Yâkub bin Süfyân ve Beyhekî İbn-i Şihâb'dan... O
demiştir ki: "Kureyş Kabe'yi yeniden yaparken sıra Haceru'l-Esved'in
yerine konulmasına gelince, büyük bir ihtilâfa düştü. Onu hangi kabilenin
yerine koyacağını tayin edemiyorlardı. Dediler ki: "İlk gelecek olan zâtı
hakem tayin edelim!" Bunu kabul edip anlaştılar. Derken Resûlüllah
çıkageldi. Bu sırada kendisinin yaşı Otuz beş idi. O'nu hakem tayin ettiler. O
da Haceru'l-Esved'in bir yaygı içine konulmasını ve yaygının her tarafından bir
kabile reisinin tutarak hep beraber yerine konulmasını teklif etti... Hepsi
bunu kabul ettiler ve böyle yaptılar. Hep beraber onu konulacağı yere kadar
kaldırdılar, Peygamberimiz de onu yaygıdan alıp yerine kendi eliyle koyuverdi.
Böylece üzerinde şiddetle ihtilaf edilen bu mes'ele halledilmiş oldu... Sonra
yaşı ilerledikçe O'nu daha çok sever ve sayar oldular. Kendisini sadece El-Emîn
diye çağırmaya başladılar. Hattâ hiç biri, Peygamber'e dua ettirmeksizin hayvanını
boğazlamaz oldu... O da onların hayrına dua ediverirdi."
Ebû Nuaym ile İbn-i
Sa'd'ın
çıkardığı bir habere göre, İbn-i Abbâs ve Muhammed bin
Cübeyr bin Mut'im şöyle demişlerdir: "Peygamber Efendimiz Haceru'l-Esved'i
yerine koyduğu zaman, Necid halkından bir adam gidip bir taş getirdi ve bununla
Haceru'l-Esved'i yerine güzelce sıkıştırması için Peygamberimiz'e vermek
istedi. Abbâs buna itiraz etti ve kendisi bir taş alarak Hacer'i bununta
bağlayıp sıkıştırması için Peygamberimiz'e verdi. Peygamberimiz de öyle yaptı.
Necidli adam öfkelenerek şöyle söylenmeye başladı: "Malları, akılları, yaş
ve başları yerinde, üstelik Mekke'nin eşrafı olan bir kavme ne demeli bilmem?
Bu ne kadar şaşılacak bir iş? Küçük yaştaki Muhammed'i hakem yaparak Hacer'i
onun eliyle yerine koyuyorlar! O'nu başa geçiriyorlar! Hepsi O'nun sözünü tutup
kendisine hizmetçi oluyorlar! Bu gidişle vallahi bu adam, her hususta hepsini
geride bırakıp nasibleri de kendi eliyle dağıtacak bir mevkie gelecek! Kureyş
de buna engel olamayacak!..." O gün, bu şekilde söylenen adamın, İblîs
olduğu söylenir..."
İbn-i Sa'd ve İbn-i
Asâkir
Dâvûd bin Husayridan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah
Efendimiz, kavminin her bakımdan en faziletlisi olarak büyüdü; hepsinin en
güzel ahlaklısı O idi. Mürüvette ve hoşgörüde en ileri olan O idi, en iyi komşu
idi. Hılim, emânet ve sadâkat bakımından hepsinden önde idi, çirkin söz
söylemekten en uzak olan da yine o idi. O'nun şu veya bu ile çekişip
cidalleştiği görülmemiştir... Kavmi yanında O, o kadar emindi ki, kendisini
ancak El-Emîn diyerek çağırıyorlardı."
Ebû Nuaym Mücâhid'den şöyle
nakleder: "Bana efendim Abdullah bin es-Sâib söyledi. Şöyle ki: "Ben,
câhiliye zamanında Peygamberimizin ortağı idim. Ben Medine'ye gittiğimde bana:
- "Beni tanıdın mı?" diye sordu. Ben de:
- "Evet yâ Resûlallah. Sen benim ortağımdın,
hem de ne güzel bir ortak. Kimseyle çekişip didişmezdiniz" diye karşılık
verdim.
Ebû Dâvûd, Ebû
Ya'lâ,
İbn-i Münde ve Harâitî, Abdullah bin Ebû'l-Hamsâ'dan şöyle rivayet ederler:
"Ben, Peygamber Efendimiz'e Peygamberlik verilmezden önce kendisinden
birşey satın almış ve O'na biraz borcum kalmıştı... Kendisine:
- "Burada bekle, kalanını getirip
vereyim" demiştim. Ben bu maksatla oradan ayrıldım, fakat o gün ve ertesi
gün bunu tamamen unutmuşum. Üçüncü günü hatırladığımda derhal oraya koştum,
kendisinin hâlâ orada beklemekte olduğunu gördüm. Tabiî bende olan alacağını da
verdim. O bana dedi ki:
- "Bu kadar bekletmekle şüphesiz bana sıkıntı
vermiş oldunuz! Tam üç gün beni burada beklettiniz."
Rubeyyi bin Haysem'den İbn-i
Sa'd'in
çıkardığı haber ise şöyledir: "İslâm'dan önceki câhiliye devrinde, Kureyş
büyükleri bazı ciddî mes'elelerde, Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) hakemliğine
başvururdu." [1]
İbn-i İshak der ki: Hadîce, bir ticaret kafilesi hazırlayıp Şam'a çıkarması için arzusunu O'na söyledi. O da kabul edip ticaret kafilesi ile Şam'a hareket etti. Yanında Meysere de vardı. Meysere Hadîce'nin kölesi idi. Şam'a vardıkları zaman bir manastır yakınındaki ağacın altında konakladılar. Manastırın sahibi olan rahip Meysere'ye gelerek ağacın altında istirahat etmekte olanın kim olduğunu sordu. Meysere de: "O, Harem-i Şerif halkından ve Kureyş'ten bir adamdır" dedi. Râhib: "Bu ağacın altında ancak bir Peygamber konakladı" diye mukabelede bulundu, îddiâ ederler ki Meysere o rahîb'e, "iki meleğin yol esnasında Muhammed'i gölgelendirdiğini" söylemiş... Birlikte Mekke'ye geldikleri zaman Hatice'nin malını teslim ettiler. Hatice bu malın tamamını satışa arz etti. Yüzde yüz kazanç elde etti... Meysere Hatice'ye râhib'in sözlerini ve yol esnasında iki meleğin O'nu güneşten koruduğunu anlattı... Bu yüzdendir ki Hatice O'nunla evlenmeğe büyük bir arzu duydu ve evlendiler..."
(Bunu, aynen Beyhekî de rivayet etmiştir.)
İbn-i Sa'd, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Nefise bint-i Münye'den rivayet eder: Demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yirmi beş yaşına girdiği zaman, Mekke'de kendisinin el-Emîn isminden başka bir adı yoktu... Hatice adına Şam'a ticaret kafilesini götürdüğü zaman Meysere de kendisiyle beraber idi. Busrâ'ya vardıkları zaman oradaki rahib:
- "Bu ağacın altında ancak bir Peygamber konakladı... Ey Meysere O'nun gözlerinde kırmızılık var mıdır?" dedi. Meysere
- "Evet" karşılığını verdi.
- "Bu kırmızılık bâzan geçer mi?" dedi. Meysere de:
- "Hayır" dedi. Râhib:
- "Öyleyse bu zat, bir Peygamberdir" diye konuştu...
Ticâret malını satarken birisi kendisine: "Lât ve Uzzâ adına yemin eder misin?" diye yemin vermek istedi. Peygamberimiz bunu kesinlikle red eyledi. Adam da: "Söz senin sözündür, hak olan budur!" dedi. Sonra Meysere'ye dönüp: "Bilesin ki bu zât Peygamber olacaktır. Bizim rahiplerimiz okuduğu kitaplarda bunu böyle bulmaktadırlar" diye ekledi. Kafile Mekke'ye döndüğü zaman Meysere, bu duyduklarını ve diğer olup bitenleri Hatice'ye anlattı... Hattâ Resûlüllah devesi üzerinde Mekke'ye girerken iki meleğin kendisini gölgelendirmekte olduğunu Hatice de gördü ve diğer kadınlara da gösterdi." [2]
İbn-i Sa'd, Saîd bin
Cübeyr'den, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: "Mekke kadınları bir bayram
gününü kutlamak üzere çıkmışlardı. Bir putun önünde toplanıp duruyorlardı. Bir
erkek kişi suretinde birinin, kendilerine yaklaşarak şöyle nida etmekte
olduğunu duydular: "Ey Mekke kadınları! Sizin beldenizde yakında bir
Peygamber çıkacak, O'nun adı Ahmed olacak, Allah'ın elçiliği (ve
son Peygamberlik vazifesi) O'nda olacak... İçinizden hangi kadın, O'nun eşi
olma imkanım bulursa, O'na eş olmaya baksın!" Bu sesi duyan kadınlar kızıp
hiddetlendiler ve o temsilî şahsı taşladılar, ona kötü sözler sarfedip
lanetlediler... Hatice ise, sâdece sükût edip onu taşlama ve lanetleme işine
hiç karışmadı." [3]
Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet ederler.
O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz'e ilk gelen vahiy, rüya şeklinde
olmuştur. Şüphesiz bunlar, sâlih rüyalar idi. Her biri,
- "Oku yâ Muhammed!" Allah'ın Resulü ise
buna:
- "Ben okumak bilmem!" diye karşılık
vermiştir... Olayı bizzat kendisi anlatan Peygamber Efendimiz şöyle
buyurmuştur: "Melek beni kucaklayıp iyice sıktı, o derece ki ben, canım
çıkacak sandım. Sonra beni bıraktı ve:
- "Oku yâ Muhammed!" diye haykırdı. Ben
de:
- "Ben okuma bilmem!" diyerek cevap
verdim... Tekrar üçüncü defa olarak beni kucakladı ve iyice sıktıktan sonra
bıraktı ve kuvvetli ve şiddetli bir sesle:
- "Oku yâ Muhammed!" diye haykırdı ve
ilâve etti: "...Yaratan Rabbinin adı ile oku!..."
Melek, böylece bu beş âyeti baştan sonuna kadar
okudu."'
İşte, olayı bu şekilde ve kendilerine ait
ifâdelerle anlatan sevgili Peygamberimiz, vahiy meleğinin ayrılmasından sonra
hemen koşarak ve mübarek kalbi çarparak evine döner. Hatice'ye hitaben:
- "Beni örtünüz, beni örtünüz!" der. Onu
örterler. Bir müddet sonra korkusu ve ürpertisi gider. Kalkar ve yine Hatice'ye
hitapla: "Gerçekten bana bir şey olacak diye korktum..." der ve
olanları anlatır. Kendisini dikkatle dinleyen Hatice, şu karşılığı verir:
"Ben Allah'a yemin ederim ki Allah seni utandırmayacaktır!... Çünkü sen
akrabaya iyilik eder, doğruyu söyler, âciz ve zayıflara yardımcı olur, fakiri
korur ve destekler, eşe-dosta ziyafetler verir, bir musibete uğrayanın imdadına
koşarsın."
Hatice, bunları söyledikten sonra O'nu alarak
Varaka bin Nevfel'e götürdü. Varaka, cahıliye zamanında hristiyanlığa geçmiş,
kitabı Arapça yazan, İncil'i İbrânîce okuyan bilgili bir kimse idi. Hatice
kendisine dedi ki:
- "Ey Amca oğlu, kardeşinin oğlu neler diyor,
bir dinle." Varaka Peygamberimiz'e, "neler gördüğünü" sordu.
Peygamberimiz de gördüklerini anlattı. Varaka:
- "Bu senin gördüğün, En-Nâmûs'tur, yâni Cebrâîl ve onun vâzıtasiyle
gelen şerîattir ki, Musa'ya da aynen gelmişti" dedi ve ilâve etti:
"Ah keşke benim bu hususta gücüm kuvvetim olsa! Keşke, onlar seni
Mekke'den çıkaracakları zaman ben de hayatta olsam! Sana yardımcı
bulunsam!"
Peygamberimiz:
- "Demek onlar beni Mekke'den çıkaracaklar
mı?" dedi. Varaka:
- "Evet, hiçbir Peygamber gelmemiştir ki kavmi
ona mutlaka düşman kesilmesin... Eğer ben o güne yetişecek olursam yâ Muhammed,
hiç şüphen olmasın, sana yardımcı olurum! Hem öyle bir yardım ederim ki,
düşmanlar da buna şaşar!"
Bu olaydan az bir zaman geçmişti ki, Varaka vefat
etti ve sözünü ettiği günleri görmek ona nasib olmadı."
İmâm-ı Ahmed ve Beyhekî'nin rivayet
ettikleri de bu mealdedir. Ancak onların Zührî tarîkinden sevkettikleri bu
rivayette şu farklılık vardır: "...ve sonra vahyin arkası kesildi.
Peygamberimiz bundan çok üzüldüler... Hattâ bize ulaşan haberlere göre,
Peygamberimiz kapıldığı dayanılmaz hüzünlerin te'siri altında, dağın
zirvesinden kendisini aşağı atmak için kaç defa zirveye kadar çıkmış, tam
kendisini atacağı zaman Cebrâîl kendisine görünüp:
"Ey Muhammed, sen Allah'ın Resulüsün!"
diyerek hitap etmiştir. Resûlüllah Efndimiz'in de bununla kalbi sükûne ermiş,'
nefsi karar kılmıştır ve dönüp gelmiş, vahyin gelmesini beklemiştir. Uzun
müddet bekledikten sonra vahyin yine gelmediğini görüp dayanılmaz acılara
uğramış, kendisini aşağı atmak için tekrar zirveye çıkmış, Cebrâîl de yine: "Ey
Muhammed Sen Allah'ın Resulüsün!" diyerek kendisine seslenip O'nu teskin
etmiştir. Bu hâl, vahyin tekrar başlamasına karar müteaddid defalar vukua
gelmiştir."
Buhârî üzerine yazdığı şerhde İbn-i
Hacer
der ki: "Peygamberimizin böylesine acılar ve baskılar altında kalması,
Peygamberler içinde yalnız kendisine hâs olan bir hâldir... Diğer
Peygamberlerden herhangi birisinin, vahiy başlangıcında başına böyle bir hâl
geldiği vâkî değildir. Bunun ilâhî hikmeti ise O'nun iyice vahye hazırlanmasıdır.
Büyük bir kuvvet ve ciddiyetle kendisine indirilecek olan şeye bağlanması,
diğer şeylerden ilgisinin kesilmesi içindir. Bunda ayrıca, kendisine
indirilecek olan şeyin, ne kadar büyük, ağır ve önemli olduğuna da tenbîh
vardır. Bunun hikmetini açıklamak üzere şöyle bir tevcih de yapılmıştır:
"İnsanın kendisini kaptırabileceği bir takım hayâl ve vesveseler esas
itibariyle insanın elinde olan bir şey olmadığından; bu gibi şeylerden iyice
kesilmesi ve uzaklaşması için Peygamberimizde o hâl, Cenab-ı Hakk tarafından
yaşatılmıştır... Bu hâli yaşadıktan sonra, cismen ve bedenen dahi, son derece
ağır ve büyük olan İlâhî Vahye iyice hazır hâle gelmiştir ve artık bilmiştir
ki: "Bu Allah'ın bir emridir, O'nun emrindendir."
Yine Buhârî ve Müslim Câbir bin
Abdullah'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) ilahî
vahyin kesilmesinden bahisle şöyle konuştuğunu işittim: "...Ben, o sırada
giderken yukarı taraftan gelen bir ses işittim, başımı kaldırdığım zaman, bana
Hırâ'da gelen meleğin olduğunu gördüm... Yerle gök arasında duran bir koltuk
üzerine oturmuş (altı yüz kanadını ufka yaymış) bir vaziyette idi. O'nu
böylesine görünce koktum ve evime dönerek: "Beni örtünüz, beni
örtünüz!" diyerek örtünüp yattım. Bu sırada bana Yüce Allah şu âyetlerini
inzal buyurdu:
"Ey elbisesine bürünen, kalk uyar! Rabbini
tekbîr et, büyük tanı, elbiseni temiz tut, pislikten (Allah'a eş tutmak, puta
tapmak gibi çirkin şeylerden) uzak dur!"
Bu âyetleri (ki Müddessir Suresinin ilk beş
âyetleridir) indirdikten sonra, artık vahyin arkası kesilmedi; peşpeşe devam
etti." [4]
Beyhekî, İbn-i İshâk'tan rivayet
eder. O demiştir ki: "Bana Abdullah oğlu Abdü'l-Melik bazı ehli ilimden
naklen şöyle anlattı: "Yüce Allah Habîbi Muhammed'i keremlendirmek ve
Peygamberlik ile vazifelendirmek istediği zaman, Peygamberimiz hangi taşa veya
ağaca uğrasa, mutlaka onların kendisine selam verdiklerini işitirdi. "Bu
ses de nedir?" diye arkasına dönüp baktığında, sağını solunu teftiş
ettiğinde, kimseleri göremezdi. Halbuki kendisine: "Ey Allah'ın Resulü
Allah'ın selamı senin üzerine olsun!" diye selam verilmekte olduğunu
işitirdi. Her sene bir aylığına Hıra Dağı'na gider, orada ibâdete çekilirdi.
Nihayet Yüce Allah'ın kendisine nübüvvet vererek keremlendireceği zaman
geldiğinde ki bu, bu senenin Ramazan ayında Kadir Gecesi'nde idi, önceki
yıllarda olduğu gibi O, yine Hıra'daki mağarasında idi. Orada Allah'ın keremine
ve elçiliğine mazhar oldu... Cebrâîl, Allah'ın emriyle geldi ve
uyumakta olan Peygambere:
- "Oku!" diye emretti... Peygamberimiz:
- "Ben okumak bilmem" diye cevap verdi.
Bizzat kendisi bu noktayı anlatırken: "Bunun üzerine Cebrâîl beni kucaklayıp
iyice sıktı. O kadar sıktı ki ben öleceğimi zannettim. Sonra beni bırakıp:
- "Oku!" dedi. Ben de kendisine:
- "Ne okuyacağım?" dedim. Yine önceki
gibi beni şiddetle sıkıp bıraktı ve:
- "Oku!" diye seslendi. Ben:
- Ne okuyacağım?" dedim. Cebrâîl:
- "Yaratan Rabbinin adı ile oku!..." dedi
ve beş âyeti sonuna kadar kendisi okudu... Sonra dönüp gitti... Ben de uykumdan
uyandım... Sanki kalbime bir kitabın sureti işlenmişti.'Yoksa şâir mi
oluyorum" diye endişeye kapıldım. Çünkü ben, şairlikten de, mecnunluktan
da çok nefret etmekte idim... Her nerede bir şâir veya mecnun görsem, asla ona
bakmaya dayanamazdım... Ve: "Şairlik de, mecnunluk da uzak olsun,
uzak!" derdim... Sonra endişem iyice artıp, eğer Kureyş benim hakkımda
bunları söylemeye başlarsa benim hâlim nice olur? diye korkmaya başladım...
Kureyş'i böyle konuşturmaktansa, gidip dağın zirvesinden kendimi aşağıya
atayım, dedim. Sırf bu düşünce ve maksatla giderken ansızın semâdan" bir
ses işittim. Bu Cebrâîl idi. Diyordu ki:
- "Ey Muhammed, sen Allah'ın Resulüsün, ben de
Cebrâîl'im!" Başımı kaldırıp yukarı baktım ve bütün
heybetiyle ve gerçek melek şekliyle onu gördüm... Semânın ufkunu kaplamış idi.
Onun bu nidası, beni bundan caydırmıştı. Fakat ne bir adım geri, ne de bir adım
ileri atmaksızın orada durakladım... Gözümü de asla semadaki diktiğim noktadan
ayıramıyordum. Cebrâîl'i devamlı görüyordum. Nihayet vakit ilerlemişti. O
benden, ben de ondan ayrıldım. Evime geldiğimde Hatîce bana:
- "Neredeydiniz?" diye sordu. Ben de
kendisine:
- "Şairlik ve mecnunluk benden uzak
olsun!" diye karşılık verdim... Hatîce:
- "Allah'ın seni bunlardan korumasını dilerim!
Sana böyle bir şey olmasına Allah asla izin vermiyecektir! Çünkü ben senin hep
doğru sözlü olduğunu, emânete hakkiyle riâyet ettiğini, huyunun çok iyi ve
güzel olduğunu, akrabana ve fakirlere iyilikte bulunduğunu çok iyi bilmekteyim.
Böyle bir kulunu Allah, nasıl olur da bu hallere düşürür? Bu asla olmaz!"
diye konuştu. Ben kendisine olup-bitenleri anlattım. Beni dikkatle dinledikten
sonra:
- "Müjde ey amcamın oğlu, müjde! Bunda sabır
ve sebat et! Ben ümîd ediyorum ki sen, bu ümmetin Peygamberi olacaksın..."
Hatice bunları söyledikten sonra kalkıp Varaka'nın
yanına gitti... Olanları ona anlatmış... O da kendisine demiş ki: "Eğer bu
söylediklerin doğru ise, muhakkak o, şu ümmetin Peygamberi olacaktır...
Muhakkak ona, Musa'ya gelen Namûs-ı Ekber gelecektir."
Beyhekî'nin naklettiği bir habere
göre, İbn-i İshak demiştir ki: Bana İsmail, Hakim Hatice'den naklen söyledi. O
demiş ki: "Ben Resûlüllah Efendimiz'e sabır ve sebat telkin eden sözlerim
sırasında dedim ki:
- "Ey amcamın oğlu, sana o görünen şey geldiği
zaman bana haber ver." Hatice ve Peygamberimiz birlikte otururlarken Cebrâîl yine gelip görünmüş.
Peygamberimiz:
- "Yâ Hatice, işte geldi" demiş. Hatice:
- "Şimdi sen onu görüyor musun?" demiş.
Peygamberimiz:
- "Evet" karşılığını vermiş. Hatice:
- "Gel, sağ tarafıma otur" demiş.
Peygamberimiz de kalkıp oturmuş. Hatice: "Şimdi yine görüyor musun?"
demiş. Efendimiz de:
- "Evet" karşılığını vermiş. Hatice:
- "Gel kucağıma otur" demiş. Efendimiz de
oturmuş. Hatice: "Şimdi görüyor musun?" diye sormuş. Peygamberimiz:
- "Evet" demiş... Bunun üzerine Hatice başını
açıp örtüsünü yere koyduktan sonra tekrar sormuş:
- "Şimdi yine görüyor musun?"
Peygamberimiz:
- "Hayır" diye cevaplamış... Hatice:
- "Bu sana gelen, katiyyen şeytan olamaz...
Eğer şeytan olsaydı başımı açınca kaçmazdı... O, muhakkak bir melektir. Ey
amcamın oğlu, sabır ve sebat et! Sebat et, sana müjdeler olsun!"
Sonra Hatice Peygamberimiz’e îmân etmiştir ve:
"Şehadet ederim ki sana gelen haktır!" diyerek şehadette bulunmuştur.
İbn-i İshâk der ki: Ben bu
hadîsi Abdullah bin Hasen'e anlattım. O da bana dedi ki: "Ey İshak'ın
oğlu, bu hadîsi, Fâtıma binti Hüseyn de anlattı. Ancak onun bana anlattığı
metinde Hatîce'nin şöyle dediği bildirilmekte idi: "Bu sırada
Peygamberimizi gömleğimin içine aldım. Bunun üzerine Cebrâîl derhal oradan
uzaklaştı."
Beyhekî ve Ebû
Nuaym
Amr bin Şürahbil'den naklederler. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) Hatice'ye
hitaben:
- "Ben, tek başıma kaldığım zamanlar bir ses
duyuyorum. Vallahi başıma bir hâl gelmesinden korkuyorum!" demiştir...
Hatice de:
- "Allah korusun! Allah buna izin vermez.
Allah'a andolsun ki sen, emâneti eda ediyorsun, akrabayı gözetiyorsun, dâima
doğruyu söylüyorsun..." Bu sırada Ebû Bekir gelmiş. Hatice ona olanları
anlatmış ve Muhammed'i alarak Varaka'ya götürmesini rica etmiş. O da
Peygamberimiz'i alarak birlikte gitmişler. Hâli ona anlatmışlar. Varaka:
- "Nasıl?" diye sorduğunda Peygamberimiz:
- "Yolda giderken sesler duyuyorum. Arkamdan
bana: "Ey Muhammed! Ey Muhammed!" diye nida olunuyor... Ben de bundan
korkarak kaçıyorum..." cevabında bulunmuştur. Varaka:
- "Hiç kaçma! O sana geldiği zaman sebat et.
Onun ne dediğini iyi anla. Sonra bana gel olduğu gibi anlat..." demiştir.
Peygamberimiz yine bir gün yalnız kalmıştı. Bir
melek kendisine: "Ey Muhammed! Ben, bütün varlığımla şehadet ederim ki,
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın
kulu ve resulüdür!" Sonra Peygamberimiz'e hitaben: "Ey Muhammed, Önce
besmele'yi oku sonra arkasından şu Fatiha Sûresi'nin âyetlerini sonuna kadar
oku!" diye tebliğ etmiştir. Yine o melek, bundan sonra da: "Ey
Muhammed, lâ ilahe illallah de! Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet
getir!" emrini teblîg etmiştir.... Bunlar vukua geldikten sonra Peygamberimiz
durumu Varaka'ya bildirmiş, o da:
- "Müjde sana müjde! İsa'nın müjdelediği zâtın
sen olduğuna ben şehadet ederim... Musa'ya gelen sana da gelmiştir... Sen hak
Peygambersin. Sonra sen cihad ile emrolunacaksın. Ben o güne yetişirsem,
seninle beraber elbette cihad ederim..." diye karşılık vermiştir...
Sonra çok geçmedi Varaka vefat etti... Resûlüllah
Efendimiz ondan bahisle demişlerdir ki: "Ben onu, sırtına atlastan bir
cübbe giymiş bir vaziyette (memnun ve mesrur) gördüm. Çünkü o bana imân etmiş,
beni tasdik edip doğrulamıştır." [5]
Ebû Nuaym'in Abdullah bin
Şeddâd'dan çıkardığı haber de şöyledir: "Varaka Hatice'ye demiştir ki:
"Senin kocan, ona görüneni huzurunda açıkça görmüş mü?" Hatice:
"Evet" demiş. Varaka bunun üzerine demiş ki: "Senin kocan bir
Peygamberdir ve ona kendi ümmetinden çok eziyetler olacaktır..."
Yine Ebû Nuaym'in Urve tarikiyle Âişe'den rivayeti de
şöyledir: "Hatice olanları Varaka'ya anlattığı zaman Varaka demiştir ki:
"Cibril'i gönderen Allah, Subbûh'tur, Subbûh'tur! Yüce ve münezzehtir...
Böyle putlara tapılan bir ülkede Cibril'in adı anılmazdı... Cibril, Allah'ın
kendisi ile Peygamberleri arasında bir "Vahiy Emini" dir. Sen
Muhammed'i al, kendisine gelen meleği gördüğü yere götür. Melek geldiği zaman
sana haber versin, sen de o zaman başını açıver. Eğer Allah tarafından
gönderilmiş bir melek ise, o hemen gider, o da onu göremez." Hatice buna
dair olan şeyi anlatırken: "Ben de onun dediğini yaptım. Başımı açınca
melek görünmez oldu. O da onu göremedi. Bunun üzerine Varaka'ya gidip durumu
anlattım. O da şunu söyledi: "Şüphesiz O'na Nâmûs-ı Ekber
gelecektir."
Sonra Varaka, Peygamberimiz'in açıkça davetini
yapacağı günleri beklemeye koyuldu. Kendisi duygulu ve inançlı bir adamdı. Bu
husustaki duygularını şiir hâlinde terennüm etmeye başladı. Söylediği şiirler
şu mealde idi:
"Ben, gözyaşları içinde düşünen bir adamım!
Sabittir yolunda, sağa-sola sapmaz ayağım..."
"Hatice'nin söyledikleri çok dokundu bana,
O derece ki işledi hem ciğere, hem cana..."
"Bekliyorum büyükçe bir ümidle şu Mekke'de,
Bütün bu söylenenler ne zaman çıkacak diye..."
"İnşaallah bir hilafı olmaksızın çıkacak!
Biz insanlara Muhammed yönetici olacak.
"Bütün beldeleri O'nun nuru aydınlatacak!
Hakk gelip yerleşecek, bâtıl da batacak!"
"Uğraşanlar O'nunla boylayacak hep hüsranı.
O'na uyanlar ise, kazanacaklar gufranı..."
"Keşke, bütün bunlar olduğu zaman ben de
olsam!
Getirdiği dîne önce girip, felahı bulsam..."
"Hayır" diyerek Kureyş uzaklaşırken
hayırdan,
"Evet" diyerek ben, girip dîne, olsam
çağırgan!"
"Onlar toplu olarak muhalefet ederlerken...
Olsam ben, tek başıma başın yücelerde çeken!"
"Sefîh olanlardan, inkardan başka ne beklenir?
İnkâr ettikleri halbuki Hakk'ın sefiridir." .
"Onlar o gün sağ olur, ben de sağ olursam
eğer,
Muhakkak ki benden onlara bir ürperti değer?"
"Eğer, ölür gider de hiç görmezsem o günü...
Şükürler Rabbim'e ki, gösterdi bana bugünü!"
Tayâlisi, Haris bin Ebû Üsâme'den, Ebû
Nuaym
de Yezîd bin Babnûs tarikiyle Âişe'den rivayet eder. O şöyle
demiştir: "Peygamberimiz Hatice ile birlikte Hıra'da bir ay itikâfta
bulunmayı nezr etmişti (adamıştı). Bu Ramazan ayına rastladı. Bir gece dışarı
çıktığında, "Ey Allah'ın elçisi, selam sana!" diye bir ses duydu...
O, bu hususta buyurdu ki: "Ben bu sesi duyduğum zaman korktum, hattâ bunu
ansızın karşılaştığım bir cin zannettim... Acele gelip Hatice'ye anlattım. O da
bana: "Müjde sana ey Muhammed! Bilesin ki selam hayırlıdır, bunda
korkulacak bir şey yoktur." Sonra yine dışarı çıkmıştım, bu sefer Cebrâîl ile karşılaştım, kanadının
birini doğuya, diğerini de batıya yaymıştı. Yine korkuya kapılarak hızlıca
döndüm... Eve geldiğimde kapının önünde onu yine gördüm. Benimle konuştu ve
korkum yok oldu. Bana, belli bir zaman sonra tekrar geleceğini söyledi. Ben de
kendisini bekledim, hattâ gelmeyecek sandım. Bir de ne göreyim o, Mîkâil ile
birlikte karşımda durmakta... Ufku tamamen kaplamış vaziyetteydiler. Cebrâîl aşağıya inip yanıma
geldi, beni iyice kucaklayıp sırtüstü yere yatırdı. Sonra kalbimi yarıp
çıkardı. Sonra çıkarılmasını Allah'ın dilediği şeyleri çıkarıp altından bir tas
içinde zemzem ile yıkadı. Sonra yerine iade etti. Sonra güzelce bağlayıp dikti.
Sonra beni alıp tersime çevirdi ve arkama bir mühür vurdu. Hatta bunu tâ
kalbimde hissettim. Sonra gırtlağımı yakaladı, ben de yüksek sesle ağlamaya
başladım. Bu sırada o bana: "Oku ey Muhammed!" diye haykırdı. Ben ise
okumak bilmiyordum, hiç okuyup yazmış değildim... Tabiî bir şey okuyamadım... O
yine: "Oku!" diye seslendi. Ben de: "Ne okuyacağım?" diye
sormak zorunda kaldım. O: "Rabbinin adiyle oku!" diye emretti ve beş
âyetin sonuna kadar okudu... Sonra bir adamı terazinin öbür kefesine koyup
benimle tarttı. Ben ondan ağır geldim... Yine beni, bir başka adamla tarttı,
ben yine ağır bastım... Sırayla beni yüzüncü adama kadar tarttı, her defasında
ben ağır geldim. Bunun üzerine Mîkâîl: "Ümmeti O'na uyacak,
Kabe'nin Rabbi'ne yemin ederim!" dedi. Bu olaydan sonra, her ne zaman bir
ağaca veya taşa rastlasam, mutlaka bana; "Es-Selâmü aleyke yâ
Resûlellah" diyerek selam veriyordu..."
Yine Ebû Nuaym'in Mu'temir bin
Süleyman'dan rivayeti de şöyledir: "Cebrâîl Peygamberimizi kucaklayıp
inci ve yakutlarla süslenmiş bir yaygı üzerine oturtmuş ve kendisine hitapla:
"Ey Muhammed, Rabbinin adiyle oku!..." demiştir. Beş âyeti sonuna
kadar okuduktan sonra: "Korkma yâ Muhammed! Sen gerçekten Allah'ın
resulüsün!" diyerek O'nu te'yid etmiştir... Bundan sonra Peygamberimiz
sür'atle evine dönmüştür. Dönüşü sırasında rastladığı her ağaç ve taş kendisini
selam ile karşılamış ve secde ederek saygı hareketinde bulunmuştur. Peygamberimiz'in
de bu sebeble korkusu gitmiş, nefsi yatışmış; Allah'ın lutuf ve keremine mazhar
olduğuna iyice inanmıştır..."
İbn-i Sa'd İbn-i
Abbâs'tan
rivayet eder. O demiştir ki: Peygamber Efendimiz Ecyâd denilen yerde iken,
ayağından birini diğeri üzerine atmış vaziyette ve ufukta bir melek görmüş.
Melek: "Ey Muhammed, ben Cebrâîl'im" diye seslenmiş... Bu
sebeble Peygamberimiz korku içinde kalmış. Başını ne zaman semâya kaldırsa Cebrâîl'i görüyormuş. Derhal
evine dönmüş. Hatice'ye durumu bildirmek üzere: "Ey Hatice, Allah'a yemin
ederim ki ben, şu putlara ve kâhinlere kızdığım kadar hiçbir şeye kızmış
değilim! Böyle sesler duymakla, "Ben de mi kâhin olacağım" diye
korkuyorum..." demiştir. Hatice de: "Böyle söyleme, asla sen kâhin
olamazsın! Çünkü Allah edebiyyen senin hakkında böyle bir şeye izin vermez.
Zira sen, akrabayı gözetir, sözün daima doğrusunu söyler, emaneti edâ edersin. Gerçekten
sen, son derece güzel bir ahlâka sahipsin. Böylesine güzel bir ahlak verdiği
kulunu, Yüce Allah yalnız ve yardımsız bırakmaz. Kötü varlıkların kendisine
dokunmasına izin vermez. Bir kâhin olmasına müsade etmez..." gibi sözlerle
karşılık ve tesellî vermiştir. Sonra Hatice, Varaka bin Nevfel'e gitmiş, durumu
anlatmış, Varaka da demiştir ki: "Allah'a yemin ederim ki o gerçektir! Bu,
gerçekten Peygamberliğin bir başlangıcıdır. Muhakkak ona Nâmus-ı Ekber
gelecektir. Sen Muhammed'e söyle, içinde hayır düşünceden başka bir şey
bulundurmasın, asla korku ve endişeye düşmesin."
Tayalisi, Tirmizî ve Beyhekî Câbir bin Semura'dan
nakleder, o demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana
Peygamberlik verildiği günlerde Mekke'de beni selamlayan bir taş vardı. Ben
oradan geçtiğim zaman, hep o taşı tanırdım..." Müslim'in buna dair haberi
şu şekilde naklettiğini görüyoruz: "Peygamberimiz buyurdu: Ben Mekke'de
bir taş tanırım, bana Peygamberlik verilmezden önce bu taş hep beni selamlardı.
Ben, bu taşı şimdi de tanımaktayım." [6]
Dâremi, hasendir kaydiyle Tirmtzî, sahihtir
hükmüyle Hâkim,
Taberânî, Ebû Nuaym ve Beyhekî Ali'den rivayet ederler. O
şöyle demiştir: "Bizler Peygamberimiz'in yanında bulunuyorduk. O Mekke'den
çıkıp dolaşmaya başladı. Her ne zaman bir ağaca veya taşa rastlasa, mutlaka
onun selamı ile karşılaşıyordu. Taş, ağaç veya dağ kendisine lisana gelip:
"Selâm sana ey Allah'ın Resulü!" diyordu. Bunu ben dahî duyuyordum."
[7]- .
İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym Berâ
binti Ebû Tecrât'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Yüce Allah Peygamber
Efendimiz'e Peygamberlik ile kerem kılacağı zaman, Efendimiz; haceti için
çıkar, hattâ Mekke'nin evlerinden hiç biri görünmeyecek bir yere kadar
uzaklaşır, dağ yollarında kaybolur giderdi. Bu sırada uğradığı her taş ve ağaç
kendisine selâm verirdi. Peygamberimiz sağına, soluna ve arkasına bakar, hiç
bir kimseyi göremezdi."
Ebû Nuaym bu rivayeti başka
bir tanktan da nakletmiştir. Ondaki farklılık ise şudur: "Peygamberimiz de
onların selamına selam ile karşılık verirdi. Bu şekilde karşılık vermesini
kendisine Cebrâîl öğretmişti."
Yine İbni'l Sa'd ve Beyhekî, İbrahim bin
Muhammed bin Talha'dan şöyle rivayet ediyor. Talha bin Ubeydullah dedi ki:
"Ben Busrâ çarşısında bulunuyordum. Bir rahip, manastırından şöyle
bağırıyordu: "Şu mevsınıde şurada toplanmış olan insanlardan, Mekke
Haremi'nden gelmiş kimse var mıdır?" Ben buna "evet" diye cevap
verdim. Rahip bana dönüp: "Ahmed meydana çıktı mı?" diye
sordu. Ben: "Ahmed
dediğin kim?" dedim. Rahip: "Abdü'l-Müttalib'in oğlu Abdullah'ın
oğludur" dedi ve ilave etti: "İçinde bulunduğunuz şu ay da, onun
meydana çıkacağı aydır. O, Peygamberlerin sonuncusu olacaktır. O önce Mekke'den
çıkacak, sonra hurmalık şehre, Harre'ye, Sibâh'a hicret edecektir. Sakın bu
hususta başkalarından geri kalma!"
Rahibin bu dediklerinden kalbime bir şey düştü.
Çabuk hazırlanıp yola koyuldum. Mekke'ye geldiğim zaman: "Mühim bir şey
oldu mu?" diye sordum. Dediler ki: "Abdullah'ın oğlu Muhammed el-Emîn
meydana çıktı, Peygamberliğini ilân etti. Ebû Bekir kendisine inanıp tâbi
oldu." Ben de derhal Ebû Bekir'e gittim. Râhib'in dediklerini ona
anlattım. Ebû Bekir de derhal Peygambere gidip benden duyduklarını anlattı.
Bundan memnun ve mesrur olan Peygamberimiz, beni İslama davet eyledi. Ben de
müslüman oldum. "
Talha'nın müsîüman olması üzerine çok sinirlenen
Nevfel bin el-Adeviyye, Talha'nın elinden tutarak bağladı, Ebû Bekir'i de Talha
ile birlikte bağladı. Bu sebeple kendilerine "el-Karîneyn" denilip
böylece anılır oldu. Bununla: "İslâm uğrunda işkenceye uğrayan iki
arkadaş" demek isterlerdi." [8]
İkrime tarikiyle İbn-i Abbâs'tan Ebû
Nuaym'in
çıkardığı bir habere göre: Abbâs şöyle demiştir: "Bir ticaret kafilesi ile
ve ticaret maksadı ile Yemen'e gitmiştim. Kafilede Ebû Sûfyan da vardı. Biz
oradayken Hanzala bin Ebû Süfyan'dan aldığımız mektupta şöyle deniliyordu:
Muhammed Peygamberliğini ilân etti, insanları Allah'a ve Onun dinine
çağırıyor." Bu haber Yemende çeşitli toplantılarda derhal duyuldu ve
yayıldı. Sonra yahudilerden bir haham tarafindan bize şöyle denilmekte idi:
"Şu Peygamberinizi ilân eden adamın amcası olan bir zât, sizin kafile
içindeymiş, doğru mu?" Ben kendisine: "Evet" dedim. Dedi ki:
"Allah aşkına doğru söyle, O'nun herhangi bir sefîhliği, eğlenceye meyilli
oluşu görülmüş müdür?" Ben de dedim ki: "Abdül-Müttalib'in ilâhına
yemin olsun ki onda böyle bir şey görülmemiştir. O, asla yalan da söylememiş,
emânete hıyanet de etmemiştir. O'nun Kureyş yanındaki adı
"El-Emîn'dir." Bunun üzerine haham: "O'nun okuma yazması var
mıdır?" diye sordu. Ben: "Hayır" dedim. Haham yerinden fırlayıp
cübbesini orada bırakarak bağırmaya başladı: "Yahudiler mahvoldu, yahudiler
mahvoldu!"
Sonra kafilemizin konakladığı yere geldiğimiz
zaman, Ebû Süfyan bana: "Ey Abbâs, görüyorsun ki yahudiler yeğenin
Muhammed'den korkuyorlar" dedi. Ben kendisine şu karşılığı verdim:
"Benim gördüğümü sen de gördün. O'na inanmak hususunda ne dersin? O
geçekten Peygamber ise, başkalarını geride bırakarak öne geçmiş olursun. Eğer
öyle değilse, hiç olmazsa kendisini yalnız bırakmamış olursun. Emsalinden bazılarını
yanında bulursun." Ebû Süfyan bana şu karşılığı verdi: "Ben, atlı
askerlerin Mekke'nin üst tarafında görüleceği güne kadar O'na îmân etmem!"
Ben, "Sen ne diyorsun?" dedim. O da bana: "Hiç, rastgele
konuşuyorum. Fakat aynı zamanda Mekke'nin üst tarafında bizleri zorlayacak
askerlerin görülmesine Allah'ın izin vermiyeceğini de biliyorum (!)" diye
karşılık verdi."
Vaktâ ki Resûlullah (sallallahü aleyhi
ve sellem) Mekke'yi
fethettiler, biz o gün Mekke'nin üst tarafından İslâm askerinin gelişini de
seyrettik. O sırada Ebû Süfyan'a: "Daha önceki sarf ettiğin sözleri
hatırlıyor musun?" diye sordum. O da: "Allah'a yemin ederim ki, o
sözleri aynen hatırlıyorum!" diye cevap verdi."
Haris bin Ebâ Üsâme Müsned'inde İkrime bin
Hâlid'den nakleder. O demiştir ki: "Kureyş'ten bazıları deniz yolculuğu
yapıyordu. Peygamberimiz'in gönderilme zamanı idi. Onlar denizde giderken
fırtınaya yakalandılar. Bir adaya sığındılar. Adada kendilerini bir adam
karşıladı ve onlara: "Kimlersiniz?" diye sordu. Onlar:
"Kureyş'teniz" dediler. O: "Kureyş de kim?" diye sordu.
Onlar da: "Mekke haremindeniz" dediler. O: "Şimdi sizi tanıdım,
fakat sizler Harem-i Şerifin ehli değilsiniz, onun ehli biziz" dedi ve
kendisinin Cürhüm kabilesinden olduğunu söyledi. Ayrıca; "söyleyin bakalım
Ecyâd denilen yere niçin bu isim verilmiştir?" diye sordu ve kendisi
cevapladı: "Bizim atlarımız oraya ayak bastığı için." Onlar da
kendisine yeni bir olaydan bahisle: "Bizim memleketimizde bir adam çıktı,
kendisinin Peygamber olduğunu iddia ediyor. Bu adamın esas itibariyle şöyle
şöyle halleri ve üstün nitelikleri vardır. Şimdi bize bu hususta ne
dersin?" dediler. O adalı adam da dedi ki: "O'nun davası haktır, siz
O'na uyunuz! Eğer benim şu halim olmasa, muhakkak ben de sizlere katılır,
sizlerle beraber o'na uyardım." [9]
İbn-i Asâkir Abdurrahmân bin
Humeyd tarikiyle onun babasından, o da kendi babasından nakleder. O şöyle
demiş: "Ben Peygamberimiz'in gönderilmesinden bir sene önce Yemen'e sefer
etmiştim. Hımyerli Avâkin oğlu Askelân'ın yanına indiğimde bana Mekke, Kabe ve
Zemzem'den sordu. "İçinizden şerefli ve emniyetli bir adam meydana çıktı
mı? Dininiz hakkında size karşı gelen birileri duyuldu mu?" dedi. Ben
kendisine: "Hayır" diye cevap verdim. Nihayet Peygamberimizin
gönderilmesi sırasında Yemen'e bir seferim daha oldu. Yine onun ziyaretine
gittim. Kendisi iyice zayıflamış, kulakları ağırlaşmış idi. Çocukları ve
torunları başına toplanmışlardı. Benim geldiğimi kendisine haber verdiler. Onu
yatağından kaldırıp arkasına yastıklarla destek koydular. Bana hitaben:
"Kim olduğunu söyle" dedi. Ben de: "Abdurahman bin Avfım"
dedim. O: "Yeter ey Kureyş'in ve Zühre'nin kardeşi" dedi ve ilave
edip: "Sana ticaretten daha hayırlı bir müjdem var, ne dersin?" dedi.
Ben de: "Hay Hay!" dedim. Dedi ki: "Sana olan müjdem, şaşırtıcı
ve rağbet ettirici bir müjdedir! Bundan önceki ayda Allah senin kavminden bir
Peygamber gönderdi. O'nu tertemiz bir dost olarak seçti, O'na kitap indirdi.
Kitabın okunmasına sevaplar verdi. O'nu putlardan nehyetti, insanları İslâm'a
çağırmasını emretti. O, iyiliği emreder ve işler, bâtılı nehyeder ve
yıkar." Bunun üzerine ben kendisine: "O Peygamber kimlerdendir?"
diye sordum. Cevabında: "O, ne Ezd kabilesindendir, ne döküntü ve ayak
takımından. O, Hâşim oğullarındandır. Sizler O'nun yakınlarısınız. Ey
Abdurahman, benim sana söylediklerimi gizli tut! Mekke'ye de çabuk dön! Sonra git
ve O'na destek ol, O'na inan ve O'nu gerçekle! Kendisine benim şu şiirlerimi de
ulaştırıver:
Yaradılmışların Hâliki,
Abdurahman diyor ki, ben onun beyitlerini bir
güzelce ezberledim ve işlerimin çabuk görülmesine baktım. Tez Mekke'ye döndüm.
Ebû Bekir ile karşılaştım ve onu durumdan haberdar ettim. O da dedi ki:
"Bu Muhammed bin Abdullah'tır. Allah O'nu gerçekten elçi kılmıştır, hemen
kendisine gidip îmân etmelisin." Ben de derhal kendisine gittim. O sırada
kendileri Hatice'nin evinde idi. Beni görünce gülümsediler ve şöyle buyurdular:
"Güzel ve yumuşak bir çehre görüyorum, ey Abdurrahmân; bunun sebebi ne ola
ki?" Ben şu karşılığı verdim:
"Neyi öğrenmek istediniz yâ Muhammed?"
Bunun üzerine buyurdular ki: "Sen bana verilmek üzere bir emâneti
yüklendin, yahut da bana tebliğ edilmek üzere bir elçilik vazifesi kabullendin.
Onu bana vermelisin!" Ben de kendisine emâneti teslim ettim ve akabinde de
müslüman oldum." [10]
Peygamberimiz'in Cebrâîl'i bu şekilde
görmesine gelince. Bu seferinde Cebrâîl, Allah'ın kendisini yarattığı
aslî fıtratı ve sureti ile görünmüştür. Altı yüz kanadı ile bütün ufku
kapatmıştı. Cebrâîl'in O'na bu şekilde görünmesi, şu âyetlerle de
anlatılmıştır: "Üstün akla sahip olan (melek) doğruldu (gerçek meleklik
şeklinde göründü.) Kendisi yüksek ufukta iken." (Necm Sûresi, 6-7).
Peygamberimiz Melek Cebrâîl'i gerçek meleklik şeklinde bir başka defa daha
görmüştür. Bu ise, isrâ Gecesi'nde Sidre-i Müntehâ'da vukua gelmiştir. Yine
aynı Sûrenin şu mealdeki âyetleri de buna işaret etmektedir:
"Andolsun ki O onu, bir kez daha inerken
görmüştü, Sidratü-l-Müntehâ'nın yanında." (Necm Sûresi, 13-14).
Vahiy; Lügatta bir şeyi hızlı ve gizli olarak
bildirmek, demektir. Bunun için gizlice yapılan bir işarete, elçiliğe, hilkat
ve fıtratın verdiği ilhama da vahiy denilmiştir. Vahyin; din ve şeriat
lisanındaki manası ise: Yüce Allah'ın herhangi bir Peygamberine vahiy
yollarından herhangi biri ile ilkâ etmesi, yâni onun kalbine indirmesidir. Bu;
yâ onun kalbine ilkâ edilmesi şeklinde olur, yâ uyurken rüya yolu ile olur, yâ
vahiy meleği Cebrâîl'in gönderilmesi suretiyle olur, ya da perde
ötesinden Allah'ın kendisi ile konuşması şeklinde olur