Bezzâr, Taberânî, Ebû Nuaym ve Beyhekî Ebû Zerr'den rivayet ederler. O şöyle
demiştir: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tek başına oturuyordu. Ben gidip O'nun yanına oturdum, Az
sonra yanımıza Ebû Bekir gelip oturdu. Daha sonrada Ömer ve Osman gelip oturdular. Peygamberimiz'in
önünde yedi tane çakıl taşı bulunuyordu. Peygamberimiz o çakıl taşlarını alıp
avucunda topladı. Bu çakıl taşları Peygamberimiz'in elinde, arıların
vızıldaması gibi ses çıkararak tesbîh etti. Ben, bu çakıl taşlarının sesini ve
teşbihini kendim işittim. Sonra Peygamberimiz, elindeki bu taşları yere koydu.
Onların teşbihi de duyulmaz oldu. Peygamberimiz, daha sonra bu taşları Ebû
Bekir'in avucuna koydu. Taşlar daha önceki gibi yine tesbîh etmeye başladı.
Sonra Peygamberimiz bu taşları alıp yere koydu. Taşların teşbihi de işitilmez
oldu. Sonra bu taşları Ömer'in avucuna koydu. Taşlar yine tesbîh
etmeye başladı. Yere koyduğu zaman da taşların teşbihi duyulmaz oldu. Sonra
onları alıp Osman'ın eline koydu. Taşların teşbihi yine evvelkiler gibi
duyulmaya başladı. Ben, bu seferinde dahi onların teşbihini kulağımla
işitiyordum. Onlar, tıbkı arı sesi gibi ses çıkararak tesbîh ediyorlardı. Sonra
bunları alıp yere koydu. Onların teşbihi de artık işitilmez oldu. Bunun üzerine
. Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurdular:
"İşte bu, Peygamber'e halife olmanın bir nişanesidir." [1]
Bu konu ile ilgili olarak Enes'den (radıyallahü anh) İbn-i Asâkir'in sevkettiği haber de ise şu fark
vardır: "..Sonra Peygamberimiz bu taşları sırasıyla bizlerin eline koydu.
Taşların teşbihi artık duyulmuyordu."[2]
Ebû Nuaym, İbn-i Abbâs'tan nakledilen bir haberi şu şekilde
vermemektedir: Hadramût hükümdarları Resûlullah'ın huzuruna geldikleri zaman,
içlerinde el-Eş'as bin Kays da vardı. Bunlar dediler ki: "Yâ Muhammed,
bizler senin için aklımızda bir şey tuttuk, bunun ne olduğunu bize haber ver
bakalım!" Peygamberimiz de onlara şu karşılığı verdi:
"Sübhânellah! Sizin bu dediğiniz, kâhinlere yapılır ve onların
işidir. Kâhinler ve onların kehânetleri ise, hiç şüphesiz cehennemdedir!"
Hadramût'tan gelen bu siyâsîler, bunun üzerine dediler ki: "Peki
bizler senin, kâhin değil de bir Peygamber olduğunu nereden bileceğiz?"
İşte onların bu sözü üzerine de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yerden bir avuç çakıl taşı alıp elinde tuttu
ve:
"İşte bu taşlar, Benim Allah'ın elçisi olduğuma şahitlik
edecektir!" buyurdu. Derhal bu taşların Allah'ı tesbîh ettiği duyuldu.
Taşların, Resûlullah'ın elinde: "Sübhânellah, sübhânellah! = Allah her
nevi kusur ve ayıplardan münezzehtir!" diyerek tesbîhde bulunduğu açıkça
duyuluyordu. Onlar dahî bunu duyup gördüler ve tereddüdlerine son vererek
şehâdet getirip müslüman oldular." [3]
Ebû'ş-Şeyh, Kitâbu’l-Azamet adlı eserinde Enes bin Mâlik'ten şöyle
nakleder: "Bir gün Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem), tirid dedikleri yiyecekten getirdiler. Bu
sırada Peygamberimiz: "Bu yiyecek, Allah'ı tesbîh eder!" buyurdu.
Oradakiler dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, siz onun teşbihini anlıyor
musunuz?" Peygamberimiz: "Evet" buyurdu ve oradakilerden birini
çağırıp: "Haydi bu yiyeceği al ve şu arkadaşına yaklaştır. Onun tesbîh
etmekte olduğunu duymaya çalışsın!" buyurdu. O adamcağız da öyle yaptı.
Yiyecek kendisine yaklaştırılan adam da dedi ki: "Evet ey Allah'ın Resulü,
bu yiyecek Allah'ı tesbîh etmektedir." Sonra Peygamberimiz o yiyeceği,
sırasıyle birkaç kişiye daha yaklaştırmalarını emretti. Onlar da aynen önceki
arkadaşları gibi, o yiyeceğin tesbîh etmekte olduğunu duyduklarını söylediler.
Sonra Peygamberimiz bu yiyeceğin yerine konulmasını istedi. Bazıları ise
dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, emretseniz de buradakilerin hepsi, bu
yiyeceğin teşbihini teker teker duysalar." Peygamberimiz de bunun üzerine
şöyle buyurdular: "Eğer böyle yaparsam, içinizden birisi, bu yiyeceğin
tesbîh etmekte olduğunu duyamadığını söylerse, bunun bir günahı sebebiyle
duyamadığı gibi bir zanna kapılırsınız. Bu sebeble bu isteğinizi yerinde
bulmuyorum." [4]
Yine Ebû'ş-Şeyk Hayseme'den şu haberi nakleder: Ebû'd-Derdâ bir gün
tencerede yemek pişiriyordu, tencere birden yere kapandı ve bu sırada tesbîh
ettiği duyuldu.
Kardeşlik akdi sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından birbirleriyle
kardeşleştirilraiş bulunan Ebû'd-Derdâ ile Selmân-ı Fârisî, birlikte oturup
yemek yerler ve bu sırada sofralarındaki tepsinin ve yiyeceğin
"sübhânellah!" diyerek Allah'ı tesbîh ettiğini işitirlerdi.
(Bu haberi şu şekilde Kays'dan rivayet edenler, Beyhekî ve Ebû Nuaym olmuştur). [5]
Buharî'nin bu hususla
ilgili rivayeti şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), önceleri hurma kütüğüne dayanarak hutbesini
okurdu. -Kendisi için minber yapıldıktan sonra, minber üzerinde hutbesini irâd
etmek için çıktığında, bu hurma kütüğünün sabî çocukların ağlaması gibi bir ses
çıkararak ağlayıp-inlediği duyuldu. Peygamberimiz de bunun üzerine minberden
inerek hurma kütüğünün yanına geldi ve onu kucaklayıp susturmaya çalıştı. Hurma
kütüğü, yavaş yavaş inlemesini azaltarak sustu. Buyurdu ki: "Bu hurma
kütüğü, Allah'ın zikrini duyması üzerine zaman zaman ağlar idi. [6]
(Buhârî'nin Câbir b. Abdullah'tan başka bir
rivayeti daha vardır.)
Dârimî Abdullah bin Büreyde tarikiyle şu haberi nakletmektedir:
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), hutbesini
okurken hurma kütüğüne dayanırdı. Kendisi için minber yapılınca, hurma kütüğünü
terketti. Minber üzerine çıkıp hutbesini okumaya başlayınca, hurma kütüğü
feryâd etmeye başladı. Peygamberimiz de bunun üzerine minberden inerek hurma
kütüğünün yanına geldi ve mübarek elini onun üzerine koyarak onu susturdu. Bu
sırada kütüğe hitaben: "istersen seni eski yerine dikeyim de orada eskisi
gibi olasın! İstersen seni cennete dikeyim, orada cennetin nehirlerinden
sulanarak neşvü nema bul, meyveler ver de Allah'ın dostları senin meyvelerinden
afiyetle yesinler! Seçim senin, sen nasıl istersen öyle olsun!" buyurdu.
Kütük, Peygamberimiz'in bu ikinci teklifini kabul etmiştir. Zira onlar
Peygamber Efendimize sormuşlar: "Kütük hangi şıkkı kabul etti?"
demişler. Peygamberimiz de onlara verdiği cevabta: "O, cennette olmayı
seçti" buyurmuştur.
(Bunu, aynı tarîkten ve Hazret-i Âişe'den olmak üzere Taberânî ile Ebû Nuaym dahi rivayet etmişlerdir. Bu mealde bir rivayeti, Beğavî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Übeyy bin Ka'b tarîkinden de rivayet etmişlerdir).
Ahmed, İbn-i Sa'd, Dârimî, İbn-i Mâce, Ebû Nuaym ve Beyhekî, İbn-i Abbâs'tan şu haberi nakletmektedirler: Peygamberimiz de minberden inerek
hurma kütüğünün yanına gelmiş ve onu kucaklayarak teskin etmiştir. Bu sırada
Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ben, minberden inerek onu teskin etmesem, o
kıyamete kadar feryâd etmeğe devam ederdi!"
(Bu hususta ve bu mealdeki bir rivayeti de Dârimî, Tirmizî, Ebû Ya'lâ, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Enes bin Mâlik tarikiyle vermektedirler.)
İbn-i Sa'd, İbn-i Râhûye, Beyhekî, Sehl bin Sa'd el-Sâidî'den şu farklı haberi vermektedirler:
"..Mescidte bulunan ashâbtan bazıları da hurma kütüğünün yanına gelerek
onun feryadından müteessir olduklarından orada ağlaşmaya başladılar ve çokça
ağladılar. Peygamberimiz de minberden inerek hurma kütüğünün yanına geldi ve
mübarek elini onun üzerine koyarak onu susturdu."
(Yine Beyhekî ile Ebû Nuaym'in bu mealdeki bir haberi, Ümmü Seleme tarikiyle
sevkedilmiş bulunmaktadır.)
Zübeyr bin Bekkâr da Medîneye Ait Haberler adlı kitabında, Ebû veddâ
oğlu Muttalib'ten yaptığı rivayetle şu farklılık vardır: "..Peygamber'den
ayrılmış olmak sebebiyle feryâd edip inlediği için onu ayıplamayınız! Çünkü
Allah'ın Resûlü'nden ayrılmış olmak, hiç bir şey için, kolay birşey
değildir." [7]
İmâm-ı Beyhekî, Ebû Hatim el-Râzî tarikiyle Amr bin
Sevâd'dan şöyle rivayet etmektedir: "Bana İmâm Muhammed bin îdrîs el-Şâfiî
dedi ki: Şânı Yüce Allah, Muhammed'e verdiğini, Peygamberlerinden hiç birine
vermiş değildir!" Ben de onun bu sözüne karşılık: "Peki, ölüleri dirilten
Îsâ'ya dahî vermemiştir, diyebilir misiniz?" dedim. İmâm-ı Şafiî de
buyurdu ki: "Evet, ölüleri dirilten İsa’ya dahi vermemiştir! Zira şânı
yüce Allah, Resulü Muhammed'e hurma kütüğünün feryâd etmesi mucizesini
vermiştir. Bu ise, İsa’ya verdiği ölüleri diriltme mucizesinden daha büyük bir
mucizedir!"[8]
Buharî ve Müslim Enes'in şöyle dediğini rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün yanında ashabından bazıları ile birlikte Uhud (veya Hıra) dağının üzerinde bulunuyordu. Yanında bulunan ashabı ise Ebû Bekir, Ömer ve Osman idiler. Dağ, sallanmaya başladı. Bunun üzerine Peygamberimiz:
"Dur ey dağ, dur! Senin üzerinde bir Peygamber, bir sıddîk ve iki şehîd bulunmaktadır!" buyurdular.
(Ebû Ya'lâ ile Beyhekî'nin Sehl bin el-Sâidî'den rivayet ettikleri haber de, aynen bu mealde bulunmaktadır. Yalnız bu ikisinin rivayetinde: "..Uhud Dağı üzerinde bulunuyordu" denilmekte, ayrıca "Veya" şıkkı bulunmamaktadır.)
Müslim'in tek başına Ebû Hüreyre'den olan rivayeti de böyledir. Yalnız onun bu rivayetinde şu fazlalık ve farklılık bulunmaktadır: "Peygamberimiz'in yanında Talha ile Züheyr de bulunmakta idi. Ve Peygamberimiz bu münâsebetle: "Dur yâ dağ, zira senin üzerinde ya bir Peygamber, ya bir sıddîk, ya da bir şehîd bulunmaktadır!" buyurmuştur.
(İmâm-ı Ahmed'in, Büreyde'den olan rivayetinde ise, Uhud Dağının adı geçmemekte ve sâdece Hıra Dağı zikredilin ektedir.) [9]
Ahmed, Müslim, Nesaî ve İbn-i Mâce, İbn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler:
"Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), minber üzerinde
hutbesini okuyor ve şöyle buyuruyordu: Kudreti sonsuz olan Allah gökleri ve
yeri elinde dürer de şöyle buyurur: Cebbar olan Benim! Yeryüzünde cebbârlık yapanlar
hani neredeler? Boş yere büyüklenip mağrur olanlar, hani nerdeler?"
Peygamberimiz, hutbesinde böyle buyuruyor ve sağına soluna
sallanıyordu. Hatta bu sırada minbere baktığımda onun alt tarafının sallanmakta
olduğunu gördüm. Ve heyecana
kapılıp; "Neredeyse minber, Peygamberimizle birlikte yere düşecek!"
demekten kendimi alamadım."
Sahihtir kaydıyla Hâkim İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet eder:
"Bana Validemiz Hazret-i Âişe haber verdi ve
dedi ki: Bir gün ben, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem), Yüce Allah'ın:
"Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer,
tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların
ortak koştuklarından çok uzak ve yücedir!"[10] mealindeki âyeti hakkında
sordum. O da bana verdiği cevabta şöyle buyurdu:
"Yüce Allah buyurur ki: "Ben Cabbâr'ım, Ben Benim." Bu
şekilde Cenab-ı Hakk, kendisini yüceltir de yüceltir. İşte bu şekilde
Resûlullah Efendimiz bunu söylerken, üzerinde bulunduğu minberle birlikte yere
düşecek şekilde sağa sola sallanmıştır. Biz bu sırada: "Hiç şüphesiz,
Peygamberimiz minberle birlikte yere düşecektir" demiştik.
Bezzâr ve İbn-i Adiyy de İbn-i Ömer'den şu haberi vermektedirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hutbesini okurken minber üzerinde
Zümer Sûresinin mezkûr âyetini sonuna kadar okuduğu zaman, öylesine şiddetli ve
kuvvetli bir şekilde okudu ki, üzerinde bulunduğu minberle birlikte şöyle üç
defa gidip geldi. Biz kendisinin düşeceğine muhakkak nazarıyla bakmıştık, fakat
böyle bir şey olmadı." [11]
Buhârî ve Müslim ile birlikte Beyhekî ve Ebû Nuaym, Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Adamın biri, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen ilâhi vahyi yazıyor (vahiy
kâtipliği yapıyor) idi. Peygamberimiz'in kendisine: "Ayetin sonunu:
"Semîan basîrâ" olarak yaz!" emrine rağmen, "Alîmen
hakîmâ" diye yazardı. Peygamberimiz kendisini ikâz buyurup: "Aynen
benim dediğim gibi yaz!" dedi. O ise kendi kendine "nasıl istersem
öyle yazarım" deyip itaatsizlik eder, Peygamberimiz’in söylediğini aynen
yazmazdı. Peygamberimiz kendisine: "Bu âyetin sonuna ise, "alîmen
hakîmâ" diye yaz!" buyurur, bu sefer o: "Semîan basîrâ"
diye yazardı."
Derken adam, irtidâd edip İslâm'ı kesin olarak terk etti, kaçıp
müşriklere katıldı ve: "Ben, içinizde Muhammed'i en iyi bileninizim! Ben,
ona vahiy kâtipliği yaparken, O'nun bana emrettiği gibi değil, kendimin
istediği gibi yazardım!" diye konuşmaya başlamış. Derken ölüp gitmiştir.
Onun geberdiği haberini alınca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yeryüzü onun cesedini kabul
etmiyecektir!" buyurmuştur. Gerçekten de onun cesedini toprağa verdikleri
zaman, yeryüzü onun cesedini kabul etmeyip dışarı atmıştır. Böylece mucize
(efendimizin verdiği haber) de gerçekleşmiştir."
Ebû Talha da der ki: Ben o adamın öldüğü yere uğradığım zaman, hâlâ
onun cesedi dışarıda idi. "Bu ne haldir?" diye sorduğumda,
oradakilerden aldığım cevab: "Biz onu toprağa defnettik, fakat yeryüzü onu
kabul etmedi" şeklinde olmuştur.[12]
El-Musannef adlı kitabında Aldürrezzâk, Beyhekî, Said bin Cübeyr'den şu haberi nakletmektedirler: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından ensâra âit kasabalardan birine bir adam gelip: "Beni size, Peygamberimiz gönderdi ve kasabanızdan falancanın kızını bana nikahlamanızı emretti!" diye iddia etti. Halbuki onu Peygamberimiz göndermemişti. Bu şekilde o, kendiliğinden Peygamberimiz'e yalah isnad etmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz derhal o kasabaya AH ile Zübeyr'i gönderdi ve onlara: "Hemen oraya gidiniz ve onu sağ olarak bulursanız muhakkak öldürünüz! Fakat ben sizlerin onu sağ olarak bulacağınıza kani, değilim" buyurmuştur. Onlarda derhal yola çıkıp o kasabaya geldiler. Fakat o adamın bir yılan tarafından sokularak ölmüş olduğunu gördüler."
Beyhekî, Atâ bin el-Sâib tarikiyle Abdullah bin el-Hâris'in şöyle dediğini nakleder: "Cedced el-Cündel adındaki adam, bir gün Yemen'e gelip bir kadına aşık oldu. O, kendiliğinden bir yalan uydurup: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) size, o kadını bana göndermenizi emretmiştir?" diyor. Onlar da şu karşılığı veriyorlar: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bizlere zinayı kesin olarak haram kılmıştır. Seninle bizlere böyle bir haber gönderip göndermediğini, bir adam göndererek Peygamberimiz'den sual eyliyeceğiz." Böyle diyorlar ve derhal bir adam gönderiyorlar. Peygamberimiz de Bunun üzerine Ali'yi Yemen'e gönderiyor ve ona: "Derhal o adama git. Eğer onu sağ olarak ele geçirirsen derhal öldür, eğer ölmüş olarak bulursan cesedini ateşe verip yak!" buyuruyor. Ali derhal yola çıkmış ve oraya vardığında Cedced'i ölü olarak bulmuştur. Zira o, geceleyin su almak için dışarı çıktığında, bir yılan kendisini sokup öldürmüştür." [13]
Sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî, ve Taberânî Ebû Bekr'in oğlu Abdurrahman'ın şu haberini vermektedirler: Mervân'ın
babası Hakem bin Ebû'l-As, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında oturur, Peygamberimiz konuştuğu
zaman, yüzünü kımıldatarak O'nu alaya alırdı. Bu yüzden Peygamberimiz de
kendisine: "Hep böyle ol!" diyerek bedduada bulundu. Böyle bir
bedduaya uğramış olan Hakem, tâ ölünceye kadar hep böyle yüzünü kımıldatmak
zorunda kaldı."
Yine Beyhekî İbn-i Ömer'den şu haberi vermektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün bir hutbe irâd ettiler.
Peygamberimizin arka tarafında bulunan bir adam, O'nun hutbesini, dilini
çıkararak tekâza ve alaya alıyordu. Peygamberimiz de kendisine, bu küstahlığı
sebebiyle: "Böylece kal!" diyerek bedduada bulundu. Bunun üzerine
adam, yerinde yığılıp kaldı. Onu oradan alıp evine götürdüler, tam iki ay
kendisine gelemedi. Sonra kendisine geldi ise de, Peygamberimiz’in kendisi
hakkında buyurdukları gibi, hep dilini ve ağzını büküp dolandırır oldu."
Yine Beyhekî, Mâlik bin Dinar'dan şöyle rivayet
eder: Bana Peygamberin (sallallahü aleyhi
ve sellem) zevcesi Hatice'nin
oğlu Hind haber verdi ve dedi ki: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hakem'e uğradı. Hakem, Peygamberimizi
alaya alıcı yüz hereketleri yapıyordu. Onu bu şekilde gören Peygamberimiz:
"Allah'ım, onu hep böyle yap!" diyerek bedduada bulundu. O da orada
büyük bir sarsıntı ve titreme geçirerek, hep böyle yapar hâle geldi."
(İmâm Beğavî de, bunun benzeri bir haberi sevkeder ve "Mervân'ın
babası Hakem, böyle yaptı" der. Abdullah bin Ahmed de, Zevâidü'z-Zühd adlı eserinde aynı haberi
vermekte ve: "Hakem bin Ebû'l-Âs, Peygamberimizin kendisi için bu şekilde
beddua etmesinden sonra, yerinden kalkmadan bu hâle geldi ve hep böyle yapar
oldu" der.)[14]
İbn-i Vehb, İbn-i Lühey'a'nın şöyle dediğini nakleder: Büyük bir fitne
olarak zuhur eden Yalancı Peygamberlerden Esved el-Ansî, peygamberlik
iddiasında bulunduğu zaman, emrindeki asker ve adamlarla Yemen'deki San'â
şehirini ele geçirmişti. Züeyb bin Külâb'ı yakalatıp kendi yalanını tasdîk
etmediği için ateşe attırmak istedi ve hazırlattığı ateşe attırdı ve ateş
kendisine bir zarar vermedi. Durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına haber verdiği zaman, Ömer İbnü'l-Hattab (radıyallahü anh), büyük bir
sevinç ve sürür duyarak: "İbrahîm (aleyhisselâm)'ın ateşte yanmasına izin vermeyen Yüce Allah'ın, ateşin
kendisine zarar vermediği bir şahsiyeti bu ümmette de göstermesi sebebiyle,
Yüce Allah'a çok hamdederim" demiştir."
(Bu hususta Kitâbü's-Sahabe adlı kitabında Abdan şöyle demektedir:
Olayda adı geçen Züeyb: Küleyb bin Rabîa'nın oğlu Züeyb bin Küleyb
el-Havlânî'dir. Yemenliler içinde ilk defa müslümanlığı kabul eden şahsiyettir.
Resûlullah ile bizzat sohbet edip etmediğine dâir bize ulaşan bir bilgi
bulunmamaktadır. Künyesi Ebû Müslim'dir.)
İbn-i Asâkir, Ebû Bişr künyesi
ile anılan Cafer bin Ebû Vahşiye tarikiyle şu haberi nakletmiştir: Havlân'lı
bir adam, müsîüman olduğu zaman, kavmi kendisini müslümanhktan çevirmek için
zorladı, o da red edince onu ateşe attılar. Ateş onu yakmadı, sâdece abdest
alırken yıkanan uzuvlarının dışında bazı yerleri biraz zarar gördü. Ebû
Bekir'in halifeliği zamanında Medine'ye geldi ve halîfe ile tanıştı. Halîfe
kendisine: "Benim için dua ve istiğfar ediver!" ricasında bulundu. O
da Ebû Bekir'e hitaben şu karşılığı verdi: "Siz, dua ve istiğfar
edivermeğe daha lâyıksınız!" Halife de kendisine: "Sen Allah yolunda
azâb olunan, ateşe atılıp yanmamış bulunan bir adamsın ve benim için dua ve
istiğfar edivermelisin!" O da halîfenin bu ricası üzerine, onun için dua
ve istiğfar ediverdi."
(Züeyb bin Külâb -yâni Ebû Müslim el-Havlânî- sonra Şam'a gitti. Şam'lılar kendisi hakkında şu
benzetmeyi yaparlardı: Bu Ebû Müslim el-Havlânî,
İbrâhim (aleyhisselâm)'a benzemektedir.) [15]
Yine İbn-i Asâkir, İsmâîl bin Ayyaş tarikiyle Şürahbil
bin Müslim'den şu haberi nakletmiştir: Esved el-Ansî Yemen'de Peygamberlik
davasına kalkıştığı zaman, Ebû Müslim el-Havlânî'yi
yakalatıp huzuruna getirtti ve ona: "Sen, benim Peygamber olduğumu tasdik
eder misin?" diye sordu. O da: "Kulağım işitmiyor!" diyerek
karşılık verdi. Esved: "Peki Muhammed'in Peygamber olduğunu tasdik ediyor
musun?" diye sordu. O da: "Evet" karşılığını verdi. Bunun
üzerine gadaba gelen el-Esved, büyük bir ateş yaktırdı ve onu bu ateşe attırdı.
Ateş ise ona zarar vermedi. Esved'e yakınları, Ebû Müslim'i sürgün etmesini, aksi halde kendileri için
çok zararlı olacağını telkin etmişler. O da onu sürgün etmiş. Bunun üzerine
yola çıkan Ebû Müslim, Medine'ye gelmiş. Ebû Bekir,
kendisinin gelişi üzerine: "İbrâhim (aleyhisselâm) gibi ateşe atıldığı halde ateş kendisine zarar vermemiş
olan bir adamı, şu ümmet içinde bize gösteren ve onunla tanışmayı nasib eden
Yüce Allah'a, hamd ü senalar olsun!" demiştir.
(Bu olay sebebiyle Havlanlılar, Ansîler ile karşılaştıkları zaman:
"Sizin hemşehriniz olacak Esved el-Ansî bizim hemşehrimiz Ebû Müslim'i
ateşe attırmış, fakat ateş kendisine bir zarar vermemiştir" derlermiş.)
[16]
İbn-i Sa'd şöyle der:
"Bana Yahya bin Hammâd söyledi. Ona Ebû Uvâne, ona Ebû Belec, ona da Amr
bin Meymûn haber vermiştir, Amr demiştir ki: "Bir gün müşrikler, Ammâr bin
Yâsir'i ateşe attılar. Resûlullah Efendimiz de ona uğruyor, onun başını eliyle
okşuyor ve şöyle diyordu: "Ey ateş sen ona karşı da serin ve selâmet ol,
Ammâr'ı yakma! Nitekim İbrâhim'e (aleyhisselâm) karşı da serin ve selamet olmuştun, onu yakmamış
tın!"
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) bu münasebetle
şunu da söylüyordu: "Ey Ammâr, sana ben acıyorum. Seni, kendi halifelerine
isyan etmiş bir zümre katledecektir." [17]
Ebû Nuaym, Abbad bin
Abdü's-Samed'den şöyle nakleder: Bir gün biz., Enes bin Mâlik'in evine
gitmiştik. Enes: "Ey câriye sofrayı kur" diye seslendi. Câriye de
hemen sofrayı getirdi. Sonra Enes, "mendili getir" dedi. Hizmetçi kız
da bir mendil getirdi. Enes: "Hemen fırını yandır" dedi. Fırın
yakıldı ve Enes o kirli mendili fırın içine -ateşe- attı. Sonra tertemiz ve
bembeyaz bir şekilde çıkardı. Biz hayret ettik ve: Yâ Enes bu nedir?"-diye
sorduk. Enes de bizlere şu karşılığı verdi: "Bu mendil, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) sağlığında kullandığı mendildir.
Bununla Efendimiz, mübarek yüzlerini silerlerdi. Biz bunu, kıymetli bir hâtıra
olarak saklar ve de yüzümüzü silerek kullanırız. Kirlendiği zaman da, böylece
sizlerin de gördüğünüz veçhile ateşe bırakıp temizleriz. Zira ateş,
Peygamberlere ait olup onların mübarek yüzlerine değmiş olan eşyadan herhangi
bir şeyi yakmaz."
(Bu hadisin râvîsi Abbâd bin Abdüs-Samed zayıftır. Buhârî onun hadislerinin münker olduğunu söyler, İbn
Adiy ise: "Onun bütün rivayetleri Ali'nin faziletine dâirdir, o çok aşırı
bir şîîdir" der.)[18]
Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Abs bin Cebr'den şöyle rivayet ederler: "Ebû Abs, günün beş vaktini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte kılar, sonra Harise Oğullarının yurduna dönerdi. Yine böyle bir gün, günün son namazı olan yatsı namazını Hazret-i Peygamberin arkasında, ona uyarak kılmış ve namazdan sonra yola çıkmıştı. Gece çok karanlık ve yağışlı idi. Elindeki asası ışık vermeye başladı ve önünü aydınlattı. Harise Oğulları yurduna varıncaya kadar da ışık vermeye devam etti." [19]
Buhârî Enes'ten şöyle rivayet eder: "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından iki adam, karanlık bir gecede Hazret-i Peygamber'in huzurundan ayrılarak yola koyuldular. Yanlarında, yâni bunlardan her birinin önünde bir kandil gibi iki adet ışık meydana geldi ve onların önünü aydınlattı. Bu iki arkadaş yol ayırımına geldikleri ve birbirinden ayrıldıkları zaman da bu iki kandilden her biri, onlardan birinin önünce giderek yolunu aydınlatmaya devam etti. Hattâ o kişi evine varıncaya kadar devam etti."
İbn-i Sa'd, sahihtir kaydiyle Hakim, Beyhekî ve Ebû Nuaym'in yine Enes'ten rivayetleri ise şöyledir: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından Abbâd bin Bişr ile Üseyd bin Hudayr, bir ihtiyaçları sebebiyle Hazret-i Peygamber'in yanında idiler. Bir müddet geçmişti ve çok karanlık bir gece idi. Asalarını ellerine alarak Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurundan ayrılıp yola koyuldukları zaman, bunlardan birinin asasında bir ışık meydana geldi ve önlerini yetecek derecede aydınlattı. Bunlar böylece yollarına devam edip birbirinden ayrıldıkları zaman, diğer sahabinin asası önünde de bir ışık meydana geldi. Böylece her ikisi evlerine varıncaya kadar bu ışıktan aydınlanmaya devam etti."
Ebû Nuaym'in tek başına ve yine başka bir tarîk ile Enes'ten naklettiği haber de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Ömer, bir gün gecenin geç vaktine kadar Ebû Bekir'in evinde kalıp konuşmaya devam ettiler. Sonra çıkıp yola koyuldular. Ebû Bekir de onlarla birlikte çıktı. Gece çok karanlık idi. Fakat onlardan birinin elindeki asada bir ışık meydana geldi ve onlar yerlerine varıncaya kadar önlerini aydınlatmaya devam etti."
Beyhekî, Ebû Nuaym ve Târih'inde Buharî Hamza el-Eslemî'den şöyle rivayet ederler: "Bir gün biz, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında idik ve onunla birlikte seferde bulunuyorduk. Gecenin zifiri karanlığında yolumuza devam ediyorduk ve nihayet birbirimizden ayrıldık. Tam bu sırada benim parmaklarımın ucunda bir ışık meydana geldi. Benimle birlikte seferine devam edenler, kendileri ve binit hayvanları bu ışıktan faydalanarak yolumuza devam ettik. İçimizden hiç biri karanlık sebebiyle bir zarar görmedi, hayvanlarımızdan her hangi biri, yanlış bir adım atıp da yükünü veya sahibini atmadı." [20]
Ebû Nuaym Ebû Said el-Hudri'den şöyle rivayet eder: "Çok karanlık ve yağışlı bir gece idi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), yatsı namazını kıldırmak üzere dışarı çıktığı zaman şiddetli bir şimşek çaktı ve ortalığı ışığa boğdu. Bu sırada yakınında Katâde bin Nûmân'ı gören Hazret-i Peygamber ona: "Ey Katâde, namazı kıldıktan sonra hemen ayrılma ve beni bekle! Sana olan emrimi aldıktan sonra yoluna devam et! buyurdu. Namaz kılındıktan sonra Hazret-i Peygamberi bekleyen Katâde bin Nûmân'a Peygamberimiz, bir baston verdi ve: "Bunu eline al ve onun vereceği ışığın aydınlığında yoluna devam et! Bu senin ön tarafından on zıra, arka tarafından da on zıra kadar mesafeyi aydınlatacaktır!" buyurdu. [21]
Sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: "Bir gün biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yatsı namazını kılmıştık.
Peygamberimiz bizlere namazı kıldırırken, Hasan ve Hüseyin efendilerimiz de
O'nun yanında idiler ve henüz çocuktular. Peygamberimiz secdeye vardığı zaman,
hemen O'nun arkasına atlıyorlardı. Peygamberimiz de başını secdeden kaldırdığı
zaman onları tutup sağına ve soluna bırakıyordu. Onlar, tekrar diğer secdede de
böyle yapıyorlar, Peygamberimiz de öyle yapıyordu. Namaz kılınıp bitirildiği
zaman, onlar her ikisi de Peygamberimiz'in önünde duruyorlardı. Ben Hazret-i Peygamber'e yaklaşarak: "Ey Allah'ın
Resulü, onları evlerine götürüvereyim mi?" diye sordum. Peygamberimiz:
"Hayır" buyurdular. Derken aniden bir ışık belirdi. Bunun üzerine
Peygamberimiz, onlara hitaben: "Haydi, şimdi derhal evlerinize
gidiniz!" buyurdu. Onlar da yürüyerek evlerine gittiler. Fakat, evlerine
ulaşıncaya kadar hep bu ışığın aydınlığında yürüdüler ve hiç karanlık
görmediler." [22]
Ebû Nuaym, yine Ebû Hüreyre'den
fakat başka bir tarîkten olmak üzere şu haberi nakletmiştir: "Bir gün
Hasan, Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) yanında idi. Vakit
İbn-i Mende, İbn-i Şâhîn ve Taberânî (senedlerinden bazıları Sahîh-i Müslim'in şartlarına uygun olarak), Esma bint-i Umeys'ten şu haberi
naklederler: "Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiy gelirken, kendileri Ali'nin dizleri üzerine başını
koymuş bir şekilde uzanmakta idiler. Ali, henüz ikindi namazını kılmamış idi.
Derken O, ikindi namazını kılamadan güneş battı. Bunun üzerine Peygamberimiz şu
duada bulundular: "Ey Allah'ım, o senin ve senin Resulünün itaatinde idi,
bu yüzden namazını kılamadı. Güneşi onun üzerine geri çevir de namazını
vaktinde lalsın!"
Esma der ki: Ben, bu olay sırasında güneşin battığını, sonra battığı
yerden doğup geri geldim' gördüm." [24]
Yine Taberânî iyi bir senedle Câbir'den şunu
anlatmaktadır: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) güneşe bir müddet gecikmesi için emretti, güaıeş de Bunun
üzerine gecikti ve gecikmiş olarak battı." [25]
Beyhekî Âişe'den şu haberi nakletmiştir: Bir gün ben, kırmızı renkli bir pike ile örtünmüş yatıyordum. Az sonra Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıma geldi. Örtündüğüm pikede bir resim vardı. Peygamberimiz onu görünce şiddetle alıp attı ve: "Kıyamet günü insanların en çok azab görecek olanları, Allah'ın yaratmasına benzeterek canlı resmi yapanlardır" buyurdu.
Yine Âişe dedi ki: "Bir gün Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), elinde kartal resimli bir kalkan ile yanıma geldi. Sonra elini kartal resminin üzerinde gezdiriverdi. Yüce Allah, kalkan üzerindeki o kartal resmini derhal gidermişti [26]
İbn-i Sa'd, İbn-i Ebî Şeybe ve İbn-i Asâkir, Mekhûl'dan naklen şu haberi vermiştir: Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kalkanında bir koç başı resmi vardı. Bu resmin bulunmasından Hazret-i Peygamber rahatsız olmuştu. Aynı günün sabahında baktık, kalkan üzerindeki bu resimden hiç bir eser kalmamıştı.
İbn-i Mende, Beyhekî, İbn-i Seken, İbn-i Sa'd, İbn-i Asâkir ve Târîk'inde Buharî: Ebû'ş-Şa'sâ'nın kızı Âmine ile Kutbe bin el-Alâ'dan şu haberi nakletmişlerdir: "Bir gün ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına gitmiştim ve müslüman olmaya da kararlı idim. Yanında bazı köleler de vardı. Ben hiç tereddüd ve tevakkuf etmeksizin İslâm'ı kabul ettim. Buna oldukça sevinen Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mübarek elini başımın üzerinde gezdirerek bana iltifatta bulundu."
Yukarıda adı geçen râvîlerin her ikisi de, Ebû Süfyân'ın bir kölesi hakkındaki bu olayla ilgili olarak demişlerdir ki: "Onun yaşı hayli ilerlediği zaman, başına kır düşmüştü. Fakat Hazret-i Peygamber'in mübarek elini gezdirdiği yer, aynen o zamanki gibi simsiyah idi." [27]
İbn-i Sa'd, İbn-i Mende, Beğavî ve İbn-i Asâkir, Sâib bin Yezîd'in azatlısı Ata'dan şu haberi nakletmişterdir: "Efendim Sâib'in başındaki saçı, tepesinden alnına doğru siyah diğer kısımları ise beyaz idi. Ben efendim Sâib'e dedim ki: "Efendim, sizin saçınızın bu durumu nedir? Ben bunda, başkalarında görmediğim şaşılacak bir durum görüyorum!" O da bana cevabında dedi ki: "Evladım, ben sana merak ettiğin durumu haber vereyim, şöyle ki: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana uğramıştı. O sırada benim yanımda küçük çocuklar da bulunuyordu. Hazret-i Peygamber bana: "Senin adın nedir?" diye sordu. Ben de cevabımda: "Sâib" dedim ve Yezîd'in oğlu olduğumu söyledim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber mübarek eliyle başımı mesh etti ve: "Allah seni mübarek eylesin! Başını mesh ettiğim yer de ebediyen ağarmasın!" buyurdu, İşte bu sebebten başımın bu kısmı, hiç siyahlığını kaybetmemektedir."
Buharî Târih'inde ve Beyhekî Muhammed bin Enes'in oğlu Yunus'tan, o da babası Muhammed'den şu haberi vermektedir: "Ben henüz iki haftalıkken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşrîf etmişler. Beni gördüğünde de başımı mübarek eliyle okşayıp: "Allah seni mübarek kılsın" diye dua buyurmuşlar. Sonra da: "Ona benim adımı veriniz, fakat künyemi vermeyiniz!" buyurmak suretiyle de, adının Muhammed olmasını emretmişlerdir. Sevgili Peygamberimizi Veda Haccını edâ buyurdukları sırada ise benim yaşım, on idi."
Yunus bin Muhammed der ki: "Sabam, yaşı hayli ilerlediği zaman bütün saçı ağarmıştı. Fakat Peygamberimiz'in mübarek eliyle mesh ettiği kısım, simsiyah duruyordu."
(Taberânî'nin Muhammed Fedale'den sevkettîği rivayet de bu mealdedir.)
Beyhekî ve Mûcem'inde Beğavî Ebû'l-Vaddâh bin Seleme el-Cüheni'den, o da babasından, o dahî Amr bin Teğleb el-Cüheni'den şöyle rivayet eder: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaştığım zaman, hiç tereddüd ve tevakkuf etmeksizin hemen müslüman oldum. Peygamberimiz de iltifat buyurup mübarek eliyle yüzümü okşadılar."
İşte Bu Amr bin Teğleb el-Cühenî, tam yüz sene yaşadığı halde, Peygamberimiz kendisini sevip okşadığı zaman, O'nun mübarek elinin dokunduğu yerlerin saçı hiç kırarmamıştır. Gerek sakalı, gerek başı, bu durumda idi."
Taberânî ve İbn-i Seken, Mâlik bin Umeyr (ömercik) ten şu haberi verirler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüzümü eliyle mesh etti. İşte yaşım bu kadar ilerlemesine rağmen, O'nun mübarek elinin değdiği kısımlar, hiç kırarmamaktadır."
Zübeyr bin Bekkâr da Ahbârü'l-Medine adlı eserinde Abdurrahman bin Sa'd'ın oğlu Muhammed'den şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ubâde bin Sa'd'ın başını okşamıştı ve ona hayır duada bulunmuştu. O, tam seksen yaşındayken vefat ettiği halde, saçı hiç kırarmamıştı."
İbn-i Asâkir ve İshak el-Remll Beşîr bin Akrabe el-Cühenî'den şu haberi naklet mistir: "Babam, Uhud Savaşı sırasında şehid olduğu zaman ben ağlayarak Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) geldim. Benim ağlamakta olduğumu gören Hazret-i Peygamber:
"Evlâdım ağlama, bak ben senin baban olayım, Âişe de anan olsun! Sen buna razı olmaz mısın?" Peygamberimiz böyle buyurdu mübarek eliyle de başımı okşadı. İşte sizlerin de gördüğünüz gibi, başımın her tarafı kırlaştı, fakat Peygamberimiz'in mübarek elinin dokunduğu yer hiç kırlaşmadı, simsiyah duruyor."
Yukarıda geçen bu rivayette, onun şöyle dediği de kayıtlıdır: "Ve benim dilimde kekemelik vardı. Sevgili Peygamberimiz, mübarek tükrüğünden sürerek dilimdeki kekemeliği de tedavi etti. Ayrıca bana: "Senin adın nedir?" diye sormuştu. Ben de adının "Becîr" olduğunu söylemiştim. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Senin adın, bundan böyle Beşîr'dir" buyurdu ve adımı bu şekilde değiştirdi."
Tirmizi hasendir kaydiyle, Beyhekî sahihtir diyerek Albâ bin Ahmer'den o da Ebû Zeyd el-Ansârî'den şu haberi naklederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mübarek eliyle başımı ve sakalımı mesh etti, sonra: "Allah'ım, bu kuluna güzellikler ver!" diyerek dua ve niyazda bulundu."
Haberin râvîsi der ki: "O, yüz küsur yaşına girdiği halde, sakalında hiç beyazlaşma olmadı. Yüzünde de herhangi bir kırışma ve pürüz meydana gelmedi. Yüz küsur yaşında vefat ettiği zaman da hep böyleydi."
İbn-i Ebî Şeybe, Ebû Nuaym ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Ebû Nüheyk el-Ezdî'den, o Ebû Zeyd el-Ensârî'den, o da Amr bin Ahtab'tan şöyle rivayet ederler; "Bir gün Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) su içmek istediler. Ben koşarak kendisine su getirdim. Fakat su kabının içinde bir kıl vardı. Bu kılı usulca aldım ve sonra suyu Peygamberimizde verdim. Peygamberimiz de benim kendisi için olan ihtimamıma memnun olarak: "Allah'ım, bu kuluna güzellikler ver!" diye dua buyurdular.
Haberin râvîsi der ki: "Ben kendisiyle karşılaştığım zaman onun yaşı, tam doksan üç idi. Başında veya sakalında, bir tek beyaz saç yoktu." [28]
Ahmed, Târih'inde Buhâri,
İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Beğavî, Hasan bin Süfyân, Taberânî ve Beyhekî, Hamala bin Huzeym'den şu haberi
nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) bir gün onun başını
mübarek eliyle meshetti ve ona dedi ki:'Yüce Allah, sende birtakım bereketler
meydana getirsin!" İşte Hazret-i Peygamberin bu duasına mazhar olan Hanzala hakkında el-Zeyyâl der ki:
"Göğsü şişmiş bir koyun, verem hastalığına yakalanmış bir deve
veya insanı tedavi edivermesi için Hanzala'ya getirirlerdi. O da elinin içine
püskürür, sonra bu elini: "Allah'ın adı ve izni ile! Allah Resûlü'nün
mübarek elinin eseri üzerine" diyerek o hasta olan yerin Üzerine kor, o
kısmı meshederdi. O hastalık (şişkinlik) de Allah'ın izniyle geçerdi."
Beyhekî, Ebû'l-Alâ'nın
şöyle dediğini nakletmektedir: "Bir gün, hasta yatmakta olan Katâde bin
Melhân'ın ziyaretine gitmiştim. Bu sırada evin arka tarafından bir adamın
geçmekte olduğunu Katâde'nin yüzüne bakarak farketmiştim. Yani pencerenin
arkasından geçmekte olan birisi ayna gibi parlamakta olan Katâde'nin yüzünden
görülmekte idi. Sebebi ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Katâde'nin yüzünü eliyle meshetmîşti. Ben ise
Katâde'yi sık sık göremezdim. Bu hastalığı sırasındaki ziyaretim esnasında da
İşte onur yüzünün, böyle bir ayna gibi parlamakta olduğunu müşâhade
ettim,"
Buhâri Târih'inde, Beğavî, İbn-i Mende, Ebû Nuaym, İbn-i Şahin ve Delâil adlı kitabında Sabit, çeşitli
tarîklerden ve Bişr bin Muâviye'den şu haberi naklederler: Bişr, babası Muâviye
bin Sevr ile birlikte Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) geldiklerinde, Rasulullah Bişr'in başını
eliyle meshederek okşamış. Sonra yüzünü de meshetmiş ve onun için hayır duada
bulunmuş. Peygamberimiz'in mübarek elinin bir eseri olarak onun yüzünde, atın
alnındaki beyazlık gibi bir beyazlık parlardı. Kendisi için olan duası
sebebiyle de, Bişr herhangi bir hastalığı meshettiği zaman, o hastalık iyi
olur, şifâ bulurdu."
İbn-i Şahin şu haberi vermektedir: Huzeyme bin Âsını el-Ukelî,
Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) huzuruna gelerek
müslüman olmuş, Peygamberimiz de onun yüzünü eliyle meshetmiştir. İşte bu zât,
bu sebeble ölünceye kadar yüzünün güzelliğini ve tazeliğini hiç
kaybetmemiştir."
Taberânî (gerek büyük,
gerek orta Mûcem'inde) güzel bir senedle ve Beyhekî, Utbe bin Ferkad'ın hanımı Ümmü Âsını'dan şu haberi vermektedirler:
"Biz, Utbe'nin nikâhında dört hanım idik ve içimizden her birimiz, Utbe'ye
karşı daha sevimli görünebilmek için daha fazla süslenip kokulanmayı severdik.
Utbe ise, hiç bir koku sürünmediği halde, bizden daha iyi kokardı ve evinden
çıkıp insanların yanına gittiği zaman insanlar; "Biz bundan daha hoş bir
koku duymadık" derlerdi. Biz, bir gün kendisine bunun sebebini
sorduğumuzda Utbe'nin cevabı şöyle oldu: "Bir gün ben, sevgili
Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) zamanında
hastalanmıştım. Cildim üzerinde yer yer şişkinlikler olmuş, müthiş kaşıntı
yapıyordu. Çridip Hazret-i
Peygamber'e hâlimi arz
ettim. O da bana, avret yerim hâriç, bütün vücûdumu açmamı emretti. Ben de
O'nun emrine uyarak açtım ve O'nun huzurunda oturdum. O da mübarek elinin içine
püskürdü, sonra eliyle arkamı mesnetti. Sonra ben şifa bulup hastalığımdan
kurtuldum. İşte o günden itibaren de bende böyle çok hoş bir koku meydana
gelmiş oldu ve de hiç eksik olmadı."
Beyhakî ile İbn-i Asâkir'in ise Vâil bin Hucr'dan rivayeti
şöyledir; Ben, Peygamberle (sallallahü aleyhi ve sellem) el tutuşup müsâfaha ederdim. Aradan üç gün geçtiği halde,
O'nun mübarek elinin bir eseri olarak benim elimde miskten daha hoş bir koku
bulunurdu."
Beyhekî Ebû't-Tufeyl'den
şu haberi nakleder: Leys Oğullarından bir adam şiddetli baş ağrısı çekiyordu.
Perrâs bin Amr adındaki bu kişi, babası tarafından Hazret-i Peygamber'e götürülmüştü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise onun iki gözünün arasına düşen
kısmın etini tutup çekti. Adamın şiddetli baş ağrısı da bu suretle geçmiş oldu.
Aynı zamanda onun iki gözü arasındaki o yerde kıl meydana geldi."
Haberin râvîsi Ebû't-Tufeyl der ki: Aradan bir müddet geçtikten sonra
bir gün Ferrâs'a rastladığımda, dikkat ettim ve onun iki gözü arasında çıkan
kılların, kirpi kılı gibi sert ve gür olduğunu gördüm. Sonra zaman geçti, bazı
kimseler halîfe Ali'ye isyan ettiler. Hârûrâ'lı bu kimselerle birlikte Ferrâs
da isyan etmek istedi. Fakat babası onu bağlayıp habsetti. Bu sırada,
Peygamber'in elinin eseri olarak taşıdığı iki gözü arasındaki kıllar da
döküldü. O da bunu iyi karşılamadı. Kendisine dediler ki: "Bu sana, akimi
başına alıp tevbe etmen için bir işarettir. Hatanı itiraf edip tevbe
etmelisin!" O da onların bu uyan ve tavsiyelerine uyarak bir güzel tevbe
etti. Bir müddet sonra, iki gözü arasındaki o kıllar yeniden bitti."
Beyhekî, yine
Ebû't-Tufeyl'den ve başka bir tarîkten de şu haberi verir: Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında adamın biri bir oğlan çocuğu
dünyâya gelince onu alıp Hazret-i
Peygamber'e getirdi.
Peygamberimiz o çocuğun alnını eliyle meshedip okşadı ve onun için hayır duada
bulundu. Sonra bu çocuğun alnında at yelesi gibi saç bitti. Bu çocuk büyüdü ve
Haricîler zamanında onlara katılmak istedi. Alnındaki perçemi de dökülüverdi.
Kendisine nasihatta bulunup: "Üzerindeki Hazret-i Peygamber'in mübarek hâtırasını ve bereketini
kaybettin. Belliki hatalı bir yoldasın. Hatanı itiraf edip bir güzelce tevbe
etmelisin!" şeklinde sözler söylenildi. O da bu söze bakıp teybe etti.
Sonra alnındaki saç yeniden bitti."
Tabakât'ında İbn-i Sa'd ise şöyle demektedir: "Heleb bin Yezîd,
Peygamberin (sallallahü aleyhi
ve sellem) huzuruna geldiği
zaman, başı saçkıran (kellik) hastalığına yakalandığından saçsız idi.
Peygamberimiz'in, onun başını mübarek eliyle meshetmesi sebebiyle, saçı yeniden
bitti. İşte bu yüzden de ona Heleb denildi.
Hâkim, Hamala bin
Kays'tan şöyle rivayet ediyor: "Abdullah bin Amir bin Küreyz, bir gün
Peygamberin (sallallahü aleyhi
ve sellem) huzuruna
getirildi. Oldukça hasta idi. Hazret-i Peygamber onun üzerine püskürdü ve iyilişmesi için hayır duada bulundu. Abdullah
ise bu sırada, ağız kısmına isabet eden tükrük zerreciklerini yalanıp yutmaya
çalışıyordu. Abdullah, sanki hiçbir şikayeti yokmuş gibi şifâ buldu ve kendisi
için yapılan dua bereketiyle, her nereye gitse, orasını suya kavuşturur
oldu."
Beyhekî sahihtir kaydiyle Saîd bin Müseyyeb'ten şu haberi nakletmistir: "Zeyd bin Hârice el-Ansârî ki el-Hâris bin el-Hazrec Oğullarındandır, halife Osman zamanında vefat ettiği zaman, ölümü kesinleştiği için üzeri bir çarşafla örtülmüştü. Bir müddet sonra göğsünde bir gürültü işitildi ve şöyle konuşmaya başladı: "İlk kitabda Ahmed, Ahmed diye yazılı olması, gerçektir, gerçek! Maddî güç ve beden itibariyle zayıf ve fakat Allah yolundaki azim ve iradesiyle kavî olan Ebû Bekir. Bu da gerçektir, gerçek! Ömer bin el-Hattâb, hem kuvvetli hem de emniyetlidir. Bu da gerçektir, gerçek! Osman bin Affân da onların yolu üzerindedir ve dört sene geçmiştir, iki sene sonra ise fitneler yüz gösterecektir. Kuvvetli zayıfı yiyecek, kıyamet kopacaktır. Sonra ordunuzdan Eriş Kuyusu ile ilgili haber gelecektir. Eriş Kuyusu haberi nedir bilir misiniz?"
Sonra bir adam daha vefat etmişti. Bunun dahi ölümü kesinleştiği için üzeri örtülmüştü. Bunun da göğsünden bazı gürültüler işitildi ve şöyle konuşmaya başladı: "el-Hâris bin el-Hazrec Oğullarının kardeşi, gerçekten doğrudur, doğru!"
Bu haberlerin râvîsi bulunan Beyhekî der ki: "Eriş Kuyusunun haberi şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yüzük edinip parmağına takmıştı. Peygamberimizin vefatından sonra bu yüzüğü Ebû Bekir takındı. Sonra Ömer, sonra Osman takındılar. Bir gün Osman'ın parmağından Eriş Kuyusuna düştü. Bu sırada Osman'ın halifeliğinin altı senesi geçmiş bulunuyordu, İşte bu olaydan sonradır ki, devlet adamlarında değişmeler görüldü, ahvâl bozuldu ve fitneler yüz göstermeye başladı. Nitekim Zeyd bin Hârice'nin dilinden duyulanlar da aynen böyle idi."
Buhârî'nin Enes'ten yaptığı rivayete göre ise haber şövledir: Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yüzüğünü, daha sonraları Ebû Bekir ve Ömer taşıdılar. Daha sonra da Osman. Bir gün Osman, Eriş Kuyusunun başında oturuyordu. Yüzüğü parmağından çıkarak evirip çevirmeğe başladı ve bu sırada onu kuyuya düşürdü. Üç gün kuyunun suyunu çekip o yüzüğü aradılarsa da, bir türlü bulamadılar."
Bazı âlimler bu hususta demişlerdir ki: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yüzüğünde, Süleyman (aleyhisselâm)'ın yüzüğündeki gibi bir sır vardı. Zira Süleyman (aleyhisselâm) yüzüğünü kaybettiği zaman, hükümdarlığını da yitirmişti. Osman bin Affân (radıyallahü anh) de Peygamberimiz'in yüzüğünü kaybettiği zaman, işler tersine gitmiş ve karmakarışık bir hâl almıştır. Çeşitli isyanlar başlamış, fitneler yüz göstermiştir. Bu, kendisinin öldürülmesi ile neticelenen büyük fitnenin de başlangıcı olmuştur. Öylesine büyük bir fitne ki, devam edip gitmekte ve kıyamete kadar da devam edeceğe benzemektedir."
------------------------
[10] Zümer suresi, 67