah arasında bir şeydir. Bu bakımdan hastalığı gizlemek daha güzel olur. Buna rağmen belirtmekte de niyet ve maksat hâlis olursa sakınca yoktur. Belirtmenin maksatları üçtür:

Bir

Birincisi, kişinin gayesi tedavi olmaktır. Bu bakımdan doktora hastalığını belirtmek mecburiyetindedir. Allah'tan şikayet etmek niyetiyle değil, kendisinde bulunan ilâhî kudreti hikâye etmek kabilinden hastalığını söylemelidir. Bişr el-Hafî, hastalıklarını tedavi eden Dr. Abdurrahman'a hastalıklarını anlattı. Ahmed b. Hanbel kendisinde bulunan hastalıklardan haber verirken derdi: 'Ben ancak Allah'ın kudretini vasıflandırıyorum!'

İki

İkincisi, başkasına kendisine uyulsun diye hastalığını vasıflandırmasıdır. Oysa kendisi, marifet babında sebatkâr olarak bilinir. Bu bakımdan hastalığını zikretmekteki gayesi; karşısındaki insanın hastalık hakkında kendisinden 'güzel sabır' öğrenmesi ve 'güzel şükür' etmeye alışması içindir. Hastalığın Allah'tan gelen bir nimet olduğunu açıklayıp ona karşılık şükrettiğini ve nimetten konuştuğu gibi ondan konuştuğunu ihsas ettirmek için vasıflandırmasıdır.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Hasta, önce Allah'a hamd ve şükredip sonra hastalıklarını belirtirse bu durum şikayet değildir'.

Üç

Üçüncüsü, hastalığı vasıflandırmakla acizliğini, Allah'a muhtaç olduğunu belirtmesidir. Bu durum, kendisine kuvvet ve şecâat uygun görülen, acizlikten uzak sayılan bir kimse için güzeldir.

Nitekim rivâyet edildi ki Hazret-i Ali'ye (radıyallahü anh) hastalığında 'Sen nasılsın?' diye soruldu. Cevap olarak 'Çok fenayım!' dedi. Bunun üzerine soranlar birbirlerine baktılar. Sanki Hazret-i Ali'nin böyle söylemesini kerih görüyor ve bunu 'Allah'ı şikayet etmek' şeklinde telâkki ediyorlardı! Bunun üzerine Hazret-i Ali 'Ben Allah'a karşı pehlivanlık mı göstereyim?' dedi.

Bu bakımdan Hazret-i Ali, kuvvet ve şecaatine rağmen, acizlik ve fakirliğini göstermek istedi. Bu hususta Allahü teâlâ'nın kendisine vermiş olduğu edeple edeplendi; zira o bir ara hasta iken şöyle dua ettiği Hazret-i Peygamber'in kulağına gitmişti: 'Ey Allahım! Belaya karşı bana sabır ve tahammül ver!'

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

Sen Allah'tan belâ istemiş oldun. Oysa Allah'tan âfiyet iste!60

Bu niyetlerle hastalığı söylemek caiz görülmüştür. Bu niyetlerin şart koşulması şu sebepten kaynaklanır: Hastalığı söylemek şikayettir. Allah'tan şikayet etmek haramdır.

Nitekim fakirlerin dilenmesi bahsinde bu durumu anlatmıştık! Ancak zaruret hâli müstesnadır. Hastalığı izhar etmek, öfke ve Allah'ın fiilini beğenmemek karinesiyle şikayet olur. Eğer öfke karinesinden ve belirttiğimiz niyetlerden uzak ise, hastalığı belirtmek haramlıkla vasıflandırılmaz. Ancak 'Hastalığı belirtmektense belirtmemek daha evlâdır' diye düşünmelidir. Çünkü hastalığı belirtmek çoğu kez şikayetmiş gibi telâkki edilir ve çoğu kez de tasannu ve hastalık olduğundan daha fazla mübalağa edilir. Kim Allah'a tevekül ettiğinden dolayı tedaviyi terkederse, o hiçbir zaman hastalığını belirtemez; zira ilâç vasıtası ile temin edilen rahatlık, hastalığı ifşa etmek suretiyle temin edilenden daha efdaldir.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Kim hastalığını ifşa ederse, o sabretmiş sayılmaz!'

'Sabr-ı cemil!' (Yûsuf/83) ayetinin mânâsı hakkında 'İçinde şikayet olmayan güzel sabırdır' denilmiştir.

Hazret-i Yakub'a şöyle denildi: 'Gözünün ışığını götüren nedir?' Hazret-i Yakub şöyle dedi: 'Zamanın akması ile üzüntülerin uzunluğu götürdü". Bunun üzerine Allahü teâlâ, Hazret-i Yakub'a 'Beni kullarıma şikayet etmeye koyuldun!' deyince, Hazret-i Yakub şöyle demiştir: 'Yârab! Sana tevbe ediyorum!'

Tâvus ve Mücâhid'den şöyle rivâyet edilmiştir: 'Hastalıkta inlemek de hastanın aleyhine yazılır!' Selef, şikayeti gerektiren bir mânânın izharı olduğu için, hastanın inlemesini bile kerih görürlerdi.

Denildi ki: İblis, Hazret-i Eyyûb'den ancak hastalık halinde inlemesini elde etti!' Bu bakımdan inlemek, hastalığın şeytanın payına düşen kısmıdır.

Kul hasta düştüğü zaman, Allah iki meleğe şöyle emreder: 'Ziyaretçilerine neler söylediğine dikkat edin!' Eğer kul Allah'a hamdeder, Allah'ı överse, melekler kendisine hayır dua ederler. Eğer şikayette bulunursa, melekler ona 'Sen öyle olasın!' diye beddua ederler. 61

Abidlerinden biri şikayet etmek ve fazla konuşmak korkusundan hastalıkta ziyareti kerih görmüştür. Seleften biri hasta düştüğü zaman kapısını kilitler, iyileşip milletin içine çıkıncaya kadar kimse içeri giremezdi. Fudayl, Vuheyb ve Bişr böyle yapanlardandı.

Fudayl derdi ki: "Ben ziyaretçi gelmeden hastalığımı çekmek istiyorum!'

Yine şöyle demiştir: 'Ben ziyaretlerden ötürü hastalıktan nefret ediyorum'.

Allah Fudayl'dan ve bütün selef âlimlerinden razı olsun!

Tevhîd ve Tevekkül bölümü Allah'ın yardımı ve hüsn-i tevfîki ile tamamlandı. Allah'ın izniyle bu bölümü Muhabbet, Şevk, Üns ve Rıza ile ilgili bölüm takip edecektir. Muvaffak kılan Allahü teâlâ'dır! 'Zamanın akması ile üzüntülerin uzunluğu götürdü". Bunun üzerine Allahü teâlâ, Hazret-i Yakub'a 'Beni kullarıma şikayet etmeye koyuldun!' deyince, Hazret-i Yakub şöyle demiştir: 'Yârab! Sana tevbe ediyorum!'

Tâvus ve Mücâhid'den şöyle rivâyet edilmiştir: 'Hastalıkta inlemek de hastanın aleyhine yazılır!' Selef, şikayeti gerektiren bir mânânın izharı olduğu için, hastanın inlemesini bile kerih görürlerdi.

Denildi ki: İblis, Hazret-i Eyyûb'den ancak hastalık halinde inlemesini elde etti!' Bu bakımdan inlemek, hastalığın şeytanın payına düşen kısmıdır.

Kul hasta düştüğü zaman, Allah iki meleğe şöyle emreder: 'Ziyaretçilerine neler söylediğine dikkat edin!' Eğer kul Allah'a hamdeder, Allah'ı överse, melekler kendisine hayır dua ederler. Eğer şikayette bulunursa, melekler ona 'Sen öyle olasın!' diye beddua ederler. 61

Abidlerinden biri şikayet etmek ve fazla konuşmak korkusundan hastalıkta ziyareti kerih görmüştür. Seleften biri hasta düştüğü zaman kapısını kilitler, iyileşip milletin içine çıkıncaya kadar kimse içeri giremezdi. Fudayl, Vuheyb ve Bişr böyle yapanlardandı.

Fudayl derdi ki: "Ben ziyaretçi gelmeden hastalığımı çekmek istiyorum!'

Yine şöyle demiştir: 'Ben ziyaretlerden ötürü hastalıktan nefret ediyorum'.

Allah Fudayl'dan ve bütün selef âlimlerinden razı olsun!

Tevhîd ve Tevekkül bölümü Allah'ın yardımı ve hüsn-i tevfîki ile tamamlandı. Allah'ın izniyle bu bölümü Muhabbet, Şevk, Üns ve Rıza ile ilgili bölüm takip edecektir. Muvaffak kılan Allahü teâlâ'dır!

60) Daha önce geçmişti.

61) Daha önce geçmişti.