Şanı yüce Allah buyurur; "(Allah mü’minlere yardım eder). Nitekim
Allah size Bedir'de de yardım etmişti." [1]
Yüce Allah buyurur: "Siz, Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da:
Ben size, birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim" diye duanızı
kabul buyurmuştu." [2]
Yüce Allah buyurur: "Karşılaştığınız zaman onları sizin
gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki yapılmış
bir işi yerine getirsin, işler hep Allah'a döndürülecektir." [3]
Buhârî ve Beyhekî İbn-i Mesud'dan rivayet eder. O şöyle
demiştir: "Umre niyetiyle Mekke'ye giden Sa'd bin Muaz orada Ümeyye bin
Halefin hanesine misafir olarak indi. Ümeyye Şam seferine çıktığı zaman
Medine'ye uğradığında Sa'd'ın hanesine inerdi. Ümeyye Sa'd'e şu tembihte bulundu:
"Dikkat et, tam
Bedir savaşı için hazırlıklar yapılması hakkında Kureyş tarafından ilan
edildiği zaman, Ümeyye bin Halefe hanımı şu hatırlatmayı yaptı: "Hani umre
için Medine'li dostun sana geldiği zaman ne söylemişti?" Ümeyye hanımına
şu karşılığı verdi: "Bu takdirde ben de Bedir savaşına çıkmam!" Ebû
Cehil gelip durumu öğrendiği zaman: "Ya Ümeyye, sen Kureyş'in eşrafındansın,
bizimle hiç olmazsa bir iki gün olsun bulunuver" dedi. O da bunu kabul
etti ve avaşa çıktı. Sonunda katledildi."
İbn-i İshak, Hakim ve Beyhekî'nin İkrime tarikiyle İbn-i Abbâs'tan ve Urve bin
Zübeyr'den, yine Beyhekî'nin İbn-i Şihab'dan bir rivayeti var.
Onlar demişlerdir ki: "Ebû Süfyan'ın Kureyş'in hazırlıklı olması için
Damdam bin Amr el-Gıfari'yi göndermesinden üç gün öncesi idi. Abdülmuttalib
kızı Atike, bir rüya gördü. Kardeşi Abbâs'a bu hususta haber saldı ve dedi ki:
"Kardeşim ben mühim bir rüya gördüm ve çok korktum. Kavminin üzerine büyük
bir belanın gelmesinden çok endişe etmekteyim. Şöyleki adamın biri devesine
binmiş geliyordu, Ebtah dediğimiz yerde durdu ve: "Ey vefasız zalimler,
kellelerinizin düşeceği yere gitmeye hazır olunuz!" diye üç defa bağırdı.
İnsanlar da taplanıp onu can kulağı ile dinlediler. Sonra devesi üzerinde
Mescid'e girdi, insanlar da etrefında toplanmış idi. Sonra devesi onu Kabenin
üzerine çıkardı. O oradan insanlara bağırıyordu: "Ey vefasız zalimler, başlarınızın
düşeceği yere gitmek üzere hazırlanın bakalım" diye... Bunu üç defa tekrar
etti ve devesi üzerinde Kubeys dağının başında göründü. Yine aynı şekilde ve üç
defa oradan da bağırdı. Sonra bir taş alıp fırlattı ki, bu taş yuvarlanarak
aşağıya düştüğü zaman, bütün evler sarsıldı ve bütün evlere taşın parçalarından
girdi."
Abbâs kardeşi Atike'nin bu rüyasını dinledikten sonra: "Vallahi bu
korkunç bir rüyadır, sakın bunu kimselere açma" dedi. Atike de: "Sen
de kimselere açma. Eğer Kureyş bunu duyacak olursa, bize işkence ederler"
dedi. Abbâs kardeşinin yanından ayrılıp çıktı. Giderken yolda Velid bin Utbe'ye
rastladı. Utbe onun samimi bir dostu idi, Atike'nin rüyasını ona söyledi ve
kimselere açmaması içinde ona tembihte bulundu.
Velid de bunu babası Utbe'ye açtı. Derken bu Kureyş arasında yayılıp
konuşulmaya başladı. Abbâs bu hususta der ki: "Bir gün ben Kabe'ye
gidiyordum. Ebû Cehille karşılaştım. Bana dedi ki: "Ey Abbâs sizin
aranızdan ne zaman kadın Peygamber çıktı?" Ben kendisine: "Bu
nedir?" dedim. O dedi ki: "Atike'nin gördüğü rüyayı söylüyorum! Yani
siz içinizden bir erkek Peygamber çıkmasına razı olmadınız da, bir de kadın
Peygamber mi çıkardınız? Atike'nin anlattığı o üç haykırış için, bekliyeceğiz
ve kimilerin başlarının uçacağını da göreceğiz. Eğer o haklı çıkarsa bir
diyeceğimiz olmaz. Eğer yalancı çıkarsa, o zaman da Arabın içinde en yalancı
ailenin, sizin aileniz olduğunu ilan edeceğiz!"
Atike'nin rüyasından üç gün sonra idi, Ebû Süfyan'ın hazırlıklı olmak
üzere Kureyş'e Damdam bin Amr'i gönderdiği öğrenildi. Damdam devesi üzerinde
Mekke'ye gelmiş ve Ebû Süfyan'ın ticaret kafilesini vurmak üzere Muhammed'in ve
adamlarının yola çıktığı haberini getirmiş ve derhal harbe hazırlanılmasını
söylemiştir. Onlar da derhal hazırlanıp Bedr'e çıktı ve orada savaştı. İşte
orada Kureyş'in başına gelenler gelmiştir. Atike ise, bu olaydan sonra bir
takım şiirler söyleyip duygularını dile getirmiştir."
(Ahmed), Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Ebî Talhadan, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet ediyor: "Mekke'lilerin
ticaret kervanı Şam'dan dönüyordu, Medine'liler bundan haberdar oldular ve
kervanı karşılamak üzere çıktılar, yanlarında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de vardı. Mekke'liler, durumdan
haberdar olup, Peygamber ve arkadaşları kervanı vurmadan ona yetişmek üzere
derhal geceleyin yola çıktılar. Peygamber ve arkadaşları kervana yetişemediler.
Zaten Cenabı Hak kendilerine iki taifeden birini vadetmişti. Onlar ise
Kureyş'le karşılaşmaktan ziyade kervanla karşılaşmak istiyorlardı. Bunu daha
iyi ve daha kolay buluyorlardı. Fakat kervan geçip gitmişti. Bunun üzerine
Peygamberimiz ve ordusu, Kureyşi karşılamak üzere yoluna devam etti. Kureyş
oldukça kuvvetli ve kalabalık idi. Bunun için müslümanlar Kureyş'ie
karşılaşmayı hoş görmüyorlardı. Peygamberimiz ve ordusu bir yerde konakladılar.
Suyun bulunduğu yerle aralarında ayakların kaydığı kumluk bir kısım bulunuyordu
ve bundan müslümanlara bir zayıflık arız olmuştu. Şeytan da durmayıp kalplere
vesvese veriyordu. Diyordu ki: "Hani sizler Allah'ın evliyası (dostları)
olduğunuzu iddia ediyorsunuz, Allah'ın rasülü de aranızdadır. Buna rağmen suyun
başını tutmakta galebe çalan müşrikler oldu. Siz ise ne hallerle uğraşıyorsunuz!"
[4]
Derken Allah kuvvetli ve bereketli bir yağmur verdi. Müslümanlar hem
bol bol bundan içtiler, hem de bütün temizliklerini yaptılar ve böylece;
şeytanın üzerlerindeki pisliğini de yüce Allah, onlardan gidermiş oldu. [5]
Yağmurun şiddetiyle kumluk arazi de sertleşip, seyr ve harekete
elverişli bir hale gelmişti. Kalkıp Kureyş'in üzerine yürüdüler. Allah; elçisi
Muhammed'e (sallallahü aleyhi
ve sellem) ve mü’min
kullarına bu savaşta bin melek göndererek imdad eyledi. [6] Bir tarafta,
emrindeki beşyüz melekle Cebrâîl, bir tarafta da emrindeki beşyüz
melekle Mikail bulunuyordu. Şeytan dahi Süraka bin Malik suretinde bu savaşa
katılıyor, emrindekileri de Müdlic oğulları suretinde harbe sokuyordu. Ayrıca
şeytan müşriklerin yanına gelip: "Bu gün sizi yenebilecek bir kimse
yoktur, ben sizin yardımcınızım. Zafer sizindir!" diyerek onları
kışkırtıyordu. Nihayet iki kuvvet birbirine girdi. Bu sırada çok manalıdır ki
Ebû Cehil'in de şöyle dua ettiği duyuldu: "Allah'ım, hangimiz hakka daha
yakın ve layık isek, zaferi ona nasib eyle!"
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem); ellerini semaya
kaldırıp şöyle dua etti: "Allah'ım, şu bir avuç muvahhid burada helak
olursa, yeryüzünde sana kulluk edecek kimse bulunmaz!" Cebrâîl (aleyhisselâm) bu sırada Peygamberimize: "Yerden bir avuç toprak
alıp başlarına saç!" dedi. Peygamberimiz de öyle yaptı oradaki müşriklerin
hepsinin ağız, burun ve gözlerine bu topraktan girip onları perişan etti. Arkalarını
dönerek savaş meydanını terkettiler."
Beyhekî, Musa bin Ukbe
tarikiyle İbn-i Şihab'dan ve Urve bin Zübeyr tarikinden rivayet ettiğine göre,
bu ikisi demişlerdir ki: "Kureyş Bedre yürüdüğü zaman, gün batımı
sırasında Cühfe denilen yere indiler, içlerinde Abdul-Muttalib oğullarından
Cüheym bin Salt adında bir adam vardı. Cüheym başını uykuya kor komaz uykuya
dalar ve korkuyla uyanır. Arkadaşlarına der ki: "Benim tepemde dikilen
atlıyı gördünüz mü?" Arkadaşları da: "Hayır, sen delirmişsin!"
derler. Cüheym: "Ne delirmesi yahu! Atlı adam tepeme dinelmişti ve şöyle
diyordu: "Ebû Cehil katledildi! Utbe, Şeybe, Zem'a, Ebûl-Bahteri, Ümeyye
de katledildi! Ve daha Kureyş eşrafından bir takım isimler saydı" der.
Arkadaşları Cüheym'e: "Şeytan seninle oynamış" karşılığını verdiler.
Fakat bu konuşmayı Ebû Cehil'e aktarırlar. Ebû Cehil öfkeyle şu karşılığı
verir: "Haşim oğulları yalan söylediği gibi, Muttalib oğulları da yalan
söylüyor! Yarın kimin öldürüleceğini gözleriyle görürler!"
İbn-i Sa'd ve Beyhekî, İbn-i Ömer'in: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Bedir savaşına 315 savaşçı müslümanla katıldı"
dediğini rivayet eder. Yine bu rivayete göre İbn-i Ömer demiştir ki: "Rasulüllah efendimiz, Bedre çıktığı
zaman şöyle dua buyurmuştur: "Allah'ım onlar yayadırlar, onlara binit
ihsan eyle! Allah'ım onlar çıplaktır, onlara giyecek şeyler ver! Allah'ım onlar
açtırlar, onları doyur!"
Böylece yüce Allah onlara Bedir günü büyük bir fetih ihsan eyledi; her
biri bir takım yiyecek, giyecek ve binitlerle geri döndüler."
(Ebû Ya'lâ), Hakim ve Beyhekî Ali'den rivayet ederler: "Biz Bedre
çıktığımızda Sa'dece iki atımız vardı: Biri Zübeyr'in diğeri de Mikdad bin
el-Esved'in idi."
Beyhekî'nin tek başına
Ali'den olan rivayeti de şöyledir: "Biz Bedr'e çıktığımızda yolda iki adam
yakaladık, biri kaçtı, birini tutup sorguya çektik: "Kureyş'in askeri ne
kadardır?" diye sorduk. Adam söylemedi. Kendisini dövdük ve sıkıştırdık,
yine de söylemedi. Sa'dece: "Sayıları pek çok, kuvvetleri de öyle"
diyerek maneviyat kırıcı sözler sarfediyordu. Adamı Peygamberimize getirdik.
Peygamberimiz kendisine: "Kureyşin sayısı ne kadar?" diye sordu. Adam
haber vermedi. Peygamberimiz bu seferde: "Günde kaç hayvan
boğazlıyorlar?" dedi. Adam: "Her gün, on hayvan boğazlayıp
yiyorlar" dedi. Peygamberimiz de: "Her yüz kişi için bir deve
kesiyorlar. Sayıları bin kişidir" buyurdu.
(İbn-i İshak ve Beyhekî'nin diğer bir rivayetinde: Adam:
"Bir gün on, bir gün dokuz hayvan boğazlıyorlar" demiş. Efendimiz de:
"Demek ki sayıları, bin ile dokuz yüz arasındadır" buyurmuştur.)
İbn-i Sa'd, İbn-i Rahuye,
İbn-i Meni ve Beyhekî, İbn-i Mesud'un şöyle dediğini rivayet
ederler: "Bedir günü, düşman bize az gösterilmiştir. O kadar ki ben,
yanıbaşımdaki arkadaşıma: "Ne dersin, sayıları yetmiş kadar var mı?"
diye sormuştum. O da bana: "Yüz kadar var" diye cevap vemişti."
Beyhekî Musa bin Ukbe
tarikiyle İbn-i Şihab'dan şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir gününde uzanıp yatmak istedi ve
ashabına şu tenbihte bulundu: "Sakın benim iznim olmadan savaşa başlamayınız!"
Kendisine uyku galebe çalıp iyice daldı. Uyandığı zaman, Allah
kendisine düşmanın sayısını çok az olarak gösterdiğini bildirdi. Gerçekten
savaş olsun, her iki taraf birbirine girsin diye, Allah müslümanların sayısını
da Kureyş'e gayet az olarak göstermiştir.
(Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan olan rivayetinde de: İki taraf birbirine
yaklaştığı zaman, Allah müslümanları müşriklerin gözünde, müşrikleri de
müslümanların gözünde az olarak göstermiştir" denilmektedir.)
Yine Beyhekî Ali'den rivayet eder: "Vaktaki
düşman bize iyice yaklaştı, biz de onların karşısında bir güzelce saf tuttuk.
Onların içinde kırmızı tüylü bir deveye binmiş bir adam dolaşmakta idi.
Peygamberimiz derhal o adamın kim olduğunu sordular ve şunları ilave ettiler:
"Eğer bu topluluğun içinde iyiyi emreden birisi varsa, muhakkak o kişi; bu
kırmızı tüylü deve üzerinde dolaşan kişidir!" Hamza biraz yaklaşıp
Peygamberimize dedi ki: "O kişi, Utbe bin Rabiadır, ya Rasülallah!" O
onlara savaşı bırakmayı ve geri dönmeyi telkin ediyordu ve diyordu ki: Ey
kavmim! Bunun bütün mesuliyetini ve utancını geliniz sadece benim başıma sarınız!
Utbe, korktu da savaşı bıraktırdı deyiniz!" Fakat Ebû Cehil buna karşı
çıkıp savaşmakta ısrar etmiştir."
(Beyhekî'nin diğer bir rivayetinde, bu sırada
Peygamberimizin: "Eğer onlar Utbe'ye itaat etselerdi, şüphesiz çok yerinde
hareket etmiş olacaklardı" buyurduğu kaydedilmektedir.)
Müslim, Ebû Davud ve Beyhekî Enes'ten rivayet ederler: O demiştir ki:
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Bedir günü şöyle
buyurdu: "İşte burası, filanın yarın cansız düşeceği yerdir, inşaallah!
Burası da, filanın yarın cansız düşeceği yerdir, inşaallah! İşte şurası da
filanın yarın cansız düşeceği yerdir, inşaallah!"
O böyle buyuruyor ve her defasında da elini yere dokundurarak işaret
ediyordu. Onu hak elçi olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, hiç biri onun
eliyle işaretlediği yerden başka yere düşmedi. O nereyi onun için işaretledi
ise, o oraya cansı olarak düştü. Sonra cesetler toplanıp kuyuya atıldı. Sonra efendimiz
gelip isim isim onlara hitab etti ve şöyle buyurdu:
- "Nasıl, Rabbinizin size vadettiğini, aynen buldunuz değil mi?
Ben, gerçekten rabbimin bana vadettiğini, aynen bulmuş
bulunuyorum!"
Yanındakiler:
-"Ey Allah'ın rasülü, cansız cesetlere hitab mı ediyorsunuz?"
dediler. Efendimiz de buyurdu ki:
- "Siz, söylediklerimi onlardan daha iyi duyuyor değilsiniz! Şu
kadar var ki onlar cevap vermeye kadir değillerdir."
Beyhekî Musa bin Ukbe
tarikiyle İbn-i Şihab'dan şöyle nakleder: "Peygamber efendimiz Bedre
çıkılması hususunda istişarenin tamamlanmasından sonra buyurdu ki: "Haydi
Allah'ın ismi üzerine çıkınız! Çünkü bana onların cesetlerinin cansız olarak
düşeceği yerler gösterilmiştir." Ebû Nuaym'ın İbn-i Mesud'dan olan rivayeti de yine bu mealdedir. [7]
Beyhekî İbn-i Mesud'dan
ise şunu rivayet eder: "Ben hiç bir kimsenin isteğini Peygamberimizin Bedr
günündeki isteği şiddetinde istemiş olduğunu görmüş değilim. Peygamberimizin o
gün, Allah'a olan isteği ve münacatı o kadar kuvvetli ve şiddetli idi ki, o şöyle
diyordu: "Ey Allah'ım! Bana olan ahdini ve vadini mutlaka yerine getir!
Allah'ım! Eğer sen şu bir avuç muvahhidin helak olmasına imkan verecek olursan,
yeryüzünde sana senin istediğin gibi ibadet edecek kimse kalmaz!"
Sonra bize doğru döndüğünde, mübarek yüzünün sevinç ve sürurdan ayın
ondördü gibi parladığını gördük. O etrafına nur ve huzur saçan bu yüzle şöyle
diyordu: "Şimdi ben, sanki onların cesetlerinin
Müslim ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: "Bana Ömer İbn-il Hattab
(radıyallahü anh) söyledi. Şöyleki: "Bedr günü Rasulüllah müşriklere
baktı, onların sayısı bin kadar idi. Ashabının sayısı ise üç yüz on yedi kadar
idi. Bu durumda Allah'a yönelip içten ve çok ısrarlı bir dua etti:
"Kıbleye dönüp ellerini yukarı kaldırarak niyazda bulundu. O derece ki, bu
sırada cübbesi omuzundan yere düşmüştü. Ebû Bekir de gelip cübbesini yerden
aldı ve Rasulüllah'ın omuzuna koydu. Sonra Rasulüllah'ı kucakladı ve dedi ki:
"Ey Allah'ın Peygamberi, Rabbine olan niyazın yeterlidir. O sana olan
vadini, şüphesiz yerine getirecektir."
İşte bunun üzerine aşağıdaki ayet nazil oldu:
"Siz, Rabbinize sığınıp ondan yardım istiyordunuz. O da: "Ben
size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim" diye duanızı kabul buyurmuştu."
[8] Gerçekten yüce Allah; onlara birbiri ardınca gönderdiği bin melek ile
yardım eylemiştir.
(İbn-i Abbâs, açıklamasına devam ederek diyor ki:)
Bu savaşta mesela, önündeki müşriki takip eden bir müslüman, onun izince gider,
derken bir darbe işitir, bu darbenin müşrikin tepesine indiğini görür, hatta
atlı bir askerin atına hitaben: "Haydi aslanım" diye haykırışını
işitir, fakat darbeyi vuranı, atını süreni göremezdi. Önüne baktığında ise
müşriki cansız yere serilmiş olarak görürdü. Nitekim ensardan bir adam, bu
husustaki gördüklerini Rasulüllah'a anlattığı zaman, Rasulüllah şöyle
buyurmuştur: "Evet, gördüklerin, duydukların haktır ve bunlar üçüncü kat
meleklerinin size yardımıdır." Bedr günü müslümanlar düşman askerinden
yetmişini öldürdüler, yetmişini de esir aldılar."
İbn-i İshak, İbn-i Cerir, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler; o da Gıfar oğullarından bir adamdan nakleder:
"Ben ve bir amca oğlum Bedir gününde hazır bulunduk. Biz müşrik idik ve
müşrikler safında bulunuyorduk. Fakat biz hangi taraf hezimete uğrarsa onların malını
yağma etmek üzere bir tepede bekliyorduk. Derken bir bulut belirdi. İçinde at
kişnemeleri, süvari sesleri vardı, bu gürültü ve haykırışları duyan arkadaşım,
orada korkudan can verdi. Ben de helak olayazdım. Bir müddet sonra aklım başıma gelmişti."
İbn-i İshak, İbn-i Rahuye (Müsned'inde), İbn-i Cerir, Beyhekî ve Ebû Nuaym; Ebû Useyd el-Sâidî'den naklederler: O gözleri âmâ olduktan sonra
demiştir ki: "Şimdi ben, sizlerle Bedir'de olsam, sonra gözlerimde görür
olsa? meleklerin çıktığı yeri size gösterebilirdim, göstereceğim yer hususunda
hiç bir şek ve şüphemde olmazdı." [9]
Beyhekî İbn-i Abbâs ve Hakim bin Hizam'dan
nakleder; "Savaş başlamak üzere idi, Rasulüllah mübarek ellerini semaya
kaldırarak Allah'a dua ve niyaz eyledi. Dedi ki: "Allah'ım eğer müşrikler,
şu bir avuç muvahhide burada galebe çalacak olursa; şirk iyice yayılır ve senin
dinin yok olur."
Bu sırada Ebû Bekir de şöyle diyordu: "Vallahi Allah sana yardım
edecek, sana olan vadini yerine getirip senin yüzünü ak eyleyecektir."
İşte bu sırada Yüce Allah; müşriklerin tepesine birbiri ardınca bin melek
indirmiştir. Rasulüllah da: "Müjde ya Ebû Bekir! İşte Cibril imdada geldi,
başına sarı sarık sarınmış, atının yularını tutmuş bir vaziyette yerle gök
arasında durmaktadır" buyurdu. Vaktaki Cibril yere indi, bir müddet
görünmedi göründüğü zamanda toz duman içinde kalmıştı. Sonra gelip müjde verdi:
"Ey Allah'ın rasülü, sen dua ettiğin zaman Allah'ın yardımı sana
ulaştı" dedi."
Buhârî'nin İbn-i Abbâs'tan olan rivayetinde Rasulüllah'ın
şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Ey Ebû Bekir, İşte Cebrâîl atının başından tutmuş, harb aletlerini de
üzerine almış bir vaziyette geldi!"
Sahihtir kaydıyla Hakim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Sehl bin Haniften rivayet ederler: "Biz Bedir'de müşriklerle
savaşırken, bazı Fevkalâdelikler gördük: içimizden biri kılıcını bir müşrikin
basına doğru sallar, müşrikinde derhal başı düşerdi. Halbuki salladığımız kılıç
müşrikin başına ulaşmış olmazdı."
İbn-i İshak ve Beyhekî Ebû Vakıd el-Leysî'den şöyle
nakletmiştir: Ben Bedir savaşında müşriklerden birinin peşine düşer başını
uçurmak için kılıcımı sallardım, kılıcım ona ulaşmadığı halde adamın kellesi
uçardı. Bundan anladım ki onun kellesini uçuran ben değil, bir
başkasıdır."
Ebû Nuaym Ebû Dâre'den
nakleder: "Bana kendi kabilem olan Sa'd bin Bekr kabilesinden biri anlattı
ve dedi ki: "Ben diğer müşrikler gibi hezimete uğrayıp kaçıyordum. Önümde
iki müşrikin daha kaçmakta olduklarını gördüm. Şunlara yetişeyimde
arkadaşlıklarından faydalanayım, diye düşünmüştüm. Ben onun arkasından
yetişmeye çıhşırken, o bir çukura sarkıverdi. Ben de arkasından ona
yetişiverdim. Fakat bir de ne göreyim, adamın kellesi gövdesinden uçurulmuş!
Onun yanında ise hiç bir kimseyi görmedim."
İbn-i Sa'd'in İkrime'den bir
rivayeti var. Bunda da şöyle denilmektedir: "Bedir günü, bakardık adamın
başı uçmuş, fakat uçuran görünmezdi. Yine adamın elleri kesilmiş, kimin kestiği
görülmezdi."
Beyhekî'nin Rubeyyi bin
Enes'ten rivayeti ise şöyledir: "Bedir gününde müslümanlar, kendilerinin
öldürdükleri ile meleklerin öldürdüklerini fark ederlerdi. Meleklerin öldürdükleri
boyunlarının üst tarafından vurulmuş olurdu ve parmakları üzerinden vurulmuş
olurlardı. Vurulan yerlerde de, yanık eseri gibi bir iz bulunurdu."
İbn-i İshak, İbn-i Cerir, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: "Bedr günü inen melekler beyaz
sarıklı, Huneyn savaşında inen melekler ise sarı sarıklı idiler. Fakat Bedr
savaşından başka hiç bir savaşta, melekler bilfiil savaşmamışlardır. Diğer
savaşlarda bulunmaları, sayıca fazla görünerek düşmana korku verme gibi bir
hikmete dayalı idi. Yoksa bilfiil düşmana darbe indirmezlerdi."
Beyhekî ve İbn-i Asâkir, Süheyl bin Amr'in şöyle dediğini
haber vermiştir: "Ben Bedir savaşında bazı beyaz adamlar gördüm: Alaca
atlara binmişlerdi. Bilfiil savaşıyorlardı. Hem öldürüyorlar, hem de esir alıyorlardı."
(İbn-i Sa'd'ın Huvaytıb bin Abdul-Uzzadan
naklettiği bir haberde, bu merkezdedir).
Vâkıdî ve Beyhekî Suhayb'dan rivayet ederler. O da
demiştir ki: "Bedir'de nice başlar ve parmaklar uçuruldu. Fakat indirilen
darbe yerlerindeki iz ve yaralardan kan akmıyordu."
Yine Vâkıdî ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: "Imdad-ı ilahi olarak inen meleklerden
biri, onların tanıdıkları bir adam suretinde görünür ve müslümana moral verici
sözler söylerdi. Derdi ki: "Ben az önce müşriklerin yanına yaklaştım ve
onların: "Eğer müslümanlar üzerimize bir hamle yaparlarsa asla yerimizde
tutunamayız. Çünkü onlar çok kuvvetli!" diyerek kendi aralarında konuştuklarını
duydum. Bu derece zayıf olan müşriklerden sakın korkmayasın!"
İşte bu şekilde müslümanlara moral de veriyorlardı ve bu hususta şu
ayet nazil olmuştu:
"O zaman Rabbin meleklere vahyediyordu ki: "Ben sizinle
beraberim, siz müminleri takviye ve tesbit ediniz; ben inkar edenlerin
yüreklerine korku salacağım. Vurun onların boyunlarının üstüne, vurun onların
silah tutan her parmağına!" [10]
Vâkıdî ve Beyhekî Said bin Ebû Hubeyş'den nakleder: O
demiştir ki: "Ben Bedir'de esir düştüğüm zaman, vallahi beni insanlardan
kimse esir etmedi. Ona: "Peki seni kim esir etti?" derler, o da:
Kureyş hezimete uğrayınca ben de başımın çaresine bakmak üzere kaçıyordum.
Arkamdan uzun boylu ve beyaz bir adam yetişip beni bağlayarak beni hapsetti.
Abdurrahman bin Avf geldiği zaman beni bağlı olarak bulmuştur. "Bunu kim
bağlayıp esir etti?" diye asker içinde bağırdı. Kimse kendisine "Onu
ben esir ettim" diyemedi. O da beni alarak Hazret-i Peygambere götürdü. Hazret-i Peygamber de bana: "Seni kim esir
etti?" diye sordu. Ben: "Beni esir edeni tanımıyorum" diye
karşılık verdim ve gördüğüm manzarayı söylemek istemedim. Fakat Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Seni Allah'ın
bize imdad olarak gönderdiği meleklerden biri esir etti!"
Beyhekî ve Ebû Nuaym Ali'den şöyle naklederler: "Bedir
günü ensardan biri, Haşim oğullarına mensup birini esir edip getirdi. Esir
edilen adam: "Vallahi beni bu adam esir etmedi, beni esir eden kişi alaca
ata binmiş, insanların en güzeli güzel yüzlü biri idi. Ben onu şimdi
buradakilerin arasında göremiyorum!" dedi.
(Ebû Nuaym'ın kaydına göre bu esir edilen adam,
Abbâs idi).
Peygamber efendimiz ise: "Seni esir eden, kerim bir melek
idi" buyurdu."
Ahmed, İbn-i Sa'd, İbn-i Cerir ve Ebû Nuaym'ın İbn-i Abbâs'tan rivayetleri ise şöyledir: "Abbâs'i esir olarak tutup getiren
Ka'b bin Amr, kısa boylu biri idi. Abbâs ise iri yapılı biri idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "Ey Ka'b sen Abbâs'ı
nasıl esir edebildin?" Künyesi Ebûl-Yüsr olan Amr, şu karşılığı verdi:
"Ey Allah'ın rasülü, onu esir etmeme bir adam yardım etti, fakat ben o
adamı hiç görmüş değilim. Onun şekli şöyle idi." Peygamberimiz de bunun
üzerine: "Sana yardım eden kerim bir melektir" buyurdu."
Bir de bu hususta Ebû Nuaym'ın tek başına
rivayet ettiği bir haber var. Bu habere göre, İbn-i Abbâs, babası Abbâs'a: "Babacığım, sen güçlü,
kuvvetlisin. Ufacık bir adam olan Ebû'l Yüsr, seni nasıl esir etti? Eğer sen
isteseydin, onu avcunun içine alıp sıkıverirdin!" demiş. Abbâs oğlu
Abdullah'ın bu sorusuna karşılık: "Ey oğlum böyle söyleme, ben onu o
sırada ufacık bir adam olarak değil, handeme dağından daha büyük bir varlık
olarak görmüştüm!" demiştir."
Beyhekî Ebû Nuaym Musa bin Ukbe tarikiyle İbn-i
Şihab'dan ve Urve tarikinden şöyle rivayet ederler: "Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz yerden bir avuç toprak alıp
müşriklerin yüzüne doğru saçtı. Bu büyük bir mucize haline geliverdi. Öyle ki
gözlerine toprak gitmedik bir müşrik kalmadı ve hepsi soluğu kaçmakta buldu.
Her biri kaçıyor ve gözüne giren toprağı ne edeceğini, nasıl çıkaracağını
bilemiyordu. Bu sırada İbn-i Mesud zırhlara bürünmüş bulunan Ebû Cehil'in
cesedinin cansız yere düşmüş olduğunu gördü. Üzerinde bir yara da yoktu. [11]
Onun herhangi bir yerini kıpırdatmaya gücü yetmiyordu. Kılıcını kellesine
indirdi ve başını gövdesinden ayırdı. Boynunda ellerinde ve omuzunda kamçı ile
dövülmüş gibi izler gördü. Rasulüllah'a geldiği vakit gördüklerini anlattı.
Rasulüllah da: "Bunlar meleklerin darbelerinin izleridir"
buyurdu."
Ebû Nuaym Cabir bin
Abdullah'dan şöyle rivayet eder: "Bedir günü ben, gökten inen kumların
sesini duydum. Sanki tas içine düşüyor gibi ses çıkarıyordu. [12] İki kuvvet
karşı karşıya geldiği zaman, Rasulüllah bunları alarak müşriklerin yüzüne saçtı
ve bu hususta: "Ey. Muhammed, attığın zaman sen atmadın, fakat Allah
attı" ayeti nazil oldu. [13]
İbn-i İshak sahihtir kaydıyla Hakim ve Beyhekî Abdullah bin Salebe'den şu haberi
nakletmiştir: "Bedir günü ilk söz edip fetih isteyen Ebû Cehil olmuştur. O
şöyle dua etmiştir: "Ey Allah'ım; akrabası ile alakayı kesen, tanınmayan
bir şey getiren hangimiz ise, İşte onun belasını ver, onu yarın helak et!"
Ertesi gün Ebû Cehil katledildi ve bu hususta şu ayet indi: "Eğer
siz fetih istiyorsanız (ey kafirler), İşte size fetih geldi. (Yenelim derken
İşte yenildiniz.) [14]
Beyhekî Musa bin Ukbe
tarikiyle İbn-i Şihab'dan şöyle rivayet eder: "O
İbn-i Sa'd İkrime'den
rivayet eder: "Onlar o
"O zaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere hafif bir uyku
buruyordu." [15]
Vâkıdî ve Beyhekî Hakim bin Hizam'dan
şöyle nakleder: "Biz o gün iki kuvvet karşılaşıp savaştık. Ben gökten yere
düşmekte olan bir ses duydum, sanki tas içinde kumlar düşüyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bir avuç kum alıp saçtı ve müşrikler
hezimete uğradı."
(Beyhekî'nin diğer bir rivayetinde, Hakim bin Hizam şöyle der: "Rasulüllah bu
kumları alıp üzerimize saçtı ve içimizden hiç bir kimse yerinde tutunamadı,
hepimiz hezimete uğradık.")
Yine bu iki kaynağın Nevfel bin Muaviye'den tesbit ettikleri rivayet de
şöyle: "Biz Bedir günü hezimete uğradığımız zaman, gökten yere ve bir tas
üzerine kumlar düşüyormuşçasına şapırtılar duyduk. Sanki arkamıza gökten kumlar
yağıyordu. Müthiş korkuya kapılıp kaçmaya koyulduk."
İbn-i İshak ve Beyhekî'nin naklettikleri habere göre, Hubeyb
bin Abdurrahman şöyle demiştir: "Dedem Hubeyb Bedirde şiddetli bir darbe
almış ve omuzu çökmüş. Rasulüllah efendimiz dedemin üzerine püskürmüş, sonra
mübarek eliyle omuzunu sıvayıp yerine iade etmiş. Böylece dedem, hiç darbe
almamış gibi iyi olmuştur."
Hâkim Beyhekî ve Ebû Nuaym, Muaz bin Rifaa'dan naklederler. Onun dedesi Mâlik demiştir ki:
"Bedirde gözlerimden birisine bir ok isabet etti. Gözüm çıktı. Rasulüllah
mübarek tükrüğü ile ilaçlayıp gözümü yerine iade etti ve ayrıca benim için dua
buyurdular. Ben, daha sonra gözümde hiç bir rahatsızlık duymadım." [16]
Vâkıdî şöyle bir haber nakletmiştir: Bana Ömer bin Osman el-Hacbî söyledi, ona babası
söylemiş, babasına da teyzesi anlatmış ve demiş ki: "Bana Ukkâşe bin
Mihsan söyledi: Bedirde savaşırken elimdeki kılıcım kırıldı. Rasulüllah bana
bir değnek verdi, ben bunu elime aldığımda uzunca ve bembeyaz bir kılıç
oluverdi ve ben bununla Allah müşrikleri hezimete uğratmcaya kadar
savaştım!" Bu kılıç, Ukkâşe vefat edinceye kadar onun yanında
kalmıştır." (Bu haberi, Beyhekî ve İbn-i Asâkir de rivayet etmiştir). [17]
Yine Vâkıdî şu haberi nakletmiştir: Bana Üsame bin Zeyd el-Leysi
söyledi, ona Davud bin el-Husayn söylemiş, ona da Abdül-Eşhel oğullarından bazı
kimseler anlatmış ve demişler ki: "Bedir'de Seleme bin Eslem'in kılıcı
kırıldı. Silahsız olarak kenarda dinelip kaldı. Rasulüllah kendisine bir dal
verdi ve: "Ey Seleme, bununla durma savaş!" buyurdu. Seleme bu dalı
eline aldı, bu dal iyi bir kılıç oldu ve onunla savaştı. Sonra bu kılıcı
yınandan hiç eksik etmedi. Ta Ebû Ubeyd köprüsü savaşına kadar. Kendisi burada
ki savaşta şehid düşmüştür."
(Bu haberi Beyhekî de vermiştir).
Buhârî ve Müslim Kâtade tarikiyle
Enes'ten rivayet eder: "Bedir'de öldürülen müşriklerin cesetleri kuyuya
atıldıktan sonra Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi ve onlara isim isim çağırdı:
- "Ey filanın oğlu filan, Allah'a ve rasülüne itaat etmiş olsaydınız,
sevinmiyecek miydiniz? Ben, Allah'ın bana vadettiğini aynen buldum!" dedi.
Ömer:
- "Ey Allah'ın rasülü,
cansız bedenler nasil konuşur?" dedi. Rasulüllah da şu karşılığı verdi:
- "Varlığım elinde olan
Allah'a yemin ederim ki, benim söylediklerimi sizler onlardan daha iyi duyuyor
değilsiniz. Şu kadar var ki, onlar cevap veremezler."
(Katâde der ki: "O sırada Allah onları diriltti ve Rasulüllah'in
kendilerine söylediklerini onlara duyurdu. Bunu da onlara bir azarlama, azap,
hasret ve pişmanlık olsun diye yapmıştır.") [18]
Vâkıdî ve Beyhekî Zükri'den rivayet eder; o şöyle
demiştir: "Bedir günü Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Allah'ım Nevfel
bin Huveylid'in hakkından geliver. Bizi onun şerrinden kurtar! [19]. Sonra
ashabına dönmüş: "Nevfel bin Huveylid'in akıbeti hakkında bilgisi olan yok
mudur?" diye sormuş. Ali şu cevabı vermiş: "Ey Allah'ın rasülü, onu
ben katlettim!" Bunun üzerine Rasulüllah: "Allahü Ekber" diyerek
tekbir getirmiş ve: "Benim duamı kabul buyuran Allah'a hamdolsun!"
diyerek hamdü senada bulunmuştur." [20]
Bukari ve Müslim İbn-i Mesud'dan şöyle rivayet eder:
"Rasulüllah (sallallahü aleyhi
ve sellem), Kabe yakınında
namazını kılıyordu. Kureyş'ten pek çokları da orada idi. Dediler ki:
"Şimdi hanginiz gidip te filancaların kestiği devenin işkembe ve sairesini
getirip namazını kılmakta olan Muhammed'in üzerine koyacak? Tam secdesine
vardığı zaman onu iki omuzu üzerine korsunuz!" Onların bu sözü üzerine
kavmin en şakisi (yani Ukbe bin Ebû Muayt) kalkıp gitti, o pisliği getirerek
Rasulüllah'ın iki omuzu üzerine koydu. Peygamber efendimiz, vardığı secdesinde
öylece kaldı. Müşrikler müthiş gülüştüler. Hatta birbirlerinin üzerine
devrildiler. Gülmekten nerede ise bayılacaklardı. Birisi koşup Fatıma'ya haber
verdi. O bu sırada gencecik bir kızcağız idi, koşarak geldi ve babasının
üzerindeki pisliği alıp attı. Kureyşe dönerek ağır sözler söyledi. Peygamber
efendimizde namazını bitirdi ve: "Allah'ım Kureyşin hakkından sen gel"
diyerek onlara için beddua etti ve bunu üç defa tekrar eyledi. Sonra isimlerini
saymaya başladı: "Allah'ım Amr bin Hişam'ın (yani Ebû Cehil'in) hakkından
sen gel! Ukbe bin Rabia'nın, Şeybe bin Rabia'nın, Velid bin Utbe'nin, Ümeyye
bin Halefin, Utbe bin Ebû Muayt'ın, Amâre bin Velîd'in de hakkından gel!"
diyerek bedduasını uzattı."
İbn-i Mesud der ki: "İşte bu adamlar, Bedir’de can
vermişlerdir." Ahmed ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: "Bedir'de
Kureyş hezimete uğrayıpta savaş bittiğinde Raüslullah'a denildi ki: "Şimdi
Kureyşin ticaret kervanını vurmalısın, onları koruyacak bir kuvvet de
kalmamıştır." Amcası Abbâs bağlar içinde esir ve habs olunduğu yerden
şöyle bağırdı: "Hayır bu doğru olmaz." Peygamberimiz sordu:
"Niçin ya Abbâs?" O şöyle cevap verdi: "Çünkü Allah sana iki
taifeden birini vadetti. Sana vadettiğini de yerine getirmiş bulunuyor!"
Beyhekî Musa bin Ukbe
tarikiyle İbn-i Şihab'dan rivayet eder: O ve Urve demişler ki: "Bedir günü
Allah münafıkları ve müşrikleri perişan etti. Medine'de ne kadar münafık ve
yahudi varsa, hepsi Bedir zaferi sebebiyle boyun eğdi. Bedir günü, fürkan günü
idi, yani Allah bugünde şirk ile imanın farkını gayet açık olarak ortaya koydu.
Yahudiler: "Biz Muhammed'in Tevrat'ta sıfatlarını okuduğumuz hak Peygamber
olduğunda, kesin kanaate varmış bulunuyoruz. Artık her ne zaman sancak açsa,
zafer mutlaka onun olacaktır" demeye başladılar."[21]
Beyhekî Atiyye el-Ufi'den
şu haberi nakletmiştir: "Ben Ebû Said el-Hudri'ye: "Elif lâm mîm.
Rumlar yenildi. Yakın bir yerde" ayetinden sual ettim. O da dedi ki:
"İranlılar Bizanslılarla çarpışmış, İranlılar Bizanslılara galip gelmişti.
Sonra Bizanslılar İranlılara galip geldiler. Bundan sonra biz, Bedir de Arap
müşrikleri ile karşılaştık ve onlara karşı büyük bir üstünlük kazandık. Hem bizim
müşriklere karşı zaferimiz, hem de kitab ehli olan Bizanslıların, ateşperest
olan İranlılara karşı kazandıkları zafer sebebiyle, sevinip mesrur olduk. İşte
Yüce Allah'ın kitabındaki: "O gün müminler sevinirler. Allah'ın yardımı
ile. Allah dilediğine yardım eder. O galiptir merhamet edendir" [22]
ayeti, bizlere bunu haber vermektedir."
İbn-i Sa'd İkrime'den şu
haberi nakletmiştir: "Bedr günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çadırında idi. Bir ara şöyle buyurdu:
"Ey müslümanlar genişliği göklerle yerler kadar olan cennete koşunuz! Bu
cennet Allah'ın muttaki kulları için hazırlanmıştır." Umeyr bin Himam da:
"Güzel, güzel" dedi. Peygamberimiz ona niçin böyle söylediğini sordu.
O da: "Cennet ehli olmayı ümid ettiğim için" dedi.
Peygamberimiz de: "Sen cennet ehli olanlardansın" buyurdu.
Umeyr bu sırada bir kaç hurma çıkarıp yemeye başladı, sonra: "Bu hurmaları
yeyinceye kadar geçecek olan zaman, gerçekten uzun bir zamandır" dedi ve
hurmaları atarak savaşa girişti. Öylesine savaştı ki, sonunda şehid
düştü."
Ebû Nuaym sahih bir senedle
İbn-i Abbâs'tan nakleder; Ukbe bin Ebû Muayt,
Peygamber'i (sallallahü aleyhi
ve sellem) yemeğe çağırdı,
Peygamberimiz ise ona: "Sen şehadet getirip müslüman olmadıkça, ben senin
yemeğini yemem!" buyurdu, Ukbe de bu hususta şehadet getirdi. Bir dostu
ile karşılaştığı zaman dostu kendisine darıldı. O da dostuna dedi ki:
"Kureyşin beni hoş görmesi için ne yapmam gerekir?" Dostu şu aklı
verdi: "Muhammed'in gidip yüzüne alenen tükürürsün, bu da Kureyşe malum
olur. Bu şekilde seni mazur görürler." Ukbe de ona uyarak böyle yaptı.
Peygamberimiz de hem yüzünü sildi, hem de ona şu şekilde tehdit savurdu:
"Ey Ukbe! Eğer seni Mekke dışında bulacak olursam, muhakkak bu suçuna
karşılık seni öldürürüm!"
İşte onlar müslümanlarla savaşmak üzere Bedir'e çıktığı zaman, Ukbe
korktuğu için çıkmak istemedi. Kureyş kendisine: "Peşinden kimsenin
yetişemeyeceği kırmızı tüylü deveye binersin! Şayet bir hezimet yüz gösterecek
olursa, onunla kuş gibi uçarsın!" dedi. O da buna kanarak Bedir'e geldi.
Müşrikler hezimete uğrayınca, devesini araziye sürerek kaçıp kurtulmak istedi.
Fakat devesi çamura saplandı. Yakalanıp idam edildi."
İbn-i İshak ve Beyhekî Zühri'den naklederler. O demiştir ki:
" Bedirde esir edilenler arasında Abbâs da vardı. Esir düştüğü zaman Abbâs,
Rasulüllah'a dedi ki: "Benim fidye verecek malım yoktur!"
Peygamberimiz de kendisine: "Peki Ümmü Fadl ile birlikte gömdüğünüz
altınlar nerede? Üstelik gömerken ona: "Eğer bu seferimde bana bir şey
olursa, bu mal sana, oğullarım Fadl, Abdullah ve Kusem'e yeter" demedin
mi?" dedi. O da: "Vallahi bunu Ümmü Fadl ile benden başkası
bilmiyordu. Ben biliyorum ki sen şüphesiz Allah'ın Rasülüsün!"
demiştir."
(Bunu Hakim İbn-i İshak tarikiyle Âişe'den rivayet etmiş ve sahih olduğunu
söylemiştir. Ayrıca Ebû Nuaym'da rivayet etmiştir.)
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Abdullah bin Hâris'ten şöyle naklederler:
"Nevfel bin Haris Bedir'de esir düştüğü zaman, Rasulüllah ona: "Fidye
vererek kendini kurtar ey Nevfel" dedi. O da: "Benim fidye verecek
bir şeyim yok ki" dedi. Peygamberimiz bu sefer kendisine: "Ey Nevfel
Cidde'deki malın ile fidye vererek canını kurtar!" buyurdu. O da bunun
üzerine: "Ben şehadet ederim ki sen, Allah'ın Rasülüsün!" dedi ve
fidyesini vererek kendisini kurtardı."
İbn-i İshak, İbn-i Sa'd, İbn-i Cerir, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym şu haberi nakletmişlerdir: "İbn-i Abbâs dedi: Bana Ebû Rafi şöyle anlattı.
Biz Abbâs ailesi fertleri olarak İslamı kabul ettik fakat bunu
insanlardan gizlemiştik. Ben Abbâs'ın bir hizmetçisi idim. Kureyş Bedir günü
Rasulüllah'ın üzerine yürüdüğü zaman, merakla gelecek haberleri bekleştik.
Derken el-Hudaa kabilesine mensup Cüseyman bir haber getirdi. Biz bu habere son
derece sevindik. Çünkü bu habere göre Rasulüllah müşriklere karşı büyük bir
zafer kazanmıştı. Ben zemzem kuyusu yanında oturuyordum. Yanımda Ümmü Fadl da
vardı. Derken habis Ebû Leheb, çok kötü bir şekilde ve ayaklarını yerde
sürüyerek oradan geçiyordu. Aldığı haberden müthiş sarsıldığı her halinden
belli idi. Hücrenin ipi üzerine oturdu. Bu sırada kendisine: "İşte Ebû
Süfyan (doğrusu Süfyan bin Haris olacak) geldi" dediler ve insanlar onun
başına toplandı. Ebû Leheb de onun yanına giderek genişçe haber almak istedi. O
da dedi ki: "Vallahi bu savaşa benim aklım ermedi. Sanki müslümanlara
omuzumuzu uzattık, onlar da istedikleri şekilde vurdular, kırdılar. Ben bizden
hiç kimseyi iyi savaşmadı diyerek ayıplayacak değilim. Çünkü iyi savaşamazlardı,
zaten biz bu savaşta öyle adamlarla karşılaştık ki; alaca atlara binmiş bu
beyaz adamlar, önlerinde hiç bir engel tanımıyorlardı."
O böyle söylerken ben ileri atılıp: "Vallahi o senin gördüklerin
meleklerdir" dedim, Ebû Leheb kalktı ayaklarını sürüyerek gitti. Allah
kendisine bir kara kızıl hastalığı verdi. Yedi gün sonra ölüp gitti, iki oğlu
kendisini vefat ettiği odada kokuncaya kadar terketti. Kureyş bu hastalıktan
vebadan korkar gibi korkardı. Onlarda bu sebebden dolayı babalarının ölüsüne yaklaşmak
istememişlerdi. Kureyş'ten biri kendilerine hitaben: "Yazıklar olsun size,
babanızın cesedini kokuncaya kadar evinde bırakmış olmaktan
utanmıyormusunuz?" diye çıkıştı. Onlar da: "Biz onun hastalığının
bize geçmesinden korkuyoruz" dediler. O da bunlara dedi ki: "Haydin
beraber gidelim ben bu hususta size yardımcı olayım." Üçü birlikte
gittiler. Sa'dece uzaktan onun üzerine su atarak yıkamaya çalıştılar, sonra
cesedini yüklenip Mekke'nin yukarı taraflarında bir duvar dibine koydular. Sonra
taşlar atarak üzerini kapattılar ve böylece onu gömmüş oldular."
Buhârî ve Müslim Urve'den
nakleder. O şöyle demiştir: "Ebû Leheb Süveybe'yi azat etmişti (Çünkü o,
Rasulüllah'ın pazartesi günü doğumunu müjdelemişti.) Ölümünden sonra
yakınlarından bazıları, kendisini rüyada kötü bir vaziyette gördü ve:
"Akıbetin nasıldır?" diye sordu. O da şu karşılığı verdi:
"Sizden ayrıldıktan sonra rahat diye bir şey görmedim. Sa'dece şu iki
parmak arasından (bunu derken baş parmak ile şehadet parmağı arasına işaret
etmiş), Süveybe'yi azat ettiğim için bana su veriliyor, onu içiyorum."
Beyhekî Vâkıdî'den şöyle
nakletmiştir: "Dediler ki: Kinane'li Kubâs bin Eşyem, Bediri şöyle
anlatırdı: "Bedir'de ben müşriklerle beraberdim. Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabının azlığına bakar, birde
bizimkilerin asker ve atlarının çokluğuna bakardım. Derken kaçanlarla beraber
ben de kaçmaya başladım ve dedim ki: "Herhalde bu durumda, yalnız kadınlar
kaçmayı düşünmüş olabilirdi." Fakat Hendek savaşından sonra müslümanlık
için benim içime bir sevgi düştü. Medine'ye gidip Hazret-i Peygamber'in huzurunda müslüman oldum.
Vardığımda önce ona selam vermiştim. O da bana derhal dedi ki: "Ey Kubâs
Bedir'de: Şu durumda ancak kadınlar kaçmayı düşünmüş olabilir" diyen
sendin değil mi?" Ben bunun üzerine derhal şehadet getirip: "Hiç
şüphesiz sen Allah'ın Rasülüsün" dedim ve "Ey Allah'ın Rasülü, ben o
sözü hiç bir kimseye söylemiş değildim. Hatta öyle bir sözde dudaklarımı dahi
kıpırdatmış değilim. Ben onu Sa'dece içimden kendi kendime söylemiştim. Bunu
sana bildiren hiç şüphesiz Allah'tır. Eğer sen gerçekten Peygamber olmasaydın,
bu sana bildirilmiş olmazdı" diyerek durumu ve duygularımı dile getirdim.
O da bana İslamı güzelce arz etti, ben de müslüman oldum."
Taberânî Ebân bin
Selmân'dan o da babası Selmân'dan şöyle nakleder: "Kubâs bin Eşyem'in
müslüman oluşu şöyledir: Araptan bazıları ona gelip dediler ki: "Muhammed
insanları bizim dinimizden başka bir dine çağırıyor." O da kalkıp
Peygambere gitti. Peygamber kendisine: "Otur ya Kubâs" dedi. O da çok
kederli bir vaziyette oturdu. Hazret-i Peygamber: "Ey Kubâs, Bedir günü: "Kureyşin kadınları çıksa'da
Muhammed'in üzerine yürüse, onları geri çevirirdi!" diye konuşan sen
misin?" dedi. Kubâs şu karşılığı verdi: "Seni hak Peygamber olarak
gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben bunu iki dudağımdan dışarı çıkarmış
değilim! Sa'dece içimden kendi kendime söylemiştim" dedi ve: "Şimdi
ben Allah'tan başka ilah olmadığına, Onun varlığına, birliğine, hiç bir ortağı
olmadığına; senin de Allah'ın elçisi olduğuna bütün varlığımla şehadet ederim!
Senin getirdiğin dinin hak din olduğuna da şahadet ederim" diyerek şahadet
getirip müslüman oldu."
Beyhekî Taberânî ve Ebû Nuaym Musa bin Ukbe'den ve Urve bin Zübeyr'den şöyle bir haber
nakletmişlerdir: "Bedir günü, müşriklerin öncüsü Mekke'ye varıp acı haberi
ulaştırınca, Safvan bin Ümeyye yanına gelen Ümeyr bin Vehb'e karşı şöyle
demiştir: "Bedir de bu kadar kurban verdikten sonra yaşamak ne kadar
çirkin bir şey." Ümeyr: "Evet" dedi ve şunları ekledi:
"Vallahi, bundan böyle yaşamakta hiç bir hayır yoktur. Eğer benim
karşılığı bulunmayan bunca borcum bulunmasa, bir de çoluk çocuk derdi bulunmasa,
gider tek başıma Muhammed'i haklardım! Yok eğer maksadımı gerçekleştireni eden
ele geçecek olursam, kendime göre mevcut olan mazeretimi ileri sürer,
"Esir düşen oğlum için gelmiştim" der ellerinden kurtulurdum"
dedi. Safvan onun bu sözlerine çok sevindi ve: "Ey Ümeyr, hiç merak etme.
Ben senin bütün borçlarını ödemeye, çoluk çocuğuna da kendi çoluk çocuğum gibi
bakmaya hazırım! Yeter ki sen sözünün eri ol!" dedi. Safvan'ın
samimiyetine inanan Ümeyr bunu kabul etti. Safvan kendisini hazırlayıp yola
çıkardı. Ayrılırlarken Ümeyr Safvan'a şu tenbihte bulundu: "Bir müddet
bunu hiç bir kimseye söyleme."
Bu şekilde yola çıkan Ümeyr Medine'ye vardı, Mescidin kapısı önüne
indi. Binitini bağlayıp kılıcım eline aldı, doğruca Rasulüllah'ın yanına gitti.
Rasulüllah'ın yanına Ömer bin Hattab (radıyallahü anh) ile
birlikte geldi. Rasulüllah efendimiz Ömer'e: "Sen geri
dur" buyurdu ve "Ey Umeyr, gelişinin sebebi nedir?" buyurdu.
Umeyr: "Sizin yanınızdaki esirimle ilgili olarak geldim" dedi.
Peygamberimiz: "Peki, Kabe'nin Hıcır tarafında Safvan ile vardığın anlaşma
ne idi? Borcuna ve ev halkına kefil olması üzerine, beni öldüreceğine dair ona
söz vermedin mi? Fakat Allah asla buna imkan vermeyecektir!" buyurdu.
Ümeyr de:
"Bunu sana şüphesiz Allah haber verdi. Ben Allah'a ve onun
Rasülüne iman ettim" dedi ve müslüman oldu.
Beyhekî Cübeyr bin
Mut'im'den şöyle nakleder: "Bedir günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Şimdi eğer Mut'im
sağ olsa da bana, şu esirlerin serbest bırakılmasını istese idi; onun hatırı
için bunları serbest bırakırdım!"
Süfyan-ı Sevri der ki: "Mut'im'in Rasulüllah üzerinde bir iyiliği
vardı, Rasulüllah da onun bu iyiliğini karşılamayı çok isterdi. İşte bu sebeble
böyle buyurmuştu." [23] Bu bölümde, Bedir gazvesi sebebiyle vukua gelen
bir çok mucize ve alameti zikretmiş bulunuyoruz. Okuyucular dikkatle okuyup
teemmül ettikleri takdirde, kolaylıkla bunun farkına varabilirler. Bir de bu
bölümde Allâme Sübkî ile Zemahşeri'nin birer tevcihleri var. Faydah olur
ümidiyle onları da buraya aktaralım. Onlar bu tevcihleri, ya kendilerine
yöneltilen bir soruya, ya da takdir ve farz olunan bir soruya cevap olarak
vermişlerdir. Şöyle ki:
Allâme Sübkî'ye soruldu ve denildi ki: "Meleklerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber savaşmalarındaki nikmet nedir?
Halbuki Cibril, kanadındaki tüylerden birinin ucuyla kafirleri def etmeye kadir
bulunmaktadır. Acaba bu husustaki cevabınız nedir?
Sübkî, buna şöyle cevap vermiştir:
"Bunun bazı veya bir çok hikmetleri olabilir. Bize göre bunun
hikmeti; yapılan işin ve kazanılan zaferin Peygamber'e ve ashabına verilmesini
irade etmek ve melekleri harplerde adet olduğu veçhile imdad kuvvetleri
şeklinde göstermek içindir ve bunda gayet açık olarak sebeblere ve Allah'ın
kulları hakkında icra buyurduğu ilahi kanuna da, tam bir riayet vardır. Her ne
kadar hepsinin faili, Allah sübhânehü hazretleri ise de..."[24]
Allâme Zemahşeri de diyor ki: "Eğer dersen ve sorarsan ki:
"Şanı yüce Allah Yasin suresinin 28. ayetinde: "Ondan (yani Habib-i
Neccar'dan) sonra biz, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirici de
değildik" buyurmaktadır.
Halbuki Bedir ve Hendek savaşında gökten ordular indirmiştir. Bunlar
hem tarihen hem de Kuran'daki ayetlerlede sabittir. Nitekim Hendek savaşıyla
ilgili olarak Ahzab suresinin 9. ayetinde:
"Hani bir zaman size ordular gelmişti de biz onların üstüne bir
rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik" buyurulmaktadır.
Yine ilgili bazı ayetlerde: "Ben size birbiri ardınca bin melek
ile yardım edeceğim" [25]
"O zaman sen mü’minlere: "Rabbinizin size indirilmiş üç bin
melek ile yardım etmesi size yetmez mi?" diyordun." [26]
"Eğer sabreder Allah'tan korkarsanız, onlar şu dakikada üzerinize
gelseler, Rabbiniz de size, nişanlı beş bin melek ile yardım eder"
buyurulmaktadır. [27] Acaba sizin bu husutaki cevabınız ne olacaktır?"
Buna cevap olarak ben derim ki: "Evet böyle bir yardım için bir
tek melek göndermek de yeterli idi. Nitekim Lut kavminin şehirleri, Cibril'in
kanadındaki tüylerden birinin ucu ile helak olmuştur. Semud kavminin ülkesi,
Salih Peygamberin kavmi de bir sayha ile yerle bir edilmiştir. Fakat Allah'ın
büyük lütfü ve fadlıdır ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, büyük ve Ülül-Azm olan Peygamberlerin
hepsinden üstün kılmıştır. Hiç, Peygamber olmayan Habibü'n-Neccar'ın lafı veya
kıyası mı olur? Evet Yüce Allah, Rasülü Muhammed Mustafa'yı, pek çok izzet veya
keramet sebepleriyle şereflendirip taçlandırmıştır, İşte bu cümleden olmak
üzere ve O'na semavi bir imdad olarak Allah; meleklerini indirmiştir ve bununla
demek istemiştir ki: "Habibim, biz 1 ondan sonra kavminin üzerine gökten
bir ordu (melekleri) indirmedik. İndirici de değildik. Zira kendilerine bir
imdad olmak üzere gökten melekler indirmek çok büyük işlerin başında gelir ve
buna herkes ehil olamaz. Ancak senin gibi birisi için olunca, bu müstesnadır. Sana
ilahi bir imdadımız olmak üzere melekleri indirdik. Çünkü sen buna ehil
bulunuyordun."[28]
Vâkıdî der ki: Bana Muhammed bin Ziyad söyledi, ona da Zeyd bin Ebû
Attâb söylemiş. Ona Dahhâk bin Osman, ona Abdurrahmân bin Muhammed Ebû Bekir ve
daha başkaları anlatmış. Şöyle ki: "Gatafândan bazı kimselerin Zîemerr
denilen yerde toplandıkları ve Medine'nin yakınlarına baskın düzenlemek üzere
bulundukları, Rasulullah efendimize haber verildi. Du'sûr bin Haris adındaki savaşçı
bir adamın ela onlara katıldığı bildirildi. Rasulullah da derhal dört yüz elli
kadar asker alarak yola çıktı. Bunlardan bazıları da atlı idi. Düşmanın
toplandığı yere varınca Gatafânlılar kaçışıp bir dağın zirvesine sığındılar.
Rasulüllah ve askeri Zîemerr denilen yere geldiklerinde çok yağmur
yağdı. Bu sırada haceti için giden Rasulüllah da hayli ıslandı. Bulunduğu yer,
ashabına hayli uzaktı. Burada (Zîemerr vadisinin'ilerisinde) ıslanan elbisesini
çıkarıp kuruması için bir ağacın üzerine serdi. Kendisi de ağacın altına
uzandı. Gatafânlı ârâbîler de bu durumu gözetmekte idiler. Cesaretine
güvendikleri Du'sûr'a hitaben: "Haydi fırsat bu fırsat! Muhammed
ashabından uzakta tek başına kaldı. Onlara çağırsa da duyuramaz. Derhal gidip
onu öldürmelisin!" dediler ve onu kışkırttılar. Du'sûr'da kılıcını alarak
yürüdü, Peygamberimizin yanına gelip başı ucunda dikildi ve: "Söyle
bakalım ey Muhammed! Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" diye
haykırdı. Peygamberimiz de kendisine: "Allah" diyerek karşılık verdi.
Derhal Cibril gelip Du'sûr'un göğsüne bir darbe indirdi, kılıcı elinden
fırlayıp gitti. Onun kılıcını eline alan Peygamberimiz, onun başucuna
dikilerek: "Şimdi sen söyle bakalım, benim elimden seni kim
kurtaracak?" buyurdu. Du'sûr: "Hiç kimse kurtaramaz ya Muhammed"
dedi ve: "Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de onun kulu ve
rasulü olduğuna" şehadet getirerek, orada müslüman oldu ve bir daha
Peygamberin karşısına çıkmayacağına, Peygamber aleyhinde kuvvet toplamayacağına
da kesin söz verdi. Peygamber efendimiz de, kendisini affedip kılıcım kendi
eline teslim eyledi. Giderken dönüp arkasına baktı ve Peygamberimize hitaben:
"Vallahi sen benden çok hayırlısın" dedi. Peygamberimiz de kendisine
şu karşılığı verdi: "Elbette ben, bir Peygamber olarak buna senden daha
layık bulunuyorum!"
Du'sûr kılıcı elinde ve müslüman olmuş vaziyette Gatafânlıların yanına
gitti. Arkadaşları kendisine: "Hani, senin dediğin ne oldu, ne
yaptın?" dediler. O da: "Vallahi ben, dediğimi yapmakta kararlı idim.
Fakat baktım uzun boylu ve beyaz bir adam, göğsüme bir darbe indirdi. Ben
kendimi sırtüstü yerde buldum. Bildim ki, o bir melektir ve Muhammed'e yardıma
gelmiştir. Ben de bunun üzerine Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet
getirerek müslüman oldum. Sizleri de müslümanlığa davet ediyorum" dedi ve
bu davetine devam etti. Cenab-ı Hak da bu olay üzerine şu ayetini inzal
buyurdu:
"Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani bir
topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti.
Allah'tan korkunuz! Bütün mü’minler Allah'a dayansınlar." [29] (Bu haberi Beyhekî de nakletmıştir ve demiştir ki: Buna benzer
bir olay, Zâtür-Rıkâ gazvesi ile ilgili olarak da hikaye edilmiştir. Eğer bunu
Gatafân gazvesiyle ilgili olarak rivayet eden El-Vâkıdî, güzelce hatırında tutarak hatasız olarak rivayet etmişse;
bu takdirde olay her iki yerde de vukua gelmiş demektir.) [30]
Nadir oğulları gazvesinde, onların yerlerinden sürülmesi olayı ve daha başka şeyler gerçekleşmiştir. Yâkûb bin Süfyân'ın Ebû Salih'ten, Akîl'den onun da İbn-i Şihab'dan rivayeti şöyledir: Nadir oğulları Yahudilerden bir taifedir ve bu olay Bedir savaşından altı ay sonra olmuştur. [31] Rasulüllah onları bir müddet muhasara altında tuttu, sonra onlar yurtlarından ayrılmayı ve ayrılırlarken de ancak develerinin götürebildiği kadar eşya götürme şartim kabul ettiler. Andlaşmada silahlarını bırakma şartı da vardı. Bunun için silahlarını götüremediler. Rasulüllah onları Şam tarafına sürmüş onlarda en kıymetli eşyalarını alarak (altı yüz deve yükü mal ile) yurtlarından ayrılmışlardı. Cenabı Hak bu hususta aşağıda meali sunulan ayetlerini inzal buyurmuştur:
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı teşbih etmiştir. Ehl-i Kitab'dan inkar edenleri ilk sürgünde yurdundan o çıkardı," [32] Ebû Dâvud ve Beyhekî Abdurrahman bin Kab'dan şu haberi nakletmiştir: "Nadir oğullarına ait olan hurmalık, onlarla olan gazveden sonra Rasulüllah'a has idi. Cenabı Hak onu yalnız Rasüllullah'ın olmak üzere verdi ve şöyle buyurdu:
"Allah'ın onlardan Peygamberine verdiği ganimetlere gelince, siz onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz." [33]
Yani dövüşüp savaşmadan onu Peygamberine vermiştir. Peygamberimiz bu ganimetlerin çoğunu Mekke'li muhacirlere verdi ve onlar arasında taksim eyledi. Ensardan ise Sa'dece iki kişiye verdi, başkalarına vermedi. Bu iki kişi ise oldukça fakir ve muhtaç idiler. Kalanı ise onun, halen Fatıma evlatlarının elinde bulunan Sa'dakasıdır."
Buhârî ve Müslim Ömer İbn-il Hattab'dan şöyle rivayet eder: "Nadir oğullarından ganimet olarak ele geçen mallar, Sa'dece Allah'ın rasülüne ait idi? Bu mallar herhangi bir savaş ya da dövüş yapmaksızın ele geçirildi ve bunda başkalarının hissesi ve hakkı bulunmamakta idi. Bunun tasarrufu da Rasulüllah'a ait bulunuyordu. O bu maldan kendi ailesinin bir senelik nafakasını ayırır, kalanı ile ordusunun binit ve silah masrafını karşılardı. Yani Allah yolunda harcardı."
Beyhekî ve Ebû Nuaym Musa bin Ukbe tarikiyle Zükri'den rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kilâb kabilesinden öldürülen iki adamın diyetini (kan parasını) ödemek üzere, kendileri ile andlaşma yaptığı Beni Nadir'in yardımını istemek üzere onların yurduna gitmişti. Meseleyi kendilerine açtığı zaman onlar Peygamberimize: "Önce otur biraz istirahat et. Sonra yemeğimizi ye! Daha sonra da işini görür gidersin" dediler. Peygamberimiz de bunun üzerine arkadaşları ile birlikte bir duvarın gölgesine oturdu, onları beklemeye başladı. Onlar ise tenhaya çekilip şeytan ile iş birliği ypmaya başladılar. Peygamberimizi nasıl öldürebileceklerini konuşup bir karara varmak istediler. İçlerinden biri dedi ki: "Madem ki bunun bir daha ele geçmeyecek bir fırsat olduğunu söylüyorsunuz. O halde ben onun gölgelenmekte olduğu duvarın üzerine çıkar, oradan onun üzerine bir taş bırakırım, böylece o da ölüp gider!"
Şanı Yüce Allah onların bu kurdukları tuzağı derhal habibine vahyederek bildirdi. Peygamber efendimiz de derhal oradan uzaklaştı ve bu hususta Kur'an'ın şu ayeti nazil oldu:
"Ey iman edenler, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size bir el uzatmağa yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti." [34]
Onların hiyanetini Allah Rasülüne bildirince yurtlarından ayrılmaları için Peygamberimiz onlara emir verdi. Münafıklar bu emri işitince, kendilerinin kardeşleri ve dostları bulunan Nadir oğullarına haber salıp: "Sakın yurtlarınızdan ayrılmayınız! Bizler sizlerle beraberiz, sizi sonuna kadar desteklemeye kararlıyız! Şayet Muhammed sizinle savaşacak olursa, biz de sizinle beraberiz. Ölümüz de, dirimiz de hep sizinle beraber olacaktır. Eğer sizi yurdunuzdan sürecek olursa, biz de sizinle beraber çıkarız" dediler. Nadir oğulları, münafıkların bu sözüne itimat ederek sunardılar, kendilerinin Peygambere üstün geleceği vehmine kapılarak: "Vallahi biz yurdumuzdan çıkmayız, eğer bizimle harb etmek istersen, biz de seninle kıyasıya harb ederiz!" diye bağrıştılar. Peygamberimiz de bunun üzerine onları muhasara altına aldı. Evlerini yıkmaya, hurmalıklarını kesip yakmaya başladı. Onlar ve onlara yardım vadinde bulunan münafıklar ise, hiç birşey yapamadılar. Allah onların kalplerine büyük bir korku bıraktı ve onların ellerini müslümanların üzerinden çekti. Nadir oğulları münafıkların yardımından iyice ümid kesince, Peygamberimizin kendilerine olan teklifini kabul ettiler. Bu teklif onların yurtlarını terketmeleri idi. Onlar da: Daha önce de kendilerine teklif edildiği gibi, silahlarını bırakarak, develerinin götürebildiği kadar istedikleri eşya ve malı develerine yükleyerek yurdlarından ayrıldılar."
El-Vâkıdî der ki: Bana İbrahim bin Cafer babasından naklen şöyle nakletmiştir: "Medine'nin bir mahallesinde oturmakta olan Nadir oğulları yurtlarından ayrıldıktan sonra, Amr bin Sa'dâ; buraya gelip etrafı dolaşmaya başladı. Her tarafı harabeye dönmüş bir vaziyette görüp çok üzüldü. Kureyza Oğullarına gelip dedi ki: "Vallahi bugün gördüklerimden dona kaldım! Kardeşlerimiz olan Nadir oğulları, nice şeref ve izzete, akıl ve kuvvete eriştikten sonra, mallarını arkada bırakarak tam bir zillet içinde yurtlarından sürülmüş bulunuyorlar. Tevrat hiç bir kavmi, "Allah’a yarar bir halleri olduğu müddetçe" böyle bir sürgüne maruz bırakmamıştır. Şimdiki bu durumdan ibret almamız gerekir. Geliniz sizler bana itaat ediniz de hep beraber Muhammed'e gidip ittiba edelim! Allah'a yemin ederim ki, Onun hak Peygamber olduğunu sizler de bilmektesiniz. Hem bizim iki büyük din adamımız olan İbn-i Heybân ile İbn-i Cüvâs; Kudüs'ten geldikten sonra Muhammed'in zuhurunu beklediklerini söylemediler mi? Aynı zamanda bunlar, ölümlerinden evvel bize, Muhammed'e uymamız hakkında vasiyet dahi etmediler mi? Hatta üstelik kendilerinin selamlarını dahi Muhammed'e ulaştırmak üzere bizlere emanet eylemediler mi? Şimdi bu iki büyük zatın kabirleri burada değil midir? Niçin bunları nazarı itibara almıyalım?"
Beni Kurayzadan Zübeyr bin Bata bize şöyle dedi: "Ben onun sıfatını Bata'nın Tevrat'ında okumuştum. Bu sırada Ka'b bin Esed ona şu sözü yöneltti: "Madem Onun sıfatını Musa'ya inen Tevrat'ta okudun, o halde niçin gidip ona tabi olmuyorsun?" Zübeyr bin Bata ise şu karşılığı verdi: "Gidip ona uymama engel olan sensin!" Ka'b'da dedi ki: "Neden? Ben seninle onun arasına asla girmiş değilim!" Zübeyr bu sefer de şöyle konuştu: "Bizim işlerimizi ve anlaşmalarımızı bilen ve yürüten sensin. Eğer ona tabi olursan, senin izince biz de ona tabi oluruz." İşte bu sırada Amr bin Şada da işe karışıp Ka'b ile ileri geri hayli kelam ettiler. Fakat Ka'b'ı bir türlü ikna edemediler. Ka'b'ın bu husustaki en son söylediği şunlar olmuştur:
"Benim Muhammed hakkında bu söylediklerimden başka bir söyleyeceğim yoktur! Sizler ne derseniz deyiniz, benim Muhammed'e gidip tabi olmayı, bir türlü nefsim hoş karşılamıyor!"
(Bu haberi böylece Beyhekî ve Ebû Nuaym da rivayet etmişlerdir.)
Ebû Nuaym, Ebû Zübeyr tarikiyle Cabir'den şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz Nadir oğullarını muhasara ettiği zaman, bu muhasara hayli uzamıştı. Bir ara Cebrâîl gelip Hazret-i Peygamberin başını yıkamakta olduğunu gördü. Dedi ki: "Allah seni affetsin, ya Muhammed, Allah yolunda savaşmaktan ne tez usandın! Vallahi biz, onlar üzerine indik ineli, zırhımızı çıkarmış, silahlarımızı bırakmış değiliz. Haydi kalk silahını kuşan, Allah yolunda savaşa devam et. Bugün onlar, vallahi kaya üzerinde yumurta ezer gibi ezilip küçüleceklerdir.''
Bundan sonra biz de muhasarayı şiddetlendirdik. Sonunda Allah bize, bir fetih ve zafer daha nasip eyledi." [35]
(Aslen bir yahudi olan Ka'b b. Eşref, Bedir'den sonra Mekke'ye gidip
onları Hazret-i
Peygamber'e karşı iyice
kışkırtmış ve Medine'ye dönmüştü. Peygamberimiz de: "Bu Allah'ın ve
Rasulü'nün düşmanını haklamaya kim gidecek?" buyurdu ve gönüllülerden
Muhammed b. Mesleme, Abbad b. Beşîr, Ebû Naile, Haris b. Evs ve Ebû Abs'ı bu
işe görevlendirmişti.)
İbn-i İshak, İbn-i Râhûye, Ahmed ve Beyhekî İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini naklederler: "Rasulüllah efendimiz ashabından
bazılarını Ka'b bin Eşrefi öldürmeleri için vazifelendirdiği zaman, onlarla
beraber Medine kabristanlığına kadar yürüdü ve onlara: "Haydin, Allah'ın
ismi üzerine gidiniz!" dedi ve şu duayı yaptı: "Allah'ım, onlara
yardım eyle, onları muvaffak eyle!"
Beyhekî'nin İbn-i
İshak'tan rivayetinde, Abdullah bin Muakkib'e atfen şöyle denilmiştir:
"Bunun için vazifeli kılınanlardan Haris bin Evs, o sırada kılıç yarası
almıştı. Başında ve ayağında yaralar vardı. Rasulüllah'a getirildiği zaman,
Rasulüllah efendimiz mübarek tükrüğü ile yarayı ilaçladı. Bundan sonra Hâris'in
yaraları hiç acımadı."[36]
Buhârî ve Müslim Ebû Musadan şu
haberi nakletmişlerdir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben rüyamda Mekke'den,
hurmalık bir yere hicret ettiğimi gördüm. Burasını Yemâme veya Hecer zannettim.
Halbuki bizim hicret yurdumuz Medine imiş. Yine ben aynı rüyamda kılıcımı
salladığımda ortadan kırıldığını gördüm. Bu ise Uhud'da ashabıma isabet eden
şeye işaretmiş. Yine aynı rüyamda kılıcımı salladığımda eskisinden daha iyi
olduğunu görmüşdüm. Bu ise Allah'ın bize nasip edeceği bir fetih ve
müslümanların güzel bir cemaat haline gelmesine işaret imiş Yine ben aynı
rüyamda bazı sığırların boğazlanmakta olduğunu görmüş "İnşaallah hayırlı
olur" demiştim. Meğer bu da Uhud'da verdiğimiz kurbanlara işaretmiş.
"İnşaallah hayırlı olur" deyişim ise, Bedir de elde ettiğimiz zafere
işaretmiş."
Ahmed, Bezzar, Taberânî ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: "Uhud günü müşrikler silahlanıp geldikleri
zaman, Rasulüllah efendimizin görüşü, Medine'de kalıp müdafaa savaşı yapmaktı.
Fakat bazıları Bedir'e çıkmadıklarından bir açık savaş yapmaya çok hırslı
idiler. Bunlar Uhud'a çıkalım, orada müşriklerle meydan savaşı yapalım diye
ısrar ettiler. Onlar bununla Bedir ehlinin kazandıkları faziletin aynısını
kazanmayı düşünüyorlardı. Rasulüllah efendimiz zırhını giyip silahını
kuşanıncaya kadar, bu hususta ısrar ettiler. Rasullullah hazırlandıktan sonra
da: "Onu galiba tesir altında bıraktık" diyerek, ısrarlarına pişman
oldular. Gelip Rasulüllah'a müracat ettiler ve: "Ey Allah'ın rasulü rey
sizin reyinizdir! Siz emrediniz, biz onu yapalım" dediler. Peygamberimiz
de kendilerine: "Bir Peygamber zırhını giyip silahını kuşandıktan sonra
geri dönmez! Allah onunla düşmanı arasında hükmedinceye kadar aldığı karar
üzerinde azınıle yürür!" karşılığını verdi ve Uhud'a yürüdü."
Rasulüllah efendimiz, zırhını giyip silahını kuşanmazdan önce, onlara
şunu da söylemişti: "Ben rüyamda kendimi çok sağlam bir zırh içinde gördüm
ve bu zırhı Medine olarak yorumladım. Binaenaleyh Medine'de kalıp savunma
savaşı verelim! Aynı zamanda rüyamda bir koç kovalıyordum. Bunu da karşı askeri
kovalayacağımız şeklinde yorumladım. Bir ara kılıcımın elimden çıktığını
gördüm. Bunu da sizin hakkınızda bir eksilme şeklinde yorumladım. Yine bu
rüyada ben, bazı sığırların kesildiğini gördüm ve bunu, bazı kurbanlar
vereceğimiz şeklinde düşündüm."
Ahmed, Bezzar, Hakim ve Beyhekî Enes'ten rivayet ederler. O demiştir ki:
Rasulüllah efendimiz buyurdu: "Ben rüyamda gördüm ki, bir koçun peşine
düşmüş kovalıyordum. Aynı zamanda kılıcımın kabzasının kırıldığını gördüm. Bunu
şöyle yordum: Ben karşı tarafın koçunu (büyük bir adamını) öldüreceğim,
kılıcımın kabzasının kırılmasını da yakınlarımdan birinin öldürüleceğine
yordum." Derken Hazret-i Hamza şehid düştü. Karşı tarafın bayraktarı Talha
da öldürüldü.
(Beyhekî Musa bin Ukbe tarikiyle İbn-i
Şihab'ın: "Bazılarının Rasulüllah'ın yorumu: Uhud'da yüzünün yaralanması
şeklinde idi" dediklerini naklettiğim bildirir." [38]
Beyhekî Musa bin Ukbe
tarikiyle İbn-i Şihâb'dan şöyle nakleder: "Ubeyy bin Halef, Bedir de fidye
verip canım kurtardıktan sonra bir at besler ve: "Vallahi ben bu atıma
günde bir ölçek yem yediriyorum ve bu at üzerinde Muhammed'le savaşıp onu
öldüreceğim!" diyerek söylenir ve and içerdi. Onun bu sözü Rasulüllah'a
ulaştığında Rasulüllah da şöyle buyurdu: "Bilakis ben onu öldüreceğim
inşaallah!"
Übeyy bin Halef, Uhud'a zırhlara bürünmüş ve bu ata bimiş olarak geldi.
"Eğer Muhammed sağ kalırsa ben kurtulamam" diye bağırıyordu. Mü’minlerden
bazıları kendisine saldırmak istediler, fakat Rasulüllah efendimiz kendilerini
durdurdular ve: "Bana yolu açınız" buyurdu. Büyük bir cesaretle
Übeyy'in üzerine yürüdü, zırhı ve miğferi arasında gırtlağını gördü ve elindeki
süngüsü ile hamle yaparak onu atından yere düşürdü. Übeyy'in arkadaşları
koşarak onun yanına geldiler. O yere yatmış danalar gibi bağırıyordu. Halbuki
yarasında bir damla kan bile akmamıştı. Baktılar küçük bir çizik vardı. Dediler
ki: "Ya Übeyy, neden bu kadar korkup bağırıyorsun? Hepsi bir çizikten
ibarettir! Bunda korkulacak ne var?" Übeyy onlara şu karşılığı verdi:
"Siz Muhammed'in: "Übeyy'i ben öldüreceğim" dediğini duymadınız
mı? Vallahi onun bana indirdiği darbe Zi'l Mecâz'da yaşayan insanların hepsinin
üzerine inmiş olsaydı, hiç birini sağ komaz helak ederdi!" İşte bu Übeyy
bin Halef, Uhud dönüşü Mekke'ye giderken yolda öldü. (Beyhekî bunu, diğer kaynaklarında rivayet ettiğini
bildirir.)
İbn-i İshak şöyle der: "Bana İbn-i Şihâb, Asım bin Ömer, Muhammed bin Yahya ve daha başkaları anlattı:
Uhud savaşı sırasında müşriklerden biri meydana çıkıp müslümanlardan kendisine
eş isteyip mübarezeye davet eyledi. Zübeyr ayağa kalkıp mübarezeyi başlattı.
Derhal adamın üzerine sıçrayıp onun devesi üzerine çıkarak, kendisiyle gırtlak
gırtlağa geldi. Devenin üzerinde amansız bir mücadele başladı, bu sırada
Rasulüllah efendimiz: "Devenin üzerinden yere daha yakın olanı, mücadeleyi
kaybedecektir!" buyurdu. Derken müşrik devesi üzerinden yere düştü, Zübeyr
de onun peşinden atlayıp üzerine çullandı, derhal kılıcı ile adamın boğazını
keserik onu katletti. (Bu haberi, Beyhekî de rivayet etmiştir.)
Ahmed, Buhârî ve Nesai, Berâ bin Azib'den rivayet
ederler: "Uhud günü okçuları güzelce yerleştiren Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdullah bin Cübeyr'i onların üzerine
komutan tayin etti. Onlar hepsi elli kişi idiler. Sonra onlara şu emri verdi:
"Biz savaşta yenilip öldürülsek bile, akbaba kuşları da gelip
cesetlerimizi başka yerlere götürmeye başlasalar bile, benden size ikinci bir
emir gelmedikçe, katiyyen yerinizi bırakmayacaksınız!" Sonra savaş
başladı, müşrikler hezimete uğrayıp kaçmaya başladılar. Kadınları eteklerini
çemrenerek dağın zirvesine doğru tırmanıyorlardı. Bu sırada Abdullah, bin
Cübeyr'in emrine verilen okçular: "Arkadaşlar ne duruyorsunuz, müslümanlar
galip geldiler. Gidip ganimet toplayalım!" diye bağrıştılar. Abdullah
derhal: "Siz Rasulüllah'ın size ne emrettiğini unuttunuz mu? Sakın hiç
biriniz yerinizden ayrılmayınız!" diyerek onları uyardı ise de, onlar:
"Ganimetten biz de nasibimizi alacağız!" diyerek koşuşup yerlerim
terkettiler. Harb sahasına geldikleri zaman geri dönmek zorunda kadılar. Bu
sefer hezimete uğrayanlar müslümanlar oldu. Düşman aynı zamanda müslümanları
arkadan da vurarak müslümanları iki cephe arasında bıraktı. Müslümanlar
kaçıyor, Rasulüllah da: "Nereye ey müslümanlar?" diye nida ediyordu.
Rasulüllah'ın yanında Sa'dece oniki kişi kalmıştı. İşte bu sırada müslümanlar
tam yetmiş adet zayiat verdiler. Rasulüllah efendimiz de, kendi ordusu ile
Bedir'de karşı tarafa yetmiş adet zayiat verdirmişti. Ayrıca yetmiş kişi de
esir edilmişti."
Ahmed ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: "Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz; Bedir'deki bir zaferi hiç
bir yerde kazanamadı!"
İbn-i Abbâs bu sözünü
söylediği zaman, bunu inkar edenler oldu. O da dedi ki: "Benimle sizin
aranızda hakem, Allah'ın kitabıdır. Yüce Allah Uhud savaşı hakkında buyurur ki:
"Allah kendi izniyle onları öldürdüğünüz sürece size olan vadini
doğruladı. Nihayet siz korktunuz. Allah size sevdiğiniz galibiyeti gösterdikten
sonra, savaş içinde birbirinizle çekişip isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı
istiyor, kiminiz de ahireti." [39]
İbn-i Abbâs dedi ki: "Bu
ayetteki savaş içinde çekişip isyan edenler, okçulardır. Rasulüllah onları bir
yere mevzilendirip: "Sakın buradan ayrılmayınız. Buradan bizim arkamızı
koruyunuz. Bizi öldürülürken görseniz bile, bize yardım etmeyiniz! Bizi galebe
çalıp ganimet toplarken görseniz dahi, sakın yerinizi terketmeyiniz!"
buyurarak onlara çok sıkı emir ve tenbihte bulunmuştu. Fakat onlar
Peygamberimizin ve askerinin onlara üstünlük sağlayıp ganimet toplamaya başladıklarını
görünce, yerlerini terkederek ganimet toplamaya koştular. Komutanlarının
uyarısına da kulak asmayıp isyan ettiler. Birbirine geçirilmiş vaziyette olan
şu parmaklarım gibi, iki taraf birbirine girdi. Okçular mevzilendirildikleri
gediği bırakarak ayrıldıkları için, Kureyşin atlıları arkadan sarkarak İslam
askerini vurdu. Müslümanlar içinde öyle bir karışıklık oldu ki, yanlışlıkla
birbirini vurmaya başladılar ve çok sayıda müslüman öldürüldü. Halbuki
sabahleyin harb başladığında, müslümanlar ezici bir üstünlük sağlamış, düşmanın
sancaktarlarından yedi sekiz tanesi öldürülmüştü. Fakat sonra durum çok kötü
oldu. Hatta bir ara şeytanın: "Muhammed öldürüldü" diye bağırdığı
duyuldu ve hiç kimse bunun yanlış olduğunu düşünmemişti. Fakat bir süre sonra
Rasulüllah iki Sa'd'ın arasında (daha doğrusu Talha bin Ubeydullah ile Ebû
Dücâne arasında) görülünce yürüyüşünden de tanınınca; hayatta olduğuna inanıldı
ve derhal onun etrafında toplanmaya başladılar. Ashabı kiram o kadar sevindiler
ki, sanki hiç bir şey kaybetmemişe dönüverdiler. Rasulüllah'ın bu arada şöyle
dediği duyuldu: "Bir kavim ki, Peygamberin yüzünü kanlara bulamıştır,
Allah'ın onlara gadabı çok şiddetlidir! Allah'ım onlar bize üstün
gelemezler!"
Buhârî ve Müslim Sa'd bin Ebû
Vakkâs'tan şöyle nakleder: "Uhud günü ben, Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin sağında ve solunda beyaz
ebiseli adamlar gördüm. Rasulüllah'ı korumak için şiddetle savaşıyorlardı. Ben
onları Uhud gününden evvel veya sonra bir daha görmüş değilim." (Sa'd bu
sözleri ile Cebrâîl ve Mikail'i kasdetmektedir).
Beyhekî ise Mücahid'in:
"Melekler Bedir gününden başka bir yerde savaşmadılar" dediğini
nakleder ve: "Mücahid'in bu sözünden muradı; Uhud'da okçular sabır ve
takva göstermedikleri için onlar adına savaşmadılar, demektir" der ve
ayrıca Vâkıdî'nin şeyhlerinden bu mealde bir haber rivayet ettiğini de
bildirir. Onlar demişler ki: "Cenabı Hakkın: "Eğer sabreder, takvalı
davranırsanız" mealindeki ayet've emrine uymadılar; sabır ve sebat
göstermediler; bu yüzden de Allah'ın semavi imdadına nail olamadılar."
(Bunu böylece, Beyhekî onlardan rivayet etmiştir).
Yine Beyhekî Urve'den şu haberi nakletmiştir:
"Yüce Allah onlara sabır ve takva üzerine yardım vadinde bulunmuştu.
Onlarda önceleri sabır ve takva gösterdiklerinden beş bin melek ile onlara
imdad eyledi. Fakat onlar Rasulüllah'ın emrine isyan edip yerlerini terk
edince, Allah da onlardan ilahi imdadını çekmiştir."
İbn-i Sa'd Vâkıdî'den
nakleder. O şöyle demiştir: Bana üstadlarımın anlattıklarına göre, müşrikler
hezimete uğrayınca okçular yerlerinden ayrılarak ganimet toplamaya başladılar.
Bu sırada müşrikler geri döndüler, onların atlıları da arkadan vurunca,
müslümanlar iki kuvvet arasında kalıp hezimete uğradılar ve yanlışlıkla birbirlerini
öldürür oldular. Değirmen tersine döner oldu, rüzgar aksi istikametten eser
oldu. Önce seher yeli eserken sonra, felaket rüzgarı esmeye başladı, iblis:
"Muhammed öldürüldü" yaygarasını kopardı. Müslümanların bayraktarı
şehid edildi. Hazret-i Peygamber onun şehadeti üzerine sancağı Ali'ye
verdi. Melekler bu savaşta bulundular, fakat savaşa katılmadılar."
Taberânî, İbn-i Mende ve İbn-i Asâkir Mahmud bin Lebîd tarikiyle Haris bin
Sımmadan naklederler. O demiştir ki: "Uhud günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana Abdurrahman bin Avfı sordu. Ben
de: "Onu dağın yamacında gördüm" dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz
buyurdu ki:
"O savaşırken melekler de onunla beraber savaşıyor!"
Haris der ki: "Ben Abdurrahman'ın yanına gittim, orada cansız yere
düşmüş yedi ceset gördüm. Dedim ki: "Bu gün zaferin gerçekten büyük
olmuştur! Bunların hepsini sen mi öldürdün?" Bana şu karşılığı verdi:
"Şu ikisini ben öldürdüm fakat diğerlerini benim görmediğim kimseler
öldürdü." Abdurrahman'ın bu cevabını alınca, Rasulüllah'ın söylediğinin
doğruluğunu da iyice anlamış oldum."
İbn-i Sa'd Muhammed bin
Şürahbil'den rivayet eder: Uhud savaşında sancağı Mus'ab bin Ümeyr taşıyordu.
Sağ eli kesilince sancağı sol eline aldı. Bu sırada o: "Muhammed ancak bir
elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir" mealindeki ayeti okuyordu.
Derken sol eli de kesildi. Kesik kolları yani pazuları ile sancağı kavradı ve
iki büklüm bir halde bağrına bastı. O yine: "Muhammed ancak bir
Rasüî'dür" diyordu. Sonra şehid düştü ve sancağı yere bırakmış oldu."
Muhammed bin Şürahbil der ki: "O böyle söylüyordu, fakat bu
mealdeki ayet henüz nazil olmuş değildi."
İbn-i İshak, Beyhekî ve İbn-i Asaîr Abdullah bin Avn
tarikiyle Ümeyr bin İshaktan rivayet ederler: Uhud günü, bir ara müslümanların hezimete
uğrayıp dağıldıklarını gördüm. Sa'd ise Rasulüllah'ın önünde düşmana ok
yağdırıyor ve Onu müdafaa ediyordu. Bir delikanlı da onun attığı okları gidip
getiriyor ve Ona veriyordu. O da: "Ey Ebû İshak, durma at!" diyordu.
Savaş yatıştıktan sonra baktılar, o okları getiren delikanlıyı
göremediler."
İbn-i İshak der ki: Zühri bu hususla ilgili bir olayı şöyle anlattı:
"Kureyşin bazı atlıları dağın tepesine çıkıp göründüğü zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah'ım, onların bizim
üzerimize çıkması, onlar için layık olan bir şey değildir!" dedi. Bunun
üzerine Ömer İbni'l-Hattab ve muhacirlerden bir
grup onlara karşı şiddetli bir mücadele verdiler ve onları yüksekten inmeye
mecbur ettiler." (Beyhekî bunu, ayrıca Urve tarikiyle de rivayet
etmiştir.)
Nesâî, Beyhekî ve Taberânî Câbir bin Abdullah'tan naklederler: Talha'nın parmakları isabet aldığı
zaman "Vay!" diyerek feryad eyledi. Peygamberimiz ona hitaben:
"Eğer derhal Allah'ın adını anmış olsaydın, melekler seni insanların gözü
önünde çok yükseklere' çıkarırdı" buyurdu.
Dârekutnî el-Efrâd'da şöyle nakleder: Talha'nın eli yaralandığı zaman
"Vay!" dedi. Resulullah da ona buyurdu ki: "Eğer derhal
"bismillah" deseydin, Allah'ın cennette senin için yaptırdığı yeri,
daha sen dünyada iken görmüş olurdun."
Buhârî ve Müslim Enes'ten rivayet
ederler: Amcası Enes bin Nadr Uhud'da demiştir ki: "Vallahi ben, Uhud'un
hemen yanı başında cennetin kokusunu duyuyorum! Ve hiç şüphe etmiyorum ki bu, cennet
kokusudur!"
İbn-i İshak der ki: Bana Asım bin Ömer Katâde'den şöyle
nakletti: Rasulüllah (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyurdu ki:
"Hanzala'nın gaslini melekler yapmıştır." Bunun üzerine Hanzala'nın
hanımına, onun halini sordular. O da şöyle dedi: Peygamber efendimizin
vazifelendirdiği adam gelip te: "Haydin savaşa, savaşa" diye ilan
edince Hanzala, kendisi için gerekli gusül abdestini almaya fırsat bulamadan,
koşup askere katılmıştı." Demek ki Peygamber efendimizin "Melekler Hanzala'nın
gaslini yapıyor" buyurmasının sebebi bu imiş."
(Bunu Beyhekî de rivayet etmiştir. Serrâc da
Müsned'inde bu haberi nakletmiştir. Ayrıca Hakim de sahihtir
kaydıyla bunu rivayet etmiştir.)
Ebû Ya'lâ, Bezzar, Hakim ve Ebû Nuaym Enes bin Malik'ten rivayet ederler. O
şöyle demiştir: Ensardan olan Evs kabilesi ile Hazrec kabilesi birbirine karşı
iftihar edip Hazrecliler: "Bizden dört kıymetli zat vardır ki, Kur'an'ın
tamamını hıfzetmişlerdir. Bunlar: Muaz, Übeyy, Zeyd ve Ebû Zeyd'dir"
dediler. Evsli olanlar da dediler ki: "Ölümü üzerine arşın titrediği Sa'd
bin Muaz bizdendir, tek başına şahitliği iki şahit yerine geçen Huzeyme
bizdendir, şehid düştükten sonra cesedi müşriklerin eline geçmesin diye, sürü
halindeki bal arıları tarafından korunan Asım bin Sabit bizdendir, cenazesini
meleklerin yıkadığı Hanzala bin Ebû Amir de bizdendir."
Buhârî ve Müslim Cabir'den rivayet
ederler, O şöyle demiştir: Uhud da babam şehid düştüğü zaman halam ağlamaya
başladı. Rasulüllah efendimiz de halama hitaben: "Sen ister ağla ister
ağlama; siz onun cenazesini kaldırmcaya kadar melekler ona gölge edip
durmuştur!" buyurdu.
Sahihtir kaydıyla Hakim ve Beyhekî Zeyd bin Sâbit'ten rivayet eder. O demiştir
ki: "Uhud günü Rasulüllah efendimiz beni Sa'd bin Rabi'i aramaya gönderdi
ve dedi ki: "Sa'd'i gördüğünde ona benden selam söyle ve kendisini nasıl
bulduğunu sorduğumu da ona hatırlat!"
Ben hemen gidip onu aramaya koyuldum. Kendisini bulduğumda o can
çekişmekte idi. En az vücudunun yetmiş yerinden yara almış durumda idi. Her
tarafı mızrak, kılıç ve ok yarası idi. Kendisine Rasulüllah'ın selamını ve kelamını
haber verdim. O da dedi ki: "Sen dahi Rasulüllah'a haber ver ki: "Ey
Allah'ın Rasulü, ben şu anda cennetin kokusunu almaktayım!" Ayrıca kavmim
ensara da de ki: "Ey Ensar eğer sizlerde hayat namına bir eser ve hareket
bulunduğu halde, düşmanın Rasulüllah'a ulaşmasına meydan verecek olursanız, iyi
biliniz ki Allah yanında hiç bir özrünüz kalmayacaktır!" O bana bunları
söyledi ve sonra canını çok sevdiği ve itaatında bulunduğu Allah'a teslim
eyledi."
Beyhekî der ki: Vâkıdî,
Sa'd bin Hayseme'nin babası Hayseme hakkındaki kıssayı şöyle anlatır:
"Hayseme Uhud günü Rasulüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "Ey Allah'ın rasülü, ben
Bedir savaşına katılamadım. Şöyle ki: Oğlum Sa'd ile aramızda kura çektik,
aslında her ikimiz de Bedir'e katılmak için çok hevesli olduğumuz halde kura
Sa'd'e çıktı ve Bedir'e gidip şehid oldu. Geçen
Bunun üzerine Rasulüllah efendimiz kendisi için dua buyurdular. O da
katıldığı Uhud savaşında şehid olarak vefat etti.
İbn-i Sa'd, Hakim, Beyhekî Saîd bin Müseyyib'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Uhud savaşından
bir gün evvel idi. Birisi Abdullah bin Cahş'ın şöyle dua ettiğini duydu:
"Ey Allah'ım, ben sana karşı and içiyorum ki, yarın ben düşmanla
karşılaşayım onlar beni senin yolunda öldürsünler, karnımı deşsinler, burnumu
kulağımı kessinler! Sonra ben senin huzuruna geldiğimde sen bana sorasın ki:
"Ey Abdullah, bütün bunlar niçin? Ben de sana diyeyim ki: "Ey Rabbim
hiç şüphesiz sana malum olduğu gibi bütün bunlar Sa'dece ve Sa'dece senin
içindir!" Sonra Uhud'a çıkıldı, görüldü ki Abdullah bin Cahş [40] şehid
olmuş; kendisinin dua ettiği gibi karnı deşilmiş, burnu ve kulakları
kesilmiştir. Onu bu yolda dua ederken işiten zat da demiştir ki; bu aynen
gerçekleştiği gibi, kalan kısmının da ilahi huzurda gerçekleşmesi ve onun
"İşte ya Rabbi, bütün bunlar senin içindi, senin yolunda başıma
geldi" demesi de Allah'dan ümid edilir.
Abdurrezzak der ki: Bana Muammer Saîd bin Abdurrahman el-Cakşî'den haber
verdi. O'na da hocaları söylemiş. Şöyle ki: Abdullah bin Cahş, Uhud'da
savaşırken kılıcı elinden gitmiş. Rasulüllah'a müracat ederek bir kılıç
istemiş. Rasulüllah efendimiz de kendisine bir hurma dalı vermiş: "Al
bununla savaş" buyurmuş. Elindeki hurma çubuğu Abdullah'ın elinde bir
kılıca dönüşmüş, o da bununla savaşmaştır."
(Bu haberi Beyhekî de rivayet etmiştir.)
Taberânî ve Ebû Nuaym Katade'den naklederler. O demiştir ki:
"Ben Uhud savaşında Rasulüllah'ın yüzüne isabet olmasın diye kendi yüzümü
oklara karşı tutuyordum. Derken son atılan oklardan biri benim gözüme isabet
etti. Ben elimle gözümü tutarak, Rasulüllah efendimize müracaat ettim. O durumu
görünce iki gözlerinden yaşlar dökerek ağladı ve mübarek ellerini kaldırarak
yüce Allah'a dua eyledi. Dedi ki: "Ey Allah'ım, Katade kendi yüzünü
gererek senin Peygamberini nasıl korumaya çalıştı ise, sen de onu öyle koru ve
onun isabet alan gözünü, ötekinden daha güzel ve daha iyi görür hale
getir!"
(Sonra mübarek eliyle gözünü yerine iade eyledi. Onun isabet alan gözü
de, Öteki gözünden daha güzel ve daha iyi görür hale geldi.)
İbn-i İshak, Asım bin Ömer bin Katade'den
rivayet eder: Uhud savaşında Katade bin Numan'ın gözü bir isabet aldı. Hatta
yanağı üzerine aktı. Rasulüllah efendimiz bunu eliyle yerine iade etti.
Katade'nin bu gözü öbür gözünden güzel ve daha iyi görür oldu."
(Bu haberi İbn-i Sa'd, Beyhekîve Ebû Nuaym, "Bedir'de vukua geldi" diye
naklederler. Ebû Ya'lâ ve Ebû Nuaym ise, Asım bin Ömer tarikiyle (burada olduğu gibi)
"Uhud'da vukua geldi" şeklinde verirler ve ayrıca: "Katade'nin
iki gözünden yara alanın hangisi olduğu hiç belli olmadı" İfadesini
kullanırlar.
Yine Beyhekî ve Vakidi'nin diğer tariklerden olan
rivayetleri de bunu teyid eder mahiyettedir. (Doğrusu da budur, yani Katade'nin
gözünün isabet alması, Rasulüllah'ın da onu yerine iade buyurup tamamen iyi
olması olayı; Bedir'de değil Uhud'da vukua gelmiş olmasıdır.)
Vâkıdî, Beyhekî Nafi bin Cübeyr'den nakleder. O
demişir ki: "Ben muhacirlerden birinin şöyle dediğini işittim: Uhud savaşı
sırasında her taraftan oklar yağıyordu. Rasulüllah efendimiz de bu okların
arasında kalmıştı. Ashabdan bazıları vücutlarını gelen oklara siper ederek
Rasulüllah'ı korumaya çalışıyorlardı. [41] Bu sırada Abdullah bin Şihab
adındaki müşrik, "Muhammed'i bana gösteriniz! Bugün o kurtulursa ben
kurtulamam. Bugün muhakkak onun hakkından gelmeliyim!" diye bağırıyordu.
Rasulüllah efendimiz ona yakın bulunuyordu, fakat o Rasulüllah'ı göremiyordu.
Yine müşriklerden Safvan, Abdullah bin Şihab'ı azarlıyor ve kendisine şöyle
diyordu: "Vallahi ben onu aynı niyetle görmek istedimse de, bir türlü
göremedim! Yine yemin ederek söylüyorum ki, bizim ona ulaşmamız mümkün
değildir! Biz dört kişi sırf Muhammed'i öldürmek üzere O'nun üzerine gittik,
fakat hiç birimiz buna muvaffak olamadık; onun kendisini bir türlü göremedik!
Sen nereden buna muvaffak olacaksın?"
Ebû Nuaym Nafi bin Asım'dan
şöyle rivayet eder: "Uhud'da Rasulüllah efendimizin yüzünü yaralayan
şahıs, Abdullah bin Kamie'dir. Bu adam Hüzeyl kabilesine mensup idi. Allah ona
bir koçu musallat eyledi, koç kendisine o kadar şiddetle tosladı ki, onu cansız
yere serdi."
Beyhekî Amr bin Sâib'den
rivayet eder. O demiştir ki: Ebû Said el-Hudri'nin babası Malik, Uhud'da
Peygamber efendimiz yaralandığı zaman derhal yaranın kanını emmiş ve yarayı
temizlemişti. Rasulüllah'ın yarası da tertemiz ve bembeyaz olmuştu. Bu sırada
Malik'e: "Emdiğin kanı yere tukur" dediler. O "Ben asla
Rasulüllah'ın kanını yere tüküremem!" dedi. Sonra dönüp gitti ve savaşa
devam etti. Peygamber efendimiz de onun arkasından şöyle buyurdular: "Her
kim cennetlik bir adama bakmak istiyorsa, İşte ona baksın!" Az sonra da
Malik Allah yolunda şehid olanların safına katıldı."
Beyhekî İmâm-ı Şafii'den
şöyle nakleder: "Bedir savaşı esirlerinden fidye alınmadan serbest
bırakılanlar arasında, Ebû Izze el-Cümehi'de vardı. Rasulüllah efendimiz onu
kızları kimsesiz kalmasın diye serbest bırakmıştı. Ayrıca kendisinden bir daha
karşısına çıkmaması için de ahd almıştı. Fakat o ahdini bozdu ve Uhud'da yine
Rasulüllah'ın karşısına çıktı. Rasulüllah da onun kaçırılmaması hakkında dua
buyurdu. Derken o ele geçirildi ve Rasulüllah'ın emriyle boynu vuruldu. Uhud'da
ele geçirilen tek harb esiri de o idi."
Beyhekî Urve'den şöyle
rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud günü buyurdu ki: "Artık bu, müşriklerin bize son
saldırışıdır. Bundan böyle onlar böylesine bir saldırı ve hareketi bir daha yap
amayacaklardır!"
İbn-i Sa'd'in Vâkıdî'den
olan rivayetinde ise şöyle denilmiştir: Rasulüllah efendimiz buyurdu:
"Artık müşrikler bugünkü gibi bize bir daha zarar veremeyeceklerdir,
nihayet biz üstünlük kazanıp Kabe'yi tavaf edeceğiz!"
İbn-i Sa'd, Hakim ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder: Uhud günü
Hamza şehid olunca kardeşi Safiye koşarak geldi ve onu aramaya başladı. Tabii
onun başına gelenlerden haberi yoktu. Ali ve Zübeyr'e rastlayıp: "Hamza ne
oldu?" diye sordu. Onlar da kendisine bu hususta bir bilgileri olmadığı
şeklinde işarette bulundular. Nihayet Safiye Rasulüllah efendimize müracat
ederek kardeşi Hamza hakkında bilgi edinmek istedi. Rasulüllah efendimiz de
onun aşırı üzüntüden aklını kaybedeceğinden korkarak, mübarek elini onun kalbi
üzerine koyup dua ve niyazda bulundu. O da durumu anlayıp istircada bulunup
ağladı. (Yani müslümanların bir ölüm olayı karşısında söyledikleri: "İnna
lillahi ve inna ileyhi râciûn - Bizler hep Allah için varız ve sonunda hepimiz
O'nun huzuruna döneceğiz" sözünü söyledi ve kendisini tutamayarak,
ağlamaya başladı.)
İbn-i Sa'd, Hakim ve Beyhekî Hevze bin Halifeden o da Avf bin Muhammed'den nakleder: Bana ulaşan
habere göre, Utbe bin Rabia'nın kızı Hind, Uhud harbinden evvel: "Eğer
Hamza'nın öldürüldüğünü görürsem, ciğerini söktürüp yiyeceğim!" diye
adamıştı. Hamza Uhud'da şehid düşünce, ciğerinden bir parça koparıp Hind'e
getirdiler. O da bunu ağzına alıp çiğnemeye başladı. Fakat her ne kadar çiğnedi
ise de, yutmaya güç getiremedi. Yutamayacağını anlayınca ağzından çıkarıp attı.
Haber Rasulüllah efendimize ulaşınca şöyle buyurdular: "Hamza'nın etinden
her hangi bir şeyi tatmasını Allah cehennem ateşine haram kılmıştır!" [42]
İbn-i Sa'd'in Vâkıdî tankıyla sevkettiği bir
haberde deniliyor ki: "Süveyd bin Sâmit, müslümanlığın zuhurundan önce
vukua gelen bir çarpışmada, Miczer'in babası Ziyad'ı öldürmüştü. Miczer de bir
yolunu bulup Süveyd'i öldürmüştü. İslâm'ın zuhurundan sonra Rasulüllah
Medine'ye hicret buyurdular. Bu sırada Süveyd'in oğlu Haris müslüman oldu,
Ziyad'ın oğlu Miczer'de müslümanlığı kabul etti. Bunlardan her ikisi de Bedir
savaşına katıldılar. Bir ara Haris babasının intikamını almak için Miczer'i öldürmek
isteyip aramaya başladı. Fakat bu kendisi için mümkün olmadı. Derken Uhud
savaşı zuhur etti. Uhud'da müslümanların hezimete uğrayıp ortalığın iyice
karıştığı bir sırada Haris, Miczer'in arkasından yaklaşıp boynunu bir kılıç
darbesi ile uçurdu.
Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) Hamrâü'l-Esed'den
dönüşü sırasında, Cebrâîl (aleyhisselâm) gelip durumu ona haber verdi, suçuna karşılık Hâris'in
öldürülmesi gerektiğini bildirdi. Peygamber Efendimiz de derhal binitine
atlayıp soluğu Kubada aldı. O gün sıcak pek şiddetli idi. Küba mescidine girip
namaz kıldı. Ensar, kendilerinin gelişini duyup koşarak geldiler. O'nun bu
saatte ve böyle şeddetli bir sıcakta gelişini yadırgadılar. Bunda muhakkak bir
iş olduğu kanaatine vardılar. Derken Süved'in oğlu Haris de geldi.
Peygamberimiz onun geldiğini görünce, Uveym bin Sâide'yi yanına çağırdı ve ona:
"Haris bin Süveyd'in elinden tutup Mescid'in kapısı önüne götür ve
oracıkta onun boynunu vur!" diye emretti. Ayrıca ölüm sebebi olarak onun
suçunun: "Haksız yere ve habersiz olarak Miczer bin Ziyad'ı
öldürmesi" olduğunu da bildirdi. Haris derhal söze atılıp: "Ey
Allah'ın Rasülü, ben vallahi onu şeytanın bir oyunu ve sırf nefsime uymam
nedeniyle öldürdüm. Yoksa İslâm'dan dönmek maksadıyla öldürmüş değilim! İslâm'a
bağlılığım aynen mevcut ve tamdır. İşlediğim bu günahımdan dolayı da Allah'a ve
Rasülüne tevbe [43] ediyorum. Ayrıca onun diyetini (kan parasını) vermeye veya
peşpeşe iki ay oruç tutmaya, yahut da köle azat etmeye de hazırım!" dedi.
O sözüzünü bitirince Rasulüllah Efendimiz, Uveym'e hitaben: "Onu mescidin
kapısı önüne götür ve boynunu vur!" dedi. Uveym de götürüp boynunu vurdu.
Rasulüllah'ın şairi Hassan bin Sabit de bu hususta çok manalı mısralar terennüm
ederek, onun gizli kalacağını zannettiği suçunun, nasıl açığa çıkarılarak cezasını
bulduğunu; şiir cümleleri halinde ifadeye çalıştı."
İbn-i Sa'd, Beyhekî ve Ebû Nuaym diğer bir tarikle Cabir'den şöyle naklederler: Hicri kırkıncı yılın
başları idi. İdarenin başında Muaviye vardı. Muaviye Uhud şehidlerinin
defnedildiği yerden su geçirmek istiyordu. Bunun için orada yatan şehidlerin
yakınlarının, şehidlere ait cesetleri çıkarıp başka bir yere nakletmeleri
hakkında bir ilan yaptırdı. Bunun üzerine biz şehidlerimizin kabirlerini açarak
cesetlerini çıkardık. Gördük ki onların cesetleri yeni defnedilmiş gibi taze
idi. Çıkarma çalışmaları yapılırken Hamza'nın ayağına kürek dokunmuştu. Onun
ayağından da taze kan aktığını gördük."
Vâkıdî'nin bir rivayetinde denilmektedir ki: Cabirin babası Abdullah'ın
kabri açıldığı zaman, elini yarası üzerinde tutmuş bir vaziyette bulunmuş,
elini yaranın üzerinden ayırınca yaranın kanadığını görmüşler. Tekrar elini
yara üzerine koyduklarında kanamanın dindiğine şahid olmuşlar."
Cabir'in bu husustaki kendi ifadesi de şöyledir: "Kabri açtığımız
zaman, babamı sanki kabrinde uyuyor zannettim. Kefeni dahi defnedildiği günkü
gibi hiç bozulmamıştı."
Ebû Said el-Hudri diyor ki: "Bir münkir, bundan sonra haklı olarak
böyle bir şeyi inkar etmiş olamaz! Gerçekten onlar bu kabirleri açarken bir
miktar toprak aldıklarında altından mis gibi bir kokunun yayıldığını da
duyuyorlardı."
Beyhekî Ebû Hureyre'den
rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud şehidleri hakkında buyurdular:
"Ben bunların Allah indinde şehid olduğuna şahadet ederim! Sizler gelip
bunları ziyaret ediniz. Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, her kim
bu şehidlerin ziyaretine gelir ve onlara selam verirse, muhakkak onlar
kendilerine verilen selama, selamla karşılık verirler. Bu tâ kıyamet gününe
kadar böyledir."
Sahihtir kaydıyla Hâkim ve Beyhekî Attâf bin Hâlid el-Mahzûmt'den rivayet eder. O
da Ebû Ferve'ye ulaşan bir senedle der ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud şehidlerinin kabirlerini ziyaret
edip buyurdu ki: "Ey Allah'ım senin kulun ve Peygamberin şahadet eder ki
bunlar gerçekten şehiddirler! Ve bunlar kendilerini ziyaret edip de selam veren
kimselere, selam ile karşılık verirler. Bu tâ kıyamet gününe kadar
böyledir."
Beyhekî Vâkıdî'den
nakleder: Hudâa kabilesinden olan Fâtıma demiş ki: "Bir gün, Uhud
şehidlerinden Hamza'yı ziyaret ettim, dedim ki:
"Allah'ın selamı üzerine olsun, ey Rasulüllah'ın amcası!"
Bunun üzerine ben, bana: "Allah'ın selamı senin üzerine de olsun!"
diyen bir ses duydum. Bu ses aynı zamanda: "Ve Allah'ın rahmeti de senin
üzerine olsun!" diye selamını benimkinden daha da güzelleştiriyordu."[44]
İbn-i İshak der ki: Bana Abdullah bin Ebû Bekir ki o, Muhammed bin Amr bin Hizam'ın oğludur, şöyle nakletti: "Kureyş askerinin komutanı Ebû Süfyan, Medine'ye gitmekte olan Abdu'l-Kays kervanına dedi ki: "Muhammed'e söyleyiniz, İşte biz onun ve ashabının kökünü kazınıak üzere dönüş yapmaya ittifakla karar verdik!" Kervan Rasulüllah'a uğradığı zaman, Ebû Süfyan'ın söylediklerini nakletti. Peygamberimiz de yanındaki müslümanlarla birlikte: "Bize Allah yeter. O ne güzel vekil ve yardımcıdır!" diyerek karşılık verdi." [45]
Buhârî İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "İbrâhim (aleyhisselâm) ateşe atıldığı zaman: "Hasbünallâh ve nîmel-vekîl = Allah bize yeter ve o ne güzel vekildir!" diyerek Allah'a sığındı; düşmanları kendisine korku vermek istedikleri zaman, Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm) da; böyle diyerek Allah'a sığındı."
İbn-i Münzir tefsirinde İbn-i Cüreyc'den nakleder. O, Yüce Allah'ın kitabındaki: "Bundan dolayı Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler, kendilerine hiç bir kötülük dokunmadı" [46] anlamına gelen ayetiyle ilgili olarak şunları söylemişlerdir: Bedir'den dönen müşriklerden biri Mekke'ye gelip İslâm ordusunun kuvveti hakkında korkutucu bir haber getirdi. Müşrikler de korkarak hiçbir harekette bulunamadılar.[47]
Buhârî Ebû Hureyre'den
nakleder. O demiştir ki: "Rasulüllah Efendimiz küçük bir askeri topluluğu
gözcü olarak vazifelendirdiği zaman, Asım bin Sabit'i onların üzerine emir
olarak tayin etti ve gönderdi. Bunlar yollarına devam edip Usfan ile Mekke
arasında bir yere vardılar. Huzeyl kabilesinden bazılarının bundan haberi oldu. İz sürerek onların yakınına kadar
geldiler. Yüz kadar okçuları vardı. (Tamamı ikiyüz kadar idi). Yedi kişiden
ibaret bulunan müslümanların bulunduğu yere geldiler ve onlardan teslim olmalarını
istediler. Asım arkadaşlarım alarak derhal küçük bir dağın tepesine
tırmandılar. Huzeylliler etrafı çember içine aldılar ve teslim oldukları halde
hiçbirini öldürmeyeceklerine dair and içtiler. Asım, "Ben şahsım adına bir
kafirin sözüne güvenerek teslim olamam!" dedi ve kısa bir dua ile Allah'a
iltica edip: "Ey Allah'ım, sevgili Peygamberini, bizim durumumuzdan
haberdar eyle!" diye yalvardı.
Bir avuç müslümanın teslim olmayacağını anlayan Huzeylliler, onları ok
yağmuruna tutmaya başladılar. Asım'ı öldürdüler. Ayrıca üç arkadaşını daha öldürdüler.
Kalan üçü teslim olmak zorunda kaldı ve Huzeylliler bunlara hiç
dokunmayacaklarına dair söz verdiler. Bunlar da dağdan inip teslim oldular.
Teslim olur olmaz Huzeylliler tarafından bağlandılar. Üç müslümandan biri:
"Bizi bağlamanız andlaşmayı çiğnemenizin ilk alametidir" diye bağırdı
ve onlarla birlikte gitmeyi kabul etmedi. Onlar da onu oracıkta öldürdüler.
Hubeyb ile Zeyd bin Desine'yi alarak oradan gittiler. Mekke'ye götürüp esir
olarak sattılar. Hubeyb'i Haris bin Amir'in oğulları satın aldı. Bedir'de
Hâris'i Hubeyb öldürmüştü. Hâris'in oğulları da Hubeyb'i satın alıp babalarının
yerine öldürmek istiyorlardı. Bir müddet Hubeyb'i esir olarak tutukladılar.
Halbuki Hubeyb bir harb esiri değildi. Sa'dece hıyanete uğramıştı, idam
edileceği gün gelmişti. O gün Hubeyb gerekli bazı temizlikleri (boy abdestinden
önce) yapması için, Hâris'in kızlarından birine usutura bıçağı istedi. O da
getirip verdi. Bu sırada ortalıkta oynayan sabi bir çocuk vardı. Çocuk
Hubeyb'in yanına kadar gitti. Hubeyb de yanına kadar gelen bu çocuğu dizine
oturtup sevmeye başladı. Durumu farkeden ve daha önce Hubeyb'in ricası üzerine
ona ustura bıçağını vermiş bulunan çocuğun annesi, korkudan bayılayazdı. Onun
geçirdiği bu sarsıntıyı farkeden Hubeyb ona: "Yoksa onu öldüreceğimi mi
sandınız? Vallahi bir müslüman, böyle bir hıyanet yapmaz! İnşallah ben dahi
yapmayacağım! Ben Sa'dece yanıma kadar sokulan bu sevimli sabiyi sevmek istedim
hepsi o kadar" diyerek kendisini teselli etti ve; kendisi kadr ve hıyanete
uğramış olsa bile bir müslümanın, suçsuz bir kimseye karşı bir kötülük
yapamayacağının çok güzel bir örneğini verdi.
Bu hali, büyük korkular ve sarsıntılar geçirdikten sonra açıkça yaşamış
bulunan Haris'in kızı ve o sabinin annesi; Hubeyb hakkında çok güzel şeyler
söylemiş ve şöyle demiştir: "Vallahi ben, Hubeyb kadar hayırlı bir esir
görmedim! O istese idi çocuğumuzu esir alabilir veya öldürebilirdi. Ayrıca ben
onu o günlerde Mekke'de hiç bir meyve bulunmadığı halde, elinde büyükçe bir
üzüm salkımı tuttuğunu ve bu üzümden yemekte olduğunu da gördüm. Halbuki
kendisi demir zincirlerle bağlı idi. Hiç şüphe etmiyorum ki, onun yediği üzüm
ona, Allah tarafından gönderilmiş bir rızık idi."
Derken Hubeyb'i idam edileceği yere götürdüler. Güzelce temizlenip
abdestini almış bulunan Hubeyb, iki rekat namaz kılması için kendisine müsade
edilmesini istedi. Müsade ettiler, o da namazını kıldı. Sonra ellerini
kaldırarak yüceler yücesi Allah'a şu niyazda bulundu: "Ey Allahım İşte
Kureyş müşrikleri, beni haksız yere idam ediyor! Sen onların hepsinin teker
teker hakkından gelip cezalarını ver! Hiç birini sağ koma, hepsini
gebert!"
Daha önce Huzeylliler tarafından öldürülmüş bulunan Asım da duasında:
"Allah'ım sevgili Peygamberini durumumuzdan haberdar et!" diye
yalvarmıştı. Allah onun bu duasını kabul buyurup Peygamberini durumdan haberdar
eyledi. Kureyş ise mutlaka Asım'ın cesedini ele geçirmek istiyordu. Hiç değilse
kellesini veya vücudundan herhangi bir parçayı... Bu maksatla bazı adamlar
gönderdiler. Asım'ın şehid düştüğü yere kadar gittiler. Fakat bu sırada yüce
Allah öylesine bal arısı sürüsü gönderdi ki, bir türlü Asım'a yaklaşamadılar.
Cenab-ı Hak, onu böylece Kureyşin adamlarından korumuş oldu." [48]
Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın Musa bin Ukbe tarikiyle İbn-i
Şihab'dan olan rivayetinde de şöyle denilmektedir: "Hubeyb idam edileceği
sırada: "Allah'ım benim Peygamberime haber gönderecek kimsem yok! Sen ona
benim selamımı ulaştırıver!" diye de duada bulunmuştu. Cebrâîl (aleyhisselâm) da onun bu selamını getirip Peygamber efendimize tebliğ
eyledi.
Derler ki, Hubeyb'in idam edildiği gün, Peygamber efendimiz ashabtan
bazıları ile oturuyor. Bir ara: "Ve aleykesselam" yani Allah'ın
selamı senin de üzerine olsun ey Hubeyb, dediği duyuldu. Peygamberimiz, bu
sözün sonunda da: "Kureyş onu öldürdü" buyurdu.
Beyhekî'nin İbn-i İshak
tarikiyle Asım bin Ömer bin Katade'den sevkettiği bir haber
ise şu merkezdedir: "Huzeylliler Asım bin Sabit'i öldürdükleri zaman, onun
başını alıp Sülafe bint Sa'd'e götürüp satmak istediler. Sülafe daha önce
Uhud'da öldürülen iki oğlunun intikamını almak üzere: "Eğer Asım'ın başını
ele geçirecek olursam, vallahi onun kafatası içinde şarap içeceğim!" diye
yeminler ve ahidler etmişti. Huzeylliler de sırf ondan bol dünyalık elde etmek
için mutlaka Asım'ın başını ona götürmek istiyorlardı. Bunun için çok
çalıştılar fakat bal arılarının çokluğu buna engel oldu. Baktılar istedikleri
olmuyor, "bari akşamı bekliyelim" dediler.
(Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın Büreyde bin Süfyan el-Eslemi'den sevkettiği bir haber daha vardır.
O dahi bu mealdedir. Şu kadar var ki, bu rivayette: "Rasulüllah'ın:
"Allah'ın selamı senin de üzerine olsun" dediği duyulduğu zaman,
ashabı kiram sormuşlar: "Ey Allah'ın rasülü, kimin selamına karşılık
veriyorsunuz?" diye... Peygamberimiz de: "Kardeşiniz Hubeyb'e. Çünkü
şu anda müşrikler onu idam etmek üzeredir" buyurmuş" denilmektedir.)
Yine bu rivayette fazladan olarak şu bilgi de verilmektedir: Hubeyb
idam edileceği sehpa üzerine çıkarıldığı zaman, bazı dualar etti. Sonra boynunu
vurdular. Bu sırada müşriklerden biri vicdanı durumu kaldırmadığı için, yere
yatıp bu acı ve feci manzarayı seyretmek istemedi, İşte orada bulunanların
tamamı, bir sene geçmeden hepsi öldüler. Sa'dece Hubeyb dua ederken başının
vurulmasını görmeyeyim diye yere kapanan şahıs, hayatta kaldı."
İbn-i İshak der ki: Bana Abdullah bin Ebû Necih, Huceyr bin Ebû îhâb'ın
azadlısı Muaviye'den nakletti. O demiştir ki: "Hubeyb Mekke'ye getirildiği
zaman benim evimde hapsedildi. Bir gün ben kendisine baktığımda, elindeki üzüm
salkımından yemekte olduğunu gördüm. Elindeki salkım, onun başından daha
büyüktü ve o günlerde Mekke'de bir tek üzüm danesi bile bulunamazdı." (Bu
haberi, Muaviye'den İbn-i Sa'd'da rivayet etmiştir.)
İbn-i Ebî Şeybe ve Beyhekî, Cafer bin Ömer tarikiyle onun
babasından, o da dedesinden şöyle nakleder: "Hubeyb'in başı vurulmak üzere
bağlandığı ağaca çıkıp onun cesedini oradan kurtardım. Başkaları beni görecek
diye çok korkuyordum, İpi çözünce Hubeyb'in cesedi yere düştü, fakat düştüğü
yer uzak değildi. Sonra baktım Hubeyb'in cesedi ortalıkta yok. Ne kadar
bakındım ise de onu göremedim, sanki onu yer yutmuştu. Bu güne kadar da
Hubeyb'in cesedi nerededir veya kemikleri nerededir bilen olmamıştır."
[49]
Ebû Yusuf Kitabul-Letaif adlı esefinde Dahhak'tan şu haberi
nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), Mikdad ile
Zübeyr'i, Hubeyb'in cesedim idam edildiği ağaçtan indirmek üzere vazifelendirip
gönderdi. Bunlar da bu maksatla gittiklerinde Hubeyb'in cesedinin başında kırk
kişinin nöbet tuttuklarını gördüler. Fakat bunların hepsi sarhoş olup kendilerinde
değildi. Bunu fırsat bilerek Hubeyb'in cesedim indirdiler ve Zübeyr'in atına
yükleyerek oradan uzaklaştılar. Durumdan haberdar olan müşrikler bunları takibe
çıkıp peşlerinden yetiştiler. Durumu gören Zübeyr, Hubeyb'in cenazesini atından
yere attı. İşte bu sırada yer onun cesedini yuttu. Bu sebeple de ona:
"Beliu'l-ard = Cesedi yer tarafından yutulan adam" adı verildi."
Vahidi der ki: Bana İbrahim bin Cafer babasından naklen şöyle anlattı:
"Bir gün Kureyş toplu bir halde iken Ebû Süfyan: "Gidip te ansızın
Muhammed'i öldürebilecek bir adam bulamıyorum! Muhammed ise serbestçe
sokaklarda yürüyor" diye bağırdı. Adamın biri yanına yaklaşıp: "Eğer
sen bana yardım edersen, ben bu işin üstesinden gelirim. Benim, karakuşun
gagasından daha keskin hançerim var, gizlice gider onu öldürürüm. Yeter ki sen
bana destek ol!" dedi. Ebû Süfyan ona: "Sen bizim gerçekten çok
değerli bir arkadaşımızsın. Sana binit ve nafaka veriyorum. Haydi git bu işin
üstesinden geliver!" dedi. Bu işi son derece gizli tutması için de çok
tenbihte bulundu ve dedi ki: "Bunun Muhammed'in kulağına gitmesinden son
derece korkarım!"
Bu şekilde adamı yola çıkardılar. Adam da ağzını çok sıkı tutacağına
kafi söz vererek yola çıktı. Beş gün devesi üzerinde yol gitti. Altıncı gün
Bunun üzerine Peygamber efendimiz adama: "Şimdi sen emniyettesin,
istediğin yere gidebilirsin! Fakat dilersen senin için bundan daha hayırlı bir
şey vardır, onu yine kendi isteğinle kabul edersin!" buyurdu. Adamcağız:
"Benim için daha hayırlı olan şey ne imiş?" diye sordu. Peygamberimiz
de: "Allah'tan başka hiç bir ilah olmadığına, benim de onun elçisi
bulunduğuma şahadet etmendir!" buyurdu. Adamcağız da derhal şahadet
getirerek müslüman oldu. Sonra şunları söyledi: "Vallahi aslında ben,
insanlardan hiç korkmazdım. Fakat sizin huzurunuza geldiğim zaman, aklım
başımdan gitti ve nefsime büyük bir zayıflık hakim oldu. Sonra hiç bir kimsenin
bilmediği bir şeye sizin muttali kılınmış bulunduğunuzu gördüm. Anladım ki siz
Allah tarafından korunmaktasınız ve; Allah'ın size gösterdiği hak yol üzerinde
bulunmaktasınız. Bu durumda sizin bana kılavuzluk ettiğiniz şahadeti getirerek
müslüman olmakta hiç tereddüt etmedim!"
Bu olaydan sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Amr bin Ümeyye el-Damri ile Seleme bin
Eşlem'i çağırarak buyurdu ki: "Haydi ikiniz birlikte gidiniz, eğer Ebû
Süfyan denilen Allah'ın düşmanını ansızın öldürme imkanı bulursanız, hiç
tereddüt etmeden öldürünüz!"
Amr bin Ümeyye diyor ki: Mekke'ye yaklaştığımızda arkadaşım bana dedi
ki: "Önce Beytullah'a gidip yedi defa etrafında tavafta bulunup, iki
rekatçıkta namaz kılmak istemez misin?" Ben de kendisine: "Orada
herkes beni çok tanır" dedim ve onun teklifini kabul etmek istemedim.
Fakat o ısrar etti ve beni dinlemedi. Bunun üzerine gidip tavafta bulunduk ve
iki rekat namaz kıldık. Bu sırada oraya gelen Ebû Süfyan'ın oğlu Muaviye beni
tanıdı ve derhal babasına haber verdi. O da Mekke halkına durumu bildirdi.
Onlar da bizim hakkımızda iyi konuşmadılar ve: "Bunlar hayırlı bir iş için
gelmiş olamazlar" dediler.
Bilhassa benim islamdan önceki durumumu da nazarı itibare alarak
kuşkulandılar. Durum tehlikeli idi. Kureyş hepsi toplanmış bir karara varmak
üzere idiler. Biz de bir yolunu bulup hizla kaçmaya başladık. Onlar da bizi
yakalamak için peşimize adamlar salmışlar. Ben bir mağaraya girerek saklandım.
Geceyi burada geçirdim. Fakat
Buhârî, Hişam bin Urve
tarikinden rivayet eder. O der ki: Bana babam şöyle anlattı: Maune kuyusu
vakası meydana geldiği zaman, Rasulüllah'ın gönderdiği İslâm tebliğcileri
burada şehid edildiler. Amr bin Ümeyye de esir edildi. Amir bin Tufeyl
öldürülen müslümanlardan birine işaret ederek: "Bu kimdir?" diye Amr
bin Ümeyye'ye sordu. O da: "Bu, Amir bin Füheyre'dir" dedi. Amir bin
Tufeyl bunun üzerine şöyle konuştu: "Bu adamcağız, öldürüldüğü zaman
semaya kaldırıldı, ta yerle gök arasına kadar çıkarıldı. Sonra yere indirildi.
Ben bunu kendi gözlerimle bakarak gördüm."
İslâm tebliğcilerinin Bi'ri Maune'de şehid edildikleri haberi Peygamber
efendimize ulaştırıldığı zaman, ashabına hitaben şöyle buyurdular:
"Arkadaşlarınız şehid oldular! Ölmezden önce Allah'a dua edip O'ndan şöyle
dilekte bulundular: "Ey Allah'ım, bizim rabbimiz olarak senden razı
olduğumuzu, senin de bizlerden razı bulunduğunu kardeşlerimize ulaştır! Onları
bundan haberdar kıl!" İşte ashabım onların rablerinden bu dilek ve duaları
kabul olunmuştur, onların bu güzel haberi de sizlere ulaştırılmıştır,"
Müslim ve Beyhekî'nin ise Enes'ten naklettikleri bir haberde
şöyle denilmektedir: "Bazı kimseler Peygamber efendimize müracat ederek:
"Bizimle beraber bazı İslâm muallim ve tebliğcileri gönder. Onlar bizimle
beraber kabilemize gitsinler, bizlere Kur'an'ı ve sünneti öğretsinler"
dediler. Peygamber efendimiz de onların bu dileğini kabul ederek ensardan
yetmiş kişiyi onlarla birlikte gönderdi. Bunların hepsi ehli Kuran olduklarından
bunlara Kurra deniliyordu. Yolda giderlerken müşriklerin taarruzuna uğradılar.
Gidecekleri kabileye varmadan yolda öldürüldüler. Bu sırada yüce Allah'tan bir
dilekte bulunup şöyle dua ettiler: "Ey Allah'ımız! Sevgili Peygamberimize
ulaştır ki biz sana senden razı olarak kavuşmak üzereyiz! Senin de bizlerden
razı olduğuna inancımız tamdır!"
İşte Rasulüllah efendimiz de ashabına, onların bu halini bildirmek
üzere: "Kardeşleriniz Allah yolunda şehid oldular! Şehid olmak üzere iken
yüce Allah'tan güzel bir dilekte bulunup: "Allah'ımız, bizim sana senden
razı olarak, senin de bizden razı olarak kavuştuğumuz haberini; sevgili
habibine ulaştırıver!" dediklerini duyurmuştur."
Vâkıdî'nin Mus'ab bin Sabit'ten naklettiğine göre, Münzir bin Amr da bu
kıssayı rivayet etmiş ve demiştir ki: "Amir bin Tufeyl, Amr bin Ümeyye'ye:
"Burada şehid düşenleri şahsen tanıyor musun?" diye sormuş. O da:
"Evet" cevabını vermiş. Bunun üzerine şehidlerin cesetleri arasında
gezinerek: "Bu kim? Bu kim?" diyerek teker teker sorup cevap almış.
Sonra: "Burada şehid düşüp te cesedine rastlamadığımız var mı?" diye
sormuş. O da: "Evet, öldürülenler arasında olduğu halde Amir bin Füheyre'ye
rastalayamadık" demiş. Bunun üzerine Amirdin Tufeyl: "Onun haberini
sana'söyleyeyim mi?" demiş ve şunları anlatmış: "O aldığı bir mızrak
darbesiyle şehid düştüğü zaman, semaya kaldırıldı, ta görülmeyecek derecede
yukarılara çıkarıldı. Ben peşinden bakakaldım ve artık onu göremez oldum."
Amir bin Füheyre'yi şehid eden adam, Kilâb kabilesinden Cebbar bin
Selma idi. O bizzat kendisi bu hususta şunları söylemiştir: "Ben mızrağımı
ona sapladığım zaman o: "Vallahi ben kazandım diyerek haykırdı. Ben onun
bu halini gelip Dahhak bin Süfyan'a anlattım ve müslüman oldum. Benim müslüman
olmama; ondan duyduğum bu söz ve onun semaya kaldırılışını görmüş olmam sebep
olmuştur." Dahhak bin Süfyan da, Cebbar bin Selma'nın bu söylediklerini:
Amir bin Füheyre'nin cesedinin melekler tarafından semaya kaldırılmış olduğunu,
bir mektub yazarak bildirmiştir."
Beyhekî bu haberle ilgili
olarak: "İhtimaldir ki onun cesedi, Önce semaya kaldırılmış sonra yere
indirilmiş, sonra da kaybolmuştur. Eğer bunu bu şekilde kabul edersek, yukarıda
geçen Buhârî'nin haberi ile ilgili haber birleşmiş
olur. Zira Buhârî'nin haberinde "Sonra yere
indirildi" kaydı vardır.
Musa bin Ukbe'nin el-Megazi adlı eserinde de denilir ki: "Urve,
"Amir bin Füheyre'nin cesedi bulunamamıştır" demiştir. Onlar bunu,
meleklerin götürüp gizlediği, şeklinde yorumlamışlardır."
Yine Beyhekî'nin Urve'den, onun da Âişe'den bir rivayeti bulunmaktadır. Bu rivayette
ise: "Ben gördüm ki onun cesedi semaya kaldırıldı, yerle sema arasında
duruyordu" denilmektedir. İşte bu rivayette: "Sonra yere indirildi"
kaydı bulunmamaktadır. "Semaya kaldırıldı ve orada gizlendi"
rivayeti, çeşitli tanklardan geldiği için, birbirini desteklemekte ve bir nevi
kuvvet kazanmaktadır." [51] Ayrıca İbn-i Sa'd'ın da Vâkıdî yoluyla sevkettiği bir rivayette, Âişe'nin: "Amir bin Füheyre semaya
kaldırılmıştır, onun cesedini yerde bulamamışlardır" dediği
kaydedilmektedir ve bu' yüzden melekler tarafından ötelere çıkarıldığı görüşüne
sahip olmuşlardır."[52]
Buhârî ve Müslim Cabir bin Abdullah'tan rivayet ederler. O demiştir ki: "Biz Rasulüllah efendimiz ile birlikte Necid taraflarına gazaya gittik. Kafilemiz yola çıktığı zaman kuşluk vakti geniş bir vadiye indik. Burada konakladık. Burasının ağaçları çoktu, asker ağaçların gölgesine sığınarak istirahate çekildi. Peygamberimiz de bir semura ağacının altına çekildi, kılıcım da bu ağaca astı. Hepimiz uyumuştuk. Bir de ne görelim Rasulüllah bizleri çağırıyor. Derhal onun yanına koştuk. Onun yanında bir bedevi oturmakta idi. Meğer bu bedevi, efendimize suikastta bulunmak istemiş, Efendimiz bize buyurdular ki: "Bu bedevi, gelip ben uyurken kılıcını kınından sıyırmış ve başucuma dikilip: "Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak ey Muhammed?" diye bağırmıştı. Ben de kendisine: "Allah kurtaracak" karşılığını verdim. Bedevi korkup kılıcını kınına koydu ve gördüğünüz gibi yere oturdu." Peygamber efendimiz, bu bedeviyi cezalandırmadı.
Sahihtir kaydıyla Hakim, Beyhekî diğer bir tarikle Cabir bin Abdullah'tan şöyle naklederler: "Rasulüllah efendimiz Muharip bin Hasafe oğulları ile savaş yaptı. Bu savaş Medine'den iki günlük mesafede bulunan hurmalık bir Necid arazisi idi. Bir ara müslümanlar istirahate çekilmişti. Müşriklerden Gavras bin Haris adında birisi, uyumakta olan Rasulüllah efendimizin başucuna gelip dikilmiş ve kılıcını sıyırarak: "Söyle bakalım ey Muhammed, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" diye bağırmıştır. Peygamberimiz de derhal doğrularak: "Allah" cevabını vermiştir. Adam korkuya kapılıp kılıcı elinden düşmüş, Peygamberimiz de bu kılıcı eline alarak: "Söyle bakalım, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" demiştir. Adam: "Sen bilirsin ya Muhammed, sen bana iyilik ve afv ile muamele eyle!" diye yalvarmış. Peygamber efendimiz de adamı serbest bırakmıştır. Bu adam kavminin yanına gidip: "Biliyor musunuz, ben bütün insaların en hayırlısı olan zatın yanından geliyorum" diye konuşmuştur."
(Bu olayın ravisi, sonra "Salat'ül Havi" hakkında bilgi vermiştir.) [53]
Beyhekî'nin Cabir'den yaptığı rivayeti Müslim'in şu ifadeyle verdiğini görmekteyiz: "Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Cüheyne'den bir kavim ile çok şiddetli bir savaşa tutuştuk. Peygamber efendimiz, bir ara öğle namazını kıldırmıştı. Bunu gören müşrikler: "Eğer tam şu sırada müslümanlara bir yüklensek, hepsini kılıçtan geçirmiş oluruz!" dediler. Bazıları da: "Onların bir kaç saat sonra bir namazları daha var ki, onlar bu namazları evladlarından çok daha fazla severler. İşte o sırada onlara hamle yapıp, hepsini kılıçtan geçirelim!" dedi. Cebrâîl (aleyhisselâm) da gelip durumu Peygamber efendimize haber vermiştir. Peygamber efendimiz de durumu bize haber verdi ve bize Salatü'l Havfı kıldırdı." [54]
Ahmed, Beyhekî, Ebû Ayyaş el-Züraki'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Usfan'da biz Rasulüllah ile birlikte idik. Müşriklerin kumandanı ise Halid bin velid idi. Rasulüllah bize öğle namazını kıldırdı. Müşrikler dediler ki: "Elimize öyle bir fırsat geçmişti ki, ansızın saldırıp hepsini kılıçtan geçirecektik!" Öğle vakti ile ikindi vakti arasında "namazın kısaltılması" ile ilgili ayet nazil oldu."
(İşte bu, Usfan'da kılınan ilk "korku namazı" idi ve bu şekilde kılınan namaz da ikindi namazı idi.)
Müslim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Cabir bin Abdullah'tan şöyle rivayet ederler: "Biz Zatür-Rika gazvesinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yola çıkıp geniş bir vadiye indik. Rasulüllah efendimiz haceti için ayrılıp hayli uzağa gitti. Ben de onun peşi sıra su kabını götürdüm. Rasulüllah şöyle bir etrafına bakındı, hacetini yaparken gizlenecek bir şey göremedi. Bir de baktı ki vadinin kenarında bir ağaç var. Onun yanına kadar gidip dallarından birini tuttu ve: "Allah'ın izniyle haydi benimle gel" dedi. Dal sanki burnundan zincirle yedilen bir deve gibi, onun peşi sıra geldi. O diğer bir' ağacın yanında durup onun da bir dalma asılarak: "Haydi sen de Allah'ın iziniyle benimle gel!" diyerek çekti ve o da geldi. Efendimiz onu diğer dal ile birleştirerek arkasına gizlenip hacetini yaptı.
Ben bu sırada kendi kendimle konuşup bekliyordum. Bir de baktım ki, Rasulüllah bana doğru gelmekte ve başı ile: "İşte şuraya, İşte şuraya!" diyerek sağına ve soluna işaret etmekte. Peygamberimiz başı ile bu işareti yaparken orada duraklamıştı. Yanıma geldiği zaman: "Durup başımla sağıma ve soluma işaret ettiğim yeri gördün mü?" diye bana sordu. Ben de: "Evet ey Allah'ın rasülü" dedim. Bunun üzerine Rasulüllah bana: "Öyleyse haydi o iki ağacın yanına kadar git, her ikisinden birer dal kes ve o dalları getirip işarette bulunduğum yerlere birer tane bırak" buyurdu. Ben de Rasulüllah'ın emri gereğince gidip bir taş aldım. Onun bir kenarim keskinleştirerek birer dal kestim, dalları sürüyerek Rasulüllah'ın işaret ettiği yere kadar getirip koydum. Sonra Rasulüllah'a gelerek, buyurduklarını aynen yerine getirdiğimi haber verdim. Bu sırada Rasulüllah efendimiz buyurdular ki: "İşte ben, oradan geçerken işarette bulunduğum her iki yerde, iki kabir bulunmakta olduğunu gördüm. Onlar azab içinde idiler. İstedim ki, kendilerine şefaatim sebebiyle azapları hafifletilsin. İşte bu iki yaş dal, onların kabirleri üzerinde kuruyacakları zamana kadar onların azabının hafîfletilmesine vesile olacaktır,"
Bundan sonra biz, askerin yanına geldik. Peygamber efendimiz bana: "Ey Cabir, bana abdest almam için su getirmelerini söyle!" diye emretti. Ben de: "Abdest almak için su! su!" diye bağırdım, hiç su getiren olmadı. Kafilenin bu husustaki durumunu sordum; bir damla su olmadığı cevabını aldım. Gelip. Rasulüllah'a bilgi verdim. Ensardan biri, daima Rasulüllah için serin su bulundurmakla vazifeli idi. Rasulüllah efendimiz, onun serinlettiği suyu içerlerdi. Derhal beni o adama gönderdi. Ben de derhal o adama gittim, maalesef, onun su kırbasında bir içimlik dahi su yoktu. Sa'dece kırbanın ağzında bir damla su bulunmakta idi ki, onu kırbanın içine bıraksam, kırbanın kuru kısımlarını ıslatacak kadar bile yoktu. Dönüp geldim. Durumu Rasulüllah'a arz eyledim. Rasulüllah da bana: "Git, o su kırbasını bana getir!" buyurdu. Ben de derhal gidip getirdim. Bu su kabını mübarek eline alan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz bazı şeyler konuşup okudu. Fakat ben, neler konuştuğunu fark edemedim.
Peygamberimiz, su kırbasını eliyle yokladıktan sonra bana hitaben: "Ey Cabir, bize geniş bir su kabı getirmeleri için nida et!" buyurdu. Ben bütün sesimin çıktığınca: "Geniş bir su kabı getiriniz!" diye bağırdım. Derhal getirdiler, ben de onu Rasulüllah'ın önüne koydum. Rasulüllah bana eliyle işaret ederek benim elimde bulunan su kırbasını, getirilen geniş kabın üzerine yaymamı söyledi. Ben de yaydım. Sonra mübarek parmaklarını birbirinden ayırarak, onun üzerine koydu ve onu geniş su kabının dibine indirdi. Sonra bana hitaben: "Onu al kaldır ve üzerime dök, "Bismillah!" diye de söyle" buyurdu. Ben de öyle yaptım. Mübarek parmaklarından su akmaya ve geniş su kabı dolmaya başladı. "Ya Cabir, suya ihtiyacı olanların, gelip su almaları için ilan et!" buyurdu. Ben de ilan ettim, insanlar geldiler, diledikleri kadar su aldılar. İyice suya kandılar. Rasulüllah efendimiz elini geniş su kabından kaldırdığı zaman o yine su dolu idi."
Susuzluklarını iyice gidermiş bulunan insanlar, biraz sonra Rasulüllah'a açlıktan şikayet ettiler. Rasulüllah da onlara: "Çoğa varmaz yüce Allah, açlığınızı da giderecek bir imkan lütfeder" buyurdu. Derken Seyfül-Bahr denilen yere gelcliğimizde, bir hayvanın denizden karaya vurduğunu gördük. Bunun yarısıyla bütün asker doyuma erdi. Kızarttılar, pişirdiler, yediler ve doydular." [55]
Cabir der ki: Bu kıyıya vuran hayvan o kadar büyüktü ki, onun göz çukuruna beş kişi girip saklansa kimse onları göremezdi. Dönüşte yan tarafından bir parçayı en kuvvetli devemize yükleyerek Medine'ye getirdik. Fakat onu getiren deve, zorlanarak iki büklüm haline geliyordu." [56] Buhârî ve Müslim Cabir'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben Rasulüllah efendimizle gazaya çıkmıştım. Fakat devem geride kalıyor ve beni yoruyordu. Ne kadar iyi yürümesi için uğraştımsa faydası olmadı. Durumu farkeden Rasulüllah efendimiz: "Ey Cabir, sana ne oluyor? Neden arkalarda kalıyorsun?" diye sordu. Ben de: "Devem yürümüyor ya Rasülallah" dedim. Bunun üzerine elindeki mihceni ile deveme bir iki kere vuran Rasulüllah: "Haydi devene bin ve onu sür. Artık geri kalacak diye hiç korkma" buyurdular. Ben de binip sürdüm, devem gerçekten o kadar süratlenmişti ki, Rasulüllah'ın önüne geçmesin diye onu zor tutuyordum.
Ebû Nuaym'ın Cabir bin Abdullah'tan bir rivayeti de aşağı yukarı bu merkezdedir. Yine Ebû Nuaym'ın Cabir'den bir rivayeti vardsr. Bu rivayet dahi bu mealde olmakla beraber, bunda farklı olarak Rasulüllah'ın Cabir'in devesine bir İki vurduktan sonra, "Haydi Bismillah de, devene bin!" buyurduğu ifade edilmektedir.
Yine aynı olayla ilgili olarak Cabir'den Ahmed bin Hanbel'in de bir rivayeti bulunmakta ve bu rivayette şöyle denilmektedir:
"Ben geceleyin devemi kaybetmiştim. Rasulüllah'a uğradığımda o bana: "Neyin var?" diye sordu. Ben de devemi kaybettiğimi söyledim. Rasulüllah bana belli bir yeri işaretleyerek: "İşte deven oradadır, git al!" buyurdu. Ben gittim ise de devemi göremedim. Rasulüllah'a döndüğümde o bana yine: "İşte deven orada, git al!" buyurdu. Gittim, aradım, yine bulamadım. Döndüğümde Rasulüllah beni yanına alarak, işaret ettiği yere götürdü ve devemi elime teslim etti. Ben devemin yularından çekerek götürüyordum. Baktım, yazık dedim; "Benim böylesine küçük adımlarla yürüyen şaşkın bir devem olsun!" diye hayıflandım. Rasulüllah: "Ya Cabir, kendi kendine neler söyleniyorsun?" buyurdu. Ben de söylediklerimi kendisine haber verdim. Rasulüllah elindeki kamçısı ile devenin arkasına vurdu. Deve öylesine süratlendi ki, şimdiye kadar onun kadar süratli bir deveye hiç binmiş değilim. Adeta devemi zor zapt ediyordum."
Vâkıdî ve Ebû Nuaym Cabir bin Abdullah'dan şöyle rivayet ederler: "Peygamber efendimiz Zatür-Rika savaşına çıkmaya karar verdiği zaman, Ulbe bin Zeyd, üç adet deve kuşu yumurtası getirdi ve dedi ki: "Ey Allah'ın rasülü, bunlar deve kuşunun yuvasına bıraktığı yumurtalardır." Efendimiz de bana hitaben: "Onları al, hazırlayıp getir" buyurdular. Ben de hemen gidip onları bir sahan içinde pişirerek getirdim, ne kadar ekmek aradımsa da bulamadım. Çaresiz ekmeksiz olarak Rasulüllah'ın huzuruna koydum. Rasulüllah ve ashabı da onu ekmeksiz olarak yemeye başladılar. Herkes yedi ve doydu. Fakat sahandaki yumurta hiç eksilmeden duruyordu. Peygamberimiz ve onunla birlikte yiyenler kalktılar, sonra ashabtan diğerleri geldi. Onların da hepsi bu yumurtadan yiyip doydular. Sonra, hava serinleyince yerlerimizden kalkıp yolumuz-a devam ettik."
Beyhekî, Cabir bin Abdullah'tan şunu nakleder: "Biz Rasulüllah ile birlikte Benî Enmar savaşına çıktığımızda yolda giderken Peygamber efendimiz, bir adam hakkında: "Allah onu kurban eylesin" dedi. Adamcağız: "Ey Allah'ın rasülü, Allah yolunda değil mi?" dedi. Peygamberimiz de: "Evet Allah yolunda" buyurdu. Hakikaten bu adam, Allah yolunda kurban oldu, yani şehid düştü."
(Benî Enmar savaşı, Zatür-Rika savaşıdır.) Ayrıca bir bilgi olarak bu rivayeti, sahihtir kaydıyla Hakım'ın dahi rivayet ettiğim kaydedelim. Ancak Hakim, gazalara dair yazdığı bazı eserlerde, bu adamın Yemame savaşında şehid olduğunu zikretmiştir.[57]
Beyhekî Katade'den
rivayet eder. O şöyle demiştir: "Bize anlatıldığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ahzab gününde buyurmuş ki: "Bu
günden sonra artık müşrikler bize savaş açamazlar!" Gerçekten de
Rasulüllah'ın buyurdukları gibi, Ahzab savaşından sonra müşrikler bir daha müslümanlara
karşı savaş açamamışlardır." [58]
Buhârî Süleyman bin
Sürad'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Rasulüllah efendimiz Ahzab
günü, düşmanlar savulduktan sonra buyurdular ki: "Şu andan itibaren
savaşan bizler olacağız! Artık onlar bize değil, biz onlara savaş
açacağız!"
(Ebû Nuaym da Cabır'den benzen bir rivayet
nakletmiştir.)
Buhârî Cabir bin
Abdullah'tan rivayet ediyor. O şöyle demiştir: "Biz Ahzab günü hendek
kazıyorduk, çok sert ve sağlam bir kayaya rastladık, onu bir türlü
paçalayamadık. Ashab gidib durumu Peygamber efendimize arz ettiler.
Peygamberimiz: "Hendeğe ben ineyim" buyurdu ve ayağa katktı. Bu
sırada açlıktan karnına taş bağlamış olduğu görüldü. Gerçekten bizler tam üç
gündür hiç bir şey yememiştik. Peygamberimiz hendeğe indi, balyozu eline alıp
kayaya vurdu. Kayanın yumuşak bir toz yığını haline geldiği görüldü. Ben dedim
ki: "Ya Rasülallah eve gitmem için bana izin veriniz." O da izin
verdi. Ben eve gidip hanımıma dedim ki: "Ben Peygamber efendimizin dahi aç
olduğuna muttali oldum. Kendisine yedirebileceğimiz bir şey yok mudur?"
Hanımım da bana: "Bir miktar arpa ile oğlağımız var" dedi. Ben derhal
oğlağı kestim. Hanım da arpayı öğüttü. Eti tencereye koyduk.
Ben derhal Peygamberimize gelip: "Ya Rasülallah az miktar
yiyeceğimiz var. Sizi ve bir iki arkadaşınızı hanemize buyur ediyoruz"
dedim. Peygamberimiz yiyeceğin miktarını sordu, ben de bildirdim. Bunun üzerine
o: "Bu çoktur ve hoştur" buyurdu ve bana hitaben:"Git hanımına
söyle, ben gelmeden tencereyi indirmesin, ekmeği de pişirmesin" buyrdu.
Bütün ashabına hitaben de: "Haydi hepiniz Cabir'in yemeğine" diyerek
davette bulundu. Bütün muhacirler ve ensar kalktılar. Ben bu durumdan
telaşlanarak eve koştum, hanımıma: "Vay halimize Peygamberimiz bütün ashabını
ve onlarla beraber olanları alarak yemeğe geliyor" dedim. Hanımım bana:
"Neyimiz olduğunu Peygamberimiz sormadı mı?" dedi. Ben de:
"Sordu" dedim. Hanım: "Öyleyse telaşa mahal yok! Hepsi
gelsinler!" Peygamberimiz ashabı ile birlikte geldi. Ashabına hitaben:
"Haydi giriniz birbirinize sıkıntı vermeyiniz!" buyurdu. Sonra
hamurdan küçük parçalar alıp üzerine bir miktar et koyarak mübarek tükrüğü ile
bunu tencere ve fırınlayıp mayaladı. Sonra fırında pişen etli ekmekleri alıp
ashabına verdi. Bu minval üzere buna devam etti ve bütün ashabını bu şekilde
doyurdu. Yine de hayli yiyecek kaldı. Buyurdu ki: "Bundan kendiniz de
yiyiniz, ayrıca komşularınıza da hediye ediniz. Zira bütün insanlara açlık isabet
etmiş durumdadır."
Buhri'nin Müslim ile beraber (yani ittifak halinde)
yine Cabir'den olan diğer rivayetleri de aynıdır, ancak şu farklılık vardır:
"...Sonra bereketlenmesi için dua buyurdular. Ben, Allah'a yemin
ederek ifade edeyim ki, ashabın sayısı bin kadar olduğu halde, hepsi bundan yiyip
doydular. Kalkıp gittikleri zaman da tenceremizde hâlâ et kaynıyordu. Gerek
etimiz, gerek ekmeğimiz, sanki hiç yenilmemiş gibiydi."
Vâkıdî ve İbn-i Asâkir Abdullah bin Mugayyes el-Ensari'den
şöyle rivayet ederler: "Hendek savaşı sırasında Ümmü Amir el-Eşheliye
Peygamber efendimize bir tas içinde Hays denilen (ve et suyu ile undan yapılan)
çorba gönderdi. Bu sırada efendimizin yanında Ümmü Seleme de vardı. Ümmü Seleme
bu çorbadan karnını doyurdu. Rasulüllah da bir miktar içtikten sonra,
Rasulüllah'ın münadisi hendek ehlini bu çorbadan içmeye çağırdı. Onlar da gelip
bu çorbadan içtiler ve doydular. Sonunda bu çorba sanki hiç içilmemiş gibi
duruyordu."
(Vâkıdînin ve İbn-i Asâkir'in bu haberi, mürseldir.)
Ebû Ya'lâ ve İbn-i Asâkir, Abdullah bin Ali bin Ebû Rafi'den
naklederler. Onun ninesi Selma, kendisine şöyle haber vermiştir: "Hendek
günü Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Ebû Rafi'e bir
koyun göndermiş, bunun kesilip kızartılmasını istemiş. Ebû Rafi de bunu kesip
kızarttıktan sonra bir sepete koyarak Rasulüllah'a getirmiş ve bu koyunun iki
ön bacağı (döşleri) bile hiç umulmadık derecede bereketlenmiştir."
Ebûl-Kasım el-Beğavi, kendisinin Mu'cem adlı eserinde Muaviye bin
Hakem'den şu haberi nakletmiştir: "Bizler hendekte Rasulüllah ile birlikte
çalışıyorduk. Derken kardeşim Ali bin Hakem'in ayağı hendeğin duvarına çarparak
yaralandı. Yarası oldukça ciddi olup kanıyordu. Derhal Peygamberimize geldi.
Peygamber efendimiz de onun bu yarasını mübarek eliyle sıvadı ve:
"Bismillah" dedi. Kardeşimin ayağı iyi olup, hiç kendisine
rahatsızlık vermedi."
Beyhekî İbn-i İshak
tarikiyle şöyle rivayet eder: Selman-ı Farisi'den bana gelen habere göre, o
demiştir ki: "Hendek günü ben, bir kısmın kazılması için çalışıyor fakat
güçlük çekiyordum. Bana iltifat edip çektiğim güçlüğün farkına varan,
Rasulüllah efendimiz, hendeğe inip elimden balyozu aldı ve şiddetle vurdu. Bu
sırada balyozun altından bir kıvılcım çıktı. Bir daha vurdu, yine altından
kıvılcım parladı. Bir daha vurdu. Yine altından bir kıvılcım parladı. Ben dedim
ki: "Ey Allah'ın rasülü. Bu parlayan kıvılcımlar nedir?" Efendimiz de
buyurdular ki: "Birinci kıvılcım, Allah'ın bana Yemen'i fethedeceğini
gösterir, ikincisi: Şam'ın ve batının fethini gösterir. Üçüncüsü ise, Allah'ın
bana doğuyu da fethedeceğinin işaretidir." [59]
İbn-i İshak der ki: Kendisine itimad ettiğim kimselerin bana
anlattığına göre, Ebû Hureyre, Ömer ve Osman
zamanlarında şöyle konuşurmuş: "Ey müslümanlar! Bütün güç ve imkanlarınızla
Allah yolunda cihad edip ülkeler fethediniz! Ben varlığım elinde olan Allah'a
yemin ederek söylerim ki, sizin fethettiğiniz ve kıyamete kadar da
fethedeceğiniz hütün şehir ve ülkelerin anahtarlarını, şanı yüce Allah; sevgili
Rasülü Muhammed'e vermiştir."
Beyhekî ve Ebû Nuaym Bera bin Azib'ten rivayet eder. O
şöyle demiştir: "Bizler hendek kazınımda çalışırken, büyük ve sert bir
kayaya rastladık. Bir türlü onu parçalayamadık. Şikayetimizi Rasulüllah'a
götürdük. O balyozu eline aldı ve "Bismillah" diyerek bir darbe
indirdi. Derhal kayanın üçte biri parçalanmıştı. Akabinde Peygamber efendimiz:
"Allahü ekber" diyerek tekbir getirdi ve: "Allah bana Şam'ın
anahtarını vermiştir. Vallahi ben oradaki kırmızı köşkü görüyorum"
buyurdu. Sonra ikinci defa vurdu, bu seferinde de üçte biri daha
ufalanıvermişti. Peygamberimiz derhal "Allahü ekber" diyerek tekbir
getirdi ve: "Faris'in anahtarları bana verilmiştir! Vallahi ben Medain'in
beyaz köşkünü görmekteyim" buyurdu. Sonra üçüncü defa vurdu ve o kocaman
kayayı kum yığını haline getiriverdi. Derhal "Allahü ekber" diyerek
tekbir getirdi ve: "Bana Yemen'in anahtarları verildi! Şu anda ben oranın
başşehri olan San'a'nın kapılarını görmekteyim" buyurdu." [60]
İbn-i Sa'd, İbn-i Cerir, İbn-i Ebî Hatim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Kesir bin Abdullah tarikiyle; babası
vasıtasıyla dedesinden şu haberi vermektedirler: "Hendek kazarken beyaz ve
sert bir kaya çıktı. Bunu kırmaya çalışırken demirimiz kırıldı, iyice
zorlanmıştık. Nihayet durumu Peygamber efendimize arz eyledik. O da Selman'ın
elindeki balyozu alarak bu beyaz ve yuvarlak kayanın üzerine şiddetle vurdu.
Kaya sarsıldı ve balyozun altından bir ışık çıktı. Sanki Medine'nin iki yakası
arasını aydınlatmıştı ve karanlık bir gecede parlayan bir kandil gibi
gözlerimize aksetmişti. Bunun üzerine tekbir getiren Peygamber efendimiz,
ikinci bir darbe daha indirdi. Kayadan yine bir sarsıntı ve bir ışık çıktığını
gördük. Yine tekbir getiren Peygamberimiz; üçüncü defa kayaya şiddetle vurdu ve
kayayı kum yığını halinde par çalayı verdi. Yine Medine'nin iki yakasını
aydınlatırcasına bir nur çıktı. Efendimiz derhal tekbir getirdi. Biz de
gördüğümüzü ve Peygamber efendimizin tekbir getirişini kendisine arz edip,
hikmetini sual eyledik. Buyurdular ki: Birincisinde bana Hire ve Medâin şehirleri
gösterildi ve Cebrâîl ümmetimin buraları fethedeceğini
bildirdi, ikincisinde Rum diyarının kırmızı köşkleri gösterildi. Buralarının da
ümmetim tarafından fethedileceği Cebrâîl tarafından bildirildi. Böyle bir fetih ve zaferle şimdiden
sevinebilirsiniz. Üçüncüsünde ise, San'a'nın köşkleri gösterildi ve burasının
da fethedileceği haberi verildi. Sizler de bu müjdeli haberlere
sevinebilirsiniz."
Bu sırada münafıkların nifak dolu sözleri işitilmeye başladı. Onlar
diyorlardı ki: "Muhammed, bir taraftan sizlere büyük müjdeler veriyor;
kendisi Medine'de olduğu halde Hire ve Medain'deki köşkleri gördüğünü söylüyor,
diğer taraftan bakıyoruz, hendek kazmakla meşgulsünüz? Gelecek olan düşmanın
karşısına çıkmaktan bile acizsiniz!" İşte münafıkların ve kalbinde
hastalık olanların bu kabil sözleri üzerinedir ki, şanı yüce Allah Kerim
Kitabındaki şu ayeti indirmiştir:
"Münafıklar ve kalblerinde hastalık bulunan kimseler: "Allah
ve rasülü bize Sa'dece boş vaadlerde bulundu" diyorlardı." [61]
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i İshak tarikiyle Said bin
Meynadan naklederler. O da Numan bin Beşir'in kız kardeşinden nakleder. O
demiştir ki: "Annem, elbisemin bir kenarına bir miktar hurma koyarak, bunu
hendek kazmakta olan babam va dayıma götürmemi istedi. Giderken Rasulüllah'a
uğradım. Beni çağırdı, ben de yanına gittim. Hurmaları iki avucuna aldı, yere
bir yaygı yayılmasını emretti, elindeki hurmaları yerdeki yaygının bazı
yerlerine sepeledi. Sonra hendek kazmakta olanları çağırıp bu hurmaları
yemelerini emretti. Onlar da gelip toplandılar. Onlar hepsi bu hurmadan yediler
ve doydular. Kalkıp gittikleri zaman, yaygının üzerinde hâlâ hurma vardı, [62]
Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: "Mugire
oğullarından bir adam: "Ben vallahi Muhammed'i öldüreceğim" diyerek atına
biner ve atını hendeğe sürer. Hendeğin içine yuvarlanıp boynu kırılarak telef
olur. Karşı taraf: "Ey Muhammed onun ölüsünü bize teslim et, biz sana onun
diyetini verelim" derler. Fakat Peygamberimiz bunu kabul etmez ve:
"Bırakınız onu, o habis bir adamdır, onun diyeti de elbette habistir"
buyurur.
Beyhekî Katade'den şöyle
nakleder: "Şanı yüce Allah, Bakara süresindeki şu ayetini inzal buyurur:
"Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden
cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu
ki, iyice sarsılmışlardı." [63] İşte müminler Hendek savaşı sırasında
Ahzab'a yani kabileleri toplu olarak karşılarında gördükleri zaman:
"Bunlar hiç şüphesiz Rabbimizin ilgili ayetinde bize haber verdiği
durumdan başkası değildir" dediler.
Buhârî ve Müslim'in ittifakla İbn-i Abbâs'tan rivayet ettikleri bir hadiste
Rasül-i Ekrem (sallallahü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Ben, hendek savaşında Ahzab'a (müttefik düşman ordularına karşı)
saba rüzgarı ile zafere kavuşturuldum! Vaktiyle Ad kavmi de, Debûr (Lodos)
rüzgarı ile helak olmuştu."
Ebû Nuaym ile İbn-i Ebî Hatim'in sevkettikleri İbn-i Abbâs hadisi ise şöyledir: "Ahzab harbi
sırasında kuzey güneye gelip dedi ki: Haydi rüzgarını sal da Allah'a ve
rasülüne yardım eyle!" (Allah ve Rasülünün düşmanlarını perişan et!) Güney
de kuzeye dedi ki: "Geceleyin sıcak bir esinti cereyanı olmaz. Sen onların
üzerine saba rüzgarını gönder de hepsi perişan olsunlar." Derken saba
rüzgarı esmeye başladı. O kadar şiddetle esti ki, düşmanların ateşleri söndü,
çadırlarının ipleri kopup darmadağın oldu. Eşyaları, atları, develeri birbirine
karışıp tam bir felaket ve hezimet oldu. İşte bu durumu kastederek Peygamber
efendimiz de: "Ben saba fırtınası ile zafere kavuşturuldum. Vaktiyle Ad
kavmi de Debûr rüzgarı ile helak olmuştu!" buyurdular.
İmâm-ı Mücahid'in Ahzab (birleşik ordular) harbiyle ilgili olarak nazil
olan Ahzab suresinin: "Ey Müminler! Allah'ın size olan nimetini
hatırlayın, hani bir zaman size ordular gelmişti de, biz onların üzerine bir
rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, bütün yaptıklarınızı
görmektedir" [64]anlamındaki ayetiyle ilgili olarak şu açıklamada
bulunduğu bildirilmektedir: "Ayetteki "Bir rüzgar" ile Cenab-ı
Hak, saba rüzgarını murad etmektedir ki birleşik orduların üzerine bu rüzgarı
göndermiş, Hendek savaşı sırasında düşmanların ateşini onunla söndürmüş,
tencere ve kazanlarını, ip ve çadırlarını söküp altüst eylemiştir. O derece ki,
onlar orada tutunamayıp ric'ate mecbur olmuşlardır. Yine Cenab-ı Hak,
"...ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik" buyurmakla da; tarafı
üahiyesinden gönderilen melekleri kasdetmektedir. Çünkü bu savaşta da bilfiil
savaşa katılmamakla beraber melekler gönderilmiştir."
Beyhekî Huzeyfetü'bnül
Yeman'dan şöyle rivayet eder. O demiştir ki: "Biz Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hendekte bulunduğumuz bir
Ben aslında düşman karşısında cesareti de az olan bir kişi idim.
Rasulüllah'ın duaları bereketiyle ne bir korku, ne bir zarar veya fitne
gömleksizin gidip vazifemi ifa eyledim. Düşman saflarına usulca daldım, etrafı
güzelce gözetledim. Düşman tam bir perişanlık' ve şaşkınlık içindeydi. Herkes:
"Haydin göç, göç!" diye bağırışıyordu. Fakat kimse fırtınanın şiddetinden
yerinden kıpırdayamıyordu. Binit hayvanlarının çadır ve yataklarının üzerine
taşlar geliyordu. Sanki iki kuvvetli ordu birbirine girmiş, kılıç harbi
yapıyormuş gibi sesler geliyordu. Ben, durumu gözlerimle gördükten sonra geri
döndüm. Dönüş yolunu yarıladığım sırada sayıları yirmi kadar görülen atlılara
rastladım. Bu başları sarıklı süvariler bana dediler ki: "Peygamberinize
müjde ve haber eyle, Allah yardımını gönderip düşmanlarınızı perişan
etmiştir!" Ben yoluma devam ederek Rasulüllah'ın yanına geldim. Döner
dönmez de yine eskisi gibi üşümeye başladım. Tam bu sırada şanı yüce Allah,
ehli İslama olan yardımını beyan eden ayeti celilesini inzal buyurdu. (Ki bu
ayeti celile, az yukarda mealini gördüğümüz Ahzab suresinin dokuzuncu
ayetidir.)
Sahihtir kaydıyla Hakim'in ve Ebû Nuaym'ın diğer bir rivayetinde şu farklılık
vardır:
Huzeyfe der ki: Rasulüllah bu sırada bana hitaben: "Ey Huzeyfe,
düşmanın durumunu öğrenmeye sen gider misin?" diye teklifte bulundu. Ben
de dedim ki: "Ey Allah'ın rasülü, Bilirsiniz ki ben öldürülüp şehid
olmaktan asla korkmayan bir adamım! Fakat doğrusu bu ki, düşman eline esir
düşmekten korkmaktayım." Bunun üzerine efendimizin bana kelamı:
"Korkma ey Huzeyfe, sen esir olmayacaksın!" oldu. Ben de bunu üzerine
gittim. Düşman içlerine kadar ilerledim. Gördüm ki, fırtınanın şiddetinden
müşriklerin çadırları yıkılmakta, etrafta kab kaçakları uçuşmakta, atları ve
develeri birbirine girmekte. Herkes: "Haydin göçüyoruz göçüyoruz!"
diye bağrışmaktadır."
Buhârî ve Müslim (hadis ve rivayet
ilminde kendilerinden şeyhayn diye bahsedilir. Burada da müellifimizin
"şeyhayn-yani iki büyük üstad rivayet ettiler ki" ibaresi ile başladığını
görüyoruz. Daha önceleri de bir çok yerde aynı tabiri kullanmıştır. İşte bu iki
büyük üstad ve imam); Abdullah bin Evfadan ittifakla rivayet ederler: O
demiştir ki: "Ahzab (Hendek) savaşında Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dua buyurdular:
"Allah'ım sen, kitabı indiren, hesabı seri olansın! Birleşik ordular halinde de karşımıza gelip bizi ve dinimizi yok etmek isteyen şu orduları perişan eyle! Allah'ım, onları iyice sars ve tam manası ile perişan eyle!"
Yine Buhârî ve Müslim Ebû Hureyre'den naklederler. O şöyle
demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyururlar ki:
"Allah'tan başka ilah yoktur! O birdir! O, kendi askerini aziz ve
muzaffer kılmıştır! Kulu Muhammed'e yardım eylemiş, Ahzab'ı (müttefik ordularını)
perişan kılmıştır. O birdir, O'ndan başka sığınılacak, yardım ve imdad
dilenilecek başka bir varlık yoktur!"
İbn-i Sa'd, Said bin
Müseyyib'den rivayet eder. O demiştir ki: "Hendek savaşı sırasında
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) muhasara altında
kalmıştı. O ve ashabı yirmi güne yakın muhasarada tutuldu. Hepsi çok sıkıntı ve
üzüntü duydular. Nihayet Peygamber efendimiz Cenabı Allah'a dua ve niyazda
bulunup: "Ey Allah'ım, bize olan ahdini ve vadini yerine getirmeni
istiyorum! Allah'ım bize yardım ve imdad eyle! Allah'ım eğer istersen
(düşmanlarımıza imkan ve fırsat verirsen), kıyamete kadar sana kulluk eden
olmaz!" diyerek islamî tevhidin gereği, yüceler yücesi Allah'a sığınıp
O'ndan yardım ve zafer dileğinde bulunmuştur."
İbn-i Sa'd, Cabir bin
Abdullah'tan nakleder. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, Ahzab mescidinde pazartesi,
salı ve çarşamba günleri Cenabı Hakka dua ve münacatta bulundu. Çarşamba günü
İbn-i Sa'd, Vâkıdî tarikiyle
onun üstatlarından. Onlar da Amr bin Abd-i vedd'den naklederler. Bu adamcağız
Hendek savaşında sesinin çıktığı kadar bağırıp kendisine mübariz istemiş. Ali
bin Ebû Talib (radıyallahü anh) de: "Ben ona mübariz olarak çıkmak
istiyorum!" demiş. Bunun üzerine Peygamber efendimiz kendisini hazırlayıp kılıcını
kuşandırmış, sarığını sarmış ve: "Ey Allah'ım düşmanına karşı Ali'ye
yardım eyle!" buyurarak Ali hakkındaki duasını etmiş. Sonra onu mübarezeye
çıkarmıştır. Her ikisi kıyasıya çarpışmış, ortalığı toz duman kaplamış. Bu
sırada Ali, Amr'in boynunu vurarak öldürmüştür. Amr'in arkadaşları da çareyi
kaçıp geri çekilmekte bulmuşlardır."
Ebû Nuaym Urve ve İbn-i
Şihab'tan şöyle nakleder: "Nuaym bin Mesud Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek şunları söylemiştir: "Ya
Rasülallah Kureyş harpten usanmış ve neticeden ümid kesmiş bir durumdadır. Bana
onlardan, haber geldi. Diyorlar ki: "Biz hayli zor durumdayız, zaman da
hayli uzamış bulunuyor, yiyecek sıkıntısı da başlamıştır. Şu işi bir an evvel
bitirmemiz için bize önemli bi yardımınız gerekiyor." Ben de kendilerine
(ki onlar benim müslümanlığımı gizlemem sebebiyle, halâ beni kendilerinden
sanıyorlar) şu haberi yolladım: "Dediğiniz çok güzel ve yerinde. Fakat
size tam itimat edemeyiz. Bunun için bazı adamlarınızı rehin vermeniz gerekir.
Bu takdirde size yardımcılar gönderebiliriz." Bunun üzerine Rasulüllah da
bana dedi ki:
Kureyzalılar sulh için bana haber göndermişler. Ben de kendilerine.
"Nadir oğullarını mallarıyla birlikte yurtlarına iade edebileceğimi"
söyledim. Bu durumda Kureyzalılar benimle barışıp harpten çekilebilirler."
Bunun üzerine ben Gatafanlılara gidip: "Haberiniz olsun, ben yahudilerin
sizi aldatmak üzere bulunduklarına muttali oldum. Bu hususta ben size iyilik
etmek istiyorum. Bana inanınız, yahudilere kanmayınız! Biliniz ki Muhammed,
daima doğru söylemiştir. Ben onun: "Kureyzalılar benimle yeniden sulh
yapıp harpten çekilmek istiyorlar" dediğini kendi kulağımla duydum.
Onların kardeşleri bulunan Nadir oğullarını, malları ile birlikte yurtlarına
iade etmek şartıyla, bu barışı yapmaya hazır imişler" dedim.
(Benim bu çalışmam ve sözlerim üzerine düşman cephesinde birleşmiş
olanların arası açılıp, birbirine olan itimatlarını kaybederek büyük tereddüt
ve sıkıntılara düştüler. Bunun da Kureyşin durumunun sarsılmasına ve neticenin
onlar için bir hezimet olmasına çok etkisi olmuştur.)
Yukarıda ki haberi kısaca bu şekilde aktaran Ebû Nuaym der ki: "Bu haber de delalet eder
ki, dostun da, düşmanın da daima söyleyip durduğu, zaman zaman dilinden eksik
etmediği, söylendiği zaman itiraz da etmediği bir şey vardır. O da:
"Muhammed (aleyhisselâm)'ın; hep doğru söylediği,
Muhammed'ül-Emin olduğudur."
İbn-i Adiyy, Beyhekî ve İbn-i Asâkir el-Kelbi tarikiyle Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: Yüce
Allah'ın kerim kitabındaki ayeti celilesi şöyledir:
"Belki de Allah sizinle onlardan düşman olduklarınız arasına bir
sevgi koyar. Allah buna kadirdir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
[68]
İşte bu ayeti celilede beyan buyurulan sevginin tecelli ve tahakkuku cümlesindendir ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz Ebû Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe ile evlenmiştir de, Ümmü Habibe "müminlerin annesi" sıfatına nail olmuştur. Ebû Süfyan'ın oğlu Muaviye de müminlerin dayısı durumuna gelmiştir.
Tahavi'nin naklettiği haberler arasında: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hendek savaşı sırasında ikindi namazını
kılamamıştı. Cenabı Hak, batan güneşi geri çevirip batı ufkunda gösterip tuttu,
Peygamberimiz de ikindi namazını kıldı. Sonra güneş tekrar battı" diye bir
rivayet bulunmaktadır.
(Bu rivayetin münakaşası, ilerde gelecektir.) Nevevi'nin bu husustaki ondan nakli: "Bu rivayetin ravileri, sikadır" şeklindedir. Nevevi bunu, Müslim üzerine yazdığı şerhte de söylemiştir.
------------------------
[1] Al-i İmran suresi, 123
[2] Enfal suresi, 9
[3] Enfal suresi, 44
[8] Enfal suresi, 9
[10] Enfal suresi, 12
[13] Enfal suresi, 17
[14] Enfal suresi, 19
[15] Enfal suresi, 11
[22] Rûm suresi, 4-5
[25] Enfal suresi, 9
[26] Al-i İmran suresi, 124
[27] Al-i İmran suresi, 125
[29] Maide suresi, 11
[32] Haşr suresi, 1-5
[33] Haşr suresi, 6
[34] Maide suresi, 11
[39] Al-i İmran suresi, 152
[46] Al-i İmran suresi, 174
[61] Ahzab suresi, 12
[63] Bakara suresi, 214
[64] Ahzab suresi, 9
[68] Mümtehine suresi, 7