Sahihtir kaydiyle Hâkim ve Beyhekî Âişe validemizden
rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber Efendimiz benim yanımda idi
ve biz evde bulunuyorduk. Bir adam gelip bize selam verdi. Bu selamı işiten
Peygamberimiz derhal dışarı çıktı. Ben de onun peşinden çıktım. Dışardaki selam
veren Dıhyetü'l Kelbî idi. Peygamberimiz: "Bu Cebrâîl'dir, bana Kurayza Oğullarıyla savaşa çıkmamı
emrediyor" buyurdu. Cebrâîl şöyle diyordu: "Siz silah yere,
etmişsiniz. Halbuki bizler, müşrikleri Hamrâü'l-Esed'e kadar tâkîb ettikten
sonra, silahlarımızı bırakmadık!" Bu ise Hendek Savaşından sonra olmuştu.
Peygamberimiz de hazırlanıp çıktı. Kurayza Oğuilarına giderken bir topluluk ile
karşılaştı ve onlara: "Buradan birisi geçti mi?" diye sordu. Onlar
da: "Bir alaca katıra binmiş olan Dıhyetü'l-Kelbî geçti" dediler.
Peygamberimiz kendilerine: "O Dıhye değildir! Kendilerini sarsmak ve
kalblerine korku salmak için ordusuyla birlikte Kurayza Oğullarına gitmiş
bulunan Cebrâîl'dir" karşılığını vermiştir. [71]
Yine İbn-i Sa'd, Numeyd bin Hilâl'dan nakleder:
"Peygamberimiz ile Kurayza Oğulları arasında andlaşma vardı. Hendek Savaşı
sırasında Kurayzalılar, Kureyş'e yardım ederek andlaşmayı bozdular ve böylece
Allah'ın Resulüne hiyânet etmiş oldular. Fakat Yüce Allah'ın yardımı ile,
şiddetli ve kuvvetli bir rüzgar vermesi ile birleşik ordular hezimete uğrayarak
kaçtılar. Kurayza Oğulları ise, kâralarında kaldı, İşte bu sırada Resûllah da
silahlarını bırakmıştı. Cebrâîl gelip: "Biz, henüz silahlarımızı
bırakmadık! Sen derhal hazırlanıp Kurayza'ya gitmelisin!" dedi. Resûlüllah
da: "Ashabım yorgundur, ey Cebrâîl onlara birkaç gün mühlet versen!" buyurdu. Cebrâîl, mühlet vermenin söz konusu olmadığına
işaretle: "Derhal onlara savaşa çıkacaksın, ben dahî onları sarsmak,
kalblerine korku salmak üzere derhal oraya gidiyorum!" dedi ve dönerek
gitti. Cebrâîl, beraberindeki meleklerle Ansardan
Ganem Oğullarının yurdundan geçerken ortalığı toz-dumana boğmuştur. Hendek
Savaşı sırasında kaşından yaralanan Sa'd bin Muaz'ın yarası iyileşmiş, kanaması
dinmişti. Sa'd bin Muaz'ın bu sırada, Cenâb-ı Hakk'a şöyle dua ettiği duyuldu:
"Allah'ım, Sevgili Peygamberimizi böyle nazik bir zamanda hiyânet eden
Kurayza ile savaşmadıkça, benim canımı cima."
"Kurayzalılar ise, Resûlüllah'ın kendileriyle savaşmak için
geldiğini öğrenince korku ve üzüntüleri çok büyük olmuştur. Nihayet Sa'd bin
Muaz'ın hakemliğine râzî oldular. Sa'd bin Muaz da, harbe katılanların
öldürülmesi ve kalanların esir edilmesi hakkında hükmünü verdi. Bu şekilde,
Kurayzalılar cezasını bulmuş oldular." [72]
Beyhekî İbn-i İshâk
tarikiyle şöyle nakleder: Bana Amr bin Hizam'ın oğlu Muhammed'in torunu
Abdullah bin Ebû Bekr anlattı: Kurayza Oğullarının harbe katılmayanları esir
edildiği zaman, esirler arasında bulunan Amr kızı Reyhâne'yi Peygamber
Efendimiz kendileri için seçmişler. Reyhâne, Müslüman olmayı kabul etmediği
için Peygamberimiz tarafından azledilmiş. Bir gün Peygamberimiz, ashabı ile
sohbet ederken bir ayak sesi duymuş ve bunun üzerine şöyle buyurmuş:
"Duyulan bu ayak sesleri, İbn-i Süayye'ye aittir: O, Reyhâne'nin
Müslümanlığı kabul ettiğini müjde etmeye gelmektedir!"
Yine İbn-i İshâk tarikiyle Beyhekî, İbn-i Seken ve Ebû Nuaym rivayet ediyorlar. Asım bin Ömer bin Katâde, Benî Kurayza'lı bir ihtiyardan
şöyle nakleder: "Müslümanlık haberinin çıkmasından önceleri idi. Bize
Şam'dan bir haham gelmişti. İbn-i Heybân adındaki bu yahûdî, çok bilgili ve iyi
bir zât idi.
Biz Kurayzalılar, yağmurların kesildiği zamanlarda kendisine gider:
"Dua et de Allah rahmetini ihsan eylesin!" diye ricada bulunurduk. O
da derdi ki: "duaya çıkmazdan önce fakirlere iyilik edip onları
sevindirmeniz lâzım" Biz de öyle yapar, sonra yağmur duasına çıkardık. Ve her defasında Allah onun duası
bereketiyle bize yağmur ihsan ederdi. Bu çok bilgili ve muhterem zât,
hastalandığı zaman şöyle konuştu: "Benim şâm gibi yeşillik ve bolluk bir
yeri bırakarak böyle açlık ve kıtlık yurdu olan bir yere niçin geldiğimi
sanıyorsunuz?" Biz kendisine "Bilmiyoruz, bunu sen bileceksin"
dedik. O da dedi ki: "Çıkması çok yaklaşmış bulunan bir Peygamber'in çıkışını
görmek ümidiyle gelmiştim. O'nun hicret Yurdu ise burası olacaktır, ihtimâl ben
kendisine kavuşamıyacağım. Fakat sizlere samimiyetle tavsiye ediyorum, O
çıktığı zaman, hiçbir engel tanımadan kendisine inanıp ittibâ ediniz! Hem de
herkesten evvel davranınız." İşte o, böyle nasihat etmiş ve az sonra da
vefat etmişti. Kurayza kal’asının müşlümanlar tarafından kuşatıldığı
(Bu rivayeti İbn-i Seken; yine İbn-i İshâk tarikiyle ve fakat Asım bin Ömer'in Saîy bin
Cübeyr'den, onun da Câbir'den sevkettiği bir rivayet olarak kaydetmiştir.)
İbn-i Sa'd, Yezid bin Râmân
ve Asım bin Ömer'den rivayetle der ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz Kurayza Oğullarının kal'asını
kuşattığı zaman, Ka'b bin Esed Kurayzalılar'a şöyle demiştir: "Ey yahûdî
cemâati! Şu Peygamber'e tabî olunuz! Allah'a yemin ederim ki, bu zât, hak
Peygamberdir! O'nun gerçekten Peygamber olduğunu, sizler dahî yakînen öğrenmiş
bulunuyorsunuz. Tevrat'ın haber verdiği, Îsâ'nın müjde eylediği zâtın, bu zât
olduğunda bir şüpheniz kalmamıştır. O halde, O'na tabî olmamanız için bir sebep
yoktur.. " Kurayzalılar şu karşılığı verdiler: "Evet, bu zat, O'dur!
Buna bir diyeceğimiz yoktur. Fakat bizler Tevrat'ı bırakıp da O'na tabî
olmayız!"
Yine İbn-i Sa'd'ın Salebe bin Ebû Mâlik'ten sevkettiği
rivayet de şöyledir: "Süayye Oğlu Salebe ile Üseyyid ve Esed bin Ubeyd,
Kurayzalılar'a dediler ki: "Ey Benî Kurayza topluluğu, Allah'a yemin
ederiz ki, sizler Muhammed'in hak Peygamber olduğunu biliyorsunuz! O'nun sıfatı
sizce malumdur, bunu bizlere daha evvel âlimlerimiz haber vermiştir. İşte Huyey
bin Ahtab, [73]onların ilkidir, nitekim Nadir Oğullarının âlimleri de bunu bize
haber vermiş durumdadırlar. İnsanların en gerçek sözlüsü olarak kabul ettiğimiz
haham İbn-i Heymân'ın sözleri ve vasiyeti de hepimizce bilinmektedir. Bu
durumda, Muhammed'e tabî olmamanız için hiçbir sebeb görünmemektedir."
Onlar da dediler ki: "Biz, Tevrat'ı bırakıp da Muhammed'e tabî olmayız!"
İşte bunun üzerinedir ki, bu üçü, kal'adan inerek Peygamber'in yanına gittiler
ve müslüman oldular.."
Buhârî ve Müslim Âişe validemizden rivayet ederler. O şöyle
demiştir: Hendek Savaşında Sa'd bin Muaz kaşından yaralanmıştı. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, yakından kendisini ziyaret
edebilmek için Mescid'in içine bir çadır kurdurmuş, onu bu çadıra aldırmıştı.
Peygamberimiz, Hendek Savaşından dönüp geldiği zaman, silahını koyup yıkandı. Bu
sırada Cebrâîl gelip selâm verdi. Peygamberimiz ise başını
tarıyordu. Cebraîl: "Yâ Muhammed, sen silah yere etmişsin! Biz ise henüz
silahlarımızı koymadık. Hemen hazırlanıp onlara karşı çıkmalısın!" dedi.
Peygamberimiz: "Nereye?" diye sordu. Cebraîl, Kurayza Oğullarına
işaret etti. Peygamberimiz de ashabını alarak onlara gitti. Onlar da
Peygamberimiz'in hükmüne teslim oldular. Peygamberimiz ise, Sa'd bin Muaz'ı
hakem tayin etti. Onun bu hakemliğini Kürayzalılar da kabul ettiler. Sa'd bin
Muaz ise: "Ey Allah'ın Resulü, onların harbe katılanlarının öldürülmesine,
katılmayanların da esîr edilmesine, mallarının da ganimet olarak alınmasına
hükmediyorum!" dedi.
Sonra Sa'd bin Muaz şu şekilde dua edip münâcâtta bulundu:
"Allah'ım Sana malumdur ki, Senin Resulünü yalanlıyan şu kavm ile
savaşmayı sevdiğim kadar, başka birisini sevmiş değilim! Allah'ım sanıyorum ki
şu Kureyş ile olan savaşı sona erdirmiş bulunuyorsun! Eğer onlarla daha savaşılacaksa,
bana biraz daha ömür ver!. Eğer onlarla savaş bitmiş bulunuyorsa, dinmiş gibi
görünen yaramın kanının akmasına izin ver de, ölümüm bu yüzden olsun! Çünkü bu
yarayı ben, ancak Senin yolunda almış bulunuyorum!"
Sa'd bin Muaz'ın, bu duadan sonra yarasının kanı yine akmaya başladı ve
bu yüzden vefat etti.."
Beyhakî Câbir'den rivayet
eder: "Ahzâb (yâni Hendek) Savaşında Sa'd bin Muaz kaşından yaralanmıştı.
Kanı dinmeyince, kaşının kesilmesi ile bir nevî ameliyat yaptılar. Fakat kanını
dindiremediler. Sa'd bin Muaz, bunun üzerine Yüce Allah'a teveccüh ederek şöyle
bir niyazda bulundu:
"Allah'ım, ben, şu Kürayzalılar’a karşı da Senin yolunda vezife
yapmak isterim! Böyle bir cihâdı yapmadıkça, benim canımı alma!"
O, böyle bir duada bulundu ve duasını bitirince, yarasının akmakta olan
kanı durdu. Kurayza Oğulları Savaşında, hakemlik vazifesini de yaptıktan sonra,
yarasının kam akmaya başladı ve bu yüzden vefat etti.."
Beyhekî İbn-i Ömer'den şöyle rivayet etmektedird:
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), Sa'd bin Muaz
hakkında buyurdular: "O' nun vefatı sebebiyle Arş harekete gelip titredi
ve onun cenazesinde yetmiş bin Melek bulundu."[74]
Yine Beyhekî Câbir'den nakleder: Cebrâîl geldi ve Peygamberimize hitaben: "Şu
vefat eden bahtiyar ve iyi kul, kimdir? Onun için Arş titremiş ve göklerin
kapıları açılmıştır!" dedi. Peygamberimiz de bunun üzerine dışarı çıktı, vefat
eden zâtın, Sa'd bin Muaz olduğunu gördü."
Beyhekî İbn-i İshâk
tarikiyle Muaz bin Rifâa'dan, o da Râfî el-Zürakî’den naklediyor."Bana
kendi kavminden bâzı adamlar haber verdi" diye söze başlıyor ve şöyle
diyor: "Cebrâîl Peygamber Efendimiz'e gelip sormuş:
"Bu
Yine Beyhekî'nin Hasan-ı Basrî'den nakline göre, o şöyle demiştir: "Sa'd
bin Muaz'ın vefat ederek ruhunun Mele-i Alâ'ya yükselmesi üzerine, Arş-ı ilâhî
sevincinden hareket edip titremiştir."
Ebû Nuaym, Sa'd bin Ebû
Vakkâs'ın torunu Eş'as bin İshâk'tan nakleder. O şöyle demiştir:
"Peygamber sallalâhü aleyhi vesellem Efendimiz, Sa'd bin Muaz'ın vefatı
üzerine onun yanına gitmişti. Bir ara dizlerini birbirine yapıştırdı. Kendisine
niçin bpvle yaptığı sorulduğunda, meleklerin çokluğu ve sıklığı sebebiyle
böylle yaptığını söylediler. Sa'd'ın cenazesini kaldırdıkları zaman,
münafıklardan bâzısı: "Biz, bu kadar hafif bir cenaze görmedik" dedi.
Halbuki Sa'd, uzun boylu ve büyük vucudlu idi. Efendimiz de bunun üzerine
buyurdular ki: "Sa'd'ın cenazesine, yetmiş bin aded melek katılmıştır kî,
bu melekler daha önce hiç yeryüzüne inmemiştir!"
İbn-i Sa'd'ın Hasan-i
Basrî'den rivayeti de şöyledir: "Sa'd bin Muaz, gerçekten kuvvetli ve uzun
boylu idi vefat ettiği zaman, cenazesinin hafifliği üzerine münafıklar
dedi-kodu ettiler."Bu günkü kadar hafif bir cenaze görmedik" dediler
ve bunun sebebinin, Kurayzalılar'a karşı yaptığı hakemlik sebebiyle olduğunu ve
bunun, onun aleyhine tecellî ettiğini söylediler. Peygamber Sallalâhü aleyhi
vesellem buna muttalî olunca: "Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim
ki, onun cenazesine şahit olan melekler dahî cenazesini yüklenmiştir."
buyurmuştur."
(Bu rivayeti, Hâkim de Katâde tarikiyle Enesten
nakletmiştir.) [75]
İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym'in, Muhammed bin el-Münkedir tarikiyle
Muhammed bin Şürahbil bin Hasene'den bir rivayeti var. Bu rivayette de şöyle
denilmektedir: "Sa'd bin Muaz'ın cenazesi defnedildikten sonra, adamın
biri onun kabir toprağından bir miktar eline almış, bunun misk gibi koktuğuna
şahit olmuştur. Peygamber Efendimiz de: "Sübhânellah! Sübhânellah!"
diyerek hayretini ifâde etmişşlerdir. Sonra büyük bir sürür içinde şöyle
buyurmuşlardır: "Allah'a hamdolsun! Eğer herhangi bir kimse, kabir
sıkmasından tam manâsı ile kurtulmuş olsaydı, muhakkak Sa'd, o kişi olurdu.
Kabir onu, biraz sıkmış, sonra Yüce Allah kendisini bundan halâs
eylemiştir."
İbn-i Sa'd'ın biri de Ebû
Saîd el-Hudrî'den bir rivayeti vardır. O da demiştir ki: "Ben, Sa'd bin
Muaz'ın kabrini kazananlar arasında idim. Kabri kazarken devamlı olarak açılan
topraktan misk kokusu geliyordu." [76]
Buhârî'nin Berâ bin Azib'ten rivayetine göre, Abdullah bin Atik, Ebû Hâfii öldürdüğü zaman, evin merdiveninden inerken düşüp ayağını kırmıştı. Kendisi der ki: "Ben durumumu gidip Hazret-i Peygamber'e arz ettim. O da bana hitaben: "Ey Abdullah, haydi şu ayağını güzelce uzat!" buyurdu. Ben de uzattım. O günden sonra, ayağımın hiçbir ağrısını duymadım." [77]
Beyhekî ve Ebû Nuaym, Abdullah bin Üneys'ten rivayet
ederler. O şöyle demiştir: Peygamber Efendimiz beni çağırdı ve şöyle buyurdu:
"Bana ulaşan habere göre, Süfyân bin Nebîh el-Hüzelî, insanları toplayıp bizimle
savaşmaları için kışkırtıyormuş. Sen gidip onu öldürmelisin!" Ben de dedim
ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben o adamı tanımıyorum, onu bana tarif
ediniz." Bunun üzerine Peygamberimiz: "Sen onu tanıyacaksın, onu
görür görmez korkup titremeye başlayacaksın, İşte sana alâmet budur"
buyurdu. Ben de derhal yola çıkıp ona vardım. Onu gördüğüm zaman, gerçekten
titremeye başladım. Ben, kendisiyle bir müddet yürüdüm. Derken fırsatını bulup
üzerine hamleyi yaptım ve kendisini öldürdüm. Dönüp Peygamber Efendimiz'e
geldiğimde, bana, "Tamam mı" buyurdu. Ben de kendisine: "Evet,
yâ Resûlellah" dedim. Bana: "Doğru söylüyorsun" buyurdu ve
ayrıca bir asâ hediye etti ve: "Bu asayı yanında sakla, bu benim sana
hediyemdir" dedi. Ben, "Ey Allah'ın Resulü, bu asayı bana niçin
verdiniz?" diye sordum. O da buyurdu ki: "Bu asâ kıyamet gününde
seninle benim aramda bir alâmet olacaktır. İnsanların o gün yükü en hafif
olanları, asaya dayananlardır!" "Abdullah bin Üneys, Resûlüllah'ın
verdiği bu asayı kılıcının yanına koydu. Ölünceye kadar, kılıcıyla beraber onu
da taşıdı. Öldüğü zamanda kefeninin içine ve yanıbaşına konulmasını emretti ve
öyle yapıldı."
(Bunu, İmam
Ahmed bin Hanbel
de rivayet etmiştir. Ayrıca
İbn-i Kesîr de El-Bidâye adlı tarihinde, hicri beşinci seneye âit olaylar
arasında bunu zikretmiştir.)
Beyhekî ve Ebû Nuaym, Mûsâ bin Ukbe'den ziaklederler,
Abdullah bin Üneys bu hususta demiştir ki: Ben onu, gördüğüm zaman gerçekten
bir korkuya kapılmıştım. Halbuki ben korku nedir bilmeyen bir adamım! Kendi
kendime: "Gerçekten Resûlüllah doğru söylemiştir" dedim. Heyacânımı
kendisine belli etmemeye çalıştım. Bir müddet kendisiyle konuşup yürüdüm. Tam
fırsatını bulunca da kılıcı ensesine indirip onu öldürdüm."
(Bu hususta bâzı kimseler derler ki: "Abdullah bin Üneys, henüz
dönmemişti ki, Resûlüllah onun vazifesini yapmış olduğunu, yanındakilere haber
vermiştir.")[78]
el-Vâkidi der ki: Bana Sâid bin Abdullah bin Ebû'l-Ebyaz söyledi. Ona
da babası, Cüveyriye Vâlidemiz'in azadlısı olan ninesinden naklen anlatmıştır.
Şöyle ki: Ben Cüveyriye Bint-i Hâris'ten işittim. O bana dedid ki:
"Resûlüllah bize geldiği zaman biz Müraysi'de idik. Babam diyor ki: Bizim
asla kendilerine karşı koymaya gücümüz yetmeyecek olan bir kuvvetli ordu
geldi." Hakikaten gelen askerlerin ve silahların çokluğu, anlatılmayacak
derecede idi. Nihayet ben müslüman oldum ve Resûlüllah beni nikahladı.
Medine'ye dönüşümüz sırasında ben, İslâm askerinin durumuna bir daha baktım,
onları daha önceki kadar çok sayıda göremedim. Anladım ki, daha önceki
gördüğüm; Allah'ın dilemesi ve yaratması ile müşrikleri korkutmak içinmiş.
Nitekim bizim kabileden müslüman olan biride, "Biz bu sırada, daha önce
hiç görmediğimiz şekilde ve çoklukta askerler gördük! Bunlar alaca atlara
binmiş, beyaz elbiseli adamlar suretinde idi." demiştir.."
(Bu haberi bu şekilde Beyhekî ve Ebû Nuaym sevketmiştir.)-El-Vâkidi ise şöyle
demektedir:
Bana Hizam bin Hişam'in anlattığına göre, Cüveyriye validemiz şöyle
demiştir: Ben, Peygamber Efendimiz'in gelişinden üç gün önceki rüyamda, Ay'ın
Medine'den hareket edip geldiğini ve benim kucağıma düştüğünü görmüştüm. Ben bu
rüyamı herhangi bir kimseye söylemek istememiştim. Nihayet üç gün sonra
Peygamberimiz askeriyle birlikte geldiler. Bizi esir aldılar. Ben, gördüğüm
rüyamı hatırladım ve ümîd ettiğim gibi çıkacağını bekledim ve ben müslüman
oldum. Resûlüllab da beni azâd etti ve nikâhı altına alarak benimle
evlendi."
(Bunu bu şekilde Beyhekî de rivayet etmiştir.)
Müslim Câbir'den şöyle
rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir seferden dönmüştü. Medîneye yaklaştığı sırada, öylesine
şiddetli bir fırtına esti ki, neredeyse devesine binmiş adamı devesiyle beraber
kumlara gömecek gibiydi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Bu fırtına,
bir münafıkın ölümü sebebiyle gönderilmiştir" buyurdu. Medine'ye
geldiğimizde de, münafıkların en büyüklerinden birinin ölmüş olduğunu
öğrendik."
(Bu haberi, Beyhekî ve Ebû Nuaym da Mûsâ bin Ukbe tarikiyle rivayet etmişlerdir.)
Beyhekî'nin rivayetinde
şu fazlalık vardır: Şiddetle esmekte olan fırtına akşama doğru dindi. İnsanlar
fırtınanın şiddetiyle dağılmış bulunan develeri topladılar. Bu sırada
Resûlüllah'ın devesinin kaybolduğu görüldü ve aranmasına başlanıldı. Ânsardan
bir gurup sahabfnin yanında bulunan bir münafık, ileri-geri laf edip:
"Madem ki Muhammed'e kaybolan bir deveden daha mühim işler hakkında
semâdan haber geliyor, o halde devesinin de nerede olduğunu Allah kendisine
haber verse ya" dedi. Sonra bu sahâbîlerin yanından ayrılarak Peygamber'in
yanına gitti. Peygamberimiz de bu sırada konuşurken: "Münafıklardan birisi:
Peygamberin kaybolan devesinin nerede olduğunu Allah kendisine haber verse
ya!" diyerek saygısızlıkta bulunmuştur! İyi biliniz ki, devenin nerede
olduğunu Allah bana haber vermiştir! Kaybolan devem, İşte sizin tam karşınıza
düşen şu vâdîdedir ve yuları bir ağaca takılmış vaziyette beklemektedir! Ve
yine iyi biliniz ki, gaybı da Allah'tan başka kimse bilmez!" diye
söylemiştir. Ashabdan bazıları da hemen karşı vadiye koşmuşlar ve onu orada
Peygamberimiz'in buyurdukları gibi, yularından bir ağaca takılmış bir vaziyette
bulup getirmişlerdir. Münafıklar ise, hızlıca daha önceki konuştuğu yere
gitmiş, onların hepsinin orada oturmakta olduğunu hiç birinin yerinden ayrılmadığını
görmüştür. Buna rağmen, "Allah aşkına doğru söyleyiniz, içinizden gidip de
benim söylediğim sözleri Peygambere haber veren olmuş mudur? diye sormaktan da
kendini alamamıştır. Onlarda kendisine: "Allah'a yemin ederiz ki,
içimizden bir tek kişi yerinden ayrılmamıştır!" Cevabını vermişlerdir. O
münafık da demiştir ki: "Zira ben, buradan kalkıp Peygamber'in yanına
gittim ve benim burada Söylediğim sözden kendisinin haberdâr olduğunu gördüm.
Eğer benim, O'nun gerçek bir Peygamber olduğunda bir şüphe ve tereddüdüm
bulunuyorsa, kesin olarak şehâdet ediyorum ku, O gerçekten Allah'ın
Resulüdür!"
(Bu rivayetin bir benzerini üstadlarından nakleden İbn-i İshâk,
Medine'ye dönüş sırasında vefat ettiği öğrenilen münafığın, Rifâa bin Zeyd bin
el-Tâbût olduğunu söylerler.)
Ebû
Nuaym'in Câbir'den sevkettiği rivayet de şöyledir: "Biz, bir
seferde Resûlüllah (sallallahü aleyhi
ve sellem) ile birlikte idik.
Fena koku yayan bir rüzgar esti. Peygamber Efendimiz de: "Münafıklardan
bâzıları, bâzı mü’minleri çekiştirip gıybet ettiler. Bu sebeple bu fena kokan
rüzgar esmiştir!" buyurdular." [80]
İbn-i Asâkir, İbn-i Azi
tarikiyle Muhammed bin Şuayb'tan, o da Abdullah bin Ziyâd'tan rivayet ediyor. O
demiştir ki: "Mustalık Oğulları savaşında Müreysi denilen yerde esîr
edilenler arasında Cüveyriye de vardı. Babası onun fidyesini vererek kurtarmak
için gelip mürâcâtta bulundu. Yolda gelirken, Akıl denilen yere geldiği zaman
fidye develeri arasında bulunan seçkin iki deveyi ayırarak vâdîye saldı. Onları
fidye için ayırmışken, sonradan vermeye kıyamadı. Sonra Peygamber Efendimiz'e
geldiği zaman "Ya Muhammed kızımı esîr aldınız. Ben de onun fidyesi olarak
develeri getirdim. Fidye karşılığı olarak kızımı serbest bırakmanızı
istiyorum!" diyerek mürâcâtta bulundu. Peygamberimiz de kendisine:
"Fidye için yola çıkarmışken, Akîk vadisinde ayırıp da orada bıraktığın
seçkin iki deveyi ne yaptın" buyurdu. Haris bunun üzerine hayret edip:
"Ben şehâdet ederim ki sen, gerçekten-Allah'ın Resulüsün! Evet, ben o
develerin ikisini ayırıp sakladım. Bunu ise Allah'tan başka bilen yoktu!
Muhakkak bunu sana Allah haber vermiştir!" Haris bu sözleri söyleyip
müslüman oldu."
Buhâri ve Müslim Âişe Vâlidemiz'den
şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sefere çıktıkları zaman, zevceleri
arasında kura çekerdi. Kur'âda hangisi çıkarsa sefere onunla birlikte çıkardı.
Bir gavzeye çıkmak üzere iken de böyle kur'â çekdi ve bana çıktı. Ben de
Resûlüllah ile birlikte çıktım. Bu sırada hicâb âyetleri de inmiş bulunuyordu.
Ben hicabıma bürünmüş olarak hevdecin içine girdim, hevdecide beni taşıyacak
olan deveye yüklediler. Böylece hevdec ile taşınıyor, hevdec ile birlikte
iniyordum. Çıkılan bu gavze sona erdikten sonra dönmek üzere yola çıktık,
kafilemiz yoluna devamla Medine yakınlarına kadar gelmiştik. Bir yerde
konakladık. Ben geceleyin hacetim için orduyu geride bırakacak kadar yürüdüm,
hacetimi bitirdikten sonra binit deveme döndüm. Göğsümü yokladığımda
gerdanlığımın olmadığını gördüm. Hacetimi defettiğim yere gidip, esasen bende
emânet olan bu gerdanlığı aramaya başladım. Aramakla epey uğraşmış olacaktım ki
bu sırada kafile yola çıkmış. Hevdecimi de kaldırıp binit devemin üzerine
koymuşlar.
Ben vücutça o yıllarda oldukça hafif olduğum için, beni hevdecimin
içinde sanmışlar. Ayrıca yaşımda küçük idi. Üstelik kilo alacak miktarda yemek
yiyemezdik. Bu itibarla hevdecin hafifliğini hic de yadırgamamışlar. Ben,
haylice aradıktan sonra kaybolan gerdanlığımı buldum ve kafilenin mola verdiği
yere geldim. Bir de baktım ki, ortalıkta kimseler yok! Benim hevdec içinde
olmadığımı anlayarak beni almaya gelirler kanaatiyle, yerimde oturup beklemeye
başladım. Derken üzerime uyku bastı ve oracıkta uyumaya başladım... Derken
üzerime uyku bastı ve oracıkta uyumaya başladım. Derken ordunun arkasında
gelmekte olan Safvân bin Muattıl el-Sülemî, sabahleyin benim uyumakta olduğum
yere gelmiş ve birisinin uyumakta olduğunu görmüş. Dikkat edince beni görüp
tanımış. Hicâb âyeti gelmezden önce, beni görüp tanımakta idi. Onun: "İnnâ
lillah!" diyerek istircâda bulunması üzerine uyandım ve derhal cilbâbımla
yüzünü örttüm.
Allah'a yemin ederim ki, ne o bana birtek kelime söyledi, ne de ben
ona. Onun, sâdece istircâ etmesi "İnna Lillah!" demesi sırasında
sesini duydum. Safyân devesinden indi ve devesini yere çöktürdü. Beni devesine
bindirdi, kendisi de deveyi yularından yederek çekti. Bu şekilde yola devam
ederek orduya yetiştik. Onlar kaba kuşluk vakti, sıcağın şiddeti sebebiyle mola
vermişlerdi. Benim bu durumda orduya yetişmem sebebiyle, kötü düşünceye
saplanarak helak olan, helak olup gitti. Şüphesiz hakkımda uydurulan ve
söylenen o büyük iftiranın başı, Abdullah bin Ubeyy bin Selûl idi. Kendisi,
zâten bütün münafıkların da reisi idi. Derken oradan hareketle geçip Medine'ye
geldik. Ben Medine'ye gelişimden sonra, bir ay kadar rahatsız olmuştum,
insanlar, iftiracıların uydurdukları söz üzerine ileri geri konuşurlarmış.
Benim ise, hiç birşeyden haberim olmamıştı. Fakat yadırgadığım bir hal vardı. O
da diğer rahatsızlıklarım sırasında Resûlüllah Efendimizden görmeye alışık
olduğum sıcaklık ve ilgiyi görmemiş olmamdır. Resûlüllah, yanıma geliyor, selâm
veriyor ve: "Nasılsın?" diyor, sonra da çıkıp gidiyordu. Onun bu hâli
beni düşündürmüyor değildi. Fakat, hakkımda söylenenlerden kesinlikle hiçbir
şey bilmiyordum. Derken iyileşmeye başladım
Bir gün Ümmü Müsattah ile birlikte helaya gitmiştik. Biz, zâten geceden
geceye dışarı çıkardık. Bu çıkışımız da geceleyin olmuştu. Giderken Ümmü
Müsattah, ayağı sürçmüş olacak ki, yere düştü ve bu sırada: Müsattah'ın burnu
yerlerde sürtülsün!" diyerek kendi oğlu hakkında bedduada bulundu. Ben de:
"Sen ne diyorsun? Hiç Bedir'e katılmış bir müslüman için beddua mı
edilir?" dedim. O da bana: "Ey kızım, o neler söylüyor, sen duymuyor musun?"
dedi. Ben: "Neler söylüyor?" dedim. O da bana, bunun üzerine
iftiracıların söylediklerini haber verdi. Ben bunun üzerine tekrar hastalandım
ve hastalığım arttı. Dönüp evime gittiğim zaman, Resûlüllah odama girdi, selam
verdi ve "Nasılsın?" dedi. Ben de kendisine: "Ben, ana ve
babamın evine gitmek istiyorum, bana izin verirmisin?" dedim. Resûlüllah
bana izin verdiler. Ben de ana babamın evine gittim. Ben, hakkımda söylenenler
için, onlardan sağlam bir bilgi ve haber almak istiyordum. Anama hitaben:
"Anneciğim, insanlar benim hakkımda neler söylüyor? diye sordum. Anam:
"Anam kızcağızını, kendine iyi davran! Allah'a yemin ederim ki, senin gibi
bir kaç kuması olan, kocasının yanında çokça sevilen güzel bir kadın, birtakım
kötü söylentilerden kolay kolay kurtulmaz" diye konuştu.
Ben hayretler içinde kalarak: "Sübhânellah! Demek insanlar öyle
şeyler mi söylüyorlar?" demekten kendimi alamadım. O
O gün, Hazret-i
Peygamber, iftiracıların
başı Abdullah bin Übeyye gidip özür dilemesini söylemiş. Ben ise, bütün gun
boyu ağlamaya devam etmiştim. Asla gözyaşım dinmiyor, uyku diye bir şey
gelmiyordu. O kadar şiddetli ağlıyordum ki, ciğerlerimin parçalanacağını
zannetmiştim. Ben bu şekilde ağlarken, anam ve babam başucumda oturuyorlardı.
Bu sırada ansardan bir kadın geldi. Yanıma gelmesi için izin istedi, ben de
kendisine izin verdim. Gelip yanıma oturdu ve benimle birlikte ağlamaya
başladı. Biz İşte bu durumdayken Resûlüllah çıkageldi. Selâm verip oturdu.
Hakkımda söylenti çıkardıkları günden beri, hiç yanımda oturmamıştı. Aradan bir
ay gibi bir zaman geçmesine rağmen benim hakkımda bir vahiy de gelmemişti. Bu
sefer oturduktan sonra şehâdet getirdiler ve sonra dediler ki: "Ey Âişe, senin hakkında bana, şöyle şöyle sözler
geldi. Sen hakikaten bu hususta suçsuz isen şüphesiz Allah, seni beraat
ettirecektir. Eğer bir günah işlemişsen Allah'a tevbe ve istiğfarda bulun, zira
günahını itiraf edip tövbe ve istiğfarda bulunan kulunu Yüce Allah
Affeder."
Peygamberimiz sözünü bitirince, gözyaşım dindi, bir damla bile düşmez
oldu. Babama dedim ki: "Resûlüllah'a cevap ver." Babam: "Ben
Resûlüllah'a ne diyeceğimi bilmiyorum dedi. Bunun üzerine ben anama hitaben:
"Anacığım, benim namıma Resûlüllah'a cevap ver!" dedim. O da babam
gibi: "Vallahi ben Resûlullah'a ne diyeceğimi bilemiyorum!" dedi.
Bunun üzerine ben şu şekilde konuştum: "Ben yaşı küçük olan bir kızcağızını.
Kur'âri'dan çok şey de bilmiyorum. Demek ki, insanlar benim hakkımda o şekilde
konuşuyorlar ve onların bu konuşması da sizlerin içine iyice işlemiş durumda ve
siz buna inanmış görünüyorsunuz. Eğer ben sizlere: "Ben öyle bir şeyden
kesinlikle berîim (uzağım)!" desem, siz bana inanmayacaksınız. Eğer bir
şey hakkında size itirafta bulunsam, hepiniz bana inanacaksınız. Halbuki yüce
Allah benim öyle bir şeyden berî olduğumu bilmektedir. Vallahi sizinle benim
durumum, ancak Yusufun babasının durumu gibidir! Nitekim o, o sırada:
"Ben, Allah'ımdan sabr-ı cemîl niyaz ederim! Sizin dediklerinize karşı,
kendisine ve yardımına sığınacak olan da ancak Allah'tır!" demişti. Sonra
ben, dönüp yatağıma uzandım. Kesin olarak biliyordum ki, Allah beni beraat
ettirecektir.
Fakat benim hakkımda özel olarak vahiyy geleceğini hiç de
düşünemiyordum. Şüphesiz naçiz bir kul olarak, Allah'ın benim hakkımda devamlı
okunacak bir vahiyy göndereceğini düşünemezdim de. Belki diyordum, Resülüllah
efendimiz benim berâtim hakkında bir rü'ya görür de böylece suçsuzluğum
anlaşılmış olurdu, İşte ben ancak böyle zannediyordum. Fakat yüce Allah'ın
hikmetine ve tecellisine bakınız ki, ne Resülüllah oturduğu yerden intikâl
etmişti, ne de oradakilerden herhangi birisi yerinden ayrılmıştı ki Yüce
Allah'ın vahyi imdadıma yetişti. Resûlüllah'a vahiyy geldi ve kendileri vahiyy
hâline girdiler. Mübarek yüzlerinden inci daneleri gibi ter döktüler. Sonra
vahiyy hali O'nun üzerinden açıldı. O da gülümsemeğe başladı. İlk söylediği söz
de şu oldu: "Ey Âişe Allah seni beraat ettirdi." Anam,
hemen bana "haydi kızım, Resülüllah'ın yanına dikil" dedi. Ben:
"Vallahi O'nun yanına kalkmam, O'na teşekkür de etmem! Sa'dece Allah'a
hamdederim!" diyerek anama karşılık verdim ve bu hususta yüce Allah, Kerim
kitabındaki şu on âyeti inzal buyurdu."
Bu âyetleri, meâlen arz edelim:
"O yalan haberi getirip ortaya atanlar, içinizden bir topluluktur.
Siz, onu sizin için bir şer sanmayınız. Bil'akis o sizin için hayırdır.
Onlardan her kişiye, kazandığı günahın cezası vardır. Onlardan o
yalanın en büyüğünü idare edene de büyük bir azâb vardır."
"Onu işittiğiniz zaman inanan erkek ve kadınların kendiliklerinden
güzel zanda bulunup: "Bu, apaçık bir iftiradır!" demeleri gerekmez
miydi?"
"Ona dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitleri
getirmediler, o halde Allah yanında yalancıların tâ kendileridir."
"Eğer siz dünyada ve âhirette Allah'ın lutfu ve rahmeti olmasaydı,
içine daldığınız bu yaygarada size mutlaka büyük bir azâb dokunurdu."
"Çünkü siz onu dillerinizle birbirinizden alıveriyorsunuz ve
hakkında hiç bilginiz olmayan bir şeyi, ağızlarınızla söylüyorsunuz ve onu
önemsiz bir iş sanıyorsunuz. Oysa o, Allah katında büyük bir günahtır."
"Onu işittiğiniz zaman, bunu konuşmamız bize yakışmaz, Hâşâ bu,
büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?"
"Allah size öğüt veriyor ki, eğer inanan insanlar iseniz, böyle
bir şeye bir daha asla dönmeyiniz."
"Allah size âyetlerini açıklıyor. Allah bilendir, hikmet
sahibidir."
"inananlar içinde edepsizliğin yayılmasını isteyenler için dünyada
da, âhirette de acı bir âzab vardır. Allah bilir siz bilmezsiniz."
"Eğer size Allah'ın lutfu ve rahmeti olmasaydı, Allah çok
merhametli olmasaydı, şüphesiz bu iftiranız sebebiyle büyük bir azaba uğrardınız!"
"Ey inananlar! Şeytanın adımlarını izlemeyiniz! Kim şeytanın adımlarını
izlerse, o ona edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer size Allah'ın lutfu ve
rahmeti olmasaydı, hiç birinizi asla temizliğe erdirmezdi. Fakat Allah
dilediğini temizler. Allah işitendir, bilendir." [81]
Allâme Zemahşeri, Keşşâfü'l-Kur'an adlı meşhur tefsirinde der ki:
"Herhangi bir günahla ilgili olarak inmiş bulunan âyetlerin hiç
birinde, Hazret-i Âişe hakkındaki iftira günahıyla ilgili
olarak inen âyetlerdeki kadar ağır bir suçlama vâki olmamıştır. Hazret-i Âişe'ye yakıştırılan iftira ile ilgili inen
âyetlerde ise, muhtelif tahrikler ve çeşitli üslûblar ile pek ağır suçlama ve
şiddetli azâb ile korkutma vardır. Bunların her biri şüphesiz irtikâb edilen
suçun ağırlığını göstermektedir. Hatta iyi düşünecek olursak, Hazret-i Âişe'ye iftira suçunun günahının ağırlığı ve bu
iftirayı irtikâb edenlere verilecek olan cezanın şiddetinin, putlara tapmanın
günah ve cezasından daha ağır olduğunun gösterildiğini farkedebiliriz. Bu ise
hem Âişe validemizin taharet ve iffetini, hem
de Resülüllah Efendimiz'in Allah yanındaki üstün mertebesini ifâde eder."
Allâme Ebû Bekir el-Bakıllânı de bu konuda der ki: "Yüce Allah,
müşriklerin kendisine isnâd ettikleri şeyleri Kur'ân'da zikrettiği zaman, Kendi
Zâtını tesbîh ve tenzih eder. Meselâ bir âyet-i celîlesinde şöyle buyurur:
"Onlar (yâni müşrikler), "Allah bir çocuk edindi!" dediler.
Sübhâneh = Halbuki Allah böyle bir şeyden münezzehtir!" [82]ve daha buna
misâl olarak zikredebileceğimiz pek çok âyet var. Fakat münafıkların Hazret-i Âişe'ye isnâd ettikleri şeyi zikrettiği zaman da
zâtını tenzih ve tesbîh etmiştir ve "Sübhânek hazâ bühtânün azîm!"
=Hâşâ, bu büyük bir iftiradır, buyurmuştur. Hazret-i Âişe'nin öyle bir şeyden berâetini beyân sadedinde
kendisini tesbîh etmek suretiyle, Âişe vâlidemiz'in
suçsuzluğunu çok üstün ve nezîh bir beyânla, kullarına bildirmiştir."
Müfessir İbn-i Cerîr, Abdullah bin Caşh'ın oğlu Muhammed'ten şöyle
nakleder: "Hazret-i Âişe ile Hazret-i Zeyneb, bir gün kendi
aralarında iftihar ediştiler. Zeyneb validemiz: "Ben Peygamberle nikâhı
hakkında Allah'ın âyet indirdiği bir kimseyim!" diyerek îftihâr etti. Âişe validemiz de: "Ben suçsuzluğu hakkında
Allah'ın âyet ettiği kimseyim!" diyerek iftiharda bulundu. Bunun üzerine
Zeynep Validemiz, Hazreti Âişeye hitaben:
"Gerçekten ey Âişe, sen yapayalnız kaldığın o karanlık
gecede nasıl duâ ve niyazda bulundun; diye sordu. Âişe validemiz de şu karşılığı verdi:
"Hasbiyallahü ve ni'ınel vekîl=Bana Allah yeter, O ne güzel
vekil'dir!" diyerek duâ ve niyazda bulundum; yegâne vekilimiz bulunan
Allah'a sığındım!"
Benim halam ve mü’minlerin de anası bulunan Zeyneb, Âişe validemizin bu cevabı karşısında: "Kulti
kelimete'l mü’minîn= Gerçekten ey Âişe sen ehli imanın
sözünü söylemişsin!" diyerek takdirlerini belirtti.
İbn-i Ebî Hâtim'in çıkardığı bir habere göre, Sâid bin Cübeyr şöyle
demiştir: "Nur süresindeki on âyetten başka beş âyet daha vardır ki,
bunların hepsi, yani on beş âyet, Hazret-i Âişe'ye iftira
edenlerin tekzibi ve Hazret-i Âişe'nin beraatı ile
ilgili olarak nazil olmuştur." Yine İbn-i Ebû Hâtim'in çıkardığı bir
habere göre, İbn-i Abbâs da şöyle demiştir: "Nûr
süresindeki: "O namuslu, bir şeyden habersiz ve inanmış kadınlara zina
iftira edenler, dünyada da âhirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir
azâb vardır" mealindeki âyet-i kerîme, özel olarak Hazret-i Âişe hakkında nazil olmuştur."
Saîd bin Mansûr ile İbn-i Cerîr'in İbn-i Abbâs'tan olan rivayetleri ise şöyledir: İbn-i Abbâs bu âyeti okumuş sonra şöyle demiştir: "Bu âyet özel olarak Âişe ve diğer Peygamber zevceleri hakkında inmiştir
ve onlar hakkında bu âyette tevbeden bahsedilmemiştir. Diğer âyet ki:
"Namuslu kadınlara zina suçu atıp da sonra dört şahit
getirmeyenlere seksen değnek vurunuz" buyurulmuştur, bunu tâkîb eden
âyette de o zina iftirasında bulunanlar için: "Artık bundan sonra tevbe edip
islâh-ı nefs edenler hâriç. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir" buyurulmuştur. Yâni: mü’minlerin kadınlarına iftira edenlerin bu
iftira suçu için, sonra islâh-ı nefs ettikleri takdirde tevbe hakkı
tanınmıştır. Fakat Peygamber zevcelerine zina suçunu isnâd edenlerin bu
günâhına, bir tevbe hakkı tanınmamıştır. Onların tevbelerinin kabul
edilmeyeceğine işarette bulunulmuştur." [83]
Teberânî'nin çıkardığı bir habere göre, Husayf demiştir ki: "Bir
defasında ben, Saîd bin Cübeyr'e sordum: "Ey imam, zina suçunu irtikâb
etmek mi, yoksa namuslu bir insana zina isnadında bulunmak mı daha büyük bir
günahtır?" dedim. O, verdiği cevapta: "Zina etmek daha büyük bir
günahtır" dedi. Ben kendisine: "Yâ imam, ilgili âyet, namuslu insanlara
zina iftirasında bulunanların, dünyâda da âhirette de lanetlenmiş olduğunu
haber vermektedir. Ayetin bu beyânı, zina iftirasında bulunmanın daha büyük
günah olduğunu göstermiyor mu?" dedim. O da bana verdiği cevapta:
"Evet, gösterir. Fakat bu âyet-i kerîme, validemiz Âişe ile ilgilidir" dedi.
Yine Taberânî, Dahhâk bin Müzâhim'den şu haberi
nakletmiştir: "Bu âyet-i kerîme, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) zevceleri ile ilgili olarak
inmiştir."
Bu konuda, Feryâbî, İbn-i Cerir ve İbn-i Ebî Hâtim'in tefsirlerinde, İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ettiklerini
görmekteyiz. O demiştir ki: "Peygamberlerden hiç birinin, hiç bir hanımı,
asla zina etmemiştir! Böyle bir ayıbı, şanı yüce Allah, hiçbir Peygamberin
başına getirmemiştir." [84]
Buhârî ve Müslim Enes'ten rivayet ederler, O demiştir ki: "Ukel veya Ureyne'den birkaç adam Medîne'ye gelip Peygamberimiz'e mürâcâtta bulundular; müslüman olduklarını söylediler ve müslüman oldukları kabul edildi. Onlar, birgün Peygamber Efendimiz'e debiler ki:
"Ey Allah'ın Resulü, biz yayla havasına alışmış, süt ile gıdalanan kimseler idik. Şimdi şehre gelince, buranın havası bize yaramadı, hepimiz hastalandık." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de kendilerine Beytü'l-Mâl'e ait develerin yanına gitmelerini, develerin süt ve bevlini içerek tedâvî olmalarını emretti. Onlar da bunun üzerine Medine'den çıkarak develerin yanına gidip bir müddet kırda kaldılar ve orada iyileştiler. Bir gün, kendileri ve devlete âit develer ve bu devletin çobanları Harra yakınlarında iken, çobana saldırıp onu oracıkta öldürdüler. Devlete âit develeri de önlerine katarak, İslâm'dan da irtidâd ederek gittiler. Durumdan haberdâr olan Peygamber Efendimiz, bu mürted ve katillerin peşine adamlar gönderdi. Bunlar onların izini tâkîp ederek kendilerini yakaladılar. Gözlerini oyarak, ellerini keserek oracıkta bıraktılar. Devletin develerini de alarak geri döndüler. Onlar da orada cezalarını buldular, ölüp gittiler."
Beyhekî de bunun bir benzerini Abdullah bin Câbir'den rivayet eder ve fazladan olarak şunları kaydeder: "Peygamberimiz bu katil ve mürtedlerin arkasından adamlar gönderdi ve onların aleyhine duâ etti. Buyurdu ki; "Allah'ım, yolu onlar üzerine kapat! Gepgeniş yol, başlarına dar gelsin, bir bilezik kadar küçülüp onlara geçiş vermesin! Hâinler cezalarını bulsun." Gerçekten gepgeniş yollar başlarına dar gelmiş, kendilerine geçit vermemiştir. Peşlerinden giden müslümanlar, kolayca kendilerini yakalayıp cezalandırmıştır. Ellerini, ayaklarını keserek, gözlerini oyarak onları ölüme terketmiş, onlar da orada ölüp gitmişlerdir." [85]
İbn-i Sa'd el-Vâkidî tarikiyle onun üstadlanndan şöyle
nakleder: "Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Abdurrahmân bin Avfı, Dûmetü'l-Cendel'e gönderdiği
seriyyesi (askerî birlik) içinde göndermişti. Ona demişti ki: "Onları
İslâm'a davet ettiğimizde, eğer icabet ederlerse, onların hükümdarlarının kızı
ile evlen!" Abdurrahman, o askerî birlikle beraber Kelb kabilesine gitti.
Oraya vardıkları zaman onları İslâm'a davet ettiler, üç gün mühlet verip
beklediler. Kelb kabilesinin reisi bulunan Esbağ bir Amr, İslâm'ı kabul etti.
Kendisiyle beraber kabilesinden pek çok kimseler de müslüman oldular. Esbağ,
daha önce nasrânî idi. Müslüman olduktan sonra kızı Temâzar'ı, Abdurrahman ile
evlendirdi. Aynı kabileden bazıları ise, cizyelerini vermek üzere kendi
dinlerinde kalmayı tercih ettiler. Abdurrahman bin Avf, Medine'ye Temâzar ile
birlikte döndü. Efendimiz'in kendisine söylediği de, böylece gerçekleşmiş oldu."
Yukarıdaki rivayeti İbn-i Asâkir de
el-Vakidîtarikiyle rivayet etmiştir.[87]
"Muhammed, Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." [88]
Beyhekî, Mücemmi bin
Câriye'den şöyle nakleder: "Biz Hudeybiyede bulunduk. Orada yapılan
andlaşmadan sonra döndük ve dönüş sırasında Kurâu'l-Ganim denilen yere
geldiğimiz de Resûlüllah Efendimiz'e: "Yâ Muhammed, biz sana apaçık bir
fetih ihsan ettik" mealindeki âyet nazil oldu. Peygamberimiz bu âyeti
okuduğu zaman, kendisine "Ey Allah'ın Resulü, bu Hudeybiye andlaşması bir
fetih midir?" diye soruldu. Peygamberimiz de cevabında: "Evet
varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bu bir fetihtir!"
buyurdular.
Beyhekî Abdurrahman bin
Ebû Leylâ'dan şöyle rivayet eder: "Cenâb-ı Hak, Fetih sûresi'indeki bir
âyette:" ve Allah onlara yakın bir fetih daha verdi" buyurmuştur.
[89]Bu Hayber'in fethidir. Yine bu sûredeki bir âyetinde: "Size bir başka
fetih daha vermiştir ki, henüz sizler ona güç yetiştirmiş değilsiniz"
buyurmuştur. [90]Bu da, iran'ın ve Anadolu'nun fethine işarettir."
Buhârî, Berâ bir
Azib'ten şu haberi nakletmiştir: "Sizler, fetih denilince sâdece Mekke'nin
fethini anlıyorsunuz. Evet Mekke'nin fethi, büyük bir fetihtir. Fakat biz
sahâbiler, fetih söz konusu olunca, bununla Hudeybiye günündeki "Rıdvan
Bîat’ini hatırlarız. Biz, bindörtyüz kişilik bir ordu hâlinde Resûîüllah ile
birlikte çıkmıştık. Hudeybiye'ye geldiğimiz de, kuyunun suyunun bir damlası
kalmaymcaya kadar çektik. Susuz kalışımız Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e malum olunca, gelip kuyunun
kenarında oturdu ve bir miktar su getirilmesini istedi. Suyu getirdiler,
Peygamber efendimiz bu su ile abdest aldılar. Sonra mazmaza yapıp duâ
buyurdular, sonra bu suyu kuyuya döktüler. Orada bir müddet bekledik. Fazlaca
bir vakit geçmedi ki, kuyu feveran edip hepimizin ihtiyacına kâfi gelecek
şekilde suyunu kabarttı. Hem kendilerimiz, hem de hayvanlarımız için yetti ve
arttı."
Buhâri, Misver bin Mahreme'den ve Mervân bin Hâkem'den rivayet eder. Bu
ikisi demiştir ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hudeybiye gününde bin kusur kişi ile yola
çıktılar. Zü'l-Huleyfe'ye geldikleri zaman hedy kurbanını taklîd ve iş'âr etti
(Harem-i Şerîf için adanmış kurbanlığının gerdanına ip bağladı ve belli olsun
diye hörgücünün sağ tarafını yararak kanını orada bıraktı) Kurbanlığını bu
şekilde işaretledikten sonra, Umre için ihrama girdi. Sonra kureyş hakkında
bilgi getirmesi için gözcü gönderdi. Sonra yoluna devam ederek Usfân yanındaki
Gadîrul-Eştâd denilen yere geldiğinde, gönderdiği gözcü geri geldi ve dedi ki:
"Kureyş büyük bir topluluk hâlinde bir araya gelmiş ayrıca diğer
kabilelerden de adamlar toplanmış. Sizin umrenizi engellemek, sizi Mekke'ye
sokmamak için harbe hazırlanmış bir vaziyetteler."
Peygamber Efendimiz, bu haberi aldıktan sonra, ashabına hitaben:
"Ey nâs, bu husustaki fikrinizi söyleyiniz! Bizi Mekke'den uzaklaştırmak
için kararlı görünen bu adamlarla savaşmaya mı karar verelim, yoksa niyet
ettiğimiz gibi Umremizin ifâsına yönelip de engel olmaya kalkıştıkları
takdirde, biz de onlara karşı mı koyalım?" Açılan bu istişare üzerine Ebû
Bekir: "Ey Allah'ın Resulü, madem ki Umre için yola çıktınız, herhangi bir
kimseyle savaşmak niyetimiz de yoktur, o halde Umreyi ifâ için teveccüh ediniz,
eğer onlar engel olmaya kalkışacak olurlarsa, bu takdirde kendileriyle
savaşırız." Peygamberimiz de onun bu konuşması ve fikri üzerine:
"Uygundur o halde Allah'ın ismi üzerine yürüyünüz!" buyurdular.
Bir müddet ilerledikten sonra Peygamberimiz" Hâlid bin Velîd,
Kureyşe âit atlar içinde gözcülük yapmaktadır. Bunun için sağ tarafı takîb
edelim!" buyurdular. Hayli ilerledikten sonra Gudratü'l Ceyş denilen asker
geçidinden geçerlerken Halîd kendilerini görmüş oldu ve tehlikeyi haber vermek
üzere atına tepinerek Kureyş'e gitti. Peygamber Efendimiz yoluna devamla
Seniyye'ye geldiği zaman devesinin çöktüğü görüldü. İnsanlar "Hal,
hal!" diye bağırarak deveyi kaldırmak istediler ve "Ey Allah'ın
Resulü, deveniz Kusvâ yorulup yılgınlık gösteriyor, yerinden kalkmıyor"
dediler. Peygamberimiz de: "Hayır, Kusvâ yılgınlık göstermiyor. Onu
Kabe'yi tahribe gelen ashab-ı filin fillerini hapseden habs etmiştir. Vallahi
onlar benden, içinde Allah'ın şiarlarına hürmet edilen herhangi bir yer
isteseler, orasını onlara vermekte hiç tereddüt etmezdim!" buyurdu.
Kalkması için devesine ihtarda bulundu, deve de sıçrayarak kalktı.
Peygamberimiz de Kureyş'in üzerine sarkacak bir yerde iken, yön değiştirip
Hudeybiye'nin tâ ilerisinde çukur bir yere indi. Burada su az idi. İnsanlar
ancak az az su alabiliyorlardı. Derken bir damlası kalmayacak şekilde kuyunun
suyunu bitirdiler. Susuzluktan dolayı Resûlüllah'a mürâcât ettiler. Efendimiz
de bunun üzerine okdanlığından bir ok çıkardı ve bunu kuyuya saplamalarını söyledi.
Kuyunun suyu öylesine coştu ki, hepsi kana kana içtiler, hayvanlarını da
suladılar. Derken Hudâa'lı Bedîl bin verkâ yanında kabilesinden bâzı kimselerle
birlikte oraya geldi. Dedi ki: "Ben Ka’b bin Luiy ve Amîr bin Luiy'i
Hudeybiye'deki su başlarını tutmuş olarak gördüm. Uzun sürecek bir mukâteleyi
göze alarak ve düşünerek geldikleri belli ki, yanlarında sağılır develeri de
getirmişler. Sizi Kabe'ye sokmamak üzere savaşmakta kararlı görünüyorlar.
Durumu size haber verelim dedik."
Peygamberimiz de buna karşı dediler ki: "Biz kimseyle savaşmak
için gelmedik! Biz ancak umre yapmak için geldik. Kureyş'e gelince, Önceki
savaşlar onları iyice hırpalamıştır, dolayısiyle savaşmayı göze
alabileceklerini sanmıyorum. Eğer dilerlerse kendileriyle bir müddet için anlaşabilirim:
Bu müddet zarfında ben İslâm'ı tebliğe davet ederim, İslâm iyice yerleşir ve
kabul edilmiş olursa, onlar dahî diledikleri takdirde diğer insanlar gibi
İslâm'ı kabul ederler. Aksi halde İslâm'ın istikbâli ile ilgili işlere
karışmamış ve zarar görmemiş olurlar. Eğer bana bir müddet tanımazlar ve mutlak
suretle karşı koyup engel olmaya kalkışırlarsa; ben de kanımın son damlasına
kadar onlarla çarpışırım: Yâ bu uğurda şehîd olurum, yahut da Allah emrini
infaz eder!"
Bedîl: "Senin bu söylediklerini gider Kureyş'e tebliğ ederim"
dedi ve gidip Kureyş'e: "Biz Muhammed'in yanından geliyoruz. O, bazı
şeyler söyledi. Eğer onları size arz etmemi istiyorsanız arzederim" dedi.
Kureyş'in akılsızlarından bazıları: "Bize Muhammed'den hiç birşey
anlatmanı istemiyoruz!" dediler. Bâzı akıllıları ise: "Onun ne
dediğini bize arz et!" dediler. Bedîl de kendilerine Hazret-i Peygamberin söylediklerini nakletti. Bu sırada
Urve bin Mes'ûd ayağa kalkıp dedi ki: "Ey kavmim, siz ata değilmisiniz?
Siz evlâd değil misiniz?" diye ayrı ayrı sordu. Her defasında da Kureyş:
"Evet" karşılığını verdi. Urve: "Beni herhangi bir şekilde itham
edebilir' misiniz? dedi. Kureyş: "Hayır" karşılığını verdi. Urve:
"Bilmez misin ki, Ukazlılar bana karşı haksızlık ve saygısızlık ettikleri
zaman, çoluk çocuğumu alarak oradan uzaklaştım ve size geldim. Bana itaat
edenleri de beraberimde getirdim!" Kureyş: "Evet" dedi. Urve:
"Şimdi bu adam size, doğru ve iyi bir teklifte bulunuyor. Siz bu teklifi
kabul ediniz ve bırakınız ben gidip kendisiyle konuşayım!" dedi. Kureyş de
kendisine: "Peki git, konuş" dedi. Bunun üzerine Urve derhal yola
çıkıp Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem)'e geldi ve
O'nunla konuşmaya başladı. Peygamberimiz de kendisine, daha evvel Bedil'e
söylediklerinin aynısını söyledi. Bu sırada Urve: "Ey Muhammed, eğer sen
kavminle savaşa tutuşup onların kökünü kazırsan, hiç duydun mu ki senden evvel
Araplardan biri çıkmış da kavminin kökünü kazımış? Hiç bu olur mu? Eğer tersine
olursa, yâni onlar sana gelebe çalacak olursa; netice ne olacak? Ben şu anda
senin yanındaki adamları da zaten böyle bir çatışma anında soluğu kaçmakta
alacak kişiler olarak görüyorum. Bu takdirde yapayalnız kalacaksın." dedi.
Urve'nin bu sözlerini dikkatle dinlemekte olan Ebû Bekir, derhal ona
karşılık verdi ve: "Ey Urve! Sen tapınmakta olduğun putunun bıdrmı yala!
Sen bizleri kaçacak ve Peygamber'i yanlız bırakacak kimseler mi sandın!"
diye haykırdı. Onun bu sözlerine muhatab olan Urve: "Bu kim?"
demekten kendisini alamadı. Peygamberimiz de: "Bu, Ebû Bekir'dir"
dedi. Urve de: Eğer vaktiyle senden gördüğüm bir iyilik olmasaydı, şimdi sana
nasıl cevap verdiğimi görürdün!" diye konuştu ve yine Hazret-i Peygamber ile konuşmaya başladı. Konuşmasını
yaparken Peygamberimizin sakalından tutmaya başladı. Mugîre bin Şu'be ise
elinde kılıcı ve başında mihferi ile Peygamberimizin başucunda beklemekte idi.
Urve elini yine Hazret-i
Peygamberin sakalına
uzatınca, Mugîra elindeki kılıcın kabzası ile onun eline vurdu ve kendisine
hitaben: "Ey Urve, elini Peygamberin sakalından çek!" dedi. Urve
başını yukarı kaldırıp: "Bu kim?" diye sordu. Dediler ki: "Bu Mugîre bin Şûbe'dir." Bunun üzerine Urve: "Ey haddini bozan vefasız
adam, senin vefasızlığının yükünü ben çekmedim mi?" diyerek Mugîre'yi
azarlamak istedi. Bunun sebebi ise şuydu: Mugîre, vaktiyle câhiliye devrinde
bir topluluğa arkadaşlık etmiş, sonra onları öldürmüş, mallarını da alarak
gelip müslüman olmuştu. Bu durumda Peygamber Efendimiz de: "Ey Mugîra:
Senin gelip müslüman olmana hiçbir diyeceğim yoktur! Fakat öldürdüğün adamların
malları hakkında hiçbir mes'ûliyet kabul edemem" buyurmuştur.
Sonra Urve, Peygamberimizin ashabını süzmeye başladı. Gördü ki, ashabın
Hazret-i
Peygamber'e olan hürmeti ve
itaati, görülmemiş derecede kuvvetli ve şiddetlidir. Her emir ve işaretini
derhal yerine getirmekteler, her bir sözünü tam bir sessizlik ve dikkatle
dinlemekteler. Hazret-i
Peygamber'e olan saygının
büyüklüğünden, başlarını kaldırıp da O'na bakamamaktadırlar. Bu durumu da
böylece tesbît eden Urve bin Mes'ûd Kureyş'e döndüğü zaman dedi ki: "Ey
kavmim, vallahi ben vaktiyle bâzı hükümdarlara elçi olarak gittim. İran
Şah'ına, Rum Kayser'ine ve Yemen Necâşî’sine de gidip gördüm. Vallahi Muhammed'in
ashabının kendisine olan saygısı kadar kendisine saygı gösterilen bir hükümdarı
şimdiye kadar görmüş değilim! Ve Muhammed'in size olan teklifi, gayet yerinde
ve doğru bir tekliftir, bunu kabul etmenizi tavsiye ederim!"
Bu sırada Kinâne kabilesinden bir adamın: "Bana yetki veriniz,
gidip kendisiyle görüşeyim" dediği duyuldu. Kureyş de hadi git de konuş
dedi. Bunun üzerine yola çıkan Kinâne'li
adam, müslümanlara yaklaştığı zaman, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdular:
"Şu gelen Kinâne'den bir adamdır ve Kabe'ye adanan kurbanlıkları
çok seven bir kabiledendir. Bu itibârla üzerleri işaretlenmiş kurbanlık
hayvanlarımızı onun önüne sürün de, durumu gözleriyle görsün!"
Ashâb, bu emr-i nebevi gereğince kurbanlık hayvanları derhal ona doğru
sürdüler ve "Lebbeyk Allahümme lebbeyk!" diyerek telbiye okumaya
başladılar. Bunu gören Kinâne'li adam: "Sübhânellah! Bu adamlar Umre için
gelmiş kurbanlıklarını da işaretlemiş durumdalar! Böyle bir topluluk Kabe'yi
ziyaretten menedilemez!" demiş ve bu müsbet intiba ile Kureyş'e dünmüştür
ve demiştir ki: "Adamlar umre için gelmişler, kurbanlıklarının kilâdesini
asıp işaretlerini de yapmışlar. Kendilerini Beytüllah'ı ziyaretten menetmek
doğru olmaz." Bunun üzerine Kureyş'den Mikraz bin Hafs adındaki adam ayağa
kalkıp: "Bana izin verirseniz gidip onlarla görüşeyim!" demiştir.
Kureyş de kendisine izin vermiştir. Müslümanlara yaklaştığı zaman
Peygamberimiz: "Bu gelen de Mikraz bin Hafs'tır. Hileci ve fâsık bir
adamdır, kendisine dikkat edelim" buyurmuştur. Mikraz, Peygamberimizle
konuşmaya devam ederken Süheyl bin Acar'ın dahî gelmekte olduğunu gördü. Bunun
üzerine Süheyl'in adının güzelliği ile tefe'ül buyuran Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):
"Ashabım, İşte Süheyl göründü, işiniz de kolaylaştı,
demektir" buyurdu."
Muammer Zührî'nin bu konuda şöyle dediğini nakleder: "Süheyl bin
Amr gelip "Kağıt kâlem getiriniz, aramızda bir anlaşma yapıp yazıya
alalım!" dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de kâtip talebinde
bulundu. Ali, bu kâtiplik görevini üstlendi. Peygamberimiz Ali'ye: "Ey Ali
önce Bismillahirrahmânirrahîm yaz!" diye emretti. Süheyl buna itiraz etti
ve: "Bu sizin Besmele'nizde bir de Rahman adı geçmektedir. Ben Rahman'ın
ne olduğunu bilmiyorum. Bu şekilde yazmanızı kabul edemem. Ancak bizim Besmele'miz
olan BÎSMÎKE ALLAHÜMME (Ey Allah'ım ancak senin adınla)" diyerek
yazabilirsiniz" dedi. Müslümanlar da Süheyl'e itiraz edip: "Vallahi
biz, ancak "Bismillahirrahmânirrahîm = Ey Rahman ve Rahîm olan Allah'ımız,
ancak Senin adınla!" diyerek kendi Besmele'mizin yazılmasını kabul
ederiz!" diyerek bağırdılar. Peygamber Efendimiz ise Ali'ye
"Süheyl'in dediği gibi yaz!" diyerek emretti. Ali de yazdı. Sonra:
"Ey Ali, "Bu, Allah'ın Resûlu Muhammed'in üzerine imza koyduğu
hükmüdür" diyerek yaz!" buyurdu. Süheyl buna da itiraz edip:
"Vallahi bizler, senin Allah'ın resulü olduğunu kabul etmiş olsaydık,
seninle böyle bir andlaşma yapmamıza zâten lüzum kalmazdı. Ancak:
"Abdullah'ın oğlu Muhammed'in hükmüdür" diyerek yazabilirsiniz"
dedi. Peygamber Efendimiz de: "Vallahi sizler her ne kadar yalanlarsanız
da, Ben Allah'ın Resulüyüm! Fakat senin dediğin gibi de yazabiliriz. Ey Ali,
haydi onun dediği gibi: "Abdullah'ın oğlu Muhammed" diye yaz!"
buyurdu.
Zührî der ki:,"İşte Peygamber Efendimiz'in: "Vallahi onlar
bana, içinde Allah'ın şiarlarına hürmet edilecek herhangi bir yer isteseler,
bunu onlara vermekte hiç bir tereddüt göstermem!" buyurması, burada
böylece kendisini göstermiş oluyordu ve yine, onların elçisinin istediği gibi
yazılıyordu."
Peygamberimiz bundan sonra: "Ey Süheyl, Beytullah ile bizim
aramıza girmeyeceksin, Umre için tavafımıza engel olmayacaksın! Andlaşmamızın birinci
maddesi budur" buyurdu. Süheyl şu karşılığı verdi: "Bu taktirde
Araplar bizim zayıflığımıza hükmederler. Ancak, gelecek sene gelip Umre'nizi
yapabilirsiniz." Peygamberimizin de bunu kabul etmesiyle, birinci madde bu
şekilde iki taraf arasında kabul edilmiş oldu. İkinci madde üzerinde Süheyl:
"Ve sana müslüman olarak içimizden ayrılıp sığman olursa, onları bize iade
edeceksin" dedi. Müslümanlar bunu hayretle karşılayıp: "Müslüman
olarak bize gelen birisi, müşriklerde nasıl iade edilebilir?" diyerek red
ettiler. Tam bu sırada Süheyl bin Amr'in oğlu Ebû Cendel, ayaklarındaki
zincirler sebebiyle ağır ağır yürüyerek geldi ve müslümanlara sığındı. Derhal Süheyl:
"İşte ey Muhammed, yaptığın andlaşmaya riâyet ederek uygulayacağın ilk
şey! Onu derhal bize iade etmelisin!" dedi. Peygamberimiz: "Ey
Süheyl, bu hususta henüz andlaşmaya varmış değiliz!" buyurdu. Süheyl ise
diretip: "Vallahi siz bunu kabul etmezseniz, ben de sizinle bir andlaşma
yapmam!" diyerek bağırdı. Peygamberimiz: "Bu adamcağızı bana bağışlayınız!"
dedi. Süheyl, "Asîâ onu sana bağışlayacak değilim" dedi.
Peygamberimiz: "Bağışlarsın, haydi dediğimi yap! dedi. Bu sırada söze
karışan Mikraz: "Niçin olmasın, onu size bağışlarız" dedi. Derken Ebû
Cendel'in şöyle feryâd ettiği duyuldu: "Ey müslümanlar topluluğu, ben size
müslüman olarak gelip sığınmışken beni müşriklere nasıl iade edersiniz? Benim
müşriklerin elinden neler çektiğimi görmüyor musunuz?"
Gerçekten Ebû Cendel, müşriklerden çok çekmiş, İslâm uğrunda nice çile
ve işkencelere katlanmış idi. O gün onu müşriklere iade etmeye, müslümanlardan
hiç birinin yüreği razı olmazdı. Nitekim bunu, daha önce müslümanlar da dile
getirmişlerdi. Fakat, sıradan bir müslümanın sırrına nüfûs edemiyeceği kadar
mesele büyük ve derin idi. Nitekim bu mevzuda koskoca Hazret-i Ömer bile bocalamıştı. Nitekim kendisi bu durumu
şöyle anlatır:
"Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gidip: "Sen, hak olarak Allah'ın elçisi değil
misin?" dedim. O da bana: "Evet" dedi. Ben kendisine:
"Bizler de müslümanlar olarak hak üzere bulunup, düşmanımız olan müşrikler
ise bâtıl üzere değiller midir?" dedim. O da bana: "Evet" dedi.
Bunun üzerine ben: "Madem öyle, o halde niçin dînimizde bizleri alçaltan
bir ta'vîzi vermeye yanaşıyoruz?" dedim. Resûlüllah da bana cevâbında:
"Ben Allah'ın Resülü'yüm! Allah'a isyan edemem ve O benim
yardımcım'dır!" buyurdular. Ben yine kendimi alamayıp: "Yâ
Resûlallah, Sen bizlere Kabe'ye varıp tavaf edeceğimizi söylemedin mi?"
dedim. Peygamber Efendimiz de: "Evet yâ Ömer. Fakat "bu sene" diye size zaman tayîn ettim
mi?" buyurdu. Ben de: "Hayır yâ Resûlallah, zaman tayîn
etmediniz" dedim. Peygamberimiz: "Ben sizlere yine söylüyorum,
Kabe'ye varıp onu tavaf edeceksiniz!" buyurdular. Bunun üzerine ben, Ebû
Bekir'in yanına gittim, Peygamberimiz'e söyleyip sorduğum şeyleri, aynen ona da
söyleyip teker teker sordum. Ondan da, aynen Peygamberimiz'den aldığım
cevapları aldım. O da sözünü: "Peygamberimiz bizlere, bu sene tavaf
edeceksiniz şeklinde söylemedi. O halde, aynen Peygamberimizin haber verdikleri
gibi, Kabe'ye varacağız ve onu tavaf edeceğiz! Bunda hiç şüphen olmasın ey Ömer!" diyerek tamamladı. [91]
İmam-ı Zührî der ki: Ömer bu hususta
demiştir ki: "Ben, bu olaydan sonra çok korktum ve üzüldüm. Bu
söylediklerime keffâret olsun diye, pek çok amellerde bulundum."
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi
ve sellem), andlaşmanın yazılıp
imzalanması bitirildikten sonra ashabına hitaben buyurdular ki: "Ashabım,
haydi kalkınız kurbanlıklarınızı burada kesiniz, sonra tıraş olarak ihramdan çıkınız!"
Fakat ne kadar şaşılacak bir şeydir ki, ashaptan hiç biri kalkıp da
Peygamber'in kendilerine olan bu emrini, yerine getirmedi. Nihayet Peygamber
Efendimiz bu emrini üç defa tekrarlamak zorunda kaldı. Fakat üçüncü defa emrini
tekrarladıktan sonra dahî, ashâbtan hiç biri kalkıp da kurbanlığını kesmedi.
Tıraşını olup da ihramından çıkmadı. Bunun üzerine Peygamberimiz çok üzülmüş
bir vaziyette, içinde Ümmü Seleme vâlidemiz'in bulunduğu çadırına girdi.
İnsanların bu şaşılacak hâlini orada Ümmü Seleme'ye anlattı. Ümmü Seleme
Validemiz de kendilerine şu tavsiyede bulundu: "Ey Allah'ın Resulü, Sen
çadırından çık, hiç kimseye bir şey söylemeden kendi kurbanını kes, berberini
çağır ve tıraşını olarak ihramdan çık! Mes'ele bu şekilde halledilmiş
olacaktır."
Peygamber Efendimiz, Ümmü Seleme'nin kendisine söylediği gibi,
çadırından çıkıp kimseyle bir tek şey konuşmadan hedy kurbanını kesti, berberim
çağırarak tıraş oldu ve böylece Umre'sinin ihramından çıkmış oldu. Peygamber
Efendimizin böyle yaptığını gözleriyle görmüş bulunan ashâb-ı kiram da, hemen
kalkıp hedy kurbanlarını kestiler ve birbirlerini tıraş ederek ihramdan
çıktılar. Daha önce bu hususta ağır davranan ashâb, şimdi bunu ifâ ederken o
kadar acele ediyorlar ve o kadar üzüntülü görünüyorlardı ki, neredeyse
birbirini çiğneyeceklerdi." [92]
Bir müddet sonra mü’mine kadınlar geldiler. Yüce Allah onlar hakkında
şu âyet-i kerîmeyi indirdi:
"Ey mü’minler! Mü’min kadınlar göç ederek size geldiği zaman,
onları imtihan ediniz. Allah onların îmanlarını daha iyi bilir. Eğer onların
gerçekten inanmış olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri döndürmeyiniz.
Ne bu kadınlar o kâfirlere helâldir, ne de onlar bunlara helâldir. Onların
kâfir kocalarının bunlara sarfettikleri mehirlerini onlara veriniz. Mehirlerini
kendilerine verdiğiniz taktirde, bu kadınlarla sizin evlenmenizde bir günâh
yoktur. Kâfir kadınların ismetlerini, (nikâh veya akrabalık bağlarını) tutmayınız
ve kâfirlere katılan kadınlara harcadığınız mehirleri isteyiniz. Onlar da size
katılan mü’min kadınlara harcadıkları mehirleri sizden istesinler. Bu,
Allah'ın hükmüdür. Allah bilendir, hikmet sahibidir."[93]
Bu nazil olan âyetteki Allah'ın hükmü gereğince yapılan imtihan
neticesinde, Ömer (radıyallahü anh), vaktiyle şirk
zamanında nikahladığı iki hanımını boşadı. Bunlardan birini Ebû Süfyân oğlu
Muaz [94]diğerini de Ümeyye oğlu Safvân nikahladı. Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye döndü. Bu sırada Kureyş'ten
müslüman olan Ebû Basîr adındaki adamın kaçarak Medine'ye gelip Peygamber'e
sığındığı görüldü. Kureyş de kendisini yakalamak için peşinden iki adam
göndermişti. Bu iki Kureyş'li Medine'ye gelip, andlaşma gereğince Ebû Basir'in
kendilerine teslim edilmesini istediler. Peygamber Efendimiz de teslim etti.
Mekke'ye dönerlerken Zü'l-Huleyfe'ye vardıkları sırada develerinden inip hurma
yemeğe başladılar. Ebû Basir, yanındaki iki adamdan birine:
- "Kılıcın ne kadar da güzelmiş!" dedi. Adam:
- "Evet" dedi, ben bu
kılıcı savaşlarda çok tecrübe ettim. Ebû Basir:
- "Bakmama müsâde eder
misiniz?" dedi. Adam da kılıcını ona verdi. Bunu fırsat bilen Ebû Basir,
bir vuruşta adamın kellesini yere düşürdü. Diğer Kureyşli de bu sırada kaçmayı
başardı. Medine'ye geri gelip doğruca
Peygamber'e gitti. Yaklaşırken kendisini
gören Peygamberimiz:
- "Bu adam muhakkak korkunç
birşeyle karşılaşmış" buyurdu. Adam geldi ve:
- "Arkadaşım öldürüldü, ben de öldürülmekten kıl payı kurtuldum,
dedi. Derken Ebû Basir de çıka geldi. Dedi ki:
- "Ey Allah'ın Resulü, sen
vallahi andlaşmana uyarak ahdini yerine getirdin. Beni onlara teslim ettin.
Allah da bana yardım ederek fırsat verdi, ben de düşmanımı öldürerek kurtuldum!"
dedi. Peygamberimiz bunun üzerine:
- "Hayret! Bu, harb ateşinin yeniden tutuşmasına sebeb
olabilir!" buyurdu.
Peygamberimiz'in bu sözünden kendisini tekrar Kureyş'e iade edeceğini
sezen Ebû Basir, soluğu kaçmakta aldı. Medine'den ayrılarak Seyfü'l-Bahr'a
gitti. Süheyl'in oğlu Ebû Cendel de bir fırsatını bularak Mekke'den kaçtı ve
Seyfü'l-Bahr'a giderek Ebû Basir ile birleşti. Kureyş'ten her kim müslümanlığı
kabul etse, soluğu Ebû Basir'in yanında alıyordu. Derken buradaki müslümanlar
bir topluluk hâline geldiler.
Kureyş'in Şam'a sevkettiği kervanları haber alır almaz, kervanın önünü
kesiyor, bâzılarını öldürüyor, mallarını da ele geçiriyorlardı. Kureyş, böylece
kendilerinden iyice rahatsız ve şikayetçi idi. Nihayet Peygamber'e adamlar
gönderip "Allah aşkına ve aradaki akrabalık hürmetine" diyerek onları
oradan aldırmasını istirham ettiler ve kendilerine ilişilmezlik hakkı
tanıdılar. Peygamberimiz de adamlar gönderip onları oradan aldırdı. Bu olay
üzerine de şu âyet-i kerimeler nazil oldu:
"Mekke vadisinde onlara karşı size zafer verdikten sonra, onların
ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çeken Allah'tır! Allah, yaptıklarınızı
görmektedir."
"Onlar öyle kimselerdir ki, inkâr ettiler, sizi mescid-i harâm'ı
ziyaretten ve bekletilen kurbanlıkları yerlerine varmaktan alıkoydular. Eğer
orada, kendilerini tanıyamayacağınız için tepeliyeceğiniz ve bilmiyerek
tepelemenizden ötürü, kendileri yüzünden bir belâya uğrayacağınız inanmış ve
masum bazı erkekler ve kadınlar olmasaydı; (Allah sizin onlarla savaşmanıza
engel olmazdı. Allah böyle yaptı) ki, dilediği kulları rahmetine kavuştursun!
Eğer inananlar ile inanmayanlar birbirlerinden ayrılmış olsalardı, elbette
onlardan inkar edenleri acı bir azaba çarptmrdık."
"O zaman inkâr edenler, kalblerine kızgınlık ve gayreti, o
câhiliye çağının kızgınlık ve gayretini koymuşlardı. Allah da Elçisi'ne ve mü’minlere
huzur ve güvenini indirdi; onları takva kelimesine (sebata ve ahde vefaya)
bağladı. Zaten onlar, buna layık ve ehil idiler. Allah her şeyi bilendir."
[95]
İlgili ayet-i kerime'de işaret olunan "câhiliye çağının kızgınlık
ve gayreti" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamberliğini ikrar etmemeleri ve sırf câhiliye
taassubu ile Besmele'nin "Bismillahirrâhmanirrahim" şeklinde
yazılmasına karşı çıkmaları idi. Aynı zamanda müslümanların sırf İslâmi bir
ibâdet olarak Umre'yi yapmalarına mâni olmaları idi."
Ahmed,
Nesâî ve
sahihtir kaydiyle Hâkim, Abdullah bin Mugaffel’den şöyle
naklederler: Biz, Kur'ân'da da zikri geçen ve altında "Rıdvan Biati"
alınan ağacın gövdesinin yanında idik. [96]Bu ağacın dalları, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sırtına sarkıyordu. Andlaşmayı
yazacak olan Ali bin Ebû Tâlib ile Süheyl bin Amr de Resûlüllah'ın önünde
idiler. Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Ali'ye:
- "Bismillahirrâhmanirrahim" diye yaz!" buyurdu. Süheyl
derhal Ali'nin elini tuttu ve:
- "Bu şekilde Besmele
yazamazsın! Biz Kureyşliler olarak Rahman ve
Rahîm ne demektir bilmeyiz. Bildiğimiz şekliyle yazabilirsin" dedi.
Peygamberimiz de:
- "Peki, Bismikallahümme
şeklinde yaz!" buyurdu. Ali de yazdı. Sonra Peygamberimiz: "Bu,
Allah'ın Resulü Muhammed ile Mekke Ehli arasında bir andlaşmadır" diye
yaz!" buyurdu. Süheyl buna da itiraz etti, Ali'nin elini tuttu ve:
- "Sen gerçekten Allah'ın
Resulü isen, bu takdirde biz sana zulmetmiş oluruz. Bizim andlaşmalarımızda adet olan şekliyle
yazabilirsin!" dedi. Peygamberimiz de bunun üzerine Ali'ye hitaben:
- "Bu Abdullah oğlu
Muhammed ile Mekke Ehli arasında bir andlaşmadır" diye yazmasını emretti.
Tam bu sırada üzeri silahlı otuz kadar genç çıkageldi. Üzerimize hücum ettiler.
Derhal Resûlüllah Efendimiz, onların kulaklarının sağır -gözlerinin de kör-
olması için duâ ettiler. Bizler de
yerimizden sıçrayıp onları yakalayıp getirdik. Peygamberimiz kendilerine: "Buraya gelmeniz için herhangi bir
kimseden bir sözleşme veya emân aldınız mı?" diye sordu. Onlarda:
- "Hayır hiç bir kimseden izin almadık" dediler.
Peygamberimiz de kendilerini serbest bıraktı. (Bu olay üzerine de yukarıda
mealleri yazılmış bulunan âyetler nazil oldu.)
Müslim Câbir'den rivayet
eder. O demiştir ki: "Hudeybiye'ye varıldığında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: "Şu
Seniyetü'l-Mürâr'a kim çıkacak olursa, ondan vaktiyle îsrâil Oğullarından
affedildiği kadar günah ve hatâlar affolunur!" Bu nebevi ferman üzerine o
gözetleme tepesine ilk çıkanlar Hazreç'in atlıları oldu. Sonra herkes sür'atle
o tepeye koştu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Hepiniz Allah'ın
mağfiretine nail oldunuz! Ancak şu kırmızı deve sahibi hariç" buyurdular.
Ashâb, o kırmızı deve sahibine dediler ki: "Haydi gel de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) senin için Allah'tan mağfiret
isteyiversin!" O adam da, şu karşılığı verdi: "Vallahi, benim
kaybolan devemi bulmak, arkadaşınız Muhammed'in bana istiğfar edivermesinden
benim için daha sevimlidir!" O böyle dedi ve kaybolan devesini aramakla
meşgul oldu."
(Ebû Nuaym'in el-Vâkidî'den sevkettiği bir rivayette, bu kırmızı deve sahibinin, Damura
Oğullarından bir bedevî olduğu, Resûlüllah'ın askerine dâhil olmadığı, o sırada
kaybolan devesini aramak için askerin içine sokulduğu, devesini aramak
maksadiyle Sürâvi' dağına kadar gittiği, orda tehlikeli bir noktada sağı solu
gözlerken dengesini kaybederek aşağıya düşüp parçalandığı, cesedinin yırtıcı
hayvanlar tarafından yenildiği şeklinde fazladan bilgiler vardır.)
Ebû Nuaym Ebû Saîd el-Hudrî'den
rivayet eder, O şöyle der: "Hudeybiye yılı biz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte çıktık. Usfân denilen yere
vardığımızda
"Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bu
Kafilemizin adamları, o adamcağızın kim olduğuna baktıklarında
kafilemizden olmayan bir yabancı bulunduğunu görüp anladılar. Baktık, kaybolan
devesini aramak için yakınımıza kadar gelmiş bir ârabî idi. Sonra Peygamber
Efendimiz, "Yakında öyle bahtiyar müslümanlar gelecektir ki, onların
amellerinin çokluğuna bakarak, kendi amellerinizi azınısarsınız"
buyurdular. Biz de: "Ey Allah'ın Resulü, Onlar Kureyşten midir?"
dedik Resûlüllah Efendimiz ise: "Hayır onlar Kureyşten değil Yemendendir;
kalbleri sizden daha yufka ve daha yumuşak olan kimselerdir" buyurdu. Biz
yine: "Ey Allah'ın Resulü, bu müslümanlar bizden daha mı hayırlı
olacaklar?" diye sorduk. Bizim bu sorumuz üzerine de Peygamber Efendimiz
şöyle buyurdular:
"Eğer bir kimsenin altından bir dağı olsa ve bütün bu altını Allah
yolunda harcasa, sizden birinizin bir müd veya onun yarısı kadarı ile (bir kısımlık)
yaptığı hayır ve sadakanın sevabına bile yetişemez! Haberiniz olsun ki, bizimle
diğer müslümanların arasındaki farkı, yâni bizim büyük özelliğimizi beyân eden,
Allah'ın şu âyetidir:
"Neden sizler Allah yolunda harcamıyacaksınız ki? Göklerin ve
yerin mîrâsı zâten Allah'ındır. Elbette içinizden Mekke'nin fethinden önce
Allah yolunda harcayan ve savaşanlar, ötekilerle bir olmaz. Onların derecesi,
sonradan infâk eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah
hepsine en güzel sonucu va'detmiştir. Allah, bütün yaptıklarınızdan
haberdârdır." [97]
Ebû Nuaym, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet eder:
"Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Hudeybiye'ye
indiği zaman, sıcak çok şiddetli idi. Asker de kalabalık idi. Kuyuda ise bir
damla su kalmamıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz biraz su getirilmesini istedi.
Getirilen kuyuya âit bu kova içinde abdest aldı. Mazmaza yapıp ağzındaki suyu
da âit bu kovanın içine bıraktı. Sonra kovadaki suyu kuyuya döktü. Derken
kuyunun suyu yükseldi. Ashâb kuyunun etrafında idiler. Kuyunun suyunun
coştuğunu görünce, su kablarım getirip, bol bol su aldılar."
Ebû Nuaym el-Vâkidî'den nakleder. O şöyle der:
"Naciye bin A'cüm derdi ki: "Hudeybiye'de suyun yokluğundan şikâyet
edildiği zaman Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) beni çağırdı ve
"Şu oku al!" diyerek okdanlığından çıkardığı oku bana verdi. Sonra
bir kova istedi ve bu kovanın içinde abdest aldı. Ağzında mazmaza yaptığı suyu
da bunun içine boşalttı. Sonra bana hitaben: "Haydi kuyuya in, elindeki
oku kuyunun zeminine sapla, bu kovayı da oraya boşalt ve çek!" buyurdu.
Ben de kuyuya indim ve O'nun buyurduğunu aynen yerine getirdim. Allah'a yemin
ederim ki, kuyunun suyu derhal öylesine coştu ki, çıkarken peşimden beni suya
garkedecek diye endişe ettim. Su, adetâ tencerenin kaynaması gibi kaynıyordu.
Nihayet su yükselip kuyunun ağzına kadar doldu. Etrafımda bekleşmekte olan
Ashâb, koşarak kaplarını getirdiler, hepsi bol bol su aldılar. Kendilerinin ve
hayvanlarının bütün su ihtiyacını karşıladılar."
Bu sırada, kuyunun yakınında münafıklardan da bâzıları vardı. Bu
mucizeyi onlarda gözleriyle gördüler. Suyun coşarak yükselişine bakmakta olan
Abdullah bin Ubeyye hitaben Evs bin Havlı dedi ki: "Ey Ebû'l-Habbâb,
üzerinde bulunduğun şey hakkında basiret sahibi olmanın zamanı, hâlâ gelmedi
mi? Gözlerinle gördüğün şu mucizeden sonra, daha neyi görmek istersin? Senin de
bildiğin ve gördüğün gibi, buraya geldiğimizde kuyunun suyunu çektim, bir
içimlik dahî su kalmamıştı. Peygamber Efendimiz kovada abdestini alıp bu suyu
kuyuya döktürmesi ile, kuyunun suyunun coşup hızla yükseldiğini hepimiz gördük.
Buna rağmen, hâlâ basiret ehlî olmayacak mısın?"
Abdullah bin Übeyy, Evs bin Havlî'nin bu sözlerine karşılık: "Biz,
bu gibi şeyleri daha önce de gördük" (?) demekle yetindi. Aldığı cevap
karşısında hayretler içinde kalan Evs bin Havlı: "Allah, senin de, senin
sakat düşüncenin de cezasını versin!" demekten kendisini alamadı. Abdullah
bin Übeyy, derhal oradan ayrılarak Hazret-i Peygamber'in yanına gitti. Peygamberimiz de kendisine: "Bugün,
şu gördüğün mucize karşısında ne dersin?" buyurdu. Abdullah: "Böyle
bir şeyi şimdiye kadar hiç görmemiştim!" dedi. Peygamberimiz de: "O
halde demin o söylediklerini niçin söyledin?" buyurdu. Abdullah: "O
söylediklerim için Allah'tan mağfiret dilerim!" karşılığını verdi. Bu baş
münafığın oğlu Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın Resulü, babam için istiğfar
ediver de Allah onu affetsin!" dedi. Peygamberimiz de onun için istiğfarda
bulundu. "([98]
Buhârî Câbir'in şöyle
dediğini rivayet eder: "Hudeybiye'de insanlar susadı. Resûlullah Efendimiz
önündeki su kovasından abdest aldıktan sonra insanlara dönüp: "Neyiniz
var?" diye sordu. İnsanlar da: "Sizin önünüzdeki su kovasında bulunan
sudan başka abdest almak ve içmek için hiç su yoktur" dediler Bunun
üzerine Peygamberimiz elini, önündeki su kovasına soktu, parmakları arasından
çeşme gibi su akmaya başladı. Biz bu sudan hem içtik, hem de abdest aldık."
Bu hususta Câbir'e denildi ki: "Siz o gün orda kaç kişi
idiniz?" Câbir de onlara şu karşılığı verdi: "Eğer biz orda yüz bin
kişi bile olsaydık, o su bize yine kâfi gelecekti. Fakat biz o gün orda bin beş
yüz kişi idik." [99]
(Câbir'den çeşitli tarîklerle bu şekilde rivayet edilmiştir. Beyhekî ve başkaları ise, paygamber efendimizin
mübarek parmakları arasından su akması mucizesinin birkaç kere vukua geldiğini
naklederler, az ileride bu hususta bir bölüm gelecektir.)
Müslim, Seleme bin
el-Ekva'dan nakleder. O şöyle der: "Biz, bir gazvede Resûllüllah ile
birlikte idik. Bir ara şiddetli bir şekilde yiyecek sıkıntısı çektik. Hattâ
binit develerimizden bâzılarını kesmek istedik. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, bizlere yiyecek olarak bütün
bulunanları bir yere toplamamızı emretti. Biz de bir yaygı serdik ve bu yaygının
üzerine neyimiz varsa getirip koyduk. Ben, toplanan yiyeceklerin yekûnunun miktarını
tahmin etmek için yaygıyı toprarlayıp kaldırdım. Hepsi, bir oğlağı doyuracak
kadardı. Biz ise, bin dörtyüz kişi idik. Hepimiz bu yaygı üzerindeki yiyecekten
yedik ve doyduk. Sonra kablanmızr yiyecek ile doldurduk. Sonra Resûllüllah
Efendimiz: "Abdest almaya su var mıdır?" buyurdu. Birisi, içinde çok
az su bulunan su kabını getirdi ve bir tasın içine döktü. Hepimiz bu sudan
abdestimizi aldık. Biz yine bin dörtyüz kişi idik." [100]
İbn-i Sa'd, sahihtir
kaydiyle Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Artırandan rivayet ederler. O
şöyle der: "Biz bir gavzede Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. İnsanlar aç
kaldılar. Bâzı binit develerinin kesilmesi için Peygamber Efendimiz'den izin
istediler. Ömer ortaya atılıp: "Yâ Resûlellah,
bugün bu şekilde karnımızı doyurduk diyelim! Peki yarın düşmanla hem aç, hem de
yaya bir şekilde karşılaştığımızda hâlimiz nice olur?" dedi ve ilâve etti:
"Ey Allah'ın Resulü, eğer dilerseniz insanların arta kalan yiyeceklerini
bir yaygı üzerinde toplamalarını emrediniz, sonra bunun bereketlenmesi için dua
buyurunuz, Allah'ın bizi duanız bereketiyle gayemize erdireceğini ümîd
ederiz!"
Bunun üzerine Peygamberimiz, bir yaygı yazılıp üzerine bütün arta kalan
yiyeceklerin getirilip birleştirilmesini emretti. Az veya çok herkes nesi varsa
getirip döktü. Bütün arta kalan yiyecekler yaygı üzerinde birleştirildi. Sonra
Peygamberimiz bir müddet dua buyurdular. Sonra askere: "Herkes kabını getirsin,
elleriyle yaygıdan alarak kabını doldursun!" diye ilân etti. Kabını bu
yaygı üzerindeki yiyecekten doldurmayan kalmadı. En sonunda yaygının üzerinde
bir o kadar daha yiyecek kaldı. Bunu gören Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), büyük bir sevinç duydular ve şöyle
buyurdular:
"Ben şehâdet ederim ki Allah'tan başka bir ilâh yoktur! Yine
şehâdet ederim ki ben Allah'ın Rasulüyüm! Her kim, Allah'tan başka ilah
olmadığına ve Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet eder olduğu halde
Allah'a kavuşacak olursa; muhakkak cehennemden halâs olur!"
Beyhekî Urve'den şu
haberi nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hudeybiye'ye indiği zaman Osman bin Affân'ı
Kureyşe elçi olarak gönderdi ve ona şu emri verdi: "Onlara, bizim savaşmak
için değil, sâdece Umre yapmak için geldiğimizi haber ver! Aynı zamanda
kendilerini İslâm'a da davet et!"
Peygamberimiz ayrıca Osman'a, Mekke'deki kadın ve erkek mü’minleri
ziyaret edip görmesini ve fethin yakın olduğunu müjdelemesini, çok yakın bir
zamanda Allah'ın dînini gâlib kılarak Mekke'de hiçbir kimsenin îmânim gizlemeye
mahal kalmıyacağını haber vermesini de söyledi. Osman, bu emirle Mekke'ye
gitti. Orada Kureyş'i görüp elçiliğini tebliğ etti. Kureyş ise kabul etmedi ve
harbe hazırlandı. Peygamberimiz de bunun üzerine ashabından bîat aldı ve birisi
şu nidayı yaptı: "Herkes duysun! Peygamber'e bîat edilmesi üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) (ilâhi emirle) inmiştir. Bunun üzerine müslümanlar,
ebediyen Peygamberi yalnız bırakmıyacaklarına daîr biat ettiler. Bu suretle
Allah, müşriklerin kalblerine büyük bir korku saldı. Müslümanlardan rehin aldıklarını
serbest bıraktılar ve Hazret-i
Peygamberden sulh
andlaşması yapılmasını istediler.
Bu sırada müslümanlar, Osman bin Affân'ın Mekke'de Kabe'yi ziyaret
şerefine nail olduğu hakkında konuştular. Resûlüllah Efendimiz onların bu
sözüne karşılık: "Biz burada mahsur kalmışken, Osman'ın tek başına Kabe'yi
ziyaret edeceğini zannetmiyorum!" buyurdu. Derken Osman çıkageldi.
Müslümanlar kendisine Kabe'yi tavaf ettin mi?" diye sordular. Osman şu
karşılığı verdi: "Ne kötü zanda bulunuyorsunuz! Allah'a yemin ederim ki,
Resûlüllah Hudeybiye'de mahsur kalmışken, ben Mekke'de bir sene kalsam dahî tek
başıma tavaf etmeyi asla düşünmezdim! Aslında Kureyş bana, Kâbeyi tavaf etmemi
teklîf bile etti. Fakat ben kabul etmedim!" Müslümanlar da bunun üzerine:
"Gerçekten Allah'ın Resulü, hepimizden daha iyi biliyor ve daha güzel
zanda bulunuyor" demekten kendilerini alamadılar."
Beyhekî İbn-i İshak'tan
nakleder. O der ki: Bana Yezîd bin Süfyân Muhammed bin Ka'b'ın şöyle dediğini
söylemiştir: "Hudeybiye sulh andlaşmasında. Peygamber Efendimizin kâtibi,
Ali bin Ebû Tâlib idi. Peygamberimiz kendisine: "Haydi yâ Ali, "Bu,
Muhammed bin Abdullah'ın Kureyş ile andlaşmasıdır" diye yaz!" dediği
zaman, Ali, ağırdan alıyor ve bu şekilde yazmak istemiyordu. O, ancak;
"Allah'ın Resulü Muhammed ile" şeklinde yazmak istiyordu.
Peygamberimiz de bunun üzerine kendisine: "Haydi Ali yaz! İleride aynı
durumla sen de karşılaşacak ve istemediğin halde aynı tâvîzi vermek zorunda
kalacaksın!" diyordu." [101]
Ahmed ve Beyhekî, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Peygamberimiz'in ve ashabının
sevkettikleri hedy kurbanları, yetmiş kadar vardı. Bunlar, Hudeybiye Musâlahası
gereğince umrelerini seneye kaza etmek üzere bu hedy kurbanlarını burada
kestiler. Bu kurbanlık develer, Beytullah'tan menedilmeleri sebebiyle, yavrularının
hasretiyle inledikleri gibi acı acı inlediler."
El-Vâkıdî'nin Abdullah bin Ebû Bekir'den çıkardığı bir habere göre,
Huvaytıb bin Abdü'l-Uzzâ demiştir ki: "Ben, Hudeybiye andlaşmasının imzalanmasından
sonra geri döndüğüm zaman, Muhammed'in az zaman sonra kesin galebeyi elde
edeceğine muhakkak nazarıyla bakıyordum. Mekke'ye bu görüşle dönmüştüm.
Düşündüğüm gibi de oldu."
Beyhekî İbn-i Mes'ûd'un
şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye'den dönüşü sırasında yolda
mola verdi, inip istirahata geçtiğimiz sırda Hazret-i Peygamber:
- "Bizi kim bekleyecek?" buyurdu. Ben hemen:
- "Ben bekliyeceğim!" dedim. Resûl-i Ekrem bana:
- "Sen uyur kalırsın!"
buyurdu ve yine: "Bu
- "Ben beklerim!"
karşılığını verdim. Bu sefer Hazret-i Peygamber kabul etti ve:
- "Peki, sen bekliyeceksin" buyurdu.
Peygamberimiz ve ashâb istirahata geçtiler, ben de bekçilik yapmaya
başladım.
Sonra insanlar, develerini arayıp toplamaya başladılar. Bu arada Hazret-i Peygamber'in devesi bulunamadı. Peygamber
Efendimiz bana, "Haydi şu tarafa git ve ara!" buyurdu. Ben de derhal Hazret-i Peygamber'in dediği tarafa gittim ve arayıp
devesini buldum. Devenin yuları bir ağaca dolaşıp kalmıştı ve el ile çözülmesi
adetâ imkansızdı. Çalışıp çözdüm ve alarak getirdim. Durumu da Hazret-i Peygamber'e arz ettim." [103]
Beyhekî Mücâhid'in şöyle
dediği haberini nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudeybiye'de Mekke'ye
vardığı ve ashâbıyla birlikte umre'lerini yaptıkları, tıraşlarını olarak
ihramdan çıktıkları şeklinde bir rüya görmüş ve bu rüyasını ashabına haber
vermişti. Kabe'ye gitmek mümkün olmayıp kurbanlıklarını Hudeybiye'de keserek
ihramden çıkıldıktan sonra ashâb: "Ey Allah'ın Resulü, siz bizim umremizi
edâ ettiğimiz şeklinde bir rü'yâ görmüştünüz?" dediler. [104]Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)-, onların böyle bir sorusu ile
karşılaşınca, Yüce Allah derhal şu âyetini inzal buyurdu:
"Andolsun, Allah, elçisinin rü'yâsını doğru çıkardı. İnşaallah,
emniyet içinde kiminiz başlarını tıraş ederek, kiminiz saçlarını kısaltarak,
hiçbir korku duymaksızın Mescid-i Harâm'a gireceksiniz. Allah sizin
bilmediğinizi bildi ve bundan önce size yakın bir fetih ihsan eyledi."
[105]
Böylece İslâm ordusu Hudeybiye'den geri döndü. Dönüşte de Hayber'in
fethi kendilerine müyesser oldu. Andlaşmada kaydedildiği gibi, ertesi sene de
gidip Mescid-i Harâm'a emniyet içinde girdiler, Umrelerini yerine getirdiler.
Peygamber Efendimîz'in gördükleri rü'yâsının tasdiki de böylece gerçekleşmiş
oldu. Yâni rü'yânın görüldüğü sene değil de, ertesi sene yerini bulmuş
oldu."
Beyhekî, Ebû Nuaym, Ebû Hüreyre'den şu haberi
nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yatsı namazını kıldıktan sonra, son rek'atinde şöyle dua
ederdi: "Allah'ım, Velîd bin Velîd'e kurtuluş ver! Allah'ım, Seleme bin
Hişam'a kurtuluş ver! Allah'ım Ayyaş bin Ebû Rabîa'ya kurtuluş ver! Allah'ım, mü’minlerden
müstez'af olanlara kurtuluş ihsan eyle! Allah'ım, Mudar üzerine de şiddetli bir
belâ ver! Onlara, Yusufun seneleri kadar açlık ve kıtlık seneleri ver!"
Gerçekten Mudarlılar, çok şiddetli bir açlık ve kıtlığa mübtelâ
oldular. O derecede ki, kan ve idrar karışımını bile yemek zorunda kaldılar.
Peygamber Efendimiz ise, müstez'af olan (Mekkelilerin elinde kalan) mü’minleri
kurtuluşa ermelerine kadar, onlar lehine olan duasına devam ettiler. Sonunda
Allah onlara kurtuluş verdi. Peygamberimiz de, onlara hâs olan duasını
bıraktı."
Heysem bin Adiyy El-Ahbâr adlı eserinde Saîd bin el-Âs'tan şöyle nakleder:
Ebû'l-As, Bedir'de katledildiği zaman ben, amcam Ebân bin Saîd'in kucağında
idim. Amcam, ticâret maksadiyle Şam'a gitti ve bir müddet orda kaldı.
Peygamber'e (sallallahü aleyhi
ve sellem) çokça sövüyordu.
Şam'dan döndüğü zaman da ilk sorduğu şey; "Muhammed ne yaptı?" sorusu
olmuştu. Amcam Abdullah, kendisine şu cevabı vermişti: "Vallahi Muhammed
şimdi, eskisinden daha kuvvetli ve daha izzetli durumdadır!"
Bunun üzerine amcam Ebân, sükût etti ve eski âdeti veçhile sövmedi.
Sonra Kureyş'in ileri gelenlerine bir ziyafet verdi. Yemek sırasında onlara
dedi ki: "Ben Şam'a gittiğim zaman bir karyede iken, bir râhib gördüm ve
kendisi ile tanıştım. Manastırından tam kırk sene hiç inmemiş. Bir gün
manastırından inip halka va'z etti. Halk kendisini dinlemek ve görmek için
toplanmıştı. Konuşmasını bitirdiği zaman ben kendisine sokuldum ve kendisiyle
konuşmak istediğimi söyledim. O da kabul etti ve benimle yalnız olarak
konuşmayı tercih etti. Ben kendisine dedim ki: "Ben Kureyş'ten bir adamım.
Bizde bir adam zuhur etti ve kendisinin Allah'ın Resulü olduğunu iddiada
bulundu." Râhib bunun üzerine bana: "O adamın adı nedir?" diye
sordu. Ben: "Onun adı Muhammed'dir" dedim. Râhib tekrar:
"Peygamberliğini ilân edeli ne kadar oldu?" diye sordu. Ben:
"Yirmi sene oldu" dedim. Râhib: "Ben sana O'nun kim olduğunu
anlatayım mı?" dedi. Ben de: "Evet" dedim. O'nu bana öyle
anlattı ki, O'nun hiç bir sıfatında hata etmedi. Sonra da şu sözlerde bulundu:
"O, vallahi şu ümmetin Peygamberidir ve O, Allah'a yemin ederim ki davasını
izhar edecektir!" Böyle dedikten sonra da benden ayrılıp manastırına
girdi. Ayrıca bana şu tenbihde de bulunmuştu: "Sen, o Peygamberliğini ilân
eden Muhammed'e benden selâm götür!" Benim o rahiple konuşmam, Hudeybiye
andlaşmasının yapıldığı zamana rastlıyordu."[106]
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Hâlid bin Velîd'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Aziz ve Celîl olan Allah, benim hakkımda hayır ve hidâyet dilediği zaman, benim kalbime müsîümanlık sevgisini attı. Doğruyu görmeyi bana nasîb etti. Zaten ben kendi kendime: "Bugüne kadar Peygamber'in aleyhine katıldığım bütün vak'a ve harblerden döndüğüm sırada, isabetli hareket etmediğimi düşünür, er veya geç Muhammed mutlaka davasında başarılı olacaktır" derdim. Benim yine böyle bir vicdan muhasebesi yaptığını sırada, Peygamber (aleyhisselâm) Hudeybiye seferine çıkmıştı. Ben de müşriklere âit süvariler arasında çıkmış, İslâm Ordusuna yaklaşmış, Usfân denilen yere gelip tam Peygamber'in hizasında vaziyet almıştım. Peygamber ashabına bizim önümüzde öğle namazını kıldırıyordu. Biz bu sırada Kureyş'in atlıları olarak ve tam zamanıdır diyerek onlara saldırmayı tasarlamıştık. Fakat bu düşüncemizi tatbik etmedik. Peygamber ise bizim bu kasdımızdan haberdâr edildi. İkindi namazını ashabına Havf Namazı olarak, yâni nöbetleşe bir şekilde kıldırdı. [107]
O'nun böyle bir tedbîr alması, namazı kıldırırken bile bir tedbîre tevessül etmesi; doğrusu bizim üzerimizde çok te'sîr etti. Ben kendi kendime dedim ki: "Bu adam, muhakkak Allah tarafından korunuyor." Sonra suvâri -kuvvetleri- ......... ayrılıp değişik yerlerde mevzilendik. Peygamber bu hareketimize karşı dahî tedbîr aldı ve bizim atlıların yolundan saparak sağ istikâmeti takîb etti. Ben de yolumu takîbederek Kureyş'e durumu haber vermeye gittim.
Peygamberimiz, Hudeybiye'de Kureyş ile bir barış andlaşması yaparak geri döndüğü zaman, kendi kendime sordum: "Şimdi geride ne kaldı? Ne yapmam, nasıl hareket etmem doğru olur? Yemen kralı Necâşî'ye gitsem, O, Peygambere tâbi olmuş ve Peygamberin ashabını himayesine almış durumda. Yoksa Rûm diyarının kralı Herakliyus'a mı gitsem? Yahut da kendi dînim olan putperestliği bırakarak hiristiyanlığa veya yahûdîliğe mi girsem? Yoksa kalkıp Acem diyarına giderek onların dînine mi girsem? Arabın dîninden Acemin dînine geçmek de benim için ne kadar ayıp olur? Yoksa, kendi ülkemde kendin dînimde, diğer Araplar gibi sabır ve sebat mı etsem?" İşte ben, böyle tereddüdler içinde kıvranırken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyşle olan andlaşması gereği Umresini kaza için asn âbı ile birlikte Mekke'ye geldi. Demek ki aradan bir sene geçip gitmişti. Peygamberle birlikte kaza umresi'ne gelenler arasında kardeşim Velîd bin Velîd de vardı. Ben, müslümanların Mekke'ye girişlerini ve Umre yapışlarını görmemek için, ortalıktan kayıp oluverdim. Kardeşim beni hayli aramış ve bulamamış. Nihayet bana bir mektup yazıp göndermiş. Mektubunda ise şöyle diyordu:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bundan sonra derim ki:
Kardeşim, sen hem bu kadar akıllı ol, hem de İslâm'dan kaçıyor ol, doğrusu bunun kadar şaşılacak bir şey görmedim! İslâm'ın ne olduğuna gelince: Şimdi bunu bilmiyen mi var? Peygamber efendimiz, seni benden sordu ve, "Halid nerededir?" buyurdu. Ben de: "İnşaallah gelir" dedim. O da buyurdu ki: "Halid gibi biri, İslâm'ın ne olduğuna cahil kalmış olamaz! Şimdi o, gücünü ve kahramanlığını müslümanlarla birleştirmiş olsa, kendisi için ne kadar da hayırlı olur!"
Kardeşim hiç durma, acele et! Kaçırdığın nice güzel fırsatları, derhal telafi eyle!"
İşte ben kardeşim Velîd'in bu şekilde yazdığı mektubunu alınca, İslâm'a rağbetim arttı ve Resûlüllah'ın sözleri beni çok sevindirdi. Zâten o günlerde şöyle bir rü'yâ da görmüştüm: "Sanki ben, dar ve bitkisiz bir arazide idim ve buradan çıkıp geniş ve yeşillik bir arazîye gitmişim." Kardeşimin bu mektubunu alınca, tamam dedim, benim gördüğüm rü'yâ da buna çıksa gerekir. Yani böyle yorum yaptım. Medine'ye vardığımız zaman, bu rü'yâmı Ebû Bekime muhakkak açmalıyım, dedim ve kendisini görerek rü'yâmı ona naklettim. O da bana dedi ki;
"Bak Hâlid, gördüğün bu rü'yâdaki dar ve bitkisiz arazî, senin içinde bulunduğun şirk hâlini gösteriyor. Çıkıp gittiğin yeşillik ve bol arazî ise, Allah'ın seni hidâyette kılacağı İslâm demektir."
Bunun üzerine ben, Peygamber Efendimiz'e gitmeye kesin karar verdim. Fakat yalnız olarak gitmek de istemedim. Acaba bana kim arkadaş olur? diye düşünürken, yolda Safvân bin Ümeyye ile karşılaştım. Ona dedim ki: "Ey Ebû Vehb, içinde bulunduğumuz durumu, düşünüp görmüyor musun? Artık Muhammed'in Arab'a ve Acem'e galebe çaldığı açıkça ortaya çıkmıştır.- Birlikte O'na gitsek ve güzelce müslüman olsak, bizim için ne kadar hayırlı olacak! Hem, Muhammed'in şerefi bizim şerefimiz, O'nun üstünlüğü bizim üstünlüğümüz değil midir? Safvân, benim bu teklîfîmi şiddetle red etti ve: "Tek başıma kalsam, yine de ben ebediyen Muhammed'e tabî olmam!" karşılığını verdi.
Bunun üzerine ayrıldık. Ben giderken kendi kendime: "Bu adamın kardeşi ve babası Bedir'de öldürüldüğü için bu derece şiddet ve öfke ile dolu" dedim ve bu sefer de Ebû Cehl'in oğlu tkrime ile karşılaştım. Kendisine Safvân bin Ümeyye'ye söylediklerimin aynısını söyledim. O da bana, Safvân'ın verdiği cevâbın aynısını verdi. Fakat ben kendisine: "Ey Ikrime, sana olan bu teklifimi bir sır olarak sakla" dedim. O da: "Olur, kimselere söylemem" dedi. Ben, Hazret-i Peygamber'in yanına mutlaka bir arkadaşla gitmek istediğim için, bu durumda evime döndüm ve binit devemin hazırlanmasını emrettim. Sonra deveme binerek Osman bin Talha'nın yanına gittim. Ona da aynı teklifi yapmak istiyordum. Fakat onun da atalarından öldürülenleri hatırlıyor, diğerleri gibi onun dahî teklifimi red edeceğinden endişe ediyordum. Fakat bu tereddüdümü yenerek, derhal ona gittim. Durumu kendisiyle etraflı olarak görüştüm ve: Bu durumda biz, inine bir kova su atılsa derhal çıkacak durumdaki bir tilkiye benziyoruz. Küçük bir bahane ile içinde bulunduğumuz şirk yuvasından ayrılıp müslümanlığa kavuşmamız, çok kolay ve yakındır" dedim ve öncekilere yaptığım teklifi, açıkça ona da yaptım. Osman ise, derhal teklifimi kabul etti ve bana dedi ki: "Derhal hazırlıklarımızı yapalım ve yola çıkalım. Ye'cic'de buluşalım, oraya ben erken varırsam seni bekleyeyim, sen erken varırsan beni beklersin" dedi. Ben de peki dedim ve evime dönerek hazırlığımı tamamladım. Seher vakti yola çıktık, şafak atmadan da Ye'cic'de birleştik. Birlikte yola devam edip Hüdde denilen yere geldiğimiz zaman, Amr bin el-Âs ile karşılaştık. O bize "Merhaba arkadaşlar!" diye hitap etti. Biz de kendisini "Merhaba" diyerek karşıladık. Sonra bize "-Yolculuk nereye?" diye sordu. Biz de kendisine "- Sizin çıkış sebebiniz nedir?" dedik. O tekrar sordu:"- Sizin çıkış sebebinizin ne olduğunu söyler misiniz?" Biz de kendisine: "- Biz müslümanlığı kabul etmek maksadıyla yola çıktık" cevabını verdik. Amr da aynı maksatla yola çıktığını bildirince, birlikte yolumuza devam ettik. Nihayet Medine'ye vardığımızda binit develerimizi Harra'nın ortasında bıraktık. Gelişimiz, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) haber verilmiş ve kendileri bundan çok sevinç duymuşlar. Harra'da hazırlığımızı yaptık. Ben en güzel elbisemi giyerek Hazret-i Peygamberin huzuruna çıkmak istedim ve öyle de yaptım. Beni ilk karşılayan kardeşim Velîd oldu ve bana: "Hemen huzura çık, sizin gelişiniz Peygamber Efendimiz'e haber verilmiş ve kendileri bundan çok sevinmiştir! Ve şu anda O, sizleri beklemektedir" dedi. Biz de hızla yürüyerek O'nun huzuruna gittik. Hazret-i Peygamber, devamlı tebessüm buyuruyordu. Ben kendilerine "Selâm sana, ey Allah'ın Peygamberi!"' diyerek selam verdim. O da bizlere, güler yüzle selam verdi. Ben, derhal şehâdet getirdim:
"Ben gerçekten şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur, sen de gerçekten Allah'ın Resulüsün!"
Benim müslüman olmam üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Seni hidâyette kılan Allah'a hamdederim! Ben, gerçekten senin aklına güveniyor, bu aklın, seni ancak hayır ve iyiliğe kavuşturacağını ümîd ediyordum!"
Ben dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, biliyorsunuz ki ben, birçok yerde cephede sizin aleyhinize faaliyetlerde bulundum. Siz, benim için Allah'tan mağfiret isteyiveriniz de Allah beni affetsin!"
Efendimiz de bunun üzerine:
"İslâm, kendinden öncekileri keffâretler" buyurdu,
Hâkim, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini haber vermiştir: "Bir gazvede Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Usfân'da müşriklerle karşılaştı. Orada öğle namazını kıldırırken müşrikler onu gördüler ve bunu bir fırsat bilerek saldırmak istediler. İçlerinden biri: "Onların, bundan sonra da kılacakları bir namazları vardır, onlar bu namazı çocuklarını ve mallarını sevdiklerinden daha fazla severler. O ikindi namazıdır. O namazı kılarlarken saldırır, haklarından geliriz" dedi. Müşrikler de bunun üzerine saldırma işini te'hîr ettiler. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu:
"Sen onların içinde bulunup kendilerine namaz kıldırdığın vakit." (Nisa Sûresi, 102.) İşte bu âyet-i celîle, korku ve tehlike zamanlarında kılınacak namazın şekil ve esaslarını beyân etti. Aynı zamanda o sırada Peygamber Efendimiz'e müşriklerin neyi tasarladığı da bildirildi. İkindi vakti geldiğinde müşrikler, Peygamber Efendimizin ön tarafında ve kıble cihetinde idiler Peygamberimiz de müslümanları iki saf yaptı, her bir saf nöbetleşe namaz kıldı. Müşrikler, müslüman saflardan birinin Hazret-i Peygamber ile rükû' ve secde ettiklerini, diğer safın ise ayakta durduklarını ve kendilerini gözetlediklerini görünce, müslümanlara birşey yapamıyacaklarını anladılar ve "Kendilerine yapmayı tasarladığımız saldırıyı haber almışlar, biz bunlara birşey yapamıyacağız!" dediler."[108]
Müslim, İmrân bin
Husayn'ın şöyle dediğini haber verir: Müşrikler Medine otlağına baskın yaparak
serbestçe yayılmakta olan develeri sürüp götürdüler. Bu meyanda bir kadını da
esir etmişlerdi. Peygamberimizin el-Adbâ adındaki devesi de müşriklerin
götürdükleri develer arasında bulunuyordu. Esîr düşen kadın, geceleyin
develerin arasına girdi, hangisinin üzerine elini koysa, o deve yaramazlık edip
bağırıyordu. Derken bir devenin üzerine elini koyduğunda, bu deve kendisine
yakınlık ve uysallık gösterdi. O da bu deveye binerek oradan uzaklaştı ve
Medine'nin yolunu tutarak geri geldi. Ona bu yakınlık ve uysallığı gösteren,
Peygamberimiz'in devesi el-Adbâ idi. El-Adbâ, böylece hem kendisini kurtarmış,
hem de o kadının kurtuluşuna sebeb olmuştur."
Beyhekî, Ebû Katâde'nin
oğlu Abdullah tarikiyle şöyle rivayet eder: Bir gün Ebû Katâde, Medine'ye gelen
satıcıdan bir at almıştı. Yolda kendisiyle karşılaşan Mes'ade el-Fizârî
"Ey Ebû Katâde, bu atı ne yapacaksın?" diye takıldı. Ebû Katâde de:
"Resûlüllah ile birlikte Allah yolunda gazaya gitmek için
besliyeceğim!" dedi. Mes'ade:
" -Siz öyle bir gazada öldürmek ne kadar kolay olur!" dedi.
Onun bu küstahlığına kızan Ebû Katâde:
-Öyle bir gazada, bu atın üzerindeyken seninle karşılaşmak
isterim!" dedi. Mes'ade de alaylı bir şekilde:
" -Âmîn" diyerek karşılık verdi. Bir gün, Ebû Katâde, sevdiği
ve iyi baktığı bu atma, cübbesinin etek ucuna doldurduğu hurmaları yediriyordu.
At, birden bire başını kaldırıp kulaklarını dikti. Ebû Katâde de:
" -Allah'a yemin ederim ki bu, bâzı atların kokusunu aldı!"
dedi. Ne kadar ibretli ve hikmetlidir ki, onun bu sözünü işiten anası, derhal
şu uyarıda bulundu:
" -Oğlum, sen ne yapıyorsun? Biz, aklı başında insanlar olarak,
câhiliye çağında bile kehânette bulunmazdık. Şimdi, Peygamberimiz Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği İslâm Hidâyeti üzerinde
bulunduğumuz halde mi, kâhinlik yapacağız?"
Fakat, Ebû Katâde'nin atı, yemini yerken birden başını kaldırır ve
kulaklarını diker, Ebû Katâde de: "Vallahi atların kokusunu aldı!"
der ve derhal atını eğerler ve' üzerine binerek silâhı ile birlikte atım sürer.
Kendisiyle karşılaşan bir adam: "Likâh: damızlık develer alınıp
götürüldü. Peygamberimiz ve ashâb onu aramaya çıktılar!" haberini iletir.
Bunun üzerine atını süren Ebû Katâde, Peygamberle karşılaşır. Peygamberimiz
kendisine der ki: "Atını sür, ey Ebû Katâde! Allah yoldaşın olsun!"
Ebû Katâde der ki: "Ben de hızla atımı sürdüm, baktım develeri sürüp
götürüyorlar. Peşlerinden yetişip kendilerine hücum ettim. Üzerime ok atmaya
başladılar. Bu arada ben alnımdan yaralandım. Okun temrenini çıkardım. Bu
sırada güçlü bir süvari üzerime geldi, yüzü zırhlı idi. Yüzünden zırhını açtı
ve: "İşte ey Ebû Katâde, Allah beni seninle karşılaştırdı" dedi.
Yüzünü açınca onun, Mes'ade el-Fizârî olduğunu gördüm. Bana, "Ölümlerden
ölüm beğen!" dercesine, "söyle ey Ebû Katâde, dövüşelim mi, vuruşalım
mı, yoksa güreşelim mi?" dedi. Ben de "Sen seç!" dedim. O,
"Peki güreşelim" dedi ve atından indi. Ben de atımdan indim ve hemen
tutuştuk. Derken ben kendisini yere indirip göğsüne çöktüm. Elimi onun kılıcına
attığımda:
"Beni öldürme, çocuklarıma bağışla" dedi. Ben, kendisini
serbest bırakamıyacağımı söyledim ve onu kendi kılıcımla orda öldürdüm. Silâhını,
elbisesini ve atını alarak askere yetişip saldırmak istedim. Bu sırada kendi
atım ürkerek uzaklaşmıştı. Ben Mes'ade'nin atı üzerinde askere yetiştim. Onlar
da Mes'ade'nin atını görünce durumu anladılar. Mes'ade'nin kardeşi de asker
arasındaydı. On yedi kadar kişiyle birlikte ilerliyordu. Ben onlara saldırıya
gaçtim ve Mes'ade'nin kardeşini de okla yaraladım. Peygamberimiz'in devesi
Likâh, bunların yanında idi. Ben Mes'ade'nin kardeşini de yaralayınca onun
etrafındakiler dağılıverdiler. Ben mızrağımı uzatarak Likâh'ı habsettim. Derken
Peygamberimiz ve ashabı da arkadan yetiştiler. Askerin olduğu yere
geldiklerinde benim atımla karşılaşmışlar. Atımın arka ayaklarının sinirleri
kesilmiş bir vaziyette imiş. Bunun farkına varan birisi:
" -Ey Allah'ın Resulü, Ebû Katâde'nin atının arka sinirleri
kesilmiş!" demiş. Peygamberimiz de kendisine iki defa:
-Vay sana, harpte nice düşmanla karşılaşacaksın" demiştir.
Peygamberimiz ve ashabı, benim Mes'ade ile mücâdele ettiğim yere geldikleri
zaman, yerde bir adamın, benim elbiselerimin altında cansız yatmakta olduğunu
görmüşler. Hemen adamın biri:
-Yâ Resûlâllah, Ebû Katâde şehîd düşmüş!" diye konuşmuş. Peygamber
Efendimiz ise:
-Allah esirgesin! Ebû Katâde Allah'a yemin ederim ki, şarkı söyleyerek
düşmanın izinden gitmektedir!" buyurmuştur.
Ömer ile Ebû Bekir,
koşarak yerde yatmakta olan adamın yanına gitmiş ve üzerindeki elbiseyi
kaldırmışlar. Onun Mes'ade olduğunu görünce "Allahü Ekber!" diyerek
tekbîr getirmişler ve: "Allah ve Resulü, sözünde gerçektir" diyerek Resûlüllah'ın mucizevî bir şekildeki
konuşmasını tasdik etmişlerdir.
Ben, bu sırada müşriklerin elinden kurtardığım damızlık develeri sürüp
getiriyordum. Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) beni görünce
" -Ey Ebû Katâde, yüzün felah ve saadette olsun! Sen, atlı
askerlerin efendisisin! Yüce Allah, sana, senin evlâdına ve ahfadına, iyilik ve
bereketler ihsan eylesin!" diyerek sena ve dualarda bulundu. Sonra dedi
ki:
" -Ey Ebû Katâde, alnındaki nedir?" Ben de:
" -Düşmana yetiştiğim zaman, attıkları okla yaralandım"
dedim. Peygamberimiz:
" -Bana yaklaş bakayım!" buyurdu. Ben de kendisine yaklaştım.
Meğer ben, alnıma isabet eden okun, yalnız ağaç kısmını çıkarmışım, temreni ise
hâlâ duruyormuş. Peygamber Efendimiz, kendi mübarek elleriyle alnımdaki ok
temrenini çıkardı, sonra mübarek tükrüğü ile ilaçlandı ve mübarek elini yaramın
üzerine koyarak biraz tuttu. O’na Peygamberlik veren Allah'a yemin edirim ki,
bundan sonra bu alnımdaki yaranın ne bir acısını duydum, ne de bir kanama
oldu."
İbn-i Sa'd, Salih bin
el-Keysân'ın şöyle dediğini haber vermiştir: "Mihraz bin Nadla dedi ki:
Birinci kat semânın kapısının bana açıldığını gördüm, bu kapıdan girerek
yükselmeye başladım. Sonunda tâ yedinci kat semaya kadar vardım. Oradan da
ilerleyerek Sidre-i Müntehâ'ya kadar çıktım. Orada bana denildi ki: "İşte
senin menzilin burasıdır!" Ben bu rü'yâmı Ebû Bekir'e arz ettim. Zira o,
insanların en iyi rü'yâ tabir edeni idi. Bana dedi ki: "Ey Mihraz, sana
müjdeler olsun! Sen şehid olacaksın!"
Bu rü'yayı gören Mihraz bin Nadla, bu rü'yadan bir gün sonra, Zîkırad
Gazvesi'nde şehid düştü[109]
Zübeyr bin Bekkâr şu haberi verir: Bana İbrahim, bin Hamza rivayet
etti. İbrahim bin el-Haris demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zîkırad Gavzesi'nde bir suya
uğradılar, bu suyun adını sordular. Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, bu
suyun adı Beysan'dır, suyu da acı ve tuzludur." Bunun üzerine Peygamber
efendimiz: "Hayır, bu suyun adı Na'mân'dır, suyu da hoştur!"
Efendimiz, böyle buyurarak suyun adını değiştirdi ve tadının değişmesi için de
şefaatçi oldular. Adını değiştiren Peygamberimiz, tadını değiştiren de Yüce
Allah oldu. Ashabtan Talha, bu suyu satın alarak Allah yolunda tasadduk eyledi
ve vakfetti."[110]
Buhârî ve Müslim, Seleme bin
el-Ekva'dan rivayet ederler. O demiştir ki: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Hayber'e doğru geceleyin
yola çıktık. İçimizden biri Amir bin el-Ekva'a dedi ki: "Haydi, o senin
güzel şiirlerinden biraz böyle de dinliyelim!" Amir, şâir bir adamdı ve
gerçekten güzel şiirler söylerdi. Kendisine yapılan bu rica üzerine şunları
söylemeye başladı:
"Allah'ım, eğer sen olmasaydın, biz doğru yolu bulamazdık! Sa'daka
da vermez, Namaz da kılamazdık!"
"Bağışla bizleri, bütün yaptıklarımız feda olsun Sana!
Ayaklarımızı sabit kıl karşılaştığımız zaman düşmanla!"
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, " Bu güzel şiirleri söyleyerek
kafileyi sevkeden kimdir?" buyurdular. "Amir'dir" dediler.
Peygamberimiz de: "Allah ona rahmet eylesin!" buyurdu. Dediler ki:
"Ey Allah'ın resülu, siz böyle dua edince, Amir'i kaybedeceğiz demektir.
Onu bize bağışlasamz da kendisiyle biraz faydalansak daha iyi olmaz mı?"
Asker dizilip savaş vaziyeti aldığı zaman, Amir kılıcına el attı ve
karşısındaki yahûdiyi ayaklarından vurmak istedi. Fakat kılıcı geri tepip kendi
dizine dokundu. Bundan aldığı yaranın tesiri ile vefat etti."
(Bu haberi Müslim, diğer bir vecihten de rivayet
etmiştir. Bu vecihte ise şöyle denilmiştir: "Bu şiiri söyleyen
kimdir?" diye Hazret-i
Peygamber'in sorusuna,
"Amir'dir" denildiği zaman, Efendimiz "Rabbin seni bağışlasın,
ey Amir!" dedi. Peygamberimiz, her kim hakkında bu şekilde duada
bulunursa, muhakkak o kişi, şehid düşerdi. Bunun için kendilerine: "Yâ
Resülallah, onu bize bağışlasan olmaz mı?" denilmişti.) Diğer bir
rivayette ise şöyle denilmiştir: (Her kimin hakkında Efendimiz, Özel olarak
istiğfarda bulunursa, o kişi muhakkak şehid düşerdi.)
Buhârî ve Müslim Seki bin Sa'd'dan
şöyle nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber günü buyurdular ki: "Ben,
şu sancağı yarın, Allah'ın kendi elleriyle bize fetih nasib edeceği birine
vereceğim!"
Yine Buhârî ve Müslim Seleme bin el-Ekva'dan rivayet
ederler. O der ki: "Hayber seferinde Ali, rahatsızlığı sebebiyle Peygamber
Efendimiz'den geri kalmıştı. Her iki gözü de ağrıyordu. Fakat: "Ben, Hazret-i Peygamber'den nasıl ayrı kalabilirim?" dedi
ve arkadan yetişti. Fetih gününün gecesinde,
Bu rivayeti Haris ve Ebû Nuaym şu şekilde
vermiştir: Ali, sancağı aldıktan sonra kal'aya doğru ilerledi ve kal'anın yakınına
sancağı dikti. Kal'adan başını çıkaran bir yahudi, "Sen kimsin?" diye
bağırdı. O da "Ali" diyerek cevap verdi. Yahudi bunun üzerine: "
Âli olacaksınız, üstün geleceksiniz" dedi ve Allah'ın Musa'ya indirdiği
Tevrat üzerine yemin etti. Ali de bulunduğu yerden hiç gerilemeksizin, onun
elleriyle Allah bize Hayber'in fethini müyesser kıldı."
Ebû Nuaym der ki: Bu
haberde, bu yahudinin, kitaplarından edindiği bazı bilgilerle, Hayber'in kimler
tarafından fethedileceğine dâir önceden bilgi sahibi olduğu
anlaşılmaktadır." [111] (Yukardaki kıssanın İbn-i Ömer, İbn-i Abbâs, Sa'd bin Ebû Vakkâs, Ebû Hüreyre, Ebû
Sâid el-Hudrî, İmrân bin Husayn, Cabir ve Ebû Leylâ el-Ensari gibi sahabiler
tarafından da rivayet edilmiş olduğunu görmekteyiz. Keza aynı mealdeki bir
rivayeti de Büreyde'den nakletmiştir, Beyhekî ve Ebû Nuaym.).
Ahmet Ebû Yâ'lâ, Beyhekî ve Ebû Nuaym, ayrıca Ali'nin şöyle demiş olduğunu naklederler: "Hayber günü
Resülüllah Efendimiz'in mübarek tükrüğü ile gözlerimi ilaçlayıp tedavi
etmesinden sonra, bir daha ne gözlerim ağrıdı, ne de bir baş ağrısı
duydum."
Beyhekî ve Taberânî ve Ebû Nuaym, Abdurahman bin Ebû Leyla'dan şöyle naklederler: "Ali, çok sıcak
bir günde astarlı ve kalın cübbe giyer, hiç sıcağa aldırış etmezdi. Keza çok
soğuk bir günde de hafif bir elbise giyer, hiç soğuğa aldırmazdı. Kendisine
sorulduğunda: "Ben Hayber seferi'ne arkadan katıldığım halde, fetih
gününün gecesi akşamında Resülüllah Efendimiz; ertesi günün sabahında sancağı,
Allah ve Resülü'nün sevdiği bir kişiye vereceğini buyurmuş ve sabahleyin
sancağı bana vermişti. Benim için bu sırada dua etmişti. Sonra benim hakkımda
demişti ki: "Allah'ım, Ali'yi sıcaktan ve soğuktan da koru!" İşte
Resülüllah'ın bu duasından sonra ben, soğuk nedir sıcak nedir hiç
duymam."diyerek karşılık vermiştir.
Taberânî el-Evsat'ında
Süveyd bin Gafle'den şöyle nakleder: "Biz Ali ile karşılaştık. Üzerinde
soğuğa rağmen hafif bir elbise vardı. Dedik ki: Ey Ali burası sizin oraya
benzemez, burası soğuktur, siz de soğuğa karşı tedbirli olmalısınız!" O
bize verdiği cevapta şöyle dedi: "Vaktiyle soğuk havada ben de herkes gibi
üşürdüm. Hayber'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ağrıyan gözlerime mübarek tükrüğünden çalarak ilaçlamıştı
ve benim için dua etmişti. İşte o günden beri ben, ne sıcak, ne de soğuk nedir
bilmem. Gözlerim de hiç ağrımadı."
İbn-i İshak, Hâkim, Beyhekî Câbir'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Müslümanlar
Hayber'i kuşattığı zaman, Yahudi Merhab kal'adan çıkarak kendisine mübariz
istedi ve müslümanlara meydan okudu. Muhammed bin Mesleme ortaya atıldı ve ona
mübâriz oldu. Derhal Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dua buyurup: "Haydi, onun üzerine yürü!" buyurdu
ve: "Allah'ım, ona yardım et de düşmanını haklasın! "diyerek Allah'a
niyaz eyledi. İkisi tutuştular. Muhammed bin Mesleme, düşmanın hakkından geldi
ve onu yere serdi." [112]
Beyhekî, Mûsâ bin Ukbe ve
Urve tarîkıyla şu haberi nakletmiştir: Hayber Günü, Hayber ehlinden siyah bir
köle efendisine ait koyunları da önünde sürerek geldi ve: "Eğer ben
müslümün olursam, bana ne var?" diye sordu. Peygamberimiz de kendisine:
"Müslüman olursan sana cennet var!" buyurdu. O da derhal müslüman
oldu. Sonra şöyle dedi: v"Ey Allah'ın Resulü, benim sürüp getirdiğim şu
koyunlar, benim yanımda emânet idi. Ben bunları ne yapacağım?" Peygamber
Efendimiz de: "Bu koyunları, bizim askerimizin dışına çıkar sonra Hayber'e
doğru sür! Yüzlerine kum atarak ve kendilerini o tarafa doğru ürküterek
kovalayıver! Onlar, âit oldukları yere giderler." Müslümanlığı kabul eden
o habeşî de böyle yaptı. Koyunlar koşturarak yerlerine döndüler. Koyunların
sahibi olan yahûdi durumu görünce, kölesinin müslüman olduğunu sezdi. Bu
müslüman olan ve bu suretle hürriyetini kazandığı gibi cenneti de hak eden
habeşî, savaşta bir de şehîd mertebesine nail oldu. Peygamberimiz de bunun
üzerine: "Gerçekten Yüce Allah, bu kuluna çok büyük ikramda bulundu, onu
hayır ve keramete nail eyledi. O gerçekten içten gelerek müslüman oldu! Ve ben,
onun başucunda iki cennet hûrîsinin nöbet tuttuğunu da gördüm!" buyurdu.
Hâkim ve Beyhekî Şeddâd bin el-Hâd'tan rivayet eder: Bedevi
Araplardan biri, îman edip hicret etmişti.. Hayber Gazvesi gününde alınan ganimetleri
taksim eden Peygamberimiz, bu ârâbîye de hissesini ayırıp verdi. Arâbî dedi ki:
"Ben Sana, bu ganimet payim almak için tabî olmadım. İslâm uğrunda şehîd
olayım ve cennete gideyim, diye tabî oldum!" Efendimiz de buyurdu ki:
"Eğer Allah'a karşı sözünü tutarsan, Allah da sana şehitliği nasîb
eder!" Sonra savaş başladığında, onun şehid olduğu görüldü. Efendimiz de:
"Sözünü tuttu, Allah da ona şehitlik nasîb eyledi!" buyurdu."
[113]
Beyhekî İbn-i İshak tarikiyle
şu haberi rivayet eder: "Müslüman olanlardan bâzıları Hayber'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında gelip: "Ey Allah'ın
Resulü, bizler çok aç kaldık, elimizde hiçbir şey bulunmamaktadır"
dediler. Peygamber Efendimiz de Yüce Allah'a niyaz etti: "Ey Allah'ım, Sen
bu kullarının hâlini bilmektesin! Bunlar çaresiz kalmışlar, benim dahî elimde
kendilerine verecek birşeyim bulunmamaktadır. Kendilerine bir büyük ganimet
nasîb eyle diyerek duada bulundu. Sonra Cenâb-ı Hakk, kendilerine Hayber'in en
çok zengin kal'ası bulunan Sa'd bin Muaz Kal'asının fethini müyesser
eyledi."
İbn-i Kani', Beğavî ve Ebû Nuaym Saîd bin
Şiiyeym'den şöyle naklederler: Saîd, babasından naklen der ki: "Ben
Müslümanlar Hayber'i kuşattıkları zaman Uyeyne bin Hısn'ın askerleri arasında
idim. Biz Hayber yahûdilerine imdâd kuvveti olarak yola çıkmıştık. Uyeyne'nin
askeri içinde bir sesin: "Ey nâs, evlerinize dönünüz, sizinkiler onlara
üstün geldiler!" diye nida ediyordu. Biz de, bizimkiler galip gelmiş
diyerek geri döndük. Sonradan anladık ki, bize Uyeyne'nin askeri içinde nida
eden her hangi bir kimse olmamıştır. Bu ses semâdan gelmiştir. Yâni
müslümanlara Allah'ın manevî bir yardımı imiş."
El-Vakıdi'nin sevkettiği bir habere göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber'deki Şık Ehli'ne âit müteaddid
kal'aları kuşattığı zaman, Şıklılar Nizâr'lıların kal'alarına çekilmek zorunda
kaldılar. Burada kendilerini şiddetle müdâfâ ettiler. O kadar çok ok
atıyorlardı ki, Peygamber Efendimiz'in eteklerine bile ok düşüyordu. Bunun
üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi
ve sellem), yerden bir avuç
kum alıp onların kal'alarına doğru attı. Kal'a büyük bir sarsıntı île sarsılıp
yerle bir oldu, Müslümanlar da ilerleyip onları esir ettiler." (Bunu, bu
şekilde, Beyhekî de rivayet etmiştir.)
Buhârî ve Müslim Enes'ten şöyle
rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
"Allah yegâne büyüktür! Hayber harâb oldu demektir! Biz, bir
kavmin sahasına indiğimiz zaman; daha önce uyarılmış ve teblîğ alıp reddetmiş bulunan
bu kavmin sabâna erdiği vakit, talihi ne kötüdür!"
Beyhekî, İbn-i Ömerin şöyle dediğini kaydeder:
"Peygamber Efendimiz, Safiye Vâlidemiz'in gözünde morarma gördü bunun
sebebini sordu. O da şu cevâbı verdi: "Ben, Hucur bin Ebû'l-Hukakyk'ın
nikâhında bulunduğum sırada, bir rü'yâ gördüm. Ay, semâdan inip benim kucağıma
düştü. Ben, bu rü'yâmı kendisine anlattığım zaman, bana kızdı ve: "Sen
Medine kralı Muhammed'i arzu ediyorsun!" diyerek bağırdı ve gözümün
üzerine bir yumruk indirdi.) İşte bu morarma onun eseridir."
Ebû Ya'lâ Humeyd bin
Hilâl'dan şöyle nakleder: "Safîye vâledimiz demiştir ki: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanına götürüldüğüm zaman, insanlar
içinde en çok nefret ettiğim kendileri idi. O bana dedi ki: "Ey Safîye,
senin kavmin, şunları şunları yaptı. Bunun için netice böyle oldu." Onun
bu konuşmasını dinledikten sonra yanından kalktığım zaman, bütün insanların
benim yanımda en sevgilisi, Peygamberimiz olmuştur."
Beyhekî Asım el-Ehval'dan
şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber'e geldiği zaman, oradaki
hurmalar yeşildi. İnsanlar da acele edip bu hurmalardan bol miktarda yediler.
Sonra sıtma oldular ve durumlarını Hazret-i Peygamber'e haber verdiler. Peygamberimiz de kendilerine suyun,
sabahın ayazı ile iyice soğutulmasını, bu soğuk suyu üzerine dökünmelerini
kendilerine tavsiyede bulundular. Bu tavsiyelerinde; suyun sabahın iki ezanı
arasında dökünülmesi, üzerine Besmele çekerek Allah'ın adının zikredilmesi
kaydı da vardı. Ashâb da aynen böyle yaptılar ve sanki hiç sıtma görmemiş gibi
iyileştiler."
Vâkıdî ve Beyhekî Abdullah bin Üneys'ten şu haberi
nakletmiştir: Ben Hayber'e çıktığım zaman, yanımda eşim de vardı ve o hâmile
idi... Yolda ağrısı tuttu. Durumu Hazret-i Peygamber'e haber verdim. O da bana şu tavsiyede bulundu:
"Hurmayı güzelce ezip suya ısla. Şırası çıktığı zaman, bunu bir şerbet
hâlinde hanımına içir!" Ben de aynen Peygamber Efendimiz'in tavsiyesini
yerine getirdim. Eşim, hoşuna gitmeyen bir aksilikle karşılaşmadı."
Beyhekî Vâkidî tarikiyle
onun üstadlarından şöyle bir haber nakleder: Ebû Şüyeym el-Müzenî müslüman
olduğu zaman, gerçekten de güzel müslüman olmuştu. Vaktiyle müslümanlık öncesi
bir olayı şöyle anlatmıştı: "Biz, Hayber yahûdilerine imdâd kuvveti olarak
Üyeyne bin Hısn'ın askerleriyle birlikte giderken, işittiğimiz bir ses üzerine
geri dönmüştük. Uyeyne, bizleri tekrar toparlayıp yola çıkardı ve Hayber'e
yaklaştığımız bir sırada, gece molası verdik. Geceleyin ansızın uyandık. Uyeyne
bize dedi ki: "Arkadaşlar, size müjde edebilirim. Burada gördüğüm bir
rü'yâda, Hayber'deki dağlardan Zü'r-Rukaybe dağının bana verildiğini gördüm.
Bu, Muhammed'in rakabesinin, yani boynunun bizim elimize geçmesi, bizim ona
karşı zafer kazanmamız demektir." Sabahleyin yerimizden kalkıp Hayber'e
vardığımız zaman, Muhammed'in Hayber'i ele geçirdiğini gördük. Komutanımız
Uyeyne, Hazret-i
Peygamber'e gidip dedi ki!:
"Ey Muhammed, benim kendileriyle anlaşmam bulunan dostlarım Hayberlilerden
ganimet olarak aldığın malları, bana teslim etmen lâzımdır. Zira ben seninle
savaşmayı bırakıp geri döndüm!" dedi. Hazret-i Peygamber de kendisine dedi ki: "Yalan söylüyorsun, ey Uyeyne!
Sen yolda işittiğin bir ses sebebiyle geri dönmüştün!" Bunun üzerine Uyeyne,
"öyleyse beni mükâfatlandır" dedi, Hazret-i Peygamber de "Zü'r-Rukeybe senindir"
buyurdu. Uyeyne, bunun ne olduğunu sordu. Peygamber de: "Bu, rü'yânda
senin olduğunu gördüğüm dağdır!" buyurdu. Bunu duyan Uyeyne, derhal oradan
ayrılıp kabilesine döndü. Sonra Haris bin Avf onun yanına gelip dedi ki!
"Ey Uyeyne, ben sana vaktiyle doğru hareket etmediğini, Muhammed'in
mutlaka üstün geleceğini, Allah'ın dîninin zahir olacağını ve her tarafa
yayılacağını söylemiştim. Yahudî bilginleri de bunu vaktiyle bize
söylemişlerdi. Yemîn ederim ki ben, Selâm bin Ebû'l-Hukayk'ın "Biz
Muhammed'e hased eden kimseleriz! Yoksa O aslında hak Peygamberdir ve bizim
Ondan göreceğimiz iki darbe vardır. Bunlardan biri Medine yakınında, diğeri ise
Hayber'de olacaktır" diye konuştuğunu de kendi kulağımla duydum. Selâm, bu
şekilde konuştuğu zaman ben kendisine: "Demek O'nun dîni, her tarafa
yayılacak mı?" diye sormuştum. O da Tevrat'a yemin ederek "Evet"
demişti."
İbn-i Sa'd İbn-i Abbâs'ın şu haberini nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz Hayber'i fethettiği zaman,
Hayber halkının çocuklarını ve ev halkını alarak çıkmaları üzerinde
kendileriyle andlaşma yaptı. Yalnız, altın ve gümüşlerini götürmeyeceklerdi.
Kinâne ve Rabîl çağırıp "Mekke halkına ariyet olarak verdiğimiz altın ve
gümüş kablarınız nerede?" diye sordu. Onlar da şu karşılığı verdiler:
"Bizler yurdumuzdan kaçtıktan sonra, kâh şuraya, kâh buraya indik. Kötü
durumda kaldıkça onları harcadık." Peygamberimiz: "Yalan söyleyip
andlaşmamıza hiyânet etmek yok! Aksi halde, kanınızı ve malınızı bize helâl
kılmış olursunuz" dedi. Onlar da "Yalan söylemiyoruz" diye ısrar
ettiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, ansârdan bir adamı çağırıp:
"Susuz ve ağaçsız olan falan yere git, sonra hurmaların bulunduğu yere
ilerle, Sağına ve soluna iyi dikkat et. Bir ağacın yerinden kaldırılmış olup
olmadığını gör! O ağacın kaldırıldığı yere gömülmüş bulunan altın ve gümüş
kabları getir" buyurdu. Ansârlı adam da bu şekilde hareket ederek az sonra
kabları ve malları getirdi. Peygamberimiz de, Kinâne ile Rabîi idam ettirdi ve
ev halkını da esir etti." [114]
Buhârî, Yezid bin Ebû
Ubeyd'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: Bir gün ben Seleme bin el-Ekva'ın
dizinin alt tarafında bir kılıç darbesi gördüm ve kendisine: "Bu
nedir?" diye sordum. O da bana: "Hayber Gavzesinde aldığım bir yara
izidir. İnsanlar orda: "Seleme yaralandı!" diye bağırdılar. Ben de
derhal Hazret-i
Peygamber'in yanına vardım.
Peygamber Efendimiz, mübarek tükrüğü ile yaramı ilaçlayıp tedavi etti. O günden
bu güne, yaram bir daha açılmadı." karşılığını verdi."
Buharî ve Müslim Sehl bin Sa'd'tan rivayet ederler: O, şöyle
demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), savaşlarının
birinde müşriklerle karşılaştığı zaman, müslümanların içinde bir adam çok
kahramanca savaşıyor, müşriklerin yakınında dolaşıyor, birlikten az ayrılan
veya yalnız kalan her müşriği takîb ediyor ve mutlaka kılıcıyla vurup
öldürüyordu. Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, bugün şu adam, herkezden
fazla cesaret ve kahramanlık göstermiştir" dediler. Peygamberimiz de:
"Bu adam, cehennemliklerden biridir" buyurdu. O'nun bu sözü, ashâb-ı
kirama ağır geldi. Dediler ki: "Eğer bu kişi cehennemliklerden biri ise, bizim
hangimiz cennetliktir?" O da buyurdu ki: "Vallahi bu adam, bu hâl
üzere ölmez!" Derken ben bu adamı, adım adım takip ettim. O, hızlı gitse
ben de hızlı gidiyordum, ağır davransa ben de ağır davranıyordum. Nihayet
savaşırken ağır bir yara aldı ve derhal intihara kalkıştı. Kılıcının kabzasını
yere, ucunu da göğsüne dayadı ve kılıcı üzerine şiddetle yüklenerek intihar
etti. Kendi kendisini öldürdü. Durumu gören bîri, koşarak geldi ve: "Ey
Allah'ın Resulü, ben yine şehâdet ederim ki Sen Allah'ın Resulüsün!" dedi.
Peygamberimiz: "Ne var?" diye sordu. Adam da, o kahramanca savaşan
adamın akıbetini haber verdi."
(Buhâri ve Müslim'in aynı mealde Ebû Hüreyre'den de bir
rivayetleri bulunmaktadır.)
Beyhekî Zeyd bin Hâlid
el-Cühenî'den nakleder: "Hayber gününde Peygamberimiz'in ashabından biri
vefat etmişti. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bunun cenaze namazını siz kılınız" buyurdu.
Ashabın yüzü, O'nun bu sözünden fena halde bozuldu. Peygamber Efendimiz de
bunun üzerine: "Bu arkadaşınız bu savaşta, Allah için savaşırken gulûl
yapmış, henüz ganimet malı taksim edilmeden ondan çalmıştır!" buyurdu.
Bunun üzerine biz onun eşyasını araştırdık, iki dirhem etmeyecek bir gerdanlığı
çalmış olduğunu gördük."
Yine
Buhâri ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den bir rivayeti var. O
demiştir ki: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Hayber'e çıktık. Elbise ve bazı eşya ve
malların dışında, altın veya gümüş ganimet etmedik. Dönüş sırasında Peygamber
Efendimiz Vâdi'l-Kurâ denilen yere geldiği sırada, kendilerine siyah bir köle
hediye edildi. Müd'im adındaki bu adam, Peygamber Efendimizin göçünü
indirirken, atılan bir ok gelip kendisini yaraladı ve o, bu yaradan öldü.
Ashâb, "Adamcağız, ne güzel hizmet ediyordu! Ne mutlu kendisine ki, o
cennetliktir!" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
("Yok, sizin sandığınız gibi değil! Varlığım elinde olan Allah'a
yemin ederim ki, onun Hayber gününde ganimet malları henüz taksim edilmemişken
çaldığı semle (üste giyilen elbise), bir cehennem ateşi olarak onu
saracaktır!")
Buhâri, Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini nakleder: Hayber fethedildikten
sonra, Peygamber'e (sallallahü aleyhi
ve sellem) kızartılmış bir
kuzu hediye edildi. Kuzu, Peygamberimiz'in ölümüne sebebiyet verilmesi maksadı
ile zehirlenmişti. Peygamberimiz: "Burada ne kadar yâhudi varsa toplayınız!"
buyurdu. Onları çağırıp topladılar. Peygamberimiz kendilerine: "Ben, size
bir şey soracağım, bana doğru söylermisiniz?" dedi. Onlar da
"Evet" dediler. Peygamberimiz "Sizin atanız kimdir?" diye
sordu. Onlar da "filandır" dediler. Peygamberimiz "Yalan
söylediniz, sizin atanız filandır" dedi. Onlarda Peygamberimizi
"Evet" diyerek tasdik ettiler. Peygamberimiz tekrar onlara sordu:
"Doğru söyleyiniz, bu kızarttığınız kuzuya zehir koydunuz mu?" Onlar
da "Evet" dediler. Onlara, bunu niçin yaptıklarını sordu. Onlarda
dediler ki: "Eğer sen yalancı biri isen, senden kurtulmak istidik. Eğer
hak Peygamber isen, sana bir zararı dokunmaz, diye düşündük."
Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın Ebû Hüreyre'den olan rivayetleri
ise şöyledir: Yahudilerden bir kadın, Peygamber Efendimiz'e kızartılıp
zehirlenmiş bir kuzu hediye etti. Peygamberimiz de ashabına: "Sakın bu
kuzudan yemeyiniz! Çünkü bu zehirlidir!" buyurdular. Sonra huzuruna
getirdikleri o kadına sordular: "Bunu niçin yaptın?" Kadın şu cevabı
verdi: "istedim ki, gerçekten Peygamber olup olmadığın meydana çıksın!
Eğer hak Peygamber isen, bundan haberdâr edilirsin, eğer yalancı birisi isen,
insarları senden kurtarmış olurum, dedim" Peygamber Efendimiz, bu kadını
serbest bıraktı." [115]
Buhâri ve Müslim'in Enes'ten olan rivayetleri ise
şöyledir. Enes bu konuda demiştir ki: "Bir yâhudi kadım, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) kızartılmış ve zehirlenmiş bir kuzu
getirip hediye etti. Peygamberimiz de: bundan yemişti. Sonra bu kadın Hazret-i Peygamber'in huzuruna getirildi. Peygamberimiz
kendisine niçin bunu yaptığını sordu. Kadın "Sizi öldürmek istedim"
dedi. Peygamber Efendimiz de kendisine: "Allah buna izin vermezdi!"
karşılığı verdi."
Darimî, Beyhekî, Câbir bin Abdullah'tan şöyle
nakleder: Hayber'li yahudî kadını, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) zehirlenmiş ve kızartılmış bir kuzu
hediye etti. Peygamberimiz de döşünü (ön kolunu) alıp ondan bir miktar yedi.
Bundan, ashabtan bâzıları da yediler. Peygamberimiz: "Sakın yemeyin, bu
zehirlidir!" buyurdular. Kadını çağırtıp niçin bunu yaptığını sordular.
Kadın: "Bunu sana kim haber verdi?" dedi. Peygamberimiz de
"Elimdeki şu parça haber verdi" buyurdu. Bunun üzerine kadın, kuzuyu
zehirlediğim itiraf etti ve: "Eğer sen gerçekten Peygamber isen, bundan
haberdâr edilirsin dedim. Eğer bir yalancı isen, senden kurtulmayı
düşündüm!" dedi. Peygamberimiz de bu kadını serbest bıraktı." [116]
Beyhekî ve Ebû Nuaym, Urve ve Mûsâ bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihâb'dan şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Abdullah bin Revâha başkanlığında otuz süvari askeri, yahudî Yüseyr bin Rizâm'a gönderdi. Bu çarpışmada Abdullah bin Üneys de vardı... Çarpışma esnasında Yuseyr, Abdullah bin Üneys'i yüzünden yaralamıştı. Döndükleri zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mübarek tükrüğü ile Abdullah bin Üneys'in yarasını ilaçlayıp tedavi etti. Ve ölünceye kadar Abdullah'ın bu yarası, ne bir kanama yaptı, ne de kendisine bir acı verdi..."[117]
Vahidi ve Beyhekî Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini
naklederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kaza Umresi için yola çıkıp silahı ile birlikte Ye'cic
Vâdisi'ne geldi. Durumu haber alan Kureyş, on kadar adam gönderip itirazda
bulundu ve: "Ey Muhammed, sen Hudeybiye'deki andlaşmanda Mekke'ye silahsız
olarak gireceğini kabul etmiştin. Bu sözleşmeye aykırı haraket edemezsin...
Mekke'ye, ancak misafir olanların silâhı ile girebilirsin. Diğer silahlarını dağarcığına
koymak zorundasın!" dediler... Peygamberimiz de kendilerine "Elbette
ben, Mekke'ye silahlı olarak girmeyeceğim!" buyurdu. [119]
Ahmed'in İbn-i Abbâs'tan rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı Mekke'ye geldikleri zaman
müşrikler dediler ki: "İşte, Medine'nin sıtması ile perişan olmuş, zayıf
düşmüş adamlar geldiler..." Onların bu konuşmasından Cenâb-ı Allah
Resulünü haberdâr etti. Peygamber Efendimiz de bunun üzerine tavafın ilk üç
şavtmda "Remel" yapmalarını emretti... Bununla müslümanların gücünü,
müşriklere göstermek istedi..." [120]
Beyhekî’nin bu husustaki İbn-i Abbâs'tan rivayeti ise şöyledir:
"Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Kaza Umresi için
yola çıktığında, Merru'z-Zahrân denilen yere geldiği zaman, müşriklerin
kendileri hakkında: "Müslümanların gıdasızlık ve zayıflıktan kımıldayacak
halleri kalmamış!" diye konuştuklarından haberdâr oldu... Ashâb dediler
ki: "Yâ Resûlüllah, binit develerinden bâzılarını kesip etinden yesek, bol
gıdalı çorbalar içsek de yarın Mekke'ye daha neşeli bir halde girsek, daha
uygun olmaz mı?" Peygamberimiz "hayır" dedi ve binit develerinin
kesilmesini kabul etmedi... Buyurdu ki: "Haydi bütün yiyeceklerinizi önümde
toplayınız!" Bunun üzerine Peygamberimizin önüne bir yaygı yazıldı ve
bütün yiyecekler getirilip bu yaygının üzerine döküldü. Bundan bol bol yediler
ve kablarını da doldurdular Sonra kalkıp Mescid-i Harâm'a gittiler ve
Peygamberimiz kendilerine "Remel" yapmalarını emretti... Kureyş de
bunu gördüğünde: "Yürümeye râzı olmadılar da geyik gibi sekiyorlar"
diye söylendi..."[121]
Bu seriyye, sekizinci Hicret yılının Sefer ayında yola çıkarılmıştı.
Cündeb bin Mekis el- Cüheni'den İbn-i Sa'd'ın bu hususla ilgili çıkardığı haber şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Gâlib bin Abdullah el-Leysî'nin
başkanlığında gönderdiği seriyyede ben de vardım.. Peygamberimizin bu husustaki
emri şöyle idi: "Kedid denilen yere vardığınızda, Mellûh Oğullarına karşı
bir akın düzenleyiniz!" Biz de Peygamberimiz'in emri gereğince akın
düzenledik ve hayvanlarım ele geçirip sürdük.. Kabilenin gözcüsü durumdan
kendilerini haberdar etti. O kadar büyük bir kalabalık toplandı ki, bizim
onlarla çatışmaya girmemize imkan yoktu.. Biz ilerlemeğe devam ettik. Kabilenin
adamları ise arkamızdan yetişti. Bu sırada biz vadinin karşı tarafına geçmiş
idik. Baktılar aramızda sadece vadi var.. Derken kuvvetli bir sel geldi,
vadinin iki tarafını dolduruyordu.. Bu bize, Allah'ın bir yardımı ve imdadı
idi.. Halbuki biz, ne bir yağmur gördük, ne de havada bulut vardı.. Onlar da
karşı tarafta bakakaldılar.. Hiç birinin bizden tarafa geçmesine imkân yoktu..
Biz de yolumuza ilerleyip, onların arkamızdan yetişemiyeceği kadar arayı açtık
ve yakalanmadan yerimize döndük..". [122]
Hâkim İbn-i Abbâs'tan şöyle naklediyor: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Musa'yı Deniz Seriyyesi'ne gönderdi.. Onlar giderlerken, bir ses işittiler. Bu ses diyordu ki: "Size Allah'ın bir hükmünü bildirelim mi? Her kim sıcak bir günde Allah yolunda susuzluğa katlanırsa, Allah da onu susuzluk gününde suya kavuşturacaktır!" [123]
Zeyd bin Harise Seriyyesi, Ümmü Karafe'ye gönderilmişti. Ümmü Karafe,
Fizâre Oğullarına mensub idi. Bu kadın, kendi oğulları ve torunlarından otuz
altıyı hazırlayıp Peygamber Efendimiz'e saldırmak üzere yola çıktı.. Durumdan
haberdar edilen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz; "Allah'ım, bu kadını bütün evladlarından
mahrum eyle!" diye bedduada bulundu.. Sonra Zeyd bin Hârise'yi bir bölük
askerle onların üzerine gönderdi. Ümmü Karafe ve bütün evladı bu çarpışmada
telef oldular.. (Ebû Nuaym'ın, Âişe Vâlidemiz'den olan rivayeti, bu merkezdedir..) [124]
Ahmed ve sahih bir senedle Beyhekî Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Kadının biri gelip dedi ki:
"Ey Allah'ın Resulü, ben bir rüya gördüm. Şöyle ki: Sanki ben cennete
girmişim, orada bazı ayak sesleri işittim. Baktım, Filan ve filanlar imiş.. On
iki kişilerdi, Cennette yürüyorlardı.. Üzerlerinde atlastan elbiseleri vardı.
Üzerlerinden ter yerine kan akıyordu.. Denildi ki: Haydi bunları cennet ırmağına
götürüp daldırınız! Orada yıkansınlar!". Bunun üzerine götürüldüler. Nehre
dalıp çıktılar.. Yüzleri ayın on dördü gibi parlıyordu. Sonra gelip altın
kürsiler üzerine oturdular. Ve
altından tepsiler içinde yiyecek getirildi ve bundan yediler.. Ben de
kendileriyle birlikte o meyvelerden yedim.."
Kadın bu şekilde rü'yasını anlatıp bitirdiği sırada, Peygamber
Efendimiz'in daha önce göndermiş bulunduğu bir seriyyeye âit bir haber geldi.
Haberci dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, karşılaştığımız çarpışma esnasında
filan ve filanlar şehid oldular." Habercinin bu şekilde saydığı kimselerin
sayısı ve kendileri, kadının rü'yasını anlatırken söylediği kişilerin ve sayının
aynısı idi. Bunun üzerine Peygamberimiz o kadına dedi ki: "daha önce bana
anlattığın rüyam, gönderdiğim seriyyenin şu habercisine de anlat!". Kadın
rü'yasını ona da aynen anlattı. O haberci de: "Evet yâ Resülüllah, aynen
bu kadının rü'yasında gördüğü gibidir" dedi.." [125]
Buharî'nin bu hususta İbn-i Ömer'den rivayeti şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mûte Savaşına giden askerin başında Zeyd bin Hârise'yi komutan tayın etti. Ve buyurdu ki: "Zeyd şehîd düşerse, komutanınız Cafer'dir. Eğer Cafer de şehid düşerse, komutanınız İbn-i Ravâha'dır!"
Vâkıdî der ki: Bana Rabta bin Osman'ın Ömer bin Hakem'den naklettiğine göre, onun babası şöyle demiştir: Nûmân bin Rahtî adındaki yahûdî gelip diğer insanlarla birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında durdu. Peygamberimiz de bu sırada: "Askerin komutam Zeyd bin Hârise'dir. O şehid düşerse komutan Cafer'dir! O da şehid düşerse komutanınız Abdullah bin Ravâha'dır! Şayet Abdullah da şehid olursa, müslümanlar râzî olacakları birini kendilerine komutan seçsinler!" buyurdu... O'nun bu sözlerine kulak vermekte olan Nûmân dedi ki: "Yâ Eba'l-Kâsım, Sen eğer hakîkaten bir Peygamber isen, burada, eğer şehid olursa diye isimlerim saydığın adamlarının hepsi şehid olacaklardır. Daha pekçoklarının isimlerini saymış olsan, muhakkak onlar da şehit olacaklardır... Senden önceki Benî İsrâ'îl Peygamberlerinde de bu böyle olmuştur... Bir Peygamber, yüz kişinin "Eğer şehîd olursa..." diye ismini saymışsa, onların yüzü de o savaşta şehîd olmuştur... " Nûmân adındaki bu yahûdî, sonra Zeyd bin Hârise'ye dönerek şu nasîhatta bulundu: "Ey Zeyd, savaşa gitmeden vasiyyetini yap! Zira sen bu savaştan geri dönmezsin, asla Muhammed'i bir daha göremezsin! Eğer o, bir Peygamberse, bu muhakkak böyle olacaktır." Zeyd de ona karşı "Elbette ki O, hak Peygamberdir! İyi ve güzel ahlaklı olup doğru sözlüdür!" diye cevap verdi..."
(Bu haberi, bu şekilde Beyhekî de rivayet etmiştir...) [126]
Vâkıdî ve Beyhekî Ebû Hüreyre'den naklederler. O demiştir ki: "Mûte savaşına ben de katılmıştım. Düşmanın askeri ve malzemesi o kadar çoktu ki, sayılmayacak derecede... Sonra elbiselerinin süsü, altın ve gümüşlere bezenmiş olmaları da göz kamaştırıyordu... Benim gerçekten gözüm kamaşmıştı... Bunu farkeden Sabit bin Akram, bana dedi ki: "Ey Ebû Hüreyre, sana ne oluyor? Herhalde, gördüğün manzarayı çoğumsadın ve gözün kamaştı?" Ben de "Evet öyle" diye cevap verdim. Sonra bana şunu söyledi: "Doğrudur, çünkü sen Bedir'de bizimle bulunmadın! Unutma ki biz Bedir'de asla sayı çokluğu ile muzaffer olmadık!"
Buhârî, Enes'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mûte Savaşına ordusunu gönderdiği zaman bayrağı Zeyd'e vermişti... Zeyd, Cafer ve İbn-i ravâha sırasiyle şehid oldukları zaman, bunu ashabına haber verdiler... Henüz onlardan haberci gelmeden önce şöyle buyurdular: "Bayrağı taşıyan Zeyd şehîd oldu... İşte bayrağı Cafer aldı, fakat o da şehid oldu... Şimdi bayrağı Abdullah bin Ravâha taşıyor... Fakat o da şehid düştü. En sonunda bayrağı Hâlid bin Velîd ve onun sayesinde müslümanlar kurtuldu..."
Beyhekî'nin Ebû Katâde'den sevkettiği rivayet de aşağı-yukarı bu mealde olup yalnız bu rivayette şu önemli fark bulunmaktadır:"... Peygamber Efendimiz minbere çıkıp Zeyd'in, Cafer'in ve Abdullah bin Ravâha'nın şehid olduklarını birer birer haber verdi ve sonunda buyurdular ki: "İşte şimdi bayrağı Hâlid bin Velîd aldı... Allah'ım, o Senin kılıçlarından bir kılıçtır! Sen ona nusret eyle!" İşte bugünden sonra Hâlid bin Velîd'e, "Seyfullah" denilir oldu..."
Vâkıdî'nin Muhammed bin Salih el-Temmâr ile Abdül Cebbar bin Umâra'dan sevkettiği rivayette ise şöyle denilmektedir: Mûte'de iki taraf karşılaştığı zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minber üzerinde oturup konuşmaya başladı. Şâm ile kendisi arasındaki perde keşfolunup olanlar aynen kendisine gösterilmişti. O, Mûte'deki savaşı gözlüyor ve şöyle diyordu: "Elindeki bayrağı ile düşmanın üzerine yürüyan Zeyd'e, Şeytan vesveseler verip ölümü kötü, yaşamayı güzel göstermek istedi... Zeyd ise: "Şimdi îmân alabildiğine mü’minlerin kalblerinde yerleşmişken, sen dünyâya mı rağbet edeceksin?" deyip ilerledi... Ve şehîd olup cennete girdi... İşte şimdi de bayrağı Cafer aldı. Şeytan ona da musallat olup aynı vesveseleri vermek istedi ise de, o da Zeyd gibi bu vesveseleri red ederek ilerledi... Nihayet o da şehîd düştü ve cennete gitti... Sonra bayrağı Abdullah bin Ravâha aldı ve o da diğerleri gibi şehîd oldu... Şu farkla ki, onun önceki iki arkadaşı koşarak cennete giderken Abdullah, yan yan cennete giddi..." Hazret-i Peygamber'in bu sözü ashaba ağır geldi... Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, onun itirazı ne idi ki, böyle oldu?" Hazret-i Peygamberin cevabı ise şöyle oldu: "O savaşırken yara alınca geri döndü ve savaşı bırakmak istedi. Sonra toparlanıp kendi kendini azarlayarak cesarete geldi ve savaşıp şehîd oldu... Cennete girdi ve fakat arkadaşlarının derecesine ulaşamadı..."
İbn-i Sa'd'ın Salim bin Ebû'l-Ca'd tarikiyle Ebû Amir el-Sahabî'den şöyle bir rivayeti var: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Cafer ve arkadaşlarının haberi geldiği zaman çok üzüldü... Sonra tebessüm ettiler. Bunun sebebi sorulduğunda şöyle buyurdular: Ashabımın ölümleri bana çok hüzün vermişti... Nihayet onları cennette karşılıklı kürsîlerde kardeşâne oturduklarını gördüm de sevindim... Fakat içlerinden birinin biraz yan çizdiğini görüp kılıcı ve ölümü hoş karşılamadığını anladım... Cafer'i ise iki kanadıyla uçarken gördüm. Kanadları ve ayakları, şehitlik kanına bulanmış vaziyette idi..."
İbn-i İshâk, İbn-i Sa'd, Beyhekî ve Ebû Nuaym Esma bint-i Amîs'ten rivayet ederler. O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), benim yanıma geldi ve bana: "Haydi Cafer'in oğullarını bana getir!" dedi. Ben de onları getirdim. Peygamberimiz onları kucaklayıp sevdi, okşadı ve kokladı... Her iki gözünden yaşlar döktü... Ben bunun üzerine kendisine: "Ey Allah'ın Resulü, niçin ağlıyorsunuz? Size Cafer ve arkadaşlarından bir haber mi ulaştı?" dedim. O da bana cevâbında: "Evet, onlar bugün savaşırken şehîd oldular" buyurdu."
Vâkidi, Beyhekî ve İbn-i Asâkir Abdullah bin Cafer'den şöyle naklederler: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in anama gelip de babamın şehid düştüğünü haber verdiğini hatırlıyorum? O vakit Resûlüllah buyurmuştu ki:
"Ben sana müjde ediyorum! Allah, Cafer'e iki kanat verdi, o da bu iki kanadıyla cennete uçmaktadır!"
"Resûlüllah Efendimiz bize geldiği vakit ben, kardeşime ait koyunlara kakıyordum. Peygamberimiz bunu görerek şöyle dua buyurdular: "Allah'ım, onun malına bereketler ihsan eyle!" O'nun bu duasından sonra her malımda bereket oldu... Ne aldım ve sattımsa, son derece berekete nail oldum?"
Buhârî İbn-i Ömer'den şu haberi rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cafer'in oğlu Abdullah'ı gördüğü zaman: "Selâm sana, ey iki kanad sahibi Cafer'in oğlu!" diyerek selam verirdi..."
Hâkim sahih olduğunu söyleyerek Ebû Hüreyre'den şöyle bir rivayet nakleder: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben, Cafer'i cennette uçan bir melek olarak gördüm. Ayaklarından da kan damlıyordu... Zeyd'i ise ondan daha geri mertebede gördüm. Sebebini sorduğumda, "Zeyd, mertebe bakımından Cafer'den geri değildir, fakat Cafer sizin yakınınız olduğu için ona daha büyük bir mertebe lutfedilmiştir" denildi..." [127] (Hâkim'in bu hususta İbn-i Abbâs'tan da bir rivayeti bulunmakta ise de, o da aynı mealdedir...) [128]
Buharî ve Müslim Câbir'den rivayet ederler. O şöyle der:
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), bizi üçyüz
süvari kuvveti olarak Ebû Ubeydetü'b-Nül Cerrâh'ın komutanlığında sefere
çıkardı... Biz, Kureyş'in kafilesini gözlüyorduk... Çok aç kalmıştık. Hattâ
çaresizliğimizden develerin yemini yedik... Derken denizden karaya bir hayvan
vurdu. Bu, Anber adında çok büyük bir balık idi. Onbeş gün, bu balıktan yedik
ve yağından süründük... Bedenlerimiz gıdasını alarak zindeleşti... Anber'in
kaburga kemiklerinden birini Ebû Ubeyde en uzun boylu askere kaldırtarak en
uzun boylu deveye yükletti. Diğer ucunuda, askere tutturarak altından
geçti..."
Müslim Câbir'den rivayet
eder: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) bizi, Kureyş'in
kafilesini karşılamak üzere Ebû Ubeyde'nin komutanlığında sefere çıkarda.
Yiyecek olarak da sâdece hurma yardımında bulundu. Sefere çıktığımızda
komutanımız da bize hurmayı dâne dâne veriyordu... Yâni hurmamız da çok
değildi... Bir torbadan ibaretti... Bize verilen bir tek hurmayı ağzımıza koyup
sorarak eritiyor, üzerine de su içerek idare ediyorduk. Yâni sabahtan akşama
kadar yiyeceğimiz bundan ibaretti...Derken denizden karaya Anber adında bir
büyük balık vurdu.. Bu bizim için büyük bir ganimet oldu.. Bir aya yakın
bununla geçinip beslendik..". [129]
Mekke'nin fethi Gavzesi, Hicretin sekizinci yılında ve Ramazan Ayı'nın
ilk on günü geçtikten sonra idi. Peygamberimiz bu sefere çıkarken Medine'ye
vali olarak da Gülsüm bin Husaym el-Gıfari'yi tayin etmişti.. Bir rivayete göre
de, Abdullah bin Ümmü Mektûm'u bırakmıştı..
Beyhekî bununla ilgili
olarak İbn-i îskak'tan rivayet eder. O şöyle der: Bana Urve bin Zübeyr'in
Mervân bin Hakem'den ve Misver bin Mahreme'den naklettiğine göre, bu ikisi
şöyle demişlerdir: Hudeybiye'de varılan andlaşmaya göre, etraftaki kabilelerden
dileyen Peygamber Muhammed aleyhisselam ile andlaşabilecek, dileyen de Kureyş
tarafi ile andlaşma yapabilecekdi. Bu maddeye uyarak Hudâa kabilesi derhal:
"Biz Muhammedle andlaşma yaparak O'nun tarafına geçeriz" dediler ve
öyle yaptılar. Bekir oğulları da "Biz Kureyş tarafı ile andlaşma yapar
onların himayesine gireriz" dediler ve öyle yaptılar.. Bir seneden fazla
yâni onyedi veya on sekiz ay kadar, bu andlaşmayı ihlal eden olmadı. Derken
kureyş tarafı ile andlaşmış bulunan Bekir oğulları, Hudâalılara geceleyin baskın
düzenlediler. Kureyş de kendilerine silâh ve eşya yardımında bulundu.
"Gece karanlığında yapıp bitireceğimiz bir baskını, Muhammed nereden
bilecek?" diye düşündüler.. Ve
geceleyin gidip Hudâalıları, suları başında vurdular.. Onlara olan düşmanlıkları
ise, onların Peygamber tarafına geçmiş olmalarına kızmaları idi.. Hudâa'dan Amr
bin Salim ise, atına binerek hızla yola çıktı ve durumu haber vermek üzere
Peygamberimiz'e geldi. Ve olup
bitenleri anlattı.. Peygamberimiz de kendisine: "Zafere ereceksin yâ
Amr!" buyurdu..
Aradan zaman geçmeden semâda bir bulut belirip geçti. Peygamberimiz de:
Bu bulut, Ka'b Oğullarının zaferini kolaylaştıracaktır!" buyurdu.. Ve derhal hazırlanılmasını emretti ve
fakat nereye çıkılacağını hiç söylemedi. Ayrıca Kureyş'in durumdan haberdar
olmaması için Cenab-ı Hakk'a dua ve niyaz eyledi: "Allah'ım, biz kureyş'i
kendi yurdunda ele geçirinceye kadar, onlara bir körlük ver! Bu seferimizden
hiç haberleri olmasın!" dedi.. [130]İbn-i İshâk ve Beyhekî'nin Urve'den olan bir rivayeti de şöyledir:
Peygamber salallahü aleyhi vesellem, Mekke'nin fethine karar verip müslümanları
topladığı zaman, Hâtıb İbn-i Ebî Beltea Kureyş'e bir mektup yazarak,
Peygamber'in bu hazırlık ve seferinden haber verdi.. Bu mektubu Müzeyne'li bir
kadına vererek ve bu hizmetine karşılık bir mükâfat va'dederek gönderdi.. Bu
kadın da mektubu başına koyup örgülerinin altına sakladı ve bu şekilde yola
çıktı. Fakat Peygamber Efendimiz durumdan haberdar edildi.. Ali bin Ebû Tâlib
ile Zübeyr bin el-Avvâm'ı çağırarak vazifelendirdi ve bu kadının peşinden yola
çıkardı.. Kadını yakalayarak mektubu geri getirmelerini emretti..".
Bu haberi tamamlayan Bûhâri ve Müslim'in Ali'den rivayeti ise şöyledir. Ali demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni, Zübeyr'i ve Mikdâd'ı gönderdi ve
buyurdu ki: "Derhal gidiniz ve Ravda-i Hâv'a varınız! Orada devesiyle
gitmekte olan bir kadın göreceksiniz, onun götürmekte olduğu mektubu ondan
alarak getiriniz!".
Biz, derhal atlarımıza binerek hızla ilerledik. Sanki at yarışına
çıkmış gibiydik.. Hâh Râvdası'na vardığımız zaman, hakikaten devesi üstünde
yolculuk etmekte olan bir kadın gördük. Ona dedik ki: "Kureyş'e götürmekte
olduğun mektubu çıkar ve derhal bize teslim et!". Kadın, kendisinde mektup
olmadığını söyledi. Biz kendisine, "Sen kendin vermezsen, biz mecburen
üzerini arar mektubu alırız!" dedik. Durumun ciddiyetini anlayınca,
mektubu saclarının arasından çıkardı sve bize teslim etti.. Biz de derhal
getirip Peygamberimiz'e teslim ettik. Peygamberimiz çıkarıp okudu, Mektubda
şöyle yazıyordu:"
Hâtıb bin Ebû Beltea'dan Mekke'deki müşriklerden bâzılarına.." ve
bu mektubda, Hazret-i
Peygamber'in Kureyş üzerine
yürüdüğü, müşriklere haber veriliyordu. Durumu ortaya çıkaran Hazret-i Peygamber, Hâtıb'a hitaben: "Ey Hâtıb bu
nedir?" buyurdu. Hâtıb da şu karşılığı verdi: "Ey Allah'ın Resulü,
hükmünü acele verme! Ben, Kureyş'le çok yakın ilişkisi olan biri idim. Ben
Kureyş'li değil, Kureyş'in bir dostu idim.. Bunun için Kureyş içinde benim bir yakınım
bulunmamaktadır. Halbuki Kureyş'li olup da müslüman olmaları sebebiyle
Medine'ye hicret etmiş bulunanların Mekkede bâzı yakınları bulunmaktadır ve
onlar bu yakınları vasıtası ile oradaki aile fertlerini ve mallarımı
korumaktadırlar.. Benîm ise, böyle bir imkanım bulunmamaktadır, İşte bu
sebebten, Kureyş'ten bâzı dostlar sebebiyle oradaki yakınlarımı ve mallarını korumak
istedim! Yoksa (hâşâ), kesinlikle İslâm'dan irtidâd etmeyi (dönmeyi) düşünmüş
değilim! İslâm'a olan inancım ve bağlılığım tamdır ve devam etmektedir. Ben,
Müslüman olduktan sonra, asla küfre rızâ göstermiş değilim!"
Kendini bu şekilde savunan Hâtıb'a karşı Hazret-i Peygamberin sözü: "Evet, seni bu
söylediklerinde tasdik ediyoruz!" oldu.. Ömer'in bu sırada: "Ey Allah'ın Resulü, izin veriniz de bu
münafığın başını vurayım!" diye bağırdığı duyuldu. Resûlüllah Efendimiz de
buyurdular ki: "Ey Ömer, bu adam Bedirde bulunmuştur! Ne
biliyorsun, belki Yüce Allah Bedir Gâzîlerine özel olarak lütfedip: "Ey
Bedir Gazileri, istediğinizi yapınız, ben sizleri gerçekten mağfiret ettim
buyurmuştur.." İşte bunun üzerine Allah, şu âyet-i celîlesini inzal
buyurdu:
"Ey îmân edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan
kimseleri dost edinmeyiniz! Onlar, size gelen gerçeği inkar ettikleri,
Rab'biniz Allah'a inandığınızdan dolayı Allah'ın elçisini ve sizi yurdunuzdan
sürüp çıkardıkları halde, siz onlara meveddet (sevgi) ulaştırıyorsunuz (mektup
yazıp gönderiyorsunuz). Eğer benim yolumda savaşmak ve benim rizâmı kazanmak
için çıktınız ise, içinizde onlara sevgi mi gizliyorsunuz? Oysa ben sizin
gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilirim. Sizden kim bunu yaparsa,
doğru yoldan sapmış olur[131]
Beyhekî İbn-i Şihâb'tan
şöyle nakleder: Bize söylenildiğine göre, Ebû Bekir Mekke'nin fethi sırasında
Hazret'i Peygamber'e hitaben: "Ey Allah'ın Resulü, ben bir rüya gördüm:
ikimiz birlikte Mekke'ye yaklaşmışız. Bu sırada bir dişi köpek çıkıp bize
hırlamağa başladı,. Biz, biraz daha yaklaşınca bu dişi köpek sırtüstü yatıp süt
akıtmaya başladı.. "Ebû Bekir'in bu rüyasını dinleyen Hazret'i Peygamber
buyurmuş ki: "Müsterih ol, Kureyş'in köpeği gitti, sâf sütü akmaya
başladı.. "Şimdi onlar, aramızdaki akrabalık hürmetine sığınıp bizden af
dileyeceklerdir. İçlerinden bazıları da karşı koymaya kalkışabilir. Fakat Ebû
Süfyan ile karşılaştığınızda onu öldürmeyiniz!". Müslümanlar da
Merru'z-Zahrân'da Ebû Süfyan ile Hakim'e
rastladılar..".
Müslim, Tayâlesi ve Beyhekî Ebü Hüreyre'den şu haberi nakleder: Mekke'nin
fethi gününde ensâr dediler ki: "Adam, kendi memleketine ve akrabasına
kavuşunca, buraya ve bunlara olan rağbeti iyice arttı. Burada kalabilir.
"Tabii Ensar, böyle derken Hazret-i Peygamber'i kastediyor ve O'nun, Fetih'ten sonra Mekke'de
kalmasından endişe ediyordu.. Bu sırada Peygamber Efendimiz'e vahiy hâli geldi.
Kendisine vahiy hâli geldiği zaman, kolayca belli olurdu. Ve hiç kimse başını kaldırıp da Hazret-i Peygamber'e bakamazdı.. Vahiy hâli geçince Hazret-i Peygamber, ensara hitâb ederek: "Benim hakkımda söylediğiniz
bana malum olmuştur! Fakat asla sizin söylediğiniz gibi değil! Faraza sizin
söylediğiniz gibi olsa, o taktirde, benim adım ne olacak? Size tekrar:
"Asla, sizin söylediğiniz gibi değil!" diyorum. Ben, Allah'ın kuluve
Elçisi'yim! Sizinle beraber yaşayıp beraber öleceğim! Asla burada kalmak,
sizlerden ayrılmak diye bir şey yoktur!" Peygamber’imizin bu açıklaması
üzerine, ensâr ağlamaya başladılar.. Ve
dediler ki: "Vallahi bizler, Allah ve onun elçisi hakkında kötü zanda
bulunuyoruz". Peygamberimiz de buna karşılık: "Allah ve Resulü,
sizleri tasdik ediyor ve sizin bu husustaki özrünüzü kabul ediyor!"
buyurarak onları teselli ettiler.."[132]
İbn-i Sa'd Ebû İshâk
el-Sebei'den şu haberi nakletmiştir: Kilâb kabilesine mensûb olan Zü'l-Cevşen
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem)'e geldiği vakit,
Peygamberimiz ona dedi ki: "Senin müslümanlığı kabul etmene manî
nedir?" Zü'l-Cevşen şu karşılığıverdi: "Kavmin seni yalanladı, seni
Mekke'den çıkardı, sana karşı savaş açtı... Ben bu durumda beklemeyi tercih
ediyorum. Eğer sen kavmine galip gelirsen, ben sana îmân eder ve tabî olurum.
Yok kavmin sana galip gelirse, bu taktirde ben de sana tabî olmam." Onun
bu cevabı üzerine Resûlüllah da şöyle buyurdu: "Ey Zü'l-Cevşen, biraz
yaşıyacak olursan, Benim kavmim üzerine galebemi gözlerinle görmüş
olursun!"
"Bir ara biz, Dureyye'de idik... Mekke tarafından bir binitli
geldi. Biz kendisine Mekke'de ne haber var? diye sorduk. O da, "Muhammed
Mekke halkına galip geldi. Bu haberin üzerine yanımızdaki Zü'l-Cevşen, vaktiyle
Müslüman olmadığından dolayı çok üzüldü. "Keşke Resûlüllah'ın beni davet
ettiği zaman, İslâm'ı kabul etseymişim!" diyerek üzüntüsünü
belirtti..."
"Sahihtir" kaydiyle Hâkim'in ve Beyhekî'nin Kays bin Ebû Hâzını'dan naklettiklerine
göre, Ebû Mes'ûd şöyle demiştir: "Mekke'nin fethedildiği gün idi. Adamın
biri Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) ile konuşuyordu.
Adamcağız, Peygamberimiz'in heybetinden titremeye başlamıştı. Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz kendisine hitaben şöyle buyurdu:
"Hiç sıkılma, rahat ol ve rahat konuş! Zira ben (hükümdar
değilim), ancak Kureyş'ten bir kadının oğluyum, Anacığım da, güneşte kuruttuğum
et parçasıyla geçinen bir kadındı"
Beyhekî ve Ebû Nuaym'in Abdullah bin Dînâr tarikiyle
naklettiklerine göre, İbn-i Ömer şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye girdiği zaman, orada üçyüz
altmış put bulunduğunu gördü... Elindeki asası ile her bir puta işaret
ettiğinde o put yüzüstü yere düşüyor, Peygamber Efendimiz de şu âyet-i celîleyi
okuyordu "de ki: Hak geldi, bâtıl gitti, zâten bâtıl yok olmağa
mahkûmdur!" [133]
Ebû Nuaym'in Nâfi tarikiyle
İbn-i Ömer'den sevkettiği rivayet de şöyledir:
"Mekke'nin fethi gününde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mescid-i Harâm'a girip durdu. Kabe'nin
etrafında üçyüz altmış put bulunduğunu gördü... Şeytanlar onları birbirine
bakır ve kalaylarla yapıştırmıştı... Peygamberimiz bu putlardan her birine
yaklaşıyor, elindeki asası ile dokunmaksızın işarette bulunuyor, bu sırada
putlar, teker teker yüzüstü yere düşüyordu... Efendimiz de: "Hak geldi,
bâtıl gitti..." buyuruyordu.
Beyhekî ve Ebû Nuaym Saîd bin Cubeyr tarikiyle aynı hadisi İbn-i Abbâs'tan rivayet etmişlerdir:
(Beyhekî, yukarıda geçen İbn-i Ömer hadîsi'nin senediyle ilgili olarak
şöyle demiştir: Bu rivayetin senedi her ne kadar zayıf ise de, İbn-i Abbâs hadîsi bunu destekler mâhiyettedir...)
İbn-i Asâkir Atâ'dan şu haberi
sevkediyor; o da İbn-i Abbâs'tan naklen diyor ki: Mekke'nin Fethi
Gazvesi'nde Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Mekke'ye
yaklaştığı
Hâkim, Ali bin Ebû
Tâlib'ten şu haberi nakletmiştir: Mekke'nin fethi sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlerle birlikte Kabe'nin yanına
vardı... Bana hitaben "Otur" dedi. Ben de Kabe'nin duvarları dibine
oturdum. Peygamberimiz omuzlarına çıktı ve bana "kalk!" dedi. Ben de
kalktım. Benim omuzlarımda Peygamberimiz'i taşıyamıyacağımı anlayınca
"otur!" dedi. Ben de oturdum. Efendimiz de omuzlarımdan indi... Sonra
yine bana: "Ey Ali, haydi omuzlanma çık!" buyurdu. Ben de O'nun
emrini yerine getirdim. Sonra Peygamberimiz yukarıya doğruldu. Ben de kendimi
adetâ semâya doğru yükseliyormuşum gibi hayâl ettim... Bu şekilde Kabe'nin
damına çıktım. Peygamber Efendimiz Kabe duvarından geriye çekilerek bana
seslendi ve: "Haydi önce Kureyş'e ait en büyük putu aşağıya at!"
buyurdu. Bu putlar, demir direklerle yere irtibatlı ve dayalı idi...
Peygamberimiz bana hitaben: "Haydi, haydi!" diyerek teşvikte
bulunuyor, aynı zamanda da: "Hak geldi, bâtıl gitti; zâten bâtıl yok
olmağa mahkûmdur!" mealindeki âyeti okuyordu... Ben de bütün gücümle
çalışıp koca putu yere yuvarladım..."
Ebû Ya'lâ İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi feth ettiği zaman, şeytan
askerlerine seslenip onları topladı ve dedi ki: "Artık bugünden sonra
Ümmet-i Muhammed'i Müslümanlıktan çıkarıp da şirke döndürmek hususunda
ümidinizi kesiniz!" [135]
Beyhekî İbn-i Ebzâ'dan şu
haberi vermektedir: Peygamber Efendimiz Mekke'yi feth ettiği zaman, siyah
renkli, yaşlı ve ak başlı bir kadın gelip saçını başını yolmaya ve "Yazıklar
olsun, yazıklar olsun" diye feryâd etmeğe başladı... Kadının bu durumu Hazret-i Peygamber'e haber verildiğinde, şöyle
buyurdular! "Bu Naile adındaki şeytandır! Ülkenizde artık kendisine
tapınmayacağını bildiği için böyle yapmaktadır!
İbn-i Sa'd,
Tirmizî, Hâkim, İbn-i Hibbân, Dârekutnî ve Beyhekî Haris bin Mâtik'ten naklediyor, O şöyle diyor:
"Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem)'in Mekke'nin
fethi gününde şöyle dediğini işittim:
"Bu günden sonra Mekke ehline, tâ kıyamete kadar gaza yapılmıyacaktır!"
(Bunu, Haris bin Mâlik'ten rivayet edenlerden Beyhekî, bu hususta der ki: "Peygamber Efendimiz
bu sözleriyle, "Bu günden sonra, "Mekke ehli kâfir oldu!"
diyerek, üzerlerine gaza yapılmayacaktır" demek istemiştir..."
Müslim'in Mutî'den
rivayeti şöyle: "Mekke'nin fethedildiği gün ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Kureyş bu günden sonra îdâm
edilmek suretiyle katledümeyecektir" dediğini işittim."
(Beyhekî bu hususta der ki: Peygamberimiz bu
sözüyle, Kureyş'in hepsinin artık müslüman olduğunu ve küfür üzere
öldürülmeyeceğini, demek istemiştir) [136]
Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû't-Tufeyl’den şu haberi
nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Mekke'nin
fethinden sonra, Mekke ile Tâif arasında bulunan ve hurmalık olması sebebiyle
"Nahle" denilen yere Hâlid bin Velîd'i gönderdi. Arabın taptığı
meşhur putlardan el-Uzzâ orada idi. Hâlid'in vazifesi bu putu ve put evini
yıkmak idi... Hâlid derhal yola çıktı, Nahle'ye gidip putun iplerini kesti,
putu ve üzerinde bulunduğu put evini yıktı. Sonra dönüp durumu Hazret-i Peygamber'e haber verdi. Peygamberimiz ise
kendisine: "Ey Hâlid, Nahle'ye tekrar git! Zira el-Uzzâ adındaki putu
yıkmakla ilgili vazifen henüz bitmedi!" buyurdu. Hâlid tekrar Nahle'ye
döndü. Put evinin bakıcıları ise dağa doğru çekiliyorlar ve: "Ey Uzzâ, onu
çarpıp helak et, ey Uzzâ onu kör et! Aksi halde geber git!" diyorlardı...
Derken Hâlid'in karşısına bir kadın çıktı. Kadının saçları dağınık bedeni
çıplak idi... Başına topraklar saçıyor ve feryâd ediyordu. Hâiid kılıcıyla
vurup onu öldürdü. Sonra etrafına bakındı, yapılacak bir iş olmadığını
anlayarak geri döndü... Durumu aynen Hezret-i Peygamber'e haber verdi...
Peygamberimiz de kendisine: "Ey Hâlid, İşte şimdi el- Uzzâ putunu öldürmüş
oldun!" buyurdu..."
İbn-i Sa'd'ın bu hususta
Saîd bin Amr el-Hezlt'den rivayeti ise şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethettikten sonra, etrafa
askerî birlikler gönderdi. Hâlid bin Velîd'i de el-Uzzâ adındaki putu tahrîb
etmeğe gönderdi. Hâlid el-Uzzâ'yı yıkmak için Nahle'ye gittiğinde, siyah,
saçları dağınık ve çıplak bir kadınla karşılaştı... Dövünen ve üzerine topraklar
saçan bu kadını kılıcıyla vurup öldürdü. Putu ve puthâneyi de tahrîb ederek
döndüğünde, bu kadının durumunu Hazret-i Peygamber'e haber verdi.
Peygamberimiz de kendisine:
"İşte bu el-Uzzâ'dır! Artık şu müslüman ülkenizde puta tapmaktan
ümidini tamamen kesmiştir." buyurdu..."
İbn-i Sa'd'ın Vâkıdî
vâsıtasiyle onun üstadlarından da bu hususta bir rivayeti var. Şöyle ki:
"Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Mekke'nin
fethinden sonra Sa'd bin Zeyd el-Eşhelfyi de Menât adındaki meşhur putu yıkmaya
gönderdi. Bu put ise, Müşelşel denilen yerde idi. Emrindeki yirmi süvârî ile
oraya vardığında, put evinin bekçisi kendisine: "Ne istiyorsun?" diye
sordu... Sa'd: "Menât putunu yıkmak istiyorum!" dedi. Bekçi:
"İşte sen, İşte o!" karşılığını verdi. Sa'd puta doğru ilerlerken
önüne çıplak bir kadın çıktı. Kadın siyahtı ve saçları da darmadağın idi...
Göğsünü yumrukluyor ve "yazıklar olsun!" diye feryâd ediyordu... Bu
sırada puthânenin bekçisi de: "Haydi Menât, şu düşmanının hakkından
geliver!" diye söyleniyordu... Sa'd kılıcını çekerek bu kadını öldürdü,
sonra Menât üzerine yürüdü ve onu da yıkıp harabeye çevirdi..."
İbn-i Sa'd, Beyhekî, İbn-i Asâkir'in nakline göre Ebû İshâk el-Sübey'î şöyle demiştir: Ebû
Süfyân bin Harb, Mekke'nin fethinden sonra oturduğu yerde kendi kendine:
"Muhammed'in hakkından gelmek için bâzı askerleri toplayıp üzerine
yürüsem..." diye konuşurken, birisi omuzuna dokunuvermiş. Birde bakmış ki,
omzuna dokunan Hazret-i Peygamberdir...
Ve Hz. Peygamber kendisine hitaben: "O taktirde ey Ebû Süfyân,
Allah seni rezîl ve perişan eder!" buyurmuştur... Ebû Süfyân da derhal:
"Şu anda seksiz şüphesiz inandım ki, Sen hak Peygambersin!"
demiştir..."
(Beyhekî ve İbn-i Asâkir bu haberi, Ebû's-Sefîr tarikiyle İbn-i Abbâs'tan da naklederler... Ayrıca İbn-i Sa'd da yine Ebû's-Sefîr'den bunu mürsel
olarak rivayette bulunur...)
Beyhekî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir'in Saîd bin Müseyyeb'ten olan rivayetleri ise şöyledir:
Mekke'nin fethi gününde İslâm askeri Mekke'ye girdikleri zaman, devamlı olarak
tekbîr ve tahlil okuyorlardı... "Allahü Ekber!" ve "Lâilâhe
illallah!" nidalarıyla Mekke ufkunu çınlatıyorlar, Kabe'yi tavaf
ediyorlardı... Bu şekilde sabaha kadar Mekke ufukları çmlamıştı... Ebû Süfyân
ise bu durumu hazmedememişti... Karısı Hind'e demişti ki: "Sen, bütün bu
olup bitenleri Allah'tan mı biliyorsun?" Ebû Süfyân, sabahın erken
saatinde Hazret'i Peygamber'in huzuruna gittiği zaman, Peygamber Efendimiz
kendisine dedi ki: "Ey Ebû Süfyân, bütün bu olup bitenler Allahtan mıdır?
diyerek karın Hind'e soruyorsun! Sana bunun cevabını ben vereyim! Evet, bütün
bunlar Allah'tandır!" Ebû Süfyân da bunun üzerine: "Kesin olarak
şehâdet ederim ki Sen, Allah'ın kulu ve Resûlü'sün! Vallahi benim bu sözümü
Hind'ten başka insanlardan hiçbir duyan olmamıştı. Elbette ki Allah da
duyuyordu. Sana haber veren şüphesiz Allah'tır!" diyerek şehâdet
getirmiştir..."
Ukaylî ve İbn-i Asâkir Vehb bin Münebbih tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tavaf ederken Ebû Süfyân bin Harb ile
karşılaştı ve onu: "Hindle konuşurken böyle böyle dedin mi?" diye
sordu. Ebû Süfyân derhal bozulup: "Demek Hind, kendisine söylediğimi
başkalarına ifşa etmiş!" demekten kendini alamadı... Peygamberimiz
kendisine: "Sakın Hind'e birşey söyleme! Çünkü o, sana âit birşeyi ifşa
etmiş değildir." buyurdu. Bunun üzerine durumu idrâk eden Ebû Süfyân:
"Seksiz şehâdet ederim ki Sen, Allah'ın Elçisi'sin!" dedi..."
İbn-i Sa'd ve Haris bin Ebû
Üsâme Müsned'inde ve İbn-i Asâkir, Ebû Bekir bin Hızâm'ın oğlu
Abdullah'tan şöyle nakleder: Peygamber sallallahü aleyhi vesellam Mescid-i
Harâm'a çıktığı zaman Ebû Süfyân bin Harb de orada oturuyordu. Kendi kendine
dedi ki: "Muhammed bize ne ile galip geliyor, anlıyamıyorum!"
Peygamberimiz de kendisine yaklaştı onun göğsüne vurarak: "Allah'ın
yardımıyladır ki size galip geliyorum!" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Süfyân:
"Şehâdet ederim ki Sen Allah'ın Elçisi'sin!" dedi.
Buhârî ve Müslim Ebû Şürayh el-Advi’den
rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'nin fethinden sonra okuduğu hutbede
buyurdular ki:
"Mekke'yi Harem-i Şerîf kılan Allah'tır, insanlar değildir! Allah’a
ve ahiret gününe inanan bir insana, burada kan dökmesi ve buranın ağacını
kesmesi asla helâl olmaz!"
"Eğer birisi size, "Peygamber burada dövüşmüştür!"
diyerek, böyle birşey yapmağa kalkışacak olursa; o kişiye deyiniz ki:
"Peygamber bunu, Allah kendisine izin verdiği için yapmıştır!"
Allah'ın bana olan izni de, gündüzün bir saatinden ibaret idi... Ve şu andan itibaren, Harem-i Şerifin
eski hürmeti avdet etmiştir! -ve kıyamete kadar da devam edecektir!-"
Yine
Buhari ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet ederler. O
demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurdular:
"Fil ordusu Mekke'ye sevkedildiği zaman, Allah o orduyu habsederek
Mekke'yi korumuştur. Fakat şimdi, Resulü ve mü’minler için bir engel
koymamıştır! İyi belleyiniz, burası harem-i Şerîf olup kan dökmek kesinlikle
yasaktır! Allah, Elçisi için gündüzün bir saatinde izin vermişse de, Ben'den
sonra böyle bir şey, hiçbir kimseye helâl olmaz! Bu kıyamete kadar böyledir!.,.
İbn-i Sa'd, şu haberi
rivayet etmiştir: Bana Vâkıdî İbrahim bin Muhammed el-Abderi'den nakletti. Ona
da Osman bin Talha konuşmuş ve şöyle anlatmış: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hicretten evvel beni Mekke'de gördüğü
zaman İslâm'a davet etmişti... Ben de kendisine şöyle karşılık vermiştim:
"Ey Muhammed, Sen kendin kavminin dînini terkediyorsun ve yeni bir dîn
getiriyorsun, böyleyken benim de Sana uymamı istiyorsun! Benim, kavmimin dînini
bırakarak Sana uyacağımı ümîd etmene, doğrusu şaşıyorum!..."
Biz, câhiliye zamanında Kabe'yi, pazartesi ve perşembe günleri
açardık... Bir gün, Kabe'nin açıldığı bir sırda baktım Muhammed de gelmiş ve
insanlarla birlikte Kabe'ye girmek istiyor... Ben kendisine çok ağır sözler
söyledim ve hakarette bulundum... O ise bana, anlayış ve olgunluk gösterdi...
Sonra dedi ki: "Ey Osman bakarsın gün gelir sen Kabe'nin anahtarını benim
elimden alarak onu açmış olursun! Çünkü o gün ben, Kabe'nin anahtarını
dilediğime verebilecek durumda bulunurum!..." O'nun bu sözlerine karşılık
ben de kendisine şunu söylemiştim: "O taktirde Kureyş helak oldu ve
zillete düştü demektir!"
Hazret-i Peygamber ise: "Hayır ey Osman, o gün Kureyş helak ve rezîl olmayacak,
bil'akis Kabe'yi mâmur kılacak ve kendisi de azîz olacaktır!" Hazret-i Peygamber bunu söyledi ve akabinde Kabe'ye girdi...
O'nun bu sözleri, bende gerçekten büyük bir te'sîr bıraktı... Ve ben, O'nun bu söylediklerinin gün
gelip olabileceğini düşünmeye başladım... Hattâ bu düşünceyle müslüman olmak
bile istedim. Fakat bunu anlıyan kavmimin bana şidetle atıp-tutmaları, beni bu
karanından caydırmış oldu... Mekke'nin Fethi gününde Hazret-i Peygamber beni gördüğü zaman: "Ey Osman,
Kabe'nin anahtarını getir, bana ver!" buyurdu. Ben de kendisine verdim.
Anahtarı mübarek eline aldı, sonra bana verip dedi ki: "Ey Osman, hep
sende ve senin nesline kalmak üzere Kabe'nin anahtarını al! Bu anahtarı sizden
ancak zâlim bir kişi alabilir..." Ben de O'nun mübarek elinden Kâbenin
anahtarını alıp döndüğüm sırada, beni çağırdı ve şöyle buyurdu: "Ey Osman,
Ben bunu sana, daha önce haber vermemiş miydim?" Bunun üzerine ben, derhal
O'nun bana Medine'ye hicretinden önce burada söylediği sözleri hatırladım ve
kendisine hitaben: "Evet, hatırladım ey Allah'ın Resulü. Ve şimdi kesin olarak şehâdet
ediyorum ki Sen, gerçekten Allah'ın Resûlü'sün!" diyerek müslüman
oldum." [137]
Buna Evtas Gazvesi de denilmektedir. Her iki yer, Mekke ile Tâif arasındadır. Aynı zamanda Hevâzin Gazvesi dahi denilmektedir. Çünkü Peygamberimizde savaşmaya gelenler onlardı... Bunlar, Mekke'nin fethini düyunca sıra bize geliyor diyerek silahlanmışlar, Mâlik bin Avf'ın kumandasında birçok kabîle ile birleşerek Huneyn'e gelmişlerdi... Peygamberimiz de on ikibin askeriyle onları orada karşılamıştı...
Buhârî ve Müslim Berâ bin Âzib'ten rivayet eder. Ona denilmiştir ki: "Siz Huneyn Gavzesi'nde Resûlüllah'ı bırakarak firar mı ettiniz?" O da şu cevabı vermiştir; "Fakat Allah'ın Resulü firar etmedi! Hevâzin askerleri gerçekten atıcı kimselerdi. Biz kendileriyle karşılaşıp iyi bir hamle yapınca onlar bozuldular. Bizimkiler de ganimet toplamaya başladılar. Bu sırada onlar geri dönüp üzerimize saldırınca bizimkiler bozguna uğradı... Fakat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) katırının üzerinde sebat ediyor ve şöyle diyordu:
"Ben Peygamberim, yalan yok! Ben Abdü'l-Muttalib Oğluyum!"
Müslim, Ebû Uvâne ve Nesâî Abbâs'ın şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Huneyn Günü, katırından yere indi ve bir avuç toprak alarak kâfirlerin yüzüne doğru saçtı ve sonra şöyle buyurdu: "Bozguna uğraymız! Muhammed'in Rabbine kasem olsun!" Allah'a yemin ederim ki, Peygamberimiz yüzlerine doğru toprağı saçar saçmaz onlarda bir bozgun oldu ve derhal kaçmaya başladılar..."
Yine Müslim'in Seleme bin el-Ekva'dan rivayeti ise şöyledir: Huneyn Gazvesinde Peygamberimizin katırından indiğini görünce kâfirler üzerine üşüştüler. Peygamberimiz de yerden bir avuç toprak alıp onların üzerlerine doğru saçtı ve: "Hepsinin yüzleri kara olsun!" buyurdular. Hepsinin iki gözü toprakla dolmuştu. Çâreyi geri dönüp kaçmakta buldular..."
Târih'inde Buhârî, İbn-i Sa'd, Hâkim ve Beyhekî, Ayyâd bin Haris el-Nusarî'nin şöyle dediğini kaydederler: "Peygamberimiz Huneyn Günü'nde bizim üzerimize bir avuç toprak saçtı... Bu toprak bizim gözlerimize dolarak kaçmamıza sebep oldu..."
Yine Buharî'nin Târih'inde ve Beyhekî'nin rivayetinde Amr bin Süfyân el-Sakafi'nin şu haberi verdiği kaydedilir: "Huneyn Günü Hazret-i Peygamber üzerimize bir avuç toprak saçtı. Bu toprak gözlerimize dolarak bizim hezimetimize sebep oldu. Biz orada, etrafımızda ne kadar taş, ağaç ve asker varsa hepsinin üzerimize yağacağını zannettik ve çâreyi kaçmakta bulduk..."
İbn-i Asâkir'in Haris bin Bedel'den rivayeti de bu şekildedir... Abd bin Humeyd'in ve Beyhekî'nin Yezid bin Amir el-Süvâî'den rivayeti de bu merkezdedir. Huneyn Savaşı'na müşrikler safında katılmış bulunan bu zât da, durumu bu şekilde anlatmış, sadece farklı olarak: "O sırada her birimiz, arkadaşının gözüne toprak dolduğuna dâir şikâyette bulunduğunu görmekte idi..." ifâdesini kullanmıştır... Kendisinden sevkedilen diğer bir rivayete göre, ona o gün, Allah'ın kalblerine ilkâ ettiği korkudan suâl etmişler, o da demiştir ki: "Hazret-i Peygamber yerden toprak alıp atıyordu, sanki demirden taslar içinde gökten kum yağıyordu! Bu, dışarıda böyle olduğu gibi, içimizde de aynen böyle oluyor, kalblerimiz korku ile doluyordu..."
Beyhekî, İbn-i Asâkir ve Müsned'inde Müsedded, Ümmü Bürsen'in âzadlısı Abdurrahmân'dan şu haberi nakleder: "Bana, Huneyn Savaşına müşriklerle beraber katılmış bulunan bir adam şöyle anlattı: Biz Huneyn'de Peygamber'in ashabı ile karşılaştığımız zaman, onlar bizim karşımızda bir koyun sağımı kadar tutunamadılar... Biz, bozguna uğrayan müslüman askerlerin peşine düşmüş onları kovalıyorduk... Derken beyaz katıra binmiş bulunan birisiyle karşılaştık... Bir de ne görelim, bu zat, Hazret-i Peygamber imiş... O'nun yanında bulunan güzel yüzlü ve beyaz adamlar bizi karşıladılar! Bize karşı durup: "Hepsinin yüzleri kara olsun. Haydi geri dönünüz!" diye haykırdılar... Arkasından, omuzlarımıza binerek bizi geri sürdüler... İşte bizim oradaki geri dönüp kaçışımız böyle olmuştur..."
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i İshâk tarikiyle Ümeyye bin Abdullah'tan şöyle nakleder: "Huneyn Gününden önceki gecede Mâlik bin Avf, Peygamber'in ordusunu gözetleyip haber getirmeleri için bâzı adamlar (üç kişilik küçük bir grup) gönderdi... Bunlar kısa bir müddet sonra kaçarak geldiler. Korkudan titriyorlardı. Mâlik, kendilerine çıkışıp: "Nedir, bu hâl?" diye bağırdı. Onlar da dediler ki: "Biz onlara yaklaşmak üzere giderken alaca (siyahlı beyazlı) âtlara binmiş bâzı beyaz adamlarla karşılaştık... Onlar üzerimize doğru yürüyünce, gördüğünüz gibi kaçıp dönmeye mecbur olduk..."
İbn-i İshak, Beyhekî ve Ebû Nuaym Cübeyr bin Mut'ım'den şöyle rivayet ederler: Huneyn Günü'nde biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber idik. Tam savaşın kızıştığı bir sırada ben, düşmanla bizim aramızda semâdan, kıldan örülmüş siyah elbiseler kıyafetinde bâzılarının inmekte olduğunu gördüm. Sanki vadinin her tarafını karıncalar kaplamış gibiydi... Ve hemen sonra düşman saflarında hezimet de yüz göstermiş idi... Biz, bu semâdan inenlerin melekler olduğuna hiç şüphe etmedik..."
Vâkıdî der ki: Bana Muhammed bin Şerahbil'in oğlu İbrahim, babasından naklen dedi ki: Huneyn Savaşı ile ilgili olarak Nadir bin Haris şunları söylemiştir: "Peygamber Huneyn Savaşına çıkarken Kureyş'ten katılan iki bin kadar asker arasında ben de vardım. Fakat bizim maksadımız, eğer durum Muhammed'in aleyhine dönerse, karşı tarafa yardım etmekti... Fakat bizim için böyle bir fırsat olmadı... Huneyn'den dönüşte Cîrâne denilen yere geldiğimizde, Resûlüllah beni gördü, yanına çağırdı ve: "Sen Nadır'sın, değil mi?" dedi. Ben de "Evet, ey Allah'ın elçisi" diyerek karşılık verdim. Fakat hâlâ Huneyn Günündeki niyet ve düşüncede idim... Hazret-i Peygamber bana dedi ki: "Samimî olarak şehâdet getirmen, senin için Huneyn günündeki düşündüğün şeylerden çok hayırlıdır!"
İşte bunun üzerine ben, derhal Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet getirdim... Benim, huzurunda bu şekilde şehâdet getirmem üzerine Hazret-i Peygamber, benim hakkımda şu duada bulundu: "Allah'ım onun, bu şehâdet üzerindeki sebatını ziyâde eyle!" İşte ben, bu ikinci şehâdetimden ve Hazret-i Peygamber'in benim hakkımdaki bu duasından sonradır ki, îmânım ve şehâdetim üzerinde yalçın kaya gibi sabit oldum; hak ve hakîkat üzerindeki hasîretim de son derece ziyâde oldu..."
Beyhekî ve İbn-i Asâkir, Sa'daka bin Saîd tarikiyle Mus'ab bin Şeybe'den, o da babası Şeybe bin Osman'dan nakleder. Şeybe demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Huneyn'e çıktığı zaman, ben de O'nunla birlikte çıkmıştım. Vallahi ben, bu sefere bir müslüman olarak çıkmış değildim. Benim maksadım, Hevâzin'in bir zafer kazanarak Kureyş'i de emri altına almasın, idi... Huneyn'de Resûlüllah ile birlikte iken, O'na dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben askerin arasında alaca atlara binmiş tanımadığım bâzı askerler görüyorum!" Bunun üzerine Hazret-i Paygamber bana: "Ey Şeybe, semâdan inen bu melekleri alaca atlı olarak sâdece kâfirler görür!" Sözünü bu şekilde bitirdikten sonra, mübarek elini göğsüm üzerine koyan Hazret-i Peygamber: "Allah'ım, Şeybe'ye hidâyet ihsan eyle!" diye benim hakkımda duada bulundu. Ve bu duasını üç defa tekrar eyledi... Elini kalbimin üzerinden çeker çekmez kalbimin değiştiğini gördüm. Artık Allah'ın yarattığı kulları arasında, bana en sevgili olan O idi! Müslümanlar da Hevâzin ile şiddetli bir çarpışmaya tutuşmuştu. Hazret-i Peygamber'in binitinin yularından Ömer tutuyordu. Abbâs da saçağından... Abbâs bu sırada: "Ey muhacirler! Ey Bakara Sûresi'nin ehli olan ashâb! Sizler neredesiniz!... İşte, Allah'ın Resulü buradadır!" diye yüksek sesle bağırıyordu... İnsanlar da sür'atle Hazret-i Peygamber’in yanında toplanmaya başladılar... Peygamberimiz bu sırada: "Haydi ilerleyiniz! Ben Peygamberim, yalan yok! Ben, Abdü'l-Muttalib oğluyum!" diyordu... Müslümanlar bunun üzerine bütün güçleriyle düşmana karşı yöneldiler... Çarpıştılar... Peygamber Efendimiz durumu gördü ve: "İşte şimdi harb kızıştı!" buyurdu.
İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Abdü'l-Melik bin Ubeyd'ten ve daha başkalarından şu haberi nakletmiştir: Şeybe bin Osman, kendisinin nasıl müslüman olduğunu anlatır ve şöyle derdi: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'yi fethettiği zaman, Kureyş ile birlikte Hevâzinliler'le savaşmaya gitmeye ben de karar vermiştim. Maksadım, karışıklık çıktığı bir sırada ansızın Muhammed'in yanına yaklaşmak ve O'nun hakkından gelmek idi... Bu şekilde, bütün Kureyş'in intikamını almış olacağımı düşünüyordum... Müslüman olmak meselesinde ise; "Arapda ve Acemde bütün insanlar istisnasız müslüman olsalar da yalnız ben kalsam, yine de müslüman olmam!" diye düşünüyordum. Nihayet Huneyn'e gittik. Ben, hâlâ ve devamlı olarak fırsat gözlüyordum... Bir ara, ümîd ettiğim karışıklık meydana gelmişti. "İşte fırsat doğdu!" diyerek, Hazret-i Peygamber’e iyice yaklaştım. Hattâ kılıcımı kınından sıyırarak kaldırdım. Tam vuracağım sırada, şimşek çakar gibi ateşten bir alev beni kaplayıverdi... Beni yakıp kül edecek zannettim ve çok kortum. Derhal elimle gözlerimi kapamıştım... Elimi gözümden çektiğim sırada, Hazret-i Peygamber "Ey Şeybe, yakınıma gel" diyerek beni çağırdı. Kendisine yaklaştığımda eliyle göğsümü sıvadı sonra şu duada Dulundu: "Ey Allah'ım, onu şeytanın şerrinden koru ve kendisine hidâyet ver!" Vallahi, Peygamber'in bu duasından sonra ben Peygamberimiz'i, gözümden, kulağımdan ve öz canımdan daha çok sever oldum... Bende olan şeytanın vesvesesinden de Allah beni kurtardı..."
Sonra Hazret-i Peygamber bana: "Haydi kılıcınla diğer müslümanlar gibi, Allah yolunda sen de savaş!" buyurdu... Ben de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in önünde savaşmaya başladım. Allah bilir ki, sâdece O'nun önünde savaşarak kendisini düşmandan canım pahasına korumak, bana her şeyden sevimli geliyordu... Eğer o sırada babam sağ olsaydı , da karşıma çıkmış bulunsaydı, onu geri çekilmeye zorlamak için kendisine karşı kılıcımı kullanmakta hiç tereddüt etmezdim... Sonra Peygamberimiz çadırına girdi. Peşinden ben de girdim. Bana dedi ki:
"Ey Şeybe, senin o kendi kendine konuştuğun şeylerden, Allah'ın sana verdiği hidâyet, senin hakkında gerçekten hayırlı olmuştur!" Ben de karşılığında: "Anam-babam sana feda olsun! Ben, Allah'tan başka ilah olmadığına ve senin Allah'ın elçisi bulunduğuna şehâdet ediyorum!" diyerek müslüman oldum. Sonra benim için istiğfar edivermesini rica ettim. O da: "Allah seni, mağfiret etsin!" buyurdu.
Ebû'l-Kâsım el-Beğavî, Beyhekî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Abdullah İbn-i Mübarek tarikiyle Ikrime'den riâyet ederler. İkrime şöyle demiştir: "Şeybe bin Osman, kendi macerasını şu şekilde dile getirmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Huneyn Gazâsma çıktığı zaman, ben, Ali ve Hamza tarafından öldürülen babam ve amcamı hatırladım ve: "Bugün, onların intikamını alacağım gündür!" diye düşündüm. Bu düşünce ile Huneyn'e katıldım ve dâima Muhammed'i haklıyacağım bir fırsatı gözetledim bir ara kendisine yaklaşmak istedim ve sağ tarafına doğru ilerledim. Baktım onun sağında amcası Abbâs var. Amcası bana fırsat vermez dedim... O'nun sol tarafına yaklaşmak istedim, sol tarafında da Ebû Süfyân bin Haris vardı. O da bana fırsat vermez dedim... İyisi arkasından yaklaşayım dedim... Ve epey kendisine yaklaştım. Hattâ kılıcımı çekip tam hamle yapmak istediğim anda, şimşek çakar gibi ateşten bir alevin üzerime gelip beni sardığını gördüm. Beni yakıp kül edeceğinden korktum ve geri çekildim., Bu sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana döndü ve: "Ey Şeybe yanıma yaklaş!" buyurdu. Ben de yaklaştım. Mübarek elini kalbimin üzerine koydu ve göğsümü eliyle sıvadı. Bu sırada Allah şeytanı kalbimden çıkarmıştı. Başımı kaldırıp da Hazret-i Peygamber'e baktığımda, O'nu cümle âlemden ve öz canımdan daha sevgili olarak buldum... Hazret-i Peygamber, bana tekrar hitap ederek: "Ey Şeybecik, haydi diğerleri gibi sen de Allah yolunda çarpış!" dedi... Sonra amcası Abbâs'a hitaben:
"Amca Rıdvan Ağacı altında biat edenleri, Medine'nin İslâm merkezî olması için Allah'ın dinîne yardım edenleri buraya çağır, sesinin çıktığı kadar bağırıp kendilerine seslen!" buyurdu. Abbâs da onlara nida etti... Ashâb-ı kiram oraya öyle akıp geliyorlardı ki, sanki yavrusunu çok özlemiş dişi devenin yavrusuna koştuğu gibi... Derhal orada toplanıp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i çepeçevre çevirip ortalarına almışlardı... O'nu bu şekilde korumaya çalıştılar. Bu sırada Hazret-i Peygamber, amcası Abbâs'a yerden bir avuç toprak alıp kendisine vermesini istedi ve eline bir avuç toprağı aldığı zaman kâfirlerin yüzlerine doğru saçtı ve:
"Yüzleri kara olsun! Hâ Mîm. İnşaallah yardımsız kalıp perîşan olsunlar!" buyurdu. Bunun üzerine düşmanlar kaçışmaya başladılar..."
Ebû Nuaym'in Enes'ten rivayeti de şöyledir: Huneyn Savaşında müslümanlar, düşmanı hezimete uğrattıktan sonra acele edip ganîmet toplamaya başlayınca, karşı taraf toparlanıp hücuma geçti ve bu sefer de müslümanlar hezimete uğradı... Bu sırada Hazret-i Peygamber Düldül adındaki boz katırı üzerinde idi. Düldül'e alçalması için işaret etti. O da alçaldı. Bu sırada yerden bir avuç toprak alıp kâfirlerin yüzlerine saçtı ve: "Hâ Mîm. Yardımsız kalıp perişan olsunlar!" buyurdu. Kâfîrleride hazîmete uğradılar... Biz o sırada ne bir ok attık, ne de mızraklarımızı kullandık..." [138]
Hâkim, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Haşrac bin Abdullah'tan, o da babası yoluyla dedesinden şöyle nakleder: Bana Aziz bin Ömer şöyle anlatmıştı: Huneyn savaşında kâfirlerle çarpışırken bana bir ok isabet etti. Alnım yaralanmış ve akan kanlar yüzümü ve göğsümü bürümüştü. Durumu gören Hazret-i Peygamber eliyle kanı yüzümden sildi ve göğsümün alt kısmına kadar sıvadı... Sonra benim hakkımda duada bulundu... Göğsümde Peygamberimizin eliyle dokunduğu yer, beyaz bir nişan hâlinde kalmıştı..."
İbn-i Asâkir'in tek başına sevkettiği rivayette de, Abdurrahmân bin Ezher'in şöyle dediğini görüyoruz: Huneyn Savaşı gününde Halil bin Velîd, yara almıştı... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onun yarasını mübarek tükrüğü ile ilaçlamış, Hâlid'in yarası da derhal iyi olmuştu..."
İbn-i Sa'd da, Abdullah bin Zübeyr'den şunu rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Huneyn Savaşına katılanlar arasında Safvân bin Ümeyye de vardı. Fakat Safvan, bu savaşa bir kâfir olarak katılmıştı... Huneyn'den dönülüp Ci'râne denilen yere gelindiğinde, Peygamber Efendimiz, ganimet olarak alınan mallar arasında dolaşıyordu... Bu sırada Safvân da O'nun yakınında idi. Safvân, gözünü bir düzlükte toplanmış bulunan ganimet malı hayvanlara dikmiş, hep onlara bakıyordu... Peygamberimiz kendisine: "Ey Ebû Vehb, bu mallara imrendin mi yoksa?" dedi... O da "Evet" cevabını verdi... Peygamberimiz kendisine: "Haydi onların hepsi senin olsun!" buyurdu... Safran bunun üzerine: "Bu kadar büyük bir cömertlik ve bağış, Peygamber olmayan birisinden gelemez!" düşüncesi de vardı, derhal müslümanlığı kabul etti..."
Ebû Nuaym Atiyye el-Sa'di’den şu haberi nakletmiştir: Atiyye, Hevâzin'den alınan ganimetler hakkında Hazret-i Peygamber'e laf eden kişidir. Peygamberimiz de ona konuşup: "Allah'ım, onun hissesini hasis eyle!" demişti... Atiyye, ganimet mallardan bir türlü nasibini seçemiyor, ne bir hizmetçi beğeniyor, ne de bir bakire cariyeyi kabul ediyordu... Derken çok yaşlı bir kadına rastladığı zaman, kendi kendisine dedi ki: "İşte ganimet hissem olarak bu yaşlı kadım almalıyım. Zira bu kadın, onların hepsinin anası sayılır. Ve bu yaşlı ananın azadlığını sağlamak için de bana, istediğim malı onun fidyesi olarak vermeyi kabul ederler..." İşte bu düşünce ile, o yaşlı kadını ganimet hissesi olarak aldı... Ve çok kârlı bir hisse aldığı kanaatiyle "Allahu Ekber!" diyerek sevincinden tekbîr getirdi... Kendisini, adetâ başlı başına bir zafer kazanmış zannediyordu... Halbuki Resûlüllah, onun hissesinin hasîs olması için onun aleyhinde duada bulunmuştu... Sonra Atiyye, bu yaşlı kadını fidye vererek kurtarmaya hiçbir kimsenin gelmediğini görünce, hatâsını ve isabetsiz hareket ettiğini anladı. "Yâ Resûlallah, ben ne kadar yanlış hareket etmişim?" diyerek üzüntüsünü belli etti... Sonra hiç bir işe ve hizmete yaramayacak olan o yaşlı kadını, hiç bir karşılık almaksızın serbest bırakmaya mecbur oldu..." [139]
Zubeyr bin Bekkâr ve İbn-i Asâkir çeşitli tarîklerden Saîd bin Ubeyd
el-Sekafi'nin şöyle dediğini nakleder: Tâif Gazvesi'ne çıkılıp kuşatma
yapıldığı zaman, ben Ebû Süfyân bin Harb'i, İbn-i Ya'lâ'ya âit bahçenin duvarı
dibinde hurma yerken gördüm. Ve
kendisine bir ok atarak yaraladım... O, Hazret-i Peygamber'e giderek yaralandığını haber vermiştir. Hazret-i Peygamber de ona: "Eğer dilersen, Allah
yolunda aldığın bu yarayı iyi etmesi için, senin hakkında Allah'a duâ ederim.
Eğer yaranın tedavisi yerine cenneti tercih edersen, cenneti kazanmış
olursun!" Ebû Süfyan bunun üzerine: "Ben cenneti tercih
ediyorum" demiştir..."
Beyhekî ve Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Urve şu haberi
vermiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Tâifi kuşattığı
zaman, Uyeyne bin Hısn Peygamberimiz’e gelerek, kendisinin Tâiflilerle gidip
konuşmasına izin verilmesini istedi. Peygamberimiz de izin verdi. Uyeyne gidip
Tâiflilerle konuştu. Onlara Allah'ın hidâyeti istikâmetinde konuşma yapacağı
yerde, tersine onları kışkırtıp teslim olmamalarını söyledi... Onlara açıkça
dedi ki: "Sakın yerinizden ayrılmayınız! İşte önünüzde örnek biziz! Biz
Kureyşliler teslim olduk da ne oldu? Biz şimdi, kölelerden daha zelîl
durumdayız! Sizler de teslim olup da sakın bu duruma düşmeyiniz! Allah'a yemin
ediyorum ki, bir fırsat geçtiğinde Arablar O'nun elinden kurtulacaktır!
"İşte Uyeyne bin Hısn, bunları söyledi ve geri döndü... Peygamber
Efendimiz kendisine: "Bana söz verdiğin gibi, Allah'ın hidâyeti
istikâmetinde onlara konuştun mu?" buyurdu... O da: "Evet yâ
Resûllah" diyerek cevabladı. Fakat Hazret-i Peygamber kendisini tasdik etmedi ve ona dedi ki: "Ey Uyeyne,
sen yalan söylüyorsun! Onlara bu istikâmette konuşmuş değilsin. Bil'akis
onları, teslim olmamağa teşvikte bulundun; ve şunları söyledin!" Bunun
üzerine Uyeyne, "Evet ey Allah'ın Resulü, size malûm olduğu gibi, bunları
söyledim ve çok büyük hatâ ettim. Bu hatâmın affı için Allah'a tevbe ederim!
Sizden de beni bağışlayıp mâzûr görmenizi beklerim!" diyerek tevbesini ve Hazret-i Peygamberden özür dilediğini ifâde etti..."
Az sonra Havle bint-i Hakim, Hazret-i Peygambere yönelerek: "Ey Allah'ın Resulü,
sizin kalkıp da Tâiflilerin üzerine yürümeniz için bir mânı mi vardır?"
diye konuştu... Hazret-i
Peygamber de şu karşılığı
verdi: "Şu âna kadar bu hususta bana izin verilmiş değildir. Ve şimdilik Tâifin fethedileceğini de
ümîd ediyor değilim." Bu sırada Ömer bin el-Hattâb'ın:
"Yâ Resûlellah, onların aleyhinde dua etseniz, sonra kalkıp onların
üzerine yürüseniz, belki de Allah Tâifin fethini nasîb eyler!" dediği
duyuldu. Ona veriği cevapta da Hazret-i Peygamber: "Bize, onlarla savaşmak için izin verilmedi!" buyurdu...
Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), ashabı ile
birlikte geri dönüşe geçti. Dönüşü sırasında onların iyiliğine dua edip:
"Allah'ım, onlara hidâyet veri..." dedi. [140]
Beyhekî, İbn-i İshak
tarikiyle bunun benzeri bir haberi rivayet eder. Ancak bunda şu farklılık
vardır: "...ve sonra Tâifliler'i temsil eden bir heyet, Ramazan Ayı'nda
Medine'ye gelerek müslümanlığı kabul ettiler... Yine Tâifliler ile ilgili bir
haberde şu kayıt bulunmaktadır: Tâifin muhasarası sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir'e şöyle demiştir: "Ey
Ebû Bekir, rü'yâmda bana bir kab dolusu tereyağı hediye edildi. Bir horoz
gelerek onu gagaladı ve içindeki yağın tamamını yere döktü... Bilmem sen bunu
nasıl yorarsın?" Ebû Bekir de demiştir ki: "Ey Allah'ın Resulü, Ben
bunu, bu Tâif muharasından bir netice alamıyacağınız şeklinde
yorumluyorum..." Peygamber Efendimiz de: "Evet yâ Ebû Bekr, ben de
böyle düşünmekteyim!" diyerek mukabele etmiştir..."
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Ömer'den nakleder. O demiştir ki: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in; kendisiyle birlikte Taife
çıktığımızda ve bir kabre uğradığımızda: "Burası, Ebû Reğâl'in kabridir.
O, Tâiflilerin atası sayılır. Aslında Semûd kavmindendir. Burada onun bir kal'ası
vardı. Dışarı çıktığı zaman, ölümüne sebeb olan musibetle karşılaştı ve buraya
defnedildi. Büyükçe bir altın çubuk da kendisiyle beraber defnedilmişti. İsterseniz onu
çıkarabilirsiniz..." buyurduğunu orada olanlarla birlikte bizzat O'ndan
işitmiştim. Derhal orayı kazdılar ve büyükçe bir altın çubuğu
çıkardılar..."
İbn-i Sa'd, Muhammed bin
Cafer'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tâif dönüşü Ci'râne'ye geldiğinde,
burada Umre için ihrama girdiler ve: "Burada yetmiş Peygamber, Umre
niyetiyle ihrama girmiştir!" buyurdular...[141]
İbn-i Sa'd, Vâkıdî tarikiyle
onun üstadlarından şöyle bir haber nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kutbe bin Amir kumandasında küçük bir
askerî birliği, Yemen'deki Tebâle Nahiyesinde bulunan Has'amîler üzerine
gönderdi... Ve mümkin mertebe
gizli hareket etmelerini tenbihledi... Oraya vardıklarında, aralarında şiddetli
çatışmalar oldu... Kutbe, onların bâzılarını öldürdü ve hayli ganimet malı da
alarak dönüşe geçti... Peşlerine düşen Has'amîlerle aralarına ansızın bir sel
suyu geldi. Müslümanlar da bu yüzden salimen dönmüş oldular..."[142]
Taberanî ve Ebû Nuaym Ebû Talha'dan rivayet ediyorlar. O demiştir ki: Biz, bir gazvede Peygamberimizle birlikte bulunuyorduk. Düşmanla karşılaştığımız zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini işittik:
"Ey din gününün mâliki olan Allah'ım! Biz, ancak sana ibâdet ediyor, ancak Sen'den yardım diliyoruz." Cenab'ı Hak da imdadını göndermişti. Semadan inen melekler, Peygamber Efendimiz'in etrafına üşüşen kâfirleri vurup cansız yere seriyorlardı... Ben o savaşta, şapır şapır yere düşen adamları gözlerimle gördüm..." [143]
İbn-i İshak, Hâkim ve Beyhekî İbn-i Mes'ud'tan naklederler. O diyor ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük Seferi'ne çıktığı zaman, ashâbdan
bâzıları geri kalmıştı... Ebû Zerr de, geri kalıp sonradan yetişmişti...
Müslümanlardan biri, arkadan bir adamın gelmekte olduğunu gördü ve:
"Ey Allah'ın Resulü, arkadan bir adam yola düşmüş, yürüyerek
gelmektedir" dedi. Resûlüllah Efendimiz bunun üzerine: "Bu gelen Ebü
Zerr olsun!" buyurdular... Ashâb, yürüyerek gelmekte olana bakıyorlardı.
Onun biraz daha yaklaşması ile, Ebû Zerr olduğunu tanıdılar ve: "Ey
Allah'ın Resulü, gerçekten gelen adam Ebû Zerr'dir" dediler. Bunun üzerine
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurdu:
"Allah Ebû Zerr'e merhamet buyursun! O, yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız
olarak dirilir!'
Aradan bir müddet geçmişti ki, Ebû Zerr, Rabze'ye sürgüne gönderildi.
[144]Orada yalnız olarak vefat etti... Ölürken yanında, hanımı ve bir
hizmetçisinden başka kimseler yoktu... Cenazesi yol kenarına konulmuş,
gerekenleri yapacak birisini bekliyordu...İleriden bir kafile görünmüş.
Kafilede İbn-i Mes'ûd da bulunuyordu. Cenazenin bulunduğu yere geldiği aman,
"Bu nedir?" diye sordu... "Ebû Zerr'in cenazesidir"
dediler, İbn-i Mes'ûd ağlamaya başladı ve Hazret-i Peygamberin yukarıdaki
sözünü hatırlayıp: "Allah'ın Resulü gerçeği söylemiştir. O, Ebû Zerr ile
ilgili olarak: "Allah Eb'û Zerr'e merhamet buyursun! O, yalnız yürür,
yalnız ölür, yalnız dirilir!" buyurmuştu" dedi. Sonra binitinden inen
İbn-i Mes'ûd, Ebû Zerr'in cenazesini kaldırmak için gerekli vazifeleri, bizzat
kendisi edâ etti..."
Beyhekî, İbn-i İshak
tarikiyle Ebû Bekir bin Hazm'ın oğlu Abdullah'tan şöyle nakleder: Tebük
Seferi'nde geri kalanlar arasında Ebû Has'amada bulunuyordu. Peygamberimiz
Tebük'e varıp konakladığı zaman o da arkadan gelip orada Peygamberimiz'e
yetişti... Uzaktan bir gelen olduğu görüldüğü zaman, müslümanîar: "Ey
Allah'ın Resulü, arkadan bir gelen var!" diye haber verdiler.
Peygamberimiz de bunun üzerine: "Gelen. Ebû Has'ama olsun!" buyurdu...
Derken gelen adam hayli yaklaştı. Bu sırada gelenin kim olduğuna dikkat eden
müslümanîar, onun gerçekten Ebû Has'ama olduğuna şahit oldular..."
Beyhakî ve Ebû Nuaym Urve'nin şöyle dediğini naklederler:
"Peygamber sallalâhü aleyhi vesellem Tebük'a indiği zaman, oradaki su
kaynağında çok az miktarda su bulunuyordu... Peygamberimiz eliyle kaynaktan
biraz su aldı ve bu suyu ağzına koyarak çalkaladı, sonra kaynağa bıraktı...
Kaynağın derhal coştuğu görüldü... Kaynak iyice doldu... O, şimdi dahî hâlâ dolu
bulunmaktadır..."
Müslim Muâz bin
Cebel'den şöyle rivayet eder; Ashâb, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Tebük'e çıktıkları zaman,
Peygamberimiz kendilerine dedi ki: "Yarın inşallah Tebük kaynağına varmış
olacaksınız, kuşluk vakti oraya vardığınızda, suyuna hiç dokunmayınız!".
Ertesi günü oraya vardıklarında, suyun ancak kuş gözü gibi azıcık kaynadığını
gördüler... Peygamberimiz bu sudan avucuyla azar azar alıp bir kabda topladı.
Sonra bu kahdaki suda, yüzünü ve ellerini yıkadı. Daha sonra bu suyu, kaynağa
döktü... Kaynak öylesine coştu ki, herkes bu sudan ihtiyâcım te’min etti...
Suyun bu kadar zengin kaynadığını gören Hazret-i Peygamber buyurdu ki:
"Ey Muâz, ömrün uzun olursa, burasının yakında yemyeşil bahçelerle
donatıldığını görürsün." [145]
İbn-i İshak da bunun benzeri bir haberi rivayet eder. Farklı olarak der
ki: "Kaynağın suyu öylesine coştu ki, bundan bir su harkı meydana geldi...
Suyun kaynarken çıkardığı sesi duyan, sanki gök gürüldüyor sanırdı... Şimdiki halde
Tebük'te kaynamakta olan su, işte bu sudur... Hatıb'in "Ruvât-ı
Mâlik" adlı kitabında da bu rivayet vardır... Ancak burada da farklı
olarak şu ifade bulunmaktadır: "Biz, susuzluktan Hazret-i Peygamber'e şikayetçi olduk... O da, bizden
aldığı bâzı okları, buradaki kaynağa sapladı... Sonra su, bolca fışkırmaya
başladı. Hazret-i
Peygamber de Muâz'a hitaben
o sözünü söyledi..."
Müslim Ebü Hüreyre'den
rivayet eder, O demiştir ki: Tebük Gazvesi olduğu zaman, insanlar aç
kaldılar... Hazret-i
Peygamber'e mürâcât ederek:
"Ey Allah'ın Resulü, izin verseniz de develerimizden bir kısmını
kessek" dediler. Ömer derhal ortaya atılarak: "Bu
takdirde binit sıkıntısı çekeriz. Fakat siz yâ Resûlellah, ashabın arta kalan
yiyeceklerini bir yere toplasanız, sonra bunun bereketlenmesi için dua
buyursamz, ümüd ederiz ki Allah onu bize yetecek hale getirir" dedi.
Peygamberimiz de derhal öyle yapılmasını emretti. Arta kalan yiyecekler
toplandıktan sonra bereketlenmesi için Allah'a duada bulundu.,. Baktılar ki
yaygı üzerinde toplanmış bulunan azıcık yiyecek, herkese yetecek şekilde
bereketlenivermiş... Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Herkesi çağırınız, ihtiyacı kadar
alsınlar, kablarını doldursunlar" buyurdu... Herkes gelip ihtiyacı kadar aldı...
Askerlerin kabları içinde doldurulmayan kalmadı... Hepsi de yiyip doydular...
Yine de ortada duran yaygının üzerinde yiyecek arttı... Durumu böylece müşahede
buyuran Hazret-i
Peygamber: "Her
Müslüman gibi hen de şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur! Muhammed
de O'nun elçisi'dir" buyurdu. Ve
her kimin bu şehadeti; kalbden inanarak olursa, cennete gideceğini müjde
eyleyip duyurdu.."
İbn-i Râhûye, Ebû Yâlâ, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Ömer bin el-Hattâb'dan rivayet ederler, O demiştir
ki: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) ile birlikte Tebük'e
çıktığımızda, bize açlık isabet etti... Ben Hazret-i Peygamber'e mürâcât edip; "Yâ Resûiallah, düşmanlarımız Rumlar,
hiçbir yiyecek sıkıntısı olmadan bize karşı sefere çıkmışlar. Halbuki bizler
açız... Bu sebeble Ansârdan bâzıları, develerinin bir kısmını boğazlamak
istiyorlar..." dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, önüne bir yaygı yayılıp bütün artakalan yiyeceklerin
getirilip bunun üzerine dökülmesini emretti Nihayet az miktarda bir şey
toplandı. Peygamberimiz bunun yanıbaşına oturdu ve bereketlenmesi için Allah'a
dua etti. Sonra buyurdu ki: "Ey insanlar, haydi berkes ihtiyacı kadar
alsın! Ancak kapışır gibi almak yok!". Bunun üzerine bütün askerler gelip
ihtiyâcı kadar aldılar. Torba ve çuvallarını bundan doldurdular. Dolduracak bir
kabı olmayanlar da eteğini doldurdular... Herkes aldıktan sonra, yine eskisi
kadar yaygının üzerinde yiyecek arttı... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine sürür ve müjde ile
buyurdular ki:
"Ben şehâdet ederim ki: Allah'tan başka ilâh yoktur! Ve Ben de
Allah'ın elçisi'yim! İşte hangi kul, bu iki îmân esâsına kalbden ve gerçekten
şehâdet ederse, muhakkak o kulu Allah cehennemden korur!".
Ebû Nuaym'in Ebû Hâlid
et-Huzel tarikiyle Muhammed bin Hamza'nın dedesinden şu haberi naklettiğini
görüyoruz: Tebük seferine çıkıldığında benim vazifem, tulumların korunması idi.
Yağ tulumuna baktığım zaman, onun azaldığını gördüm. Halbuki ben, Hazret-i Peygamber için yemeklik hazırlamıştım... Yağ
tulumunu içindeki erisin ve toplansın diye güneşe koydum ve uzanıp uyudum.
Fakat tulumdan akmakta olan yağın çıkardığı sesle uyandım. Hemen tulumun ağzını
elimle kapattım. Beni görmekte olan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer ona engel olmasaydın, bir
dere gibi yağ aktığını görecektin!" buyurdu.
İbn-i Sa'd da Muhammed bin
Hamza'nın babası Hamza'dan şu haberi nakletmiştir: Biz Tebük'te iken Akabe'ye
varıldığı sırada münafıklar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in devesini ürküttüler... Deve ürkünce üzerindeki
eşyadan bazıları da kaybolmuştu. Bir de ne göreyim, sağ elimin baş parmağı
ucundan lamba gibi ışık çıkmaktadır! Ben, elimde beliren bu ışığın yardımıyla,
Vâkıdi ve Ebû Nuaym, Ebü Katâde'den naklederler. O şöyle
der: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) ile birlikte Tebük
Seferine çıktığımızda, yolda giderken bütün ordu büyük bir susuzluk sıkıntısına
mâruz kaldık... O derece ki, insanlar ve hayvanların, susuzluğun şiddetinden
boyunları kopacak gibiydi... Hepsi, susuzluğun şiddetinden sallanıp kalmıştı...
Peygamberimiz içinde su bulunan bir kab istedi. Mübarek parmaklarını bu suyun
içine koydu ve suyun bereketlenmesi için dua buyurdular... Parmakları arasından
su fışkırmaya başladı. Bunun üzerine insanlar ihtiyâcı kadar su aldılar, hem
kendileri bol bol içtiler, hem de bütün hayvanlarını bol bol suladılar...
Askerin sayısı ise otuz bin idi. Hayvanların sayısı da: on iki bin at, on iki
bin de deve idi..."
Peygamberimiz Tebük dönüşü sırasında da çok şiddetli bir sıcak altında
susuzluk sıkıntısı geçirmiştir... Daha önce iki defa mâruz kalınan susuzluktan
sonra, bu üçüncü defa mâruz kalınan susuzluk oluyordu... Bütün ordu,
susuzluktan kırılacak hâle gelmişti... Yol, hem çok uzundu hem de suyu
bulunmayan çöllerden geçiyordu... Su, bâzan çok az bulunuyor, bâzan da hiç
bulunmuyordu... Peygamberimiz bu sırada Üseyd bin Hudayr'ı su araması için
göndermişti. Üseyd, Tebük ile Hıcır arasında hayli su aradı... Sonra rastladığı
bir kadına su aradığını söyledi. Kadının sırtında su kırbası vardı. Onu alıp Hazret-i Peygamber'e getirdi. Peygamberimiz bu suyun
bereketlenmesi için dua buyurdular... Sonra:
"Haydi herkes, su kabını getirip suyunu alsın!" dediler...
Herkes gelip su kırbasını doldurdu. Bol bol kendileri içtikleri gibi, hayvanlarını
da kanmcaya kadar suladılar...
Suyun, bu dönüş sırasındaki bereketlenmesini rivayet edenler derler ki:
Bu sırada Hazret-i
Peygamber, Üseyd'in bulup
getirdiği suyu, geniş bir kaba döktü. Elini bu suyun içine sokup yüzünü ve ayaklarını
bunda yıkadı. Yâni abdest aldı. Sonra iki rek'at namaz kıldı, sonra ellerini
kaldırıp Allah'a yalvardı.... Sonra baktılar ki, içinde su bulunan kabdan
kuvvetle su fışkırmaktadır. Peygamberimiz: "Herkes ihtiyâcı olan suyunu
alsın" buyurdu. Asker de sıraya girerek ihtiyacı olan suyu aldı... Sırada
yüz veya iki yüz kişinin su almak üzere saf oldukları görülüyordu... Hepsi
teker teker suyunu aldı... Yine de o kabta su kaynamağa devam etti ve
tükenmedi..."
İbn-i Huzeyme, İbn-i Hibbân, Beyhekî, sahihtir kaydiyle Hâkim ve Ebû Nuaym, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini kaydederler: Bir gün Ömer bin el-Hattâb'a, "O, susuzluk çekilen güçlük zamanını
anlatır mısın?" dediler. O da dedi ki: Biz, şiddetli bir sıcak altında
Tebük'e çıktığımız zaman, mola verip bir yere indik. Hiç suyumuz yoktu.
Susuzluktan boyunlarımızın kopacağını zannettik. Hatta içimizden bâzıları,
devesini kesip işkembesi içindekini sıkarak ondan çıkan sıvıyı içmek zorunda
kalmıştı... Ve bu sırada Ebû
Bekir, Peygamber Efendimiz'e mürâcât ederek: "Ey Allah'ın Resulü, şüphesiz
yüce Allah sizin dualarınızı kabul buyurur. Şu sıkıntımızın giderilmesi için
Allah'a dua etseniz" dedi. Peygamberimiz de ellerini kaldırarak duaya
başladı. Daha Peygamberimiz duasını bitirmeden bulutlar peyda oldu... Sonra
iyice bulutlar sıklaşıp yağmur yağmaya başladı... Ordudaki askerler de kablarını
doldurmaya başladılar... Hem kendileri, hem de hayvanları yeterince suya
kandılar... Sonra önümüzde ki vadiye bakmaya gittik. O kadar sel akıyordu ki,
askerin geçmesi mümkin değildi..." (Keza Ebû Nuaym'in, Ayyaş bin Süheyl'den sevkettiği haber de bu mealdedir..."
İbn-i Ebî Hatim, Ebû Hazra'dan şu
haberi nakleder: Peygamberimiz Tebük Gazvesine çıktığı zaman, Hıcır denilen
yerde askerine mola vermişti. Fakat oranın suyundan taşımamaları için de emir
vermişti... İşte oradan su alm'adan yola çıkılmış, bundan sonraki konaklama
zamanında da büyük bir su sıkıntısı çekilmişti. Yanlarında su olmadığı gibi,
mola verdikleri yerde de su bulunmamakta idi. Durumu Hazret-i Peygamber'e arz ettiler. Peygamber Efendimiz,
kalkıp iki rek'at namaz kıldı, sonra dua ederek yüce Allah'a yalvardı...
Cenâb-ı Hakk da bulutlarını gönderdi ve yağmurunu yağdırdı... Asker, bol bol
suya kandı, ihtiyacı olan suyu da alıp kablarını doldurdu..."
Bu sırada Ansardan biri, kendisi münafıklık ile itham edilen birine
dedi ki: "Yazıklar olsun sana! İşte gözlerinle görüyorsun, Hazret-i Peygamber dua ediyor, Cenâb-ı Hakk da O'nun duasını
kabul buyurup yağmurunu veriyor! Sen, böyle bir mucizeyi gözlerinle gördüğün
halde hâlâ münafıklıktan vaz geçip, samimî bir müslüman olmayacak mısın?"
O adam da şu karşılığı verdi: "Biz, yağmur yağması için bâzı
yıldızların te'siri ve yağmur yağdıracağı zamana rastlaması neticesi yağmura
kavuştuk!".
İşte o münafığın bu şekilde bâtıl cevâbı üzerine, Kur'ân-ı Kerîm'deki
şu âyet nazil oldu. "Şimdi siz, nasibinizi hakikati yalanlamanızdan ibaret
mi kılıyorsunuz?" [146]
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i İshak tarikiyle, Abdü'l-Eşhel
Oğullarından bâzı kimselerden şu haberi nakletmişlerdir: Mola verdikten sonra
istirahata geçildi...
Bu hususu anlatan Asım der ki: "Kendi kavmimden bâzıları bana
şöyle ifâde ettiler: O sırada orada münafıklardan biri de bulunmakta imiş.
Peygamberimiz'in duası üzerine Allah'ın yağmurunu yağdırması karşısında,
nifaktan vazgeçip samîmi bir şekilde inanması için kendisini uyaranlar olmuş. O
da demiş ki: "Üzerimizden geçen bir bulut! Hepsi bu kadar!?" Yâni
vukua gelen mucizeyi, kendi gözleriyle gördüğü halde, münafıklıktan
vazgeçmemiştir..."
Müslim Ebû Humeyd'ten
rivayet ediyor. O diyor ki: "Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Tebük'e çıktığımız zaman,
Vâdil-Kurâ denilen yere gelip konakladık... Burada bir kadına âit bir hurmalık
vardı. Peygamberimiz, bu bahçede ne kadar hurma bulunduğunun tahminini
yapmamızı istedi. Biz ve kendisi tahminde bulunduk, on vesak olduğuna karar verdik.
(Bir vesak: 200 kg. civarında bir ölçek) Sonra Peygamberimiz bahçe sahibi
kadına: "Biz dönünceye kadar hurmanın ne kadar olduğunu, ölçerek sayımda
bulununuz" buyurdu. Sonra yolumuza devam edip Tebük'e vardık. Resûlüllah
askere hitaben buyurdular ki: "Bu
Geceleyin hakikaten çok şiddetli fırtına esti. Tedbirsizlik edip kalkan
bir kimseyi fırtına tâ Tay Dağı'na kadar sürüklemiştir. Sonra Vâdil-Kurâ'ya dönüşümüzde
Hazret-i
Peygamber, kadının hurmasının
ne kadar geldiğini sordular. "On vesak" geldiği, kendisine
bildirildi..."
İbn-i Sa'd, sahih bir
senedle Muğıra bin Şube'den şöyle nakleder: Muğıra'ya "Peygamber
Efendimiz'e namaz kılarken, Ebû Bekir'den başka imamlık eden oldu mu?"
diye sordular. O şu cevabı verdi: "Evet, oldu. Biz, bir seferde idik.
Seher vakti idi. Peygamberimiz ve ben insanlardan ayrılıp uzaklaştık, iyice
kaybolduktan sonra devesinden inen Peygamberimiz deveyi bana teslim edip kendileri,
bana dahî görünmeyecek kadar uzaklaştı. Hacetini yapıp bir müddet sonra geldi.
Ben kendisine su döktüm. O da abdestini aldı. Ayaklarında mestleri vardı,
onların üzerine meshetti... Sonra her ikimiz develerimize binerek insanlara
yetiştik. Fakat onlar namaza durmuşlar idi. Ben, kendisi için Ezan okumak
istedimse de, beni bundan menetti... Her ikimiz cemâate uyduk. Yetişebildiğimiz
rek'ati onlarla birlikte kıldık, kaçırdığımız rek'ati de kaza ettik... Bu
namazda insanlara imamlık eden, dolayısıyla Peygamber Efendimiz'e de imamlık
yapmış bulunan zât, Abdurrahmân bin Avf idi. Orada bu vesile ile Abdurrahmân
bin Avf hakkında şöyle buyurdular:
"Hiçbir Peygamberin; ümmetinden sâlih (iyi) bir kimsenin arkasında
namaz kılmadan ruhu kabzedilmemiştir!".
(İbn-i Sa'd der ki: Ben bu hadîsi Vâkıdî'ye
hatırlattım. O da bana: "Bu hadîs Tebük Gazvesi'nde irâd
buyurulmuştur" cevabını verdi...) [147]
Bezzâr, Ebû Bekir
el-Sıddik'tan rivayet eder. O demiştir ki: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir hadislerinde:
"Hiçbir Peygamberin; ümmetinden birinin arkasında namaz kılmadan ruhu
kabzedilmemiştir."
İbn-i İshak ve Beyhekî Sehl bin Sa'd el-Sâidî'den nakleder. O
demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) el-Hıcr'da
konakladığı zaman, "Hiçbiriniz geceleyin yanına bir arkadaşını almadan
dışarıya çıkmasın!" buyurmuştu. Herkes bu tenbîhe uydu, fakat iki kişi
uymadı. Bunlardan biri, yalnız olarak haceti için çıkmıştı. Diğeri de kaybolan
devesini aramaya gitmişti... Haceti için giden, fırtınanın şiddetinden geri
dönememişti. Devesini aramaya giden de fırtına tarafından Tay Dağı'na
savrulmuştu... Durum Peygamber Efendimiz'e haber verildiği zaman, şöyle
buyurdular: "Ben sizlere, hiçbiriniz yanına arkadaşını almadan dışarı
çıkmasın, diye tenbihte bulunmadım mı?" Sonra haceti için gidip de kumlara
boğulan kimsenin iyileşmesi için dua buyurdular. O da şifâya kavuşup
iyileşti... Diğeri ise, ancak Peygamberimiz Tebük'ten dönerken yetişe
bildi..."
Taberânî, Fedâle bin
Ubeyd'ten sahih bir senedle şu haberi nakleder: Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük Gazvesi'ne çıktıkları zaman,
sıcağın ve susuzluğun şiddetiyle binek ve yük hayvanları yürütmek ve taşımakta
çok zorluk çekiyorlardı... Durumu Hazret-i Peygamber'e arz ettikleri zaman, o baktı, o sırada insanlar dar bir
geçitten geçmekteler ve hayvanlarını zorlukla sevketmekteler... Derhal
bulunduğu yerde durdu ve derince bir nefes aldı... Sonra şu şekilde duada
bulundu:
"Allah'ım, şu hayvancağızların yükünü taşımalarına kolaylık ve güç
ver! Bunlar şüphesiz Senin yolundadır. Sen, senin yolundakilere dilediğini
kolayca taşıttırırsın! Onlar, ister zayıf olsunlar, ister kuvvetli... ister
yaş, ister kuru... İster denizde bulunsunlar, ister karada!..."
Resûlüllah'ın bu şekilde dua buyurmalarından sonra onlar öylesine
güçlendiler ki, Medine'ye dönüş sırasında biz, onların yularından tutup zor
zaptediyorduk... Sıkıca tutmasak, neredeyse bizi geçip gideceklerdi..."
Ebû Nuaym Vâkıdî'den,
Abdullah Zü'l-Bicâdeyn'in şöyle dediğini nakleder: Ben, Tebük'e Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte çıktım. Bir ara Hazret-i Peygamber'e dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü,
dua buyurunuz da Allah bana şehitlik nasîb etsin!" Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz:'"Allah'ım, Zü'l-Bicâdeyn'in kanını dökmelerini kâfirlere nasîb
etme!" şeklinde dua buyurdular. Ayrıca dediler ki: "Sen, Allah
yolunda cihâda çıktığın zaman, sıtma hastalığına tutulsan da bu hastalık
sebebiyle vefat etmiş olsan, şehîd olarak ölmüş olursun!"
Tebük Gavzesi'ne çıkıldığı zaman, bir müddet orda kalınmıştı, İşte o
günlerde hastalanan Abdullah Zü'l-Bicâdeyn, orda vefat etmiştir..'[148]
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Alâ bin Muhammed el-Sekafî tarikiyle Enes'ten
şu haberi nakleder: Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyorduk. Güneş
doğduğu zaman, her zamankinden fazla ve farklı olarak daha parlak vp daha
ışıklı olarak doğmuştu... Bu sırda Cebrâîl gelip Hazret-i
Peygamber'e mülâki olmuştu.
Peygamberimiz Cebrâîl'e sordu: "Bugün Güneş'in hiç
görülmemiş şekilde nurlu ve ışıklı doğmasının sebebi nedir?" Cebrâîl de şu cevabı verdi: "Bunun sebebi,
Muaviye bin Muâviye'nin bugün Medine'de vefat etmiş olmasıdır. Onun cenaze
namazında bulunmaları için Allah yetmiş bin melek göndermiştir."
Peygamberiniz de bunun üzerine: "Peki bunun hikmeti nedir?" diye tekrar
sordu. Cebrâîl şu cevabı verdi: "O, Kul
hüvallahü ehad" Sûresini çok okuyordu; gecede ve gündüzde, yürürken,
dikilirken ve otururken hep buna devam ediyordu." Sonra Cebrâîl Peygamberimizi hitaben:'"İstersen arzı
senin için kabzederim, sen de onun namazını kılarsın!" dedi...
Peygamberimiz de "Evet, isterim" dedi ve onun cenaze namazını
kıldı..." [149]
İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ ve Beyhekî, diğer bir tarîkten ve Atâ bin Ebû Meymene'den, o da Enes'ten rivayet
eder. O şöyle demiştir: "Cebrâîl gelip: Ey
Muhammed, Muâviye bin Muâviye vefat etti. Onun cenaze namazını kılmak ister
misin?" Peygamberimiz de: "Evet" dedi. Cebrâîl, her iki kanadını yere vurdu, ne kadar ağaç ve
tepe varsa hepsi ona itaat etti... Muâviye bin Muâviye'nin tabutunu kaldırıp
yükseltti. Peygamberimiz de ona bakarak namazını kıldı... Arkasında meleklerden
iki saf vardı ve her bir safda yetmiş bin melek bulunmakta idi..."
Peygamberimiz buyurur ki: "Ben Cebrâîl'e: Muâviye bin Muâviye'nin bu mertebeye nasıl ulaştığını" sordum.
O da bana dedi ki: "O kul hüvallahü ehad sûresini çok severdi! Ayakta
iken, otururken, giderken ve gelirken, hep onu okurdu!" [150]
Beyhekî'nin Urve'den
rivayeti ise şöyledir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük'ten Medine'ye dönüşü sırasında,
Hâlid bin Velîd'i dört yüz yirmi atlı asker ile Dûmetü'l-Cendel'deki Ukeydir'e
gönderdi. Bu sırada Hâlid, "Ey Allah'ın Resulü, Dûmetü'l-Cendel'de Ükeydir
gibi bir hükümdar varken, biz orasını nasıl ele geçirelim? Meğer oraya
yeterince askerî kuvvetle gitmiş olalım..." demişti. Hazret-i Peygamber de kendisine: "Allah'tan ümîd
edilir ki, sen yola çıktığında Ükeydiri ava çıkmış bulursun! Kendisini
yakalayıp kal'anın anahtarını ondan alır, gider kal'anın kapısını açıp
fethedersin!" buyunmuş idi...
Hâlid yola çıkıp hayli ilerledikten sonra Dûmetü'l-Cendel yakınlarına
kadar geldi ve beklemeye başladı... Peygamberimizin kendisine söylediği gibi,
Ükeydir'in kal'a dışına çıkarak vahşî sığır avı peşinden giderken kolayca ele
geçirilmesini ümîd ediyordu... Hâlid askerleriyle birlikte herlerken, bir sığır
gelip kal'anın kapısına boymızlarıyla vurmaya başladı... Ükeydir ise bu sırada
iki kadını arasında kal'ade içki içmekle meşgul idi... Kadınlarından biri
dışarı sarkıp da baktığı zaman, bir yaban sığırının kal'a kapısını vurmakta
olduğunu gördü. Durumu Ükeydir'e haber verdi ve: "Böylesi etli bir sığırı
şimdiye kadar hiç görmemiştim!" dedi... Bunun üzerine Ükeydir köşkünden
inerek atını hazırlattı, hizmetçileri ve kendi ev halkından bazıları ile
birlikte o sığırı avlamaya çıktı... Biraz gidince Halid bin velid'in askerî
birliği ile karşılaştı... Halîd, onları kolayca ele geçirip teslim aldı... Ve olayın aynen Hazret-i Peygamber'in kendisine haber verdiği gibi
cereyan edişini, ibretle müşahede etti..."
Ükeydir Hâlid'e dedi ki: "Vallahi ben bu yaban sığırının dün
geceden önce hiç geldiğini görmedim, İşte iki gecedir gelmekte, ben de kendisi
için tedbirler almakta idim. Zira bu yaban sığırı çok hızlı koşup
kayboluyordu... Onu yakalayalım diye yola çıktık, fakat size yakalandık..."
Beyhekî ve "el-Sahâbe"
adlı kitabında İbn-i Mende İbn-i İshak'tan aynı haberi naklederler. Farklı
olarak şu ilave vardır:
"Tay kabilesinden Büceyre bin Becre adında biri vardı. Bu durumla
ilgili şunları (şiir halinde) söylemişti: "Sığırları sürüp götüren,
mübarektir. Ben, Allah'ın her hidayet isteyeni hidâyete kavuşturduğunu görüyorum!
Her kim Tebük Gâzîsinin yolundan saparsa, biz onunla cihad etmekle me’mûruz!".
Onun bu sözleri üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştu:
"Allah, senin (şu güzel sözleri söyleyen) ağzını gümüşe muhtaç
eylemesin! O günden sonra o adam, doksan sene daha yaşadığı halde, ağzındaki
hiç bir dişi sallanmadı..." [151]
İbn-i Mende, İbn-i Seken ve Ebû Nuayn Es-Sahâbe adlı eserlerinde, Tay
Kabilesinden olan Büceyre bin Becre'nin ahfadından Ebû'l-Meârik el-Şemmâh
tarikiyle şu haberi vermektedirler: Büceyre demiştir ki: "Peygamber Efendimiz'in
Ükeydir'e karşı gönderdiği Halid bin Velîd'in askerleri arasında ben de vardım.
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Hâlid'e hitaben:
"Sen onu, sığır avına çıkmış iken bulacaksın!" buyurmuştu. Nitekim
öyle de oldu. Biz ona, mehtaplı bir gecede raslayıp kolayca kendisini teslim
almıştık... Dönüşte Peygamber Efendimiz'e geldiğimiz zaman, ben O'nun huzurunda
bazı beyitler söylemiştim. Bu beyitler arasında: "Sığırları sürüp getiren
mübarektir. Ben, Allah'ın hidayet isteyen her kulunu hidâyete kavuşturduğunu
görüyorum!" anlamındaki beyit de vardı..."
Büceyre'nin bu sözleri üzerine Hazret-i Peygamber de kendisi için şu mealde dua etmişti; "Allah, senin
şu ağzına, gümüşe muhtaç olmayı göstermesin!" Büceyre, bu olaydan sonra
doksan sene daha yaşadığı halde, ağzındaki dişlerden hiç biri sallanıp da
gümüşle bağlanmaya muhtaç olmadı..."[152]
Beyhekî Ukbe'den şu
haberi vermektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük'ten dönerken bazıları kendisine tuzak kurdular.
Münafıklar, yolda tam yokuşu inerken Hazret-i Peygamber'i aşağı yuvarlamak üzere kendi aralarında anlaştılar...
Bunun için hazırlandılar ve yüzlerini maskeliyerek kendilerini gizlediler...
Tam yokuşun başına geldiği sırada, Hazret-i Peygamber, Huzayfe'ye emrederek onları geri çevirmesini istedi.
Huzayfe de bu maskeli adamlara koşarak elindeki değnekle hayvanlarının
yüzlerine vurmaya ve onları döndürmeye çalıştı... Ve bu adamların yüzlerinin maskeli olduğunu bizzat gördü...
Allah da onların kalbine büyük bir korku verdi... Kendi aralarında kurdukları
tuzağın ortaya çıktığını zannederek paniğe kapıldılar... Hızla geri dönüp
askerin arasına karıştılar... Huzayfe de arkalarından geri geldi. Bu sırada Hazret-i Peygamber kendisine: "Ey Huzayfe, onların
hâlini ve ne yapmak istediklerini bilebildin mi?" buyurdu... Huzayfe
"Hayır yâ Resûlallah" cevabını verdi... Peygamberimiz bunun üzerine
buyurdu ki: "Onlar bana tuzak kurmuşlardı. Ben yokuşun zirvesine doğru
çıkarken benimle birlikte yürüyecekler, tam zirveye çıktığımız zaman beni aşağı
yuvarlayacaklardı!..."
(Beyhekî, İbn-i İshak tarikiyle de bunun
benzeri bir haberi vermektedir. Fakat onda şu farklı ifâde bulunmaktadır... Bu
sırada Peygamber Efendimiz Huzayfe'ye: "Yüce Allah, bana onların isimlerini
bildirmiştir. Onların kimler olduğunu ileride ben sana haber vereceğim"
buyurmuştur...)
Beyhekî sahih bir senedle
Huzeyfetü'b-nül-Yemân'dan şöyle rivayet eder: Tebük'ten dönerken Hazret-i Peygamber'in devesinin yularını ben çekiyordum.
Ammâr da arkadan sürüyordu. Akabeye geldiğimiz zaman ansızın önümde on iki kişi
belirdi. Bunlar bize doğru yönelmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz kendilerine
karşı yüksek sesle haykırmca hepsi kaçıştılar. Peygamberimiz bize dedi ki:
"Onları tanıyabildiniz mi?" Biz, "Hayır tanıyamadık" diye
cevap verdik. Buyurdular ki: "Bunlar, ta kıyamete kadar münafıklardır!"
Sonra Peygamber Efendimiz bize, "Onların ne yapmak istediklerini biliyor
musunuz?" buyurdu. Biz de "Hayır" diye cevap verdik. Buyurdu ki:
"Onlar, yokuşun tepesine vardığımız zaman, develerini üzerimize sürerek
izdiham meydana getirip Allah'ın Resûlü'nü aşağıya yuvarlamak
istiyorlardı..." (ve onlar buna, bir kaza süsü vereceklerdi...) Sonra
Peygamberimiz onlar hakkında bedduada bulundu ve: "Ey Allah'ım, onlara
dübeyle belâsı ver!" dedi. Biz, "Ey Allah'ın Resulü, dübeyle
nedir?" diye sorduk. Peygamber Efendimiz de: "Onlardan birinin kalb
köküne (damarına) düşecek olan bir ateş parçasıdır ki, onun helak olmasına
yetecektir" buyurdu.
Huzeyfe'den Müslim'in rivayeti ise şöyledir: Huzeyfe
demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurdular:
"Ashabım içinde on iki münafık vardır! Bunlar, deve iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremeyeceklerdir! İçlerinden sekizine dübeyle kâfi gelecektir... Dübeyle, onlardan birinin iki omuzu arasında belirip, sonra kalbini yakacaktır!"
Seyf, "Kitâbü'r-Ridde" adlı eserinde şöyle der: Bana,
Müstenîr bin Yezîd Urve bin Guzeyye'den, o da Dahhâk bin Feyrûz'dan, o da
Cüşeyş el-Deylemî’den rivayet eder. O demiştir ki: Bize vebre bin Yahnis
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem)'in mektubunu
getirdi. Bu mektubda Peygamber Efendimiz bize: "Dinimizde sebat etmemizi,
yalancıktan Peygamberlik dâvasına kalkışan Esved el-Ansi ile savaşmamızı"
emrediyordu... Biz de emir gereğince derhal hazırlanıp Esved ile savaşa gittik.
Onunla kıyasıya savaştık... Bir ara ben fırsatını bulup Esved'i öldürdüm ve
kellesini onun askerleri içine fırlattım... Derken hepsini dağıtıp perişan
ettik..."
Durumu yazarak Hazret-i
Peygamber'e gönderdik.
Fakat bizim haberciler varmadan Peygamber Efendimiz'e vahiy yoluyla durum malûm
olmuştur. Ve Peygamberimiz durumu
ashabına haber vermişlerdir. Sonra hastalığı şiddetlenip âhirete irtihal
buyurmuşlardır. Bizim gönderdiğimiz haberciler Medine'ye ulaştığı zaman, haberi
ancak Ebû Bekir'e vermişlerdir... Haberimizin alındığına dâir bize cevap
gönderen de Ebû Bekir olmuştur.
Deylemî İbn-i Ömer'in şöyle haber verdiğini nakleder:
"Esved el-Ansî'nin öldürüldüğüne dair semavî haber, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e o
------------------------
[81] Nur suresi, 11-21
[82] Enbiya suresi, 26
[88] Fetih suresi, 1
[89] Fetih suresi, 18
[90] Fetih suresi, 21
[93] Mümtehıne suresi, 10
[95] Fetih suresi, 24-26
[97] Hadîd suresi, 10
[105] Fetih suresi, 27
[131] Mümtehıne suresi, 1
[133] İsrâ Suresi, 81