Buhârî ve Müslim, Sâib bin Zeyd'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in tam arkasına dikilip O'nun iki omzu arasındaki Nübüvvet Mührü denilen kısma dikkatle baktım; gördüğüm, keklik yumurtası büyüklüğünde idi."
Müslim ve Beyhekî'nin Câbir bin Semura'dan rivayeti ise şöyledir: "Ben Resûlüllâh Efendimiz'in iki omzu arasındaki nübüvvet mührünü, tıpkı bir güvercin yumurtası şeklinde gördüm. Rengi de, kendi cesedinin rengine yakındı." İmâm Tirmizî ise bunu: "Güvercin yumurtası büyüklüğünde ve kırmızımtırak bir bez idi" ifadesiyle vermiştir." [1]
Müslim, Abdullah bin Cercls'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ben, Peygamberimizin iki omzu arasındaki nübüvvet mührüne baktığım zaman onu; sol omuz kemiğinin çıkıntısı yanında ve üzerinde siyahımsı benler bulunan bir yumru hâlinde gördüm."
İmâm Ahmed ve Beyhekî de Kurre'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, omzunuzdaki mührü bana gösterir misiniz?" Peygamberimiz buyurdu ki: "Elini uzat!" Elimi uzattım baktım, omzu ucunda, yumurta büyüklüğünde bir şeydi."
Yine İmam Ahmed, Beyhekî ve İbn-i Sa'd, çeşitli tarikler ile Ebû Ramse'den şöyle rivayet ederler: "Ben babamla birlikte Peygamberimiz'e gitmiştim. O'nun iki omzu arasındaki mühre baktığımda onu, (güvercin yumurtası büyüklüğünde) bir ur şeklinde gördüm."
İmam-ı Buhârî'nin Tarih'inde, Beyhekî'nin Sünen'inde Ebû Saîd'den rivayetlerine göre, o şöyle demiştir: "Peygamber Efendimiz'in iki omuzları arasındaki mühür, bir et çıkıntısı idi" Tirmizi de: "Arkasında, yumru hâlinde bir et parçası idi" şeklinde rivayet eder.
Yukarıda geçen bir bahiste görüldüğü veçhile ve Beyhekî'nin rivayeti ile, Selmân-ı Fârisî de bu hususta şunları söylemektedir: "Ben Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gittiğim zaman, ridâsını omuzundan biraz sarkıtıp: "Ey Selmân, sana söylenen mührü görmek istersen bak!" buyurdular. Baktığımda, iki omuzu arasında, güvercin yumurtası büyüklüğündeki mührü gördüm."
Ahmed, Tirmizî ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Ebû Ya'lâ ve Taberânî Ulba bin Ahmed'den o da Ebû Zeyd'den şöyle rivayet ederler: "Resûlüllâh Efendimiz bana dediler ki: "Ey Ebû Zeyd, bana yaklaş ve elinle arkamı meshet!" Yaklaştım ve elimle arkasını meshedip parmaklarımı mühür üzerine koydum."-Yanındakiler Ebû Zeyd'e: "Mühür nedir?" diye sordular. O da: "Omuzundaki toplu olarak bitmiş olan kıllardır" cevabını verdi."
Taberanî ile İbn-i Asâkir ise Ebû Zeyd bin Ahtab'dan şöyle rivayet ediyor: "Ben Peygamber Efendimizin iki omzu arasındaki mührü; kan alma şişesinin vurulduğu yer kadar büyüklükte, bir et çıkıntısı olduğunu gördüm."
İbn-i Asâkir ve Târih-i Nisabur adlı eserinde Hâkim, İbn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler: Hâtem-i Nübüvvet, Peygamber (aleyhisselâm)'ın arkasında fındık büyüklüğünde bir et parçası olup üzerinde "Muhammedün Resûlüllâh" yazısını andırır bir şekil vardı."
Ebû Nuaym ise, Selman'dan şöyle rivayet etmektedir: "Bu nübüvvet mührünün bâtınında: "Allah birdir, O'nun ortağı yoktur, Muhammed ise Allah'ın Resulüdür!" diye yazılı idi. Zahirinde ise "Nereye isterse oraya teveccüh et! Bil ki sen, mansûr ve muzaffersin!" diye yazılıdır[2]
Taberanî ve Ebû Nuaym El-Ma'rife adlı eserinde Abbâd bin Ömer'den şöyle rivayet ederler: "O'nun iki omzu arasındaki nübüvvet mührü, küçük bir oğlağın diz kapağındaki mühür gibiydi ve Resûlüllâh bu mührün görülmesinden pek hoşlanmazdı."
İbn-i Ebî Hayseme tarihe dâir yazdığı eserinde, Hazret-i Âişe'den naklen der ki: "Nübüvvet mührü, siyah bir ben idi, biraz sarıyı andırıyordu... Benin etrafında, at yelesi gibi sık kıllar vardı..."
İZAH: Alimlerimiz dediler ki; Peygamber Efendimiz'in iki omuzu arasında bulunduğu rivayet edilen nübüvvet mührü hakkındaki sözler; birbiriyle farklı bulunmaktadır. Fakat aslında bu, mühim bir ihtilaf sayılmamalıdır. Zira bu râvîlerden her biri, bir benzetme yoluyla rivayet etmekte ve rivayetleri arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Râvîlerden biri: "Bir keklik yumurtası büyüklüğünde idi" derken biri: "Güvercin yumurtası kadardı" demekte; bir diğeri de: "Bir keçi yavrusunun dizindeki mühür kadardı" demektedir. Biri: "Bir et yumrusu idi" derken, biri: "Bir et çıkıntısı idi" demekte; biri "Siyah bir bendi" derken bir diğeri: "Şişenin kan almak için vurulduğu yerde bıraktığı iz gibiydi." demektedir. Yâni, bunların hepsi birbirine yakın şeylerdir. Ve gerçekten o, bir et parçasından ibaret idi. İşte, âlimlerimiz böyle izah etmektedirler. Bunlar arasından İmâm-ı Kurtubî ise şöyle demektedir: "Sabit ve sahih olan hadisler delâlet eder ki, Resûlüllâh Efendimiz'in iki omuzu arasındaki mühür; sol omuz yanında kırmızımtırak renkte ve çıkıntı halinde bir şey idi. Küçülüp azaldığı zaman güvercin yumurtası şeklinde oluyor, büyüyüp şiştiği zaman da yumruk kadar oluyordu... (Resûlüllâh'ın vefatı zamanında ise, şişkinlik kaybolmuştu...)
Süheylî de demiştir ki: "Nübüvvet mührü, sol omuz kemiğinin çıkıntısı yanında idi. Çünkü Peygamber (aleyhisselâm) şeytanın vesvesesinden masum bulunuyordu. Mührün bulunduğu yer de; kalbin karşısında olup şeytanın vesvese vermesine engeldi..." Alimler, "Resûlüllâh'in iki omuzu arasındaki mührün doğuştan mı, yoksa doğduktan sonra mı vurulduğu üzerinde ihtilaf ettiler. İkinci şıkkı tercih edenler, yukarıda geçen ve O'nun süt emmesi ile ilgili bulunan Şeddâd bin Evs hadisini, delil tutarlar. Az önce işaret ettiğimiz gibi, bu mühür, Resûlüllâh'ın vefatından sonra da kaybolmuştu... Bunu, ayrıca O'nun vefatı bölümünde anlatacağız... Bu konuda, Hâkim'in Müstedrek'inde, Vehb bin Münebbih'ten şu rivayeti vardır:
"Cenâb-ı Hakk'ın gönderdiği bütün Peygamberlerin sağ elleri içinde bir Peygamberlik nişanı vardı. Ancak, bizim Peygamberimiz müstesna. Zira O'nun Peygamberlik nişanı, iki omuzu arasında idi[3]
Yüce Allah Kur'ân'da buyuruyor ki:
"Muhammed'in gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı." (Necm, 17).
İbn-i Adiyy, Beyhekî ve İbn-i
Asâkir
Âişe'den
şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz, ışıkta gördüğü
gibi karanlıkta da görür idi."
Beyhekî'nin rivayetine göre, bu
hususu İbn-i Abbâs şöyle ifade etmiştir: "Resûlüllâh Efendimiz,
gündüzleyin ışıkta gördüğü gibi, geceleyin karanlıkta da görürdü."
Buhârî ve Müslim, Ebû Hüreyre'den
ittifakla şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Bir defasında Resûlüllâh
Efendimiz bizlere hitaben: "Siz benim yalnız ön tarafı mı gördüğümü
sanıyorsunuz? Vallahi sizin rukûnuz da, secdeleriniz de bana gizli değildir!
Ben sizi arkamdan da görmekteyim" buyurdular.
Müslim ise Enes'ten şöyle rivayet
eder: "Resûlüllâh Efendimiz buyurdular ki: Ey insanlar! Ben sizin imâmınızım.
Rükû ve secdelerinizi benden önce yapmayınız. Çünkü ben sizi, hem önümden, hem
de arkamdan görmekteyim."
Abdürrâzzâk, Hâkim ve Ebû
Nuaym
da Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: "Peygamberimiz buyurdu: Ben ön
tarafımı da, arka tarafımı da görürüm." Yine Ebû
Nuaym
Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle nakleder. O demiştir ki: "Bir defasında
Peygamberimiz, "Ben arkamdan da görürüm!" buyurdular.
El-Humeydî Müsned'inde, İbn-i Münzir Tefsîr'inde ve
Beyhekî, Mücâhîd'den naklen demiştir ki:
"Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), önünden rahatlıkla gördüğü
gibi, arkasından ve saflar arasından da rahatlıkla görürdü." Mücahid bu
açıklamayı, aşağıdaki âyet-i celile dolayısiyle yapmıştır. Şöyleki: "O ki,
Alimlerimiz diyorlar ki: Bu önden de, arkadan da
görmek işi; hakîki bir idraktir ve mucize kabilinden olup Peygamberimiz'e
mahsustur; O'na ait büyük özelliklerden biridir. Sonra bu görme işinin, O'nun
iki gözüyle olması da caizdir. Ve görülen şeyin karşısında bulunma şartı
olmaksızın, yâni hâriku'l-âde bir şekilde görmesi gerçekleşmektedir. Ehl-i
sünnet'e göre, görülen şeyle karşı karşıya bulunmak şart değildir. Hak olan da
budur. Nitekim âhirette Allah'ı görmek de haktır. Fakat bunda da karşı karşıya
bulunmak şart değildir.
(Bâzıları da demiştir ki: Peygamberimiz'in
arkasında iğne deliği kadar bir gözü vardı. Onunla hiçbir engel tanımadan görür
idi. Bu tefsir ise, zayıftır. Kabul edilemez bir durumdadır.) (Suyûti)[5]
Vâil bin Hucr'dan Ahmed, İbn-i
Mâce,
Beyhekî ve Ebû Nuaym rivayet ediyor. O
demiş ki: "Peygamberimiz bir kuyunun başında iken kendilerine bir kova su
verildi, ondan içti, sonra kalanını kuyuya döktü. Derhal bu kuyudan etrafa misk
gibi bir güzel koku yayıldı." Ebû Nuaym'ın rivayetine göre
Enes diyor ki: "Peygamberimiz'in evinde bir kuyu vardı Medine'de suyu
ondan daha tatlı olan bir kuyu yok idi,"
Beyhekî ve Ebû
Nuaym
Peygamberimiz'in azadlısı Ruzeyne'den şöyle rivayet ederler:
"Peygamberimiz, Aşûra günü kızı Fâtıma'nın ve diğerlerinin süt emer çocuklarını
çağırır ve mübarek tükrüğünden o çocukların ağzına bir miktar bulaştırırdı.
Çocukların analarına da: "Akşama kadar onlara süt vermeyiniz!" diye
tenbih eder, akşama kadar çocuklara O'nun tükrüğü kâfi gelirdi."
Taberani de Umeyre binti
Mes'âd'dan şöyle nakleder, O demiştir ki: "Ben, dört kardeşim ile birlikte
biat etmek üzere Hazret-i Peygamber'e gittiğimde, O kadid (yâni güneşte kurutulmuş bir
et parçası) yiyiyordu. Mübarek ağzında bir miktar kadid çiğnediler ve bana
verip "Birer parça hepsine ver, ağızlarında çiğnesinler!" buyurdular.
Hepimiz öyle yaptık ve içimizden hiç biri, yaşadığı müddetçe ağzında fena
kokudan eser duymadı."
Yine İmâm-ı Taberani rivayet ediyor: Ebû
Ümâme şöyle demiştir: "Bir kadın vardı, dili kötü idi. Bir ara Peygamberimiz'in
yanına geldi. Bu sırada Resûlüllâh kadîd yiyordu. Kadın dedi ki: "Ondan
bana vermez misin?" Resûlüllâh, önündeki kadidden bir miktar ona uzattı. O:
"Hayır, ondan değil, ağzındakinden vermelisin!" dedi. Peygamberimiz
de ağzındakini çıkarıp ona verdi. O da onu yedi. Bu olaydan sonra, o kadının dilinden
bir daha kötü ve çirkin bir söz işitilmedi..."
Beyhekî Umer bin Şebbe'den, o da Ebû
Ubeyd en-Nahvî'den nakleder: Bir gün, Amir bin Kureyz, oğlu Abdullah'ı alarak
Resûlüllah'a getirmiş. Abdullah o sırada beş yaşında imiş. Resûlüllâh
tükrüğünden bir miktar onun ağzına koymuş... O, büyüdü ve o kadar kuvvetli ve bereketli
oldu ki, çakmağını taşa vursa su çıkarırdı..."
Yine Beyhekî Muhammed bin Sâbit'ten şöyle
rivayet eder: Onun babası Sabit, Abdullah bin Übeyy'in kızı Cemîle'yi boşadığı
zaman o Muhammed'e hâmile idi. Cemile çocuğunu doğurduğu zaman, kocası Sâbit'in
kendisini boşamasına kızarak: "Vallahi onun çocuğunu emzirmem!" diye
yemin etmişti... Peygamberimiz de duruma muttali olarak onun kendisine
getirilmesini istemiş, Sâbit'in oğlu Muhammed'i kendisine getirdikleri zaman,
mübarek tükrüğünden onun ağzına bir miktar bırakmış ve: "Onu, ihtiyacı
oldukça bana getiriniz!" buyurmuştur. Sabit diyor ki: Çocuğumu üç gün Hazret-i
Peygambere
götürüp getirdim. Sonra Araptan bir kadın ile karşılaştım. Bana: "Sabit
bin Kays kimdir?" diye soruyordu. Ben: "Onu ne yapacaksın?"
dedim. Dedi ki: "Bu
İbn-i Asâkir'in Ebû Cafer'den
nakline göre o şöyle demiştir: "Bir gün Hasan, Resûlüllah ile birlikte
bulunuyordu. Hasan iyice susamıştı. Resûlüllah onun için su aradı bulamadı.
Dilini çıkarıp, Hasan'ın ağzına koydu. Hasan, Resûlüllah'ın dilini emdi ve
susuzluğu gitti...
Yine İbn-i Asâkir ve Taberanî, Ebû Hüreyre'den
rivayet ederler, o demiştir ki: "Biz, Peygamberimizle birlikte gidiyorduk.
Nihayet bir yoldan geçtiğimiz sırada bir ses duyuldu. Bu ses, Hasan ve
Hüseyin'in sesi idi. Analarının yanında oldukları halde ağlıyorlardı.
Resûlüllah sür'âtle gidip niçin ağladıklarını sordu. Anaları: "Susuzluktan"
dedi. Resûlüllah su aradı ise de, bir damla su bulunamadı. İçeride
Resûlüllah'ın: "Çocukların birini bana ver" dediğini duydum. Çocuğu
anasından alıp bağrına basmış, susturmaya çalışmıştı. Fakat çocuk var sesiyle
ağlayıp bağırıyordu... Peygamberimiz mübarek dilini çıkarıp ağzına koydu, o da
O'nun dilini emmeye başladı. Sonunda susuzluğunu giderdi ve susup sükûnete
erdi. Artık sesi duyulmuyordu... Diğeri ise ağlamasına devam ediyordu. Onu da
anasından alıp bağrına bastı ve mübarek dilini verip emdirdi. O da susup
sükûnete erdi,"
Dâremî, Tirmizî (Şemâil'de), Beyhekî, Taberanî (el-Evsat'ta) ve İbn-i
Asâkir,
İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O demiştir ki:
"Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ön dişleri, ince ve
biraz seyrek idi, konuştuğu zaman, nûr gibi parlar ve iki ön dişleri arasından
ışık saçardı..."
Taberanî de Ebû Kursâfe'den
şöyle nakleder: "Ben, annem ve teyzem, Resûlüllah'a gidip biat ettik.
Döndüğümüz zaman annem ve teyzem dediler ki: Yavrum, bizler Hazret-i
Peygamber
kadar güzel, O'nun kadar temiz, O'nun kadar güzel ve tatlı konuşan birisini
görmedik... Konuşurken mübarek ağzından sanki nûr çıkıyordu..." [6]
Bu konuda, İbn-i Asâkir Câbir'den şöyle rivayet eder: "Peygamberimiz buyurdular ki: Cebrâîl bana gelip Rabbim'in selamını ve şöyle buyurduğunu tebliğ eyledi: "Habîbim Ben, Yusuf un güzelliğini kürsî'nin nurundan verdim. Senin güzelliğini ise, arşımın nurundan verdim!"
(Bunu böyle rivayet eden İbn-i-ı Asâkir, aynı zamanda bu rivayetin durumu hakkında bilgi vermiş ve aynen şöyle demiştir: "Bu rivayetin senedinde mechûi bir râvi vardır ve bu hadîs, münkerdır.")
İbn-i Asâkir Âişe'den, onun şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Ben, seher vaktinde dikiş yapıyordum... İğnemi düşürdüm, aradım ise de bulamadım. Bu sırada Resûlüllah içeri girdiler. O'nun yüzünün nuru ile, iğnemi buldum. Ben, bunu kendisine de söyledim. Bunun üzerine buyurdular ki:'Yâ Aîşe, yazıklar olsun, yine yazıklar olsun, yine yazıklar olsun o kişiye ki, benim yüzüme bakmaktan mahrum olmuştur!..."
Buhârî ve Müslim, Enes'den şöyle
rivayet ediyorlar. O demiştir ki: "Ben Resûlüllah'ı (sallallahü
aleyhi ve sellem);
ellerini kaldırmış dua ederlerken gördüm, ellerini, koltuklarının beyazlığı
görülecek derecede kaldırmış idi."
İbn-i Sa'd da, Câbir'den şöyle
nakleder: "Peygamber Efendimiz, secde ettikleri zaman, koltuklarının
beyazlığı görülürdü..." Yine ashâb-ı kiramdan pek çokları, Peygamber
Efendimiz'in koltuk altının bembeyaz olduğuna dâir müteaddid hadisler rivayet
etmişlerdir...
Allâme Muhibbü'd-Din-i Taberî bu hususta der ki:
"Bütün insanlarda, koltuk altının rengi, kendi derilerinin renginden biraz
değişikliğe uğramış bir vaziyettedir... Peygamberimiz'de ise, bunun tersine,
bembeyaz idi. Bu, kendilerine hâs, bir özellik idi..."
İmam Kurtubî de, buna yakın açıklamalarda bulunmuş
ayrıca Peygamber Efendimizin koltuk altında kıl olmadığını da ifade
etmişlerdir..." [8]
Ebâ Ahmed el-Gıdrîf, İbn-i Mende, Ebû
Nuaym,
İbn-i Asâkir; Büreyde tarîki ile Ömer İbni’l Hattâb'dan
rivayet ediyorlar. O demiştir ki: "Ben, Resûlüllah Efendimiz'e hitaben:
"Ey Allah'ın Resulü, sen, hep bizim aramızda büyüdüğün halde, niçin
hepimizden daha fasîh (açık ve düzgün) konuşuyorsun?" diye sordum.
Peygamberimiz de cevabında buyurdular ki: "Ey Ömer, ceddim İsmâîl (aleyhisselâm)'ın dilindeki
fesahat, zamanla halk içinde hayli ihmâl edilmiş idi. Şu İslâm devrinde
kardeşim Cebrâîl gelip bana, bu dilin bütün güzellik ve
inceliklerini öğretmiştir..."[9]
Beyhekî Şuabü'l-imân adlı kitabında, İbn-i
Ebüd-Dünyâ Kitâbü'l-Matar da, Hatîb Kitâbü'n-Nücûm'da, aynı zamanda İbn-i
Ebî Hatim
ile İbn-i Asâkir; Muhammed bin İbrâhim et-Teymî'den rivayet
ederler. O şöyle demiştir: Ashâb dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz
senden daha fasîh konuşanı görmedik. Bunun hikmeti nedir?" O da buyurdu
ki: "Neden böyle olmasın! Biliyorsunuz ki, Kur'ân benim lisanımla, hem de
gayet açık bir Arapça ile indirilmiştir!"
Yine İbn-i Asâkir, Muhammed bin
Abdurrahmân ez-Zühri'den rivayet ediyor: Adamın biri Peygamberimiz'e hitaben:
"Yâ Resûlallah kişi, kendi hanımına müdâleke (yâni oyalama) yapar
mı?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Evet, eğer hanımı müflic
ise" buyurdu. Bunu duyan Ebû Bekir: "Ey Allah'ın resulü! O adam size
ne sordu ve siz ona ne cevap verdiniz?" diye sordu. Bunun üzerine de
Peygamberimiz şöyle buyurdular: "Adam bana: Kişi kendi hanımına müdatele
(oyalama) yapar mı? diye sordu. Ben de kendisine: "Eğer hanımı müflic ise
evet" diye cevap verdim." Bunun üzerine Ebû Bekir: "Ey Allah'ın
Rasûlü, ben Araplar arasında çok dolaştım, fakat, sizin gibi düzgün ve güzel
konuşanı görmedim" demekten kendisini alamamıştır. Peygamber Efendimiz de:
"Ey Ebû Bekir, beni Rabbim edeblendirdi ve ben, Sa'd Oğulları kabilesinde
büyüdüm!" diyerek karşılık verdiler." [10]
İbn-i Sa'd Yahya bin Yezîd
es-Sa'dt'den rivayet ediyor. O şöyle demiştir: Peygamber Efendimiz buyurdular
ki: "Sizin en iyi ve düzgün konuşanınız benim! Ben, Kureyş'tenim! Ve benim
lisanım, Sa'd Oğullarının lisanıdır!"
Taberanî de Ebû Saîd
el-Hudrî'den şöyle rivayet etmektedir. O demiştir ki: "Sizin en güzel konuşanınız
benim! Ben Kureyş içinde doğdum ve Sa'd Oğulları içinde büyüdüm! Benim
konuşmama, pürüz ve hatâ nereden gelecek?" [11]
Cenâb-ı Hak İnşirah Sûresinin 1. âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Habibim, biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?"
İmâm-ı Beyhekî'nin tahricine göre, İbrahîm bin Takman bu âyetin manasını Sa'd'a sormuş, o da ona Katâde'nin Enes'ten naklettiği şu bilgiyi vermiştir:
"Peygamberimizin göğüs hizasından tâ karnının alt kısmına kadar yarılıp açılmıştır... Kalbi çıkartılmış ve altından bir tas içinde yıkanmış, sonra îmân ve hikmetle iyice doldurulmuş, yerine iade edilmiştir..."
İmâm-ı Ahmed ve Müslim, Enes'ten naklen şu bilgiyi vermektedir: "Peygamber Efendimiz, çocuk arkadaşları ile oynarken Cebrâîl (aleyhisselâm) gelmiş ve O'nu alıp yere yatırmış, göğsünü yararak kalbini çıkarmış, kalbini yararak içinden bir pıhtı çıkarmış ve: "İşte bu şeytanın nasibidir!" demiştir. Sonra O'nun kalbini altın bir tas içinde zemzem ile yıkamış, sonra kalbini iyileştirip yerine iade etmiştir. Yanındaki çocuklar ise, koşarak O'nun dadısına gitmişler ve: "Muhammed'i öldürdüler" diyerek feryad etmişlerdir... Onlar da koşarak gelmişler ve Peygamberimiz'i, rengi uçuk bir vaziyette bulmuşlardır."
Enes diyor ki: "Ben, Peygamber Efendimiz'in göğsündeki dikiş yerini görmüştüm."
Ahmed, Baremi, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî, Taberanî ve Ebû Nuaym, Utbe bin Abd'den rivayet ederler. O, Peygamberimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Ben, süt annem Halîme'nin bir çocuğu ile hayvanları gezdirmek için çıkmıştım. Yanımıza yiyecek bir şey de almamıştık. Ben süt kardeşime dedim ki: "Kardeşim, haydi annemize git de bir miktar yiyecek getir." O yiyecek getirmeye gitti. Ben de hayvanların yanında kalmıştım. Derken iki beyaz kuş geldi. Biri diğerine: "Bu, O mudur?" dedi. Diğeri de: "Evet" dedi. Hemen beni alıp yere sırtüstü yatırdılar ve derhal karnımı yardılar. Sonra kalbimi çıkarıp yardılar ve içinden iki parça siyah pıhtı çıkardılar. Biri diğerine: "Kar suyunu bana ver!" dedi ve onunla göğsümün içini iyice yıkadı. Sonra: "Dolu suyunu bana ver!ı; dedi ve onunla da kalbimi iyice yıkadı. Sonra: "Sekîneti bana ver!" dedi ve onu kalbime serpti... Sonra yine bunlardan biri diğerine dedi ki: "Haydi hemen kalbini dik!" O da hemen kalbimi dikti ve üzerini Peygamberlik mührü ile mühürleyip kapattı... Sonra dedi ki: "Haydi onu terazinin bir kefesine koy, öbür kefesine de ümmetinden bir kişiyi koyup tart!" O da öyle yaptı ve benim ağır geldiğimi görüp: "Eğer biz bunu, ümmetinin tamamı ile tartsak, yine ağır gelecektir" dedi. Sonra beni kendi hâlime bırakıp gittiler. Ben ise, şiddetli bir şekilde korkmuştum. Sonra toparlanıp süt anneme gittim ve başıma gelenleri anlattım ve onun yanlış anlamasından endişe ettim. O da: "Allah saklasın!" diyerek Allah'a olan güvenini ve endişeye mahal olmadığını ifade etti. Bir deve hazırlayarak yola çıktık. Beni devenin havuduna bindirdi, kendisi ise arkasına bindi. Böylece Mekke'nin yolunu tuttuk. Aileme geldiğimizde o dedi ki: "Ey Amine, işte emânetim ve zımmetim! Hiç bir kusurum olmaksızın teslim ediyorum!" Ben, başımdan geçenleri öz anneme da anlattım. O hiç bir korku ve endişeye kapılmadı ve dedi ki: "Bu senin büyük bir özelliğindir! Zâten ben seni doğurduğum zaman, benden büyük bir nûr çıktı ve Şam'daki sarayları aydınlattı..."
Yine bu hususta bazı kaynakların Ebû Hüreyre'den naklen verdikleri bigiye göre, bu manevî ve meleklerin tavassutu ile olan "Kalb Ameliyatı" sırasında, Sevgili Peygamberimiz'in "Hiç acı duymamıştım" buyurduğu da haber verilmektedir... Ayrıca denilmektedir ki: "...Kalbimi yardıktan sonra: "Kin ve hasedle ilgili bütün duyguları çıkar at!" dedi. O da kan pıhtısına benzer bir şey çıkarıp attı... Sonra yine dedi ki: "Şefkat ve merhamet duygularını kalbine iyice yerleştir!" O da kalbime gümüş renginde bembeyaz şeyler koydu. Sonra: "Haydi geçmiş olsun, mübarek olsun!" diyerek gittiler... Ben de o günden sonra herkese karşı daha şefkatli ve daha merhametli oldum... Küçük büyük herkesi sevdim..."
Bunu nakledenlerden Ebû Nuaym der ki: Râvilerden Mûaz bin Muhammed, bunu rivayet etmekte ve: "O sırada Peygamberimiz on yaşında idi" demekle yalnız kalmıştır. Diğer râvîler buna katılmamıştır.
Ebû Nuaym Yunus bin Meysere'den naklediyor. O demiştir ki: Resûlüllah şöyle buyurdular: Melek bana geldi, kalbimi çıkarıp yardı ve elindeki altın tas içinde yıkadı. Karnımın içini de iyice temizleyip toz şeklindeki bir ilacı serperek iyileştirdi. Sonra da dedi ki: "Çok kuvvetli ve sabit bir kalb! Neyi kavrarsa güzel muhafaza eder... Gözlerin görür, kulakların da işitir ve sen Allah'ın Resulü Muhammed'sin! Peygamberlerin sonuncusu ve hâtemisin! Senin kalbin selimdir, lisanın sâdıktır, nefsin itmi'nânlıdır, huyun güzeldir!..."
(İbn-i-ı Ganem'in rivayeti de buna yakındır).
Müslim Enes'ten rivayet eder. Resûlüllah şöyle buyurmuştur: "Ben ailemin yanında idim. Cebrâîl beni Zemzem'in yanına götürdü, göğsümü yarıp kalbimi zemzemle yıkadı. Sonra içerisi îmân ve hikmetle dolu olan bir altın tas getirip onu göğsüme boşalttı..."
Enes der ki: "Resûlüllah Efendimiz, bunu söyledikleri zaman bize göğsündeki yarılan kısmı göstermişti." Sonra Resûlüllah devamla: "Sonra melek beni alıp Mîrâca çıkardı" buyurdular ve Mi'râc'la ilgili hadîsi sonuna kadar zikrettiler."
Bu konuda İmâm Beyhekî diyor ki: "İhtimaldir ki Resûlüllah Efendimizin göğsünün yarılması mucizeleri, birkaç defa vâki olmuştur.
Birincisi süt annesi Halîme'nin yanında iken,
İkincisi Peygamber olarak gönderildiği sırada,
Üçüncüsü de Mi'râc gecesi'nde olmuştur..."
Ben de derim ki, süt annesi Halîme'nin yanında iken, göğsünün yarıldığına dâir müteaddid rivayetler, kendi bahsinde de bundan önce geçmişti. Diğerleri de, Peygamber olarak gönderilmesi ve Mi'râc mucizesi bahislerinde gelecektir. Bunların hepsini gözönüne alarak deriz ki, Peygamberimiz'in göğsünün yarılması olayı, gerçekten bir defa değil, birkaç defa vukua gelmiştir ve bu üç defa olmuştur. Bu hususta âlimlerimizden Süheylî bunun iki defa olduğunu söylemiştir. Keza İbn-i Dıhye ile İbn-i Müneyyer de bu görüştedir... Üç defa vukua geldiğini açıkça beyan edenlerden, İbn-i Hacer'i de zikredebiliriz... O, bu hususta bir de güzel bir açıklama yapmış ve: "Bu, aynı zamanda yıkama ve temizlemedeki sünnet olan üçlemeye benzemektedir... Buna üç ayrı vaktin ayrılmış olması da çok manalıdır. Birincisi, şeytani vesveselerden korunmada, en mükemmel bir hâl üzere yetişip gelişmesi için seçilen sabîlik vaktidir. İkincisi, Vahiy gibi ilâhî bir imameti tam bir ehliyetle yükleneceği ba's vaktidir. Üçüncüsü ise; ilâhî huzura çıkarılacağı ve yüce Allah'a en yakın makamda münâcâtta bulunacağı İsrâ ve Mi'râc zamanıdır."
"Göğsün yarılıp yıkanması" olayının Peygamberimiz'in özelliklerinden olup olmadığı üzerinde ihtilaf edilmiştir...
İbni'l-Müneyyer demiştir ki: "Bu, bizim Peygamberimiz'e mahsustur, diğer Peygamberlerde böyle bir hal olmamıştır... Peygamberimiz'in bu özelliği, Hazret-i İbrâhim tarafından kurban edilmek istenen oğlu İsmâil'in kurban edilmeğe cânü gönülden razı olup sabretmesi gibidir... Hattâ ondan daha büyük bir sabır isteyen büyük bir ibtiladır. Zira Hazret-i İsmâîl, sâdece kurban edilmek durumuna mâruz kalmıştır, fakat kurban edilmemiştir, Yâni Cenâb-ı Hak buna mâni" olmuştur. Peygamber Efendimiz ise, bırbüyük ibtilâyı hem de üç defa olmak üzere ve bir hakikat olarak yaşamıştır. Bilhassa öz ailesinden uzakta, gurbet ilde: Benî Sa'd kabilesinde küçük bir çocuk iken büyük korkular içinde geçirdiği "Şerh-ı Sa'dr" denilen bu kalb ameliyatını yaşamış olması sabır ve metanet bakımından, çok büyük bir olay olmuştur. Sâdece Peygamber Efendimiz tarafından yaşanmış ve O'na mahsûs bir mucize olmuştur."
(Bunun İsmail'in kurban edilme ihtilasından daha büyük bir ibtilâ olduğu doğru olmasa gerek. Zira Efendimizin o esnada acı duymadıkları, ilgili rivayetlerde açıkça ifâde edilmiştir.) [12]
İmâm-ı Buhârî Târih'inde, İbn-i
Ebî Şeybe
Musannefinde, keza İbn-i Sa'd, Yezid bin Asamdan rivayet ederler. O demiştir ki:
"Peygamber Efendimiz, hiç bir vakit esnememişlerdir!"
İbn-i Ebî Şeybe'nin Abdü'l-Melik bin
Mervân'ın oğlu Mesleme'den rivayetinde ise, o şöyle demiştir: "Hiç bir
Peygamber, asla esnememiştir!" [13]
Tirmizî, İbn-i
Mâce
ve Ebû Nuaym Ebû Zerr'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu
ki:
"Gerçekten ben sizin görmediğinizi görür,
işitmediğinizi işitirim! Ben, göklerin gıcırdayıp inlemekte olduğunu da
duymaktayım... Göklerin gıcırdaması ise, haktır ve lâyıktır! Gökler meleklerle
öylesine dopdoludur ki, dört parmak kadar bir yer dahî boş bırakılmış değildir.
Her tarafında melekler tâat ve ibâdettedirler." [14]
Yine Ebû Nuaym Hakim bin flızâm'dan şöyle
rivayet eder. O demiştir ki: "Biz, Resûlüllah Efendimiz'in etrafında
toplanmış idik. O, ashabına hitaben buyurdu ki:
- "Benim işittiğimi sizler de işitiyor
musunuz?" Ashâb:
- "Biz bir şey işitmiyoruz" dediler. O
buyurdu ki:
- "Ben göklerin iniltisini duymaktayım!
Gökler, inlediği için kınanamaz! Zira göklerde bir karışlık boş yer yoktur, her
taraf meleklerle doludur. Meleklerin kimisi secdede, kimisi kıyamdadır." [15]
Beyhekî ve Ebû Nuaym, Berâ'dan rivayet ediyor. O şöyle diyor: "Bir gün Peygamberimiz bize hutbe irâd ettiler. O'nun bu hutbesi o kadar uzaklara duyuldu ki, evinden çıkmayan ve yeni yetişen kızlar bile, bu hutbeyi duyup dinlemişlerdir."
(Ebû Nuaym'ın Büreyde'den rivayeti ise şöyledir: "Peygamber Efendimiz bir gün namazı kıldırdıktan sonra yüksek sesle nida ettiler, odasından çıkmıyan kızlar bile O'nun sesini duydular.)
İmâm-ı Beyhekî ve Ebû Nuaym, Âişe'den rivayet ederler: "Bir Cum'a gününde Peygamberimiz minber üzerine oturdular, sonra ashabına hitaben: "Oturunuz" buyurdular. Bu sırada Abdullah bin Ravâha ta Gunm Oğulları yurdunda bulunuyordu. Efendimiz'in "oturunuz" sesini işitip, hutbeyi dinlemek üzere oturmuştur." [16]
İbn-i Sa'd, Ebû Nuaym, Abdurrahmân bin Muâz et-Teymi'den nakleder. O demiştir ki: "Minâ'da Peygamberimiz bir hutbe irâd ettiler. Kulaklarımız öylesine açıldı ki, bizler yerimizden ayrılmadığımız halde, O'nun bu hutbesini rahatlıkla duyabildik." [17]
İbn-i Mâce ve Beyhekî, Ümmü Hânî'den rivayet eder. O demiştir ki: "Bizler, Peygamber Efendimiz'in Kabe'de gece yarısı okuduğu Kur'ân'ı, rahatlıkla duyardık ve ben o sırada, evin damı üzerinde idim." [18]
İbn-i Asâkir ve Hıyle'sinde Ebû
Nuaym,
Vehb bin Münebbih'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Ben, tam yetmiş
bir aded kitap okudum. Bunların hepsinde; dünya yaratılalıdan beri, hiçbir
kimseye Hazret-i Muhammed'in, (aleyhisselâm) aklı gibi bir aklın
verilmediği yazılı idi. Ve deniliyordu ki: "Herhangi bir kimseye verilmiş
olan aklın, Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) verilen akim
yanındaki durumu; bir kum deryası yanında, oradaki bir kum tanesinin durumu
gibidir." Aynı zamanda bu kitaplarda: "Muhammed (sallallahü
aleyhi ve sellem) akıl
ve düşünce bakımından, gerçekten bütün insanlardan daha üstündür" diye
okuyordum." [19]
Müslim Enes'ten rivayet eder. O
demiştir ki: "Peygamberimiz bir gün, bulunduğumuz odaya geldiler. Az sonra
kuşluk uykusuna yattılar. Derken terlemeye başladılar... Anam gelip O'nun
mübarek terini bir şişede toplamaya başladı. Derken Peygamberimiz uyandılar:
- "Ey Ümmü Süleym, ne yapıyorsun?"
dediler. Anam:
- "Terinizi topluyordum, ey Allah'ın Resulü!
Onu, kokumuzun içine katacağız ve bizim en güzel kokumuz budur" dîye
karşılık verdi."
Ebû Nuaym, Muhammed İbn-i
Sîrin tarîki ile Ümmü Süleym'den nakleder. O demiştir ki: "Resûlüllah
Efendimiz, bizde kuşluk uykusuna yatardı. Üzerinde uyudukları deride çok
miktarda ter bırakırdı. Ben O'nun mübarek terini buradan alır, bir miktar misk
ile iyice yoğururdum. Bizim en güzel kokumuz da bu idi."
Dâremî, Beyhekî ve Ebû
Nuaym,
Câbir bin Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) Efendimiz'in
bazı özellikleri vardı. Bu cümleden olarak O, bir yoldan geçtiği zaman, sonra
bu yoldan geçen biri, buradan Peygamberimiz'in geçmiş olduklarını, O'na mahsûs
olan kokudan anlardı. O'nun teri ve kokusu, bir özellik arzederdi. Keza O'nun
geçtiği yerlerdeki her bir taş veya ağaç, O'na secde ederdi."
Hafız Bezzâr ve Ebû
Ya'lâ,
Enes'ten şöyle naklederler: "Peygamber Efendimiz, Medine sokaklarından
birinden geçtiği zaman, oradan geçenler, O'nun oradan geçmiş olduğunu, hoş
kokudan anlarlardı. Derlerdi ki: "Buradan Peygamber Efendimiz geçmiştir."
Dâremî'nin İbrahim Nahaî'den rivayeti de şöyledir:
"Peygamber Efendimizin bir yoldan geçtikleri, o günün gecesinde dahî belli
olurdu."
Hatîb, İbn-i Asâkir, Ebû
Nuaym,
Deylemî ve Muhammed bin İsmail el-Buharî; Hişâm bin Urve'nin babasına
dayanan bir sened zinciri ile, Hazret-i Âişe'den şöyle rivayet ederler. O
demiştir ki: "Birgün ben, oturmuş çıkrığımın başında yün eğiriyordum.
Peygamber Efendimiz de ayakkabısını yamamakla meşgul idiler. Baktım, alnından
ter damlacıkları dökülüyordu... Mübarek teri, bir nûr gibi parlıyordu. Öylece
bakakalmışım. Bunun farkına varan Efendimiz: "Yâ Âişe, neden bakakaldın?"
diye sordular. Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, alnınızdan çıkan
terler, bir nûr gibi ışık saçıyor. Eğer şu hâli, Hüzel kabilesinin o ünlü şâiri
Ebû Kebîr görseydi; şüphesiz en müstesna şiir mısraları ile hakkınızda övgüler
sunardı." Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, elindeki işi bırakıp ayağa
kalktı ve bana yaklaşıp iki gözüm arasından öptü ve şöyle buyurdular: "Ey Âişe, Allah seni iyilikle
mükafatlandırsın! Beni o kadar sürûrlandırdın ki, hiç bu kadar sürûrlandığımı
hatırlamıyorum."
Not: Hadîs âlimlerimizden Ebû Ali Salih bin
Muhammed el-Bağdâdî demiştir ki: Bu haberin râvîleri arasında adı geçen Ebû
Ubeyde'nin, Hişâm bin Urve'den hadis naklettiğini' bilmiyorum... Bununla
birlikte bu rivayet bana göre hasen'dir. Muhammed bin İsmail el-Buharî, bu hadîsi çıkarmış
olmasına bakarak, bu kanâate varmış bulunuyorum." (Süyûtî).
Yine Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Âişe validemiz şöyle
demiştir: "Resûlüllah Efendimiz; insanların en güzel yüzlüsü, en nurlu
tenlisi idi. O'nu vasfedip anlatanlardan hiç biri, O'nun mübarek yüzünü ay'ın
ondördüne benzeterek, anlatmaktan kendini alamamıştır. O'nun mübarek teri,
alnında inci dâneleri gibi tomurcuklanır, misk-i ezfer'den daha güzel
kokardı."
Hafız Dâremî, Hureyş Oğullarına mensûb bir adamdan
nakleder. O şöyle demiş: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz; Mâiz bin
Mâlik'e recm cezasını tatbik ettirdikleri zaman, ben babamın yanında idim.
Oradakiler Mâiz'i taşlamaya başlamışlardı. Ben, (evli olduğu halde zina etmiş
bulunan ve suçunu gelip kendisi haber veren ve itirafta bulunan) Mâiz'in; bu
şekilde taşlanmasından dehşete düşüp korktum. Benim korktuğumu anlıyan Resûlüllah,
beni yanına alıp kucaklayıp bastırdı. Bu sırada terlemekte olan Resûlüllah'ın
terinden üzerime ter damlacıkları döküldü. Sanki üzerime en güzel kokulu misk
damlaları dökülmüş gibiydim."
(Es-Sahâbe adlı kitabın müellifi Abdan, yukarıdaki
haberi rivayet ettiği yerde: "Hureyş Oğullarına mensub bir adamdan"
yerine, "Hureyş'ten" şeklinde rivayet etmiştir.)
Hafız Bezzar, Muâz bin Cebel'den rivayet
eder. O da bu hususta şöyle demiştir: "Bir gün ben, Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) ile
birlikte gidiyordum. Bana: "Yâ Muâz yaklaş!" dediler. Ben de
yaklaştım. Ben, Resûlüllah Efendimizin kokusundan daha hoş olan ne bir misk
koklamışım, ne de bir anber!" [20]
Beyhekî, İbn-i Asâkir ve Tarihinde İbn-i Hayseme Aîşe'den rivayet ederler. O demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ne çok uzun boylu idi, ne de fazla kısa boylu idi. (İkisi ortası) orta boylu idi. O'nun boyu; yalnız başına yürümesi ile, başkaları ile birlikte yürümesi halinde başkalık arzederdi. İnsanların en uzun boylusu ile yürüdüğü zaman, O'nun boyu, yanında yürüyenden daha uzun olurdu. Her iki tarafındaki iki uzun boylu kişiden, daha uzun görünürdü. Onlardan ayrıldığı zaman ise, yine orta boylu olarak kabul edilirdi.
İbn-i Seb', El-Hasâis adlı ese'rinde, O'nun bu özelliği hakkında şu ifadeyi kullanmıştır: "Peygamberimiz oturduğu zaman da, mübarek omuzları, yanında oturanların omuzundan daha yüksek olurdu."
Hakim-i Tirmizi'nin Zekvan'dan rivayetine göre de, Peygamberimizin gerek gün ışığında, gerekse ay ışığında gölgesi yere düşmezmiş. İbn-i Seb ise bu hususta şöyle demektedir: "Efendimiz'in gölgesi yere düşmezdi. Çünkü o, bir nûr idi. Ne gündüzleri, ne geceleri O'nun gölgesi görünmezdi, bazıları demiştir ki: Peygamber Efendimizin bir duasında: "Allah'ım, beni bir nur eyle" buyurmalarında buna bir işaret vardır."
Kadı Iyâd Şifâ'sında, Azafi de Mevlid'inde demiştir ki: Peygamberimiz’in bir özelliği de, O'nun üzerine sineklerin konmaması idi. Yine O'nun bir özelliği olarak, bit kendisine ezâ vermezdi." [21]
Saîd bin Mansûr, İbn-i Sa'd ve diğerlerinin
rivayetine göre, Halid bin velid Yermuk savaşı gününde başlığını kaybetmiş,
arayıp bulmuş ve demiş ki: "Peygamber Efendimiz umre yaptığı zaman başını
traş ettirdi. İnsanlar iki tarafına dizilip kesilen saçlarını derhal alıp
saklıyorlardı. Ben de O'nun alın kısmından kesilen bir miktar saçını alıp bu
başlığımda saklıyordum. O yanımda iken giriştiğim savaşlardan hiç birini
kaybetmiş değilim."[22]
Hafız Bezzâr'ın ve diğerlerinin Abdullah
bin Zübeyr'den rivayetleri şöyledir: Ben, bir defasında Peygamber Efendimiz'in yanına
gitmiştim. O, bu sırada kan aldırıyordu. Kan aldırma işi bitince bana dedi ki:
"Ey Abdullah, şu kanı al ve kimsenin görmeyeceği bir yere dök gel!"
Ben, kanı aldım ve gittim, sonra hepsini içip geri geldim. Peygamberimiz bana:
"Ey Abdullah; ne yaptın?" diye sordu. Ben de cevabımda:
"İnsanlardan kimsenin göremeyeceğini tahmin ettiğim gizli bir yere
döktüm" dedim. Peygamberimiz: "Ey Abdullah, belki sen onu içtin"
buyurdu. Ben de: "Evet, ey Allah'ın Resulü" dedim. Peygamberimiz bunun
üzerine buyurdular ki: "Ey Abdullah, bu yüzden sana ve senin yüzünden nice
insanlara yazık olacak -aranızda kanlı çatışmalar olacak-."
Derler ki: Abdullah bin Zübeyr'in, o emsalsiz
denilecek kadar kuvvetli oluşu, Peygamberimiz'in kanını içmesi sebebiyledir. [23]
Beyhekî Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), yere bastığı zaman tam basardı. Ayağının altında çukurluk yok idi." Keza İbn-i Asâkir'in Ebû Emâme el-Bâhili'den rivayeti de bu mealdedir. Yâni Peygamberimiz yürürken çok kuvvetli bastığı için, ayak izinde fazla bir çukurluk eseri görülmezdi.
Beyhekî de Câbir bin Semura'dan şöyle nakleder: "Peygamberimiz'in ayağındaki küçük parmağı biraz uzunca idi."
İmâm-ı Ahmed İbn-i Abbâs'dan şöyle nakleder: "Bir gün Kureyş bir kadın kâhine müracat ederek: "Şu İbrahim makamı denilen yerin sahibine içimizde en çok benzeyen kimdir, bize söyle" dediler. Kâhin kendilerine: "Şu yere bir yaygı seriniz, sonra sırayla hepiniz üzerinde yürürsünüz. Ben de sizlerin ayak izine bakarak cevabımı veririm" demiş. Onlar yere yaygı serip üzerinde yürümüşler. Kâhin de Peygamberimizin ayak izine bakarak: "İşte içinizde İbrahim'e en çok benzeyeniniz budur" demiş. Kureyş, bu olaydan sonra yirmi sene kadar yaşamış, sonra da Peygamber efendimiz ba's olunmuştur (Peygamber olarak gönderilmiştir)." [24]
İbn-i Sa'd Ebû Hüreyre'den
rivayet eder. O şöyle demiştir: Ben, bir defasında Peygamberimizle birlikte bir
cenazede bulundum. Yürüdüğüm zaman hep Peygamberimiz beni geçiyordu. Yanımdaki
bir adama hitaben dedim ki: "Yer, bizim Peygamberimize ve Halilüllah
İbrahim Peygambere dürülüp kısaltılıyor."
İbn-i Sa'd Yezid bin Mersed'den
rivayet eder, O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yürüdükleri zaman
sür'atli ve kuvvetli yürürlerdi. Hatta O'nun arkasında yürüyen biri koşarcasına
giderdi de, yine O'na yetişemezdi." [25]
Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayetine göre
o; "Ey Allah'ın Resulü, vitir namazını kılmadan uyur musunuz?" diye
sormuş. Peygamber Efendimiz de: "Ey Âişe, benim iki gözüm uyur, fakat
kalbim uyumaz" buyurmuştur. Ebû Nuaym'in Ebû Hüreyre'den
sevkettiği bir rivayet de bu manadadır.
Yine Buhâri ve Müslim Enes'den rivayet eder. O
şöyle demiştir:' "Bir defasında Peygamber efendimiz; "Peygamberlerin
gözleri uyur, fakat kalbleri uyumaz" buyurdular.
İbn-i Sa'd'ın Atâ'dan rivayeti
ise şu mealdedir: Peygamberimiz bir hadislerinde: "Biz Peygamberler
topluluğu ki, gözlerimiz uyursa da, kalblerimiz uyumaz!" buyurdular.
Hasan-ı Basri'den ve Câbir bin Abdullah'tan gelen
rivayetler de, Peygamberimiz'in uyku esnasında gözlerinin uyuduğu, fakat
kalblerinin uyumadığı meâlindedir. [26]
Buhâri, Katâde tarikiyle Enes'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gecede ailelerinin hepsini dolaşırdı." Kâtâde sorar: "Ey Enes, O'nun buna gücü yeter miydi?" Enes cevap verir: "Biz kendi aramızda, O'na otuz erkek gücü verilmiştir" diye konuşurduk."
İbn-i Sa'd'ın Selmâ'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamberimiz, dokuz ailesinin her birini bir gecede dolaşırdı.[27]" Taberani ve diğerleri Enes'den rivayet eder. O şöyle der: "Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Ben; semahat, secâat, cinsi kuvvet ve yakalayıp tutuşdaki şiddet gibi hasletlerle başkalarına üstün kılınmışımdır."[28]
İhtilâm ki, ona düş azması veya şeytan aldatması da
denilir, bütün Peygamberler bundan korunmuştur. Onlar, ihtilâm olmazlar.
Nitekim İmâm-ı Taberani, İkrime yoluyla, Dineverî de Mücahid yoluyla İbn-i
Abbâs'dan
şöyle rivayet ederler: "Hiç bir Peygamber ihtilâm olmamıştır. Zira
ihtilâm, şeytandandır." [29]
Buhârî ve Müslim Berâ bin Azib'den
rivayet ederler. O demiştir ki: "Resûlullah (sallallahü aleyhi
ve sellem) Efendimiz,
bütün insanların yaratılışça en güzeli idi! Mübarek yüzleri de bütün insanların
yüzlerinden daha güzeldi."
Yine Buhâri Bera’dan nakleder. O'na sormuşlar:
Peygamberimizin yüzü kılıç gibi miydi?" O şu karşılığı vermiştir:
"Hayır, O'nun yüzü ay'ın on dördü gibiydi!"
Müslim Cabir bin Semura'dan
nakleder. Ona demişler ki: "Ey Câbir, Efendimiz'in yüzü uzun muydu?"
O, şu karşılığı vermiştir: "Hayır, bilâkis O'nun yüzü ay ve güneş gibi
yuvarlak idi."
Yine Câbir bin Semura demiştir kî: "Ben,
bulutsuz bir gecede Peygamber Efendimizi gördüm, üzerinde kırmızı renkte bir
hırka vardı. Ben, bir O'na bir de ay'a baktım, bana göre O, ay'dan daha
güzeldi."
Buhârî'nin Ka'b bin Mâlik'ten
nakline göre, o da şöyle demiştir: "Peygamberimiz, sevinip sürûrlandıkları
zaman mübarek yüzleri, bir ay parçası gibi nûr saçardı." [30]
Hafız Ebû Nuaym ise, Ebû Bekir
es-Sıddik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Sevgili Peygamberimizin mübarek
yüzü, ay gibiydi." [31]
Beyhekî, Hemedan'lı bir kadından
nakleder. [32]O
demiştir ki: "Ben, Peygamberimizle birlikte hac yaptım. O'nun mübarek yüzü
sanki ay'ın ondördü idi. Ben, ne O'ndan evvel, ne de O'ndan sonra O'nun bir
mislini gördüm."
Yine bu hususta Rubeyyi binti Muavvize'ye demişler
ki: "Bize Peygamber efendimizi vacfcder inicin?" O da şu karşılığı
vermiştir: "Eğer siz O'nu görmüş olsaydınız, muhakkak "güneş
doğdu!" derdiniz."
İmâm-ı Müslim'in, en son vefat eden sahabi
olan Ebû Tufeyl bin Amir'den nakline göre; kendisine: "Bir sahabi olarak
Peygamberimizi bize anlatır mısın?" dedikleri zaman, o şöyle demiştir:
"Peygamberimiz, son derece güzel idi, yüzü de nûr gibiydi."
Buhâri ve Müslim Enes'ten rivayet ederler. O
demiştir ki: "Sevgili Peygamberimiz; kavminin orta boylusu idi, boyu ne
fazla uzun idi, ne de kısa idi. Rengi; ne esmer idi, ne de donuk beyaz. Pembeye
meyyal beyaz idi. Saçı; ne fazla kıvırcık, ne de dümdüz idi. Yenice taranmış,
hafif dalgalı idi."
Tirmizi ve diğerleri Ebû Hüreyre'den şöyle
nakleder: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den daha güzel bir
şey görmedim! Sanki güneş, O'nun mübarek yüzünde cerâyan ediyordu. O'ndan daha
hızlı yürüyen birini de görmedim. O kadar ki, sanki yer duruluyor sanırdınız.
Biz ne kadar hızlı yürüsek, yine de O'na yetişemezdik."
İbn-i Sa'd ve başkası Enes'ten
rivayet eder. O demiştir ki: "Cenâb-ı Hakk bir Peygamber gönderdiği zaman,
mutlaka onu güzel yüzlü ve güzel sözlü olarak göndermiştir. Nihayet sıra bizim
Peygamberimiz'e geldiğinde, O'nu da güzel yüzlü ve güzel sözlü olarak
göndermiştir."
İbn-i Asâkir'in Ali bin Ebû
Tâlib'den olan rivayetinde ise, "soyca da şerefli ve keremli olarak
gönderir" kaydı bulunmaktadır. Dâremi'nin nakline göre de İbn-i
Ömer
şöyle demiştir: "Ben Peygamberimiz'den daha şecâatli, daha cömert, daha
güzel bir kimseyi hiç görmedim."
Müslim Câbir bin Semura'dan
nakleder. O demiştir ki: "Yaratılışı itibariyle Peygamber Efendimiz; geniş
ağızlı, kırmızı gözlü (göz akında kırmızılık bulunan), küçük topuklu idi;
(topuklarında et az idi)."
Beyhekî'nin rivayetine göre de Ali:
"Peygamberimizin gözleri büyük, kirpikleri uzun idi. Gözlerinin
beyazlığında biraz kırmızılık vardı" demiştir.
Tirmizi ve Beyhekî'nin rivayetlerinde ise, Ali
(radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem);
ne fazla uzun boylu, ne de çok kısa idi; uzuna yakın orta boylu idi. Saçı ne
kıvırcık kısa, ne de düz idi; ikisi ortası hafif dalgalı idi. Ne fazla zayıf,
ne de şişman idi; ikisi ortası ve sıkı etli idi. Yüzü değirmi idi, büsbütün
yuvarlak değildi. Duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikli idi. İri
kemikli ve geniş omuzlu idi. Göğsü ve karnı kılsızdı, ancak göğsünün ortasından
göbeğine kadar siyah kıllardan teşekkül eden bir çizgi vardı. İki avucunun içi
ve ayaklarının altı dolgunca idi. El ve ayak parmakları ise kalınca idi.
Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı inercesine eğilir ve ilerlerdi. Sağına-soluna
bakındığı zaman, yalnız başıyla değil, bütün vücudu ile dönerdi. İki omuzu
arasında, Peygamberlik mührü denilen bir nişan vardı. Göz bebeği çok siyahtı.
Alnı geniş, başı büyük, sakalı sık idi. Ne O'ndan evvel, ne de O'ndan sonra,
O'nun bir mislini görmedim. Mübarek teri, inci daneleri gibiydi, yürüdüğü zaman
sür'atli ve kuvvetli yürürdü. Mübarek alınları, nûr gibi parlardı."
İmâm-ı Ahmed ve başkaları Ebû
Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber Efendimiz'in
pazuları geniş ve kuvvetli, omuzlarının arası geniş, kirpikleri uzun idi.
Çarşıda bağırarak konuşmaz, çirkin söz söylemezdi. Yöneldiği zaman tam yönelir,
döndüğü zaman da tam dönerdi. Sakalı sık ve siyahtı. Ağzı ve ön dişleri çok
güzeldi."
Hazret-i Enes'e: "Peygamberimiz, ihtiyarlamış
mıydı?" diye sormuşlar. O da demiştir ki: "Hayır, Allah O'na o
günleri göstermedi. Efendimiz vefat ettikleri zaman, mübarek başında ve
sakalında ancak on yedi veya on sekiz kadar beyaz tel vardı." [33]
Buhâri ve Müslim'in rivayetine göre de Berâ
şöyle demiştir: "Peygamberimiz, orta boylu, geniş omuzlu, uzun saçlı idi.
Saçı, kulak yumuşağına değiyordu. Ben, O'ndan daha güzelini görmedim."
Muharriş el-Ka'bi'de demiş ki: "Peygamberimiz
Ci'râne'de umre yapmak üzere ihrama girdiği zaman mübarek arkalarını gördüm,
gümüş gibi bembeyaz idi." [34]
Ebû Hüreyre'den Bezzâr ve Beyhekî şöyle naklederler:
"Peygamberimiz, insanların en güzeliydi, orta boylu olup biraz uzunca idi.
Geniş omuzlu, pürüzsüz ve düz yüzlü, siyah saçlı idi. Gözleri sürmeli,
kirpikleri uzundu. Ayağı ile yere bastığı zaman tam basardı. Hırkasını çıkarıp
yere koyduğu zaman, mübarek omuzlarının gümüş gibi parladığı görülürdü.
Gülümsşdiği zaman, inci misali dişleri nûr saçardı. Ben, ne O'ndan evvel, ne
O'ndan sonra O'nun bir mislini görmedim."
Buhârî ve Müslim de Enes’den şöyle
naklederler: "Hazret-i Peygamberin elinden daha yumuşak ne bir ipeğe, ne de ipekli
bir kumaşa dokunmuş değilim! Hazret-i Peygamber'in kokusundan daha
hoş ne bir misk, ne de amber koklamış da değilim."
Yine Müslim, Câbir bin Semura'dan
nakleder, O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz yüzümü okşamıştı. Mübarek
eli gayet serin ve misk kutusuna batırılmış gibi hoş kokulu idi."
Beyhekî'nin Yezid bin Esved'den
tesbitine göre o da şöyle demiştir: "Resûlullah Efendimiz elimi tutmuştu.
Gerçekten O'nun eli, kardan daha soğuk, miskten daha hoş idi."
Müstevrid'in babası Şeddâd da şöyle diyor:
"Bir gün ben, Peygamber Efendimiz'e gitmiştim. Mübarek elini tuttuğumda,
ipekten daha yumuşak, kardan daha beyaz olduğunu gördüm."
İmâm-ı Ahmed'in nakline göre,
Sa'd bin Ebi Vakkas demiştir ki: "Ben, veda haccı sırasında Mekke'de
hastalandığım zaman Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz ziyaretime geldi,
mübarek elini alnıma koydu ve yüzümü, göğsümü ve karnımı mesnetti. Mübarek eli,
o kadar hoş ve serindi ki, hâlen onun serinliğini duyar gibi oluyorum."
İbn-i Sa'd ile İbn-i
Asâkir'in
Ali (radıyallahü anh)'den verdikleri bilgi de şöyledir: "Peygamber
Efendimiz, pembeyi andırır beyaz tenli idi. Siyah gözlü, ince burunlu, düz
yanaklı idi. Sakalı sık, saçı uzun, göğsünden göbeğine doğru uzanan siyah kıl
çizgisi ise kamış gibi ince idi. Göğsünde ve karnında bundan başka kıl yoktu.
Terlediği zaman, yüzünden inci daneleri gibi ter damlacıkları dökülürdü.
Terinin kokusu ise, miskten çok daha hoş idi."
Yine bu iki kaynağın Ali'den şöyle bir rivayeti
vardır: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Yemen'e vazifeli
olarak göndermişti. Bir gün ben, Yemen'de halka hutbe irad ediyordum. Yahudi
hahamlarından biri, beni ayakta dinliyor ve elindeki bir kitaba bakarak takib
ediyordu. Sonra beni görüp dedi ki: "Ey Ali, bana Peygamberiniz Ebû'l-Kâsım'ın
vasfını yapar mısın?" Ben de dedim ki: "Peygamberimiz; ne uzun, ne de
kısa idi, ikisi ortası az uzunca idi. Saçı, ne düz ne de kıvırcık idi, hafif
dalgalı ve simsiyah idi. Başı büyüktü, rengi pembemsi beyaz idi. Dirsekleri ve
omuz başları büyük olup, el ve ayak parmakları da kalın idi. Göğsü ile göbek
arasındaki kıl çizgisi uzun idi, kaşları birbirine yakın olup kirpikleri de
uzun idi. Alnı açık ve yüksek, iki omuz arası geniş idi. Yürüdüğü zaman
kuvvetli ve şiddetli yürürdü, sanki yokuş aşağı inercesine eğilir ve hızla
ilerler idi. Ben, ne O'ndan evvel, ne de O'ndan sonra bir O'nun gibisini asla
görmedim!"
İşte, o yahudi hahamına karşı bunları söyleyip
sustum. Haham bana: "Sonra neler?" diyerek anlatmaya devam etmemi
istedi. Ben de: "Şimdilik söyleyeceklerim, kısaca bunlardır" dedim.
Haham söze başlayıp: "Her iki gözünde biraz kırmızılık var, sakalı gayet
güzel, ağzı gayet hoş, kulakları tam, sağına-soluna döndüğü zaman da tam döner,
değil mi?" diye sordu. Ben de: "Evet, ta kendisi" diyerek tastik
ettim. Haham: "Daha da var!" dedi. Ben: "Nedir?" dedim.
Haham: "Önüne eğilir" dedi. Ben: "Bunu sana söyledim, yürürken başını
öne eğerek ilerler" dedim şeklinde karşılık verdim. Haham: "Biz, O'na
âit bu, sıfatları atalarımızdan bize kalan kitaplarda okuduk. Aynı zamanda O'na
âit şu bilgileri de edindik: O, Mekke Haremin'den Peygamber olarak
gönderilecek, bu doğduğu yer olan şehirde bir müddet Peygamberlik yaptıktan
sonra, kavmi O'nu buradan çıkaracak. O da başka bir Harem'e hicret edecek ve bu
hicret ettiği yer de Harem-i Nebi olacak. Burası hurmalık olan bir yer olacak
ve burasının halkı, kendisine ve O'nun getirdiği dine bi-hakkın yardımcı olacak
ve Ensar adını alacak. Bunlar, Amr bin Amir'in neslinden olan bir kavimdir ve
burada çok sayıda yahudiler de ikâmet etmiş olacak" dedi. O, bunları
söyledikten sonra, böyle değil mi ey Ali?" dedi. Ben de: "Evet,
evet!" dedim. Bunun üzerine Yemen'li o haham: "îmdi ben ey Ali,
şehâdet ederim ki O, bir Peygamberdir! Yine şehâdet ederim ki O, bütün
insanlara gönderilmiş bir Peygamberdir!" diyerek tanıklık etti."
Yine bu hususta, İbn-i Ömer'den gelen bir
rivayet de bu mealdedir. Sâdece burada verilen bilgilerde: "...Mübarek
boynu gümüşten bir ibrik gibiydi. Gırtlağı (boynundaki çıkıntı kemiği) altın
gibi parlardı" diye farklılık bulunmaktadır.
Ebû Hüreyre tarikinden gelen rivayette ise şu
farklılık vardır: "Peygamber Efendimiz'in vefatından sonra idi. Kudüs'teki
hahamlardan biri geldi ve Ali'ye mürâcât ederek: "Ey Ali, bana
Peygamberinizin sıfatlarını anlatır mısın?" dedi. Ali de verdiği cevapta,
Peygamberimiz'in bilinen sıfatlarını: "O'nun orta boylu, pembeye çalar
beyaz tenli" oluşu gibi niteliklerini anlattı ve bu meyanda: "ikiye
ayrılmış saçı, kulak yumuşağına kadar uzanır idi. Sakalı sık ve güzel idi, ön
dişleri aralıklı idi. Boynu gümüş ibrik gibiydi, köprücük kemiği altın gibi
parlardı. Oturduğu yerden kalktığı zaman, orası uzun müddet misk gibi
kokardı..." gibi bilgiler de verdi. Ali'den bu bilgileri alan Kudüs'lü
Haham, sonunda: "Ey Ali, ben bu sıfatları Tevrat'ta okumuşumdur. Şehâdet
ederim ki o, Allah'ın Resulüdür!" diyerek tanıklık etmiştir."
Beyhekî ve İbn-i
Asâkir
Mukatil bin Hayyan'dan nakleder. O demiştir ki: "Yüce Allah, Meryem oğlu Îsâ'ya şöyle
vahyetmiştir: "Ey Îsâ,
sana olan emrimde ciddi ve gayretli ol, dinle ve itaat eyle! Ey tâhire, bakire
ve betülün [35]
oğlu! Ben seni babasız olarak dünyaya getirdim ve âlemlere ibret alınacak bir
âyet kıldım! İmdi sen, ancak bana ibâdet et, ancak bana güven! Sur Şehrine git
ve halkına: "Ben'den başka ilâh olmadığını, Benim ezeli ve ebedi, hayy ü
kayyüm olduğumu, onlara açıkça tebliğ et! Deveye binen, gömlek ve sarık giyen,
elinde asası ve ayağında tasması bulunan ümmi Peygamberim Muhammed'e inanıp
tastik etsinler. O, yaratılışı itibariyle başı büyük, alnı açık ve yüksek,
kaşları birbirine yakın, gözleri siyah ve büyük, kirpikleri ve burun ucu ince,
yanakları düz, sakalı sıktır. Teri alnından inci gibi dökülür, etrafına misk
gibi koku saçar, boynu gümüş ibrik gibidir. Köprücük kemiği altın gibidir.
Göğsünden göbeğine doğru siyah kıllardan oluşan kamış gibi bir çizgi uzanır.
Başkaca göğsünde ve karnında kıl yoktur. El ve ayak parmakları kalındır, bir
toplulukla geldiği zaman herkesi misk gibi hoş kokular içinde bırakır. Yürüdüğü
zaman, kuvvetli ve biraz sür'atli yürür. Nesli, kız evladından devam eder ve
sayıca çok değildir." [36]
Başta Tirmizî'nin Eş-Şemâil adlı kitabı olmak üzere çeşitli kaynakların Hasan bin Ali'den rivayetlerine göre, o şöyle demiştir: "Dayım İbn-i Ebî Hâle'ye Peygamberimiz'in Hilye'si hakkında sordum, bana verdiği cevapta o dedi ki: "O, büyük ve kuvvetli idi. Mübarek yüzü, ay'ın ondördü gibi parlardı. Boyu, ortadan az uzunca, başı büyük ve saçı biraz dalgalı idi. Eğer saçı kendiliğinden ayrılırsa, onu kendi halinde bırakırdı. Saçim uzattığı zaman, kulak yumuşağını geçerdi. O, pembemsi beyaz tenli, geniş alınlı, ince ve gür kaşlı idi ve kaşları arasında fazla açıklık yoktu, iki kaşı arasında bir damar olup kızdığı zaman şişerdi. Burun ucu inceydi ve nûr gibi parlardı. Fazla dikkat etmeyen, bu yüzden burnunu uzun zannederdi. Sakalı sık, gözbebeği simsiyah, yanakları düz, ağzı büyükçe, dişleri gayet güzel ve seyrekçe idi. Göğsünden göbeğine doğru inen incecik bir kıl çizgi vardı. Boynu gümüş gibi parlardı.
"O'nun vücud yapısı ve bütün organları gayet mu'tedil ve mütenâsibdi. Ne şişman, ne de zayıf idi. Göğsü ile karnı aynı hizadaydı, göğsü aynı zamanda geniş idi. Keza iki omuz arası geniş, el ve ayak parmakları uzun, kalın ve kuvvetli idi. Kolları kıllı, memeleri kılsızdı. Elleri geniş, kolları uzun, el ve ayak parmaklarının kemikleri düz ve pürüzsüz idi. Her iki ayağının altı biraz çukurdu. Üzerleri ise düz ve pürüzsüzdü. Ayakları ıslandığı zaman, su üzerinden kayar giderdi. Yürürken ayağını kuvvetle kaldırır ve ileriye atardı. Adımları genişti. Kolay, kuvvetli ve vekarlı yürürdü... Döndüğü zaman, yalnız boynu ile değil tam dönerdi. Bir şeye bakmak ihtiyacı olmadığı zaman gözünü yumardı. Hayası ve tevazuu son derece olup, yukarı daha az, aşağı daha çok bakardı. Bakışlarının pek çoğu, göz kenarı ile olurdu. Arkadaşları önde, kendisi arkada giderdi. Karşılaştığı kimselere önce kendisi selam verirdi."
"Ben, dayıma dedim ki: O'nun konuşması nasıldı? Bana bunu da anlatır mısın?"
"O da cevabında bana dedi ki: "O, devamlı düşünceli ve hüzünlü idi, rahat nedir bilmezdi, ihtiyâç olmadıkça konuşmaz susardı, sükûtu çok uzun sürerdi.
O, Arabın dâima beğenip övdüğü gibi ağzını doldura doldura konuşurdu. Sözü çok güzel ve anlamlı söyler, az kelime ile çok manâ ve hikmetleri dile getirirdi. Konuşmalarında, fazla veya eksik bir şey olmazdı... Bütün sözleri açık ve üstün olup, bâzan tam anlaşılsın ve iyi bellensin diye üç defa tekrarlandığı olurdu. Yumuşak huylu ve alçak gönüllü idi. Herhangi bir nimeti asla küçümsemez, yemeği arzu etmese ile zemmetmezdi. Mücerred tat alma duyusu bakımından, ne kötüler, ne de överdi. Allah'ın haklarından herhangi birine taarruz edildiği zaman, O'nun öfkesinin önüne geçilmezdi. Mutlaka o hak, yerine getirilirdi. Fakat kendi şahsına ait herhangi bir şeyin zayi edilmesi sebebiyle öfkelenmez, illâ hakkımı alacağım diye peşine düşmezdi. Bir şeye işaret etmek ihtiyacını duyduğu zaman elinin tamamı ile işarette bulunur, hayret ettiği zaman da elini aşağı yukarı çevirirdi. Öfkelendiği zaman, yüzünü çevirir ve susardı. Sevindiği zaman gözünü yumardı. Çoğu zaman gülmesi, tebessüm etmekten ibaretti... Bu sırada mübarek dişleri, beyaz dolu dâneleri gibi görülüp parlardı." [37]
Sevgili Peygamberimiz'in isimleri pek çoktur. Bu isimlerden
her biri, hiç şüphesiz O'nun büyüklüğüne ve şerefinin yüksekliğine delâlet
etmektedir... Bazı âlimler, gerek Kur'ân'da geçen gerek hadislerde bulunan,
gerekse daha önce nazil olmuş semavî kitaplarda bulunan bu isimlerin sayısının
bin olduğunu söylemektedirler[38]
Buhârî ve Müslim'in Cübeyr bin
Mut'im'den rivayeti şöyledir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi
ve sellem)'in
şöyle buyurmakta olduğunu işitmişimdir: "Biliniz ki; benim bazı isimlerim
vardır! Ben, Muhammed ve Ahmed'im!
Ben, Allah'ın kendisi sebebiyle küfrü imha ettiği el-Mâhî'yim! Ben, insanların
kendi kademi üzerinde haşrolunacakları el-Hâşir'im! Yine ben el-Âkib'im! O Âkib
ki, kendisinden sonra asla bir Peygamber gelmeyecektir!..."
(Taberânî ve Ebû
Nuaym'in
Câbir bin Abdullah'tan sevkettikleri rivayette aşağı yukarı bu mealdedir.)
Yine Cübeyr'den Ahmed'in, Tayâlisî'nin (ve diğer bazı
kaynakların) rivayetinde ise, yukarıda geçen beş isme ilâveten: "...Yine
ben, el-Hâtem'im ki, Peygamberlik benimle mühürlenmiştir" buyurulmuştur.
Ahmed ile Müslim'in Ebû Musa el-Eşari'den
rivayeti ise şöyledir, o demiştir ki: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem),
kendi zâtına ait bazı isimleri bize haber vermişti. Bunlardan bazılarını hafızamızda
tuttuk, bazılarını ise tutamayıp unuttuk... Hafızamızda tuttuklarımız şöyledir:
O buyurmuştu ki: "Ben Muhammed'im, Ahmed'im! Ben Mukaffa ve Hâşir'im!
Ben, tevbe Peygamberi, savaş Peygamberi ve rahmet Peygamberiyim."
Tirmizî ve diğer bazı kaynaklara göre
ise bu isim şöyle sıralanmaktadır. (Yâni önce rahmet Peygamberi olduğu
bildirilmekte ve şöyle buyurulmaktadır): "iyi belleyiniz, ben; rahmet
Peygamberiyim, tevbe Peygamberiyim, el -Mukaffa'yim, el-Hâşir'im ve de savaşlar
Peygamberiyim."
Ebû Nuaym, İbn-i Merdûye ve
Deylemî Ebû't-Tufeyl'den rivayet ederler: "Bir defasında Peygamber
Efendimiz şöyle buyurdular: "Rabbim'in indinde benim on adım var:
Muhammed, Ahmed,
Fâtih, Hâtem, Ebû'l-Kâsım, Haşir, Âkıb, Mâhî, Yâsîn ve Tâhâ[39]
Mücâhid'in rivayeti ise şöyledir: "Ben
Muhammed ve Ahmed'im.
Ben Melhame yani savaş Peygamberiyim. Ben Mukaffa ve Hâşir'im. Ben, zirâat
yapmak için değil, Allah yolunda savaşmak için gönderildim."
İbn-i Adiyy ile İbn-i
Asâkir
İbn-i Abbâs'tan, o da Peygamber'den şöyle rivayet eder:
"Benim Kur'ân'daki adım Muhammed, İncil'deki adım Ahmed, Tevrat'taki adım da
Ahyed'dir. Bana Ahyed denilmiş, çünkü ben, ümmetimi cehennem ateşinden
uzaklaştırıyorum."
(Şevkanî diyor ki: "Bu rivayetin râvilerı arasında,
yalandan hadîs uyduran bir ravı de vardır." Suyûtî.)
Ebû Nuaym'in İbn-i
Abbâs'tan
rivayeti ise şöyledir: "Peygamber Efendimiz, geçmiş kitaplarda Ahmed, Muhammed, Mâhî,
Mukaffa, Nebiyyü'l-Melâhim, Hımtaya, Faraklîd ve Mazmaz diye isimlendirilirdi"
Yine İbn-i Abbâs'tan İbn-i Fâris'in
rivayeti de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Benim
Tevrat'taki adım: "Çok gülen ve savaşan Ahmed'dir." Yine
Tevrat'ta benim hakkımda: "O, deveye biner, gömlek giyer, birkaç lokma ile
iktifa eder, kılıcı boynundadır" denilmiştir." [40]
Kadı îyâd der ki: Yüce Allah, kendisine ait isimlerden
otuz kadarim Peygamber Efendimiz'e isim olarak vermiş ve bu suretle O'na bir
hususiyet bahsetmiştir. İşte o isimler sırasıyla şunlardır: El-Ekrem, El-Emîn,
El-Evvel, El-Âhir, El-Beşîr, El-Cebbâr, El-Hakk, El-Habîr, Zü'l-Kuvve, El-Raûf,
El-Rahîm, El-Şehîd, El-Şekûr, El-Sâdık. El-Azîm, El-Afüvv, El-Alîm, El-Azîz,
El-Fâti$ El-Kerîm, El-Metîn, El-Mü’min, El-Müheymin, El-Mukaddes, El-Mevlâ,
El-veliyy, El-Nûr, El-Hâdî, Tâhâ ve Yâsîn." [41]
Biz, bunlardan daha fazlasını tesbit etmiş
durumdayız... Yâni Peygamber efendimize âit isimlerden üçyüz kırk kadarim bazı
kaynaklardan alarak bir risalede toplamış ve manalarını da şerh etmiş
bulunuyoruz... Bu isimlerden bazıları şunlardır: "El-Ehad, El-Esdak,
El-Ahsen, El-Ecved, El-A'lâ, El-Amir, El-Nâhî, El-Bâtm, El-Berru, El-Burhân,
El-Hâşir, El-Hâfız, El-Hafîz, El-Hasîb, El-Hâkim, El-Halîm, El-Hayyü,
El-Halîfe, El-Dâî, El-Râfi’, El-Vâdı, El-Selâm, Rafîu'd-Derecât, El-Seyyid,
El-Şâkir, El-Sâbir, El-Sâhib, El-Tayyib, El-Tâhir, El-Adl, El-Aliyy, El-Gâlib,
El-Afüvv, El-Ganiyy, El-Kâim, El-Karîb, El-Mâcid, El-Mu'tî, El-Nâsih, El-Nâşir,
El-vefîyy, Hâmîm, Nûn..." [42]
Ali bin Zeyd bin Cüd'ân der ki: "Bazı
arkadaşlar toplantı hâlinde idiler. Aralarında müzâkerede bulunuyorlardı. Bir
ara içlerinden birisi: "Arap şâirlerinin söylediği şiirler arasında en
güzel beyt hangisidir?" diye sordu. Cevap olarak dediler ki:
"Şüphesiz Hassân'ın "Allah ona isminden bir isim ayırdı"
beytidir."
"Peygamber şairi" olarak anılan Hassan'ın
bu şiirinde, şu mealde mısralar da bulunmakta idi: "Allah, O'nun adını
kendi adı ile beraber andırıyor: Müezzin beş vakit ezanları okuyup
"eşhedü" dediği müddetçe... Lütfedip O'na Kendi isminden bir isim
ayırdı. Arş'ın Rabbi'nin bir adı Mahmûd. Peygamberinin adı da Muhammed’[43]
İbn-i Asâkir'in nakline göre İbn-i
Abbâs
demiştir ki: "Peygamberimiz doğduğu zaman, dedesi Abdü'l-Muttalib O'nun
nâmına akika kurbanı olarak bir koç kesmiş ve O'na Muhammed adını koymuştur.
Abdü'l-Muttalib'e demişler ki: "Ey Ebû Haris, torununa Muhammed adını
vermenizin sebebi nedir? O'na niçin atalarının isimlerinden bir ad
vermediniz?" O da şu karşılığı vermiştir: "O'nu gökte Allah,
yeryüzünde de insanlar övsün diye, O'na Muhammed adını verdim," [44]
İbn-i Sa'd'ın İbn-i Abbâs'tan, Zühri'den ve Asım bin Ömer bin Katâde'den rivayeti şöyledir: Peygamber Efendimiz'in Medine ziyaretiyle ilgili olarak dediler ki: "Peygamberimiz'in Medine'de dayıları vardı. Bunlar, Medine'deki Adiyy bin Neccâr Oğullarına mensub idiler. Efendimiz, altı yaşına girdiği zaman, anası O'nu yanına alarak dayılarını ziyarete götürdü. Yanlarında Ümmü Eymen de vardı. Medine'ye vardıklarında Nâbiğa'nın evine indiler ve bir ay Medine'de kaldılar. İşte bu ziyaret zamanına ait bizzat Peygamber Efendimiz bazı şeyler hatırlar ve derdi ki: "İşte, o zaman biz anamla birlikte bu eve inmiştik. Ben, Adiyy bin Neccâr oğullarına ait olan bir kuyuda güzelce yüzmüş tüm."
Yine onlar, bu ziyaretle ilgili olarak demişler ki: Peygamberimiz o kuyuda yüzdüğü sırada, başına yahudiler toplanmışlar ve O'na dikkatle bakmışlardır. Ümmü Eymen demiştir ki: "Ben, kulağımla işittim, yahudilerden biri açıkça diyordu ki: İşte bu çocuk, bu ümmetin Peygamberi olacaktır! Bu şehir de, O'nun hicret yurdu olacaktır!" Yine Ümmü Eymen: "Ben, bütün bunları onların konuşmalarından işittim, sonra Amine ve çocuğu ile birlikte Mekke'ye döndüm, dönüş sırasında Ebvâ denilen yere geldiğimizde Amine hastalandı ve orada vefat etti" demiştir.
Ebû Nuaym'in Vâkıdî'nin şeyhlerinden çıkardığı bir rivayette de aynen böyle denilmiştir. Ancak bu rivayette şu fark vardır: "Peygamberimiz aynı zamanda demiştir ki: Ben, o kuyuda yüzerken yahûdînin birinin dikkatle ve tekrar tekrar bana baktığını gördüm. O yahûdî bana: "Senin adın nedir?" diye sordu. Ben de: "Ahmed" diye cevap verdim. Sonra dikkatle arkama baktı ve: "Bu, bu ümmetin Peygamberidir!" diye konuştu. Sonra dayılarıma gidip bunu onlara da söyledi. Dayılarım da anama söylediler... Bunun üzerine bana bir şey olur diye anam korkuya kapıldı... Ve Medine'den çıktık..."
Yine Ümmü Eymen, bu noktada şunları söyler: "Bana yahûdîlerden iki adam gelip: "Ahmed'i çıkar da bize göster" dediler. Ben de çıkardım. Onlar da onu evirip-çevirdiler, iyice incelediler... Sonra biri diğerine dedi ki: "Hiç şüphesiz bu çocuk, bu ümmetin Peygamberidir! Bu Medine şehri de onun hicret yurdu olacaktır ve bu şehirde büyük bir harb de olacaktır." Ben bu sözleri, aynen onların konuşmalarından almış bulunuyorum." [45]
Ebû Nuaym Zührî tarikiyle Ümmü
Semâa'dan o da anasından şöyle rivayet eder: Ben, Amine'nin vefatı ile
neticelenen hastalığa yakalandığı zaman, onu gördüm. O sırada Muhammed de onun
başucunda idi ve beş yaşlarında görünüyordu. Amine, büyük bir üzüntü ve
hasretiyle oğlu Muhammed'in yüzüne baktı ve sonra şiir halinde şunları söyledi:
"Ey oğlum! Allah seni mübarek kılsın! Sen ki, çok mi'ınetler ihsan edici
Allah'ın yardımı ile ve adına yüz deve kesilerek kurtulmuş bir babanın
evladısın! Baban Abdullah'a çıkmıştı kurrâ da, yerine bu yüz deve feda edilmişti.
Oğlum, eğer rü'yâda gördüğüm aynen çıkarsa, muhakkak sen insanlara Peygamber
olarak gönderileceksin; celâl ve ikram sahibi Allah tarafından meb'ûs
olacaksın... Mekke'de ve Mekke'nin dışında hakikati ortaya çıkarmakla ve İslâmı
kullara tebliğ etmekle mükellef bulunacaksın... İslâm ki, Senin atan ve büyük
insan İbrahim'in dînidir; İbrâhim ki, ne kadar iyi bir kuldur. Oğlum ben seni
böyle görüyorum ve insanlara uyarak putlara saygı göstermekten seni
sakındırıyorum!..."
Sonra Amine şu sözleri ilâve etti: "Şüphesiz
her yaşayan ölür! Her yeni eskir, her genç kocar. İşte ben ölüyorum, fakat adım
bakî kalacak! Ben, insanlara büyük bir hayır bırakıyorum, ben senin gibi
tertemiz bir çocuk dünyaya getirmişim!" Bunları ifade etti ve sonra
oracıkta vefat eyledi."
Cinlerin, Amine gibi büyük bir kadın için yas tutup
ağladıklarını duyuyor ve onların şu sözleri söylediklerini işitiyorduk:
"Bizler, Amine gibi büyük bir kadının vefatına
ağlıyoruz!" "Bu güzellik ve yüksek iffet sahibinin acısıyla içimizi
dağlıyoruz!" "Öyle bir kadın ki, oğlu âhir zamanın Peygamberi
olacak!" "Öyle bir Peygamber ki, mimber'i Medine'de
kurulacak..." [46]
İbn-i Sa'd, İbn-i Ebi'd-Dünyâ, Beyhekî, Taberani, Ebû
Nuaym
ve İbn-i Asâkir Mahreme bin Nevfel'den, o da anası Rukayka bint-i
Sayfi'den rivayet eder. Rukayka Abdü'l-Muttalib'in yaşıtı olup şöyle demiştir:
"Mekke'de pek çok yıllar peşpeşe kurak gidiyordu. Bedenler zayıflamış,
kemikler incelmişti. Bir gün ben, hafif uykuya dalmıştım. Gizliden bir ses:
"Ey Kureyş, size içinizden gönderilecek olan Peygamberin gelmesi günleri
yaklaşmıştır. Haydi geliniz bol yağmura ve bereketli yeşilliğe! Gidiniz o orta
boylu, güzel huylu, geniş omuzlu, büyük kemikli, beyaz renkli, herkes indinde
hürmetli adama. O'nun öğünülecek hasletleri, uyulacak güzel adetleri vardır. O
ve onun çocuğu ve torunu ortaya çıkıp seçilsinler. Her aileden bir adam güzelce
temizlenip, güzel kokular sürünüp Haceru'l-Esved'i selamlasınlar, Kabe'yi yedi
defa tavaf etsinler, sonra Ebû Kubeys dağına çıksınlar, o büyük zat
(Abdü'l-Muttalib) dua etsin ve diğerleri de onun duasına amin desinler. İşte
bunu yapınız, bol ve bereketli yağmura kavuşunuz" diye nida ediyordu.
Sabah olunca uyanmış ve beni şiddetli bir titreme kaplamıştı. Hayretler
içindeydim. Mekke sokaklarında dikilip rü'yamı anlatmaya başladım. Herkes:
"Tamam bu, Şeybetü'l-Hamd dediğimiz Abdü'l-Muttalib'tir!" diyordu.
Sonra kadınlar da gelip topluluğa katıldı lar. Tulumlardan biraz su damlatıp
ayrıca koku süründüler. Hacerü'l-Esved'i selamlayıp Kabe'yi tavaf ettiler.
Sonra Ebû Kubels dağına çıktılar. Tâ zirvesine yürüdüler ve bu sırada
Abdü'l-Muttalib, yanında torunu Muhammed de (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu halde ayağa
kalktı. Peygamberimiz henüz bulûğ çağına yaklaşmış bir çocuk idi.
Abdü'l-Muttalib ellerini kaldırıp şöyle dua ediyordu: Ey açığımızı dolduran,
fakirlik ve ihtiyacımızı gideren Allah'ım! Ey sıkıntılarımızı alıp üzerimize
açıklık ve ferahlık getiren Rabbim! Şüphesiz Sen, her şeyi bilensin, her şey
kendisinden istenensin! İşte kullarının hali Sana malûm, Senin Harem-i
Şerifinin kenarında hallerini Sana arzedip Sana yalvarıyorlar ve Senden
istiyorlar. Hayvancıklarını mahv u perişan eden kıtlık ve kuraklık belasından
kurtarılmaları için, ancak Senden yardım istiyorlar. Allah'ım! Bol ve bereketli
yağmurlarını yağdır, kullarının yüzünü güldür!"
Onlar daha yerlerinden ayrılmadan yağmur başladı ve
öyle bereketli yağdı ki, bütün vadi boyunca seller aktı. Bunun üzerine
Kureyş'in yaşlıları Abdü'l-Muttalib'e hayır dualar ettiler. "Ey şu vadinin
atası, ne mutlu sana! Sayende vadi hayata kavuştu" dediler.
Şâir Rukayka'nın şu sözleri de bu münasebetle
söylenmiştir:
"Şeybe'nin hürmetine Allah, beldemizi suya
kandırdı.
Sıkıntımız şiddetlenince Allah, bize kendini
andırdı.
Yağmurlar dinmiş, sular çekilmişti vadimizde artık!
Şimdi, gitti susuzluk, yamandı hacetlerimizdeki
yırtık.
Şüphesiz Allah'tan bir lütuf, Şeybe sâdece bir
sebeb.
Mudar'dakiler de anlamışlardı hayırla onu hep.
Gerçekten mübarek adam! Öyle ki sayesinde yağmur
istenilir.
Halk içinde bir başka onun gibisi, nasıl
gösterilebilir!" [47]
Târihinde Buhârî, Tabâkat'ında İbn-i Sa'd, sahihtir kaydiyle Hâkim ve daha birtakım kaynaklar Kendir bin Saîd'den şöyle rivayet ederler: Kendir'in babası Saîd demiştir ki: "Ben câhiliye zamanında hac yapıyordum. Kabe'yi tavaf sırasında bir adam gördüm, nazım halinde şunları söylüyordu: "Ey Rabbim! Muhammed'i develerimi bulmaya gönderdim, O'nun işini rast getir, O hayli gecikti, O'nu salimen bana geri getir." Ben: "Bu kimdir?" diye sordum. "Bu, Abdü'l-Muttalib'tir" dediler ve ilave ettiler: "O, torunu Muhammed'i develerini aramaya yolladı. Her ne zaman O'nu, bir haceti için yollasa, mutlaka o haceti görülmüş olur. Şimdi Muhammed geciktiği için, böyle dua ediyor." Derken Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), dedesine âit develerle birlikte çıkageldi.
Diğer bazı kaynakların Muâviye bin Hayde'den rivayetleri ise, şu farklılığı arzetmektedir: "Hayde bin Muâviye câhiliye devrinde Umre için çıkmıştır Tavaf etmekte olan bir ihtiyara rasladı. İhtiyar şunları söylüyordu: "Rabbim, develerimi bana döndür, elçimi salimen geri çevir." Ben, bu ihtiyarın kim olduğunu sorduğumda; "Kureyş'in efendisi Abdü'l-Muttalib" cevabını aldım. Aynı zamanda onlar bana dediler ki: "O'nun pek çok develeri vardır. Bir gurub devesi kaybolduğu zaman onları bulup getirmeleri için oğullarını gönderir. Onlar bulup getiremediği zaman, torunu Muhammed'i gönderir. İşte şimdi de, develerini bulup getirmesi için Muhammed'i göndermiştir. Fakat o biraz geciktiği için, böyle Allah'a yalvarıp yakarmaktadır." Ben onlardan bunları dinlediğim yerden ayrılmadan önce Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), dedesine âit develeri bulup getirmiştir." [48]
Beyhekî ve İbn-i İshâk Abdullah bin
Ma'bed'den, o da bazı ev halkından rivayet eder. Şöyle demiştir: "Kabe'nin
gölgesinde gelip" oturması için Abdü'l-Muttalib adına bir minder
konulurdu. Ona hürmeten, evlatlarından hiç biri bu mindere oturmazdı. Peygamber
Efendimiz ise, hiç çekinmeden gelir bu minder üzerine otururdu. Amcaları ise,
oturmasın diye O'nu çekip uzaklaştırmak isterler, Abdü'l-Muttalib de O'na
müdahale etmemelerini söyler, O'nun başını ve sırtim okşar ve: "Benim bu
oğlumun şanı çok büyük olacak!" derdi. Derken Abdü'l-Muttalib vefat etti.
Bu sırada Peygamberimiz sekiz yaşında idi. Ebû Talib'e, kendisini himayesine
alması için vasiyette bulunması üzerine, bundan sonra onun himayesinde oldu.
(Demek ki dedesi Abdü'l-Muttalib'in O'nu himayesi,
iki sene sürmüştür.)
Bu noktada Ebû Nuaym'in rivayeti şu
farklılığı arzeder: "Bırakın O'nu, bana has olan minder üzerine varsın
otursun! Görmüyor musunuz, O'nun halinde bir başkalık var. O, kendi içinde birşeyler
hissetmese, gelip oturur mu buraya! Ben eminim ki, bu çocuk, hiç bir arabın ulaşamadığı
şan ve şerefe erişecektir"
Mücahid ve Nâfı' bin Cübeyr'den gelen rivayette
ise: "Bırakın O'nu, O bir meleğe arkadaşlık etmektedir" denilmiştir
ve bu sıralarda idi ki Müdlic oğullarına mensub bir grup adam gelmiş,
Abdü'l-Muttalib'e hitaben: "Bu çocuğu iyi koru, Makam-ı İbrahim'deki ayak
izine O'nun ayağı kadar benzeyen bir ayak biz görmedik" demiştir. Yine
Abdü'l-Muttalib Ümmü'l-Eymen'e hitaben demiştir ki: "O'nu gözün gibi
koruyacaksın! Baksana ehl-i kitap, benim bu oğlumun şu ümmetin Peygamberi olacağını
söylemektedirler."
Ebû Nuaym, Vâkıdî'den, o da
şeyhlerinden rivayet eder. Demişler ki: "Abdü'l-Müttalib bir gün Kabe
yanında idi. Yanında Necran üskufu (papazı) vardı. Papaz onun tanıdığı ve
arkadaşı idi. Konuşurlarken kendisine dedi ki: "Bizler İsmâil oğullarından
gelecek olan bir Peygamberin bazı niteliklerini okumuşuz. O, bu şehirde
doğacak, şöyle şöyle sıfatları bulunacak." Derken Peygamberimiz oraya
çıkageldi. Necran Üskufu, O'nun gözlerine, arkasına ve ayaklarına dikkatle
baktı ve kendisini gözden geçirdi. Derhal dedi ki: "O, işte budur! Bu
çocuk, senin neyin oluyor?" O: "Oğlum" dedi. Üsküf: "O'nun
babası hayatta olmayacak" dedi. Abdü'l-Muttalib: "O, oğlumun oğludur,
O'nun babası, anası kendisine hamile iken vefat etmiştir." Üsküf:
"Doğru söylüyorsun" dedi. Abdü'l-Muttalib, oğullarına hitaben:
"O'nu iyi koruyunuz, görmüyor musunuz O'nun hakkında ne söyleniyor!"
diye emir verdi."
Burada, bir de Seyf bin Zi Yezen'in babası ile
ilgili bir rivayet bulunmaktadır. İran Kisrâsı'nın yardımı ile Yusuf bin Zi
Yezen Habeşistan'ı emri altına almış ve bu başarısından dolayı Kisrâ'nın
emriyle Yemen'e vali olmuştu. Bu olay, Peygamberimiz'in doğumundan iki sene
sonra olmuştu. Bu sırada çeşitli Arap heyetleri Yusuf’u tebrike giderler.
Kureyş'i temsilen giden heyetin başında da Abdü'l-Muttalib vardır. Yusuf
kendisine demiştir ki: Ey Abdü'l-Muttalib! Bildiklerim arasından sana önemli
bir sır, söylemek istiyorum. Başkası olsaydı, bu sırrı asla söylemezdim. Fakat
baktım ki sen de aynı madendensin. Bunun için sana söylüyorum. Bu önemli sır,
Allah'ın O'na izin vermesine kadar saklı kalsın.
Şöyle ki: Benim bildiğime ve okuduğuma göre, bir
büyük hayır var! Fakat yine aynı büyüklükte bir şer de var. Hayatın da, vefatın
da şerefi bunda bulunmaktadır. Bu, herkese şamil bir şey, fakat senin ailene de
özellik arzeden bir şey!" Abdü'l-Muttalib derhal: "Bu nedir?"
diye sordu. Yusuf da dedi ki: "Mekke vadisinde bir çocuk doğacak, O'nun
iki omuzu arasında bir beni olacak. Önderlik kendisinin olacak, sizler O'nun
sayesinde başkanlığı ele alacaksınız. Şimdi tam onun doğumu zamanıdır, belki de
doğmuş bulunmaktadır, ismi Muhammed olacak, babası ve anası vefat etmiş olacak.
O'nu önce dedesi, sonra amcası himayesine alacak. Allah O'nu, açıkça elçi
gönderecek. Bizlerden de ona nice yardımcılar olacak. Dostları onunla şerefe,
düşmanları da zillete erecek. Büyük fetihler olacak. O, Rahmân'a ibâdet edecek,
şeytanın burnunu kıracak. Ateşi söndürecek, putları kıracak. O'nun sözü hakem
olacak, hükmü sırf adalet olacak, iyiyi emredip kötüyü yasaklayacak ve ortadan
kaldıracak. Örtüsüne bürünmüş Kabe'ye yemin ederim ki, sen O'nun dedesisin, ey
Abdü'l-Muttalib! Bunda hiç bir yalan ve hilaf yok. Sen, buna dâir daha önce bir
şey hissettin mi?" Abdü'l-Muttalib: "Evet" dedi ve ilave etti:
"Ey hükümdar, benim bir oğlum vardı, onu çok seviyordum ve canım gibi
koruyordum. Büyüyünce kendisini kavmimin en şerefli ailesinden Vehb'in kızı
Amine ile evlendirdim. Bir oğlanları oldu. Ben de kendisine Muhammed adını
koydum. Sonra babası ve anası öldüler. Şimdi O'nu kendi himayeme almış
bulunuyorum. Sonra da amcası O'nu himaye edecek." Yusuf bin Zi Yezen:
"Ey Abdü'l-Müttalib, benim sana söylediklerim, aynen senin bana
söylediklerindir. O'nu iyi koruyun. Bilhassa yahudilerden çok iyi sakının.
Gerçi yüce Allah, O'nu onlardan ve diğer serlerden koruyacaktır. Fakat gene de
sizler, koruma vazifenizi, büyük bir dikkat ve titizlikle yapmaya çalışınız.
Eğer ben, O'nun Peygamberlik zamanına sağ çıkarsam, şüphesiz emrimdeki askerler
ve diğer imkanlarla O'nun yardımına koşarım. Hattâ Medine'ye yerleşirim. Zira
ben, konuşan kitapta ve geçerli ilimde Medine'nin O'nun müstahkem kalesi
olacağına dair bilgi bulmaktayım. Bu bilgiler arasında, Medine halkının da
kendisine yardımcı olacaklarım, ve O'nun kabrinin dahi orada olacağını
görmekteyim."
Vâkıdî ve Ebû Nuaym, Ka'b bin Mâlik'in
oğlu Abdullah'tan şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Kavmimden bazı
üstadlar bana dediler ki: "Bizler umre için Mekke'ye gitmiştik. O zaman
Abdü'l-Müttalib de hayatta idi. Bizim yanımızda Teym yahudilerinden biri vardı.
Bize arkadaşlık ediyor ve ticarette bulunuyordu. Bu adam, Abdü'l-Müttalib'i
gördüğü zaman ona dedi ki: "Bizler, kitabımızda okuduk ki, bu adamın
neslinden bir Peygamber gelecek, biz yahudileri ve kendi kavminden nicelerini
öldürecek."
İbn-i Sa'd'ın Ebû Hâzını'dan
rivayeti de şöyledir: "Peygamber Efendimiz henüz beş yaşlarında iken
Mekke'ye bir kâhin gelmişti. Peygamberimiz'i ve Abdü'l-Müttalib'i dikkatle
süzdükten sonra hemen dedi ki: "Ey Kureyş topluluğu! Derhal bu çocuğu
öldürünüz! Çünkü bu, sizden pek çok kimseyi öldürecek ve sizi parça parça
dağıtacak." Kâhinin bu çağrısından sonra Kureyş, hep Peygamberimiz'in hâl
ve işinden korkar olmuştur." [49]
Ata bin Ebû Rebâh'ın, hocası İbn-i
Abbâs'dan
rivayeti aynen şöyle: "Ebû Talib'in oğulları,
Yine aynı tarikten ve ilâveten Mücahid'den ve daha
başkalarından rivayet edilir. Şöyle anlatılır: "Ebû Tâiib'in ev halkı,
yemeklerini ister ayrı ayrı yesinler, ister toplu olarak yesinler, bir türlü
doymazlardı, Peygamberimiz'le birlikte yedikleri zaman hepsi doyardı.
O gelir, hep beraber yerlerdi. Sofraya konulan
yemeği bitiremezlerdi. Eğer Peygamberimiz sofrada bulunmazsa, hiç biri
doymazdı. Süt içtikleri zaman da, önce Peygamberimiz içerdi. Kalanı ise ev halkının
hepsine yeter, hepsi süte kanardı. Amcası, kendisine hitaben "Oğlum, sen
gerçekten mübarek bir çocuksun" derdi. Amcasının çocukları sabahleyin
uykudan kalkınca gözleri çapaklı olurdu. Peygamberimiz'in iki gözü ise tertemiz
ve parlak olurdu. Yağlanmış ve sürmelenmiş bulunurdu."
Bazı kaynaklar, Ümmü Eymen'den bir rivayet
sevkeder. Buna göre Ümmü Eymen demiştir ki: "Ben, hiç bir zaman
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) açlıktan veya
susuzluktan şikayet ettiğine raslamadım. Sabahleyin Harem-i Şerife gider
Zemzem'den içerdi. Bazen kendisine
İbn-i Sa'd'ın İbni'l-Kıptıyye'den
rivayeti de şöyledir: "Vadiye çıkıldığı zaman, Ebû Tâlib'in istirahat
etmesi için bir yaygı dürülür, yastık haline getirilir ve onun yerine
konulurdu. Peygamberimiz de gelir bu yaygıyı açar ve üzerine sırtüstü yatardı.
Ebû Tâlib geldiğinde O'nu bu vaziyette görür ve: "Mekke'nin kudsiyetine
yemin ederim ki şu benim yeğenim, gerçekten büyük bir nimet ve mutluluk
hissetmektedir." Diğer bir rivayette de: "Muhakkak benim şu oğlum,
büyük bir keramet hissetmektedir" denilmiştir. [50]
Beyhekî İbn-i İshak'tan şöyle nakleder: Peygamberimizin dedesi vefat ettikten sonra kendisini amcası Ebû Tâlib himayesine almıştı. Kureyş'ten bir kafile ticaret için Şam'a çıkarken bu kafileye Ebû Tâlib de katılmıştı. Yanında Peygamberimiz de vardı. Kafile yoluna devam edip Busrâ denilen yere vardıkları zaman yük indirip istirahate çekildi. Burada Bâhirâ adında bir rahip vardı. Kendisi hıristiyanların en büyük alimi idi. Veraset yoluyla elde ettiklerini iddia ettikleri ilmin tamamına sahib bulunuyordu. Kureyş kafilesi bu sefer daha kalabalık idi. Daha önce kendileriyle ilgilenmeyen râhib Bahirâ, bu sefer onlar için yemek hazırlatıp kendilerini yemeğe çağırdı. Küçük büyük hür veya köle herkesin gelmesini de tenbihlemişti. Herkes geldi, fakat Peygamberimiz genç olduğu için eşyanın ve develerin başında bekçi kaldı.
Kureyş, Bahirâ'nın böyle bir ziyafet vermesini, gördüğü bir şeye yoruyordu. Şöyleki: O, kendisine mahsus yerde ibâdet ederken Kureyş kafilesinin gelişini görmüş, kafile gelirken içlerinden birinin üzerinde bir bulutun birlikte seyrettiğini farketmiş. Kafile gelip bir ağacın altına yerleştiği zaman ağacın dallarının, güneşte kalan Peygamberimiz'in üzerine doğru meylederek O'nu gölgelendirdiğini de fiarketmiş. Bu sebeble kendilerine fazla iltifat gösterip işin aslim iyice öğrenmek istemişti. Buna vesile olması için de büyük bir ziyafet verdi. Kureyş, ziyafet yerine geldiği zaman, Bahirâ'ya hitaben: "Biz buraya çok uğrardık. Böylesine bir iltifatı daha önce görmedik" dediler. Bahirâ da şu karşılığı verdi: "Doğru söylersiniz. Fakat sizler misafirsiniz.
Hepinizin yiyeceği bir yemekle sizlere ikramda bulunmak istedim."
Ayrıca Bahirâ Peygamberimizin gelmemiş olduğunun farkına vararak: "Ey kavim! Ben sizlerin hepsinin gelmesini istemiştim, fakat içinizden gelmeyen de var!" dedi. Kureyş:"O gençtir, ağacın altında eşyalarımızın başında kaldı" dediler. Bahirâ: "Olmaz mutlaka onu da getiriniz" diye ısrar etti. Kureyş'ten biri de: "Gerçekten Ebû Tâlib'in yeğenini bu ziyafetten mahrum etmemiz, bize lâyık değildir" diyerek gitti ve Peygamberimiz'in koluna girerek kendisini getirdi. Peygamberimiz geldikten sonra Bahirâ hep kendisini dikkatle süzüp gözden geçiriyordu. Her şeyi daha önceden okuyup bildiği gibi buluyordu. Kureyş yemeği yedikten sonra dağıldı. Bahirâ Peygamberimiz'e hitaben: "Ey genç, Lât ve Uzza adındaki putlar hakkı için sana soracaklarıma cevap ver!" dedi. Peygamberimiz ise: "Ben hiçbir zaman Lât ve Uzza adına birşey yapmam! Benim en çok kızdığım şeyler putlardır!" cevabını verdi. Bahirâ'nın öyle söylemesi, Peygamberimiz'in kavminin öyle yemin ettiklerini daha önce işitmiş olmasındandı. Peygamberimiz'den bu cevabı alınca: "Ey Muhammed, Allah adına, sana soracaklarıma cevap ver!" dedi. Peygamberimiz de: "Madem ki Allah adına soruyorsun, sen sor, ben de cevaplarını vereyim" dedi. Bunun üzerine Bahirâ, Peygamberimiz'in şahsi ahvâline, işlerine ve uykusuna varıncaya kadar pek çok şeyi sordu. Peygamberimiz de hepsinin cevabını verdi. Aldığı bütün cevablar, o hususlardaki bilgisine uygun oluyordu. Sonra Peygamberimiz'in arkasına bakıp iki omuzu arasındaki nübüvvet mührünü gördü. Sonra amcası Ebû Tâlib'e dönerek: "Bu genç senin neyin oluyor?" diye sordu. O da: "Oğlum" dedi. Bahirâ: "Bu, senin oğlun olamaz! Bunun babası yaşıyor olmamalıdır" dedi. Ebû Tâlib: "O, benim kardeşimin oğludur ve âdetimiz gereği ben O'na oğlum derim" dedi. Bahirâ: "Babasına ne oldu?" diye sordu. O da: "Öldü, o sırada anası bu gence hamile idi" dedi. Bahirâ: "Doğru söyledin" dedi ve ilave etti: "Sen hemen bu genci al ve memleketine götür! Bilhassa yahudilerden O'nu iyi sakla. Allah'a yemin ederim ki, eğer yahudiler onu görecek olsalar ve tanısalar, muhakkak ona büyük kötülük ederler, onu öldürürler. Zira senin kardeşinin oğlu olan bu zât için, çok büyük şeyler olacaktır."
Bunun üzerine Ebû Tâlib, ticaret işlerini derhal bitirip büyük bir acelecilik ile yeğenini alarak, Mekke'nin yolunu tuttu."
Derler ve iddia ederler ki, Ehl-i Kitap'tan olan Zübeyr, Temmâm ve Diris, Peygamberimizi görmüşler, ondaki bazı alametleri fark etmeler ve O'na kötülük yapmak istemişler. Fakat Râhib Bahirâ, kendilerini bu hususta teskin etmiş, Allah'ın irade ve takdirinin önüne geçilemiyeceği hususunda onları ikna etmiştir. Onlar da onu bu hususta tastik etmişler, Peygamberimiz'e kötülük yapma isteğinden vazgeçmişler ve dönüp gitmişlerdir. Bunu böylece konuşan halk, yine Ebû Tâlib'in aşağıdaki beyitleri de bu vesile ile söylemiş olduğunu konuşmakta ve iddia etmektedirler: Ebû Talib'in söylediği beyitler şu mealde idi:
"Gönüllerin gamını gideren sözleri Muhammed'den işittiler de dönüp gittiler. Ferd veya toplu olarak söylenen şeylere dâir haberleri işittiler. Halbuki Zübeyr, Temmâm ve Diris, O'na kötülük kurmuşlardı. Önce inanmamışlardı amma, Bahirâ bu hususta kendilerini ikna etti de O'na kötülükten el çektiler, çekip gittiler. Diğer bazı rahiplerin yaptıkları gibi. Fakat Bahirâ bu hususta gerçekten çok yoruldu, mücadeleler edip ter döktü. Allah için nice güzel nasihatler verdi: "Bunun böyle olacağı bütün kitaplarda dahi her renk mürekkeble yazılıp anlatılmış değil midir?" diyerek ne diller döktü." [51]
Vâkıdî'nin şeyhlerinden nakli de bu mealdedir. Ancak onun rivayetinde ayrıca şöyle denilmektedir: "Bahirâ O'nun gözlerinin kızarıklığına da dikkatle baktı ve bunun geçici olup olmadığını sordu. Kendisine: "Gözlerimdeki kızarıklık hiç geçmez" denildi. Uykusunun nasıl olduğunu sordu. Peygamberimiz de: "Gözlerim uyur fakat kalbim uyumaz!" dedi. Neticede Bahirâ: "Biz bu nitelikleri okuduğumuz kitaplarda böyle bulmuştuk. Ve bizlerden bu hususta söz de alınmıştır" dedi. Bunun üzerine Ebû Tâlib: "Sizlerden kim söz almıştır?" diye sordu. Bahirâ da cevabında: "Zamanı gelince bunu böylece açıklamamız için Allah bizlerden söz almıştır. Buna dair ayetini, Peygamberimiz Meryem oğlu Îsâ'ya indirdiği kitapta göndermiştir" diye konuşmuştur.
İbn-i Sa'd'ın Dâvûd bin Husayn tarikından çıkardığı haberde ise, Peygamberimiz'in o sırada yaşının on iki olduğu bildirilmektedir. Ayrıca Ebû Nuaym'in de Ali'den bir rivayeti var. Buradaki fark ise şöyle: "Peygamberimiz, Râhib Bahirâ'nın manastırına girdiği zaman, manastırın her tarafı nura buyandı. Bunun üzerine Bahirâ: "Bu genç, Allah'ın Araplardan bütün insanlara Peygamber olarak göndereceği zattır" demekten kendisini alamadı." [52]
Şimdi de yine İbn-i Sa'd'ın ve İbn-i Asâkir'in Muhammed bin Akilin oğlu Abdullah'tan sevkettikleri bir rivayeti görelim. O demiştir ki: "Ebû Tâlib Şam'a sefere çıktığı zaman yanında yeğeni Muhammed'i de götürdü. Bir manastırda yaşamakta olan rahibin yanına indiler.
Râhib, Ebû Tâlib'e: "Bu genç neyin oluyor?" diye sordu. O da: "Oğlum" dedi. Râhib: "Bunun babası hayatta olmaması lâzım" dedi. Ebû Tâlib: "Niçin?" diye sordu. Râhib: "Çünkü bu genç Peygamber olacaktır" dedi. Ebû Tâlib: "Peygamber ne demektir?" dedi. Râhib de: "Peygamber vahiy yoluyla Allah'ın emir ve isteklerini kendisine bildirdiği ve bunları insanlara bildirmesi için mükellef kıldığı kimse" demektir cevabını verdi. Ebû Tâlib bunu yine anlayamadı ve: "Allah, bu senin dediğinden yücedir" demekten kendisini alamadı. Râhib son olarak: "Bu genci, özellikle yahudilerin şerrinden sakın!" tenbihinde bulundu.
Ebû Tâlib oradan ayrılıp yoluna devam etti. İleride yine bir rahibin yanında konakladı. O da benzeri soruları sordu ve benzeri cevapları aldı. Sonunda dedi ki: "Ey Ebû Tâlib, bu gencin siması Peygamber simasıdır, gözleri de bir Peygamber gözüdür." Ebû Tâlib, şaşkınlık içinde: "Sübhânellah! Allah, senin bu dediğinden uzaktır!" demekten kendisini alamadı. Yeğeni Muhammed'e dönerek: "Oğlum Muhammed, görüyor musun, adamlar neler de söylüyorlar?" dedi. Peygamberimiz de: "Amcacığım, Allah nelere kadir değildir ki? Sakın Allah'ın kudretini inkâr etme!" karşılığını verdi.
İbn-i Sa'd'ın çıkardığı diğer bir haberde ise, rahibin: "Bu genci, özellikle yahudilerden sakın! Çünkü onlar Araplardan âhir zaman Peygamberinin gönderilmiş olmasını çekemezler. Onlar O'nu, kendilerinden beklemektedirler" dediği belirtilmektedir. [53]
İbn-i Asâkir Tarih'inde
Celheme'den şöyle nakletmektedir. O demiştir ki: "Ben Mekke'ye gitmiştim.
Orada kıtlık hüküm sürmekte idi. Kureyş ileri gelenleri Ebû Tâlib'e giderek:
"Görüyorsunuz ki, vadiler kurudu, çoluk çocuk aç... Lütfedin de yağmur
duasına çıkınız" dediler. Ebû Tâlib de duaya çıktı. Yanında öyle bir çocuk
vardı ki, yüzü sanki karanlık buluttan sıyrılıp çıkan güneş gibiydi. Etrafında
da bazı çocuklar bulunuyordu. Ebû Tâlib O'nun elinden tutarak Kabe'nin yanına
gitti, arkasını Kabe'ye dayadı. Çocuğun şehâdet parmağını yukarı tutarak dua
etti... Havada ise hiç bulut yoktu. Derken sağdan soldan bulutlar çıkmağa
başladı. Yağmur yağmaya başladı, yağdı da yağdı... Vadide seller aktı. Köylü ve
kentli herkes bol nimetlere kavuştu... İşte Ebû Tâlib'in aşağıdaki mısraları,
bu sebeple söylenmişti:
"Güzel Muhammed! Sen, ne kadar mübareksin!...
Yağmur istenir, yüzün hürmetine senin..."
"Yetimlere ve dullara sen sığınaksın...
Haşim Oğullarına da bir dayanaksın..."
"Onların yanında O, ne kadar kutludur!
Nimete ermişler, bak hepsi de mutludur..."
Ebû Nuaym'in İbn-i Avn
tarikiyle sevkettiği bir rivayete göre, Amr bin Saîd demiş ki: Yahudiler Ebû
Tâlib'e gelerek ondan bir şey satın almak istedi. Henüz genç yaşta bulunan
Peygamberimiz onların yanında çıkageldi. Onlar O'nu görünce alış-verişi bırakıp
orayı terkettiler ve kaçmaya başladılar. Ebû Tâlib yanındaki adamına: "Koş
onların felan yerde önlerine geç ve onlara karşı ellerini çırparak;
"Şaşılacak şey, çok şaşılacak şey!" diye bağırmaya başla... Sonra
onların sana ne diyecekleirini bekle" dedi. O adam da koşarak gitti ve
öyle yaptı... Yahudiler kendisine: "Şaşılacak sen ne gördün? Asıl
şaşılacak şeyi bizler gördük!" dediler. Adam onlara hitaben: "Sizler
şaşılacak ne gördünüz?" diye sordu. Onlar da şu cevabı verdiler:
"Bizler az önce, Muhammed'in yeryüzünde yürüdüğünü gördük, daha ne
görelim?"
İbn-i Asâkir'in Ebâ'z-Zinâd'dan naklettiğine göre, Ebû Tâlib ile Ebû Leheb güreş tutup yarışmışlar. Ebû Leheb, Ebû Talib'i yenmiş, yere indirip göğsü üzerine çökmüş... Peygamberimiz o zaman yaşı küçük olduğu halde, Ebû Leheb'in saçından tutarak Ebû Tâlib'in üzerinden defetmiş... Ebû Tâlib de ayağa kalkmış... Ebû Leheb demiş ki: "Ey Muhammed! Ben de senin amcanım, o da senin amcan... Niçin bana karşı ona yardım ettin?" Peygamberimiz de: "Ben onu senden daha çok seviyorum" demiş... İşte o günden beri Ebû Leheb de Peygamberimizi sevmezmiş...
İbn-i Sa'd, Sa'lebe bin
el-Uzeri'nin oğlu Abdullah'tan şöyle nakleder: Ebû Tâlib, vefatı yaklaştığı
zaman Abdü'l-Muttalib'in oğullarını çağırıp kendilerine şöyle nasihatta
bulunmuştur: "Bakınız, eğer yeğenim Muhammed'e kulak verir ve O'nu
dinlerseniz, dâima hayır ve iyilik üzere bulunursunuz. O halde O'na itaat
ediniz, O'na yardım ediniz, işte bu taktirde doğru yolda bulunmuş
olursunuz..."
İmâm-ı Müslim'in çıkardığı bir habere göre
de, Abdü'l-Muttalib'in oğlu Abbâs, bir gün Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın
Resulü, sizin amcanız Ebû Tâlib'e bir faydanız veya şefaatiniz olacak
mıdır?" diye sormuş. Peygamberimiz de: "Elbette! O cehennemin üst
tabakasında ve topuklarına kadar ateşe girmiş olarak ceza görecek... Eğer ben
olmasaydım, cehennemin tâ alt tabakasında yanardı" buyurmuştur. Ebû
Tâlib'in Peygamberimiz'i çok sevdiği, sevip koruduğu, dâima O'nu düşmanlarına
karşı koruyup kendisine destek olduğu târihen bilinen bir husustur...
Yine İbn-i Sa'd, Affân bin Müslim'den, Abdullah bin
Hâris'e varan bir senedle şöyle bir haber sevkeder: Peygamber Efendimiz'e
amcası Abbâs: "Yâ Resûlallah, Ebû Tâlib için ümid besliyor musunuz?"
diye sormuş. Peygamberimiz de: "Ben Rabbim'den her hayrı ummaktayım"
diye karşılık vermiş...
(Bunu, İbn-i Asâkir de rivayet
etmiştir.) .
Yine İbn-i Asâkir Amr İbn-i
Abbâs'tan
rivayet eder. Amr diyor ki: "Ben bir defasında Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) "Ebû
Tâlib'in bende, ödenmesi gerekli bir akrabalık hakkı vardır, onu elbette
ödüyeceğim!" buyurduğunu işitmişimdir [54]
İbn-i Asâkir Hasan bin îmâre
yoluyla şu haberi nakletmiştir: "Peygamber Efendimiz ve Ali bin Ebû Tâiib,
kendisi hakkında dua edip istiğfarda bulunmak üzere Ebû Tâlib'in kabrine
gittiler... Yüce Allah, bu vesile ile aşağıdaki âyetini indirerek ona
istiğfarda bulunmaktan nehy etmiştir... İlgili âyetler şöyledir:
"Peygamber'in ve mü’minlerin müşrikler için
istiğfar - etmeleri lâyık değildir..." [55]
Ebû Tâlib'in küfür üzere ölmesi Peygamber
Efendimize çok ağır geldi. Bununla ilgili olarak da şu âyet nazil olmuştur:
"Sen, sevdiğine hidâyet veremezsin, fakat
Allah istediğini doğru yola iletir..." [56]
Cenâb-ı Hakk, bu âyetteki "Sen sevdiğine
hidayet veremezsin" cümlesi ile Ebû Tâlib'i; "Fakat Allah dilediğine
hidayet verir" cümlesi ile de amcası Abbâs'ı kasdediyor... Her ikisi de
Peygamberimiz'in amcalarından idi. Peygamberimizin amcaları arasında en çok
sevdiği de Abbâs idi." [57]
İbn-i Asâkir'in Abdullah bir Cafer'den rivayeti ise şöyle: "Peygamberimiz'in amcası Ebû Tâlib vefat ettiği zaman Kureyş'in akılsızlarından biri, Peygamberimiz'in karşısına çıkarak başına toprak saçmıştır. Kızlarından biri koşarak gelmiş, Peygamberimizin başından ve yüzünden toprakları temizlemiş ve ağlamıştır... Peygamberimiz ise şöyle demeye başlamıştır: "Kızım ağlama, kızım ağlama. Muhakkak ki Allah babam koruyacaktır!" [58]
Buhârî ve Müslim, Câbir bin
Abdullah'tan rivayet ediyor. O demiştir ki: "Kabe'nin yeniden yapımı
sırasındaydı... Efendimiz de sırtında taş taşıyordu. Üzerinde belden aşağı
doladıkları izâr denilen giysi vardı. Amcası Abbâs O'na dedi ki: "Ey
kardeşimin oğlu, izarim çözsen de çalışsan, daha rahat çalışırsın. Izarmı
omuzuna alıver! Taşlar omzunu harap etmesin..." Peygamberimiz de bunun
üzerine izarim çözüp omzuna koydu ve derhal baygın yere düştü. Bundan sonra bir
daha böyle yaptığı hiç görülmedi."
Yine Buhârî ve Müslim Câbir'den nakleder.
O demiştir ki: "Kabe yeniden yapıldığı zaman Peygamberimiz ve Abbâs taş
taşımaya başladılar. Abbâs Efendimiz'e dedi ki: "İzarim çözüp omzuna koy,
bu suretle omzunu taşların zarar vermesinden koru!" Peygamberimiz de böyle
yaptı ve derhal baygın yere düştü. Sonra ayılıp ayağa kalktı ve: "îzarım,
izarım!..." diye bağırmaya başladı... Oradakiler de derhal izarim üzerine
bağladılar."
Beyhekî ve Ebû
Nuaym
Abbâs'tan şöyle rivayet eder: "Biz kardeşimin oğlu ile birlikte Kabe'nin
yapımı sırasında omuzlarımızda taş taşıyorduk. İzarlarımız ise omuzlarımızda
idi. İnsanların arasına çıkacağımız zaman ise, izarlarımızı belden aşağı
kuşanıyorduk... Omuzumuzda taş giderken, Peygamberimiz'in de önümüzde gitmekte
olduğunu gördüm. Fakat O ansızın bayılıp yere düştü. Hemen O'nun yanına koştum.
Baktım ki, O semaya bakmakta... Kendisine: "Sana ne oldu?" diye
sordum. O, ayağa kalktı izarim alıp kuşandı ve: "Ben, çıplak olarak
yürümekten nehyolundum" dedi. Ben bunu kimselere söylemedim. Çünkü
insanların onun hakkında alay etmesinden: "O'nu bundan yasaklayan da
kimmiş?" demelerinden ve O'na deli diye laf atmalarından
korkuyordum."
Yine Beyhekî, Ebû
Nuaym
ve sahihtir kaydiyle Hâkim
Ebû't-Tufayl'den şöyle rivayet ederler: "Kabe'nin yeniden yapılması
sırasında Kureyş omuzlarında taş taşımıştır. Bu sırada Peygamberimiz de omzunda
taş taşırken, ansızın avret yeri açıldı... Bir ses kendisine: "Ey Muhammed
avret yerini ört!" diye nida etti. Peygamberimiz'e semadan gelen ilk nida
budur... Bu olaydan önce veya sonra, O'nun avret yerinin açıldığı asla
görülmedi."
Bazı kaynakların İbn-i Abbâs'tan verdikleri
haberde de şöyle denilmiştir: "Ebû Tâlib Zemzem kuyusunu yapmağa
çalışıyordu. Peygamberimiz de kendisine taş getiriyordu, izarım alıp omzuna
koydu, bu suretle taşların zarar vermesinden sakınmak istemişti. Derhal bayılıp
yere düştü. Ayılıp da ayağa kalktığı zaman Ebû Tâlib kendisinene olduğunu
sordu. O da cevabında: "Beyaz elbiseli biri gelip "Yâ Muhammed
örtün!" diye haykırdı. Bu sesin te'siriyle bayılıp düştüm" demiştir.
İşte bir Peygamberlik alâmeti olarak Peygamberimiz'in gördüğü ilk semavî varlık
da bu olmuştur. Bu günden sonra, bir daha asla Peygamberimiz'in avret yeri
görülmemiştir."
Keza İbn-i Sa'd'ın Âişe validemizden
sevkettiği rivayete göre, o şöyle demiştir: "Ben, Peygamber Efendimiz'in
avret yerini niç görmedim." [59]
İbn-i Râhuye'nin Müsned'inde ve diğer bazı
kaynaklarda Ali (radıyallahü anh)’den şöyle rivayet edilmektedir: "Ben
Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işittim:
"Câhiliye devrinde kadınların da katıldığı eğlence ve müsâmerelere ancak
iki defa katılmayı düşünmüşümdür. Her iki gecede de bu eğlencelere katılmaktan
Allah beni korumuştur. Bunlardan birincisinde ben; birlikte koyunlarımızı
otlatmakta olduğumuz arkadaşlardan birine, benim koyunlara da bakıvermesini
rica edip eğlence yerinin yolunu tuttum, Mekke'ye girdiğimde bir evin
kenarından geçerken bir düğün eğlencesine rastladım. Defler çalınıp, düdükler
öttürülmekte idi. Birine sordum: "Burada ne oluyor?" diye... O da:
"Falancanın oğlunu, falanın kızıyla everiyorlar. Onların evlenme oyunu
var..." diye cevap verdi. Derken oracıkta bana öylesine bir ağırlık
bastırdı ki, hemen uyuya kalmışım. Allah'a yemin ederim ki, beni ancak ufukta
yükselen güneşin yakıcı sıcağından başka birşey uyarmış değildir... Sonra
arkadaşıma döndüğüm zaman bana "ne yaptığımı" sordu. Ben de:
"Hiç bir şey" yapmadım, yolda giderken bir düğün evinin kenarında
uyuyakalmışım" dedim. Başka bir günün gecesinde arkadaşıma aynı ricada
bulundum. O da ricamı kabul etti... Koyunları ona emanet ederek Mekke'deki
müsamereye katılmak üzere yine yola koyuldum. Yine yolumun üzerinde bir düğün
vardı. Onu seyredeyim derken, yine uyuyakalmışım... Allah'a yemin olsun ki,
yine beni uyaran sadece güneşin yükselerek sıcağıyla beni uyandırması olmuştur.
Arkadaşıma döndüğümde, o yine bana, ne yaptığımı sordu. Ben de cevabımda,
"hiç bir şey" yapmadığımı söyledim ve durumu olduğu gibi anlattım...
İşte benim bu iki teşebbüsümden her ikisi de böyle geçmiştir... Bundan sonra
da, ne böyle hir teşebbüsde bulundum, ne de böyle bir şey aklımdan geçti...
Sizi, Yüce Allah'a yemin ederek te’min ederim ki aynen böyle olmuştur ve ben bu
hâl üzere, tâ bana Peygamberlik verilinceye kadar devam ve sebat ettim."
(İbn-i Hacer, bu rivayetin
râvilerini sağlam, senedinin hasen ve muttasıl olduğunu, bildirmiştir.)
Taberanî, Ebû
Nuaym
ve İbn-i Asakır Ammâr bin Yâsir'den şöyle rivayet ediyor: Ammar demiştir ki:
"Bazı kimseler Peygamber Efendimiz'e: "Ey Allah'ın Resulü, siz hiç
câhiliye devrinde kadınlara gittiniz mi?" diye sordular. Peygamberiniz de
şu cevabı verdiler: "Hayır! Benim bu hususta iki randevum vardı. Birinde
bir düğün evinin kenarında uyuyakâldım, diğerindeyse daha kalabalık bir eğlence
yerine rastadığımda yine orada Allah üzerime bir ağırlık verdi. Güneş'in
ortalığı iyice kızdırdığı zamana kadar oracıkta uyuyakalmışım... İşte hepsi bu
kadar."[60]
Buhârî ve Müslim İbn-i
Abbâs'dan
şöyle rivayet ederler: Cenab-ı Hakk, Şuarâ Süresindeki: "Habîbim, yakın
akrabanı inzâr et!" mealindeki âyetini indirdiği zaman Peygamberimiz,
Kureyş'in bütün kabilelerini çağırıp topladı ve onlara şöyle hitap etti:
"Söyleyiniz bakalım! Şimdi ben sizlere, "şu dağın arkasında düşman
var, sabahın erken vaktinde hücum edip hepinizi helak edecek!" desem, bana
inanmaz mısınız?" Onlar cevabında dediler ki: "Elbette inanırız!
Çünkü bizler, bugüne kadar senin hiçbir yalanını yakalamadık!" Bunun
üzerine Peygamberimiz: "İmdi beni iyi dinleyiniz! Ben, sizleri uyarmak
üzere gönderilmiş bir Peygamberim. Eğer dinleyip uymazsanız, muhakkak şiddetli
bir azaba duçar olacaksınız" buyurdular. Orada bulunanlardan Ebû Leheb,
hemen ortaya atılıp: "Yâ Muhammed! Sana yazıklar olsun! Sen bizi buraya
bunun için mi çağırdın!" diye haykırdı. Yüce Allah da bunun üzerine:
"Ebû Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu da!" mealindeki âyetini inzal
buyurdu."
Ebû Nuaym'in Âişe validemizden
rivayeti: "Peygamberimiz buyurdular ki: Ben, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl'i
putlar adına kurban kesmeyi açıkça ayıplarken işittim. O, Allah'tan başkası
adına kesilenlerin yenilemiyeceğini söylüyordu. Ben de, Allah'ı beni
Peygamberlikle keremlendirdiği güne kadar, putlar adına kesilen hayvanların
etinden hiç yemedim."[61]
Ebû Nuaym ve İbn-i
Asâkir
Ali'den şunu naklederler: Bir gün Peygamber Efendimiz'e:
- "Ey Allah'ın Resulü, sen hiç puta tapdın
mı?" diye soruldu. Peygamberimiz de şu karşılığı verdi:
- "Hayır!" Tekrar denildi ki:
- "Hiç içki içtin mi?" O da cevabında:
- "Hayır, içmedim" dedi ve şunları ilave
etti: "Ben, Allah'ın bana verdiği temiz fıtratla, bütün bunların kötü
olduğunu biliyor ve bütün bunlardan uzak kalıyordum! Kureyş'in atalarını takliden
üzerinde bulunduğu yolun, şirk ve küfür yolu olduğunu da biliyordum... Ancak
bana Peygamberlik verilmezden önce, Kitâb'ın aslı nedir, imanın aslı nedir,
bilmezdim..." [62]
Bazı kaynaklar (Ebû Nuaym, İbn-i
Sa'd
ve İbn-i Asâkir) İbn-i Abbâs'tan şu haberi
çıkarmıştır: "Ümmü Eymen bana bir defasında dedi ki: "Büvâne denilen
yerde bir put vardı. Kureyş senenin bir gününde bu putu ziyaret eder, ona tazimler
sunardı. Ebû Tâlib de kavmiyle beraber orada bulunurdu... Bu günü bayram
sayardı. Ebû Tâlib, bu güne götürmek üzere Peygamberimiz'e de ısrar ederdi.
Peygamberimiz ise red ederdi. Bir defasında bu yüzden Ebû Tâlib Peygamberimiz'e
iyice kızmıştı... Halaları bile O'na kızmışlar, şiddetli bir öfkeyle:
"İlahlarımıza (tanrılarımıza) saygı göstermekten kaçınmakla başına bir hal
gelmesinden korkuyoruz Ey Muhammed! Kavminin bayramına katılmamakla ne kasd
ediyorsun bilmiyoruz..." diye söylenmişler, hattâ O'nu götürmeye ikna
etmişlerdi.
Onlarla beraber yola çıkan Peygamberimiz, biraz
sonra kayıplara karışmıştır... Dönüp geldiği zaman yine halaları kendisine:
"Sana ne oldu, seni kim korkuttu?" diye sormuşlardı. Peygamberimiz:
"Bana bir hâl olmasından korkuyorum" demişti. Halaları da: "Ey
Muhammed, hiç korkma! Şeytanın sana zarar vermesine Allah müsâade etmez. Çünkü
sen, çok iyi ve hayırlı bir zâtsın... Şimdi hiç korkmadan, ne gördüğünü bize
anlatır mısın?" demişlerdi. Peygamberimiz de yine cevabında: "Ben her
ne zaman putlardan birine biraz yakın olsam, beyaz elbiseli biri gelip
haykırıyor: "Geriye ey Muhammed, geriye! Sakın yaklaşma ve asla hiç bir
puta el sürme!..."
Bu olayı anlatan Ümmü Eymen der ki: "Bu
seneden başka bir daha onların bayramına, Peygamberimiz asla
katılmamıştır..."
Yine Ebû Nuaym'in İbn-i
Asâkir'le
birlikte Ata tarîkinden ve İbn-i Abbâs'tan da şöyle bir
rivayetleri bulunmaktadır: "Bir gün Peygamberimiz amcasının oğulları ile
birlikte Îsâf
denilen putun yanında durdular. Peygamberimiz gözünü Kabe'ye dikerek bir müddet
öylece kaldılar. Sonra dönüp geldiği zaman, amca oğulları kendisine neden öyle
yaptığını sordular. Efendimiz de verdiği cevapta: "Putların yanında dikilmekten
men olundum!" buyurdular." [63]
Beyhekî, Ebû
Nuaym
ve sahihtir kaydiyle Hâkim,
Zeyd bin Hârise'den şöyle nakleder: "Îsâf denilen bakırdan bir put vardı.
Buna, Naile de derlerdi. Müşrikler, Kabe'yi tavaf ederken bu puta el sürerek
teberrük ve tazimde bulunurlardı. Bir defasında Peygamberimiz tavaf ederken,
ben de onun yanında tavaf ediyordum. Îsâf veya Naile denilen putun yanına
vardığım zaman ona el sürdüm. Derhal Peygamberimiz: "Yâ Zeyd, sakın ona el
sürme!" diyerek beni ikâz etti. Tabiî, henüz kendisine Peygamberlik gelmiş
değildi. Bu sırada ben, kendi kendime dedim ki: "Yine el süreyim de
bakayım, ne olacak?" Ona yaklaştığım zaman yine el sürdüm... Peygamberimiz
tekrar: "Sana, ona el sürme demedim mi?" diye uyarıda bulundular. Ben
de Allah'a yemin ederim ki, bir daha bir puta el sürmedim... Ve de el sürmeden
İslâm devrine girdim..."
İmâm-ı Ahmed, Urve bin Zübeyr'den
rivayet ediyor. O demiştir ki: Bana Hadlce validemizin bir komşusunun
anlattığına göre, bir defasında Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ey
Hadîce, Allah'a yemin ederim ki ben, asla Lâfa ibadet etmem! Ebediyen Uzzâ'ya
ibâdet etmem!"
İbn-i İshak, Beyhekî ve Ebû
Nuaym'in
Cilbeyr bin Mut'im'den rivayetleri aynen şöyle: "Ben, bir hac mevsiminde
Peygamber'in devesi üzerinde Arafat'ta vakfe yapmasına şahit olmuş idim. O,
kendilerine Humus deyip Arafat'a çıkmayan, vakfelerini Müzdelife'de yapan
Kureyş eşrafının (!) âdetlerini böylece terketmiş, halkla birlikte Arafat'a
çıkmıştır... Şüphesiz bu O'na, Allah'ın bir yardımı idi. İslâm'a uygun olanın,
câhiliye zamanında bile yaşanması idi."
(Buhârî ve Müslim'in Aışe'den
rivayetlerinde de: Kureyş'in kendilerini "biz eşraftanız ve harem
ehliyiz" diyerek halktan ayırdıkları ve vakfe için Arafat'a çıkmadıkları
hakkında açık beyan bulunmaktadır.)
Hasen bin Süfyân Müsned adlı eserinde, El-Beğavî
Mu'cem'inde, el-Bârûdî el-Sahâbe adlı kitabında Rubey'a el-Cüraşi'den şöyle
naklederler: "Cahiliyye zamanında idi. Peygamberimiz de kavmi ile beraber
hac için çıkmıştı. Vakfesi için halk ile beraber Arafat'a gidip devesi üzerinde
durmuş idi. Ben kendi kendime dedim ve bildim ki, hiç şüphesiz Allah O'nu buna
muvaffak kılmıştı."
------------------------
[4] Şuara suresi, 218, 219
[55] Tevbe suresi, 113
[56] Kasas suresi, 56