EL-HASÂİSÜ'L-KÜBRÂ |
| |
14 PEYGAMBERİMİZİN HÜKÜMDARLARA MEKTUPLAR GÖNDERMESİ VE BU SIRADA VUKUA GELEN BAZI MUCİZELER |
Buharî ve Müslim Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini rivayet
ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), etrafdaki krallardan
Kisrâ'yâ, Kayser'e, Necâşî'ye ve her bir cebbâr'a mektuplar yazıp onları
Allah'a ve Allah'ın dîni olan İslama davet etti. Bu sırada kendisine mektub
gönderilmiş bulunan Necâşî (Habeşistan Kıralı), vefatı üzerine Peygamberimizin
hakkında gıyabî cenaze namazı kıldığı Necâşî değildi..." [1]
İbn-i Ebî Şeybe "el-Musannef
adlı eserinde şöyle der: Bize Hatim bin İsmâîl Yâkûb'tan, o da Cafer bin
Amr'den nakleder. Şöyle ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dört cihetten her birine birer elçi gönderip
onları Allah'a davette bulundu... Kisrâ'ya; Kayser'e, Mukavkıs'a ve Necâşî'ye
ayrı ayrı adamlar gönderdi ve bunlardan her birine giden her bir elçi, onların
diliyle konuşur oldu..." [2]
İbn-i Sa'd Büreyde'den, Zühri'den,
Yezîd bin Râmân ve Şa'bl'den şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bâzı cihetlere bâzı adamlar
gönderdi... Bunlara, "Allah'ın kullarına nasîhatta bulunmalarını, İslâm'ı
güzel bir şekilde duyurup teblîg etmelerini emretti... Gönderilen bu elçilerden
her biri, gönderildiği yerin halkının konuştuğu lisan ile konuşurlardı... Bu
durum Hazret-i
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber verildiği zaman, şöyle
buyurdular: "Böyle bir şey, Allah'ın kullarının işleriyle ilgili olarak,
onların üzerinde en büyük ilâhî bir hak idi..."[3]
Buhâri ve Müslim İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: Ebû Süfyân bana, kendisinin içinde
bulunduğu o haberi, şu şekilde anlattı: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kureyş ile akdettiği Hudeybiye
andlaşması gereği on senelik sulh zamanında, Şam'a Kureyş tüccarları olarak
gitmiştik. Bu sırada Hazret-i
Peygamber, Bizans Kralı'na
bir mektub gönderip kendisini İslâm'a davette bulunmuş... Kral bu sırada
Kudüs'de bulunuyormuş... Bizim de o yakınlarda olduğumuzu haber almış bulunan
Kral kendi adamlarını topladıktan sonra, bizlerin de huzuruna celbini emretmiş.
Biz de gittik. Bütün Rum büyükleri, Kral'ın huzurunda idi. Kral, tercümanına
emrederek onun vasıtasıyla bize birtakım önemli sorular yöneltti... Kral'ın
tercümanı vasıtasıyla bize sorduğu ilk soru şu idi:
- Peygamber olduğunu söyleyen ve bizleri Allah'ın dinine davette
bulunan, bu maksatla elçisi vasıtasıyla bize bir mektub gönderen şu adam (yâni
Muhammed); içinizden hangisinin daha yakını oluyor?"
Ben, kendisine şu cevabı verdim:
- Buradaki arkadaşlar içinde Muhammed'e neseb bakımından en yakın olan
benim.
Bunun üzerine Kral, benim kendisine daha yakın oturmamı, diğer
arkadaşlarımın da arkamda oturmalarını emretti... Biz de öyle yaptık. Sonra
Kral, tercümanına emrederek, bize şöyle söylemesini istedi:
- Bu adamlara söyle, ben, Muhammed hakkında şu en önde oturan adama
sorular soracağım, eğer yalan söyliyecek olursa, arkasında oturanlar onun yalan
söylediğini muhakkak bana bildirsinler!".
Kral'ın böyle söylemesine rağmen, vallahi ben, arkamdaki arkadaşların
hep benim yalan söylediğimi tekrarlayıp adımı yalancıya çıkaracaklarından
korkmasa idim, yalan söylemeyi göze almış idim... Fakat bu korku ve utanma
duygusu ile Kral'ın sorularına karşı yalan cevablar vermeye cesaret edemedim...
Kral'ın bana yönelttiği ilk soru da şöyle olmuştur:
-Muhammed'in sizin içinizdeki soy-sop bakımından durumu nasıldır?
Ben kendisine şu karşılığı verdim:
- O'nun aramızdaki soy-sop
şerefi ve asaleti, gerçekten çok yüksektir!
Kral sormaya devam ederek:
- Daha önceleri, içinizden böyle Peygamberlik dâvasına kalkışan olmuş
mudur?
- Hayır, olmamıştır, dedim. Kral:
- "O'nun atalarından hükümdar var mıdır?" diye sordu, ben de
- "Hayır" dedim. Sorularına devam eden Kral:
- İnsanların önde gelenleri mi, yoksa zayıf olan kısımları mı kendisine
tabî oluyorlar? Ben:
- O'na, insanların zayıfları tabî oluyor... Kral:
- Zaman ilerledikçe müslüman olanların sayısı artıyor mu, yoksa
eksiliyor mu? Ben:
- Bil'akis fazlalaşıyorlar... Kral:
- Müslüman olduktan sonra, İslâm'dan nefret ederek dinîni terkeden
oluyor mu? Ben:
- Hayır! Kral:
- Peki O, böyle Peygamberlik dâvasını ortaya atmazdan önce, sizin
kendisini yalancılıkla itham etmeniz olmuş mudur? Ben:
- Kesinlikle böyle bir şey olmamıştır! Kral:
- Hiç, O'nun haksızlık ettiği olmuş mudur? Ben:
- Hayır! Kendisini bildik bileli böyle bir şey hiç olmamıştır... Kral:
- Hiç O'nunla savaşmanız olmuş mudur? Ben:
- Evet, savaştık... Kral:
- Peki, savaşın neticesi nasıl olmuştur?
- Bazan O bizi yenmiştir, bazen da biz O'nu yenmişizdir. Kral:
- Peki, O'nun size esas
itibariyle neyi emrettiğini söyler misin? Ben:
- O'nun bize emrettikleri şunlardır: "Yalnız Allah'a ibâdet
ediniz! Hiç bir şeyi Allah'a eş koşmayınız! Atalarımızın dediklerini,
putperestlik izlerini kesinlikle bırakınız!..." İşte O'nun bize başlıca
emri budur... Fakat ayrıca O bize: "Namaz kılmayı, zekat vermeyi, dâima
doğru sözlü olmayı, iffet ve namuslarımızı titizlikle korumayı ve özellikle de
yakınlarımızı görüp gözetmeyi" de emretmektedir..."
Kral, bu sırada soruları bitmiş gibi bir tavırla tercümanına iltifat
edip onun vasıtasıyla bizlere şunları söyleyip tekrarladı:
- Ben sana, O'nun nesebinin
nasıl olduğunu sordum, sen de cevâbında bana: "O'nun soy-sop bakımından
içimizdeki durumu, çok yüksektir" dedin. Zaten bütün Peygamberler, bu
şekilde kavminin en şerefli ve soylu aileleri içinden seçilerek gönderilir...
Ben sana, "Kavminizde daha önce, böyle bir iddiada bulunan olmuş
mudur?" diye sordum, sen de bana "Hayır, olmamıştır" dedin...
Ben sana: "O'nun atalarından
hükümdar olan var mıdır?" diye sordum, sen de bana "Hayır" cevabını
verdin... Eğer "Evet" deseydin, ben de bu hususta, "Demek ki bu
da, atalarından hükümdar olan gibi, hükümdarlık davasına kalkışmışdır"
diye düşünecektim... Ben sana, "Bundan önce, hiç kendisinin yalan
söylediği olmuş mudur?" diye sordum, sen de bana "Olmamıştır"
diye cevap verdin... Ben de biliyorum ki, insanlara karşı herhangi bir hususta
asla yalan söylememiş bir kimse, Allah'a karşı yalan söylemekten de son derece
uzaktır... Ben sana, O'na uyanların, insanların önde gelenleri mi, yoksa zayıf
olanları mı olduğunu sorduğumda, sen de bana "zayıf olanları" diye
cevap vermiştin... Ben de biliyorum ki, zâten bidayette Peygamberlere hep
insanların zayıf olanları tâbi olmuşlardır...
Bu arada ben sana, "dîninden dönenler oluyor mu?" diye
sormuştum. Sen de bana, "Hayır, hiç dîninden dönen olmuyor" diye
cevap ver-" mistin. Ben de zâten biliyordum ki, sıhhatli ve esaslı bir
inanç bir defa kalbe yerleşti de kalb onun tadını ve güzelliğini duydu mu, bir
daha bu kalbler, böyle bir îmandan dönmezler! Yine ben sana, "O'nun
herhangi bir kimseye haksızlık yapması olmuş mudur?" diye sorduğumda, sen
bana "hayır, asla böyle bir hâli hiç görülmemiştir" diye cevab
vermiştin... Ben de bu sırada, hiç bir Peygamber'in hiç bir kimseye haksızlık
yapmıyacağını hatırlamıştım..."
Ey Ebû Süfyân, ben sana: "O, başlıca size neyi emrediyor?"
diye sordum. Sen de bana verdiğin cevabında: "O bize, yalnız Allah'a
ibâdet etmemizi ve ibâdetimizde hiç bir şeyi Allah'a ortak koşmamamızı
emrediyor!" demiştin... Ayrıca O'nun sizlere, "namaz kılmakla, zekat
vermekle, dâima doğru söylemekle, iffet ve namusun titizlikle korunması ile
özellikle akrabayı görüp gözetmekle" emrettiğini söylemiştin... Ey Ebû
Süfyân, senin şu dediklerin eğer doğru ise, hiç şüphe etmem, Muhammed'in dîni
ve mülkü buralara kadar uzanacak, şu bastığım yerler de O'nun olacaktır!... Ben
O'nun çıkacağını biliyordum, fakat sizin içinizden çıkacağına dair bir bilgim
yoktu... Ve aslında böyle olacağını
da sanmıyordum... Eğer şimdi kendisine ulaşabileceğimi bilsem, hiç durmam
giderim, O'na ulaşmak için bütün zorlukları canıma minnet bilirim!... O'na
ulaştığım takdirde, O'nun ayaklarına su dökmeyi kendim için bir şeref
sayardım..."
Kral, bunları söyledikten sonra, Resûlüllah'ın kendisine gönderdiği
mektubu istedi. Getirip verdiler... O da okumaya başladı. Mektûb şöyle idi:
"Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın kulu ve Resulü
Muhammed'ten Rûm diyarı'nın ulu hükümdarı Herakliyus'a!"
"Allah'ın selâmı, Allah'ın hidâyetine tâbi olanlara olsun! Bundan
sonra derim ki, ey hükümdar, ben seni Allah'ın dîni İslâm'a davet ediyorum!
Müslüman ol da selâmete er! Bu takdirde Allah senin mükâfatını da iki kat
verecektir. Eğer İslâm'a yüz çevirip onu kabul etmezsen, bütün emrindeki
insanların vebali de senin omuzlarındadır..."
"Ey kitâb ehli olanlar! Geliniz, sizinle bizim aramızda müsâvî
olan bir kelime üzerinde (tevhîd kelimesi) üzerinde birleşip kardeş olalım!
Şöyle ki: Allah'tan başkasına ibâdet etmeyelim ve hiçbir şeyi Allah'a ortak
koşmayalım! Bâzımız bazısını tanrı edinmesin! İçimizden hiç biri, Allah'tan
başka hiçbir varlığı tanrı edinmesin!".
"Eğer onlar, yüz çevirip İslâm'ı kabul etmiyecek olurlarsa; siz
deyiniz ki: Hepiniz şahit olunuz, bizler müslümanlarız!".
(İşte Resûlüllah'ın Kayser'e yazdığı mektûb, Al-i İmran Sûresinin bu
mealdeki ayetiyle sona eriyordu... Ve
olayın kalan kısmını anlatmak üzere Ebû Süfyân diyor ki:)
Kral, sözlerini bitirip mektubu da okuttuktan sonra, etrafındakiler
müthiş bir gürültü kopardılar... Seslerini iyice yükselttiler, çağırıp
bağırdılar... Ve bizi dışarı
çıkardılar... Dışarı çıkarıldığımız zaman ben yanımdaki arkadaşlarıma dedim ki:
"Arkadaşlar, sizde gördünüz ki, İbn-i Ebî Kebşe'nin (yâni Muhammed'in)
şanı; koskoca Bizans Kralını korkutacak bir hâle gelmiştir!" ve ben, o
günden itibaren O'nun davasında mutlaka muvaffak olacağında zerre kadar şüphe
etmedim. Bu durum bende, tâ İslâm'ı kabul ettiğim güne kadar hiç zâil
olmamıştır..."
İbn-i Nâtûr, Kudüs ve Şam'ın metropoliti idi. Herakliyus'unda çok
samimi arkadaşı idi... Onun anlattığına göre, Herakliyus Kudüs'e geldiği zaman,
sabahleyin neşesiz olarak kalkmış. Durumu farkeden patriklerden bâzısı, niçin
neşesiz olduğunu sormuş. Herakliyus; aslında falcılık ve kehanette bulunan birisiymiş.
Onların bu sorusuna karşılık olarak demiştir ki:
"Bu
"Ey Rûm cemâati, doğru yola kavuşup ebedî felah ve saadete ermek
istemez misiniz? Ayrıca şimdi sâhib olduğunuz memleketinizi korumak istemez
misiniz? Eğer bunda samîmi iseniz, bizi İslâm'a çağıran, şu Peygamber'e tabî
olmalısınız!"
Kralın bu sözleri üzerine Rûm büyükleri, büyük bir telaşla geri çekilip
kapıya koşuştular ise de, kapılar kilitli olduğu için çıkamadılar...
Herakliyus, Rûm büyüklerinin bu hâlini görünce, onların îmana gelmeleri
hakkındaki ümidini kaybetti. Ve
"Onları bana getiriniz!" diyerek emretti. Onlar tekrar kendisine
yaklaştıkları zaman, onlara hitaben dedi ki: "Ben deminki konuşmamda
kasden öyle söyledim ve bu sözlerimle sizlerin dîninize ne derece bağlı olup
olmadığınızı ölçmek ve imtihan etmek istedim... Yoksa, gerçekten, müslüman
olmanızı istemiş değilim?" Rûm büyükleri de, Kral'ın bu şekilde
konuşmasından çok hoşnud oldular ve eskiden âdetleri olduğu veçhile derhal
Kral'a secde ederek bağlılıklarını gösterdiler... İşte Bizans Kralı
Herakliyus'un son hâli de bu idi... Dünyâ saltanatına aldanıp, İslâm'a bile
bile arka çevirdi..."
Hafız el-Bezzâr'ın ve Ebâ Nuaym'in de Dıhye
el-Kelbî'den bu olayla ilgili bir rivayetleri var... Bazı önemli farklılıklar
arzettiği için bu rivayeti de aynen kaydediyoruz. Bu rivayete göre Dıhye
demiştir ki:
"Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) beni Bizans Kralı
Kayser'e gönderdi. Ben, Peygamberimizin yazdırdığı mektubu ona götürüyordum.
Gidip Kral'ın huzuruna çıkarılmam için izin istedim. Dedim ki: "Kral'ın
huzuruna çıkarılması için Allah Resulünün elçisine izin veriniz!". Gidip
Kral'a haber verdiler. Aynen benim söylediğimi naklettikleri için, oradakilerin
hepsi ürpermişler... Kral, derhal içeri alınmamı söylemiş. Beni alıp Kral'ın
huzuruna çıkardılar. Kral'ın yanında patrikleri vardı. Ben mektubu kendisine
verdim. Mektubun okunmasını emretti, okudular... Mektub aynen şöyle idi:
"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Resulü Muhammed'ten,
Rumun sahibine!".
Mektubun bu kısmı okunur okunmaz Kral'ın kardeşi itiraz etti ve:
"Mektubuna kendi adıyla başlayan ve Kralımıza "Rum'un Sahibi"
diye hitabeden bir adamın mektubunu okumamalısın!" dedi. Kral, onun bu
itirazına aldırış etmeksizin okumaya devam etti ve sonuna kadar okudu... Sonra
yanındakilerin dışarı çıkmasını emretti. Beni yakınına alıp bazı sorular sordu,
ben de cevablarını verdim... Sonra metropoliti çağırdı, derhal onu da huzuruna
getirdiler. Onlar Metropolit'in emrinden dışarı çıkmazlarmış... Ve her önemli işi, ona danışırlarmış...
Kral, mektubu ona karşı okuduktan sonra, bu hususta ne düşündüğünü sordu.
Metropolit de cevap olarak! "Vallahi bu zât, Peygamberimiz Meryem Oğlu İsa’nın
ve Musa'nın geleceğini haber verip müjdeledikleri zâttır! Ve bundan dolayıdır
ki, O'nun geleceği hep beklenmekte idi." dedi.
Kayser, Metropolit'e hitaben: "Peki, bize ne yapmamızı
emredersin?" dedi... Metropolit de: "Ben, şahsım adına O'na inanır,
O'nu tasdik eder ve kendisine tabî olurum" dedi... Kayser bunun üzerine şu
sözleri söyledi: "Doğru söylersin, O'nun beklenen Peygamber olduğunu ben
de kabul ediyorum. Fakat ben kendisine tabî olacak olursam mülküm e-Hmden gider
ve Rumlar beni öldürür..." Kayser, daha sonra Arablar'dan bir adam bulunup
getirilmesini emretti... Ebû Süfyân da o sırada ticâret maksadıyla orada bulunuyormuş.
Gidip onu getirdiler... Kral'ın huzuruna çıkarıldığı zaman Kral kendisine Hazret-i Peygamber ile ilgili sorular yöneltti ve şunları
sordu:
- İçinizden çıkan ve Peygamberliğini üân eden bu adam hakkında ne
dersin?
Ben, onun bu sorusuna şu cevabı verdim:
- O, Kureyş'ten bir gençtir, soyu itibariyle içimizde en şerefli
olanıdır. Bizden hiçbir kimse bu hususta O'nunla boy ölçüşemez!" Kayser:
- Bu, bir Peygamberlik
alâmetidir... Fakat O'na tabî olanları da sorayım, onlar kimlerdir? Ben:
- Bazı gençler ve zayıf olanlar... Kayser:
- Bu da bir Peygamberlik belirtisidir... Peki, O'na tabî olanlardan
vazgeçen, dîninden dönen oluyor mu? Ben:
- Hayır, hiç dininden dönen olmaz! Kayser:
- Bu da bir Peygamberlik belirtisidir... Peki aranızdaki savaşlarda
durum nasıl oluyor? Ben:
- Bâzan O galip geliyor, bâzan da düşmanları... Kayser:
- İşte bu da bir Peygamberlik alâmetidir. O halde sen, memleketine
döndüğün zaman kendisine bildir ki, O'nun gerçekten bir Peygamber olduğunu ben
biliyorum! Fakat mülkümü terkederek kendisine tâbi olamam..."
Kayser bunu söyledikten sonra mektubu başının üzerine koydu, sonra öptü
ve altın işlemeli bir mendile sararak dolaba koydu...
Metropolit'e gelince: Nasrânîler her pazar günü onun yanında
toplanırlar, kendisinin verdiği va'z ve dersleri dinlerlermiş... Bir ara beni
çağırıp konuşmak istedi... Ve
aramızda kalacak bâzı şeyler sorup benden bilgi aldı... Önümüzdeki pazar günü,
bütün cemâati toplandığı halde, Metropolit onlara va'z vermeye gelmedi...
Kendisine haber gittiği halde, hasta olduğu bahanesiyle çıkmadı. Tekrar tekrar
rica edilmesine rağmen va'z vermeye gelmedi... En sonunda va'z vermeye
çıkmadığı takdirde, kendisinin yanına cemâat halinde gideceklerini söyleyip
zorladılar... "Şu Arabistan'dan gelen adamın gelişinden sonra, zâten sende
bir değişiklik olduğunu hissediyoruz..." diye onu tehdit ettiler... Bu
sırada Metropolit beni çağırttı. Yanına gittiğimde bana dedi ki:
"Dönüşünde Peygamberiniz Muhammed'e benden selam söyle. Ve kendisine haber ver ki, ben
gerçekten: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in de Allah'ın kulu ve
resulü olduğuna şehadet ediyorum!"
Sonra Metropolit dışarı çıktığında, cemâati kendisine hücum ederek,
orada onu öldürdüler..." [4]
İbn-i Asâkir de
Dıhyetil'l-Kelbîden şu haberi rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Rum Meliki'ne elçi olarak
gönderdi. Ben, peygamberimiz'in mektubunu ona götürdüm... Rum Meliki mektubu
aldıktan sonra, mührünü açtı ve üzerine oturmakta olduğu minderin altına koydu.
Sonra Rum büyüklerini ve patriklerini toplantıya çağırdı. Makamında ayağa
kalkarak onlara şu şekilde hitâb etti: "Şu elimdeki, vaktiyle Mesîh
Îsâ'nın bizlere geleceğini müjdelediği Peygamber Muhammed'in mektubudur!" Rum
büyükleri bunu duyar duymaz büyük bir telaşa kapılarak dağılmak istediler...
Melik, kendilerine işaret ederek durdurdu ve onlara şöyle dedi: "Ben
sizlerin, kendi dîninize ne derece bağlı olduğunuzu imtihan etmek istedim!
Kaçmanıza bir sebep yoktur!" dedi ve onları sükûna davet etti..."
Rum Meliki, ertesi günü beni gözlice çağırtıp büyük bir binaya götürdü
ve orada birtakım suretler gösterdi... Söylendiğine göre orada, tam üçyüz on üç
suret (heykel) varmış... Ve bu
suretlerin hepsi, nebiler ve resullere âit imiş... Burada Rum Meliki bana dedi
ki: "Bak bakalım, şunların hangisi senin Peygamberine aittir?"
Baktım, Peygamberimiz'in sureti de orada bulunmaktadır! Sanki insana karşı
konuşuyor gibiydi... Ben, bu sureti göstererek, "İşte budur" dedim...
Melik de bana "Doğru söyledin" karşılığını verdi. Sonra Melik bana:
"O'nun sağındaki şu suret kimdir?" diye sordu. Ben de: "O'nun
kavminden Ebû Bekir adında birisidir" dedim... Sonra solundaki adamın kim
olduğunu sordu, ben de onun, Ömer olduğunu
söyledim... Bunun üzerine Rum Meliki şu sözleri söyledi: "Ben de okuduğum
kitapta, bu iki zâtın, O'nun dininin yerleşip yayılmasında çok büyük hizmetler edeceklerini
görmüştüm."
Ben elçiliği bitirip Peygamber Efendimizde döndüğüm zaman, o da bana
dedi ki: "Evet, Rum Meliki doğru söylüyor, Allah şu dinî, Ebû Bekir ve Ömer ile tamâma erdirecektir! Ve bu ikisinin
elleriyle İslâm'a nice fetihler nâsîb eyleyecektir!..." [5]
Beyhekî ve Ebû Nuaym, Ebû Ümâme'den şu haberi rivayet
ederler: Hişam bin el-Âs der ki: "Ben ve Kureyş'ten bir adam, Ebû Bekr'in
hilâfeti zamanında Rum Meliki Herakliyus'a gönderildik. Vazifemiz, Onu İslâm'a
davet etmek idi... Yola çıkıp ilerledik. Dımeşk yakınındaki Gota denilen ve
Gassânîler'in oturduğu yere geldiğimizde, bunların, emîri bulunan Cebele bin Eyhüm'un
huzuruna çıkarıldık... Aslında o bize elçi gönderip, bu elçi ile konuşmamızı
emretmişti... Biz, elçi ile görüşemiyeceğimizi, ancak Melik ile
görüşebileceğimizi ısrarla belirtince, bizi kabule mecbur kaldı...Onunla Hişam
konuştu ve kendisini İslâm'a davet etti. Üzerinde simsiyah bir elbise vardı.
Hişam: "Bu üzerindeki nedir?" dedi. O da: "Ben bunu sırtıma
giydim ve sizleri Şam'dan çıkarmadıkça çıkarmayacağıma da yemin ettim!"
dedi... Biz de kendisine dedik ki: "Vallahi, biz müslümanlar senin şu oturduğun
yeri de alacağız! İnşaallah, buraları dahî en büyük melik olan, sizden
alacaktır! Bunun böyle olacağını bize Peygamberimiz haber vermiştir..."
Cebele bize şu mukabelede bulundu: "Buraları alacak olanlar,
sizler değilsiniz! Burasının fatihleri gündüzleri sâim, geceleri de ibâdetle
kâim olacaklardır!" Sonra bize oruçlarımızın nasıl olduğunu sordu. Bizden cevabını
alınca çok üzüldü... Ve bizi
huzurundan kaldırdı. Yanımıza bir adam katarak Rum Meliki'ne yolcu etti. Rum
Meliki'ne vardığımız zaman, büyükçe bir odaya alındık.
Hayvanlarımızdan inip eşyamızı yerleştirdik. Sonra dikilip "Lâ
îlâhe illallahü vallahü ekber!" diyerek haykırdık... Tekbîr ve tevhîd
sesiyle bina sanki sarsılıp çatırdamıştı... Melik de bu sırada bize bakmakta
imiş... Sonra kılıçlarımız üzerimizde olduğu halde Melik'in huzuruna çıktık...
Melik bize dedi ki: "Kendi aranızda selamlaştığımız gibi, bana da aynı
şekilde selam verseniz, bir sakıncası mı vardı?" Biz de bunun üzerine
"Esselâmü aleyk!" diyerek onu selamladık... Sonra bize şunu sordu:
"Siz, eğer kendi hükümdarınızı selamlıyor olsaydınız nasıl selamlardınız?"
Biz de: "Aynı şekilde selamlardık" diye cevabladık... Bunun üzerine
dedi ki: "Siz müslümanların en büyük sözü nedir?" Biz de dedik ki:
"Lâ ilahe illallahü vallahü ekber!" dir.
Biz, müslümanların en büyük sözü olan bu: "Lâ ilahe illallahü
vallahü ekber!" sözünü o kadar kuvvetli ve şiddetli söylemişiz ki, içinde
bulunduğumuz bina sanki çökecek gibi çatırdamıştı... Rum Meliki Bunun üzerine başını
yukarı kaldırıp bakmak zorunda kalmıştı... Sonra bize dönerek dedi ki:
"Siz bu sözü söylediğiniz zaman, hep böyle içinde bulunduğunuz bina
yıkılacakmış gibi çatırdar mı?" Biz, "Hayır, daha önceleri böyle bir
fevkalâdelik görmemiştik" dedik... Melik de bunun üzerine şunları söyledi:
Keşke her söyleyişiniz de böyle içinde bulunduğunuz bina çatırdamış olsaydı! Bu
takdirde ben size, mülkümün yarısını teslim ederdim..." Biz bunun sebebini
sorduğumuzda, o şunları söyledi: "Çünkü o zaman, bunun bir Peygamberlik
alâmeti değil de devamlı olarak vukua gelen hileli ve sanatlı (yapmacık) bir
şey olduğunu kabul ederdim ve kendim için, bütün mülkümün elimden çıkacağı
tehlikesini yok sayardım..."
Sonra Melik bize, dilediği bâzı söyleri sormaya başladı. Biz de
cevaplar verdik. Oruç ve namaz ibâdetlerimizin nasıl olduğunu sordu,
cevapladık... Sonra kalkmamızı ve bir güzel yerde ağırlanmamızı emretti. Onun
huzurundan böylece ayrıldık. Üç gün güzelce ağırlandık. Sonra Melik bizi
geceleyin huzuruna çağırmış, biz de gittik. Bize, ne diyorsunuz diyerek
sözümüzü sordu, biz de aynısını tekrar ettik. Sonra bizim yanımıza dört köşe ve
altınlarla işlenmiş büyük bir sandık getirtti. Kapağını açtıktan sonra, Özel
bir bölmeden bir suret çıkardı: Bu kırmızı tenli, gözleri ve kulakları çok
büyük bir erkek sureti idi... Boyu çok uzundu. Sakalı yoktu... İki büyük saç örgüsü sarkıyordu. Çok
güzel bir yaratılışta idi... Kral bize, bunu tanıyıp tanımadığımızı sordu. Biz
de tam madiğimizi söyledik. Kendisi, bunun Âdem aleyhisselâm olduğum söyledi... Sonra sırasıyla Nûh
ve İbrahîm Peygamberlere âit olduğunu söylediği suretler çıkarıp bize sordu.
Biz de tanımadığımızı söyleyince, kimler olduğunu kendisi ifâde etti... Sonra
bir suret daha çıkarıp sordu. Biz de: "Bu, bizim Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır" dedik. Sonra kendisi, önce ayağa
kalkıp oturdu ve: "Evet, bu odur" dedi... Bir müddet ona baktı ve
konuşmadı... Sonra, "Bunu size en son çıkarıp göstermem lâzımdı..."
dedikten sonra sırasıyla Mûsâ, Hârûh, Lût, İshâk, Yâkûn, İsmâîl, Yusuf, Dâvûd
ve Süleyman Peygamberlere (Allah'ın selamı hepsinin üzerine olsun) ait suretler
çıkardı ve bunların kimlere ait olduğunu bize teker teker söyledi... En sonunda
bir sûret daha çıkarıp, onu tanıyıp tanımadığımızı sordu. Bizden de
tanımadığımız şeklinde cevap alınca: "İşte bu da, Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâtü
vesselâm'dır!" dedi... Biz de kendisine, "Sen bu suretleri nereden
elde ettin?" diye sorduk. O da bize şu cevabı verdi: "Vaktiyle Âdem aleyhisselâm Cenab-ı Hakk'tan, kendi neslinden
gelecek olan Peygamberleri kendisine göstermesini istedi... Cenab-ı Hakk da
onların suretlerini semâdan indirip Âdem'e verdi ve
gösterdi...[6] Âdem aleyhisselâm bu suretleri kendi hazînesinde saklıyordu... Sonra
kaybolmuştu... Derken Zü'l-Karneyn gelip bunları güneşin battığı yerden
(batıdan) bulup çıkardı... Ve
Danyâl (aleyhisselâm)'a teslim etti..."
Rum Meliki bunları söyledikten sonra netice olarak dedi ki:
"Şiddetle arzu ediyorum ki, mülkümden huruç edeyim (hükümdarlığı
bırakayım), ölünceye kadar kölelik yapayım! Ben bir köle olunca, hem de
hepinizden iyi kölelik yaparım..." Sonra bize bâzı bağışlarda bulundu ve
biz onun huzurundan ayrıldık. Dönüşte Ebû Bekir'i gördüğüm zaman,
gördüklerimizi ve Kral'ın bize söylediklerini ona anlattım. Bunları duyunca Ebû
Bekir ağlamaya başladı ve dedi ki: "O zavallı bir adamdır! Eğer Allah onun
hakkında hayır ve hidâyet dilemiş olsaydı, o da dediğini yapardı... Demek ki
nasibi yokmuş..." Bundan sonra Ebû Bekir, şu sözleri ilâve etti:
"Gerek Hristiyanların, gerek Yahudilerin kaplarında Peygamberimizde ait
vasıfları okuyup bildiklerini; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bize haber vermişti..."
Hafız Ebû Nuaym, yukarıda geçen haberi Mûsâ bin
Ukbe'den rivayet eder ve bu kıssa ile ilgili olarak der ki: "Bu kıssada
geçen: "Ebû Bekir'in elçilerinin orada kuvvetli bir sesle: Lâ ilahe
illallahü vallahü ekber!" diye haykırdıkları sırada, içinde bulundukları
odanın yıkılacakmış gibi çatırdaması, delâlet eder ki: Peygamberler vefat edip
gittikten sonra da bâzı mucizelerin (veya mucizevî hallerin) vukua gelmesi de
caizdir... Nitekim, Peygamberler gönderilmezden önce de mucizevi haller vukua
gelmiştir..."
Ebû Ya'lâ Abdullah bin
Ahrned, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Saîd bin Ebû Raşid'ten şöyle rivayet ederler: "Ben,
Rum Kralı Herakliyus'un Resûlüllah Efendimiz'e elçi olarak gönderdiği el-Tenûhî
ile karşılaştığım zaman, kendisine dedim ki: Senin, Herakliyus'un elçisi olarak
görevin ne idi?" O da dedi ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük'e vardığı zaman,
Dıhye-tü'l-Kelbî'yi ona elçi olarak göndermişti. Resûlüllah'ın mektubu ona geldiği
zaman o, bütün Rum büyüklerini topladı, patrikleri çağırdı ve kapıların
kapatılmasını emrettikten sonra onlara şöyle hitap etti: "Bakınız, bu adam
bana mektub göndermiş, beni İslâm'a devet ediyor. Vallahi sizler de daha önce
bu Peygamberin çıkacağını ve benim ülkemi de eline geçireceğini kitaplarınızda
okumuş bulunuyorsunuz. Geliniz biz bu Peygambere güzelce tâbi olalım!"
Onun bu sözleri üzerine hepsi yerlerinden fırlayıp kaçmak istedi. Fakat
kapılar kapalı olduğu için çıkamadılar. Kral baktı, durumun kendisi için
tehlikeli olduğunu gördü, "Bana dönünüz, ben sizleri bu sözlerle imtihan
etmek istedim!" dedi ve onların iltifatını tekrar kazandı... Sonra beni
çağırıp dedi ki: "Haydi benim şu mektubumu al ve bu adama götür ve kendisi
bu hususta ne derse, hiç bir kelimesini eksik bırakmaksızın aynen bana getir!
Bilhassa şu üç şeye çok dikkat et:
1. Daha önce kendisinin bana gönderdiği mektup hakkında bir şey deyip
demediğine,
2. Benim bu mektubumu okuduğu
zaman, geceden bahsedip etmediğine,
3. İki omuzu arasında seni
düşündüren bir başkalık olup olmadığına... İşte bu üç şeye de dikkat edip
neticelerini bana getir..."
Ben, bu şekilde görevlendirilip yola çıktım. Ve Peygamber henüz Tebük'ten aynlmadan kendisine yetiştim.
Mektubu kendisine verdiğim zaman, bana dedi ki: "Ey Tenuhlu kişi, Ben bu
Rum Kralı'na bir mektub göndermiştim. O benim bu mektubumu yırtıp parçaladı!
Allah da onun mülkünü parçalıyacak ve Ben onun mülkünü ele geçireceğim! Ben,
Yemen Kralı'na da mektub gönderdim. O da mektubumu yırttı. Allah da onun
mülkünü yırtacak ve orasını da müslümanların mülkü eyleyecektir... Ben, senin
enrîrine de mektub yolladım. O ise, mektubumu saklamaktadır ve yaşadığı
müddetçe insanlar ondan bâzı sıkıntılar görecektir..."
Ben, Peygamber'in bu söylediklerini güzelce dinledikten sonra, İşte
bana tenbih edilen üç şeyden birisi bu dedim. Sonra dikkat ettim Hazret-i Peygamber benim getirip kendisine verdiğim
mektubu sağındaki bir adama verdi ve okumasını söyledi, o da okudu. Meğer bu
mektubda şöyle yazmakta imiş: "Sen beni, genişliği yerle gökler kadar olan
cennete çağırıyorsun. Peki bu durumda cehennem nerededir?" Resûlüllah
bunun cevabında dedi ki: "Sübhânellâh! Bu ne biçim soru? Acaba gündüz
geldiği zaman,
Buharî İbn-i Abhâs'tan rivayet eder: İbn-i Abbâs bize şu bilgiyi verir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Kisrâ'ya (İran Kralı'na) mektub yazı gönderdi. Kisrâ bu mektubu alıp okuduğu zaman, yırtıp parçaladı... Peygamber Efendimiz de onlara beddua edip: "Kendileri de parça parça olsunlar!" buyurdu..." [8]
Beyhekî İbn-i Şihab tarikiyle şu haberi nakleder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Kisrha'ya mektub gönderdi. Kisra ise mektubu parçalayıp attı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber "Kisrâ, kendi mülkünü parçaladı!" buyurdu.
Yine Beyhekî, Bezzâr ve Ebû Nuaym, Dıhye'nin şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kisrâ'ya mektub gönderdiği zaman müthiş kızan Kisrâ, San'âdaki valisine şöyle yazmıştır: "Senin ülkende bir adam çıkıp Peygamberlik iddiasında bulunuyor, sonra kalkıp bana mektub yazmak cür'etini gösteriyor ve beni kendi dînine davet ediyor! Derhal bu adamın hakkından gelmezsen, ben senin hakkından gelmeyi bilirim!" Bunun üzerine San'â Emîri derhal bir mektub yazarak Hazret-i Peygamber'e gönderdi. Peygamberimiz onun mektubunu getiren adamlarını beş gün beklettikten sonra, onlara hitaben dedi ki: "Şimdi sizler Emîrinize gidiniz ve deyiniz ki, Muhammed'i hak Peygamber olarak gönderen Allah, senin hükümdarın Kisrâyı katletmiştir!".
Adamlar hızla yola çıktılar, San'â Emîri'ne gittikleri zaman, Hazret-i Peygamber'in söylediklerini aynen haber verdiler... Az sonra da, Kisrâ'nın öldürüldüğü haberi geldi..."
İbn-i Cerîr, İbn-i Humayd tarikiyle Yezîd bin Ebû Habîb'in şöyle dediğini rivayet eder: Resûlüllah, Abdullah bin Huzâfe'yi, Kisrâ'ya gönderdi. Abdullah yanında Resûlüllah'ın mektubunu götürüyordu. Mektub şöyle idi: "Rahman ve Rahim ölen Allah'ın adıyla. Allah'ın Elçisi Muhammed'ten Fâris'in Ulu Hükümdarı'na. Allah'ın selamı, hidâyete tabi olan Allah'a ve Resûlü'ne inanan; Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet eden kimselerin üzerine olsun! Ben seni, Allah’ın dînine çağırıyorum! Çünkü ben, Allah'ın dînini bütün insanlara teblîg etmek için gönderdiği Elçisiyim! Eğer İslâm'ı kabul edersen, ebedî saadete erersin, İslâm'dan yüz çevirecek olursan, bütün mecûsîlerin günahı senin boynunadır..."
İşte, Kisrâ'ya yazılan mektubun şekli böyleydi... Kisrâ, bu mektubu alıp okuduğu zaman, "Benim bir kölem, nasıl olur da bana böyle bir mektub yazabilir? " diyerek mektubu parçalayıp atmıştır... Peygamber Efendimiz de bunun üzerine "Kisrâ, kendi mülkünü parçaladı..." buyurmuştur.[9]
Beyhekî İbn-i Avn tarikiyle Umeyr bin İshâk'tan rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kisrâ'ya ve Kayser'e mektub gönderdiğinde, Kayser okuyup yerine koydu...Kisrâ ise tamâmını okumaksızın yırtıp attı... Peygamberimiz de bunun üzerine: "Mektubumu yırtanların mülkü parça parça olacaktır! Okuyup güzelce yerine koyanlar ise, bir müddet daha hükümrân olacaklardır..." buyurdu.
Ebû Nuaym, Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'in şöyle anlatığını kaydeder: "İran Kral'ı (Kisrâ), bir gün uyurken bir rüya görür: Yeryüzüne bir merdiven kurulur ve merdivenin bir ucu tâ semâya dayanır... Bu merdivenin etrafına çok sayıda insanlar toplanır. Bu sırada Arapların giyiminde ve başı sarıklı bir adam gelir, merdivenden semâya doğru tırmanmaya başlar. Belli bir yere gelince durur ve oradaki insanlara şöyle nida eder: "Hani Fârisli adamlar, kadınlar, askerler ve hazîneler nerede? Derhal onları buraya getiriniz!". Ve arkasından Fârisliler getirilir, çuvallara konularak merdivenin yüksek bir yerinde beklemekte olan o adama gönderilirler... Hazîneleri de..."
Geceleyin böyle bir rüya gören Kisrâ, sabahleyin çok üzgündür... Ve bu rüyasını yakınlarına anlatır. Onlar da böyle bir rüyadan korkuya kapılıp Kralın da korkmasına sebeb olurlar... Kral henüz bu korku ve üzüntüsünü atmadan, kendisine Peygamber Efendimizin mektubu ulaşır..."
"Mektub kendisine verildiği zaman Kisrâ, derhal Yemen'deki valisi Bâzân'a bir mektup yazar.... Ve bu mektubunda ona: "Adamlarından kuvvetli iki kişiyi Hicaz'da Peygamberliğini ilân eden şu adama gönder, derhal onu yakalayıp bana getirsinler!" diye emreder... Yeman valisi Bâzân'da derhal bir nâme yazarak iki kuvvetli adamıyla Peygamberimiz'e gönderir. Bu iki kişi getirdikleri mektubu Peygamberimiz'e verdikleri zaman, Peygamber Efendimiz manâlı bir şekilde gülümsemiş ve bunların her ikisini de İslâm'a davet etmiştir... Adamlar da korkularından titremeye başlamışlar. Peygamberimiz kendilerine: "Haydi bugün gidiniz, yarın yanıma geliniz!" buyurmuştur... Ertesi günü bu iki adam Hazret-i Peygamber'in huzuruna geldiklerinde, onlara şöyle buyurmuştur: "Gidip valinize haber veriniz ki, Benim Ezelî ve Ebedî olan Rab'bim, onların sahte tanrısını öldürmüştür! Kisrâ bu gece helak olmuştur. Allah, onun oğlu Şiraveyh'i kendisine musallat kılmıştır. Hemen gidip bunu vali Bâzân'a haber veriniz!".
Bâzân'in adamları derhal yola çıkıp bu haberi götürmüşler. Bunun üzerine Bâzân ve onun yanındaki Fârisliler, derhal müslüman oldular..."
Ebû Nuaym'in Şerafü'l-Mustafâ adlı kitabında İbn-i Sa'd'in Zühri'den naklettikleri rivayet ise, biraz daha farklılık arzeder. Zührî'nin rivayetine göre, Seleme bin Abdurrahmân bu haberi şu şekilde vermektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mektubu Kisrâ'ya ulaştığı zaman, Kisrâ derhal Bâzân'a bir mektub yazıp gönderdi. O bu mektubunda şöyle emrediyordu: "Derhal şu Hicaz'da Peygamberliğini ilân etmiş bulunan adama iki yiğit gönder, onu yakalayıp bana getirsinler!". Bâzân da Bunun üzerine ellerine bir name verdiği iki yiğidini Peygamberimiz'e gönderdi... Bu yazıda Bâzân, Peygamber'e bu iki adamla birlikte Kisrâ'ya teslim edilmek üzere yola çıkmasını emrediyordu... Bu iki adam da derhal yola çıkıp Peygamberimiz'e geldiler ve durumu haber verdiler. Peygamberimiz de kendilerine, o gün istirahat etmelerini ve ertesi günü yanına gelmelerini emretti... Ertesi sabah Bâzân'ın adamları geldiklerinde Peygamber Efendimiz kendilerine dedi ki: "Allah, Kisrâ'nın oğlu Şiraveyh'i kendisine musallat kılarak Kisrâ'yı öldürmüştür!" Elçiler Peygamberimiz'e: "Sen, ne dediğini biliyor musun?" dediler... Peygamber Efendimiz de: "Evet, gidip Bâzân'a bunu haber veriniz! Ve şunu da biliniz ki, Benim dînim ve hükmüm, Kisrâ'nın hükümdar olduğu yerlere yerleşecektir! Hem kendisine deyiniz ki, eğer Müslümanlığı kabul ederse, şimdi emri altında bulunan yerlerin hâkimiyeti kendisine verilecektir". Elçiler, bu haber ve emirlerle Bâzân'a döndüler... Durumu olduğu gibi kendisine tebliğ ettiler. Bâzân durumu iyice öğrendikten sonra: "Bu sözler, hiç de bir hükümdar sözüne benzemiyor! Bunun üzerinde ciddiyetle düşünelim!" dedi. Derken bir müddet sonra, babasını öldürerek yerine geçmiş bulunan Şirâveyh'in elçileri ve mâmesi geldi. Şiraveyh; babasını, halka çok zulüm ettiği ve eşraftan nice kıymetli adamları öldürttüğü için öldürdüğünü bildiriyor, daha önce babasına itaat ettiği gibi kendisine dahî ayni itaati göstermesini istiyordu... Ayrıca Bâzân'a, "Hicaz'da Peygamberliğini ilân eden zâtın, hoş tutulup tanrîk edilmemesini" de emrediyordu... Bâzân, yeni Kisrâ'nın mektubunu okudu ve: "Hiç şüphem kalmadı ki, bu zât hak Peygamber'dir!" dedi. Ve derhal İslâmiyet'i kabul ederek müslüman oldu... Onun yanında bulunan diğer İranlılar da müslüman oldular... Bâzân, bu sırada elcilerine, Hazret-i Peygamber'i nasıl bir kişi olarak gördüklerini sordu. Elçisi cevaben dedi ki: "Vallahi ben O'nu, şimdiye kadar görüp görüştüğüm kimselerin en vakarlı ve heybetlisi olarak gördüm!". Bâzân tekrar sordu ve "Yanında bekçi ve koruyucuları var mıydı?" dedi. Elçisi de, "Hayır, yanında hiç muhafız bulundurmuyor" karşılığını verdi..."
Ahmed, Bezzâr Taberanî ve Ebû Nuaym ise, Ebû Bekre'nin şu haberini rivayet ederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kisrâ'ya mektub gönderdiği zaman Kisrâ, derhal Yemendeki valisi Bâzân'a bir nâme yazıp gönderdi ve bu nâmede şöyle emrediyordu: "Bana ulaşan habere göre, sizin taraflarda bir adam, Peygamberliğini ilân etmiş. Ona emret, terhal bu iddiasını bıraksın! Yoksa askerlerini sevkederek kendisini ve kavmini kılıçtan geçirtirim!". Bâzân da Kral'ından aldığı emir gereğince Peygamberimiz'e elçiler gönderip durumu haber verdi. Peygamberimiz de dedi ki: "Eğer bu Peygamberlik davasını ben kendiliğimden yapmış olsaydım, Onun emrine uyarak bırakırdım. Fakat bu bana Allah'ın kesin emridir ve Ben, Allah'ın Elçisiyim!" Bâzân'ın elçisi bir müddet Peygamberimiz'in yanında kaldıktan sonra Peygamberimiz ona dedi ki: "Bak, Ben sana Allah'ın tecellîsini haber vereyim! Benim hak ilâhım olan Allah, sizin sahte tanrınız olan Kisrâ'yı helak etmiştir. Artık bugünden sonra Kisrâ yoktur! Kayser da helak olmuştur ve bugünden sonra Kayser da yoktur!". Bâzân'ın elçisi geri döndüğü zaman, Peygamber Efendimiz'in kendisine haber verdiği gün, Kisrâ'nın ve Kaysei'ın ölmüş oldukları haberini alıp, duyduklarının aynen hakikat olduğuna vâkıf olmuştur..."
Deylemî'nin de bir haberi var. Buna göre Ömer bin el-Hattâb şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kisrâ'nın emriyle kendisine Bâzân'ın gönderdiği elçilere hitaben şöyle buyurdular: "Benim Rab'bim, sizin (sahte) rabbinizi geçen gece gerçekten öldürmüştür! Kisrâ'ya, kendi oğlunu musallat kılarak, onu helak etmiştir! Siz dönüşünüzde Bâzân'a ve onun yeni Kralına söyleyiniz, eğer gerçekten müslüman olurlarsa, ülkeleri ve egemenlikleri kendilerine bırakılacaktır. Aski halde, Allah'ın yardımıyla ülkeleri ellerinden alınacak, müslümanlar tarafından fethedilecektir!".
Hazret-i Peygamber'in, Bâzân'ın elçilerine: "Rab'bim, sizin rabbinizi öldürdü!" buyurması, onların Krallarına Rab ve Tanrı tanımaları itibariyledir. Çünkü onlar, Krallarının rab olduğuna inanıyorlar, Krallarına "Rab" diyorlardı... "Rab"ları öldüğüne ve öleceği de muhakkak olduğuna göre, "Rab" veya Tanrı olmadığı da meydana çıkmış oluyordu... Zâten İslâm ve onun şanlı Peygamberi de bunun iyece anlaşılması için mücadele ediyordu... Nitekim Bâzân'ın elçileri geldiği zaman, durumlarını Hazret-i Peygamber beğenmemişti. Zira onlar, bıyıklarını iyice uzatmış, sakallarını ise traş ettirmişlerdi... Bu manzarayı iyi karşılamıyan Peygamberimiz onlara: "Yazık sizlere, böyle yapmanızı size kim emretti?" buyurmuştu... Onlar da cevab olarak "Rabbimiz emretti" demişlerdi... ki ertesi günü tekrar Hazret-i Peygamber'in huzuruna geldiklerinde, gerçek Rab ve Hak Tanrı olan Allah'ın Elçisi'nin dilinden: "Dün gece, sizin rabbiniz öldü!" haberini duymuş olmaları; ne kadar manâlı ve hikmetli idi...[10]
(Kisrâ, yâni Hürmüz'ün oğlu Ebruyez, gerçekten halkına çok zulüm etmiş, memleketin ileri gelenlerinin de çoğunu sudan bahanelerle öldürtmüştü... Onu öldürüp yerine geçen Şiraveyh ise, onun Bizans Kralı'nın kızkardeşınden doğma çocuğu idi... Babasını yakalatıp gözlerini oydurmak suretiyle öldürttü. Kardeşlerinden de on sekizini idam ettirtmişti... Diğerleri ise kaçarak kurtulmuşlardı... İdaresi iyice yerleştikten sonra, halkın yararına olan bazı kararlar alıp vergileri hafifletti... Haraç adı altında toplanan vergilen ise tamamen kaldırdı... Arkasından tâûn hastalığı zuhur edip, pek çok sayıda insan ölüp gitmişti..[11]
İbn-i Sa'd Vâkıdî tarikiyle
onun şeyhlerinden şu haberi nakletmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Şücâ' bin Vehb el-Esedî'yi Haris
el-Gassânî'ye elçi olarak gönderdi. Beraberinde Peygamberimiz'in mektubunu
Hâris'e götüren Şücâ, bu görevine dâir haberi bizzat kendisi şöyle
nakletmiştir: "Ben, yola çıkıp Dımaşk yakınındaki Gota'ya vardım Hâris'in
hatibini" (kapıcısını) gördüm ve durumu anlattım. O bana dedi k?
"Kendisini ancak falan gün dışarı çıktığında görebilirsin". Hâris'in
kapıcısı Rum icl ve benimle konuşmak istedi. Bana, Resûlüllah hakkında bâzı
şeyler sordu, ben de kendisine gerekli bilgileri verdim... Ayrıca Resûlüllah'ın
davet ettiği dinden ve bu dînin başlıca özelliklerinden bilgi verdim... Kapıcı
çok mütehassis oldu, hattâ ağlamaya başladı ve Peygamberimiz'e âit bâzı
sıfatları, okuduğu înrîl kitabından öğrenmiş olduğunu söyledi ve:
"Bu zât, hak Peygamberdir. Ben, kendisine inanır ve O'nun
getirdiği haberleride tasdik ederim! Fakat inancımı açığa vuracak olursam,
emîrimiz Hâris'in beni öldürmesinden korkarım..." dedi... Sonra Haris
dışarı çıkıp halka hitab etmek istedi Tacını başına giyip makamına oturdu. Ben
de kendisine bu sırada Resûlüllah'ın mektubunu verdim. Mektubu okuyup yerine
koydu. Ve halkına hitab ederek
dedi ki: "Hükümdarlığı benden hanginiz teslîm alacak? Ben, gerçekten bu
adama gitmek istiyorum! Tâ Yemen'de bile olsa, Ona gitmek istiyorum..."
Bunun üzerine ısrar etti, hatta bir atının hazırlanmasını bile söyledi. ..
Sonra bana iltifat ederek Git Peygamberiniz'e bunu haber ver ve bu hususta ne
buyuracağını öğrenip bana da haber getir" dedi... Sonra Kayser'e bu
hususta bir mektub yazıp gönderdi... Kayser ise kendisine gönderdiği cevabda:
"Sakın O'nun yanına gitme, kesinlikle O'nu bırak!" diye
emrediyormuş... Kayser'ın cevabını aldıktan sonra beni çağırttı ve bana dedi
ki: "Ne zaman buradan ayrılmayı düşünüyorsun?" Ben de:'Yarın"
dedim. Bana yüz mıskal altın verilmesini emretti ve bana hitaben şunları
söyledi: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e benden selam söyle!" Ben oradan ayrılıp Hazret-i Peygamber'e döndüğüm zaman, Peygamberimiz’e
durumu arz ettim... Bunun üzerine Peygamberimiz: "Onun mülkü elinden
gitmiştir!" buyurdu. Ve
fetih yılında Haris el-Gassânî vefat etti..."[12]
Beyhekî, Hâtıb bin Ebû
Beltea'nın şöyle dediğini nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni, iskenderiye Meliki Mukavkas'a
elçi olarak gönderdi. Ben, beraberimde ona, Resûlüllah'ın mektubunu
götürüyordum. Oraya vardığın da, Melik'in emriyle misafir edildim... Sonra
Melik, patrikleri toplayıp beni huzuruna çağırdı. Ve bana sordu: "Seni elçi olarak gönderen bu zât, bir
Peygamber değil midir?" Ben: "Evet" dedim. O: "Pekâ, niçin
kavmi kendisini doğduğu şehirden çıkardıkları zaman, onların kahrı ve helaki
için dua etmedi?" Ben dedim ki: "Meryem oğlu Îsâ, kendisinin Peygamber olduğuna şehadette bulunmadı mı?
Peki böyleyken niçin kendi kavmi Îsâ'yı yakalayıp da
idam etmek istedikleri zaman, onların kahr ve helaki için aleyhlerinde duada
bulunmadı?" Benim bu karşılık sorum üzerine duygulanan Mukavkas:
"Sen, büyük bir hikmet sahibinin bize gönderdiği hikmet sahibi bir
elçisin." diyerek mukabele etti..."
Vâkîde ve Ebû Nuaym Muğîra bin Şu'be'den şu haberi
nakleder: Muğîra der ki: "Ben, Mâlik Oğullarından bâzı adamlarla
mukavkas'ın yanına gittiğimiz zaman, onunla bizim aramızda bir konuşma
geçmişti: O bize demişti ki: "Sizler yurdunuzdan kalkıp buraya nasıl ulaştınız?
Halbuki aramızda Muhammed ve O'nun adamları bulunmaktadır?" Biz de dedik
ki: "Önce deniz kenarına yetiştik, sonra deniz yoluyla buraya
ulaştık..." Mukavkas bize tekrar sordu:
- Muhammed sizi, getirdiği dine çağırıyor! Siz O'nun bu çağrısına karşı
nasıl davrandınız?
Biz de şu cevabı verdik:
- İçimizden bir tek kişi,
Muhammed'in davetini kabul etmiş değildir... Mukavkas:
- Niçin kabul etmediniz? Biz:
- Muhammed bize yepyeni bir din getirdi! Ne başımızdaki Emîr'in, ne de
daha önceki atalarımızın bu din ile bir ilgisi vardır... Bizler, atalarımızdan
ne gördükse onun üzerinde bulunuyoruz! İşte bu sebeblerle biz, Muhammed'in
dinini kabul etmedik..." Mukavkas:
- Peki, Muhammed'in kendi kavmi bu hususta nasıl davrandı?
-içlerinden gençler ve zayıf kimseler Muhammed'e tabî oldular... Ve bunlarla kendisine karşı koyanlar
arasında zaman zaman mücâdele ve mukâteleler olmuş, bâzan Muhammed ve adamları
üstün gelmiş, bâzan da O'na karşı çıkanlar üstün gelmiştir...
- Peki, Muhammed'in esasen
insanları neye davet ettiğini, bana söyler misiniz?
- Muhammed insanlan, yalnız Allah'a ibâdet etmeğe ve hiç bir şeyi
Allah'a ortak koşmamağa, atalarımızın tapındığı şeyleri terketmeğe, Namaz
kılmağa ve oruç tutmağa, zekat vermeğe çağırmaktadır...
- Kıldıkları namazın muayyen bir vakti, verdikleri Zekatın muayyen bir
miktarı var mıdır?
- Evet, günde beş vakit namaz
kılarlar ve kıldıkları namazların hepsinin muayyen vakitleri ve sayıları
vardır... Verdikleri zekatın
da... Yirmi miskâle ulaşan maldan ve her beş deveden bir koyun öderler... Ve daha birtakım sadakalar
verirler...
- Peki Muhammed, bu zekat ve sadakaları ödeyenlerden aldıktan sonra
nereye harcar? Bana bu hususda haber verir misiniz?
- O bunları, fakirlere dağıtır...
- Peki, O'nun daha başka
emirleri vermıdır? Varsa bunlar nelerdir.
- Evet, o insanların kendi yakınlarını görüp gözetmelerini, sözünde
durmalarını, zina etmemelerini, riba-fâiz yememelerini, içki içmemelerini ve
Allah'tan başkası için kesilmiş bulunan hayvanların etlerini yememelerini
emreder...
- Bakın ben sizlere açıkça söylüyeyim ki, bu bahsettiğiniz zât, hiç
şüphesiz bir Peygamberdir; hem de bütün insanlara gönderilmiş bir Peygamberdir!
Eğer bu zât, Mısırlılar veya Rumlar içinden çıkmış olsaydı, muhakkak onlar bu
Peygambere tâbi olurlardı... Çünkü bu milletlere vaktiyle Îsâ Peygamber, bu Peygamber'e uymalarını emretmiş
bulunmaktadır. Hem sizin şu anlattıklarınız, daha önce gelip geçmiş bulunan
bütün Peygamberlerin Allah'tan getirip insanlara tebliğ ettiği şeylerdir... Ve yakın bir gelecekte Muhammed'in
dîninin her tarafa yayıldığını, insanların ve atlarının ulaşabildiği yerlere
kadar ulaştığını, denizlerin sınırına kadar gittiğini göreceksiniz..."
Bunun üzerine biz de dedik ki:
- Yeryüzünde bütün insanlar O'na tabi olsalar, biz yine tâbi olmayız! Bizim
bu sözümüz üzerine başını sağa-sola sallamaya başlayan Mukavkas:
- Siz bu işi oyuncak mı sanıyorsunuz. Ne kadar düşüncesiz davra
nıyorsunuz? Mukavkas, bu sözlerinden sonra da bazı şeyler sormak istedi ve dedi
ki:
- Size bir de onun nesebinden sorayım, bu hususta ne dersiniz?
- O, kavmimiz içinde nesebi en şerefli olan bir ailedendir.
- Zaten bütün Peygamberler, kavminin en şerefli ailelerinden seçilir.
Peki O'nun sözünde gerçek olup olmadığı hususunda ne dersiniz? Hiç yalan söyler
mi?
- O'nun bir defacık olsun yalan
söylediği olmamıştır. Ve bundan
dolayıdır ki Kendisi, kavmimiz içinde "Muhammedü'l-Emin" diye
çağırılır.
- Demek ki sizler O'nun hakkında
güzelce düşünemiyorsunuz! Zira ömründe bir defacık olsun yalan söylememiş ve bu
yüzden kavmi içinde "Muhammedü'l-Emin" unvanını almış bulunan bir
zât; nasıl olur da Allah hakkında ve Allah'ın dîni hususunda yalan
söyleyebilir? Bu olacak iş midir?
Bizi bu şekilde müâhaza eden ve düşüncesizlikle ithamda bulunan
Mukavkas, sorularına devamla dedi ki:
- Peki O'na kimler tabî olmaktadır?
- Gençler ve bazı zayıf olanlar...
- O'ndan pnceki Peygamberlerin de tabî olanları böyle idiler... Size
bir de Medine'deki yahudilerin ne yaptıklarını sorayım: Nedir onların durumu?
- Yahudiler O'na, şiddetle muhalefet ettiler... Aralarında çarpışmalar
oldu... O, onları yendi, esir aldı ve darmadağın etti...
- Gerçekten yahûdîler, Tevrat ehli oldukları ve hakikati bildikleri
halde O'na karşı haksızlık etmişlerdir. Çok kıskanç bir topluluk olan
yehûdiler, O'na da kıskançlık etmişler ve bu yüzden muhalefete
düşmüşlerdir..."
Olayı böylece nakleden Muğîra bin Şu'be der ki: Biz, müsâade alıp
Mukavkas'ın huzurundan ayrıldık. Gerçekten Muhammed hakkında bizi oldukça
yumuşatan ve insafa davet eden sözler duyarak oradan ayrıldık... Kendi
kendimize dedik ki: "Gerçekten Arab'ın ve Acem'in hükümdarları Muhammed
hakkında hep doğrulayıcı sözler söylüyorlar ve üstelik kendisinden
korkuyorlar... Bizler ise O'nun yakınları olduğumuz halde kendisine çok
uzaklarda duruyor, anlayış göstermiyoruz... Halbuki O bizi, kendi yurdumuzda ve
yanı başımızda Allah'a ve O'nun hak dînine çağırıp durmaktadır..."
Yine Muğira der ki: Ben iskenderiye'de kaldığım müddetçe pekçok kilise
yetkilisi ile de görüşüp Hazret-i
Peygamber hakkında sorular
sorup bilgiler almıştım. Hepsi de O'nun hakkında müsbet şeyler söylemişti...
Hatta bir gün bir patrikle konuşurken ona sormuştum: "Peki, Hazret-i İsa’dan
sonra gönderilecek olan bir Peygamber var mıdır?" demiştim. Patrik de bana
şu karşılığı vermişti: İsa’dan sonra Ahirzaman Peygamberi gelecek O'nunla Îsâ'
arasında hiçbir Peygamber bulunmayacak. İsâ dahî, bu son Peygamber'e tabî
olunmasını emretmiştir. Bu son Peygamber, Araplar arasında çıkacak, adı Ahmed olacak ve okuyup-yazma görmemiş bulunacak.
Kavmi ile kendisi arasında çetin mücâdeleler olacak... O'nun ashabı, O'nun
uğrunda seve seve canlarını ve mallarını fedadan çekinmeyecek... O, Harem-i
Mekke'den hicret edip Harem-i Medine'ye yerleşecek... İbrahim Peygamber'in
Tevhîd ve Haniflik dînini takîb edecek... Abdeste ve her türlü temizliğe çok
önem verecek... Kendinden önceki Peygamberlere verilmemiş olan bazı özellikler
kendisine verilecek... Meselâ: Önceki Peygamberler yalnız kendi kavimlerine
gönderilirdi. Son Peygamber olan Ahmed ise, bütün
beşeriyete gönderilmiş olacak... Yeryüzünün her tarafı kendisi için mescid
olacak, nerede vakit gelirse orada namazını kılacak... Su bulamazsa, topraktan
teyemmüm ederek kılacak... Halbuki daha önceleri yalnız su ile abdest alınır ve
sadece mâbedlerde ibâdet edilirdi..."
İşte ben, bütün bunların te'sîriyle geri döndüm ve kesin karar vererek
müslüman oldum..."
İbn-i Sa'd Vâkıdî tarikiyle
onun üstadlarından şu haberi nakletmistir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mısır Meliki Mukavkıs'a mektub
gönderdiği zaman, Mukavkıs şu cevabî mektubu gönderdi: "Ben, şahsen bir
Peygamber'in daha geleceğini biliyordum, fakat bu Peygamberin Şam'dan çıkacağını
zannediyordum. Ben, Senin elçini gayet iyi karşıladım ve ikramlarda bulundum.
Ayrıca kendisiyle hediyelerimi de göndermiş bulunuyorum." O, Peygamber'in
elçisini iyi karşılamak ve bazı hediyeler göndermekle beraber, İslâm'ı kabul de
etmemiştir. Bu sebeble Peygamberimiz onun hakkında: "Habîs mülküne esîr
oldu, fakat mülkü dahî elinden gidecektir!" buyurmuştur..." [13]
Yine İbn-i Sa'd'ın naklettiği bir habere göre Zührî şöyle demiştir: Resûlüllah Efendimiz Hımyer'deki Hâris'e, Mesrûh ve Nuaym bin Abdü Külâl'a mektub yazıp Ayyaş bin Ebû Rabîa el-Mahzûmî ile gönderdi... Ve ona şu tenbihte bulundu: "Onların memleketine vardığın zaman geceleyin girme sabah olunca gir... Sabah olunca abdestini alıp namazını kıldıktan sonra başarın ve hüsnü kabul görmen için güzelce dua edip Allah'a yalvarırsın. Kötülüklerden de Allah'a sığınırsın... Sonra mektubumu sağ eline alarak gider verirsin, giderken de şu âyeti okursun: "Kitap ehlinden ve puta tapanlardan Hakk'ı tanımayanlar, kendilerine açık delil gelinceye kadar bulundukları halden ayrılacak değillerdir." (Beyyine, âyet 1). Sonra: "Ben Muhammed'e inandım, ben inananların ilkiyim!" de. Bu takdirde karşında hiçbir şey tutunamaz. Onlar kendi dillerince birşeyler söylemeye başlayınca, söylediklerini sana terceme etmelerini iste. Ve bu sırada da: "Ben Allah'a sığındım, Allah'ın indirdiği Kitâb'a îman ettim. Aranızda adalet yapmakla da emrolundum..." (Şûra, 15). Bunu da sonuna kadar okursun... Eğer onlar İslâm'ı kabul edecek olurlarsa, huzuruna gidip secde ettikleri üç ağacı onlara sor! Ilgın ağacını kesip beyaz ve sarı renklerle parlatmışlardır... Kayın ağacına da bezler bağlayarak tapınmışlar... Abonoz ağacına da... İşte put hâline koydukları bunların yerini öğren ve her üçünü de ateşe vererek imha et! Hem de bunları yerlerinden sökerek çarşılarının meydan yerinde yak!"
Ayyaş el-Mahzûmî der ki: Hazret-i Peygamber'den bu emirleri aldıktan sonra yola çıkıp Hımyer'e vardım. Aynen Peygamberimiz’in buyurdukları gibi davrandım, onlara dedim ki: "Ben sizlere Allah Resûlü'nün gönderdiği elçisiyim. O sizi İslâm'a davet ediyor!" İşte bu şekilde kendilerini İslâm'a davet ettim. Peygamberimiz’in bana tenbih ettiği hususları da aynen yerine getirdim... Resûlüllah Efendimiz'in buyurdukları gibi oldu... Ağaçlardan edindikleri putların her üçünü, getirip meydan yerinde yaktım...."[14]
Vüseyme, "el-Ridde" adlı kitabında İbn-i İshak'tan şu haberi
verir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Uman meliki
el-Cülendi’ye mektub yazıp Amr bin el-Âs ile gönderdi ve onu İslâm'a davet
etti. Amr gidip mektubu verdiği zaman o şu mukabelede bulundu: "Beni İslâm'a
çağıran bu zât, okuma-yazma görmemiş bir Peygamberdir. Öyle bir Peygamber ki,
ne ile emrederse onu herkesten evvel yapan odur. Neyi de yasaklarsa herkesten önce
ondan sakınan da odur! Düşmanlarıyla savaşırken üstün geldiğinde şımarmayan,
yenilgiye uğradığı zaman da ümitsizliğe düşmeyen bir zâttır... Dâima hayrı
emreden, sözünde duran, söz verdiği zaman yerine getiren bir zâttır! Kesinlikle
inanıyor ve şehadet getiriyorum ki, bu zât, hak Peygamberdir!"
Burada kısaca anlatılan bu kıssanın tamamını, İbn-i Sa'd'ın, Amr bin el-Âs'in azadlısı Amr bin
Şuayb tarikiyle sevkettiği haberden takib edebiliriz. Şöyle ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uman melikine mektub yazıp Amr bin
el-Âs ile gönderdi. Bu mektub şöyle idi:
Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adı ile. Abdullah'ın oğlu ve Allah'ın
resulü Muhammed'ten el-Cülendî'nin iki oğlu Ceyfer ve Abd'e... Allah'ın
hidâyetini kabul edenlere selam olsun! İmdi Ben sizi İslâm'a erdiren Kelime-i
Şehadet'e çağırıyorum! Müslüman olup selâmete eriniz! Zira Ben, bütün insanlara
gönderilmiş bir Peygamberim... Eğer sizler müsîüman olursanız, Umân'da sizi
vâlî olarak bırakırım. Eğer İslâm'ı red ederseniz, mülkünüz kesinlikle
elinizden gider, atlı askerlerim gelip orasını elinizden alırlar... Ve İslâm orada da yayılmaya
başlar...."
Hazret-i Peygamberin bu mektubunu Übeyy bin Ka'b yazıp mühürledi. Mektubu alarak Uman
Emirliğine giden Amr bin el-Âs, kıssanın gerisini şöyle anlatmaktadır: Oraya
vardığım zaman, iki kardeşten Abd, daha yumuşak olduğu için önce ona gittim.
Kendisine ve kardeşi Ceyfer'e Resûlüllah'ın elçisi olarak geldiğimi söyledim.
Abd de bana dedi ki: Kardeşim benim büyüğümdür, ben seni ona ulaştırırım.
Mektubunu ona kendin okursun..." Sonra bana: "Peki, senin bizleri
davet ettiğin şeyin esası nedir?" diye sordu. Ben de kendisine: "Ben
sizi, Allah'ın varlığına ve birliğine, Allah'tan başka ilah olmadığına
inanmaya, Allah'tan başka ibâdet olunmakta olan şeylerin terkedilmesine,
Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna inanmaya çağırıyorum!" Bunun
üzerine Abd bana dedi ki:
"Ey Amr, sen gerçekten kavminin efendisi olan bir zâtın oğlu idin.
Peki senin efendi baban ne yaptı? Çünkü biz bunu öğrenmek ve bu husuta babana
uymak isteriz...." Onun bu sorusuna karşılık ben de dedim ki:
"Babam, Peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imân etmeden öldü. Fakat ben, onun îmân
etmiş olarak ölmesini çok isterdim... Ben dahî, Allah'ın bana hidâyet buyurduğu
zamana kadar hep babam gibi düşünmüştüm.." Benim bu sözüm üzerine Abd:
"Peki sen, ne zaman müslümanlığı kabul ettin?" diye sordu. Ben de şu
cevabı verdim: "Ben müslüman olalı, fazla bir zaman geçmedi. Ben Habeş
Kralı'nın yanında müslüman oldum... Necaşî, kendisi dahî müslümanlığı kabul
etti..." Bunun üzerine Abd, "Peki, Necaşî'nin müslümanlığı kabul
etmesinden sonra halk onun hükümdarlığına itirazda bulunmadı mı?" diye
sordu. Ben de "Hayır" diye cevab verdim. O tekrar sordu:
- Peki, metropolitler ve râhibler de mi itiraz etmediler?
- Hayır, itiraz etmediler...
- Yâ Amr, sen ne dediğini bilmiyor musun? Unutma ki, bir insan için
yalan söylemek kadar utanılacak bir şey yoktur!
- Ben sana yalan söylemiyorum! Sonra benim dînimde yalan söylemek de
helâl değildir.
- Peki, Peygamberiniz sizlere neleri emrediyor, neleri nehyediyor? Bana
bu hususta da bilgi verir misin?
- Yüce ve büyük olan Allah'a itaat edip isyan etmemeyi, akrabayı görüp
gözetmeyi, kim olurlarsa olsunlar Allah'ın kullarına iyilik etmeyi emrediyor!
İşte şunları da nehyediyor: Zulüm, düşmanlık, zina, içki, taşlara ve putlara
tapınmak, boyuna salîb, haç takınmak veya ona tapınmak, İşte bunlar da O'nun
başlıca yasakladığı şeylerdir...."
- O'nun insanlara olan daveti,
gerçekten ne kadar da güzelmiş! Eğer kardeşim sözüme baksa, atlarımıza binerek
yola çıkar ve Muhammed'e varıp O'nun huzurunda müslüman oluruz... Fakat
kardeşim, mülküne çok haristir. Böyle bir şeyi kabul edeceğini sanmıyorum...
Çünkü o, hep baş olmak ister, kuyruk olmayı kabul etmez...
- Eğer müslüman olursa, Resûîüllah Efendimiz kendisini mülkünde
bırakır, insanların zenginlerinden zekatı toplar, fakirlerine verir...
- Bu söylediğin de gerçekten çok güzel bir şey... Bunu biraz izah eder
misin?
- Yirmi miskâl altının, iki yüz dirhem gümüşün, beş devenin, kırk koyun
veya keçinin, otuz sığırın zekatı vardır...
- Yâ Amr, ben bizim insanların bunları yâni, İslâm'ı kabul etmediği
takdirde sizin Peygamberinizin bu kadar uzaklardan atlılar gönderip burayı emri
altına alabileceğine ihtimal vereceklerini sanmıyorum."
Ben, bir müddet onun yanında kaldım. O, benden aldığı haberleri gidip
kardeşine ulaştırdı. Sonra kardeşi beni huzuruna çağırdı. Bu sırada onun
adamları beni kolumdan sıkıca tutmuştu. Ceyfer, "Bırakınız" dedi,
bıraktılar. Gidip yanına oturmak istedimse de buna müsâade etmediler. Ceyfer,
konuşmamı emretti. Ben de Hazret-i Peygamber'in mektubunu çıkarıp kendisine
verdim. O da mektubu sonuna kadar okudu. Sonra mektubu, kardeşi Abd'e verdi. O
da bunu, sonuna kadar okudu. Bu sırada büyük kardeş olan Ceyfer bana:
"Peki, Kureyş'in bu husustaki durumu nedir?" diye sordu. Ben de
kendisine bütün Kureyş'in O'na tabî olduklarını, gerek istiyerek, gerek
istemiyerek İslâm'a teslim olduklarını haber verdim. Bunun üzerine Ceyfer,
"O'nun yanında şimdi kimler var?" dedi. Ben de: "Müslümanlar!
Zira insanlar İslâm'a çok rağbet ettiler, diğer dinleri bırakıp İslâm'ı tercih
ettiler... Allah'ın kendilerine hidayet vermesiyle beraber akıllarıyla da
bildiler ki, daha önceki din ve inançları hep bâtıl imiş. İslâm ise yegâne hak
din imiş! Şimdi senden başka şu kargaşa içinde kalan hemen yok gibidir... Eğer
bugün müslüman olmazsan, O'nun orduları gelip seni ayaklar altında
çiğneyecektir! Haydi müslüman ol da, selâmet bul! Bu takdirde kavminin
üzerindeki hükümdarlığın da devam edecektir...."
Benim bu sözlerim üzerine bana: "Sen, bugün git, yarın
"Ey Amr, senin bizi davet ettiğin şey üzerinde uzun uzadıya
düşündüm. Aramızdaki bu kadar uzaklığa rağmen, Peygamberinizin buraya atlılar
göndereceğine hiç ihtimal vermiyorum. Şayet O'nun askerleri buraya kadar gelmiş
olsalar, şimdiye kadar karşılaştıkları askerlere benzemeyen askerlerle
karşılaşacaklardır! Onlarla olacak savaşımız çok çetin olacaktır!...."
Ben de Ceyfer'in bu sözlerine şu karşılığı verdim:
- Karar sizindir! Ben yarın erkenden yola çıkıyorum!
Ben onun yanından ayrıldım. Kardeşi Abd ile başbaşa kaldılar. Uzun
müddet görüştüler... Ertesi günün sabahında bana haber geldi ve ben Ceyfer'in
huzuruna çıktım. Bana dedi ki:
- Ey Amr, ben ve kardeşim,
İslâm'ı kabul etmeğe karar verdik. Şehâdet getirip müslüman oluyoruz!
Böylece onlar müslüman oldular ve müslümanca hüküm vermem, zekâtın
tahsil ve taksimini yapmam için benim orada kalmamı, bu hususta kendilerine
yardımcı olmamı istediler... Ben de orada kaldım... Şayet bana muhalefet eden
olursa, her ikisi de bana bu hususta yardımcı oldular...
(Olayı bu şekilde kendisi nakleden Amr bin el-Âs; Peygamber Efendimiz'in
irtihaline kadar Umân'da kaldı. Tabiî bu, Peygamber Efendimiz'in izniyle
olmuştur...) [15]
Ebû Nuaym Vâkıdî tarikiyle
onun üstadlarından naklediyor. Şöyle ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Harise Oğullarına mektub yazıp
gönderdi ve onları İslâm'a davet etti... Onlara mektub ulaştığı zaman, deri
üzerine yazılmış bulunan bu mektubun yazısını su ile yıkayarak giderdikten
sonra, derisini su kovalarına yama yaptılar... Peygamberimiz de kendileri için:
"Bunlara ne oluyor? Allah akıllarını gidersin!" buyurdu...
Bunlar, yâni Harise Oğulları, heyecanlı, aceleci, konuşmasını bilmez
bir topluluk idi... Ben, bizzat bu kabileye mensub bazı kişilerle tanıştım,
gerçekten meramını anlatmaktan âcizdi...."
Beyhekî'nin Enes'ten
naklettiği bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabından birini müşriklerin
büyüklerinden birine elçi olarak gönderdi ve onu İslâm'a davette bulundu...
Müşrik, Hazret-i Peygamberin elçisine şu karşılığı verdi; "Sizin beni
davet ettiğiniz ilâh, nasıl bir ilahtır? Altından mı, gümüşten mi, yoksa bakırdan
mıdır?" Onun bu tutumu karşısında elçi geri döndü. Elçi döndükten sonra
oraya bir yıldırım düştü, o müşriki yakıp kül etti... Peygamberimiz'in elçisi
ise, birşeyden habersiz geri döndü. Bu sırada Peygamberimiz ona: "Senin
elçi olarak gittiğin müşriki, yıldırım düşüp yaktı, kül etti!" buyurdu. Bu
sırada şu âyet-i celile nazil oldu: "Gök gürültüsü O'nu överek, melekler
de O'ndan korkarak Zâtını teşbih ederler. O, yıldırımlar gönderir de onlarla
dilediğini çarpıp helak eder. Allah pek kuvvetlidir, böyleyken onlar hâlâ O'nun
hakkında mücâdele ederler." [16]
------------------------
[8] Buharî'nin tesbitine göre, bu mektubu Abdullah
bin Huzâfe, Bahreyn Emîrîne, o da Kisrâ'ya vermiştir..
[9] Keza: El-Sîratü'n - Nebeviyye, 3/508 - Beyrut, 1393
[10] El-Sîratü'n-Nebeviyye, 3/509
[16] Ra'd suresi, 13.